DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 15

Page 1


İÇERIKLER “SOYARKEN DERİMİ DE ALSIN”

4

“KORKULARIMIZI SUSKUNLUĞUMUZDA BOĞMAYA ÇALIŞIYORDUK” 5 “HER ŞEY HİÇBİR ŞEYE DÖNÜŞEBİLİR” 11 “MERDİVENLER DAYADIM YÜREĞİMDEN BEYNİME” 19 “SUSMAK SEVMEKTİR, HİÇBİR SÖZÜN ULAŞAMADIĞI YERDE” 26 “YANILGININ ZAFERİ!” 30 “AYNI SLOGAN, AYNI MAKYAJLI KADIN, AYNI MI?” 36 “BIÇAĞIM NEREDE!”

39

“ÇAVLANDA BİR DAL KIRIĞIYIZ” 41 “GEL ULAN GEL, TOPAL PEZEVENK, VERECEM SANA!” 43 “ÖLÜLER, İÇİNDEN SOĞUMAĞA BAŞLAR” 47 “ÖLDÜRDÜM HÂKİM BEY, KAVGAYI SEVMEDEĞİM HALDE” 57 “HER ÖPÜCÜKTE DAHA BİR KENDİLERİ OLMUŞLAR” 61 Mavi Öyküler -

2


“HAYATIN DIŞINDA KALAN BİR KENAR SÜSÜ” 67 “KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET” 68 “BOŞLUKTA SALLANAN BİR KEMİK GİBİ DURUYOR TÜM CANLILAR” 72 “SEVGİLİ KIR ÇİÇEĞİM” 76 “SANKİ DEV BİR CÜMLE VARDI ORTADA, HERKES KENDİ PAYINI SÖYLÜYORDU” 81 “TANIDIK OLMAYAN HER ŞEY GİYİNİKTİ” 99 “DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE YOKUM TAMAM MI?” 102

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“SOYARKEN DERİMİ DE ALSIN” “Öyle Maharetle” | Ahmet Büke Sert bir el istiyor zaman zaman. Tutup omuzlarından çeksin. Fırlatsın sonra duvara. Derisinin hemen altında zorlu kabuğu var. İstiyor ki onu çatırdatıp kırsın. Öyle de maharet göstersin, ezilmesin içi. Öyle sert olsun istese de okşayamasın onu. Çizikli parçaları olsun ama kırıldıkça ferahlasın. Acımak istiyor zaman zaman. Canı yansın. “Kalem, kâğıt” diyor. “Yaz bunları.” Güneşli divana oturduk. Elleri çok soğuktu. Aramıza palto koydum. Altından uzanıp dokundum. Şehir görmesin diye. Kaçak yaşamak neymiş öğrendim. Hep gölge arıyor insan ardına saklanmak için. Şehir onu tanımasın istiyor. Yabancı gibi dolanmak, her gün gördüğü sokaklarla ilk kez tanışmak istiyor. Onu ısıttıkça ben üşüdüm. Sonra masada duran adisyonun arkasına yeni bir dil uydurdum. sipas mahu: sevgili açlığım, asdu E’rk’wê Melantia: şimdi sizinle Melantia’ya gitmeyi öneriyorum. Ahşapları arap sabunu kokan bir evim olacak. Annem ve büyük halam olacak içinde. Küçük memuriyetim olacak. Babam son vapurla İsrail’e hareket etti. Dönmeyecek. Odam ince el halılarıyla kaplı. Yalın ayak gezmeyi yakıştıramam kendime. Ekmeğimizi mutlaka küçük parçalar halinde yeriz. Asil bir aileyiz. Şimdi siz bakmayınız bu yoksulluğumuza. Şimdi bütün bu manasız hikâyeleri yazarak saklanmaya çalışıyorum. İstiyorum ki ona dokunurken kimse bilmesin. Ve elimden tutup bu güneşli avludan çıkarsın ve büyük, sıcak odasına Mavi Öyküler -

4


götürsün beni. Sert bir el istiyorum. Soyarken derimi de alsın. Utancımı ve günahlarımı da kırsın. Ama içimi ezmesin. Öyle maharetle dokunsun ki kanatırken iyi de etsin.

p

“KORKULARIMIZI SUSKUNLUĞUMUZDA BOĞMAYA ÇALIŞIYORDUK” “Siste Cenaze” | Deniz Uçar Yıldız Dağlarının keskin dönemeçlerinden geçiyoruz. Otobüs keder yüklü, arka koltuktan arada bir iniltiye benzer bir ağlama sesi geliyor. Yol bitecek gibi değil. Sis yüzünden olması gerekenden çok daha ağır gidiyor önümüzdeki cenaze arabası. O günkü sis de böyle bir karanlıktı Ceyhun. Önümüzü göremez olmuştuk anımsıyor musun? “Hadi hadi hadi!” diye bağıran bir sesti yalnızca bizi yönlendiren. Başımıza kötü şeyler geleceğini duyumsatan sert bir tonlama. Hiçbir şey düşünmeden o sesin verdiği ritme uygun, seri hareketlerle, biraz da itilip kakılarak biniyorduk polis otosuna. Çocukluğumuzdan kalan, sebepsiz bir suçluluk duygusu vardı hepimizde. Kaçabilenler kaybolup gitmişti sisin içinde. Biz korkularımızı suskunluğumuzda boğmaya çalışıyorduk, belki de besliyorduk istemeden. Arada bir Sema’nın hıçkırıklarıyla bölünüyordu sessizlik. Herkes sadece Sema’yı dert ediyordu bir süreliğine, sonra yine kendisine dönüyordu. Sema’nın hıçkırıklarının arasında söylediği, “Bitti artık, kesin alır beni okuldan” sözüne polislerden biri yılışık tavırlarla karşılık vermişti. Otobüsün içindeki ölüm havasını daha da koyultan bu sis olmasa, içinden geçmekte olduğumuz yemyeşil meşe ormanlarını göreceğiz. Biliyorum, hüznümüz dağılmayacak ama bu kadar da yalnızlaşmayacağız belki. Giderek ağırlaşan bu kederli havadan kaçmak için gözümü kapatıyorum arada bir, sonra uyumamak için açıyorum hemen. 5

- Mavi Öyküler


Yıllardır görmüyordum, bir zamanlar her gece rüyama giren o yılışık polis memurunu, iki gündür yine beliriyor karşımda gözümü kapatır kapatmaz. Sırıtırken diş oluyor bütün yüzü; “Onu önceden düşünecektin bacım, son pişmanlık fayda etmez,” diyor Sema’ya; Sema küçücük oluyor bir anda, avucuma alıyorum onu, sonra çantamdan çıkardığım kalem kutusuna yerleştiriyorum, kaybolmasın diye. “Oysa biz sizin için vazgeçmiştik, bize biçilen gençlik hayallerinden” diyorum. “O üniformanın içindeki köylü çocuğu için”. O gün diyememiştim, ite kaka bindirirlerken bizi. Artık rüyalarımda veriyorum içimde kalan bütün yanıtları. Sonra mideme doğru bir dipçik darbesiyle uyanıyorum. Bütün gün ağrıyor midem. Bu virajlı dağ yollarından kaç kez geçmiştik kim bilir, hep seninle Ceyhun, giderken az da olsa umutlu, dönerken umutsuzdu yol. İkna olmuyordu bir türlü babası. Sema’sız dönüyorduk bütün gidişlerimizden. “Arkadaşlarımız işkencede öldürülüyor birer birer, neler olup bittiğinden haberin yok senin, bari foruma katıl.” demiştim. Gözlerini kocaman kocaman açarak, “Asıl senin haberin yok hiçbir şeyden, bilmeden konuşuyorsun” demişti bana. “Senin için çok kolay her şey.” “İyi o zaman gözlerimizi yumup, kulaklarımıza pamuklar tıkayalım, suya sabuna dokunmadan yaşayalım. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın diyelim” demiştim bilmiş bir tavırla. “Başıma bir şey gelirse, babam okuldan alır beni.” “Forum bu kızım, ne gelecek başına, amma da korkaksın.” Gözlerindeki korkuyu ürkek, ince ellerine alıp hırkasının cebine sokmuş, sessizce yürümüştü ardım sıra. Ya iki gün önce korkusuz muydu, yoksa her zamankinden daha mı çok korkuyordu? Herkes bir gün başarabilirdi hani Ceyhun, “Yeter ki hak ettiğini fark etsin” demiştin. Fark etmişti sanki ya da ben öyle sanmıştım, o genç aklımla. “Önce kendin için başkaldırmayı bileceksin ki, sonra ezilenlerin yanında yer alabilesin”. Evet, kendisi için Mavi Öyküler -

6


başkaldırmıştı, hem de düğününde, biliyorsun sen de. Ya sonra? Bazen senin gibi konuştuğumu söylerdi Sema. İtiraz ederdim, kızmış gibi yapardım ama sana benzetilmek hoşuma giderdi için için. Her durumda yolumu aydınlatacak bir sözün olurdu mutlaka. Ben de senin sözlerinle başkalarının, en çok da Sema’nın yolunu aydınlatmaya çalışırdım. Evet, öyle benimserdim ki sözlerini, bir süre sonra kendi sözlerim sanırdım. Forumdan sonra yürüyüş varmış, ben de bilmiyordum önceden, çıkmaya çalışmıştı Sema, ama çıkamamıştı aradan, koluma girip sürüklenmişti bizimle birlikte. Biz bir iki slogan atıp dağılmıştık sisin içinde. Polisler nereden çıkmışlarsa, yetişmişlerdi hemen ardımızdan, sonra yoldan ördek toplar gibi toplamışlardı bizi; sırf öğrenci kimliğimiz, kitaplarımız var diye, o yürüyüşte olduğumuza hükmetmişlerdi. Çoğumuzu salmışlardı ertesi gün, seni birkaç gün sonra. Haber nasıl ulaşmışsa kasabaya, babasını karşımızda bulmuştuk, çıkar çıkmaz. Kocaman elleriyle kavramıştı Sema’nın kolunu. Yeşil bir Anadol’a binmiştik. Sema yine itile kakıla, bu kez ağlamadan, bense kimseye sormadan arkaya kurulmuştum. Sema’yı yalnız bırakmak istemiyordum. Babasının sessizliği ürkütücüydü. Sema’ysa kendisine çizilmiş olan hayat çizgisinin değiştirilemez akışı içindeymişçesine kabullenmişti her şeyi. Uzun ve bıktırıcı sessizliği bozarak, “Benim yüzümden oldu, ben zorladım” demeye çalışmıştım bir ara, “Evini söyle de bırakalım” diyerek kesmişti sözümü. Veda bile etmeme izin vermeden basmıştı gaza, ben iner inmez. On dokuz yaşındaydık. Üniversitenin ikinci yılıydı. Sema’dan üç aydır haber alamıyorduk. Yılsonu sınavları başlamadan bir yolunu bulup getirmeliydik onu İstanbul’a. Seninle hafta sonu kasabaya gidip, babasını ikna etme planları yaparken düğün davetiyesi gelmişti, çok uzaklardan gelen bir ölüm ilanı gibiydi. Yola çıkmıştık hemen. Sevinçsizdik. Ben cinayet mahallini görmeye giden bir suçlu gibiydim. Yine de senin varlığın her şeyi katlanılır kılıyordu. Sisli dağların ardındaydı kasaba, aynı virajlı, 7

- Mavi Öyküler


ölümcül yollardan geçiyorduk. İçimden sürekli yeni öğrendiğim bir marşın, umut verici bir dizesini tekrarlayıp duruyordum: “Biz bu karanlık yolun sonunda, doğacak güneşi görüyoruz”. Ne kadar uzağa geldiğimizi, vardığımızda anlamıştık. Biz gizlemeye çalıştıkça beceriksiz ellerimize bulaşıyordu yabancılığımız. Bir türlü karışamıyorduk düğün evinin kalabalığına. Hummalı bir faaliyet içindeki akraba ve komşu kadınlar abartılı bir telaşla evdeki neşesizliği görünmez kılmaya çalışıyorlardı. Herkes üzerine düşen görevi yaparken gürültücü ve aceleciydi. Sen yanlışlıkla araya karışmış, bir başka desteye ait iskambil kâğıdı gibi atılmak üzere bekliyordun. Bir ara telaşlarından başlarını kaldıran kadınlar, seni fark edip göndermişlerdi erkeklerin arasına. Ablası ve kasabanın genç kızlarıyla ayrı bir odadaydı Sema. Duygusuzdu, çaresizce bırakmıştı kendisini, akıp gidiyordu, ben de akıp gitmiştim o odada, onunla birlikte. Damat, babasıyla yaşıtmış, üç tane de çocuğu varmış. Yanına gidip, hikâyesini öğrenmek istediğimde bunu söyleyivermişti, aynanın karşısında kırmızı kuşağını düzeltirken. Ne diyeceğimi bilememiştim. Kırmızı kuşak bekâret demekmiş. O gün öğrenmiştim. Baba bağlarmış, koca çözermiş. Üç çocuklu dul bir adama verilen gencecik kızın el değmemişliğinin simgesi; kırmızı kuşak. Tepkisizdi. Çareler tükenmiş ve o çırpınmaktan vazgeçmişti sanki. İsyan etmeyişine şaşarak, biraz da kızarak bakıyordum. Kimse bana bunu yaptıramazdı, kimse. Bir ara odada yalnız kaldığımızda “Hayır de! Nikâh memurunun karşısında hayır de! En fazla dayak yersin babandan, ama bu adamla evlenme ne olur” diye yalvarmıştım. Alaycı bir gülümsemeyle bakmıştı yüzüme; “Senin için çok kolay” der gibiydi, tıpkı o günkü gibi. Nikâh masasına birlikte gelmişlerdi, her gelin damat gibi, kol kola. Tepedeki saçları dökülmüş, kalanları kırlaşmış, kısa boylu, göbekli bir adamdı damat. Lacivert takım elbise giymişti. Sema boynunu bükmüş bir gelincik gibiydi. Öyle acınası bir hali vardı ki, bunu yapacağını beklemiyordum hiç; “hayır” deyişi bugün gibi aklımda. Mavi Öyküler -

8


“Siz Sema Aydın, Muzaffer Kurtulmuş’la kimsenin baskısı altında kalmadan…” “Hayır, istemiyorum!” Bir çırpıda “hayır” deyivermişti. Biraz beklese cesaretini yitirecekti sanki. Ayağa kalkıp duvağını çıkarışı başından, sonra nikâh memurunun, damat adayının, şahitlerin, davetlilerin şaşkın bakışları arasında elindeki duvağı ardından sürüyerek yürüyüşü, gözlerindeki zafer ifadesi. Kim bilir kaç Yeşilçam filminde görmüştüm ben bu sahneyi. Sanki tekrar tekrar çıkarıp duvağını, yürümüştü süzüle süzüle. Nasıl da güzelleşmişti bir anda, değil mi Ceyhun? Yoksa sen o anda mı âşık olmuştun Sema’ya? Hiç söyleyemedin bunu ona değil mi? Ne yazık. Tıpkı benim de sana söyleyemeyişim gibi. İlk şaşkınlık anını atlattıktan sonra fırlamıştı babası yerinden, damat adayı hakaretler yağdırmıştı. Anası rezil olduk ele güne diye feryat figan dövünüyordu. Aklımda kalan son sahne babasının o kargaşada Sema’yı sürükleyerek götürüşüydü. Yine de umutluyduk. Bunları göze almıştı Sema, ama kurtulmuştu o adamla evlendirilmekten. Bir kez yolu açtığını, okuluna geri dönmeyi de başaracağını konuşuyorduk seninle dönüş yolunda. Eve kapatılmaktan kurtulamayacağını, babasının üzüntüden felç geçirip yatalak olacağını, Sema’nın bu vicdan azabı yüzünden bir daha hiç evden çıkamayacağını bilmiyorduk o zaman. Sonra birkaç kez daha gittik seninle kasabaya, her gidişimizde Sema’yı biraz daha uzak buluyorduk. Ben her dönüş yolunda biraz daha suçluluk duygusuna kapılıyordum. İçimiz acıyordu, senin umutsuz aşkından, benim suçluluk duygusundan. Sen aşkını bir yara gibi sakınarak gizlerken, beni bu duygudan kurtarmak için diller döküyordun. Bense giderek sana âşık oluyordum. Hep onu kendi yerime koydum, babasına, çevresine, onu baskılayan ne varsa hepsine karşı çıkmasını bekledim. Ne çocukçaymış meğer. Benim için kolaydı, evet, benim karşı çıkmayı gerektirecek bir babam yoktu. Bu yüzden kendimi onun yerine koyamadım bir türlü. Büyümesi gerekiyordu belki biraz daha. 9

- Mavi Öyküler


“Büyüyemezdi” demiştin Ceyhun. “Sadece yaşlanırdı, ama asla büyüyemezdi başkaldırmayı öğrenmeden. Biz onun güzel ve mutlu bir hikâyesi olsun istemiştik, ne yazık ki onun koşullarında birinin bu hikâyeye sahip olabilmesi için biraz daha cesur olması ve kendini biraz daha fazla sevmesi gerekiyor. O kendisini bizim onu sevdiğimiz kadar sevmiyor, babasının sevdiği kadar seviyor, bütün mesele bu. “Kendini suçlama boşuna” demiştin. İkna olmuştum ben de. “Acaba bütün kız çocukları kendilerini babalarının sevdiği kadar mı severler?” diye bir soru takılmıştı aklıma sonra. Son gidişimizde içimden “babası ölse de, kız kurtulsa” diye dua edip, sonra da utanıp bu dileğimden tövbe etmiştim, senden gizli. Sonra sen öldün Ceyhun ve ben seninle birlikte yaptığımız her şeye küstüm. Haberin küçücük çıkmıştı, bir gazetenin her gün bu haberi okumaktan korkarak baktığım iç sayfalarında. Gözaltında mide kanaması geçirerek hayatını kaybettiğini yazıyordu. Fotoğraf yoktu, buna benzer birkaç haberle birlikte verilmişti. İki satırdı seninle ilgili kısım. O gün, o iki satırla benim de umutlarım öldü. Bir daha gitmedim o kasabaya, Sema’yı da görmedim bir daha. Ablasıyla konuştum birkaç kez telefonda. Sema aklını yitirmiş, annesi ölmüş, babası hayattaymış hâlâ ama yatalakmış. Senin öldüğünü söyleyemedim. Peki, şimdi olsaydın yanımda ne derdin Ceyhun? İki gün önce televizyonda “az sonra” çığırtkanlığıyla verilen intihar haberini izlerken yanımda olsaydın? Balıkçıların bulduğu tanınmaz haldeki kadın cesedini en ince ayrıntılarıyla gösterirlerken, cesedi bulan balıkçılarla röportaj yaparlarken, sonra nüfus cüzdanından aldıkları gençlik fotoğrafının görüntüsü ekrana geldiğinde yanımda olsaydın ne derdin? “Neden yaptı bunu kendine?” diye soruyorum yanımda oturan gözü yaşlı kadına. Kadın “Senin yüzünden” diyor buz gibi bir sesle. “Hepsi senin yüzünden”. Sonra yok oluyor birden, gözyaşları kalıyor mendiMavi Öyküler -

10


limde. Ağlamaklı oluyorum yine. Yanım boş, etrafım boş, içim bomboş. Cenaze arabasının yanıp sönen ışıkları görünmez oluyor. Sis giderek koyulaşıyor sanki.

p

“HER ŞEY HİÇBİR ŞEYE DÖNÜŞEBİLİR” “Kaygılı Dostun Çağrısı” | Mustafa Resa Becan “İşte yine bir yaz başlangıcı, yılın en mutlu zamanı geldi,” cümlesi zihnimi sıyırıp geçti. Dil, kelimeleri neden hep bilinen duygu kalıplarına uygun dizgelere sokuyordu ki böyle? Cevapsız bir soruydu bu ve sözcükleri değiştirerek anlamı tersine çevirmek çok basitti. Varlık ve hiçlik, yazıyla tura gibi bağlıydılar birbirlerine. Hayat bir zar atımı kadar bile seçenek sunmuyor muydu yoksa? Yazı-tura mıydı her şey? Soruların çokluğu. Çözümselliğin neredeyse erotik bir güç haline dönüştüğü çağımızda bu kadar soru ürettiğime bakılırsa başarısız biriyim. Bunun pek de önemi yok, belki ben diye bir şey de yoktur ve her şey nedeni belirsiz bir rüyadan ibarettir. Ben ya da ben olmayan her neyse artık, içine tıkıldığım bu beden bildik bir yolda araba kullanıyordu. Daha önce yaşanmış olana ait ayrıntıları unutmak ve sanki bu manzara algıma ilk kez takılıyormuş gibi hissetmek, adeta bilinçli bir özveriyle kendini geri çeken belleğin tekdüze yaşantıma sunduğu ufak bir armağan olsa gerek. Şu dik rampadaki keskin virajı yeniden keşfediyor ve bu keyfi dolaysız verilmişliği içinde sürmeye çaba gösteriyorum. Ama bu sanıldığından daha zor bir uğraş, keyfi bilinç içeriğine alma çabasında onu yok eden bir fazlalık var, hazzın varlığına şans tanımak için araya biraz mesafe bırakmak daha uygun. Rampanın bitiminde uzunca bir düzlük başlar, Büyükçekmece Köprüsü ve ardından tekrar yükseliş. Hayat bunun tersiydi galiba, önce yükselen sonra kısa bir müddet yatay eksene paralel, bitime doğru da düşen bir eğrisi vardı. Hayatı geçmiş zamanda anmak bir çeşit ölüm dürtüsü ve bu yorum da okuduğum kitaplardaki eski bir bulgunun silik bir 11

- Mavi Öyküler


izinden ibaret. Anaksimandros, ikimizin dışında değişimsizlik tutkunu kalmadığını, artık herkesin değişimin peşinde olduğunu söyler durur. Ama hemen sonra çıkarımındaki naifliği sanki kendisinin de küçümsediğini belli eden bir vurgu eklemeyi unutmaz ifadesine. Bu plan dışı yolculuğu da ona borçluyum esasen. Geçen hafta içinde birkaç kez arayıp yazlığa gelmek için temmuzu beklememem yönünde üstü kapalı anlamsız çağrılarda bulundu. Kişiliği dikkate alındığında pek de tuhaf karşılanmayacak bu gizemli çabasından fazla etkilendiğimi söyleyemem, sadece biraz sıkıldığını düşündüm, o kendiyle zaman geçirme konusunda benim kadar usta değildir, sevimli ailesiyle de genelde yaşamın daha yüzeydeki niteliklerini paylaşır. Bir keresinde, felsefeyi sınıfta öğretip dışarıda unuttuğunu söylemiştim kendisine şakacı bir üslupla, bazı ciddi görüşler ancak ironi aracılığıyla iletilebiliyor ya da bu tamamen benim gereksiz bir önyargım. Gönülsüzlüğümü anlamış olmalı ki, son arayışında farklı bir taktik uygulayarak benimle projem hakkında mutlaka görüşmek istediğini söyledi. Aslına bakarsanız ortada görüşülmesi gereken bir proje filan da yoktu. Yerli yersiz arayıp hayatımda bulunduğunu varsaydığı boşluktan duyduğu kaygıyı, hazin ve dost canlısı bir ses tonuyla bildirmesine engel olmak için ortaya attığım gelişigüzel tasarıyı kastediyordu herhalde. Sıradanlığın içinde yalnızlığına bırakılmış imgelerden yola çıkan öyküler yazma fikri. Artık rağbet görmeyen mekânlardan, şehrin eski semtlerinden geçerken kendini çekici bir arzu olarak ortaya çıkaran bu düzensiz düşünceyi, karar verilmiş önemli bir plan gibi aktarmak zorunda kalmıştım kendisine. İşin komik yanı, tabii burada biraz da kişisel tahmin hakkımı kullanıyorum, bunun ciddi bir proje olmadığını anlamış olan Anaksimandros, benim konuyu gerçekten ciddiye almamı sağlamak için bu fikri önemser görünmenin telaşı içindeydi. Cumartesi sabahı, davetine karşılık vermek üzere yola çıkarken günün hiç değilse bir bölümünü semt istasyonunda tren beklermiş gibi yaparak geçirme planımdan vazgeçmiş oluyordum. Belki öğleden sonra çevredeki boş lunaparkları gezecektim. Ne yazık ki bilim henüz insanın aynı anda birçok mekânda bulunMavi Öyküler -

12


masını sağlayacak kadar gelişmemişti ve bir yerde var olmak diğerlerindeki yokluğu gerektiriyordu. Böyle bir sorunu bulunmayan güneşin, olağanüstü tamamlayıcıları deniz ve ayçiçeği tarlaları üzerinden sektirerek yansıttığı yaz ışığı, olamadığım yerlerin eksikliğini unutturacak nedensiz bir umudun sevinciyle dolmamı sağladı. Rampanın bitiminde deniz, küçük bir orman izlenimi verecek sıklıkta beliren ağaçların arkasına saklandı bir süre. Daha sonra, ilk yazlık evlerin görüntüsüne fon oluşturarak ve bu kez ufuk çizgisi karşıma gelecek şekilde yeniden ortaya çıktı. “Aslında o hep kendi yerinde ve onun peşinde olan sensin,” diyecekti belki de az sonra Anaksimandros. Her gidişimde bana yolculuk üzerine sorular sorup, aldığı yanıta uygun bir bilgelik gösterisinde bulunmasına alışkındım. Öylesine ki, bu küçük geleneğin sürmesini temin için hevesini gidermesine kolaylık sağlayacak ayrıntılara değinmeye başlamıştım artık. Dostluğumu koruma merakının ardında, hiç kimse tarafından umursanmayan özelliklerini sadece benle paylaşabildiğini düşünmesi hiç de küçük bir olasılık değil. Varlığın, bedeli yoklukla ödenecek bir suç olduğunu öneren Anaksimandros fragmanına özel ilgisi nedeniyle ona bu adı vermiştim, ama bunu benden başka da kimse bilmiyordu. İlginç biri olduğu anlaşılmıştır sanırım. Bir keresinde, yine bir yaz mevsiminde beni arayarak orada tuhaf şeyler olduğunu, her gece bir yaz aşkı çiftinin karşıdaki oyun alanından gecenin içine yürüyüp bir daha geri dönmediğini bildirdi. Olayı çözmek için mutlaka yardımıma ihtiyacı vardı ve hiç de şaka yapar bir hali yoktu. Bir başka seferinde de benim yazlıktaki ilk sevgilim, sitenin marketinde ve genç kızlık görüntüsüyle karşısına çıkmıştı. Hiç evlenmemiş olmamdan endişe ettiğini bildiğimden dolayı böyle bir düş görmesini doğal karşıladım. Aslında benim görmem gereken bir hayale sahip çıkması biraz abartılıydı tabii, ama hayaller üzerine nasıl tartışabilirsiniz ki? Görülen görülmüştür. Onların evi bizimkinin simetriğinde, sitenin ana yola bakan kısmındaydı. Yolun karşı tarafını değişmiş bulurdum her gidişimde; ama imgelemim bu alanı çocukluğumdaki haliyle dondurmuştu. Hatırlamak istediğimde de sarı bir ışık perdesi her nedense bu görüntünün üzerine inerdi ve çevreyi bir türlü eski 13

- Mavi Öyküler


gerçekliğinde düşlemeyi başaramazdım. Anaksimandros, güneşe aldırmaksızın balkonda oturuyordu, bana park yerindeki bir boşluğu işaret ettikten sonra yerinden kalktı, kapıyı açmaya yöneldi. O boş yeri ben de görmüştüm elbette, var saydığı kusurlarım içinde algı yetersizliği de mevcuttu anlaşılan. “Her evin bir diğerinden ayırt edilir simgesel bir kokuya sahip olmasındaki doğal permütasyon üzerine düşünmek ancak kendine yabancılaşmayı en aza indirebilmiş talihli insanlara özgü bir niteliktir,” diyerek karşıladı beni. Bir başkasını böyle bir cümleyle karşılasa deli muamelesi göreceği açıktı, bense bu karmaşık ifadenin evlerin yerleşik kokularıyla ilgili duyarlılığımı bir önceleme girişimi olduğunun farkındaydım. Babamın mesleğinden, benden fazla etkilenip felsefe okumayı seçmesinden sonra bir müddet Akhilleus adını takmıştım kendisine. “Ben asla yakalayamayacağın kaplumbağayım, senin ancak üniversite eğitimiyle edinebileceğin bilgilere genetik olarak sahibim, şimdi ben mühendislik diploması aldığımda iki fakülte bitirmiş gibi olacağım,” dediğimden bu yana bilinçdışında bana karşı bir önde olma güdüsü yapılandırdığı kanısındayım, oysa sözlerim tamamen şakaydı. Sözlerimin bir kelebek etkisi yarattığı söylenebilir mi peki? Hiç sanmam. O ve ailesi bazı iç çelişkilere rağmen kaos kavramından uzak dingin bir izlenim bırakmışlardır üzerimde daima. Dürüst olmak gerekirse bu son çağrıyı kabul etmemde, proje fikri ya da o evin kokusunu yeniden hissetme arzusu gibi etkenlerden çok, 14-16-18 gibi aritmetik bir yaş dizisiyle sıralanmış kızlarını yeniden görebilme umudu daha ikna edici olmuştu. Bu periyodik isabetliliğin dünyaya eklediği üç güzelliği takdir etmenin dışında kesinlikle ahlak karşıtı gizli bir niyetimin söz konusu olmadığını vurgulamak isterim, bu duygunun içkinlik tarafından kavranması biraz zor. Genç kızların ortamdaki varlığında, katıksız ve karşılığı önemsenmeyen, hatta karşılığının olmaması içten içe arzulanan arı aşkın nesnesini görüyorum. Bir türlü ulaşılamayan o saf varlık, onların geçici güzelliğinde bir yaşam tözü gibi sabitlenerek kendini gizliyor sanki. Anlığın acımasız gerçekliğine dönecek olursak, beni ciddi bir düş kırıklığı bekliyordu ne yazık ki. Kızların her biri farklı gerekçelerle hafta sonu boyunca orada olamayacaklardı. AnaksiMavi Öyküler -

14


mandros, dinlemediğim o gerekçeleri tuhaf biçimde detaylandırmakta ısrarcı oldu. Beni davet etmek için seçtiği hafta sonu dikkate değerdi doğrusu, evde bulunan özverili eşi Zeynep’in eski yazlık günlerinden anımsadığım genç kız tazeliğinin soluk hatırası da gerçeğinin yerini almayı başaramıyordu maalesef. Aramızda eski günlerden kalma, enerjiye dönüşememiş bir duygusal gerilimin sıkıntısı, içeriğini korumasına rağmen var oluş kaynağını değiştirmiş, gerektiği kadar dünyasal olmayı başaramadığım için ondan bana yönelen bir kuşku tarafından üretilir olmuştu. Yine de hakkını yememek gerekir, kocasının aksine, şaşırtıcı soyutlamalardan uzak, klasik ev sahibesi söylemleriyle karşıladı beni. Henüz toplanmamış sofraya gönderme yaparak kaynanamın beni seveceğini bile söyledi ki, hiç tükenmeyen bir geleceğe dair umutları imlemesi açısından en sevimli halk deyişlerinden biridir. Yaşamı basit tekrarlarla işlemeyi öngören kadınsı normalliğin güven verici sıcaklığını hissettim, ama vereceğim yanıtta bu hissin olumlu bir etkisi görülmeyecekti. Garip şeyler düşünüyordum, çağrıya uyup masaya oturmam halinde muhtemelen kahvaltı ve çay ikram edecekti, daha önceki gelişlerimde de buna benzer ortamların oluştuğunu hatırladım. Çılgınlık düzeyinde bir ayrıntı saplantısıyla, kullandığım tabak ve bardakların başkasında yarattığı duyguyu tanılamaya gayret ettim ama bu konuda pek tarafsız olamıyordum. Son ziyaretimde kızlar da buradaydı ve bütün bu düşünceler irkilticiydi. Onlar tarafından ne olarak algılandığımı bilmiyordum. Tahmin hakkımı kullandığımda ise beni bir yaşam tözü olarak görmedikleri sonucu çıkıyordu, yanılma payı yüksek bir çıkarım olduğu pek söylenemez. Ortada ciddi bir karşılıksızlık var gibi gözüküyordu ve bu gurur kırıcıydı. Genç kızlarla ilgili yorumumda karşılıksızlığa vurgu yapan ben değil miydim oysa? Fikirlerimi bile saklamayı başaramazken orada kendim olarak bulunuşumun ciddiye alınacak bir yanı olamazdı ve çok da özelliği olmayan bu bedeni kim olsa kullanabilirdi. Zeynep’in standart nezaketi Anaksimandros’un bilgelik gösterisinden daha kafa karıştırıcıydı sanki. Başka biri’nin ben’i kenara itip konuşmasına itiraz etmedim. “Bütün mutlu ailelerin birbirine benzediğini düşünürsek kendimde o benzerliğe katılma arzusu göremiyorum. Kaybedilme 15

- Mavi Öyküler


kaygısı içeren her sevinçli duyguda yaşama ödün veren bir yan vardır ve ben bunu tedirgin edici bulurum” dedi o ben, taklit kokan bir ukalalıkla. Onun da sabit bir kendilik ve tutarlı kavramsallık sorunu olduğu görülüyordu. Sesi benden yayıldığı için Zeynep caydırıcı ölçüde olumsuz bir ifadeyle yüzüme baktı. Bu gibi durumlarda genel kanının tersine karşı karşıya gelen sadece gözler değildir. Bakış, yüzün tamamının, hatta bütün vücudun anlık tepkisini derleyerek iletir, metafizik gücünde bu çoğulluğun önemli katkısının olduğunu ileri sürüyorum. İsteyen çürütebilir, hem nasılsa daha önce birileri buna benzer bir şeyler söylemiştir. “Nietzsche’yi terk etmişe benziyorsun, hayatı olumlamaktan filan bahsederdin bir aralar,” diye araya girdi Anaksimandros yatıştırıcı bir alaycılıkla, sonra da dışarı çıkmayı önerdi. Henüz evin içinde soluklanma fırsatım bile olmamıştı ve bu imkânı elimden alan o başka biri geldiği yerdeydi artık. Özür dilemem gerekirdi belki, ama bunu yapamayacak kadar kibirliydim, yerimi alan ikinci ben hikâyesine Zeynep’in inanmasını bekleyemezdim zaten. O, somut belgelere inanan bir avukattı. Mesleği elle tutulamayanı öğretmek olan ve boş zamanlarında sanrılar görmeyi zevk edinmiş biriyle yaşamak ona fazlasıyla yetiyordu büyük ihtimalle. O evdeki geçmiş konukluklarımı düşününce müthiş bir gereksizlik duygusuna kapıldım, öğle güneşi sert bir ayazın ruhumu yalayıp geçmesini engelleyemedi, kısa süren bir ürperti duydum. Bu soğuk rüzgâr, burada bulunarak yalnız bıraktığım diğer mekânların alçakgönüllü bir lanetiydi galiba. “Nietzsche’yle hiç birlikte olmadım ki terk edeyim,” dedim Kumburgaz’ın tarihi piyasa yolunda yürürken. Sahile gideceğimizi sanıyordum, ancak Anaksimandros beni buraya yönlendirmişti. “Gerçek yaz ruhu kumsalda değil bu yolda gezinir, senin bilmen lazım bunları,” diyerek. Yaz ruhu onun icadıydı, gençlik sohbetlerinde tuz ruhu benzetmesiyle az rencide edilmemişti bu buluşu nedeniyle. Aslında bileşimi dört basit elementten oluşan bir kavramdı bu: yakıcı güneş, mavi gökyüzü, berrak deniz, yaz aşkları. Toplamı yaz ruhu. “Başka birinin konuştuğunun farkındayım az önce,” dedi. “Az Mavi Öyküler -

16


önceki sen değildin. Ama kadınları şaşırtmak için daha dolaysız yöntemler bulsan iyi olur artık. Ayrıca bir de şey var… Daha önce söyledim mi bilmiyorum. Onları çok öteye koyuyorsun. Bir kadın söz konusu olduğunda hemen kenara çekilip yerine bir başkasını çağırıyorsun. Çünkü kadını zihninde çok uzak bir yere yerleştirmişsin. Bu kadar mesafeden onlara nasıl ulaşacaksın?” Konuyla ilgili basit bir espri yapmaya çalıştım. Ama o esprileri sadece anlamakla yetinir pek gülmezdi, herhangi bir art niyetle yaptığını sanmıyorum, belki gülmeyi zaman kaybı olarak görüyordu. “Belki de onlar hep o mesafede ve ben başkasıyım onlar için. Sorun budur belki, tabii ortada bir sorun varsa. Ama her şey hiçbir şeye dönüşebilir ya da tam tersi. Hatta her şey zaten hiçtir. Görüyorsun tek bir filozofa asla bağlı değilim. Mesafeler koyarken arayı sıfırlayabilirim. Hayatın zırvayla sağduyu arasında gidip gelmesi de sonucu çok etkilemiyor zaten. Jim Jarmusch’un “Kırık Çiçekler” filmindeki iyi yürekli komşu gibi, kopacağımı sandığın yaşama beni bağlamak için hayaller ve sebepler üretip duruyorsun. Ama ortada şöyle bir gariplik var. Teklifini kabul edip geliyorum, karına anlamsız sözler sıralıyorum ve şimdi de senin gibi orta yaşlı bir adamla güneşin altında yürürken buluyorum kendimi. Sebep: yaz ruhunun bu yolda geziniyor olması. O muhtemelen sıcaktan etkilenmez ama öğle güneşi benim beynime işler. Ayrıca her adımımızda kadınla olan mesafeyi daha da artırıyoruz farkındaysan, çünkü onu evde bırakarak çıktık, biz dışarıdayız o içerde ve bu ikisi hiç de aynı değildir.” Sinemadan verdiğim örnekleri pek anlamazdı genelde, bu kez verdiği yanıtsa bu saptamayı biraz karanlıkta bırakıyordu. Filmi izleyip izlemediği belirsiz kaldı. “Kadınlar mekânlarla daha az sorun yaşar, bulundukları yeri olmak istedikleri yere daha kolay dönüştürürler. Varlık bence kesinlikle dişi. Onlar hep oradalar, tıpkı deniz ya da güneş gibi ve bizim hayatımız onları aramakla geçiyor.” “Kulağa hoş geliyor ama çok özgün bir fikir değil bu,” dedim. 17

- Mavi Öyküler


Gölgesizliğin uyguladığı bunaltıcı baskının altında bundan daha pozitif olamazdım. Ama yürümenin tuhaf bir kaçınılmazlığı vardı ve yolda olmak seçeneksizdi. Öğle uykusu ölgünlüğündeki site girişlerinin, pejmürde tenhalıklarıyla barışık duran dükkânların önünden görüntülerimizi bırakarak ilerliyorduk. Mayoları büyük bir hevesle karıştıran şu küçük kız ya da yolun diğer tarafındaki eski lunaparktan arta kalanlar dramatik bir aşk öyküsünün başlangıç imgeleri olabilirler miydi acaba? “Karşıya geçelim,” dedim. “Yanılmıyorsam bir projeden söz ediyordun, ben de çağrını kabul ettim. Kırıcı olmak istemem ama o virajları ve dik rampaları senin varlık felsefeni dinlemek için aşmadım.” “Duyan da Katmandu’dan geldiğini sanır. Nasıl geçti çileli yolculuğun? Söz edilmeye değer farklı bir serüven yaşadın mı eğimli ve kıvrımlı yollarla olan diyalektik ilişkin dışında?” “Zaman yaşamın daima farkını alarak yansıtır dışarıya. Eğer demek istediğin buysa evet yaşadım, her şey bir öncekine göre daha eskiydi”. Deniz benzetmesini az önce beklemediğim şekilde kullandığı için kendisine aceleyle bu cümleyi sunmuştum. “Sen iflah olmaz bir taklitçisin,” dedi. Bilerek açtığım boşluğu duru bir kösnüllükle doldurma arzusuyla, vereceği cevabın keyif süresini uzatma gayreti arasındaki çelişki hissedilmeye değerdi. “Onca işinin arasında bütün bunları okuyabilmen ve aklında tutabilmen gerçekten takdiri hak ediyor. Bence sen terk edilmiş yalnızlıklar temanı bir süre ertele ve geçmişin büyük yapıtlarında geçen ünlü sözlerden yola çıkan öyküler yazmayı dene. Unutma ki, senin fark dediğin şey varoluşun son bedeline giden yolun işaret oklarıdır. O yolda var olmakla bir başkasının yokluğunu gerektiriyorsun ve ona ödemek zorunda olduğun bir borç var.” “Terk edilmiş yalnızlıklar deyimin dikkat çekici. Paylaşılamayan yalnızlık gibi bir paradoks. Ama diğer konuya gelince, artık en azından Sokrates sonrası felsefeye geçiş yapmanda yarar var. Hatta bir ara modernleri de oku, değişiklik olur senin için.” Mavi Öyküler -

18


Farkında olmadan damarına basmıştım, belli etmemeye çalışarak güldüm, aynılıkla ilgili o malum sözleri yinelemesini bekledim. Ama o cevabımı sadece ses olarak algılayıp söz dizinsel anlamına boş vermişti büyük ihtimalle, kendince başarılı bulduğu kısa söylevini kutluyordu. Onu esrikliğiyle baş başa bırakıp küçük dijital kameramla dönme dolap ve atlıkarıncanın görüntülerini olanca hareketsizlikleri içinde videoya kaydettim. Lunaparkların bu en gözde ikilisinin heyecan verici ama sahte bir değişim duygusu yaratan dairesel bir devinimi izlemeleri ilginçti. Birinin düşey diğerinin yatay yöndeki dönel yolculukları, ancak sürekli bir hareket halinde ama sonsuza dek hep aynı noktalardan geçerek huzur bulan bir çocuğun saf arzusunu mu simgeliyordu acaba? Bu durağanlıklarıyla, sonsuz bir bitmişliğin, bütün zamanları tamamlamışlığın soyluluğunu sergiler gibiydiler. Değişik açılardan ve nerede kullanacağımı bilmediğim çekimlerimi ciddi bir iş yapıyormuş gibi sürdürürken on dört yaşlarındaki iki kızın çerçeveye girdiğini gördüm. Günün tekdüzeliğini ya da baba yasağını hınzırca atlatmış olmanın verdiği benzersiz sevinçlerini denetleme gereği duymadan koşturup duruyorlardı, kısa bir süre kaybolduktan sonra görevli olduğunu sandığım biriyle geri döndüler. Adamın onların coşkularına eşlik etmesi mümkün değildi, kızların da böyle bir beklentisi yoktu. Bir düğmeye bastı, dolap dönmeye başladı ve onu bir daha hatırlamadılar. Artık kendine geldiğini sandığım Anaksimadros’a, “Yaz âşıklarıyla aran nasıl? Hâlâ kayboluyorlar mı gecenin içine doğru?” diye sordum sinsice bir doyum hissiyle. “Bana teşekkür edeceğine dalga geçiyorsun utanmadan,” diye yanıtladı. “Sana ait hayalleri ben görüyorum ama benim öykülerimi yazma şansını sana veriyorum ve sırf senden daha mutlu olduğum için yapıyorum bunları. Ama eğer öykünün sonunu aslında benim sen, senin de ben olduğum gibi bir saçmalıkla bağlarsan bütün desteğimi çekerim imgelerinden.” p

“MERDİVENLER DAYADIM YÜREĞİMDEN BEYNİME” 19

- Mavi Öyküler


“Yek Başına Ayrılık” | Arzu Eylem Nereden geldin aklıma yine, nereden? Hepsi şu önümde uzanan dar merdiven yüzünden… Çıkmaya çalışırken beni geçmişe götüren. Bir bankta oturup bekliyordum, gelmeni, alıp beni bilinmeyene götürmeni. Her bilinmeyen gibi, bir zaman sonra bilinecek olan o yerin, sonsuzmuş gibi kıvrılan merdivenleri çıktı karşımıza ilkin. “Asansörü yokmuş binanın”, öyle demiştin. Gözlerimde merak, içimde heyecan, sekiz kat, hayır, bulutlara uzanan basamaklardı onlar, sanki yoktular. Basmıyordu ayaklarım, havadaydılar. Neler konuşmuştuk çıkarken, geleceğe tırmanıyorduk, geçmişi geride bırakırken. Geçmiş, geçmemiş, sendeymiş. Bu yüzden şimdi sayıyorum, hissediyor ayaklarım, basamakları. Bir, iki, üç… on… yirmi… Hiç bitmeyecekmiş gibi… Bitecek, bitiş anları farklı olsa da… Ucunda bir masa, iki sandalye. Boştular, bekliyorlardı. Bizi… Şimdiyse seni ve beni diyebilirim, biz gitti. Nefes nefese kaldım bu merdivende, daha yarısı bitti. Senden çıkamadığımı vurdu ya yüzüme, öyle özgürmüşüm gibi dolaşırken yeryüzünde. Kaç yıl oldu, uğramıyordum, bu yere. Vakti geldi yüzleşmenin. Ne saat umurumda, ne kadın başım. O başı alıp, eteklerimi de toplayıp, bu meyhanede soluk almışım. Paramparçayım. Beni küçülten aşkının inadına, yeniden büyümek için, buradayım. Zor. İçimde yaşanmamış bir hayat, söylenmemiş sözcükler var. Çok zor. Olsun! Bu gece tüm gözler tek parça gibi görünen bedenimde buluşuyor. Bak şurada duran adam, yanındaki arkadaşına beni gösteriyor. “Kadına bak, ne de zarif, güzel” dediğini varsayıyorum, aldırmıyormuş gibi yapıyorum. Aldırsam da... Tüm masaların konusu benim. Sen görmesen de, birileri benim farkımda. Yek Başına Ayrılık | Onur Saylam Şöyle bir bakınıyorum da etrafa, her şey eski, bir ben yeniyim burada.

Mavi Öyküler -

20


İstanbul eski, ben başka, sen de başka. Dünyaya baktığımız yerler artık bambaşka. Ben senden ayrılmadım, kendimden ayrıldım. Kendimden soyunmuştum sana soyunduğumda da. Ben senin için yaptığım her şeyde benden bir adım daha vazgeçtim. Sen? Kendine sarıldın, bana sarıldığında da. Neyse, ben buraya unutmaya geldim. Birkaç kadeh yeter sandım ama kaç şişe... Şişe değil, mahzen... Ben şarap, şarap artık ben… Nicedir şu dünyadaki yerinden sürülmüş bir beden. Kalk şu masadan! Kalktım. Ak su gibi. Aktım. Çık sokağa! Çıktım. Yüzünü ver rüzgâra. Verdim. Silsin sabaha kadar akşamdan kalacak yüzünü. Sil... Yürü… Belim boşlukta... Elimse sende. Sen dedimse, bir zamanlar adın vardı. Şimdi yalnızca sen… “Sen” diyorum, nerdeysen? Saçmalama kızım artık, saç! Şu dertleri de okşamayı bırak... Hoş ben saçmalamışım ne ki? Hayat düpedüz saçmalıyor mu önümde? Hayır, şu an arkamda... Bense gelecekteki varlığıma cümleler dizmekte, yeminler sıralamaktayım, varlıkla yokluk arasında... Şu zihnimde dolaşanlar, yürüdüğüm sokakta, kim bilir, kimlerin de aklındalar? Aynı biçimde değil, belki, başka başka... Yalnız değilim, bir konuşmak tutsa… Ama susmak lazım. Sözcükler eskidi. Söylesene, sözcüklerin tazesi var mı ki? Koşabilsem koşacağım! Geçmiş yetişmesin bana, diye, bir mesafe koyacağım, aramıza. Kussam çıkar mı öğrendiklerim içimden. Neymiiişş... Hayat okulmuuuşşş. Öyleyse, devamsızlıktan kalabilirim, olduğum yerde. Kalp ağrısını zihninde duyanlar, devam etsinler yola. Duydun mu beni, gözleriyle bitiren bitirim adam. Yoksa senin kalbin de bel altında mı? Ne olmuş kadın başıma çıktıysam yola. Sana benden bir şey mi kalır sandın? Geç kaldın. Ben canını iki eli arasına alıp sıkanlardan değilim. Benim canım yalnızca acır. Bilir misin bu iki sözcük arasındaki farkı, söyle. Ah insanlar! İki dudak arasında mırıldanırken acılarını harcadılar. Kırpıp kırpıp, onlardan sıkıntı yaptılar. Sonra gönül eğlendirmece... Gidip başkasının denizinde ateşlerini söndürmece... Ben onlardan değilim adam, ben denize su içmek için girerim. Ben ayrılınca tutuşmaya başlarım. Gönlüm eğlenemeyecek kadar ağır, anlıyor musun? Konuşurken dolaşmış dilleri çözmeye çalışmaktan yorgun kederim. Neyse ki anladı da bıraktı peşimi... Sokak, ağlıyor musun? Hayır, ben ağlıyorum, o siliyor. Kemançalan Amca sen de mi buradasın? Soru mu şimdi bu? Kendimi bildim bileli -ki şimdilerde biliyorum aslında21

- Mavi Öyküler


sen hep buradaydın. Tüm ayrılıklarıma bir şarkı çaldın. Söylesene, üstüme alındığım nağmeleri, sen hangi uzaklara çalarsın? Hayır, tuzak demedim, uzak dedim. Şu uzun boylu İstiklal’de herkes kendisine yorar seni... Ben de şimdi aynısını yapıp kalabalıktan bir yer seçeceğim kendime. Çal Kemançalan Amca, çal! Hepimiz için... Bitti mi? Canın sağ olsun. Ben kalkayım artık, çok yolum var. Topuk seslerim kaldı bak gecede bir tek. Yanlış anlama kadınlığını topuklarıyla ezen kadınlardan değilim ben. Bakma erkeklerin değil yalnızca bu sokaklar. Bir kadeh şarap daha içsem, sabaha kalmam, tüm olup bitenin üstüne basa basa gökyüzüne çıkar, kuş misali herkese tepeden bakarım. O kadar! Bilir misin gökyüzü en çok ayrılanlar için var. Yeniden indiğimde yere, kim bilir, yeni bir gün doğar, bulur beni de, yakalar. Oysa o, düşerim de kalkmam sandı. Beni son gördüğünde uzuuun uzuuun baktı, bende kendini aradı. Bilmek istedi, gözlerimdeki resmini yırtıp yırtmadığımı. Ah bir anlasam, bu kadar yalan bir bedende nasıl gerçekmiş gibi yaşar? Onu ilk gördüğümde parmaklarıyla konuştuğuna nasıl da şaşmıştım. Onun parmaklarında hayat hiç sıradan durmuyordu. Dokundukça mucizeler doğuyordu uçlarından. Ben, yaşama uymayan ben yani, onu yaşamla bir tutup sıra dışı ilan etmiştim. Bir biz icat etmiş, her şeyi bize uydurmuştum. Zaten o da uydurmuş hepsini. Ev dedikleri yere geldimse de ayak sesleri ayağımda hâlâ. Şimdi bir uyku gerek bana. Rüyasızından... Uyuyup uyansam da uymamaktan kurtulsam. Ne gezer! Gözlerim tavana, duvarlara çiviler çakar. Ve ben, hepsine bir ip bağlar, sorudan soruya salınır dururum sabaha kadar. Hem bir sürü cevabım var... Yalanlar kadar. Belki gerçekle yalan arasında bir yer bulurum. Orada bir ömür boyu yaşarım. Adını da sahicilik koyarım. Çok düşündüm buraya çıkmak için. Merdivenler dayadım yüreğimden beynime. Yok yok, düşüncelerimin yükünden yastığım inceldi, bu yüzden uyuyamıyorum belki. Çözüm yeni bir yastık, sen kokmayan. Merdivensiz bir hayat… Ya da aşk diyorum, aşk; yanılsamaya dönüşecek bir yangının yansıması. Sahi durmaksızın o yangına bakıp, kör göze parmak sokmak da ne? Kapat gözlerini de uyu. Böyle dedim, dedim de, duygusuz buldum kendimi. “Yatağında dönüp dolaşmayı bırak, dışarıdan bakmayı da” diye uyardım sonra. O zamanlar içindeydim ben aşkın. Şimdi dışarıdan konuşmak kolay! Ben bu halde Mavi Öyküler -

22


gezerken, kaç zaman, kaç gece? Geçmişin dili gelince dile, bir kelime fırlıyor, saplanıyor yüreğime... On ikiyi vuruyor. Gözlerimi açıyorum aniden. Ben yine duygularımın esiri oluyorum. Önüme nereden çıktığını bilmediğim bir merdivenin ortasında kalakalıyorum. Beton basamaklar, tahtaya dönüşüyor, düşmemek için zor tutuyorum kendimi. Duygusuzluk yetim kalıyor. Tavana sapladığım çiviler dökülüyorlar yatağıma. Ben yine uymaz, uyumaz... Bendeki bu gözlerin bir zaman sonra dünyaya yetecek bakışları olacak. Tüm sesleri duyacak kulaklarım. Ve bir gün kendi ellerimle gecenin ayarını bozacağım. O zaman belki de şu ana dek tüm düşündüklerim adreslerini, nereye kaçacaklarını şaşıracaklar. Asansörsüz binalara girmeyeceğim bundan böyle. Söylediklerimin gerçek olmasından korkmuyorum da, seni harcayacaklar, tek sebepleri senmişsin gibi. Senin düşünceme yansıyan ilk halini yakalayıp ele geçirecekler, sonra da son halini koyacaklar yerine. O merdivenlerden yuvarlanıp düşeceksin, seyredeceğim düşüşünü. Hiçbir şey yapmayacağım. Ve seneler sonra; sana göndereceğim mektuplardan, belki, senin bile tanımadığın biri çıkacak. Zarfın üzerindeki puldan anlayacaksın sana yazıldığını. Ya da gönderilen sen olduğun için. İşte o anlarda, ben de zaten seni çok severek giydiğin gömleğinden tanıyacağım, buluşursak yeniden o masada. Gömleğin içindeki kişiye, hiç tanımadığım bakışları giydireceğim. “Boş ver” diyeceğim, “boş ver”. “Orada kalmak bize ne kazandırdı sanki. Hem merdiven bir gün inmek için çıkılmaz mı? Akılsız başın derdini hep ayaklar çekiyor, bir de yürek. Sonra kapı kapı dileniyoruz birbirimizde bulamadıklarımızı. Adı arayış oluyor yaşadığımızın. Şimdi en azından ben kendimi arıyorum. Her an yükseliyorum, sense bir inip bir çıkacaksın biliyorum. Ve bir gün karşılaşacağız merdivenlerde yine. Ben çıkarken sen iniyor olacaksın. Sen geçerken yanımdan ben çoktan geçmiş olacağım.” Cık cık diye öten sesimle kalkıyorum yataktan, daha sabah olmadan. Cık cık... Ey yalnızlık! Sen nelere kadirsin. Senelerce onunla geçirdiğim o günü bekledim, “o gün bu gündür” dedim. Onsuz günleri, ondan öncekileri nasıl beklediğimi unuttum. “Ah bir gelse her şey bambaşka olacak” dedim. Geldi, gitti... Bitti... Sen başka biri oldun, ben ve günler aynı kaldık. Ey melekler, keyfiniz yerinde mi? Şeytan diyor ki uy bana, gir bilmediğin kapılardan, şöyle bir salın, at bacağını bacağının 23

- Mavi Öyküler


üzerine... Dağıt içindeki sevgileri sevgililere... Tam aydınlanacakken yüzleri, kapat gözlerini. Ömür boyu karanlığa mahkûm et herkesi. Ne de olsa aşk sandıkları bu… Nerede şeytana uyacak ruh ben de! Konuşuyorum işte... Hiç aklıma gelmezdi, böyle kararlar... Karar sayılmaz sayıklamalar. Yoksa değiştim mi ben? Yok, yok! Olsa ben anlamaz mıyım? Sen değiştin. Değiştin dediysem benim gözümdeki yerin. Bense dönüştüm. Senden önce, senden sonra diye kısacık ömrümü ikiye böldüm. Sonra alt başlıkları oldu onların. Onlar da senden önce gidenler. Son başlığı sensin işte onların. Ben böyle konuşurken bir yerde; “aynısın, neren değişmiş” dedi bir dostum geçenlerde. “Özün güzel, sözün güzel, sen güzel... Değişme de, dönüşme de” diye okşadı beni. “Bu öz beni yorar, sözse bir dudak eylemi dostum” diyemedim. Öyle ya da böyle, ben yalnız kendime karşı bir benim. Hep kendime haykırdım. Kendimle daha çok konuştum. Hâlâ sustuğum pek söylenemez ya... Ben en iyisi mi çıkıp biraz dolaşayım. Böyle durduğum yerde senden aşağı, senden yukarı gezmekten yoruldum. Hem belki değişip değişmediğimi de en iyi sokaklar anlar. Kalabalığın arasında nasıl duruyorsun mühim olan bu. Kendisine hep aynı insan… Gerçi hâlâ her sabah yatağın solundan kalkıyorum. Her şey ayrıntılarda gizli demişler. Değişmiş olsam sağ tarafı denemez miyim? Yıllardır baktığım aynanın yeri bile değişmedi. Hâlâ ekmekleri on parçaya ayırarak yiyorum. Okuduklarımın altını çizmeyi ihmal de etmiyorum hem. Hâlâ gözümde aynı hatıralar, aynı yaşanmışlıklar dilimde. Ve özlüyorsam diz dize şu eskimiş koltukta yaptığım sohbetleri, ne, ne kadar değişmiş olabilir ki? Yeni aldığım paltoyu geçirirken sırtıma anladım, hâlâ kendimi sırtımda taşıyorum ben. Hayır, değişmiş olamam. Gökyüzüyle karşılaşan yüzüm yine aynı gülümsemeyi giydi. Kuşlar bugün pek bir dağınıklar, pek bir suskun. Ben onlara kibirlisiniz diyor muyum? Belki bugün yalnızca yeryüzünü dinlemek istiyorlar? Bakın hâlâ empati kuruyor, onlar adına düşünüyor, kendimi üzüyorum. Sahile inen yol... Hâlâ aynı yerlerden kıvrılıp akarken, ben de peşi sıra kıvranıyorum. Köşe başındaki lokantanın müdavimleri yine akşam haberlerini tartışıyorlar. Ben yine susmayan topuk sesimle bölerken muhabbetlerini, bıyıklarını buruyor sarışın adam, dili sürçüyor, yine. O bile farkında aynılığımın. Ülke meselelerinden birkaçını kulağıma doldurup ilerliyorum. İçimden, susarak, dağıtıyorum avuç avuç bakışlarımla onların kahredişini. Onlar gibi acı çekmek istiyorum, ama Mavi Öyküler -

24


bildik duygular sarıyor yine bedenimi. Olup bitenler karşısında acı çekmediğimden değil, hakkıyla, derinleşerek acı çekemediğim için, sahici gelmiyor bu ülke, bu yaşam. Yol bitiyor, sahile inen merdivenler teslim alıyorlar beni. Yüreğimdeki merdivene inat, hızla inip sahile varıyorum. Şimdi önümde duruyor, derin bakışlarıyla deniz. Onun gibi ferah, onun gibi geniş olmak istiyorum. Bunca zaman yüreğimin yüzölçümünde yetiştirdiğim sevgiler, hâlâ yürek telimi titretirken, gözlerim akılsız, zihnim hükümsüzken... Vücudumun ölçülerini hâlâ sarıldığım kollarla ölçerken... Gün gün biriktirdiğim ıssız geceler yatağımdan taşarken, tenime değen hiçbir ten dağınıklığı sezmesin diye, onları, geceleri, toplayıp, dolaplara, tıkarken, geceyle oynarken, geceyi bozarken, ben bu dünyayı, yaşanmış hayatları nasıl anlarım? Geceyi gündüzün ışıklarına her satışımda mahcuplaşıyorum. Dürüst olacağım. Kendimi kendimden bile kurtardığım anlar olmasına rağmen, seni düşlerimden bile saklayamıyorum... Işığını gördüğümden bu yana, gölgelerin varlığını keşfettim, biliyor musun? Bir tek saniyeyi kaçırmamak, içinde buluştuğumuz anların, onlar için cümleler bile kurmadım. Sessizlik yakışır dedim onlara. Şu deniz bile rengini gökyüzünden çalmış, ben de senden çalmıştım, şimdi her şey renksiz. Son günlerde çekildiğim tüm fotoğraflarda sen de varsın. Aklımın kıvrımlarından süzülüp objektife el sallamaktasın. Bir tek bana görünüyorsun. Neden düşüncenin resmini çekemiyorlar hâlâ? O zaman sensiz olan senli anları da saklardım gecelerin arasında. Görüyorsun, düşündükçe alçalıyorum. Oysa sevgi yüceltir derler. Deniz istese de bunları benden, elimde son kalanı da yitirmekten korkuyorum. Çünkü yalnızlık, boşluğu görünce hemen gelip yerleşirmiş. Ben ona yer açmak ister miyim hiç? Benim kalabalık aklım izin vermez ki buna. Öfke için bile daha müsaidim. En azından içinde sen varsın, sen! Ve o yalnızlıkla çekişsin dursun, ben istediğim gibi geziyorum seninle. Seni ilk gördüğümde “aynam” dedim sana. Sende gördüğüm kendime sen ne yaptın? Tam kırıp da çıkacakken aynanın içinden... Aslını gösterdin. “Çarpıtma” dedi aklım gördüklerini. “Siz sadece zihnin çarpıt25

- Mavi Öyküler


tığı düşlersiniz. Bir şey var sandınız. İkinizin dışında bekleyen biri var sandınız.” Nereden buluyorum ben bu cümleleri. Senin sessizliğinden çıktı hepsi. Sessizliğine çok şey borçluyum. Sadece sen değil, mucizevî parmakların dili de sustu. Güller açan gülüşün sustu. Vücudumu diken diken eden hisler sustu. Sessizliği benden sormalı. Susulanlar nasıl da çoğalır, aidiyetsiz olurlar bir bilsen. Konuşmayı başkalarına bıraktım, bu yüzden… Beni ilk gördüğünde titrediğini söylediğin bedenin, ısınmak için şimdi hangi ateşin başında bekliyor, kim bilir? Dilin kimleri büyülüyor. Yalan da olsa güzel konuştuğunu inkâr edemem. Ah bir inanabilseydim tamamen, kendimi dilindeki ben sanacaktım. Neyse artık çekilmeli bakışlarım uykulara. Gözlerimin seni görmediği, yalnızca seyrettiği günlere sonra. Ben çok mu iyiyim? Hayır! Sadece tanıdığım tüm kötülerle selamı sabahı kestim. Korkma hayattan soğumadım. Hiç ısınamadım ki seninle, soğuyayım hayattan. Sadece zihnim, kalbime taşındı taşınalı, ikisi bir atmakta... Bu kalp ki gördüklerine her daim şaşmakta? Yanılsamaya dönüşecek tüm yangınların aynasında, her dem kül olmaya hazır... Her dem yanmaya! Kaldı bir basamak… Nihayet bitti bu son tırmanış. Artık kendi yokuşumun başındayım. Senli sensizlikten, sensiz bene, oradan da bensiz bana vardım, sonunda.

p

“SUSMAK SEVMEKTİR, HİÇBİR SÖZÜN ULAŞAMADIĞI YERDE” “Butimar” | Özgür Arslantürk “ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. butimar, deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına. ama ben hiç de öyle yapamam şimdi.” Mavi Öyküler -

26


Sadık Hidayet Bir patikayı tırmanmakta bir çift narin ayak. Adımlar tedirgin ve yavaş. Gökyüzü şimdilerde masmavi gözükse de buralı olanlar bilirler; göz gözü görmez sisin basması için birkaç dakika yeter. Aslında buranın neresi olduğunun da pek fazla önemi yok. Karadeniz’de ağaç bitmeyecek kadar yüksek bir yayla da olabilir, İran’ın göz açtırmayan rüzgârlara aşina bir çorak tepesi de. Ayaklar, farkında değiller gittikleri yerin. Taşlar kesmekte zaman zaman ayakları. Tabanlar sertleşmiş… Sormuştu babasına çocukken: “Edep nedir baba?” “Başkasında görüp de nefret ettiğin şeydir edep.” Bunu düşünmeye başladı. Bir tekerleme gibi sürekli aklının kuytularındaydı bu söz. Hazreti Ali’ye ait olmalıydı. Ancak söyleyenden çok, kelimelerdeki ahenk, puslu anlam takılmıştı kafasına. Arkasında binlerce yıllık bir geleneği barındırırken, edep kelimesine takılmak; bir gün yıkıntının boyutunun katlanılamaz olacağını düşünüp bizzat tarihi lanetlemek olacak iş miydi? Yoksa onun için edep kelimesinin anlamı sadece kendi gözlerinin rengi miydi? Patikayı tırmandıkça, rüzgâr sertliğini arttırmaya başladı. Rüzgâr, inadına sert, inadına vurdumduymaz. Buralarda rüzgârın sert esmesi için mevsimin önemi yoktur. Kavuran temmuz güneşinde bile yüzlerce kavmin katlandığı tüm acıları yüzüne vurur insanın. Tarih, buralarda düğümlenir kalır insanın boğazına haram lokma gibi. Sadece ayaklar kalır geriye, aksak bir davul ritmiyle birbiri ardınca sürüklenen. Ayaklardır tüm insanlığın birikimini bir kalemde silmeye razı. Ancak vakarla taşırlar yine de bütün günahları. Tepeyi gözüne kestirdiği sırada fark etti ayaklarından kanlar akmaya başladığını. Şimdi duramazdı. Dinlenmemeliydi henüz. Gideceği çok yol, taşıyacağı çok günah, çekeceği çok azap vardı daha. Tepe; ulaşılamaz bir bakire gibi beklemekteydi onu. Derin bir nefes almak için, rahatça ağlayabilmek için, yeniden yaşa27

- Mavi Öyküler


yabilmek için önce ulaşmalıydı tepeye. Ancak ne vardı tepede? Neydi onu bekleyen ısrar ve umutla? Bu çorak ve inatçı tepede ne olabilirdi insanlığa umut veren? Bazen edep susmaktır. Korkar, susarsın. Kızar, susarsın. Nefret eder, susarsın. Herkes tırnaklarını hayata saplayıp yaşar, sen susarsın. Susmak dünyanın pisliğini onaylamak değil, onu kendinden uzak tutmaktır. Susmak her türlü yalanın ardındaki güzelliği doya doya içine çekmektir. Susmak sevmektir, hiçbir sözün ulaşamadığı yerde. Susmak çakmak çakmak gözlerle beklemektir başının okşanmasını. Babası başını okşardı onun her gece. Dokunarak severdi onu. Koklayarak severdi. Susarak severdi. Hikâyeler anlatırdı elini tutup dik yamaçlarda dolaşırken. Tarihini, dinini, efsanelerini, masalları hep böyle gezintiler sırasında öğrendi babasından. Hiçbir zaman unutmadı onları. Hepsi nakış nakış kazındı ruhunun derinliklerine. Sormuştu bir kez daha babasına: “Sevgi nedir baba?” “Sevgi fedakârlıktır oğlum.” Uzun süre düşündü bunu. Fedakârlık neydi? İnsan neyden fedakârlık yapabilirdi? Neyden vazgeçebilirdi sevdiği uğruna? Neyden vazgeçtiği anda gerçekten sevmiş olurdu? Bir çift göz için yaşamaktan vazgeçilebilir miydi? Umudu yeşertmek için susabilir miydi insan? Tepeye varmasına az kalmıştı. Dizlerinin titremesinin dayanılmaz biçimde artmasından anlamıştı bunu. Biriken gözyaşlarının gözlerini yakmasından anlamıştı. Acısının dişlerindeki gıcırtıda cisimleşmesinden anlamıştı. Korkmuyordu tepede göreceklerinden artık. Merak ediyordu sadece. Ancak yine de sis basmadan tepeye varmalıydı. Sisin içinde kaybolmak, birkaç adım sonrasını görememek, tüm umutların kaybolması demekti. Dayanmalıydı o tüm insanlık adına. Belki de hepsinin geleceği onun gözyaşlarına bağlıydı. Ulaştı tepeye. Dizlerinin üzerine çöktü önce, sonra usul usul bağdaş kurdu. Hiç acele etmeden ayaklarına batan birkaç dikeni Mavi Öyküler -

28


çıkardı. Avucunda topladığı dikenleri seyretti bir süre. Parmaklarını aralayıp, toprağa emanet etti hepsini, bir başka yolcuya yoldaş olsunlar diye. Derin bir soluk alıp önünde çarşaf gibi uzanan gölde yüzünün aksini izledi. Yanaklarında kurumuş gözyaşlarını gölden aldığı iki avuç suyla temizleyip yeni gözyaşlarına yer açtı. Öncekiler acıdan akmıştı. Oysa yenileri sevgi ve inançla akacaktı. Biraz su içti, sonra yarım saat kestirdi suyun başında. Dinç olmalıydı. Zihni berrak olmalıydı. Çektiği acıyı ve duyduğu nefreti unutmalıydı. Uyandığında bir çocuk gibi olmasa da temiz hissediyordu kendini. Sonra paçalarını katlama ihtiyacı hissetmeden bileklerine kadar girdi suya. Sanki sudan güç alıyordu artık. Sanki hayatı o suyun orada olmasına bağlıydı. Dik duruyor, sevgi ve inançla başını göğe kaldırıyordu. Sanki o, tufandan insan ırkını elleriyle koruyan bir Nuh’tu artık. Ateşi tanrılardan çalıp gözbebeklerinde saklayan bir Prometheus’tu. Birden yüksek sesle konuşmaya başladı, bir insanlık trajedisini dinleyicilerine aktarır gibi: “Suyun kıyısına oturduk ve onu seyrediyoruz korkuyla. Birazdan kuruyacak her şey. Ellerimizden yeşermeye başlayan filizler solacak bir bir. İnsanoğlu tanınmayacak hale gelecek. Simsiyah olacak yüzlerimiz. Her birimizin günahı yüzünde belirecek damga gibi. Kimse kaçamayacak kendisinden. Kimse saklayamayacak korkularını. Yüzünün siyah olduğunu fark edenler tek tek bizimle beraber oturmaya başlayacak suyun kenarına. Herkes susacak bizim gibi. Kimsenin söyleyecek sözü kalmayacak. Karanlığın en koyusunu yaşayacak insanoğlu. Cehennem, ateşle değil karanlıkla gösterecek kendini. Tarih boyunca gerçek olan her şeyden korkan insan, yine korkacak. İşte bu yüzden; ağıt yakmak zamanıdır artık. Yaşanan vakit dar-ül harp değil dar-ül zar’dır. Kurtuluşa erenler ise siyahtan korkanlar değil ondan uzak kalanlar olacaktır.” Güneş kayboldu bir zaman sonra. Sinsice bir sis bastı ortalığı. Etraftaki tek tük çalılıklar, saklanır oldular kendi gölgelerinden. Doğa, yutmak istedi her şeyi. Tüm olanları unutmak; derin bir uykuya mı dalmak gerekiyordu yoksa? Yoksa tüm cevaplar bir 29

- Mavi Öyküler


ipek böceğinin kozasında mı saklıydı? Uzun uzun seyretti çalının dalında yatanı. Tertemiz birkaç damla süzüldü yanağından. Trajedisinin henüz tamamlanmadığını fark etti birden. Bir veda öpücüğü gibi sessizce döküldü dudaklarından son cümleleri: “Uyu ey canan! Sen de elbet aydınlık bir şafağa ulaşırsın.” Sormuştu babasına çocukken: “Hayat nedir baba?” “Hayat, her gün yeniden ölmektir oğlum…”

p

“YANILGININ ZAFERİ!” “Espri” | İlkay Atay Sarayda Soğuk Bir Gün Salondaki herkes kahkahalarla gülmekteydi. Dahası gülmekten bazılarının gözlerinden yaşlar gelmeye başlamıştı artık. Espri ardına espri geliyordu kraliçeden. O da halinden gayet memnun ve esprileriyle gözlerinin önünde yerle bir olan dinleyicilerine zekice söz oyunları yaparak onları eğlendirmeye devam etmekteydi. Düşmana karşı kazandığı büyük zaferden henüz dönmüştü kraliçe ve yenilen tarafın zayıflıkları üzerine birkaç ince espri patlatmak adettendi. Hem esprileri o kadar etkiliydi ki, tüm misafirler bu espriler sayesinde unutuyordu havanın soğukluğunu. Bu sırada içlerinden birinin hiç de eğleniyor gözükmediğini, hatta düpedüz yaptığı esprileri duymuyormuş gibi bir hali olduğunu fark etti. Yanındakinin kulağına eğilip sordu: “Şuradakinin nesi var, sağır falan mı yoksa zavallıcık?” Yanındaki, gülmekten suratının üzerinde hafifçe yer değiştirmiş olan ağzını büyük bir gayretle topladı ve “Yok, kendisi gayet iyi duyar,” dedi. Bunun üzerine kadıncağız, içindeki tüm acıma duygusunun, yerini büyük bir öfkeye bıraktığını hissetti. Ancak her zamanki gibi kendinden emin ve sıcakkanlı görüntüsünü kaybetmemek için, soğukkanlılığına sarılarak kendine biraz zaman tanıdı. Ardından sevecen fakat bir o kadar da kışkırtıcı bir ses tonu ve yüz ifadeMavi Öyküler -

30


siyle seslendi: “Hey yakışıklı!”. Salonda büyük bir uğultu vardı. Sağdan soldan, insanların, kendisinin yapmış olduğu esprileri tekrarlayarak yeniden kahkaha krizlerine girdiklerini duyabiliyordu. Bu sefer biraz daha gür bir sesle “Hey yakışıklı sana diyorum,” diye seslendi. Adam şaşkınca bir yüz ifadesiyle gülümseyerek baktı. “Bana mı dediniz?” diye sordu. Kadın “Tabii sana dedim yakışıklı, söyle bakalım adın ne senin?” dedi. Adam iyi niyetle gülümsedi ve “ Adım Özgür, soyadım İrade, tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. Bunun üzerine kadın memnuniyetsizliğini ifade edercesine yüzünü buruşturdu ve dedi ki, “Bu ne biçim bir metafor böyle, yazarda hiç iş yok açıkçası, …her neyse Özgür söyle bakalım neden bu kadar sessizsin, bak herkes gülüp eğleniyor, biraz içine kapanık birisin sanırım, he ne dersin?” Adam, kraliçenin bu sözlerinden yapılan esprilere gülmemesinin dikkat çektiğini anlamıştı. “Aslında öyle değilimdir. Yalnızca yapılan esprileri komik bulmadım. Sessizliğimin sebebi budur,” diye açıkladı. Bir an için salonda öyle soğuk bir hava esti ki odadaki herkes göz, kaş ve mimiklerinin kontrolünü bir süre için kaybetti. Yetmezmiş gibi şiddetli bir de sessizlik başladı. O kadar uzun sürdü ki birkaç kişi beyin kanaması geçirerek oracıkta can verdi. Kadın daha önce de pek çok kez sinirden ateşlenmişti ancak hayatı boyunca böylesi hiç başına gelmemişti. Kendini bildi bileli, her zaman, her yerde küçümseyerek baktığı, kale almadığı, hatta iğrendiği sessiz tiplerden biri ona meydan okurcasına esprileri hakkında ipe sapa gelmez, asla kabul edilemez şeyler söylüyordu. Hiç olacak iş miydi bu şimdi? Bundan sonra kadın öyle bir şey yaptı ki herkesin gözleri korkuyla açıldı: “Ha ha aha ha...” Kadın uzunca bir kahkaha attıktan sonra “İlahi Özgür güzel espriydi doğrusu hakkını vermek lazım,” dedi. Üzerindeki gerilimi azaltmaya çalışıyordu. Adam suratındaki sakin ve ciddi ifadeyi hiç bozmadan, “Yüzünüz gülüyor ancak gözlerinizden ateş püskürüyor. Neden 31

- Mavi Öyküler


benden bu kadar nefret ettiniz? Henüz tanıdınız beni demin. Bilmiyorum nedir bu nefret, bu kin. Yoksa bir şey mi var bilmediğim?” dedi. Kadın elleriyle herkese işaret ederek, “Bir saniye arkadaşlar, izninizle ufak bir meseleyi çözmek istiyorum, sonra kaldığımız yerden devam ederiz,” dedi. “Muhafızlaaaaaar!” Kafalarında alüminyum folyodan şapkalar ve ellerinde mızraklar, iri yapılı kaslı mı kaslı iki muhafız geldi. Kadın, “Gidin getirin şu yazarı, iyice yoldan çıktı zibidi. Hikâyenin sinir bozucu olması yetmiyormuş gibi bir de kafiyeli cümleler yazmaya başladı” diye emir verdi. Muhafızlar başlarıyla kraliçeyi selamladıktan sonra gittiler. Kadın yeniden topluluğa döndü. “Evet, ne diyorduk… He, Özgür yavrucum senden nefret ettiğim falan yok, nereden çıkardın Allah aşkına. Ayrıca bütün bu sözlerinle kime ne kanıtlamaya çalışıyorsun? Burada herkesin keyfi yerinde, herkes gayet eğleniyor ve herkes esprilerime gülüyor. Çıkıntı yapan bir sen varsın be güzelim. Açıkçası hepimiz senin dikkat çekmeye çalışan bir zavallı olduğunu düşünüyoruz,” dedi. Ardından da, “Belki de mizah anlayışın düşük olduğu için böyle davranıyorsundur ki eğer durum böyleyse o halde sana kızmadığımı bilmeni isterim çünkü bu, hoşaftan anlamadığı için eşeği azarlamaya benzerdi!” diye espri patlattı. Salonda birtakım alaylı gülüşmeler çınladı. Adam yalnızca espri anlayışı farklı olduğu için bu kadar üzerine gelinmesini anlayabiliyordu aslında. Çünkü insanların esprilerine gülmemek bazen ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Ne de olsa insanlık tarihi kanlı esprilerle doluydu. Daha iyi espri yapabilenler daima savaştan galip ayrılırdı. Ya da belki de galip ayrılanlar sonrasında daha iyi espri yapabilmeye başlıyorlardı. Ne olursa olsun adam, kraliçenin kendisine yönelttiği aşağılayıcı esprilere cevap vermek ihtiyacı hissetti. “Böyle düşünmeniz doğal. Bunun için size kızmıyorum ancak merakımı bağışlayın, madem sizin gözünüzde bu kadar önemsizim neden sözlerim bu odayı sessizMavi Öyküler -

32


liğe boğuyor. Ve neden siz önemsiz gördüğünüz birisinin iki çift sözü üzerine bu kadar öfkeleniyorsunuz?” dedi. Bu artık bardağı taşıran son damlaydı. Odadaki herkesin sinirleri boşaldı. Birkaç kişi ip atlamaya, diğer bir kaçı bağrışıp oradan oraya koşturmaya ve geri kalanlar da kızmabirader oynamaya başladılar. Kadın hızının kesildiğini hissederek bir süre öylece durdu ve karşısındaki adamın gözlerinin tam içine baktı. “Aslında görüyorum ki gerçekten de seni yeterince ciddiye almamışım, göründüğünden çok daha zeki birisin.” Bunu karşısındaki adamı etkileyerek gardını düşürmek için yeni bir strateji olarak söylemiş olmasına rağmen yine de sinirlendi. Karşısında başka biri olsaydı belki problem olmazdı ancak bu adam tüm varlığıyla orada duruyor ve kadının bütün hayatının anlamına karşı bir tehdit oluşturuyordu sanki. Hiçbir şey yapmadan bile çok sinir bozucuydu. Bunu aslında hep biliyordu. Günün birinde bu anın gelmesinin kaçınılmaz olduğunun hep farkındaydı. Öte yandan bugüne kadar bu düşüncenin üzerinde durmamak için sürekli bir gayret içinde olmuş, aklını sevmediği düşüncelerden korumak için fazlasıyla çabalamıştı. Yine de eli ister istemez, böyle kritik dakikalar için çantasında hazır bulundurduğu silahına gider gibi oldu. Özgür büyük bir ciddiyetle sordu, “İnsanların esprilerinize gülmesi neden bu kadar önemli?” Bu soruyla birlikte kadın büyük bir ferahlama yaşadı, çünkü karşısındaki adam böyle safça bir soru sorabildiğine göre esprilerinin hâkimiyeti için gerçekten de ciddi bir tehdit oluşturamayacak kadar cahil biri olmalıydı. İdealleri olmayan, amaçları olmayan, kontrol etmek yerine mevcut şartlara rıza gösteren o basit insanlardan biri olmalıydı. Demek ki yapmış olduğu tespit doğruydu; bu sessiz tiplerin hepsi pısırıktı. Sadece şu an muhatap olduğu adam, esprilerine bu kadar dayanabildiğine göre standartlardan biraz daha cahil olsa gerekti. Gösterdiği çıkışlar rahatça cahil cesareti olarak yorumlanabilirdi. Öte yandan hiç 33

- Mavi Öyküler


kuşku yok ki esprileriyle baskıyı birazcık arttırdığında o sakin bakışları kısa süre içinde çözülecekti. Kadın rahat bir tavırla elini havada şöyle bir salladı ve dedi ki, “Özgür sen buralardan değilsin sanırım, yerin yurdun neresidir?” Bu sırada muhafızlar yanlarında üstü başı hırpalanmaktan dağılmış bir adamı itekleyip çekiştirerek içeri girdiler. Adamın ayakkabılarından biri eksikti, gözlükleri kırılmış, gömleği yırtılmıştı. Kadın bu manzarayı görünce öfkeyle muhafızlarına baktı, “Ne diye adamı bu kadar hırpaladınız geri zekâlılar” dedi. Muhafızlardan biri öne çıktı, “Efendim biz kendisine zarar verecek hiçbir şey yapmadık,” dedi. Kadın öfkeyle, “Tüm bunları kendi kendine mi yaptı?” diye bağırdı. Muhafız, “Evet efendim, yolda gelirken tüm bunları kendi yaptı.” dedi. “Pazar yerinden geçerken bizim muhafız kılığında filozoflar olduğumuzu haykırarak kalabalığın ellerinde meşaleler bizi kovalamasına sebep oldu. Bu sırada elimizden kaçtı. Daha sonra tekrar yakaladığımızda ise kendini yerlere attı, bağırıp çağırarak oradan oraya vurdu kendini.” Kadın şaşırarak yeni gelen adama tekrar baktı. Adam ağzını yaya yaya sırıtmaktaydı. Kadın, “Ne sırıtıyorsun?” diye sordu. Adam cevap vermeden sırıtmaya devam etti. Kadın sordu, “Yazar sen misin?”. Adam evet anlamında başını salladı. Kadın sordu, “Madem öyle, söyle bakalım bu hikâyeyi bir yere bağlayabilecek misin?” Adam sırıtarak tekrar evet anlamında başını salladı. Kadın sordu, “Sonunda bir şey kazanıyor muyum?” Adam sırıtmaya devam etti. Kadın sinirlenerek, “Bak, kes artık şu sırıtışı!” Adam sırıtışı kesmedi. “Muhafızlar asın bu adamı, hiçbir işe yaradığı yok!” “Emredersiniz kraliçem.” Yazar ilk kez konuştu: “Aslında onlar muhafız değil; filozof, siz kraliçe değil; hancının kızı ve burası da bir saray değil; yolgeçen Mavi Öyküler -

34


hanı!” Kimse ne olduğunu anlamadan birbirine bakıyordu. Muhafızların erkeksi savaşçı kıyafetleri gitmişti. Üzerlerinde örtüye benzer şeylerle yere oturmuş, postmodern anlatı ve kırmızı başlıklı kızın feysbuk profili üzerine hararetli bir tartışmaya girişmişlerdi. Kadın tüm şatafatlı elbiselerinin gitmiş olduğunu ve kimsenin onu dinlemediğini görünce büyük bir korkuya kapılarak son bir gayretle hiç düşünmeden birkaç espri daha yaptı. “…güçsüzlükleri unutmak için, her sabah aç karnına 500 mg idealizm…” Gözleri hızla odayı taradı. Ancak bu sefer hiç kimsenin gülmediğini görünce adeta yıkıldı. Özgür’ün ayağa kalkmış gitmekte olduğunu fark ettiğinde hızla oturduğu yerden fırladı, koşarak onu yakaladı ve kulağına eğilerek fısıldadı: “Amaçsız olmaktansa, iktidarsız olmaktansa, savaşarak kazandığın bir hayata sahip olamamaktansa, kısacası esprisiz kalmaktansa hiç yaşama daha iyi .” Ve ardından adamın gözlerinin içine bakarak hafifçe sırıttı. Özgür derin bir nefes aldı ve tam olarak şöyle dedi: “Haklısın, çünkü öteki türlüsüne izin vermiyor, öteki türlüsünün nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsun! Senin esprilerinin varlığı için çatışmaların varlığı şart! Çatışmaların ise amaçlarının varlığıyla mümkün. İşin tüm esprisi burada! Sahip olduğun tek gerçek zafer, yanılgının zaferi!” Özgür kapıdan çıkıp giderken, hancının kızı etrafına topladığı bir oda dolusu sokak çocuğu ile boş gözlerle yazara bakıyor ve öyle ya da böyle artık bu hikâyeyi sonlandırmasını bekliyorlardı. Çok uzun bir süre bekledikten sonra kraliçe bir espri yaptı. Salondaki herkes kahkahalarla gülmekteydi. Dahası gülmekten bazılarının gözlerinden yaşlar gelmeye başlamıştı artık. Espri ardına espri geliyordu kraliçeden. O da halinden gayet memnundu. Yazar artık orada değildi…

p 35

- Mavi Öyküler


“AYNI SLOGAN, AYNI MAKYAJLI KADIN, AYNI MI?” “Tekil” | Özge Kurt Kalk, yüzünü yıka, kahvaltını et, giyin, bugün açık gri günü, pazartesileri eğlenceli geçsin diye şirketimiz açık gri giymemizi ister. Boşuna, eğlenceli geçmeyecek. Metroya yürü, kapılardan insanlar taşıyor, şurda bir bacak kadar boşluk var, sığabilirim, sığdım. Sığdım mı? Sıcak, hatta daha doğrusu havasız. Hareket edemiyorum ki. Seslensem kimse duymayacak herkeste kulaklık var. Tabloid gazeteler, küçük yolculuk kitapları, en son ne zaman biriyle göz göze geldim hatırlamıyorum. Sıcak. 3 durak, 2 durak hadi yapabilirim, son durak. Son mu? Akşam n’olacak? Sanki hepimiz aynı yere yürüyüp darbe yapacağız, ordu gibi yürüyoruz herkes gri, bazıları açık gri giymiş bizim şirketten olmalılar. Masam sandalyem bilgisayarım, tuş sesleri... Kafamı kaldırıp bakıyorum herkes önündeki işe gömülmüş, ne için… sahi ne içindi? Telefon sesleri bile çok az, artık her şey bilgisayardan; hayat, alışveriş, kültür, eğlence, gezme, aşk, öyle mi? Sağ yanımda oturan çocuğun adı var mıydı? Yaşı, ailesi, uzak akrabaları, ilkokul arkadaşları var mıydı? Yoksa sadece burada mı belirmişti. Sahi ilkokul arkadaşlarımı en son ne zaman görmüştüm. Ofisin ortasındaki televizyonda devamlı aynı reklam aynı slogan aynı makyajlı kadın, aynı mı? Aslında hepsi, farklı ihtiyaçlar, farklı işlevler, farklı renkler. Tamamen aynı vaatler... Akşam eve giderken dondurulmuş yemek almalıyım, unutmasam afişlerden hatırlarım. Saat daha 12, saat 2, bi 3 olsa, saat 5 çok az kaldı, az mı kaldı. Paydos. Yeni aldığım plazma TV’im evde beni bekler, bu akşam kafa dağıtıcam. 3 durak, 2 durak, son durak. Son mu? Japonca da evet demenin 730 yolu varmış. Böylece köşemizde oturmuş bir şey daha öğrenmiş olduk değil mi Kazun. Ne dersin Amerika başkanını izlerken sesini kıssak film gibi gelmiyor mu? Bana öyle geliyor Kazun. Saat kaç! Uyuyakalmışım çekil oğlum ayakaltından. Sonraki Mavi Öyküler -

36


metroya ancak yetişebilirim, o kadar uyuşuğum ki koşamıyorum, yağmur yağmaya başladı bir de, planım birazcık aksayınca tüm dişliler kopuyor, her şey uyum içinde zamanlı olmalı, neden? Siyah şemsiyeler açılıyor bir bir, herkes yağmur yağacağını biliyomuş... Peki o renk, “kırmızı”, her şeyiyle kırmızı; şemsiyesi, paltosu, eldivenleri... Gözleri gözlerime değdi, hemen başımı eğdim. Benimle aynı metroya binecek, genellikle binenleri tanırım kırmızıyı tanımıyorum, aynı kompartımandayız Bana mı bakıyor, ona mı bakıyorum. Sanırım güldü bana, hadi oğlum sen de sırıt, yapabilirsin. Felçli gibi gülüyorum. 5 durak kaldı keşke daha fazla durak olsaydı, 3 durak, son durak. Benle iniyor artık ben de bakabiliyorum rahatça, neden sırf bana bakıyor o kadar güzel ki... Fermuarım mı açık yoo değil, sağa döneceğim, hadi sen de dön. Dönmedi... Artık koşmalıyım, çok geç kaldım. Lanet olsun asansör bile boş, ofise çıkınca ilk defa herkes bana bakıyor, görüyorlar mı peki beni? Bir saat geç kalmışım. Patronun kapısı açıldı, bakmasam da masama doğru yaklaştığını biliyorum. “Tam bir saat geç kaldın, bu affedilemez bir şey, maaşına bu geç kalışın yansıyacak. Günlük saatinden düşüyorum.” “Peki efendim.” Yarın tekrar geç kalacağım, gerekirse tüm maaşımı vereceğim. Sabah kırmızıyı görmeliyim. Senle biraz daha durabilirim Kazun, nasılsa yarın geç kalkıcam... İşte orda sarı, yeşil ve her sabah farklı bir renk o benim gökkuşağım. Onunla konuşmalıyım. Bugün yine kırmızı giymiş. Metrodan inerken usulca yanına yanaşıyorum. Gözleriyle bana gülüyor, kırmızı kalemle çizilmiş dudakları kıvrılıyor. Öyle dayanılmaz ki. Daha da yanaşıyorum. Rüyadaymışım gibi ağzım açılıyor, çünkü ancak rüyamda böyle cesaretli olabilirim, “Merhaba” süzülüyor ağzımdan, bilmediğim bir sesimle. “Merhaba” diye yanıtlıyor, hep duyduğum bir ses gibi... “Sizi her sabah görüyorum. Ve artık selam vermem gerektiğini düşündüm, diğer türlüsü kabalık olurdu.” “Çok naziksiniz, ben de sizi son bir haftadır görüyorum.” Farkımda, o da beni fark etmiş. İşlerimizi anlatıyoruz, bizim işimize çok yakın bir yerde çalışıyormuş. Diş37

- Mavi Öyküler


leri bembeyaz gülerken ince bir tını çalınıyor kulağıma. Kafamda bu anımızı canlandırmaktan sesi tahmin ettiğim gibi hatta aynısı, aynı mı? İşe iki saat geç kalıyorum, bu ay maaş alamayabilirim, haybeye çalışıyorum. Her sabah kısa muhabbetler, zaman geçmiyor onu görmeden, onu görünce de uykudan kalkmış gibi, sıcacık yatağımdan zorla kaldırılıyorum hissi. Bu sabah yine kırmızı günü, artık her şey daha güzel daha renkli, daha rengarenk. Kimse sanki çok farklı değilmiş gibi ona aldırmıyor, insanlar güzellikleri görmeyeli çok zaman oldu. Gözlerim yolu tarıyor, kırmızı yok açık griler ve griler var. Hadi ama metroyu kaçıracak, sonrakini bekliyim. Gelmedi hâlâ yok, işi çıktı herhalde… Patrondan bir fırça daha yedim, umrumda mı? Sabah onu göreceğim diye kahvaltı etmeyi unuttum, çekmecemden tahıllı gevreğimi çıkarıyorum. Kaseme dökerken duruyorum. Elimin altında tanıdık bir yüz, bu o, kırmızım; ama bu sefer sarı giyinmiş, baştan aşağı sarı ve aynı gülüş, bana oyuncu ya da manken gibi bir şey olduğunu söylememişti. Ne iş yaptığını söylemiş miydi, sadece işyerini üstün körü göstermişti. Ofisteki televizyonun sesini işitiyorum, o ses… ekranda işte yeşil kıyafetiyle zeytinyağı reklamında. Delireceğim ne işi var orada. Buradan çıkmam lazım. Paltomu alıp bakışlara aldırmadan, koşuyorum. Yoldayım yanımdaki afişlerde kırmızılı kadın, benim kırmızım. Neler oluyor. Ellerim terliyor. Koşarken yanımdaki büyük marketin penceresinde turuncu giyinmiş bir kadın içeri davet ediyor, o, yine o her yerde ve hiçbir yerde... Evimdeyim. Kazun delirdiğimi anlamış gibi ihtiyatlı yaklaşıyor. Televizyonu açıyorum. Her reklamda gülüşü, hepsinde farklı bir renk, onlar benim renklerimdi, benim gökkuşağım benim umutlarım. Onlar benimdi, yalnızlığımı dolduran, benim tek, biricik fantezimdi. Televizyonda devamlı aynı reklam, aynı slogan, aynı makyajlı kadın, aynı mı? Aslında hepsi, farklı ihtiyaçlar, farklı işlevler, farklı renkler. Tamamıyla aynı vaatler…

p Mavi Öyküler -

38


“BIÇAĞIM NEREDE!” “Türkiye’nin İlk Amok Koşucusu Nuri” | Ruhşen Doğan Nar Amok koşucusu olmak nereden aklına gelmişti hatırlamıyordu. Büyük ihtimal son günlerde boş zamanını harcamak için sık sık gittiği kütüphanede karşılaşmıştı bu kavramla. Anımsadığı kadarıyla bir Alman yazarın kitabında geçiyordu amok koşucusu. Ama yazarın adı bir türlü aklına gelmiyordu. Merak etmiş kütüphanede biraz araştırma yapmıştı konuyla ilgili. Anladığı kadarıyla amok koşucusu, cinnet geçirip önüne geleni kesip biçen ve öldürülene kadar da buna devam eden kişi oluyordu. Bir tür intihar yöntemiydi. Hani bazen derler ya: Ölürsem kendimle birlikte birkaç kişi de götürürüm. O hesap. Neyse, düşünmüş taşınmış ve Türkiye’nin ilk amok koşucusu olmaya karar vermişti Nuri. Türkiye’de cinnet geçirip ailesini katledenlerin bini bin paraydı; ama amok koşusu şeklinde bir cinnet geçirme alışkanlığı henüz yoktu kültürümüzde. Belki de Nuri amok koşusu yapıp Türkiye’de yeni bir ekol başlatıp yüzlerce kişiye örnek olacaktı. Böylece Türkiye tarihinde bir ilke imza atacak ve tarihe geçecekti. Aslında pek de fena bir yöntem değildi düşününce. İşte amok koşucusu olmaya karar verdikten iki gün sonra bir hevesle sokağa çıktı. İşportacının birinden son parasıyla keskin bir bıçak aldı. Satıcı, “Paslanmaz abi, bununla ister dananı ister babanı kes. Eğer paslanırsa gel beni kes,” demişti. Nuri de ne yapsın, gülmüş geçmişti. Şehrin en kalabalık sokağına gidip kendini ruhen ve bedenen hazırlamaya çalıştı. Ruhen kendini hazırlamak kolaydı; ama bedenen hazırlanması için bir şeyler yemesi gerekiyordu; lakin cebinde beş kuruş para yoktu. Ne yapsın aç acına amok koşusuna başlamak zorundaydı. Sokağın ortasına geldi, “Bismillah,” dedi ve koşusuna başladı. 39

- Mavi Öyküler


Cebinden bıçağı çıkardı ve önündeki ilk adama salladı. Bıçak son hızla saplandı. Saplandı dediysek adama değil, mükemmel kalitedeki deri ceketine. Gerçi saplandı da diyemeyiz, elindeki bıçak o kadar dandikti ki adamın harikulade deri ceketi sıyrık bile almadı. Adam arkasını döndü, güneş gözlüklerini çıkardı; Nuri’yi küçümseyici bakışıyla bir güzel ezdikten sonra ona süper bir kroşe geçirdi. Zavallı kahramanımız gözlerini açtığında kendini yerde buldu. Sopsoğuk kaldırımda uzanıyordu. Etrafını bir sürü insan sarmıştı. Meraklı gözlerle ona bakıyorlardı. Nuri’nin beyni yeniden çalışmaya başlar başlamaz aklına ilk olarak son parasıyla aldığı bıçağı geldi. Allah izin verirse bıçağını kapıp işportacının yanına gidecek onu dilim dilim kesecekti; ama önce bıçağını bulmalıydı. “Bıçağım nerede!” diye bağırdı. O sırada bir çocuğu, elinde onun bıçağı oradan uzaklaşırken gördü. Ayağa kalktı, birkaç adım attı atmadı. Tekrar kendini yerde buldu. On dakika sonra çevredekilerin yardımıyla kendine gelebildi. Su içti, boğazı kurumuştu. Acıkmıştı; ama parası yoktu. Üstüne üstlük bıçağı da gitmişti. Şimdi ne olacak diye düşündü. Koşacak hali yoktu, karnı midesine yapışmıştı. Aylardır doğru düzgün yemek yiyememişti. İşten atıldığından beri sıcak bir yemeğe hasretti. Dışarısı soğuktu, kar yağıyordu. Etrafındaki meraklı kalabalık dağılmıştı. Ne yapsam diye düşünürken aklına aylardır gittiği kütüphane geldi. En azından orası sıcaktı. Bazen kütüphanedekiler okudukları kitaplara o kadar dalıyorlardı ki yiyeceklerini masaların üstünde unutup gidiyorlardı. Belki kütüphanede masanın birinde şu anda birilerinin unuttuğu yarısı yenmiş bir simit onu bekliyordu. Bir de yarısı içilmemiş çay olsa ondan mutlusu olmazdı şu dünyada. Bir umutla ayağa kalkıyor simit ve çay gözlerinin önüne geliyor; ama beş adım attıktan sonra açlıktan başı dönüyor bayılıyor. Türkiye’de ilk amok koşusu işte böyle sona eriyor. Mavi Öyküler -

40


p

“ÇAVLANDA BİR DAL KIRIĞIYIZ” “Rama’da Herkesin Unuttuğu Bir Hikâyenin Yeniden Doğuşudur” | Ahmet Büke Otel odasında yalnız bir sinek uçuyor. Herkese göre anlamsız ama onun hayatını kurtaracak bozuk daireler, çaprazlar, kırıklar çiziyor. Durdu. Dondu öylece havada. İki kanadı açık, ayaklarıyla ileriye hamle yaparken kalıverdi. Örtüyü çekip attım üzerimden. Konsolun üzerindeki gözlüğümü aldım. Çamaşırımı arayıp buldum. Tuvalete yürüdüm. O hâlâ aynı yerde. Etrafındaki hava da hafif süte kesmiş, ağır kımıltılarla koyulaşmaya başlamış. Aynada izledim kendimi. Çok güzelim. Çok güzelsin. Saçlarından ayrılanlar, o kara sürüden bir anda koşup uçuşarak sol omzuna yayılmışlar. Güneş batarken ya da doğarken ama en çok ay tam tepede kınalı tepsisini açmışken, birden buna karar vermişler ve arkalarında nemli topuklarını bırakarak oraya yerleşmişler. Fakat hepimiz daha da aşağılarını seviyoruz. Tepelerini ve siyah uçurumlarını. Örtüyü çekip atıyorum üzerimden. Ne kadar erken uyanmışsın. Gözlüksüz duşa bile giremiyorsun, bunu biliyorum. Ilık su ikimize de iyi gelecek şimdi. Saçlarımı sabunlar mısın? -Rama’da iki kadın militan elleri üzerinde böyle başladılar sabaha41

- Mavi Öyküler


Dünya yarıklar içinde, sis yükseliyor yoksul sokaklardan ve kimsenin bilmediği -artık unuttuğu- bir orman patikasında arka ayağı hafif aksayan bir geyik karanfil saplarını yiyerek dolaşıyor. Çocuklar var sonra, onlar dünyayı büyüklerin unuttuğu bir bakış açısından izliyor. Aşağıdan yukarıya bakınca bütün duvarlar daha yüksek, bütün acılar daha küçük görünüyor. -İki kadın, en çok aynada bakarken sevdiler birbirleriniHavluyu alınca yüzünü ekşittin her zamanki gibi. “Amma ıslatıyorsun bunu. Bir avuçluk yer bıraksan da ben de saçlarımı kurutsam.” Yine gözlerini açıp baktı bana. Önce şaşırıp sonra gülüyor bu kadın. Çok güzel. -Rama’nın en kötü otellerinden birisi. Ama güvenliYatağın altından sırt çantalarını çektiler. Kırmızı eşarba sarılı silahlarını temizlediler uzun uzun. Öpüştüler. Islaklık insanın en bildik kokusudur. Atomlarımız karışır birbirine. Çavlanda bir dal kırığıyız birbirimizin. Sarılıp ayrıldılar. Kapı kapandığı anda sinek etrafındaki kıvamdan kurtulup yine uçmaya başladı. Sonra cama konup Rama’nın en uzun caddesine çıkan sokağı izledi. İki kadın kaldırımın iki yanında, silah seslerinin doğduğu ve hepimiz kadar eski bir barikata doğru yürüdü. Hepimiz aylı geceleri Mavi Öyküler -

42


severiz dostlarım.

p

“GEL ULAN GEL, TOPAL PEZEVENK, VERECEM SANA!” “Bir Saz Gecesi Rüyası” | İhsan Alaittin Bilgen Saz heyetinin oturduğu sandalyeler boş. Sandalyelerin üstüne atılmış çarşaf, tavan ışığıyla matador alemine dönmüş. Sahne gerisindeki teypten dökülen ses, karşıdaki parkta “köpek öldüren”e talim eden gençleri saza davet ediyor. Mor gömlekli garson, sahneyi fırdolayı çevrelediği kırmızı, yeşil, sarı ampul kordonunun boşta kalan ucunu daracık merdivenlerden aşağı çekip kapı önündeki akasya ağacının dalına asıyor. Eser Saz’ın tek ve erişilmez yıldızı Milanda, az sonra sahne alacak. Toplu yürek çarpıntılarına neden olan giysiler kadife kaplı sandalyenin üstüne akıyor. Salonu dolduran erkeklerin nabızları çürük dişlerinin oyuğunda atıyor. Milanda, üzerine dikilmiş gözlere inat, üstündeki son iki kumaş parçasından birini çıkarmak için salona sırtını dönüp, ata biner gibi oturuyor kadife kaplı sandalyeye. Saten örtüye dayalı koltuk değneği kayıyor... Tahta döşemeye çarptığında, salondakiler daldıkları dünyadan sıyrılıyor. Masadaş iki gençten kalpak saçlı olanı bir tuhaf bakıyor yanındakine; öteki kadehini masaya bırakıp, aksak ayağının üstüne eğilerek yerden koltuk değneğini alıyor, değneğin elçeğinden tutup aksak ayağına yaslıyor. Elindeki rakı kadehini iftiharla öne doğru uzatan papyonlu adam, zarif ağızlıklı sigarası ağzında; inek yaladı saçlarıyla otuz beşlik Kulüp etiketinden, rakı böyle içilir der gibi süzüyor Eser Saz’dakileri. Saten örtülü masada Samsun 216, vapur sıfatında İbelo çakmak, otuz beşlik Kulüp rakısı ve sahanda maviş maviş yanan antepfıstıkları... Kulüp etiketindeki papyonlu adam, salt etiketlerde yaşayan bir motif değil; anasona doymuş sigara dumanı bulutları içinde yüzen yaşam mektebinin talebelerine, 43

- Mavi Öyküler


rakı içmenin yol yordamını kuşaklar boyu belleten, bir “başöğretmen”. *** Sarhoşlar... Kalpak saçlı, arkadaşının omzuna yaslanmış taş kaldırımlarda yalpalıyor. Koltuk değnekli, değneğinin yastıklarına daha fazla yaslanmasını, her keresinde daha güçlükle ileri doğru savurmasını gerektirmesine karşın durumundan şikâyetçi değil. Taş avlulu evlere doğru atılan kızgın “ben buradayım” naraları, koltuk değneği sesini yanına katıp dar sokaklar boyunca çınlayarak ilerliyor. Kuyulardan çekilen buzlu üzümler eşliğinde kurulan rakı sofraları henüz toplanmış. Geceleri başıboş köpeklerin işgal ettiği yan yana sıralanmış toprak damlardan birine çıkıyorlar... Günaha davet eden ak parlak dolunay; bulutsuz, parlak yıldızlarla işli gecede seyrüseferde... Önlerinde yayılı bodur dam sıralarının sonunda yüksekçe bir dama kondurulmuş yazlık sinemanın, arada bir aniden parlayıp sönen ışıkları geceyi yalıyor, artistlerin bildik sesleri çalınıyor kulaklarına. Fulya gülleri kokusu eşliğinde film izledikleri yazlık sinemada, yıllardır binlerce düğüncünün izlediği düğün filmi, “Beş Kardeşe Beş Gelin”in gelinlerini omuzlarına atıp bir bilinmeze koşturan damatları, düğünleri yapılan gelin ve güveye sahnenin köşesinde üzeri mumlarla süslü masaya kollarını dayayıp saatlerdir süren oturma cezalarının bittiğini muştuluyor. Kara perdede ak harflerle mutedil dalgalı “SON” yazısı... Gelin damadın eline yapışıp oturduğu koltuktan kalkıyor. Leblebi, çekirdek, Sofdağ gazozu satılan büfenin yanı başındaki merdivenlere doğru ilerliyorlar. Sinemanın aydınlanan ışıkları ağır ağır kararıyor. Büfenin kukuletalı kırmızı ışığının gece nöbeti başlıyor. Gün boyu çektiği ısıyı keyifle serin geceye yayan toprak damda yan yana oturuyorlar. Kalpak saçlı genç, Hamlet Hamit lakaplı kasabanın “Aksak Gastesi”nin açacağı derin mevzua teşne. Tüm haberler onda. Diğer kızların tersine “Ben yoluma giderim, sen kendine bak!” der gibi başı dik, güvenle kasabanın dar sokaklaMavi Öyküler -

44


rını adımlayan, sonraları çok ama çok seveceği, kızın kasabalarına geldiğini ilk kez Aksak Gaste’den duymuş, kızın oturduğu evi onun sayesinde öğrenmişti. Alkol buharıyla cilalanmış zihninde kabaralı tahta kapının ardında kaybolan ipeksi sarı saçlı bir genç kız canlanıyor. Kapıyı usulcacık ittiriyor. Kabaltılı bir dehlizin gerisinde güneş ışınlarıyla cilalı, süngersi kara taşlar döşeli bir avlu... İnce biçimli dudakları aralık, apak dişleri görünüyor. Gelinliğinin etekleri demir tırabzanlı taş merdivenleri süpürüyor. Zamanın mantarlaştırdığı tahta bir kapının önünde zihni kilitleniyor. Karanlık bir salonda karanlık bir tablonun önündeler. Karamsar bir ressam çiziktirmiş kasabanın kör karanlık damlarını. Az önce tırmanıp bulundukları dama çıktıkları pazaryerinin, ahşap direkli sokak lambasının çinko şapkası hafif hafif salınıyor. Havada keskin, ekşi domates kokusu. Yüksekçe kalmış ak taşlı duvarlara alınlarını dayayıp, uzun uzun işiyorlar. Suya hasret toprak, gecenin sessizliğinde minnet mırıltılarıyla emiyor sidiklerini. Ağdaş duvarlar gün boyu güneş ışıklarını bir sünger gibi çekmiş, yeni gün doğmadan ısısını serin geceye yayıyor. Başlarının üstünden gözleri fosforlu, sıska bir yaz kedisi geçiyor. - Hacı Tekir geçti, korkma. - Tövbe de. - Yalan mı? Hacı Bekir Beyin değil mi o kılkuyruk. - Kediden hacı olmaz çarpılacaksın. - Düzelirim belki de. Onun oğlu değil miydi yan masada kafa çeken. Korkma bu kadar hacıdan hocadan, bizim gibi onlar da insan. Ta ilerdeki üzüm bağlarından gelen esinti yalıyor kavruk yanaklarını. Sevdiği kız gelinlikler içinde bir başkasının kollarında, bu gece hiç değilse biricik arkadaşı kasabanın “Aksak Gasetesi Hamlet Hamit” ermeli muradına. Damın kenarında duruyorlar. İki dam ötede arkadaşının ölümsüz aşkı Milanda sabaha karşı daldığı derin uykusunda... Usulca ilerliyorlar. “Aksak Gaste”, gecenin karanlığında kâfir bir küfürle düşüp, koltuk değneğine dayanarak, “Ya Allah”la doğruluyor düştüğü yerden. Ellerinden, çenesinin altından garip bir sıvı süzülüyor. Hamarat anaların 45

- Mavi Öyküler


üstü kuruyup kalmasın diye üç öğün dama çıkıp tahta kaşıkla karıştırdığı salça tepsilerinden birine takılmış koltuk değneği. Kırmızı gece lambasının aydınlattığı bir pencerenin önünde. Tavana yakın pencerenin gerisinde yarı çıplak bir kadın yatıyor. Ay ışığının aydınlattığı bembeyaz bacaklarını pikesinden dışarı atmış. Aksak bacağı kalp atışlarına koşut kızgın bir tay sağrısı gibi titriyor. Sevdiği kadının rakı yorgunu soluğunu çekiyor içine. Bu gece şeytanın kafasına soktuğu şeyi yapmazsa, yarın öğle sonrası üstüne geçirdiği pazar mecmuasındaki “yıldızlardan” arak bedeninin olabildiğince çok yerini açıkta bırakan giysileriyle Eser Saz’ın pezevenginin üç adım önünde, gün içinde tek uğrak yeri olan Naz Kuaför’e giderken onu gördüğünde çok ama çok pişmanlık duyacak. Kim bilir? Belki de gerçektir efsane: “Uyurken göz kapaklarına sürülen iksir, gözlerini açtığında aşık eder ilk gördüğüne Eser Saz’ın perisini.” Kadın bir şeyleri saklar gibi ayaklarını karnına doğru çekiyor. Yorganın ucu kabarık. “O mu? Emin misin?” sorusu yanıtı beklenilmeyen bir soru olarak kalıyor. “Aksak Gaste”, koltuk değneğini pervaza yaslayıp pencereden içeri adımını atıyor, pervaza tutunarak odanın içine sarkıyor. Yüksek pencerenin altında duran sandalye merdiven işlevi görüyor. Seyirlik sahnenin yeni oyuncusu aksak adımlarla yatağa yanaşıyor, sırtı dönük kadının yanına kaşık kaşığa uzanıyor. Kadın elini yastığının altına daldırıyor, katladığı yastığın ucunu kafasının üstüne yatırıyor. Göz kapaklarında hissettiği ıslaklıkla fırlıyor yatağından kadın! Yanı başında yatan küçük çocuğu korumak istercesine üstüne kapaklanıyor. Bacaklarındaki ıslaklığı eliyle yoklayıp, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Çocuğuna sıkı sıkı sarılmış, kan sandığı salça bulaşmış ellerine telaşla bakıyor. “Aksak Gaste”, bacağını yerde sürterek yataktan fırlıyor. Pervazından güç alıp, yüksek pencereye tırmanıyor. Toprak damda koltuk değneğinin sesi yankılanıyor. Az önce işedikleri duvarın arkasına sığınıyorlar. Sıska tekir kedi dama saçılmış salçaları kokluyor, ağır kendinden emin adımlarla uzaklaşıyor. Yürekleri ağızlarında aydınlanan pencereye bakıyorlar. Dama tırmanırken kullandıkları direğe yaklaşmaları imkânsız, komşu Mavi Öyküler -

46


evin yüksek penceresine yanaşıyorlar. Aksakalı, beyaz parlak cübbeler içinde bir dede pencerenin önünde beliriyor. Dona kalıyorlar. “Aksak Gaste”nin koltuk altına dayadığı değneği kısa bükük bacağı gibi titriyor. Beyaz cübbeli adamın elindeki şah mahsus tespihinin taneleri havada yeşil hareler çiziyor. Aksakalı, kedisine inat besili mi besili beyaz cübbesi damın toprak zeminini süpürüyor. Kalpak saçlı, ben sana demiştim demek istiyor. Ağzının içinde dili kurumuş kalmış. Sesi çıkmıyor. Az ilerdeki damın duldasına sürünüyorlar. “Aksak Gaste”ye, yoldaşı koltuk değneği yük olmuş. Yatağın üstünde kucağında çocuğuyla dizleri üstünde doğrulan kadın, göz kapaklarındaki salçayı parmağının tersiyle siliyor. Gözlerini ovuşturan çocuğunu yatağına bırakıyor. Sandalyeye basıp, pencerenin pervazına kollarını dayıyor. Ay ışığında parıldayan memeleri kollarının üstüne yayılıyor, rakı buğusu isli sesiyle: “Gel ulan gel, topal pezevenk, verecem sana!” diyor. “Sevdim seni.” Kulüp etiketindeki papyonlu adam, pazaryerinin ahşap direkli sokak lambasının çinko şapkasına tünemiş, bu gece olup biten her şeyin kendi sayesinde olduğundan emin, zarif ağızlığının ucundaki sigarasından derin bir nefes çekip, mehtaba karşı üflüyor. PERDE

p

“ÖLÜLER, İÇİNDEN SOĞUMAĞA BAŞLAR” “Dehlizde Giden Adam”* | Bilge Karasu Ali Poyrazoğlu için Deniz dendi mi, kimi oraya kimi buraya akan sular durmaz, tersine, hep bir olur, bir kıyıya yönelirdi, ister kumluk, ister çakıllık 47

- Mavi Öyküler


bir kıyıya… Durmaz olurdu delikanlı. Denizi öylesine severdi. Gider çakıllara uzanır, denizin yüzünde gerinir, sularda kulaç atar, kumlarda yatardı sere serpe. Yaşamak demek, yazsa denize gitmek, kışsa deniz aylarını beklemekti ona göre. On dokuz yaşına bastığı yılın yazında gene denize gitti. Kayalık bir adanın çakıllık bir kıyısına… Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcağını yansıttığı bir gündü. Yüzdü, çakılların üzerine uzandı, güneşlendi, kalkıp giyinince de, hemen evinin yoluna düzülmedi, kıyı boyunca biraz gezip dolaşacağı tuttu. Çakıllığın sona erdiği yerde, tepeden yuvarlanmış, denizde parçalanıp ufalanmış koca bir kaya yığınına geldi dayandı. İçi bir tuhaf oldu. Yol yoktu. İlle de öteye geçmek istiyordu oysa. Nasıl geçsin? Akıllı bir adam geçmeğe kalkmazdı ya öteye, hani, geçmesi gerekiyorsa, geldiği yerden döner, çevre yolunun alt ucunda çakıllıktan çıkıp adanın, kayalığın hemen üstünde sivrilen, tepesine tırmanır, tepeden denize doğru inen bu kaya damarının öte yanında kıyıya ulaşacak bir yol arardı. Bulursa ne âlâ, bulamazsa geldiği gibi döner, inerdi tepenin ardında kalan iskeleye. Gel gelelim, bu delikanlı akıllıca bir kişi değil, besbelli. Üşendiğinden de değil ya, böyle akıllılıkları, usluca davranışları gereksiz saydığından… Buranın tek yolu, kese yolu, denizden geçer diyerek pabucunu çıkardı, eline aldı, paçalarını kıvırıp sıvadı, yürüdü denize. Gerçi kayaların arasında su epey derindi, o aralıklara düşse sırılsıklam olurdu üstü başı; ama dikkatle kayadan kayaya sekti, sıçradı, tabanlarını doğrayacak kavkılara basmamağa çalışa çalışa, gene de ayaklarının altı sızlaya kanaya, en uçtaki kayaya ulaşıp tırmandı üstüne. Soluk aldı. Bayağı yormuştu onu bu cambazlık. Havlusuyla donunu ensesinden aşağı göğsüne doğru sarkıtmıştı biribirine bağlayıp, ama pabucunu elinde tutmak dertti; kayalığın öte yanını görüyordu çünkü şimdi. Buraya gelesiye, kayalar atlangıç gibi sıralanmıştı sanki, şimdi anlıyordu; çektiği güçlük bir şeycik değilmiş… Önce, “dönsem artık,” diye şöyle bir geçirdi aklından, sonra utandı böyle düşündüğü için, kemerini çıkarıp ayakkabılarını, donuyla havlusunu bağladı, sırtına attı, kemerin ucunu ağzına alıp dişleri arasına Mavi Öyküler -

48


sıkıştırdı. Dikkatle indi kayanın üzerinden; suyun az altında, kayanın tabanında ufak bir düzlük vardı, oraya bastı. Ne var ki, ötesi, kıyıya dek uzanan suydu. Kayalığın bu yanı dümdüz duvardı. Ayak basacak, el tutunacak bir tek çıkıntıcık görünmüyordu. Kıyı yirmi beş, otuz metre uzaktaydı. Ufacık bir kumluktu bu, kumu incecik görünen, pırıltılar içinde… Ama buraya kimse gelmezdi adadan, gelemezdi, her yanı kaya duvarlarıyla –dümdüz, cilalı gibi kaya duvarlarıyla– çevrili olduğu için… Yanaşılsa yanaşılsa buraya ancak denizden yanaşılabilirdi. Deniz de derindi, yürünecek gibi değildi. Soyunsa, kıyıya çıksa, biraz daha güneşlenirdi ama gene bu yoldan dönmesi gerekecekti. Hem kayanın üzerinde bırakacağı giysilerini bir esinti denize atmağa yeter mi yeterdi. Keyfi kaçmıştı delikanlının, dönmekten başka çıkar yol yoktu. Yok muydu?.. Tam başını çeviriyordu ki, dibinde durduğu kayanın hemen arkasında, dümdüz kayaya bakan yüzünün denizle birleştiği yerde, ufakça bir kovuk çarpıvermişti gözüne; mağara ağzına benzeyen bir kovuk. Mağara ağzıydı bu, muhakkak; kara kara gülüyordu da sanki bu mağara ağzı; delikanlının da yüzü güldü; girer bakarım, diye düşündü, kayanın içinden tepeye çıkacak bir yol var gibiyse, ilerlerim, değilse dönerim, ne olur sanki?.. Delikten içeri girmesi biraz güç oldu. Çömeldiği için kıçı, su derince olduğu için paçaları ıslandı. Ama delikten içeri girince doğrulabildi. Uzun boylu olduğu halde, kaya tavanı, başının dört karış üstünde uzanıyordu. Taban soğuktu, iyice kuru olduğunu görünce de ayakkabılarını kemerden çıkardı, giydi. Havlu ile donu, gene kemerle bağlı, sırtında götürüyordu. Arkasına dönüp baktı. Dehlizin ağzı epey geride kalmıştı şimdi. Ama gene de yeterince aydınlık geliyordu dehlizin içine. Buna aklı pek ermedi. Bir daha baktı ardına. Işık başka yerden gelmiyordu. Tuhaf! Şimdi, biraz uzaklaşınca, ışığın ağızdan gelip doğrudan doğruya vurduğu yerde, duvarın üzerinde, harfe benzeyen birtakım çizgiler seçebiliyordu. Dikkat etti, birkaç adım yaklaşarak baktı; evet, bir yazı, “GİRMEYİNİZ” diye bir yazılmıştı duvara. Yazılalı epey 49

- Mavi Öyküler


olmalı ki yazılar silikleşmişti. “Belediye mi yazmış ola?” diye düşündü, güldü delikanlı, omzunu silkti, yürümesini sürdürdü. Eve gitmeği, vapura binmeği, iskeleye inmeği, çakıllığa çıkmağı, hep unutmuştu; bir tek düşüncesi vardı şimdi; bu dehliz kapanana dek yürümek… Ya bir mağaraya açılırdı, ya adanın başka bir yerine çıkardı; ya da çıkmaz sokaklar gibi, kapanırdı; o zaman da geri dönerdi delikanlı. Ada boyunca uzansa bile bu yol, iki saatten çok sürmemeliydi sonunun, ucunun bulunması. Neden sonra, ileride hafif bir aydınlık görür gibi oldu. Adımlarını hızlandırdı. Gerçekten, ileriden belli belirsiz bir aydınlık geliyordu. Ardına baktı, oralardan aydınlık artık gelmiyordu hiç. Dümdüz, ileriye doğru yürümüştü o ana dek, köşe dönmemiş, yolun kıvrıldığının hiç farkına varmamıştı. Dönmüş de yolun ağzına doğru yürüyor olamazdı bu durumda. En iyisi ışığa doğru gitmekti. Işıklı nokta yaklaştı, yaklaştı. Delikanlı bir de baktı ki bu nokta ışık falan vermiyor. Bir çelik levha var burada, kayaya çakılı, çok daha uzaktan gelen bir ışığı yansıtıyor. Çelik aynanın yanında, hafif aydınlıkta bir yazı daha seçti gözleri duvarın üzerinde: “GİRMEYEYDİNİZ” diyen bir yazı. İçerledi. İlk yazıyı, haydi, Belediye yazdırmış olsundu. Bunu ise, girip çıkmış, tatsız şakalara meraklı biri yazmış olacaktı. Peki ama o çelik levha? O ayna? Aynayı oraya kim çakmıştı ki? Hem Belediye buraya girilmesini tehlikeli buluyorsa yolun ağzına bir parmaklık yerleştirir, çıkardı işin içinden. Delikanlının kafası rahat etmiyordu. Girecek, gidecek, yürüyecek, ışığın geldiği yeri, yani çıkışı, bacayı, kapıyı, neyse, bulacaktı. Loşlukta yürüdü, yürüdü. Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, Mavi Öyküler -

50


diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi. Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu. Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu. Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı. Karnı acıkmıştı. Ne zaman uyku uyuyup kalksa acıkırdı zaten. Hem öyle böyle değil. Kurtlar gibi. Canı sıkılmağa başladı. Uzamıştı bu iş. Hem uykuya varmak için çömelip yere oturduğu zaman geliş yolu, gittiği doğrultu biribirine karışmıştı. Dönmek istese bile ne yana gitmesi gerekeceğini kestiremiyordu. Solgun da olsa ışığın göründüğü yana doğru yürümekten başka yolu kalmamıştı bu işin. Canı sıkılıyordu. Acıkmıştı. Bir şeyler olmalı, bu yolun sonunu bulmalıydı. Yoksa… Yoksa, diyor, sonu getiremiyordu. Ürkek, korkak değildi. Ama… Epey yürüdükten sonra ışıklı noktaya vardı. Bu da bir çelik aynadır demeğe kalmadan, şaşırdı; buradaki ayna değil, yiyecek makinesiydi. Hani deliğinden para atılıp düğmesine basılınca, kolu oynatılınca, içindeki yiyeceklerin bir tepsi içinde müşteriye sunulduğu makinelerden… Güldü bu işe, cebinden bir yirmi beşlik çıkarıp deliğe attı, kolu oynattı. Seçmeli makine değildi bu. Hem yirmi beşlikle işlemesi de tuhaftı. Ama daha tuhafı, tepsinin içinde, cızır cızır, taze taze bir tabak balık tavası durmasıydı şimdi. Makinenin yanındaki kutuda plastik torbalar içinde ekmekler, tuz, biber, limon vardı, çatal bıçak vardı. “Anlaşıldı,” dedi delikanlı, “bir turist çelme numarası bu… Hele hele…” Tabağındaki yazıları okudu. Kılçıklar makinenin altındaki oyuğa atılacaktı. Tabakla çatal bıçak, makinenin üstündeki kutuya bırakılacaktı. Sonra makinenin sol alt ucundaki kol çekilecekti. Yaptı bu söylenenleri. Oyuk kılçıkları emdi, kutu bulaşığı yuttu. Ekmekler üzerine bir şey söylenmiyordu. Cebine attı 51

- Mavi Öyküler


artan parçayı, yolda acıkırım, yerim diyerek. Ama ortada turist yoktu, kimsecikler yoktu, yapayalnızdı. Bu makineden başka birinin de yararlanıp yararlanmadığını merak etti. Saati hep on ikiyi gösteriyor, işliyor ama kurgusu boşalmıyordu. Ansızın bir şey ansıdı. Sanki pek geride, pek uzakta kalmış bir şey. Belki de gerçekten pek uzaktı bu ansıdığı an. Biliyor muydu ne zamandan beri bu dehlizde yürümekte olduğunu? Vaktini, saatini, gününü şaşırmış değil miydi? Ansıdığı şuydu: Kıyının ucuna yürüyüp karşısında kayaların duvar gibi yükseldiğini görünce, içi bir tuhaf olmuştu. Niye öyle bir şey duymuştu, anlamağa başlıyordu şimdi. Denizin, çevren çizgisinin saltık yataylığına baka baka dünyada bir başka boyut olduğunu unutmuştu sanki. Duvar, karşısına çıkınca, bu unuttuğu boyut yeniden bir gerçeklik oluvermişti, hem yüzüne çarpacak denli yakın, aşılmaz, gönül bulandırıcı… Şimdi şimdi anlıyordu bu duyguyu. Çünkü ne zamandır boyutsuz, kimsesiz bir dünyada ilerlemekte olduğu düşüncesi yavaş yavaş kafasında, gönlünde, biçimleniyor, bilinçleniyordu. Güldü bir yol. “Korkuyorum,” dedi ardından, “korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. Korkuyorum. Ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre…” Yürümekten başka bir şey yapabileceğini düşünemiyordu artık. Yürüyecekti. Bu yol da sağa sola çatallanmadığına, kendisine bir yol seçme olanağı bile vermediğine göre, gidecekti, sonunu bulasıya, ya da, olur a, başına, yola çıktığı noktaya, denize açılan ağza, dönesiye… Gidiyordu. Ötelerde bir ışık vardı. Orası muhakkaktı. Makineler, çelik aynalar, bir ışığı yansıtıp duruyordu, bir yerlerden gelen ışığı. Acıktıkça karşısına bir makine çıkıyordu. Cebindeki ufaklıklar bitmişti bir ara. Ama büyük para da atsa, küçük para da atsa, karnını doyuracak yiyecekler –ne az ne çok, ama doyuracak kadar– çıkıyordu bu makinelerden. Kiminden tuzlu, kiminden tatlı, kiminden su, kiminden ayran, kiminden balık, Mavi Öyküler -

52


kiminden sebze… Cıgara makineleri de vardı. Bir ara, ufaklığı bittiği sıra, “Bir para makinesi eksik galiba” diye geçirdi içinden. Çok geçmeden para makinesi de çıktı karşısına. Cebindeki iki on liralığı attı içine, iki cep dolusu beş kuruşluk çıktı makineden. Ama onlar da bitti yolda gide gide. Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki… Uykusu gelip yolun kıyısına uzandıkça yönünü şaşırmamak için hep başını gidiş doğrultusuna çevirmeğe dikkat ediyordu. Sakalı uzuyordu uykusu geldiği zamanlar. Sonra, kalktığında eliyle yüzünü yokluyor, yeni traş olmuş gibi duyuyordu derisini. Gecesiz gündüzsüz, ışığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı, eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akşam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuştu zaten. Bildiği tek şey, yürümek olmuştu. Buraya niçin girmişti, nasıl girmişti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ışığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya… Işığa varmak için… Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için… Arada bir duraklıyordu yürürken. Gerçek ışık neydi ki? diye soruyordu kendi kendine. Soruyordu ya, karşılık veremiyordu bu sorusuna. Neydi? Nereden gelirdi? Ne olacaktı? Bu soruları bile unuttuğu bir noktaya varıp dayanmıştı herhalde, sormadı artık kendi kendine herhangi bir şey… Yürüdü. Parası çoktan bitmişti ama makineler parasız veriyordu artık yiyecekleri. Yolun düzgünlüğünden canı sıkıldıkça dayanıveri53

- Mavi Öyküler


yordu eliyle duvarların birine, bunu da neden sonra öğrenmişti; dayanınca duvarlar dalgalanıyor, büksüleşiyor, köşeleniyordu. Sonra sonra düzeliyordu gene. Yürüyordu. Işık daha yakına gelmiş değildi. Hâlâ makineden makineye yansıyordu. Ne var ki, gözleri alışmıştı bu dehlizin karanlığına. Işık bolmuş, her yer aydınlıkmış gibi geliyordu ona artık. Ama ışığın nerede olduğunu biliyordu daha. Bildiği için de yürüyordu. Yürüyebiliyordu. Ulaşacaktı ışığa. Makinelerin seyrelmeğe başladığı, kafasına dank etti bir ara. Kaç zamandır acıkıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, düşüp kalkıyor, ondan sonra ancak, bir yiyecek makinesine varabiliyordu. Boğazı kurumadan, gözleri zonklamadan su makinesine ulaşamıyordu. Adımlarını hızlandırmağa karar verdi. Neredeyse koşuyordu artık. Ama makineler hep daha uzaktaydı, hep daha büyük aralıklarla çıkıyordu karşısına. “Öleceğim,” dedi bir ara, “bu yol insanları öldürmek için böyle yapılmış olacak...” Ölmüyordu. Ölmemek için koşuyordu da, hızını durmadan artırıyordu. Tıkanıyor, duraklıyordu ara ara. Ama “koşmalı” diyordu ardından, “koşmalı, yetişebilmeliyim bir makineye, ölmeden bitkin düşmeden…” Artık ışığa varmağı bile düşünmez olmuştu. Işık sonradan düşünülecek şeydi. Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekti. Ama makineler seyreldikçe ışık da artıyor gibiydi sanki. Bunu, derisinin ağartısından anlıyordu. Elleri, kolları ağarıyordu gitgide; makineleri artık yansıttıkları ışıktan değil, karaltılarından seçebiliyor gibiydi. Duvarlar sertleşmişti. Yol artık dümdüz uzanıyor, durmadan Mavi Öyküler -

54


yokuş yukarı çıkıyordu. Dümdüz uzandığını ayaklarıyla değil, gözleriyle görüyordu şimdi. Işık çok artmış demekti bu. Makineler seyreldikçe seyreliyordu. Koştukça koşuyordu o da. Ama ışığı, gerçek ışığı seçer gibi oldukça, makineleri unutmağa başladı. Birini atladı bile bir ara, ötekine doğru koştu. Işık görünüyordu artık. Yolun sonu gözükmüştü. Kalıbını basabilirdi buna. Ama şimdi, ışık arttıkça, uyuyup uyanıp ışığın hep yeğinleşerek orada, yolun ucunda durduğunu gördükçe kafasının içinde tuhaf bir bulantı duyar olmuştu. Gönlünde değil, beyninin içinde bir bulantı. Bir daha uyudu kalktı. Işık daha da artmış gibiydi. Işıkla birlikte başka bir şey geliyordu artık. Neden sonra anladı. Hava, yel gibi bir şeydi bu gelen. Koştu, koştu, daha koştu. Yelle birlikte bir koku da geliyordu şimdi. Ansıyamadı önce, sonra ansızın “çiçek kokusu” diye bağırdı. Sesi çınladı dehlizde. Unuttuğu sesi. Diş diş sesi. Aklından çıkmış ne kadar şey varsa geri geliyordu şimdi. İnsanlar, başkaları, kalabalıklar… Arıları ansıyordu. Arıların çiçeklere çokuşmasını… Sinekleri; sineklerin tatlıya üşüşmesini… Kuşların konup kalkmasını ansıyordu. Yemiyordu, içmiyordu, makineler var mıydı, yok muydu, farkında değildi. Bir delik büyüyordu uzakta, ağır ağır. Delik gözlerini acıtıyordu; kırpıştırıyordu gözlerini; derisi ağardıkça buruşuyordu. Delik beynine beynine saplanıyordu büyüdükçe. “Delik değil,” diye düşündü sonunda, “ışık, bu beynime saplanan…” Delik büyüdükçe gözleri kararmağa başladı. “Yeniden mi karanlığa giriyorum,” diye korktu, “delik diye gördüğüm de ışığı yansıtan başka bir nesne mi yoksa?” Değildi ama. Hava da, yel de, kokular da, birtakım uğultular da artıyordu. Delik gerçekti, ışık gerçekti. Ama gözleri niye kararıyordu ki? Durdu. Alnına götürdü elini. Oraya saplanmış acıyı silmek istedi. Bir şey sıvaştı parmaklarına. Kandı bu sıvaşan, herhalde. Sıcaktı, yıvışıktı, akıyordu; alnının o çok acıyan yerinden akıyordu. Duvara çarpmış olacaktı. Bir adım attı, duvara dayandı ayağı. Gözü kararmıştı muhakkak, çarpmıştı duvara. Ama ba55

- Mavi Öyküler


şını çevirince karşı duvarı seçemedi. El yordamıyla buldu onu. Gene deliğe doğru yürümeğe başladı. Koşmuyordu şimdi. Delik, bulutların ardından, dumanların ardından ölgün ölgün ışıyor gibiydi. Dumanı, bulutları yeniden ansıyordu demek. Ama delik gitgide yitiyordu karşısında. Sonra göremedi artık deliği. Kör olduğunu anladı. Durdu. Geri dönse, karanlığa dalsa, gözleri yeniden açılır mıydı? Ne yürek kalmıştı onda bu işi yapacak, ne de bacaklarında güç… Açtı, susuzdu. Duvarı yoklaya yoklaya giden eli ansızın boşlukta sallandı. Ne sağında duvar vardı, ne solunda. Yel yüzüne çarpıyordu. Ortalık buram buram çiçek kokuyor, böcek vızıltıları kulaklarını uğuldatıyordu. Delikten çıkmış olmalıydı. Işığa çıkmıştı. Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne. Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. Oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta. “Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba,” dedi. Güzel, yürek buracak kadar güzel, gencecik yüzü yukarıda, ayakları bitişik, elleri kayanın iki kıyısına sıkı sıkı yapışmış, kaldı, öylece. 1968 Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı: Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye… (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu’nun masalına.) Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da Mavi Öyküler -

56


alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Lévi-Strauss’un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.

p

“ÖLDÜRDÜM HÂKİM BEY, KAVGAYI SEVMEDEĞİM HALDE” “Cepten Gelen Cinayet” | A. Kadir Konuk Biz de onu söylüyoruz hâkim bey! Allah’ın verdiği canı kul alamaz diyoruz, amenna. Ama bu işin Allah’la, kitapla alakası yok. Bir insan hiç istemediği halde başka bir insanı neden öldürür, onu anlatıyoruz burada, bırakmıyorsun. Elimi babamın keyfine kana bulamadım. İtiraf ediyorum, öldürdüm, pişmanım, ama tren geçti o başka mesele. Ne treni mi? Hiç kaldırım çiğnememiş insanlar gibi soruyorsun hâkim bey. Tren geçti işte, yani olan oldu, biten bitti, pişman olsan kaç yazar? Dün dündü, bu gün bu gün. Dün işi, evi, ailesi olan biriydim, bu gün kanlı bir katil olarak önünüzdeyim. Tren geçti, aynı trene aynı durakta yeniden binme şansım yok. O sizin adını söylediğiniz ve “İnsan aynı suda iki kere yıkanamaz” dediğiniz düşüncenin babası olan fıttırık filozofu tanımıyorum, tren geçti sözünü de ben uydurmadım. Benim felsefem başkaydı hâkim bey. Benim felsefem insanı sev olarak sabitleşmişti. Hem insanı sevip hem insan öldürmek nasıl mı oluyor? Yahu sen ne kadar sabırsız birisin, burada kaymakamın iti havlamıyor, anlatıyoruz işte. Ne, bu sözün aslı başçavuşun beygiri osurmuyor şeklinde mi? 57

- Mavi Öyküler


Olabilir, el öyle söyler ben böyle, ne olmuş yani? Anayasa herkese düşünce özgürlüğü tanımıyor mu hâkim bey? Ben de özgürlük hakkımı kullanıyor, kendi sözümü üretiyorum. Mürekkep yalamışlar gibi konuşuyorsun diyorsun hâkim bey, elbette biz de oturduk tahta sıralarda, biz de mürekkep yaladık, kâğıt yuttuk, kalem tükettik, silgi ısırdık, ama kaç para, babamızın gücü yetmedi daha fazlasını okutmaya, fabrika işçisi olduysak kader değil, ekonomi. Yav babam, her söze nane olmak zorunda mısın? Bir fabrika işçisi olarak ekonomiden anlamam çok mu tuhaf yani? Cüppeyi sırtına geçirmiş, koltuğa dört köşeli ağalar gibi oturmuş milletle dalga geçiyorsun hâkim bey. Öyle ya, suçluyum, cezam da senin cebinde hazır, olanı biteni en gerçek biçimiyle anlatsam kaç para? Tamam, konuya geliyorum. Bu gün salı olduğuna göre pazartesi günüydü, yani dün. Pazartesileri nedense insan öteki günlerden daha fazla yoruluyor. Belki hafta sonu bitti diye üzülüyor insan, belki ulan yine mi aynı fabrika, aynı makine, aynı ceberut suratlar diyor, bilmiyorum. Yorgundum işte, üstelik yarım saat otobüs beklemiştim durakta. Otobüslerin geliş gidişlerini gösteren tarifeye bakılırsa o yarım saat içinde iki otobüsün gelmesi gerekiyordu, ama gelmiyorlardı işte. Sonunda geldi otobüs, durak ana baba günü, iten, kakan, ayağına basan, sırtına çıkan, söven, homurdanan… Bindim otobüse, şans işte oturacak bir de koltuk buldum. Adamın biri iki koltuğa birden yayılmış, sanırsın köy kahvesinde oturuyor mübarek. Şuraya oturabilir miyim, diye sordum, yüzüme küfür eder gibi baktı ama eli mecbur, biraz toparladı kıçını. Yanına oturduğum adam… Evet, öldürdüğüm adam, takım elbiseli, efendi görünümlü biriydi. Bir ara dalmışım, adamın ‘Söylesene lan hırbo’ dediğini duydum, sanki bir de dirseğiyle dürttü beni, bir şey mi dediniz dedim. Hayır, dedi. Belki uykuda duydum sesi dedim. Yumdum gözlerimi, bir telefonun zili çaldı, öküz gibi böğürüyordu telefon. O susmadan bir başka cep telefonu dadi dadi diye bağırdı, bir başkası “Dürriyemin güğümleri kalaylı”yı çaldı… Yanımdaki adam yine dirseğiyle dürttü beni ve ‘gelecek misin’ diye sordu. Mavi Öyküler -

58


Nereye dedim? Birden celallendi, kim seninle konuştu lan dedi, terbiyeli ol, deminden beri dürtüp soruyorsun ben de cevapladım dedim. Telefonla konuşuyoruz burada lan köylü dedi. Meğer böyle telefonlar da çıkmış, nereden bileyim. Adamın ne elinde ne kulağında telefon var. Kulaklarına CIA ajanı gibi kulaklık takmış… Kim Amerika’yı katıyor işin içine hâkim bey, lafın gelişi söyledik işte, MİT deseydik daha mı iyi olacaktı yani? Tekniğe karşı olan kim hâkim bey? Tekniğin böyle hoyratça kullanılmasına karşıyım ben. Benim otobüste sessizce oturma, kafamı dinleme, bir kahvede, yolda, kaldırımda telefon zili duymadan yaşama hakkım yok mu? Kıçımızı nereye dönsek orada bir telefon sesi. Üstelik yalanın bini bir para. Hayır, insanların özel yaşamlarına karışmak gibi bir niyetim yok. Yanımdaki adam bana köylü deyince bozuldum elbette. Köylü olmayı küçümsediğim için değil, ama ben doğma büyüme İstanbulluyum hâkim bey. Bu nedenle köylü senin anandır sözü çıktı ağzımdan. Elbette doğru değildi biliyorum hâkim bey, elbette işin içine adamın anasını karıştırmak terbiyeli bir davranış değildi. Kadıncağızın ne suçu var, her anne hayırlı evlat yetiştirmek ister. Ama dedim ya yorgundum, azıcık sessizliğe, azıcık dinginliğe ihtiyacım vardı, çıktı o söz ağzımdan. Çıkmaz olaydı, adam bir açtı ağzını ne ana ne avrat bıraktı bende. Üstelik bağırıyor, otobüste herkes bana bakıyor, terbiyeli ol ulan dedim, yoksa senin ağzını yirmilik matkapla delinmişten beter ederim. Sen o matkapla git ananı bilmem ne et demez mi? Yapıştım yakasına, o sırada bir telefonun zili yaylalar yaylalar diye çaldı, bir başkası oyyyeee diye bağırdı, birinin telefonu da resmen öp beni üşüyorum diye seslendi, adam oturduğu yerden yüzüme bir kafa attı, burnumdan kan boşanınca… Boğa gibi oldum evet, kan görmeye dayanamam ben. Çocukluktan beri böyleyim, bir tavuk bile kesmedim bu güne kadar, kavgayı da sevmem zaten… Öldürdüm hâkim bey, kavgayı sevmediğim halde bir insan öldürdüm, ikide bir tekrarlaman gerekmiyor bunu. Ama öldürmek için vurmadım ona. Benimki sadece bir korunma duygu59

- Mavi Öyküler


suydu, yani refleks… Sen geç dalganı hâkim bey, sana sövmek bir şey değil, adaleti temsil ediyorsun ya, sana sövsem adalete sövdü olacağım bir de. Bir fabrika işçisinin refleks sözünü bilmesi neden tuhaf sence hâkim bey? Uzatmıyorum, sen araya girmesen zaten şimdiye anlatmış bitirmiştim. Adama sadece bir yumruk vurdum, herkes şahit buna. O ayağa fırlayıp elini beline atmasaydı o yumruğu da atmazdım belki. Ama tabanca çıkaracak sandım, kulağının dibine bir yumruk attım hepsi bu. Yığıldı kaldı. Şoför otobüsü durdurup yanımıza gelince baktı adam ölmüş. Ne sonrası? Sonrası malum işte, karakol, bir araba dayak, savcı ve burası. Adam bir şirkette güvenlik görevlisiymiş, yani elini beline gerçekten silah çekmek için atmış. Nefsi müdafaa benimki… Çekmedi, daha doğrusu çekemedi silahı, çekseydi şimdi ben ölmüş olacaktım değil mi? Hayır, ne ölen ne öldüren suçlu hâkim bey, tek suçlu o telefonlar. O telefonlar çıkmasaydı, o adam ölmeyecekti. Konuşsun efendim, ama başkalarını rahatsız etmeden konuşsun. Mecbur muyum dirseklenmeye, mecbur muyum söylenilen yalanları dinlemeye? Her gün aynı terane, adam otobüste gidiyor evdeki karısıyla kavga ediyor, sevgilisine iş toplantısında olduğu yalanını söylüyor, yanındaki kadını mıncıklarken bir başka kadınla aşna fişne ediyor. Özel hayat, elbette öyle hâkim bey, bizimki ne, genel hayat mı? Sigarayı her yerde içmeyi yasaklayan dingolar cep telefonuyla ulu orta her yerde konuşmayı da yasaklamalılar. Kulak kirliliği, kafa kirliliği, duygu kirliliği yaratıyor bu nesneler. Sinir ediyor insanı sinir! İtiraf edin hâkim bey, eskiden telefon etmenin ne kadar kutsal, ne kadar değerli olduğunu itiraf edin! Bir postaneye gidip telefon yazdırmak, saatlerce beklemek, sonra memurun Ankara yedi numaraya diye bağırmasını duymak, kutsal bir mabede girercesine telefon kabinine girmek ve aloo diyebilmek ne müthiş bir olaydı. Şimdi ceresinin cüresinin elinde telefon, nereye dönsen dayanılmaz bir mırıltı… Mavi Öyküler -

60


Beni cep telefonu olmayan bir yere mi göndereceksiniz? Ne kadar mutlusunuz hâkim bey, birini daha cezalandırmanın keyfi içindesiniz, oysa ben kendi cezamı çoktan kestim. Beni zevkle tıkacağınız yerden bir gün çıkacağım elbette ve kalan yaşamımı bu lanet alete karşı savaşa adayacağım. Sloganım bile hazır: Bütün cep telefonu mağdurları, birleşiniz! Helâda, lokantada, otobüste, duraklarda, taksilerde, dolmuşlarda, kahvelerde cep telefonuna hayır! Bakma öyle sağa sola salak salak hâkim bey, Harbiye marşını çalan senin cep telefonun, hay ben onun…

p

“HER ÖPÜCÜKTE DAHA BİR KENDİLERİ OLMUŞLAR” “Masal Olmayan Bir Masal - Kurbağa Prenses” | Arzu Eylem Bir kız çocuğu… Saçları belinde, elleri yanında, başı önünde, gözü yukarılarda gezermiş. Geceleri, annesinin anlattığı masalları dinler, fakat hiçbirini beğenmezmiş. Sıkıldığı için parmaklarının ucuna basa basa masalın içinden geçip, kendi masalına uzanacağı sırada, annesinin sesi, denizin kıyıya seslenip dalgaları geri çağırması gibi, onu yeniden kelimelerinin arasına alırmış. Anlamış sonunda. Bu masalların çıkış kapısı yokmuş. Yaptığı kaçamaklar yanına kâr kalmış ama, yine bildik sonlar zafer kazanmış. Bir gün dayanamayıp annesine kendi sonlarından bahsetmiş. Annesi kızmış: “Bu masallar geçmişten günümüze böyle geldi, sonunu değiştiremezsin. Olduğu gibi kabul etmelisin” demiş. Bütün hayalleri ufalanıp yere dökülmüş. “Annemin bir bildiği olmalı” demiş, durumu zamanla kabullenmiş. Bir gün sıra prenslerle ilgili masallara gelmiş. Çünkü her prenses gibi o da günün birinde evlenecekmiş. Öyleyse bir prensin karşısında nasıl davranması gerektiğini öğrenmeliymiş. Annesini can kulağıyla dinliyor, fakat tarif ettiği prensleri bir türlü beyninde canlı 61

- Mavi Öyküler


hale getiremiyormuş. Prenseslerle bir sorunu yokmuş, onlar zaten her masalda bekleyen, naif, pek konuşmayan, kusursuz güzellikte kızlarmış. Kendisini pekâlâ onların yerine koyarak masala bir yerinden ortak olabiliyormuş. Prensler mevzu bahis olduğunda, bu hiç de kolay değilmiş. Ne vakit bir prens canlandırmaya kalksa zihninde, en yakından tanıdığı sıra arkadaşı yüzünde sivilceleri, her geçen gün kalınlaşan sesiyle önünde diz çöküyor, kendisine masallardaki iltifatları sıralıyormuş. Dayanamayıp tasavvurunu annesine açmış. — Anne, prenslerin de sivilceleri olur değil mi? Annesi bu düşünceye şiddetle karşı çıkmış. — Prensler kusursuzdur kızım. Öyle yakışıklı ve kültürlüdürler ki, karşı karşıya geldiğinde bunu anlarsın. — Peki, anne babam da bir prens mi? Öyleyse geçen gün sana niye bağırdı? Kadıncağız bu pabuç dilli kıza ne diyeceğini bilememiş. — Hayır, kızım, nereden çıkarıyorsun bunları, o bana şarkı söylüyordu. Tabii ki baban da bir prens… Gün gelmiş, prenses büyümüş. Çevresinde hayranlık uyandıran bir güzelliğin yanı sıra, mütevazı ve iyi huylu bir kadın olmuş. Prensini bulma vakti gelmiş. Annesinin anlattıklarından yola çıkarak, prensleri beyaz atın üzerinde hayal etmeye başlamış. Külkedisi’ni zalim üvey annesinden kurtaran, uyuyan güzeli kapatıldığı yerden çıkaran, pamuk prensesi öperek dirilten hep bu prenslermiş. İşte böyle bir kahraman kendisini bir gün bulacak, önünde diz çökerek aşkını ilan edecekmiş. Etrafına bakına bakına gezmiş yeryüzünde. Beklediği gibi birini görememiş hiçbir yerde. Saklanıyor muymuş bu muhteşem adamlar? Yoksa yanlış yerde mi arıyormuş onları. Hayır, yanlış olan zamanmış. Bekleye bekleye, beklemenin kendisi olmuş. Dünyaya gözlerini yumup öğretilen sonu düşünmüş, dilek bahçesine her gün bir dua daha eklemiş. Her gece balkona çıkıp, yıldızlarla konuşmuş, ayın haline göre fallar bakmış. Kimi zaman gözünü yoldan ayırmayıp prensin atıyla göründüğü, buğulu ve gür sesiyle ona serenat yaptığı sahneler kurmuş. Böyle zamanlarda da kendisini en çok Rapunzel’e yakın hissetmiş. Mavi Öyküler -

62


Umutlarını beklettikçe, mutsuzluk boş kalan yeri doldurmuş. Ve bir gün masalları bir yerlerde unutmuş. Bir gece balkona da çıkmamış. Odasında kâh oturup kâh turlayarak çıkış yolu aramış. Aniden kütüphane raflarında duran bir kitabı fark etmiş. Annesi ona daha önce bu masaldan hiç bahsetmemiş. Masalın adı, “Alice Harikalar Diyarında” imiş. Eli zihninden daha meraklı olmalıymış ki, önce davranıp hemen kitabın sayfalarını karıştırmaya başlamış. İlginçmiş. Bu masalda ne prens ne de prenses varmış. İnsanı, düşlerin üstünden atlatıp, bilmediği yerlere sürükleyen; yaşamın umulmadık sırlarına götüren, mümkün olmayanı bile mümkün kılan bu masalı okudukça, hayat zihninde bir gösteriye dönüşmüş. Alice’in ablasına söylediği sözler bir zamanlar onun annesine anlatmaya çalıştıklarıymış: “Zihnimi, içinde resim bulunmayan bir kitaba nasıl verebilirim” diyen Alice, tüm duygularının tercümanı olmuş. O da anlatılanları kafasında canlandıramadığı, bir türlü hayatla bağdaştıramadığı için sıkıntı yaşamıyor muymuş? Böylece başka bir masal kahramanı onu yalnızlığından uzaklaştırmayı başarmış. Sanki bu küçük kız onun düşünüp de dile getirmeye çekindiklerini dönüp yüzüne haykırmaktaymış. Sadece “benim dünyam saçma olmalı” dediği için Alice’le tartışmış. Çünkü ona göre dünya zaten yeterince saçmaymış. Elinde tuttuğu kitap onu beyaz tavşanla da tanıştırmış. Bundan böyle onu takip etmeli, gerekirse pek çok tünelden geçmeli, hayatın her bir saniyesinden zevk almalıymış. Yıllardır beklediği yerden bir anda uzaklaşmış. Olan bitenin içinden hızla çıkıp gitmiş. Bundan böyle iğne deliğinden geçecek; kapı, pencere dinlemeyecek kadar sadeleşecekmiş. Hayatın görmediği, bilmediği harikalarını bulmak üzere keşfe çıkmış. Islanıp ıslanıp kurumuş. Hiçbir şeyi ertelememiş, tüm saatleri kendine göre ayarlamış. Böylece yeni bir masal yazmaya başlamış. Bilmenin ve keşfetmenin dünyasında su gibi akmış, hiçbir şeyin üzerinde çok uzun süre durmamış. Fakat tanık oldukları, annesinin masallarından o kadar uzak ve de dramatikmiş ki, her seferinde adını ‘harika’ koyduğu dünyası şiddetli depremlerle sarsılıyormuş. Masal her geçen gün kalabalıklaşıyor; elini, burnunu, gözünü, dilini kapan 63

- Mavi Öyküler


geliyormuş. Eller, gözler, diller, burunlar bir olmuş, ona dava açmışlar. Mahkeme salonuna giren hâkim, “önce hüküm, sonra karar” diyerek, masalını orta yerinden yırtmış. “Fikirlerinden koparın, sonra da doğmama gününü kutlayalım” diye kahkahalar atmış. Herkes dört bir koldan alkış tutmuş. Kendisini ne kadar savunmaya çalışırsa çalışsın, anlatamamış. Bir çırpıda suratına vurulan kararlar çelişki olup derinlerinde bir yerlere yerleşmiş. Etrafındaki hâkimler, savcılar arttıkça içinde bir yer kanamaya başlamış. Annesinin sesi kulağına yerleşmiş, onu ha bire dürtmeye başlamış. “Sen prensessin ve her prensese bir prens gerek, zaman geçiyor, elini çabuk tut” Bir anda “geç kaldım, geç kaldım” diyerek telaşa kapılmaya başlamış. Masallar masallara, sesler seslere karışmış, berrak olan her şey bulanıklaşmış. Annesinin masallarını terk ettiği için pişman olmuş. Çıkınca bir kez düşlerin üstüne, kendine ait bir masal yazmaya başlayınca geri dönmek ne de zormuş. Dönüş yolunda tüm bildiklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini, içinde doğan arzuları unutabilecek miymiş? Sınırları kalınca çizilmiş resimlerde kendisine yer bulabilecek miymiş? Bunları anlatmaya kalkıştığı her vakit, rüyalarının tek tanığı olduğundan kimse onu anlamayacakmış. Öyleyse gözleri kör, kulakları sağır ve dili lal olmalı, masallardaki prensesler gibi çok fazla konuşmamalı, söz hakkını ve masalın seyrini prenslere bırakmalıymış. Onca yoldan sonra kendisini başladığı yerde, balkonunda, saçlarını uzatıp bekleyen Rapunzel olarak bulmuş. Hayat bir oyun sahnesiymiş. O da rolünü değiştirmeye, yeniden prensini beklemeye karar vermiş. Prensegemen toplumda çaresiz başka bir çıkış görememiş. Ne zaman ki boyun eğmiş, etrafını eş adayları kuşatmış. İlk bakışta gördüğü tüm yanlışların üstünü örtmüş, sözlerin altından kat kat manalar üretmiş. Yürüyerek gelen prenslerin, atlarını kapıya bağladıklarına kanaat getirmiş. Yüreğini alıp götürecek sihri, ilk öpücükten sonrasına sakladıklarını düşünmüş. Kendi Mavi Öyküler -

64


masalını feda ettiği adamların dünyasına hiç sorgusuz ortak olmuş. Ne zaman bir terslik olduğunu sansa, içine bir kurt düşse, annesinin sesi diye bildiği iç ses haykırırmış: “Bir prenses prensini mutlu etmek için yaşar, sus ve kabullen.” Kabullenmezse pes etmiş, becerememiş, uyumsuz olacakmış. Bunu göze alabilir miymiş? Sanki pek çok ağız bir araya gelmiş de çaresizlik adlı şarkıyı söylüyormuş. İtiraz etse, koroyu bozan çatlak sesi yüzünden, müzik hayatına son verilen bir şarkıcı gibi yapayalnız kalacakmış. Bu sığlığı sineye çektikçe kendini unutmuş. Mutluluk adına, çelişkilerinden soyunmak adına her seferinde başka bir mutsuz masala imza atmış. Öyle ki kalbine, bedenine el koyan prensler, ilk öpücükten sonra kurbağa oluyorlarmış. Aynı zamanda tersi geçerli masalda, kurbağa cinsine de hakaret edildiğini de anlamış. Masallara uyduramadığı hayat, çoğalan acılarla geçip gitmekteymiş. Bir zaman sonra içine kaçtığı yerde de saklanamaz olmuş. Günler kavgalarla, bağrışmalarla, karşılıklı suçlamalarla geçmeye başlamış. Artık masalların, kavuşma sonrasındaki bölümlerini öğrenmeye başlamış. “Hayat boyu mutlu yaşadılar” ile biten sayfaların devamını yazmaktaymış, yaşayarak. Meğer prensini içeri almak için saçını uzatan Rapunzel, saçı uzun aklı kısa olmakla suçlanmış. Uyuyan Güzel, bir anlık uyanmanın ardından, ömür boyu uyutulmuş. Pamuk Prenses, zehirli elmanın etkisi geçince, yıllarca yedi cücelerle yaşadığı için prensin kıskançlık krizlerine maruz kalmış. Külkedisi’nin giydiği pabuç prensin talepleriymiş. Ayağına küçük gelse de, yürürken sıksa da, inatla giymeye devam ediyor, çıplak ayakla yürümeyi aklına bile getirmiyormuş. Anlaşılmış ki, masalların büyülü öpücüğünün etkisi geçtikten sonra, prenseslerin hepsi Külkedisi’ne dönüşüyormuş. “MUTLU YAŞADILAR!” diye haykıran ses, diğer sesleri susturmak içinmiş. Yazıkmış. Kendisi gibi kaç kadın, prenses olmak için kusursuz olmaya çabalamış. İç güzelliklerini aynaların karşısında harcamış. Bedenlerini olmadık işkencelerden geçirmiş. Yine de hiçbiri mutlu bir son görememiş. Mutsuz olan prensesler, prensleri nasıl mutlu edebilirlermiş? Olmamış. Herkes Kaf Dağı’nın tepesinden yuvarlanıp düşmüş… 65

- Mavi Öyküler


“Ayna ayna söyle bana” ile çıkmışlar yola, aynalara küskün tamamlamışlar yolu. Yaşamı kusurlarıyla kabullenememişler. Güzelin kusurlu olduğunu sezememişler. Sevgiyi ve emeği anlatan masalları görmezden gelmişler. Onlar rafların ardında kalmış. O da, çaresizliğini tek çare bilmiş, her şeyi arkasında bırakmaya karar vermiş. Eğer biraz daha kalırsa çevresi kurbağaya dönüşen prenslerden geçilmeyecekmiş. Yazdığı masalına boş ve temiz bir sayfa açmış. Kendi halinde, beklentisiz bir hayat kurmuş. Yıllardır özlem duyduğu huzurlu günlerine kavuşmuş. Adına aşk denilen duyguyu bir insana bahşetmektense, her bir canlıya özenle dağıtmış. Yaşadıklarından dolayı kimseyi suçlamamış, kin beslememiş. Eğer bir suçlu varsa o da şu masallarmış. Masal dediğin masal kalmalı, gerçeğe giydirilmemeli, daha da ötesi yaratıcılığı ateşlemeliymiş. Yel değirmenlerini düşman sanıp savaşan Don Kişot gibi, alçakgönüllü olmalıymış kahramanları. Kusursuz, insan ötesi kahramanlara bu hayatta hiç ihtiyaç yokmuş. Çevirdiği sayfalar hızla ilerlemeye başlamış. Gün olmuş, an gelmiş, hiç beklemediği bir gün yolu bir adamla kesişmiş. Kendisi nasıl prensesliği reddetmişse, o da prens olmayı reddetmiş. Sohbetlerinin birinde adama, prens ve prensesler hakkında ne düşündüğünü sormuş. Adam, “ben olsam olsam kurbağa olurum” demiş. Bunu duyan prenses şaşkın ve sevinçli gülümsemiş. Ruhunu ele geçiren anlayış, içini ısıtan şefkat, gözlerine dalan olgun bakış onu yavaş yavaş aşka düşürmeye başlamış. Bu kez hissettikleri farklıymış, sahiciymiş. Vücudundaki her hücre yoğun bir etki altındaymış ama, adına büyü denilen ruh hali ile açıklanamazmış. Çünkü gözleri görüyor, kulakları duyuyor, ayakları yere basıyor ama güzel bir şarkının eşliğinde dans edercesine masalını adamın kollarını bırakıyormuş. O kolların sarılmaktan başka bir eyleminin olmayacağına neredeyse tamamen eminmiş. Bir tek hâlâ kafasında olanı biteni sürekli tartışması canını sıkıyormuş. Üstüne yapışan prenseslikten tamamen sıyrılamıyormuş. Ve bir gün nihayet adam prensesi öpmüş. Prenses bir anda kurbağaya dönüşmüş. Her öpücükte daha bir Mavi Öyküler -

66


kendileri olmuşlar. O güne değinki sıfatlarını, isimlerini bir bir çıkarmışlar üstlerinden. Sonuçta kurbağalar prens ve prensesleri yenmişler. Hangi cadı, hangi kral gelirse gelsin bu gerçeği değiştiremezmiş. Bundan böyle kral çıplak, aynalar dürüst ve elmalar zehirsizmiş. İki kişilik ülkelerinde, huzurla ve aşkla yaşayıp gitmişler.

p

“HAYATIN DIŞINDA KALAN BİR KENAR SÜSÜ” “Kök” | Melike Şenyüksel Bacaklarından aşağıya doğru bir şeylerin boşaldığını hissedip yaslanmıştı küçük parktaki o çelimsiz ağaca. Kendisini taşıyabileceğinden şüphe etmemişti hiç, çelimsiz görünüşüne rağmen. Dalları kuru da olsa kökleriyle toprağa tutunduğu için güvenmişti ona. İhanetin keskin rüzgârı yüzüne çarptığında, belki de ancak bir ağaca tutunabilirdi insan. Gözlerine inanamamıştı. Çok değil birkaç dakika öncesine kadar hayata gülümseyen gözleri boşlukta asılı kalmıştı şimdi. Tıpkı bir uçurtma gibi gövdesinden yara alıp takılı kalmıştı tellere. Gördüklerinin bir izahı olmalıydı. Sevdiği kadının bir başkasının kollarında oluşunun, üç beş dakika önce yanı başından başka bir adamla geçiverişinin izahı… Öylesine de mutlu görünüyordu ki adamın kollarında adımlarken caddeyi. Yabancı bir adamın kollarında… Varlığını bile fark etmemişti kadını. Çünkü diğer adamdaydı o güzel gözler başka her şeye kördü. Fark edilmemiş, flu kalmıştı o sokak resminde. Karanlık bir köşede unutulmuş etkisiz bir elemandı o an. Her yer ışıklı, her yer hayattayken, hayatın dışında kalan bir kenar süsüydü o ya da kara bir çalı. Sonsuza dek kök salmak istediği kadın, köklerinden söküp fırlatıp atıvermişti onu bir köşeye. Gözlerinden sızıp boynuna doğru kayan bir kaç dam67

- Mavi Öyküler


la yaşın sıcaklığını hissetti ve ardından, tam karşısına dikilip kendinden büyük bir dondurmayı yemeye çalışan çocukla göz göze geldi. Çocuk annesine doğru sesleniyordu aynı anda: “Anne! Şu adama bak, ağaca yapışmış. Hah ha! Ne komik!” Bir taraftan da erimeye yüz tutan dondurmasını yalıyordu çocuk. Annesinin ilgisizliğini görüp, annesi gibi yaptı o da sonra. Olağandışı bir şey yokmuş gibi yoluna devam etti. Bir adam bir gün bir ağaca sarılabilirdi pek tabii. Ağacın sertliğini duyumsadı bedeninde. Kımıldanmaya çalıştı. Ama bedenindeki bitkinlik azalmamıştı henüz. Ağacı bırakırsa yere yığılıvereceğini hissetti. En iyisi bir süre daha böyle kalmalıydı. Hem rezil olacaksa birilerine şimdiye kadar çoktan rezil olmuştu zaten. Kımıldanmadan öylece kaldı. Ağacın köklerini düşündü toprak altından yürüyen. Dallarını, gövdesini, ayakta dimdik duruşunu, heybetini… Ondan öğrenecek çok şeyi olduğunu duyumsadı. Kuru görünen dalların birine yasladı başını. Doğru yerdeydi.

p

“KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET” “Kaçış” | Şengül Can Şehir dışında ıssız bir tepenin başındaydım. Şehir dışına taşımışlardı artık mezarlıkları ve ölüler gasilhanede birbirlerini yıkıyor sonra otobüse dolup mezarlığa gelip kendilerini gömüyorlardı. Ölülerin mezarlarına plastik çiçekler diktiğimde sakilerin sunduğu aşk şarabını geri çevireli çok olmuştu ve silik bir insan suretiydim artık fotoğraflarda. Birden yağmur başladı havanın rengi grileşti bir gül kokusu yayıldı ortalığa, baktım güldendi mezar taşları, güller ölmüştü, evet gül doğdu, gül konuştu, gül yürüdü, gül okudu, gül yazdı, gül sevdi, gül sevindi, gül büyüdü, gül acıdı, gül düştü, gül kanaMavi Öyküler -

68


dı gül öldü... Tepeye veda etmek istedim ama yönümü bir türlü bulamadım bütün yollar yok oldu bir anda koyu yeşil tepeler, kara-mavi gökyüzü, dev elektrik direkleri bir de ben... Yağmur gittikçe hızlanmıştı koşmaya başladım. Direklerin altından koşa koşa geçtim, sırılsıklam oldum. Karşıda bir yere yıldırım düştü, felaket habercisi gibiydi. Yıldırımdan kurtulmalıydım ama sığınacak yer yoktu. Bir ara nefesim kesilecek gibi oldu, vücudum sımsıcaktı, derin derin havayı içime çektim, soğuk hava içimi acıtıyordu, celladım gelmişti karşıma, oysa kent çok uzakta kalmıştı aslında, hep merak etmişimdir cellâdı karşısında ne düşünür insan? Bir elektrik direğine yıldırım düştü, önce koyu bir mavilik sonra aydınlık ve arkasından mavinin her tonu belirdi. Artık yıldırımlar daha yakınlara düşmeye başlamıştı, umudum kalmayınca yıldırımları kovalamaya başladım ben de. Tıpkı küçükken gökkuşağını kovaladığım gibi başım yukarıda ve hızla koşmaya başladım, hep geç kalıyordum yıldırımlara, bir türlü yetişemiyordum, çamurlar içinde kaldım yerlerde yuvarlandım, sürüm sürüm süründüm, inim inim inledim. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı yere attım kendimi uyuyakalmışım, kenti gördüm düşümde. Bir odanın içinde tanımadığım aldatan erkek, tanımadığım aldatılan kız ve eskiz vardı. Tanımadığımaldatanerkek eskizle yatakta sevişirken tanımadığımaldatılankız odaya giriyordu: “Aşkım, bu da ne, Allah belanı versin beni bununla mı aldatıyorsun?” dedi. Tanımadığımaldatanerkek: “Aşkım bu sen değil misin, oysa ben sen sanmıştım? Nasıl olur tıpkı sana benziyordu.” Saçları aynı renkti, lensleri de. Aynı marka makyaj malzemeleri kullanıyordu, fosur fosur sigara içiyordu, marka yerlerden giyiniyor marka yerlere takılıyordu ama hesabı ödemeye hiç yanaşmıyordu; yanak nedir dediğimde tıpkı senin gibi boyanacak alandır diyordu, senin gibiydi sevgilim sürdüğü pudradan teninin rengi görünmüyordu, tıpkı sana benziyordu sevgilim pahalı 69

- Mavi Öyküler


bir hediye almadan vermiyordu. Kızıyordum birden, odanın içerisine girip bağırıp çağırıyordum. “Ne biçim rüya bu çıkarın beni burdan, sonra dönüp tanımadığım üç kişiye çocuksu bir bencillikle bu benim rüyam defolun gidin buradan” diyordum. Ürpererek uyandım, kent beni buldu sandım. Her yerde beni arıyormuş, sorup soruşturuyormuş bulması an meselesiymiş, daha ne kadar sürecek bu kaçış, bu kısır döngü? Biliyorum, kaçsam da bir yere varamayacağım anlatsam da... Nasıl mı başladı bu kaçış? Kentte bir kafede oturmuş arkadaşlarımla sohbet ediyordum, bir araya gelince kendilerinden konuşurmuş insanlar, biz de öyle yaptık. En çok korktuğum kafama bir şeyin düşmesiyle ölmek olduğunu söyledim. O an kafama bir kabak düştü, bağırdım herkes dönüp bana baktı. Öldüm sandım çok korktum, oysa korkacak bir şey yoktu ölüm varsa ben yoktum ben varsam ölüm yoktu, neden korkuyordum acaba hem var olmak hem ölmekten mi? Kabağın içi boşmuş, süs içinmiş, hayattaydım, arkadaşlarımdan biri kendini gerçekleştiren kehanet, dedi. O an kalakaldım ya bütün korkularım gerçekleşirse diye geçirdim içimden. Hızla kafeden çıktım, ara sokaklara daldım, her sokaktan bir tanıdık çıkıyordu karşıma, anladım ki kaçtığım sadece kabak değilmiş. En yakın arkadaşım birden yolda gördü beni, düğününe davet etti, gittim, karşıdan baktım, aslında ben evleniyormuşum kendi düğünüme davet edilmiştim, bir kız çocuğu yapıştı paçalarıma anne dedi ben senin kızınım, ittim çocuğu koşmaya başladım, davetliler donakaldı, annem bağırdı arkamdan, çocuk ağladı ben oradan uzaklaştım, nefes nefes yokuşu tırmandım o hızla bir adama çarptım. Göz göze geldik özür diledim, ama artık çok geçti. Hep söz vermiştim kendime erkeklerin gözlerine bakmayacağım diye, ona âşık olduğumu sanmıştı, aşkıma karşılık vermek için peşime takılmıştı, koca düğün alayı yetmezmiş gibi bir de bu adam çıktı başıma. Daha da hızlanmalıydım, yükte ağır pahada hafif ne varsa üzerimde attım; sevgi, nefret, dostluk, korku, aşk... Her şeyi yollara fırlattım, ben fırlattıkça yoldan geçenler topluyordu, aşkı bir dilenci almıştı, sevinmişti. Ben arMavi Öyküler -

70


tık canlı bir kadavraydım ve içimde Kaf Dağı’nın ardındaki Anka kuşlarının emzirdiği çocuk üşümüştü. Arkamda beni kovalayan kalabalığı atlatmıştım, nihayet kimsenin olmadığı bir sokak buldum, bir kaldırıma oturdum, dinlendim. Karşımda bir çöp kutusu vardı, içinde kediler yiyecek kavgası ediyordu. Şişman, kara bir kedi karnını doyurduktan sonra başını yukarı kaldırdı, başına beyaz bir poşet takılmıştı, tıpkı aşçıların şapkalarına benziyordu, kutudan çıktı karşıma geçip konuşmaya başladı, beğenmemişti buradaki yemekleri kedi mamasını istedi, yok dedim, nasıl olsa yaşlanınca getirirsin, başka ne işin olacak dedi. O an kendimi gördüm, yaşlanmıştım, elimde bir kutu kedi maması, yavaş yavaş yürüyordum, sonra aynı bu kaldırıma oturup, ellerim titreye titreye mamayı yere döküyordum, bütün kediler etrafıma toplanıyordu, belki evlenmişsin, dedi kedi, kızın olmuş ama yalnız kalmışsın ya da yatalakmışsın, pencerenin kenarında bir saksı gibi duruyormuşsun, sokağa bakıp mama atıyormuşsun, gözlerim büyüdü birden, yüzümü ellerimin arasına aldım, yere kapandım hayır böyle yaşlanmamalıyım diye bağırdım hem de nefesim kesilinceye kadar, bir şeyler yapmalıydım, ilk yaptığım şey şu kediye bir tekme vurmak oldu. Şişmankarakedi karnını yaya yaya uçtu havada, sonra bir yere çakıldı çok kızmıştı bana, o da düştü peşime, sokakların birinde düğün dernek sesi duydum, demek buraya kadar gelmişlerdi, bir sokağa girdim düğün alayı karşımdaydı, beni görünce herkes sustu, bakışlar bana çevrildi, bir çığlık attım, geri dönüp koşmaya başladım. Tam kurtuldum, derken birden karşıma eskiz çıktı, yanında tanımadığımaldatanerkek ve tanımadığımaldatılankız üçü birden tutmaya çalıştı beni, yanlış anlamışım onları, yaptıkları aslında kötü bir şey değilmiş, her aşkta olurmuş zaten aşk da bitermiş. Eskiz ağlıyordu sen de önemsemedin beni diyordu, eskiz koydun adımı, bir adım bile yok, yıllarca hep eskiz dediler bana. Onlardan kurtulmak istedim, yolumu değiştirdim, ama onlar da peşime takılmıştı. Düğün alayı önde küçükkız, adam, kedi şimdi de bu üçlü bütün kent peşimdeydi. Koşuyordum hayır diyordum teslim olmayacağım, sanki bir kara delik gibi beni çekmeye çalışıyorlardı, yutmak istiyorlardı, bir yer bulmalıydım, bu insanların aklına gelmeyecek, beni asla bulamayacakları bir 71

- Mavi Öyküler


yer, sonra birden mezarlıklar geldi aklıma, mezarlığa doğru koşmaya başladım çünkü şehir dışına taşımışlardı artık mezarlıkları ve ölüler gasil hanede birbirlerini yıkıyorlardı.

p

“BOŞLUKTA SALLANAN BİR KEMİK GİBİ DURUYOR TÜM CANLILAR” “Amojgar” | Hürehni Fırat Öncü Bugün pazar, hava ıvır zıvır ve Amojgar yürüyor sokakta. Sokak bomboş, ama bir o kadar dolu. Sokak, sokaktakilerle alakasız renksiz ve insandan pullarla ana caddeye uzanan bir yılan gibi kıvrılıyor. İlginç sesler var. Michael Jackson öldü diyor biri, bir başkası da aynı şeyi diyor. O sırada bir çocuk Coca Cola şişesine tekme atarak, “Anne bak! Goool! Gooll!” diye bağırıyor. Tüpler Suziki Cary marka aracın arka tarafına atılıyor. “Daam! Daaam!” Ezan sesi. Ömrünü çakmak doldurmakla geçiren yaşlının ritmik şekilde çevreye yaydığı çakmak sesi ve gaz kokusu... Amojgar çok kulaklı bir yaratık gibi yürüyor. Adımları hızlanıyor. Sıkılıyor. Sokağın müzik anlayışından nefret ediyor. Duymak istemiyor hiçbir şeyi. Mp3 çalarını çıkarıp kulaklığını takıyor. Çift kulaklı olduğunu ispatlıyor kendisine ve buna alıştıkça sesini yükseltiyor. Ve bir larva gibi hızlı hızlı yürümediğini ispatlarcasına dalıyor kalabalığa. Sesler bitince görüntüler yakalıyor onu bu kez. Sesi açtıkça görüntüler netleşiyor, ayrıntılar yakınlaşıyor. Yüzlerce kafanın, Mavi Öyküler -

72


elin ve ayağın mükemmel bir uyumsuzlukla sokaktan ne kadar da uzaklarda bir şeyler yapmaya çalıştığını görüyor. Gözlerle karşılaşıyor. Sevgili gözlerle, alçak gözlerle, iradeli gözlerle, acımasız, baygın, elemli, birkaç mavi gözle, içedönük gözlerle... Göğüslerle, bacaklarla... Ellerle! Başka “ellerin içinde eller” ile “yalnız eller” görüyor. Ve gözlerin hep yalnız olduğunu fark ediyor. Yürürken kendi ellerini görebildiğini, fakat dışarıdayken, asla kendi gözlerini göremeyeceğine üzülerek... Gözlerini sokağın kenar ve köşelerine çeviriyor. Köşelerde ilkel organizmaları andıran dudak çiftleri var. Yaşamak için birbirlerine muhtaçlar, bu denli içlerindeler birbirlerinin. Sanki dudaklar başka dudaklar için var. Sanki dudaklar başka dudaklar olmayınca ayrı bir bedendeymiş gibi. Eksik görüntüler her yerde. Her yere yirmi dört saatte bağırılan şiirsizlik ve gecesizlik bulaşmış. Evet, pandomim var. Sidik kokulu pandomimler. Sakallı pandomim var. Sırıtan, kokutan, dişleri çürük pandomimler sarmış her yeri. Küçük bir çocuğun dede diyeceği pandomimler ellerini açmış dileniyor, “para dağıtan tanrılar sokağına” gittikçe benzeterek burayı. Görerek bunları Amojgar yürüyor sokakta. Daha çok genç... Uzun boylu ve zayıf... Devcilik oynamaya gelmiş sanki buraya. Adımlarına bakıyor, ayakkabılarına, ayakkabısızlığına, köhne bir kırtasiyede kızların logosal çıktığı “Che Guevera” posterlerine. İçinden bağırıyor. Sokağın sesini duyduğu gibi kimse duymuyor sesini. Kulağında sanki yüzyıllardır kuluçkaya yatmış salyangozun ona küsmesine inat müzik sınırları aşıyor. Ruhunu paramparça etme pahasına kaba ve sert bir ses yankılanıyor. “Kahrolası Hitler” diyor şarkı. O sırada sokağın büyük bir bölümünü geçiyor. İstemiyor hiç kimseyi. Sokağı, bu şehri, kendisini, ayakkabılarını, ayaksızlığını, gidecek hiçbir yerinin olmamasına içerlenmeden. İstemiyor. Bu şarkı tırmalarken kulağını... “Rammstein’ı” ve “Hitler’i eleştiren bu parçayı” unutarak dinliyor şarkıyı. Güçlü, tok bir çığlığı anlatıyor bu şarkı endüstriyel malzemelerle -kaba bir ney gibi. 73

- Mavi Öyküler


Gücü temsil ediyor; gücün çılgınlığını, çığlığını. Gücün güçsüzlüğü. Müziğin sözler dışında bıraktığı o sert duyguyu. Gözlerinin görebildiği sokakta vahşetin sessiz sineması var. Belediyelerin iftar çadırı açtığı mevsimlerde sıraya giren yoksulların yemeğe bakışı gibi çöp kutusuna bakan bir çocuğun yutkunmasını görerek ilerliyor. Biliyor neden yutkunduğunu onun orada, çöpleri toplayıp satacak ya da içinden çıkan ezilmemiş domatesleri, elmaları yiyecek. Çöp kutusunun karşısında tırnak makası satan adamı es geçiyor. Kafasını çevirdiği an şehrin en önemli bestseller kitaplarının tarih, asker ve savaş kitapları olduğunu görerek bu şarkıyı bu sokakta son seste dinlediği için kendine hak veriyor. Bu şarkıyla sokaktaki sesi öldürerek görüntüleri çıkarıyor ortaya Amojgar. Bunu usta bir incelikle yapmıyor, günümüz dünyasının bir tepkisinden ibaret yaptıkları. Çünkü sesli bir sokak gülücük demek, selamlaşmalar demek, sıradanlık demek. Ses bittiği an görüntüler anlatıyor o kitaplığı, o çöpü, pantomimleri... Beyni salgılıyor. Beynindeki dil konuşuyor. “Tecavüze uğramış bir sokağa bakmak da neyin nesi? Hiç sokaklar tecavüze uğrar mı? Hangi şehir sokaklarıyla meydanlarını kesebilecek kadar ilerde?” Yürüyor. Durmadan. Hızlı. Kulaklık var sadece! Tüm dünyanın seslerine pamuk dayadığı kulaklık... “Meydanlar, heykellerden oluşan kahraman motifli alçak seviye alanları. Toplumların illüzyon yerleri. Büyüdükçe soğuklaşan ve kötüleşen insanların, çocukluklarının lunaparklarını karşılayan yerleri...” Gözlerini bulutlara dikip bakıyor. Sokak bitmek üzere! Sağda zengin bir mağaza var. Bakmıyor oraya. Botuyla ilerliyor bir asker gibi. Dik ve yok etmek için değil; en büyük stratejisi kaçmak olan bir asker gibi. Duygusunu, insanlığını, düşüncelerini, geleceğini, sevgisini arayan bir Hitler gibi; sert ve kararlı, sonsuza kadar çıkacak bu sokaktan. Bir sürü insan. Bir sürü sperme Mavi Öyküler -

74


benzeyen insanı konacağı yumurtayı arasın diye bırakacak bu sokakta. Dönerciyi görüyor. Sokak bitti. Caddeden geçen araçları... Eve gidecek. Banyo yapacak, sıcak yatağına atlayıp temiz düşlerle vaftiz edecek kendisini. Adımları bir şeyi ezeceğinden habersiz... Evini düşünüyor. Dokunduğu bir şey var gibi. Aniden bir ses! Fırlayan bir ok! Ama canlı ama ince. Ya da kalkan bir uçak gibi, ama biraz insanca... Bir acının sesi. İnsanların seslerini duymadığı kulaklığı delebilen, acı katan dışarıdan bir ses. Bir şey ezdim diyor. Sakız gibi bir şey. Ama etli biraz! Kulaklığını çıkarıyor. Sokak çok sessiz... Yere bakıyor. Önce botlarına. Botunu kaldırıyor. İnce ve kırmızı bir şeyler. Bağırsaklar. Sağına bakıyor, mağazanın önünde bir kutu ve kutunun içinde sarı civcivler. Sokaktaki herkes bir katile bakar gibi bakıyor Amojgar’a. Dönerci, kadınlar, bildiri dağıtan solcu gençler herkes ona bakıyor. Sokak artık herkes... Yılanın kuyruğuna gelmişken bu sokaktan kurtulmak üzereyken bir iki dakika önce herkese baktığı gibi şimdi herkes ona bakıyor. Çöpçüyü unutarak, pandomimleri, dudakları görmeyenler şimdi Amojgar’ı görüyor. Bir ses daha... Omzuna dokunan bir el. İrkiliyor. Aniden dönüyor. “Bir şey olmaz.” Eliyle civcivi alıp rahat bir şekilde çöp kutusuna fırlatıyor. Geri geliyor civciv satan adam. Büyük bir ahlaksızlıkla ve civcivi çöpe attığı kadar rahat ve umursamaz bir şekilde. “Para” diyor. Amojgar eliyle itiyor adamı ve koşar adım uzaklaşıyor adamdan ve caddeye ulaşıyor. Sonra şehrin parklarından birine gidip ağaçların ve havuzun şehre bıraktığı güzel boşluğa dalıyor. Gökyüzüne. Boşlukta sallanan bir kemik gibi duruyor tüm canlılar. Hepsi uzun ve inceler. Savunmasız. Giacometti geliyor aklına ve onun heykelleri. Sırık gibi duran insanları, ince ve uzun köpek75

- Mavi Öyküler


leri... Havadalar, uçaktalar, sokaktalar, civcivdeler, gecedeler, yataktalar boşlukta sallanan kemikler gibi duran tüm canlılar. Fıskiye suyu diklemesine üçer metre havaya atıyor. Takip ediyor izleğini fıskiyeden fırlayan suyun. Yükseklere gidip havuza tekrar dönen suyu. Yükselip alçalan... Bu eğlenceye baktıkça hafifletiyor beynini. Sokağın, sokaktaki insanların hatta kendisinin çoğu zaman bu fıskiyeye benzer bir izleği takip ettiğini anlayarak. Civciv, insanlar ve civciv satan adam sanki hiç yok. Satılan tüm civcivler bitmiş gibi. Ve üzerine gelen “katilsin sen!” ünlemi. Bunların hepsi olmamış gibi. İnsanlar sadece civcivin nasıl olur da bu kadar haykırabildiğine, nasıl bir acı çektiğine bakabildiler. “Civcivin kendisine” ve “et acısının özüne değil”. İnsanlar civcivde kendisini bulmuş gibi. Bakakaldılar. Ama civciv satan adam ne bulmuştu? Anladı Amojgar hepsini. Sanki kimse yürümedi, konuşmadı. Pandomim, Che posterleri hiçbiri yoktu. Evrenin kendine has bir ağzı, gözü yoktu. Eve çıktı. Sevgilisi elinde sigarayla baktı ona. “Hoş geldin. … Hoş geldin mi?” “Bana bak! Ve bir şey sorma. Ben bugün katildim sanki.” Sonra da dilini ve dudaklarını göstererek gülümsedi; “Konuşan ben değilim; kıpırdayan dudaklarım.”

p

“SEVGİLİ KIR ÇİÇEĞİM” “Güzellik Sırla Kaplar Bu Bendeki Beni” | Gonca Borça Dünyalar güzeli sevgilime; Güzelsin çok güzelsin sevgilim Sadece gözlerine bakmak için bir ömür yetmez O masmavi sımsıcak içine çeken gözler Ya tatlı saçlarına ne demeli, her buklesi denizdeki dalgalar gibi içimi hoplatıyor Mavi Öyküler -

76


Nasıl tarif etsem seni sana bilemiyorum ki Bir nur damlası gibi yüzün, baktıkça bakasım sevdikçe sevesim geliyor Hele o dimdik yürüyüşün yok mu, önüne bakan tavrın Beni deli ediyor, baştan çıkarıyor bi’tanem Rüzgârda savrulan saçlarını, şöyle bir arkaya atışın var ya Kırk yıl köle olurum ben o saçlara Burnun sanki göğü gösterir gibi Tanrı’nın lütfu Kalem gibi inceden ve asil Seni görmeyi nasıl da ister şu zavallı yüreğim bir bilsen Bu kalp nasıl da çarpar o ahu dudakları görmek için Çilek desem olmaz, kiraz desem olmaz, sanki gül goncası öpülesi dudaklar Benim bir tanecik sevgilim nasıl da özledim seni bilemezsin O narin ellerini tutmak uzaktan bir hayal gibi Ya keman kaşlarına ne demeli, uzun kirpiklerini koruyan şemsiye gibi Kirpiklerin ok gibi aşkım, yüreğime fırlatılan ok gibi Birer birer vuruyor her tanesi kalbimi Canım sevgilim mektubumu burada bitiriyor hasretle öpüyorum. Kemal’in. Sevgilim merhaba, Mektubunu aldım ve sevindim Uzaklar yakınlaşıyor hayatım, nasılsın iyi misin? Sen sormasan da ben sorayım sana Umarın her şey yolunda, keyfin yerindedir canım. Beni sorarsan yorgunum bi’tanem, dersler ağırlaştı Çalışacak şeyler o kadar çok ki Yurtta ders çalışacak pek ortam yok Bunun yanı sıra okumak için çalışıyorum biliyorsun Ay sonu çabuk geliyor, maaşımla ancak idare ediyorum Hasta babama ilaçlarını aldım, o da iyileşecek buna inanıyorum İltifatların için teşekkürler, beni gerçekten çok şımartıyorsun Sen nasılsın bu arada? Nasıl işler güçler, sağlığın iyi mi? En kısa zamanda yaz, hasretle öpüyorum. Makbule’n. 77

- Mavi Öyküler


Sevgili Manolyam, Ben nasıl olacağım senin hasretinle yanmaktan gayrı Hayalin rüyalarımı süslüyor bi’tanem Kavuşmak için gün sayıyor, şu deli yürek Senin benim olacağın hayali yetiyor beni yaşatmaya Bir bakışın ömre bedel be ceylan gözlüm Bir dolansam sana, saçlarını okşasam Benden mutlusu olur mu be ahu dudaklım? Hele o dudaklarından öpmeyi hayal bile edemiyorum Gelir gelmez isteteceğim seni, kimseye söz verme e mi papatyam benim Evlenince de rahat edeceksin, benim maaşım ikimize de yeter Ah deniz gözlüm, kıymetlim, en kısa zamanda görüşmek üzere.. Kemal’in. Sevgili Kemal’im, Beni mahçup ediyorsun bi’tanem Kavuşacağız elbet üzülme, herhalde iyisindir canım Sen böyle konuşunca kafam öyle dağılıyor ki Hiç ders çalışasım gelmiyor, hep seni düşünüyorum Dizlerimin ağrısını bile hissetmiyorum seni düşünürken Arnavutköy’de bir ev tutarız, şöyle çatı katı Terasta sen gazete okurken, ben mutfakta şaraplarımızı hazırlarım Hem senin işine de yakın olur değil mi? Annen baban nasıllar? Beni beğenmişler mi? Umarım iyilerdir de torunlarını severler Aşkım mektubuma hasretle bitiriyor, özlemle bekliyorum Makbule’n. Güzel gelinciğim benim, Ben de hayallerinle yaşıyorum aşkım Narin bedenini kollarıma alacağım günleri beklemekle geçiyor zamanım Resmine baktım dün gece yine, güzel yüzünle bakıyordun bana Baktım baktım doyamadım, ne güzelsin papatyam Kırmızı bluzun de pek yakışmış bi’tanem Güzele al yakışır derler ya, tam da öyle Kırmızı bir şal aldım sana, boynuna sarasın diye Mavi Öyküler -

78


Aklımı aldın sen de benim Hasretle öpüyor, sevgilerimi kuş gibi uçuruyorum. Kemal. Sevgilim, Gerçekten övgülerin pek hoş, belli ki güzelliğim sarhoş etmiş seni Ama üç mektuptur bir hatırımı bile sormuyorsun farkında mısın? Benim sorularım da hep cevapsız Merak ettim bana olan ilginin tek nedeni güzelliğim midir? Üstelik sana da hatırını sordum, annenle babanı da Neden hiç cevap vermedin bana? Dizim gerçekten zonkluyor, bir geçmiş olsun demeni beklerdim canım Tatlım, seninle iki kere görüştük ama bana hiç kendinden bahsetmedin? Nelerden hoşlanırsın merak ediyorum Sen beni merak etmiyor musun kuzum? Neler okursun, neler dinlersin, nerelere gidersin Daha arkadaşlarınla tanıştıracaksın beni Sonra balık tutmaya götüreceksin öyle değil mi? Hangi burçsun sevgilim, ne olur yaz bana Sevgilerimle… Makbule. Sevgili Kır Çiçeğim Ben seni düşünmekten başka ne yapabilirim ki? Aklım da fikrim de sensin artık benim O güzel dudaklarından çıkan her söz şiir bana O tatlı sözlerin şarkıların en güzeli Seninle olunca her yer güzel bi’tanem Sen yanımda olunca ne arkadaş ister deli gönül ne cet, ne ata Tek sevincim şu ara, senin yanına geleceğim düşü Ne burcu manolyam, burcu burcu kokuyorsun burnumda Aşkınla yanan kalbime bir su damlası olacaksın yakında… Özlemle bitirirken mektubu, öpüyorum kuğu gibi narin boynundan Kemal. Kemal’ciğim, 79

- Mavi Öyküler


Çok hoş yazdıkların şımartıyorsun beni Ama güzelliğim sanırım âşık etmiş seni Görmüyorsun içimdeki asıl beni Merak etmiyorsun ne durumda sevgilim diye Neden bu kadar kör olmuşsun a benim deli yârim Ne olurdu biraz anlasaydın beni Ben şu anda dizlerimdeki ağrılardan kurtulamadım hâlâ Sen sormasan da ben söyleyeyim Okula devam edemiyorum, sadece çalışıyorum artık Yurttan da ayrılmak zorunda kaldım Bir arkadaşımın yanında kalıyorum Babam biraz daha iyi Ama ben artık sana elveda diyorum Belki bu sefer duyarsın beni Hoşçakal canım… Makbule. Sevgili Papatyam, Ne diyorsun anlamadım kuzum Hiç yakışmıyor ağzına bu sözler Nasıl kıyarsın sana tutuşmuş bu adama Oysa elini bile tutmadım daha Hoşçakal lafını kabul etmedim ama En kısa zamanda geleceğim, sakın gönlünü başkasına kaptırma… Görüşmek ümidiyle, aşkla… Kemal. Makbule’ciğim, Belki güzelliğinin büyüsü sardı beni bilmiyorum Bunun suçu ben değilim senin güzelliğin aslında O engelledi benim seni görmemi Affet beni bi’tanem Neden yazmıyorsun hâlâ bana gün yüzlüm? Kemal. Sevgili Makbule, Ne oldu sana birden bire böyle Mavi Öyküler -

80


Başka biri aklını çeldiyse söyle Böyle suskun kalmanı anlamadım Yoksa seni rahatsız eden bir şey mi var Boyum posum yerinde, maaşım düzgün Kaşım gözüm, halim vaktim maşallah Nedir senin derdin çözemedim Derdin, rahat battı sana Fazla hava verdim galiba Şımarttım mı yoksa Çabuk cevap yaz, bak kızıyorum ama Kemal. Kız Makbule Kaşarı, Seni beğenip de âşık olan ben uyandım artık Etrafta tazecikler dolaşırken, senin gibi geçkine kapılıyordum az kalsın Oysa sen ne kadar acımasız, gaddarmışsın Bir kalemde sildin beni Bir kere sen kendini ne sanıyorsun ya Sendeki boy pos herkeste var Ellerin ayakların da maşallah çocuk mezarı Bizim burada senin gözlere kenafir gözlü derler, hemen girme havalara Allah bilir saçını da boyuyorsundur sen Okul senin neyine, senin okulla işin olmaz kızım, yollusun sen yollu Mektubumu burada bitirirken, sen bana hoşçakal diyemezsin Ben sana diyorum, sepet sepet yumurta herkes kendi yoluna Bir daha da sakın arama… Kemal.

p

“SANKİ DEV BİR CÜMLE VARDI ORTADA, HERKES KENDİ PAYINI SÖYLÜYORDU”

81

- Mavi Öyküler


“Memur” | Emirhan Burak Aydın Onu kutsayın, ona acıyın, ondan korkun lütfen. Dikkat edin, bak orada işte. Aklı karanlıkta. Masasının arkasında duruyor. Elleri gökyüzüne açılmış. Boynuna kadar çekilmiş kravatının siyahlığında kaybolun, ceketi hemen yanda. Kahverengi. Gözleri kapanmış, dua ediyor sanki. Soğuk odada, milyarlarca labirentin ortasında, oksijenin gerçekliğinin şüpheli olduğu bu yerde, sandalyesinin üstünde oturuyor. Pencereler kapalı. Memur nefes alıp veriyor hızlıca. Ses mi çıkıyor ağzından? Konuşabiliyor mu o? “Parmak uçlarımda yılanlar hissediyorum.” Elleri uyumuş olmalı. Peki telefon bu konuda ne düşünüyor? İşin doğrusu Memur, telefonun umurunda bile değil. Telefon sadece çalıyor. O kadar. Sesi yankılanmıyor bile bu odada. Kaynağından kaçtıktan sonra anında yutuluyor. “Açmalıyım telefonu değil mi?” Kendi kendine sorular sormaya alıştı Memur. Herkesin ona bir şeyler sorduğu bir dünyada o kendisine soru niye soramasın? Dua eder gibi kaldırdığı ellerini masaya indiriyor. Minik bir pat sesi yayılıyor etrafa ve paramparça oluyor. Telefonu açıyor. Heyecanlı bir ses hemen başlıyor konuşmaya. Memur ise gözlerini kırpıp duruyor. Işığa alışmamışlar. “Ne kadar zamandır gözlerim kapalı?” diye düşünüyor. Telefonun öbür tarafında kusar gibi konuşan kişi susmuyor. Kadın mı erkek mi o bile belli değil. “Alo?” diye araya giriyor Memur. Ses gelmiyor telefondan. Hiç çalmamış mıydı acaba? Memur gülüyor. “Yok artık” diye düşünüyor. “Duydum çaldığını…” Bu duruma sıkıldığı yüzünden belli. Suratının ortasında bir kara delik büyüyor ve bütün ışığı içine çekiyor gibi. Masanın üstünde duran ellerine bakıyor şimdi. Parmak uçlarını, tırnaklarını inceliyor. Ellerinin altında bir kâğıt var, sağ elinin olduğu tarafta birkaç dosya duruyor. Sol elinin olduğu tarafta ise bir masa lambası. Masasının önünde iki tane sandalye var. Duvarlarda resim yok. Griye boyanmışlar. Memur tam karşısında duran kapıya bakıyor. İçi gidiyor bu görüntü karşısında. Ona ulaşmak istiyor. Kapının yanındaki duvar saati ise kötü kötü bakıyor suratına. Mavi Öyküler -

82


Gözünü ondan kaçırıp tekrar kapıya bakıyor Memur. “Ne kadar da güzel…” Kapı aniden bir adam doğuruyor. Sinirli birisi bu adam. Kıpkırmızı suratı ve burnunun altında bekleyen bir bıyığı var. Bağırmaya başlıyor. Oda korkudan titriyor. “Bana baksana sen tembel herif!” Memur, zaten ona bakıyor. Adam ise yüksek sesteki tiradına devam ediyor. Yaptığı işe âşık bir opera sanatçısı gibi gururlu, bütün sinirini bırakıyor Memur’un yüzünün hemen önüne. O ise sadece oturup dinliyor. Suratında hiçbir ifade yok. Oda da sakin sanki şimdi. “Bana hemen o belgeyi bul! Belgeyi bulamazsan da…” Bir süre susuyor. Bir tehdit gelecek belli. Memur içinden saymaya başlıyor. Altıda bağıran adam sessizce devam ediyor. “Kendini git kaybet!” Geldiği anilikte gidiyor. Bir belge kayıp. Memur’un canı sıkılıyor bu duruma. Sandalyesiyle arkaya dönüyor. “Karnım aç” diye düşünüyor. Belge. Hangi belgeydi ki bu şimdi? Nasıl bulacaktı onu? “Dışarı çıkmam gerekebilir...” Yüzü gülümsüyor. Bu binadan, bu odadan dışarı çıkabileceği gerçeği… Beyninin her kıvrımının içinde milyarlarca gökkuşağı intihar ediyor sanki, aklı rengarenk bir boya cümbüşüne dönüşüyor. O kadar çok istiyor ki gitmeyi… Hayal ediyor. Saate bir zafer edasıyla bakarak, kapıdan dışarı çıkıyor bu hayalde. Koridoru geçiyor, birkaç kişi onu izliyor. Suratlarında kıskançlık var. Aralarında konuşuyorlar sinirle. “Biz buradayız, o nasıl çıkar?!” Memur ise gülümsemiyor bile, yüzünde bir gurur yürüyor koridordan. İnsanlar belki de biliyorlar onun belgenin tekini kaybettiğini. Bu yüzden onu bu kadar kıskanıyorlar belki de... Bu binada hata yapmak kadar imkânsız başka bir şey yoktur çünkü. Bir de dışarı çıkmak belki. İkisinin bağlantılı olduğunu düşünüyor ilk defa Memur. “Hata yaparsan, binadan da çıkabilirsin.” Sonra asansöre biniyor. Asansör de hayal tabii ki. Memur hatırlamıyor odanın dışının nasıl olduğunu. Sadece tahmin yürütü83

- Mavi Öyküler


yor. Hem hayal bu yahu? Kim karışabilir! Asansörde yanında bir kadın var. Kadın ona bakıyor gözlerinin ucuyla. Anlıyor. Kesinlikle anlıyor onun dışarı gideceğini. Memur ona bakmıyor bile. Kadın ağzını açıp bir şey soracak gibi oluyor. Kokusu bile burnunda neredeyse… Toplanmış saçları, vücuduna oturan tek parça elbisesi, ciddi bakışı, hepsi gerçek gibi. Bir hayal bu kadar gerçeğe benzeyebilir mi? Belki de şu an hayal kurmuyordur, gerçekten odanın dışındadır. Gülüyor. Tabii ki hayal bunlar. Ama olmayacak hayaller değil. Bu odadan gerçekten çıkabilir. Çünkü bir bahanesi var artık. “Belge kayıp” Bahanesini dini yapıyor Memur, adeta belge bir tanrı, o da tanrısını arayan peygamber! “Hadi bakalım…” Ayağa kalkıyor. Sandalye ağlamaya başlıyor, masa gelecekten korkar hale geliyor, duvarlar irkiliyor. Memur bu odadan çıkacak. Hayal falan değil, gerçekten çıkacak. Ayakta durmak. Bu hissi özlediğini fark ediyor Memur. Ayaklarına bakıyor. Çok uzak geliyorlar ona. “Orada duruyorlar öylece.” Yürümeye başlıyor. Ayak sesleri yok gibi. Alışamadı daha. Belki de koridorda duyacak onları. Kapıya doğru geliyor. Saat nedense yenilmiş gözükmüyor. Gözleri üstünde Memur’un. Gülümsüyor hatta sanki. “Bakma bana öyle…” diyor Memur farkında olmadan. Saat ise ukala bir şekilde cevap veriyor ona. “Kafanın zirve noktasından, minik ayak parmağına kadar her yerindeyim Memur. Benden kaçmak mı istiyorsun? Bu imkânsız hayatım…” Memur rahatsız. “Bu kadar kendi kendime konuşmam yeter” diye düşünüyor. Saate son kez bakıyor. Normal bir saat işte. Kapıdan çıkıyor. Yelkovan hareket ediyor. Tik. Koridor sessiz. Kapılar sonsuz. Birkaç kişi dolanıyor sadece dışarıda. Bazıları ellerinde sigaraları, düşünceli düşünceli yürüyorlar. Hepsi ölümün gerçek olduğunu yeni öğrenmiş çocuklar gibi yorgun suratlara sahip. O da yürümeye başlıyor. Bazı kapılar aralık. İnsanları görüyor. Kimsenin ona baktığı yok. Memur da zaten kendisini odada hissettiği kadar nedense iyi hissetmiMavi Öyküler -

84


yor. Hayal ettiği gibi bir gurur da yok üstünde. İçinden “Hep saatin ukalalığı yüzünden” diye geçiriyor. Oysa saat konuşmamıştı ki. “Belki de hiç hayal etmemeliydim dışarı çıkmayı, sadece kapıyı geçip adımımı atmalıydım buraya. Hayal iyi bir şey değil ki.” Sigara dumanı içinde yürüyen bu insanlara çarpmadan yürümeye başlıyor Memur. Ne olursa olsun dışarı çıkacaktı. Belge önemli değildi, ama bu binadan çıkmak her şeydi. Derken o geliyor yanına. Üstü başı dağınık bir adam. Bir şeyler demeye çalışıyor. “Eebegeblalbe.” Anlamaya çalışıyor Memur. Çözülecek gibi değil oysa karşısındakinin sözleri. Ayrıca kokuyor bu adam. Bok, sidik, kusmuk kokuyor. Üstünde beyaz bulutların olduğu bir kravat takan başka bir memur yaklaşıyor yanlarına. “Odadan çıktığına göre, bu görüntülere alışman gerek…” Memur ona bakıyor. Bay Bulutlu Kravat devam ediyor. “Dışarıda her şey daha gariptir...” Memur tek kelime etmiyor. Kafası iyice karıştı onun. Ellerinden belli. Parmak uçlarında yılan taşıdığı o eller. Gülüyor Memur. “Evet, biraz garip burası.” Kravattaki bulutlar hareket ediyorlar. Memur uzaklaşıyor onların yanından. Neden bir pencere yok bu aptal binada? Duvarların tamamen gri olmasa daha iyi olmaz mıydı yani? Herkes böyle mutsuz işte. Hem o deli nasıl olur da dolaşabilir böyle elini kolunu sallaya sallaya! Bir güvenlik sistemi yok mu burasının? Aklında binlerce düşünce birbiriyle kavga halinde sarmaş dolaş kahkaha atıyor. Koridor ise bitecek gibi gözükmüyor. Memur yorulmaya başladığını hissettiğinde aklına odasındaki saati geliyor. Şimdi nasıl da mutludur o şeytani zaman makinesi! Kapılardan birisi de tam o sırada açılıyor işte. İçeriden alevler içinde bir adam çıkıyor. Gayet sakin. Evrenin normal kuralları içinde yaşıyor sanki. Oysa yanıyor o. Memur duraklıyor. Yanan bir adamı görünce herkes böyle yapar değil mi? Yanan adam konuşmaya başlıyor. Sözleri karşısındaki insanın içini ısıtıyor nedense. “Belki de yandığından ısınıyorsundur” diye düşünüyor Memur. 85

- Mavi Öyküler


“Sigarayı tam beş yıl önce bıraktım” diyor Yanan Adam. “O kadar mutluyum ki. Hayatımda her şey tam istediğim gibi gidiyor. Daha taze yaşıyorum. İşime çok daha iyi verebiliyorum kendimi…” Memur’un ise suratında korku ifadesi var. “Ama yanıyorsunuz?” Yanan Adam ise alınıyor bu sözden sanki. “Bu yaptığınız çok terbiyesizce bir davranıştı. Karşınızdakinin her özrüyle dalga mı geçersiniz siz? Çok üzücü…” Odasına giriyor. Memur absürd bir suçluluk içinde. Gömleğinin ilk düğmesini açıyor. Nefes almak istiyor. Oysa bu koridor onu gittikçe boğmaya başladı. Asansörleri de bulamadı daha. Belki de asansör yok, belki sonsuza kadar giden katlar var sadece ve hiçbir bağlantı yok aralarında… “Asansörleri mi arıyorsun?” diye soruyor yuvarlak gözlüklü dazlak bir adam. “Evet.” Adam kapısının önündeki sandalyeye oturuyor sonra. Elinde sigara var. Bu koridorda herkes bir şey bekliyor ve neredeyse herkes sigara içiyor. “Aşağıya inmeye bu kadar hevesli olan başka birisini görmemiştim.” Memur gülümsüyor mu boğuluyor mu belli değil. Karıştırıyor duyguları zihni. Ruhu yorgun onun. Burada neden yürüyor? Neden kendisini bu kadar kötü hissediyor? Yuvarlak gözlüklü, kel adam ona bakıyor. Gözleri Memur’un beyninin derinliklerinde dolanıyor sanki. “Neden?” “Bilmiyorum,” diyor Memur. “Hiçbir şey doğru gibi değil. Bütün gün o odada oturuyorum. Sadece oturuyorum. Bazı kâğıtlar geçiyor önümden, bir şeyler yazıyorum. Kendi cümlelerim değil bunlar. Ellerim sadece mahkûm o kelimelere. Saat karşımda durup benle dalga geçiyor. Duvarlar çok gri. Hiçbir şey net değil burada. Duman, renkler, insanlar, dedikleri… Anlayamıyorum. Hiçbir şeyi anlamıyorum ben! Sadece… Sadece bir kere bile olsa kendimle ilgili o netlik duygusunu, o berraklığı, o kabulleniş hissini yaşamak isterMavi Öyküler -

86


dim…” Adam gözlerini kapatıyor kısa bir süreliğine. “Kendini sevebilmek isterdin…” Yere çöküyor Memur. Koridorda, adam sandalyesinde otururken, o yerde bağdaş kuruyor. Adamın elindeki sigaranın dumanı yükseliyor. Hiçbir yerde pencere yok ki. Nasıl nefes alabiliyorlar burada? “Çok soru var, hiç cevabım yok. Hayır bazen kızıyorum da kendime… Neden böyleyim? Kâğıt üstünde hiçbir sorunum olmaması gerek benim. Normal bir hayatım var, yaşıyorum işte. Kim bilir daha kimler vardır benden kötü durumda olan? Ama niye böyle? Niye mutsuzken bile bu halimden suçluluk duyuyorum? Cevabın var mı bunlara!” Gözlerini açıyor adam. Tekrardan bakıyor dünyaya. Sigarasının külü düşüyor. “Beklemekten yorulmuşsun…” “Yoruldum” diyor Memur. “Ve sinirliyim. Çok sinirliyim… Büyük bir insan olmadığımı anladım, büyük bir yeteneğimin olmadığını! Vasat olduğunu anlamak kadar korkunç bir şey yok biliyor musun? Oysa ben… Ben ‘özel’ olabilmek isterdim. Hani vardır ya bazıları… Bir ışık vardır o insanlarda. Kıskanırsın cümlelerini, duruşlarını, yaşayışlarını… Farklıdırlar onlar. Gözlerinin içinde başka bir bakış vardır. Parmak uçlarında hayvanat bahçeleri yetiştirir onlar... Oysa ben sadece o sinsi yılanları hissediyorum. Sanki yukarı doğru çıkıp, boğacaklar bileklerimi… Yaşamımı yutacaklar, derilerinde bir desen olacağım en sonunda… Öylesine, belki sonrasında atılıp değişecek bir deride desen. Milyonlarcası içinde hiçbir yere değmeden kendi kendine dönen bir çark. Körler evindeki karanlık. Etkisiz eleman. Ben işte…” Susuyorlar şimdi. Oysa konuşmalılar. O kadar çok kelime tıkanmış ki boğazlarında, nefes alamıyor onlar. “Gidebilecek misin?” “İstiyorum.” Yuvarlak gözlüklü, kel adam, ayağa kalkıyor. Sigarasını yere atıp üstüne basıyor. Sandalyesini odasına götürüyor. Kapıyı kapatmadan önce son kez Memur’a bakıyor. 87

- Mavi Öyküler


“Yanlış yöne yürümüşsün… Buradan geriye doğru devam et. Asansörleri göreceksin. Hiçbir umut taşıma kafatasının içinde. Sadece yürü. Göreceksin...” İşte şimdi ne yapması gerektiğini öğrenen bir öğrenci oldu Memur. O yüzden yürüyor bu koridorda. Geldiği yolları geçiyor, kendi odasını görüyor. Kapısı kapalı. Devam ediyor yine de yoluna. Bir kere daha görüyor konuşamayan o adamı. Bu sefer ona hiç dikkat etmeden, sadece yürüyor. “Hiç rüya görür müsün?” diye soruyor bir süre sonra yanına gelen yelekli bir adam. “Görürüm tabii,” diyor Memur. Adam gülüyor. Kahkahalar atıyor. Durmuyor bir türlü. “Neye gülüyorsun böyle yahu!” diye bağırıyor Memur. Adam aniden ciddileşiyor. Elini Memur’un omzuna koyuyor. “Sana rüyamı anlatayım mı?” Anlatıyor: “Odamda uyuyakalmışım rüyamda, önümde bir rapor var. Kayıp bir belgeden bahsediyor rapor. Hiçbir şekilde umursamıyorum. İmzayı basıp onaylıyorum kayıplığını belgenin. Sonra oturuyorum. Saatlerce hiçbir şey yapmadan. Bir anda dışarı çıkmak istiyorum. Öyle aniden yerleşiyor içime bu his. Çıkıyorum odadan dolaşıyorum koridorda. Sonra birisini görüyorum. Yürüyor. Etrafına bakıyor, ama gözleri hayalet gibi. Nesnelerin, olayların içinden geçiyor, dokunamıyor onlara. Yanına gidiyorum. Beni fark etmiyor bile. ‘Hiç rüya görür müsün?’ diye soruyorum ona. Bir an irkiliyor ve oldukça ciddi bir ses tonuyla ‘Görürüm tabii’ diyor. Bu bende bir önceden yaşanmışlık hissi yaratıyor nedense… Gülmeye başlıyorum. Deli gibi ama. Gözlerimden yaş gelecek neredeyse… Oysa neyin komik olduğunun bile farkında değilim… Sonra bana ‘Neye gülüyorsun böyle yahu!’ diye bağırıyor. O zaman duruyorum. Komik değil aslında. Hiçbir şey komik değil. Tam tersi belki de. Acınası bütün bunlar… Üstüme sorular düşüyor yağmur gibi, tenimin üstüne yapışıyorlar. Elimi omzuna koyuyorum… “Sana rüyamı anlatayım mı?” diye soruyorum. Sonra anlatmaya başlıyorum. Odamda uyuyakaldığımı, önümde kayıp bir belgeyle ilgili bir rapor olduğunu söylüyorum…Sonra ise tam rüyamı anlatmaya devam edecekken lafımı Mavi Öyküler -

88


kesi…” Araya giriyor Memur burada. Aynı anda konuşuyorlar Rüyabaz adam ile. “Ne dediğinin farkında mısın sen?” “Ne dediğinin farkında mısın sen?” Adam tekrar gülmeye başlıyor. “Ne garip değil mi?” diyor. “Ne dediğimin farkında olup olmadığını soruyorsun… Sonra da uyanıyorum.” Memur karşısındaki adama bakıyor. Gözleri kapalı. Sabit. Sadece duruyor olduğu yerde. Onu sarsmıyor, dokunmuyor bile. Bir heykel gibi bırakıyor olduğu yerde. “Asansörü bulmalıyım,” diye düşünüyor. “Belge’yi bulmalısın!” diyor uzaktan bir ses. “Belki de belge yoktur...” diyor kapılar ardından başka biri. “Onunla oynuyorlar mı ki sizce?” diye fısıldıyor bir kadın sesi. Gülüşüyorlar. Aynı anda, yankılanıyor sesleri. Memur duyuyor onları. “Susun!” diye bağırıyor. Oysa onlar zaten susuyor şimdi. Memur ise korkuyor. Koşmaya başlıyor koridorda, etrafındaki kapıların görüntüsü silikleşene kadar koşuyor. Hızlandıkça hızlanıyor. Çarpıyor insanlara, üstündeki elbiseleri parçalayana kadar koşuyor… Görüntü bulanıklaşıyor iyice, ama sürat var. Hissetmiyor hiçbir şeyi. Ayakkabılarının seslerini duyabiliyor. “Ne harika bir ses bu…” diye düşünüyor. Mutlu oluyor. Asansörleri bulacak. Koştukça koşuyor. Düştüğünde bu yüzden ilk defa acıyı hissediyor. En azından fiziksel acıyı. İlk defa kanı tadacak ağzında. Kırmızıyı görecek ilk defa. “Hey çocuk! İyi misin sen bakalım?” diyerek yanına çöküyor bir tane yaşlı adam. Mavi tulumlu olduğuna göre bir temizlikçi o. Memur temizlikçilerden korkuyor, o yüzden geriye çekiliyor. Onlar esrarengiz ve korkunç insanlardır. Haklarında duyduğu o korkunç hikâyeler hâlâ aklında. Kim anlatmıştı sahi bunları? Mesela bir gün Temizlikçi, suda boğmuştu sırf üstü kirli diye birisini. Bir tanesi de bileklerini kesip, her yere kan dağıldığı için 89

- Mavi Öyküler


ağlaya ağlaya dolaşmıştı kaç gün koridorlarda. O kanın değdiği yerlerde yanık izleri kalmış diyordu anlatanlar… Anlatanlar vardı tabii. Konuşurlardı sürekli. Ciddi konuların arasında küçük kelimeler eklerlerdi. Sanki dev bir cümle vardı ortada, herkes kendi payını söylüyordu. Sonra dinleyen kelimeleri birleştiriyor ve konuyu anlıyordu. Bulmacanın içinde, siyah boşluklarda bekliyordu Memur, ve kulağını çevresindeki beyaz boşluklara dayamış, dinliyordu işte. Ancak bu temizlikçi iyi birisine benziyor. Mavi renk de güzel bir renktir hem. Ayağa kalkıyor Memur. Kravatı bozulmuş, onu düzeltiyor, ceketini hatırlıyor o anda, odasında unutmuştu. Ceketini özlüyor. Kahverengi ceketi. “Al bakalım, ceketini geçen gün bulmuştum ben de…” diyor adam. Şaşırıyor Memur. “Teşekkürler...” Birbirlerine bakıyorlar. Sonra Memur soruyor: “Asansörler ne tarafta acaba?” Temizlikçinin gözleri buğulanıyor. Bir hüzün çöküyor işte üstüne. “Hiç diğer katlara gittin mi?” diye soruyor. Memur boş bir yüz ifadesiyle bakıyor ona. Adam gülüyor. “Tabii ki gitmedin… Gitsen istemezdin ki bir daha gitmeyi…” Memur bu cümleye sinirleniyor. “Ne demek istiyorsun sen be adam! İşim gücüm var benim.” Adam bunu zaten biliyormuş gibi kafasını sallıyor. “Bir keresinde diğer katlardan birisinde beş dakika durmuştum. Yanlışlıkla asansöre girmiştim o gün. Belki de meraktandı, bilmiyorum. Ama asansöre bindiğim an pişman olmuştum. Asansör aşağıya doğru inmeye başlamıştı, bir an durdu. Kapılar açıldı, gözlerimi kapadım. Sanki görürsem orayı kötü şeyler olacak gibiydi. Kapılar tekrar kapandı ve asansör geri hareket etmeye başladı. ‘Eski kata dönüyor!’ diye sevindim…” Memur sordu. “Eee?” “Dönmüyormuş, buradayım işte… Belki de ilk gözlerimi kapadığım zaman kendi katımdaydım…” Mavi Öyküler -

90


Yaşlı adam ağlamaya başlıyor. Memur bu konuşmadan rahatsız oldu zaten olacağı kadar. Adamı omuzlarından sarsıyor ve soruyor tekrar. “Asansörler nerede?!” “Burada!” diye bağırıyor uzaktan birisi. Bırakıyor Temizlikçi’yi Memur. Çeviriyor bakışlarını sese doğru. Bir adam, vücudunun yarısı koridorda, yarısı asansörün içinde duruyor. “Gelecek misin birader!” diye bağırıyor adam bu sefer. Temizlikçi Memur’un koluna yapışıyor. “Yapma, bir seçimin var bak. Gitmeye çalışma!” Memur çekip kurtarıyor kendisini. Cevap bile vermiyor. Aklında her şey net. “Benim için burada hiçbir şey kalmadı artık” diyor. Belge’yi bulacak, neresiyse oraya verecek sonra da kaçıp gidecek buradan. “Hatta bana ne belgeden yahu!” diyor kendi kendine. Bir taraftan da koşuyor. Yine de belgeyi bulması gerekmiş gibi hissediyor. Odasındaki saatin akrebi oynuyor o gittikten sonra kim bilir kaç kere. Asansörün karşısına geliyor Memur. Az önce ona seslenen adam içeri giriyor. Kapı kapanacak az sonra. Şimdi içeride Memur. Asansör hareketleniyor. Metal duvarlarda ayna yok, müzik yok. Üzerindeki sayıların, yazıların silindiği düğmeler var, kötü bir koku var. Dört kişiler asansörün içinde. Bir tanesi Memur’a seslenen adam. Kimsin sen? “Benim bir işim var. Bekliyorum. Ya da nasıl diyelim? Bekliyordum. Bugün istifa etmek istedim. Kırk altı yıldır, bir telefonun başında bekledim, durdum. Görevim buydu. Çalacaktı. Telefoncu diyebilirsiniz bana. Nefret ediyorum ama diyecek başka ne var ki? Kendi kendime bu duruma girdim ben, kimse zorlamadı. Sadece bekledim. Amir gelmişti. Karşımda duruyordu. Bana bir amaç verdi. Bu sistemde önemli bir noktaydım ben. Biliyor musunuz önemli olmamanın yarattığı o duyguyu? Amaçsızlığı! En korkuncu budur. Bu hayatta neye tekâmül ettiğini bilmemek… Sadece, bildiğin üzücü.” Bir diğeri ise üstünde yağmurluğu olan birisi. Suratında nedense sinsi bir bakış var. Onun yanında duran sarışın adam, bu bakışı görüyor. Düşünüyor. Yağmurluklu’nun tekin olmadığını 91

- Mavi Öyküler


anlıyor. Niye tekil değil ki? “Dışarıdan geliyor çünkü. Bu o kadar belli ki. Biliyorum, burada yıllardan beri çalışıyorum. Bu adam kesinlikle dışarıdan geliyor. Hem niye gidiyor ki yukarıya? Tabii ki bu adam üst düzey pisliklerden. Biliyorum bunu. Üstünde yağmurluk var yahu! Kim giyer burada yağmurluk. Of suratına bir yumruk atsam ne mutlu olurdum biliyor musun? Çok güzel olurdu. O zaman bu rezil yere daha fazla dayanabilirdim belki. Asansörlerden nefret ediyorum… Bu binadan ise iğreniyorum… Bana Z. diyebilirsiniz. Her şeyin sonuna geldim çünkü. Dibe vurdum. Öleceğim bugün. Yeni öğrendim. Yan ofisteki arkadaş öğrenmiş. Anlatmışlar ona Anlatanlar. O yüzden bu saçma asansördeyim. Ölüm gelmez buraya gibi geliyor bana. Hiç ceset gördünüz mü? Bir kere gördüm ben. Arkadaşım…” Telefoncu Memur’a bakarken, işini anlamaya çalışıyor. O neyi bekliyordu acaba? Onun işi yoksa daha mı gerçekti? Belki de cidden önemli birisi bu adam. Ama hayır. Şu yüzdeki bakışa baksana… Bildiğin yenilgi bu. O kadar. Düşünüyor kendi yenilgisini Telefoncu böylece. “Beklemek… Saçma. Hiç gelmeyecek bir telefon. O kadar. Ne kadar rezalet değil mi? Saçma bu. Yıllarımı harcadım yahu, o kötü sandalyede oturdum. Kötü çaylar içtim, berbat espriler dinledim, Anlatıcılar’ın rezil hikâyelerini dinledim. Neden? Niye bu saçma binada kaldım bu kadar yıl boyunca? Olmayacak bir telefon konuşması için.” Memur susuyor. İçeridekilerden birilerinin konuşacağına inanıyordu aslında. Kötü, vasat, gereksiz bir konuşma olacak gibi geliyordu ona. Oysa sadece sessizlik var burada. Hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyor sanki. “Yağmurluklu hariç” diye düşünüyor. “O adam sadece değer vermediği için konuşmuyor kimseyle.” Rahatsız hissetmiyor. Tam olması gereken yerde olduğunu biliyor Memur. Burada, nereye gittiğini düşünmeden bekleyecek ve asansörün kapısı ilk açıldığında inecek. O kadar. Belge’yi arayacak. Buralarda bir yerlerde olmalı. Nerede olacak başka? “Bu binada bir taraflara sıkışmıştır kesin.” Sonra da istifasını verecek ya da gerekmeden kovulacak. O zaman ise… “Özgürlük” diyor çok sessiz bir şekilde. Mavi Öyküler -

92


Utanıyor, etrafına bakıyor. Herkes olduğu gibi duruyor. “Duymadılar” diye düşünüyor. “Duymadılar…” “Duydum” diye düşünüyor Z. “Ben her şeyi duyarım… Seni çaylak. Ölümü bile duydum da kurtardım paçamı akıllı! Seni mi duymayacağım? Komik. Bir de sisteme bak lütfen, onu da duydum. Anlatıcılar her şeyi anlatılar bana. Bekletiyorlar, yıllarca, bir adam duruyor öylece olduğu yerde. Bir telefonun karşısında. Sadece. İşi bu yahu adamın! Sonra arıyorlar onu. ‘Şu şu numarayı lütfen arayın ve karşıdaki kişiye hayatının bittiğini belirtin’ diyorlar. Bu kadar. Nokta. Bu kadar aptalca ve saygısızca bir şey olabilir mi? Sonra da ölüyorsun işte…” Yağmurluklu ise gülümsüyor… “Aslında öyle değil o uygulama… Bir adamı bekletirsin, adam yıllarca durur. Bir oyundur bu, bir iddia. Adamın ne kadar süre bekleyeceği üstüne bahse girersin. Adam bekler bekler, sonra bir gün o telefonun başından kalkar. Tabii oyunun iyi sürmesi için hemen pes edecek adamlar seçilmez. En az on beş yıl dayanacak tipler buluruz. Sonra bu adam telefonun başından kalkar, kaçar yani. Ne kadar komik değil mi? Geri zekâlının teki bilmem kaç yıl bekler o telefonun çalmasını, sonra da bir gün kalkar gider. Biz de bu arkadaşın kalkıp gideceği gün Anlatıcılar’ı gaza getiririz ve yıllar önce seçtiğimiz kurbana öleceğini söyleriz. Aranacağını ve hayatının bittiğinin söyleneceğini anlatır bu Anlatıcılar. Alakası yok aslında sadece kurbanı korkutup harekete geçirmek içindir bu. Asansör’de hem Bekleyen hem de Kurban ile bahsi kazanan buluşur sonra işte. Ben bildim. Kırk iki dedim. Kırk iki yıl sonra bu adam işini bırakacak ve Z.’yi öldürmeye gideceğim. Bekledim. Şanslı birisi değilimdir. Bu ilk kazandığım iddia. İlk defa Azrail olacağım. Geçen yıl bir arkadaşım ardı ardına üç kere Azrail’lik yapma hakkı kazandı. Şanslıydı ama bana bu da yeter. Bu da güzel… Bir tane olsun öldüreceğim kişi. Yeterli benim için… Bundan sonra kazansam bile gitmem herhalde. Özel kalsın. Bugün.” Asansör sonunda duruyor ve kapılar açılıyor. Memur son kez içeridekilere bakıyor; [Telefoncu işini bıraktığı için özgür, Z. ölümden kaçabildiği için mutlu, Yağmurluklu Adam ise, Azrail olacağı için canlı hissediyordu kendisini], sonra da asansörü 93

- Mavi Öyküler


terk ediyor. Danışma’nın karşısında duruyor şimdi. Burası ilk kat mı acaba? Giriş katına mı geldi? Etrafta bir kapı filan da görmüyor, sadece dört tane koridorun tam ortasında duran bu danışma masası var. Soruyor. “Kaçıncı kattayız acaba? Giriş katı mı burası?” Masanın ardında oturan yaşlı kadın yorgun gözlerle ona bakıyor. “Etrafına bak, burası giriş katına benziyor mu?” Memur bu karşılık yüzünden biraz utanıyor ama yine de sorularına devam ediyor. “Ben arşivi arıyordum…” Kadın sağındaki koridoru gösteriyor. Konuşmuyor, tek kelime etmiyor. Memur da bir şey demeden o tarafa doğru yürümeye başlıyor. Sonra dönüyor bir şey diyecek gibi oluyor ama kadın ondan önce davranıyor. “Giriş katına ineceksen, çıktığın asansöre geri dön.” Memur bunu er ya da geç yapacak. Şu belge konusunu başından bir atsın. “Niye taktım ki buna bu kadar? Sonuçta gitmeyecek miyim buradan? Ne gerek var belgeyi bulmama…” Alışkanlıkları belki de kolay kolay yok olmuyor insanın. Ayrıca merak var nedense içinde. O belgede önemli bir şeyler olduğunu hissediyor. Ama bu Bina’nın ona işini yapması için yansıttığı bir his de olabilir tabii. Kafası karışıyor iyice Memur’un. Karnının acıktığını hissediyor. O sırada koridorda yerlerde yatan o insanları görüyor. Yaşlı adamlar, çocuklarını emziren kadınlar var burada. Sakat bir adam geçiyor karşısına Memur’un… “Açız…” Memur anlamıyor. Ne işi var bu insanların burada? O sırada kolundan çekiyor bir başkası. Bu yukarıda gördüğü üstü başı dağınık adam. Buraya ne zaman inmiş? “Gebelebebelele” diyor. Çekiyor kendini daha önce yaptığı gibi Memur. Yürüyor bu zavallı insanların arasından hızlı hızlı. Yüzlerine bakmıyor ama duvarlar da pis, tavan ise uzak. Yer çekimi duygusunu kaybeder gibi oluyor ilerledikçe. İnsanlar da zaten azalıyor gittikçe. SoMavi Öyküler -

94


nunda bir meydana geliyor Memur. Ayakları yerden yükseliyor. Büyük bir kubbenin altında, sonsuz sayıda dosya var burada. Bağırıyor. “Arşiv burası mı acaba?!” Sesi havada çok ileri gitmiyor. Hava yok gibi zaten burada. Memur uykusunun geldiğini fark ediyor. Dosya raflarından birisine yanaşıyor, karıştırmaya başlıyor körlemesine. O sırada durduruluyor üç dört kişi tarafından. “Aradığın şey burada olsa, seni onu araman için yollamazlardı değil mi?” diyor bıyıklı bir adam. Yere indiklerinde, nefes almaya başlıyor Memur. Sonra siyah saçlı, bıyıklı bu adama teşekkür ediyor. “Peki nerede bulacağım?” Adam omuz silkiyor. “Benim sorunum değil, o senin işin…” Kendisini dört koridorun birleştiği o kesişme noktasında bulduğunda danışma masasındaki kadına bakmadan giriyor koridorlardan birisine. Duvarları sırılsıklam burasının. Bağırışlar var içeride. Bir kadın “İmdat!” diye haykırıyor. Memur sakin sakin yürüyor. Artık acelesi yok. Üstünde garip bir ruh hali var. Rüyadaymış gibi. Sonunda kadını görüyor, bir gölün içinde. “Bir binanın içinde göl olabilir mi?” Bu soruya cevap aramıyor ve suya atlıyor. Kadını çekiyor kıyıya. Bir kadınla bu kadar yakın olmamıştı hiç. Şimdi ikisi sarmaş dolaş gölün kıyısında duruyorlardı öylece. “İyi misiniz?” diye soruyor Memur. Kadın başını sallıyor. “Hayatımı kurtarmamalıydınız. Ölmeliydim ben...” Memur’un yine aklı karışıyor. Aslında onun zihninin tamamen net olması gibi bir şans yok. Her zaman kaybolmuş ve yenilmiş hissedecek kendisini. Her zaman köşeye sıkışmış olacak, hiçbir zaman kurtaramayacak kendisini, kendi kurduğu tuzaktan. “Neden böyle bir şey diyorsunuz?” Kadın gülüyor ve ayağa kalkıyor. Memur devam ediyor sözlerine. “Hem o zaman niye ‘imdat!’ diye bağırıyordunuz?” “Haklısınız” diyor Kadın. 95

- Mavi Öyküler


“Korktum. İşte asıl bu yüzden ölmeliyim. Hak etmiyorum yaşamayı. Bir yerim yok bu dünyada, bir etkim yok hiçbir şeye. Yok olup gitmeliyim ama onu yapacak da cesaretim yok. Kendi isteğimle koynuna girdiğim ölümden, korkarak yardım dileniyorum. Değersizliğin dibine kadar batmışım…” Gözleri mavi, simsiyah saçları sırılsıklam, üstündeki tek parça siyah elbisesiyle o kadar güzel ki bu kadın. O an onu öldürüp saklamak istiyor Memur. İçinde, bu kadar çok vahşet ve sevgiyi aynı anda ilk defa hissediyor, farkında. Damarları katılaşıyor, içi şehvet doluyor. “Değersiz değilsin. Beni etkilemeyi başardın. Aynı durumda kayıptım ben. Ben seni değil, belki de sen beni kurtardın az önce.” Kadın ise kahkahalarla gülüyor. “Bizim için kurtuluş yok anlıyor musun?” Ve bedeni minicik parçalara dağılmaya başlıyor. Bir anda toz parçaları içinde kalıyor Memur. Az önce olanı zihni algılayamıyor. Çığlık atıyor zoraki bir dehşet duygusuyla. Sesi sırılsıklam duvarlara çarpıyor ve geri dönüyor. Üstündeki panik teninden içeriye sızıyor. Geriye döndüğünde, başka bir koridorda başka bir odada buluyor kendisini. Dağınık bir yatak ve bir bebek var. Ağlıyor. “Babasıyım” diyor yanına gelen bir adam. Yüzü kırışıklarla dolu. Sesi hırıltılı. “Annesi kaçtı gitti, tek başınayım artık. Yalnızlığı bilir misin? İnsanı tanrı olmaya zorlayan o tekliği yaşadın mı hiç? Ben her rezil günde, bu betonların içinde, sürekli ağlayan bu çocukla o hissi sonuna kadar yaşıyorum işte!” Bir sessizlik oluyor. “Onu öldüreceğim sanırım” diyor adam. Memur kaçıyor. “Belge nerede?” tek düşünce aklındaki. Başka bir şey düşünürse delireceğinden korkuyor. Onun gerçekliğe tutunması sadece bu görev sayesinde mümkün. Korkuyor çünkü. Bu bir ilk onun için. Asansör gelmiyor. “Merdiven niye yok burada!” diye bağırıyor Memur. “Ama var…” diyor danışmadaki kadın. “Çoğu kişi bilmez ama var, asansörün hemen yanında, duvarı ittir, acil merdivenlerine varırsın, oradan gidebilirsin.” Mavi Öyküler -

96


Merdivenleri buluyor Memur ve yürümeye başlıyor. Aşağıya doğru. Kurtulacak buradan. Belge’yi bulacak ve kurtaracak. Belge çıkış yolunu gösteriyor. Buna inanıyor artık. O yüzden amiri zaten o kadar sinirlenmişti. Tırabzanlara tutunarak iniyor, parmak uçlarında binlerce his birbirini boğazlıyor. Yılanlar geliyor aklına yine. “Çok korkuyorum Hocam” diyor. Hoca bir adam. Resmi vardır bazı yüksek mevkii yöneticilerin odalarında. Sinirli bir şekilde bakar, simsiyahtır gözleri, sakalı yoktur, yüzü yara doludur. Yine de yardım isterler ondan bütün çalışanlar. Saygı duyarlar. Belki gerçekte yaşamıyordur bile bu adam. Yine rivayetler vardır. Anlatıcılar Hoca ile ilgili çok öykü anlatırlar. Onun binanın kuruluşunda bizzat bulunduğunu ve tam on bin tane at öldürerek buranın temelini attığını söylerler. At kanıyla bulanmış bir zeminin üstünde yükseldiğinden Asil’dir şirketin adı zaten. Hoca büyük bir adamdır. Bir başka rivayet de bir gün başka bir Memur’un kılığında binaya gelip, teftişe çıkacağıdır. Hatta bazıları bunun her yıl iki üç kere olduğunu bile düşünür. O yüzden gelen her çaylağa iyi davranılır burada. Her yeni memur alımında, işler daha düzenli yürür binada. Düzen neyse tabii ki. Memur artık sistemin, işinin ne işe yaradığını anlayacak durumda değil. O sadece yürüyor. Merdivenlerde, mezar taşları var. Ceset kokuyor burası zaten. Bazı zamanlarda ayaklarına kemikler dolanıyor. Yürüyor Memur. Odasından çok uzakta, gerçeklikliğinin sınırlarını aşmış bir adam olarak kaçıyor adeta. Kaçıyorsanız, mutlaka bir kovalayan olacaktır. O yüzden başka adım sesleri de gelmeye başlıyor yukarıdan. Hızlanıyor Memur bu yüzden. Merdivenler bitene kadar koşuyor. Gözleri yanıyor hızından, belki de ağlıyordur. Farkında bile değil kendi bedeninin o. En küçük parçacığına kadar sorular ve cevapsızlıklarla dolu bir varlık Memur. Beyni sadece “Belge” diyor. Belge ise “Çıkış” diye bağırıyor hayalinden. Oysa peşindeler. Çünkü kaçıyorsanız, peşinizden gelenler olacaktır. Aklından anılar geçiyor Memur’un. Odasına olduğu zamanlara ait günler. Çay içerken düşündükleri. Önünde duran bardak ve 97

- Mavi Öyküler


masanın o büyük uyumu. Sessiz, sıcak, kahverengi. Memur izliyordu çay bardağından yükselen buharı. Hoşuna da gidiyordu bu görüntü. Özlüyor mu o günleri? “Evet. Özlüyorum. Basitti ama gerçekti… Şimdi ise, sadece hareket ediyorum, oradan oraya koşuyorum. Hatta ittiriliyorum. Kendi istediklerimi unuttum. Bir bilincim yok gibi. Belki de hiçbir yere değmeden dönen o çark olmak o kadar da kötü değildi. Özgürdüm, şimdi ise bir makinenin parçası oldum. Bir görevim var… Neden özel hissetmiyorum peki hâlâ?” Çünkü özel değilsin. Bilemezsin bunu ama. Sadece hareket etmelisin, başka seçeneğin yok Memur. Ve böyle de oluyor. Kaçıyor onlardan, kovalıyorlar onu. Başka bir zamana gidiyor o zaman Memur. Buraya geldiği ilk günü. Odasına doğru yürürken herkesin ona yarı korku, yarı merakla baktıkları o günü. Yanında Amir vardı Memur’un. “Bu şirkette herkes birbiriyle bağlantılı Memur. Hepimiz tek bir varlığız aslında. Dikkat edeceksin kendine ve yaptığın işe. Bu hem senin, hem herkesin iyiliği için. Üç Silahşorları bilir misin?” Bilmiyordu Memur. Hiç duymamıştı. Garip mi bu? Oysa konuşmanın bu noktasında gelecek cümleyi biz hepimiz biliyoruz. Gayet tahmin edilebilir bir motivasyon lafıdır bu. Dumas ağlar her kullanıldığında bu şekilde. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” Koşarken aklında bu var. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” Nefret ediyor bu sözden Memur. Tek olmak istiyor, nefes almak istiyor buranın dışında. Ayakları yere değiyor o anda. Merdivenler bitiyor işte. Çıkıp gidecek buradan sonunda. Önündeki kapıyı açıyor ve giriş katı karşısında. Derin bir nefes alıyor ama sonra fark ediyor garipliği. İnsanlar var burada, hepsi de cama yapışmış duruyorlar. Koşuyor onların yanına. Arkasından bağırıyorlar. “Belge ne olacak!” Belgeyi o saniye düşünmüyor Memur ve cama yapışıyor. Hiçbir şey yok karşısında. Sadece buradaki giriş katının aynısı. Yanındakilere bakıyor, herkes kendi yansımasıyla karşı karşıya. Buradan cama dayananlar, diğer tarafta da varlar. Bir ayna mı bu? “Ayna değil” diyor yanındakilerden birisi. “Orası gerçek… Bir Mavi Öyküler -

98


dışarısı yok… Camı kırdı birisi, karşıdakiyle karşılaştıklarında tekrar düzelttiler durumu. Dışarısı yok, sadece bina var. Dışarısı da burası. Nokta. O kadar…” Geri çekiliyor Memur o zaman. Kimse peşinde değil şimdi. Onun niye aynısından yok karşıda peki? Niye bir yansıması yok? Bir adam geliyor omzundan tutuyor o anda. Bir şeyler geveliyor ama Memur bakmıyor suratına. Sonunda dönüyor. Üstü başı dağılmış olan o adam var karşısında. “Abebegebel…” diyor. Memur anlıyor onu. “Elelebegel.” “Belelege” diyor adam. “Belge...” diyor Memur karşısında duran kendisine. Düşünüyor. “Belge falan yok…” Ağzından sadece saçma sapan kelimeler çıkıyor. Etrafını sarıyor insanlar. Karşıdakiler ise oldukları gibi duruyorlar. İlk defa o ayna tekrarından çıkıyor oradakiler. O zaman gülerek bağırıyor Memur ve diğer Memur. Gururla. Kutsanmış bir ilahi güçle. Tanrı gibi, yılan gibi, bir taş gibi, sert, sakin, yorgun, bezgin ve bir peygamber gibi karışık, ağızlarından binaya anlaşılmayan dualarını salıyorlar. Kalabalık sadece izliyor. Memur kendi kendisiyle bağırıyor. Aklında çay dumanının basit gerçekliği, ağladığını fark etmeden, ne dediğini bilmeden, kelimeler ve seslere tecavüz etmeye devam ediyor. Birisi tok bir sesle araya giriyor sonra. Amir değil bu. Daha büyük bir ses bu ses. Her kelimesi vahiy gibi kesin. “Kapatın ışıkları. Mesai saati bitti. Paydos!” Sonrası sessizlik.

p

“TANIDIK OLMAYAN HER ŞEY GİYİNİKTİ” 99

- Mavi Öyküler


“Çıplak” | Merih Sakarya Dünyanın çıplak olup olmadığına karar veremedi. Gökyüzü kesinlikle çıplaktı. Toprak örtünmüştü, örtüyordu, örtbas ediyordu. Denizler çıplaklığa davet etmesine karşın çıplak değildi. Ay kesinlikle çıplaktı. Heykel atölyesinde işler bitince, birer kadeh şarap içilirdi, biraz laflanırdı. Gülüşmeler, kadehlere eşlik ederdi, bugün de öyle oldu. Akşam olunca, tek tek çekip gitmişti herkes. Atölyenin ortasındaki sobaya birkaç odun atmıştı. Üstünden çıkartmaya üşendiği bornozun iplerini bağlamıştı. Sona ermişti bugünkü parti de. Sobanın üstündeki deliklerde bir görünüp bir yiten alevler, tavanı sarı göz kırpışlarıyla aydınlatıyordu. Köşedeki kanepeye doğru ilerlemişti. Ahşap her adımında başka bir yerinden gıcırdıyordu. Yükten, taşıyamayacağı kadar çok yükten… Oturup, bacak bacak üstüne atmıştı. Baldırlarına doğru açıldı bornoz. Başı ve gövdesi gölgede kaldı. Gözleri ile gezindi odanın geniş sınırlarında. Şimdilik bulabildiğinin en iyisi buydu. En azından yatacak bir yeri olsun vardı; en azından… Gelenlerin zaman zaman bir iki şişe iyi şarap ve peynir getirdiği bile oluyordu. Odada gezinen gözleri, gelip çıplak baldırlarına takıldı. Başucuna yakın kütüphaneden bir kitap çekti. Üst üste dizilmiş tuğlalar gibi duruyordu ders kitapları uzakta. Elindeki kitabın kenarından gözüken çıplak baldırlarına takıldı yine gözü. Kitap giyinik bir şeydi. Her şey kalın cildinin içinde. Satırlar çıplaktı. Harfler giyinikti, şeklen örtüktüler. Dünya konusunda kararsız kaldı. Ayağa kalktı. Ayak sesleri, yüküyle gıcırdayan ahşapta… Yalnızken eşyanın sesi… Şeylerin pek önemsenmeyen fısıltıları duyulmaya başladığında, eşyanın dili çözüldüğünde yalnızdır insan. Döne dolaşa kendinde konaklayan yalnızlık giyinik bir şeydi. Sevgilisinin kollarında ise çıplak hissetmişti kendini yıllar önce. Nefret ve ihtiras çıplaktı. Sevgi giyinikti. Soğuk da giyiniklikti biraz. Bornozu süzülüp indi bacaklarından aşağıya. Yerde içi çekilmiş bir beden gibi dertop oldu bornoz. Harlanmış ateşle gümbürdeyen sobaya yaklaştı. Büzüşüp durdu biraz sobanın Mavi Öyküler -

100


yanında. Ayaklarını karnına doğru çekip çöküverdi olduğu yere. Ateş çıplaktı. Tenden geçip ruha işliyordu ateş. Çenesi dizinin üstündeydi, göğsü baldırlarına değiyordu. Sobanın sıcağı ahşap tavana doğru yükseliyordu. Çırılçıplaktı. Ayak ve el parmakları yan yana ahşap zeminin üstünde… Çok kollu, çok çıkıntılı hayvanların ürkünçlüğünü düşündü bir an. Kırkayak çıplaktı, kelebek giyinik. Kıpırdayabilen kendine ait bunca uzvun yan yana durması rahatsız etmiyordu insanı. Tanıdık olmayan her şey giyinikti. Düşler çıplaktı öte yandan. Olmadık suretlerle seviştirirdi gece. Gece çıplaklığı fısıldardı ve kovuk örtüklüğündeydi. Tiz bir çığlık attı. Sonra ansızın bıçak bileyen bir sessizlik yayıldı geniş odaya. Sobadan ürkek birkaç çıtırtı gecenin içine bir iki ünlem bıraktı. Çırılçıplak bir çığlıktı kendi gibi. Belki zihninde çınlayıp, sessizliğin içine çekilmişti. İnsanlar arasındaki konuşmaların tümü giyinikti. Kimse kendini ele vermiyordu. En çıplağı çığlıktı sesler arasında. Demin odadaki sessizliği yırtan çığlık kendinden mi, zihninin oyunu mu diye düşündü. Yükten gıcırdıyordu ahşap. Sessizliğin içine bir gözyaşı süzüldü yanağından. Birdenbire gözyaşı… Ahşap zemin evde konaklayan onca insanın ağırlığını sürekli tartmaktan yorgun düşmüştü. Geceleri uyandığında ahşap geceyi bölerdi gıcırtısıyla. Birkaç adım attı. Heykellerin birinin üstündeki örtüyü kaldırdı. Çamurdan biçimlenmiş, kendine benzeyen bir çamur yığını; çırılçıplaktı. Dokundu. İlerledi, diğer örtüyü de açtı. Etrafında gezindi. Ilık bir gözyaşı yine... Ahşabın bilindik sesi... Diğer örtüyü, sonra, bir diğerini kaldırdı. Kendine benzeyen sekiz suret büyük bir yuvarlağı tamamlıyordu. Çamurdandı hepsi. Çıplak değildiler sanki. Toprak ve çamur çıplak değildi. Örtüleri kaldırdıkça daha da çıplak hissetti kendini. Ona benzeyen çamurdan suretlerin tam ortasında durdu. Döndü. İnilti sesi gibi bir ses geldi boğazından. Döndü. Ahşap gıcırtısı, yine dönenip duran bedenin yükünden… Gözyaşına eklenen bir başka inilti... Dokundu kendine. Elleri çamurlu. Bir üşüme geldi. Göğsünde bir çamur lekesi... Çılgına dönmüş gibi hıçkırıyordu. Koştu. Kendine benzeyen suretlerden birini devirdi koşarken. Çamur bidonlarından birini açtı. Naylonu sıyırdı. Avuç avuç çamur aldı. Hıçkırıyordu. Yüzüne gözüne sürmeye başladı, baldırlarına, ayak parmaklarına, göz kapakla101 - Mavi Öyküler


rına, saçına, kalçalarına, göğüslerine. Çamurla kaplanana değin devam etti bir yandan ağlayarak. Hıçkırık çıplaktı. Çamura bulanınca kesildi hıçkırığı. İyice yorulduğundan çamurdan heykellerin ortasında durdu. Üşümesi geçer gibi oldu biraz. Orta yere uzandı boylu boyunca.

p

“DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE YOKUM TAMAM MI?” “Biraz da Ağla Descartes”* | Vüs’at O. Bener Kırk yıl öncesinin İstanbul’unda yürüyorum. İstiklal Caddesi ola ki, bu da o yatır, al çaputlarla donanmış, kısır adakçıların gözlerinde birer elif çekili titrek mum ışıklarından, ama ortalık aydınlık daha? O sokağa bakmadan geçmeli, adı değiştirilmiş bile olsa, sen bakma o sokağa; o sokak yok, hiç olmamış değil, beton yığınlarının altına gömük, ölü belki, ama var, dönüp bakma, kork, korkuyorsun zaten. Bak tramvaylar sökün etti. Çan sesleri kısık vurgulu, hüzne sarılı, aralıklı, yumuşak. Işıltılı raylar üstünde demir tekerleklerin kırık tıkırtısını duyuyor musun? Ulan ihtiyar! Çağımın uyarısıdır, öfkelenme, unut çabuk, aksayan ayağını sürükleyerek uzaklaş, ezileceksin. Aylardan Mayıs. Havaya atılı bir tembel bulut kıpırtısız, doğal ak oluşu, bir uçmaz martı kanatları açık, çerçevesinde. Leylak kokulu rüzgârını çek sörpük ciğerlerine bari. Vatmanın şapkası yuvarlak, şeridi sarı, kocaman siperliği, ne güzel! Güzelin nesi güzel? Bir gün yanıt arayacaksan sinirlenmeden sor. Danielle Darrieux-Charles Boyer ikilisinin arkasında alt dudağı sarkık, soğuk bir Jean Gabin. Kurşuna Dizilecek Sabah. Bakıyorlar eğreti geleceklerine, pembeye boğulmuş dev afişlerinden. Maginot Geçilmez, Niçevo mu yoksa? Bilmem, ne önemi var, tüm İstanbul Emmanuelle altıncı hafta şimdi. Vatmanın arkasındaydın, kendini anımsat, yaşamıyorsan bile, giysilerini değiştirme, kamburunu düzelt, on yedi’lerin ince boynunu dikleştir, kemikliğine bürün, gördün beni hadi el salla, istersen ben sallayayım alınsızlığına, trampet şapkanı geriye Mavi Öyküler -

102


iterek üç numara tıraşlı söbü kafanı kaşı, prina sabunuyla yıkanmış, Cogito Ergo Sum de bir daha unutmadıysan, kokusuz ince terini sil, poker-play’dir yumuşak tüylü yanaklarımızda gezinen, Ay’a gidilemeyeceği kesindir. Neden gülüyorsun çocuk? Sana da gülünür elbet bir gün. Hangisi mi Descartes? Şu, arkadaki çatık kaşlı, seçebiliyor musun sımsıkı ağzını? Bu da ben, ay suratlı, beğenisi biçimli parmaklarına dönük. Klik! Atlarken durdur havada, klik! atlayacak, bırak atlasın, atlat, atladı, bak yanyana yürüyoruz ağır çekim uzayda, bilincin boşluğunu adımlayarak, özü değişmiyor adımlamaların, anlamıyorsun. Klik! duralım, durduk. “Yahu palaskasız, sokakta, amma tuhaf. Çıplakmışım gibi. Belimi yoklayıp duruyorum. Dağıtsalardı şunları bir an önce.” “İki defa çevrildim.” “Bana kimse sormadı.” “Saçma. Açıklayarak mı dolaşacağız adımbaşı. Zor bıraktılar.” “Aldırma. Sinemaya gidelim. Sever misin Darrieux’yü” -Duy, çizgi kaşlarını kaldır, en sevilgen cilveni kullanarak. Yoksa ölü müsün artık, niye öldürüldün ölmedinse? “Boş ver. Kart biriktirmem ben. Çocuk işi. Görürdüm mütalaada. Ağzı açık bakar dururdunuz. Pilot olacakmış adaşın ha? Bir kere boyu tutmaz.” “Ölçtün mü?” “O karının beli de bir dairedir, çapı değişikmiş ne olacak?” Yatır’ın köşesinden sapılan o sokaktan geçmedim hiç. -Cumbalı evlerin kararmış tahta kapılarında dikdörtgen, demir çubuklu birer küçük pencere. İçten mandallı. Kapı sekilerinde sövgü. Teneke leğen. İlaçlı su, ibrik, çatlak ayna, marsık kokulu mangal, bulantı, ter, pişmanlık. Bu odalardan kaçtım çok.Oysa, soylu bir kara kısrak yelesi, oluklu bir kasap bıçağının parlak kabzası direkte. Okundu, bakışıldı, meraklı. Lacivert giysileri boydan boya düğmeli. Anladık, ilgilendirmiyor seni, boşalt şu suskun kalabalığı torbasından. Kurguları bitene dek bel kırıp doğrulsunlar, ama biliyorum sen şu duyarlı deniz anasını da rıhtıma alacaksın, üstüne tuz dökeceksin, öldüreceksin. “Demek buradaymış. Bilerek geldiğimi sanmıyorsun ya? 103 - Mavi Öyküler


Sen?” “Beni ilgilendirmiyor. Rastlantı.” “Yahu sen... çok safsın galiba.” “Hadi sor sor kızmam.” -Esmerliği renk değiştirmeyecek mi bakalım? “Eminim birini düzmemişsindir sen hiç. Düzdün mü?” Kıpırdamadı, düz baktı: “Düzmedim. Bizim oralarda böyle kibarca da söylemezler. Ana avrat. Benimki başka merak. Düşünürüm. Bu işi de düşündüm elbet.” “Tasarladın.” “Hayır, düşündüm. Çoğalttım. Geometrik bir mesele. Kolay. Olasılıkları az. Biraz mekanik de gerekti sonra.” “Ne tuhaf adamsın sen be! Hep güldürürdün bizi. Çaldıran Savaşı’nı kuramsal hesapla çözmeye kalkışman hadi neyse de... fırıldaklara bak, alalım mı, birer tane?” “Çözdüm, ama anlamadım.” “Gördün mü? Baban neci senin. Üç yıl bir okulda okuduk da sormadık birbirimize.” “Manav.” “Benimki doktor. Hekim değil. Dar’ül fünun ulûm-u tabiiye doktoruymuş. Sevmez bilim milim ama. Biraz kimya deneylerinde eğlenirmiş. Ufağından dinamit patlatmışmış bir gün, ödü patlamış öğrencilerin.” “Sonra?” “Alfred Nobel dedenizin eşşek şakası, korkmayın evlatlarım demiş.” “Pek beğenmedim. Sonra?” “Sonra sıkılırdı, çok sıkılırdı, kapkara sıkılırdı, çok içerdi, bol bol tabanca sıkardı beynine! Tatlı bir deli olmalı. İleride kimbilir, belki ben de deli olurum.” “Zor. Delirebilirsen iyi. Benimki elmaları dizer. Ben bakardım. Elmalar yükselir, kule olur, bıraksan göğe dek. El ustalığıyla, yordamıyla değil. Denge yasalarını biliyordu o. En büyük rakamları kafasında çarpar, böler, sonucunu sana söylerdi. Öyle bir kafa işte.” “Öldü mü?” Mavi Öyküler -

104


“Belki.” “Ölür. Bak bu kesindir bana göre. Çözemezsin de. Onun için mi, belki dedin?” “Galiba. Ama her şeyi çözüyorum.” “Çözüyorsun da anlayamıyorsun.” “Doğru.” “Denemeli. Denemedikçe olmaz. Deneyelim. Deneyelim mi?” “Bilmem. Denersem anlar mıyım?” “Neyi anlayacaksın? Duyarsın be! Düşazdığın olmadı mı hiç? Ya da düş kurup kendi kendine? Benim üst ranzadaki Ahmet’le kapışmıştık sonunda. Sallanır durur her gece. Uyuyabilirsen uyu. Pis, pis. Tek başına pis. Utandırıcı. Ben ikilisini merak ediyorum. Güldüğüme bakma, sinirden.” “Denerken düşünebilir miyim? Ya da düşünürken deneyebilir miyim?” Mahur bir sabah başlamıyor, kurşuni, kalın örtüsünün altında kireçlenmiş kıkırdaklarını oynatmaya zorlanan şehir. Apartman yükseltilerinin deliklerinde ağaran tek tük cılız ışık. Titrek ellerim, damarlı, lekeli. Dönüp o sokağa, saplantılarına gelecekler. Ben şimdiyim, lanetli - dumanların bozkır göğüne savrulacağı bacalarda umutsuzluğu bekleyen. Düşlerin son kemirdiği, iskelet antenlerin artıklarıdır. Kokuşmuş çöp bidonlarının ardından gerinerek çıkan ak dişli, o hep aynı alaca köpek. Ölüm karası önlükleri içinde okullarına giden çocukların ardında. Çantalarında dinamit. İstersen, hatırın için, buruşuk bulut, esmez rüzgâr, uçmaz martı zamanları yerine yüz binlerce mavi kırlangıç masalı çizelim defterimize, yağmuru getireceklerse bardaktan boşanırcasına, susamışlığımıza. Hadi beni avut, soluğunu ağzıma daya, canlandır, gülümset. “Şu sokağa girelim gel! Çok heyecanlanıyorum ne dersin?” Duraksıyor Descartes. Bana göre tedirgin. Yüreğinin düzenli vuruşu kendiliğinden bozuldu gibi. Birkaç kez yumruğunu sıktı, avcu terli. “Ne o ter mi bastı? Amma büyüttün sen de şu işi ha! Hiç değilse iki adım atalım canım ne çıkar? İki adımcık. Adamı ye105 - Mavi Öyküler


mezler a! Hem bakalım dedikleri gibi mi, kolundan tutup çeki veriyorlar mı içeri? Paran var mı?” “Var. Ama üniformalıyız olmaz.” “Ortalıkta kimsecikler yok. Ne olacak, öyle geçiyormuşuz gibi yaparız yoldan. Bakarsın... bizim dönek Süleyman anlatır dururdu ballandıra ballandıra. Sivil gitmezsen daha iyi demez miydi? İtibar gırlaymış.” “Orası Bursa, burası İstanbul. Nemize gerek.” “Senin asker olmana gülünür, korkak!” “Aklım yatmıyor anladın mı, işte o kadar.” “Ben korkmuyorum demiyorum ki! Korkuyorum.” “Bilmiyorsun ondan.” “Sen de bilmiyorsun. Yoksa biliyor musun? Hadi hadi gizleme.” “Bu iş başka. Kafam rahat, yenilmeye alışkın değil. Yenilmedim hiç. Yenilmeyi sevmem.” “İyi ya sevme bana ne.” Susuluyor. Köşe başında duraklamışlar. “Senin bu kadar inatçı olduğunu sanmazdım. Hadi bir boy daha gidelim bari. Akşam simitleri çıkmış bile.” Ağzımın kenarında tango kırıntıları, Manon Lescaut’mu gömerek Güney Amerika çöllerinde yeniden, o gün alamadığım simit gırtlağımda yumruk, ayrılamıyorum arkalarından. Baylan’da durdular, -Baylan mıydı?- bana baktılar kuşkulu, cebi yırtık kirli pardösüm, gözlerime inik yağlı şapkam bir oğlancıyı ya da pezevengi simgeliyor galiba, sırtımı döndüm, kuyumcu vitrinine yansıdım. “Ruhiyatçı ne demişti hatırlıyor musun?” “Hayır.” “Ben de. Üstelik hep on verirdi bana.” “Haklıydı bence.” “O değil de, bilmem söylesem mi? Ata’mızın öldüğü gün, sınıfta mıydın sen?” “Evet.” “Ağlamış mıydın?” “Hayır.” “E, peki ne yapmıştın?” Mavi Öyküler -

106


“Ağlamamıştım.” “Ben gülmemek için zor tutmuştum kendimi. Baş parmağıma dişlerimi geçirmiştim, kan oturtmuştum. Bak ilk defa sana söylüyorum. Sana ısındım birdenbire. Arkadaş olduk. Farkına varsalardı kemiklerimi kırardı çocuklar. Sence neden gülünür?” “Ben gülmeyi pek bilmem.” “Ondan ağlamadın öyleyse.” “Herhalde.” “Kolayını bulmuşsun, düşünmek için düşünüyorsun sen arkadaş. Kızmadın ya? Bunun da yasası vardır herhalde. Sen düşünedur. Ruhiyatçı koca gövdesiyle ‘Atamız öldü. O, artık kalbimizde yaşayacak’, deyip devrilmişti kürsüye. Komut verilmişçesine bütün sınıf sıralara kapanıp ağlaşmaya başlayınca... Demek bir sen, bir de ben... Ama hâlâ çok utanıyorum, üzülüyorum.” “Üzülme. Düşün. Varlığını kanıtla kendine.” “Öf be! Düşünüyorum, öyleyse yokum tamam mı! Amma içim sıkılıyor. Şu sokağa bir girebilseydik.” Birden sinirlendim, bıktırdılar beni, kırk yıl sonrasına götürüp yalnız bıraktılar. Yağız bir inzibat çavuşu diktim karşılarına. O sokağa adım atılmamıştı, açıklamalarıma yalvarmalarıma -Descartes susuyor- kulak asılmadı. Ünlü Beyoğlu İnzibat Karakol Komutanı’nın karşısına çıkmamız gerek. Kaldırıma serilmiş ruhuma basıp geçin, Blue-Jeans’li kalçalarınızı sallayın siz daha. Yüzbaşı Hasan Gürler kamçısını şaklattı işte. Palandöken bıyıklarını burdu. Parlak üç yıldız dizili apoletlerini yan gözle okşadı. Yanağındaki tiki hızlandırdı, öfke talimine çıngırdak mahmuzlu rugan çizmeler geçirilmiş ayaklarını ak mermere vurdurarak başladı. “Getirin şu hergeleleri!” Sağ elleri pantolon yan dikişine yapışık, sol ellerinde şapkaları öğretildiğince. Benim dizlerim sarsılıyor yalnızca. “Anlat bir daha çavuş, nedir bunların suçları.” “Efendim bunları o sokakta yakaladım. Palaskaları da yok.” “Adı ne o sokağın?” “Abanoz.” “Peki sence işleri neydi o sokakta?” “Bence... Dürdane’nin evinden çıktılar. Mutlaka. Güya ya107 - Mavi Öyküler


bancıymışlar İstanbul’a.” “Ulan kim bilmez Abanoz’u bu memlekette! Demek mutlaka. Doğru mu? Konuş, sen konuş hayvan oğlu hayvan! Bacakların zangırdıyor, neden? Suçlusun ondan. Bak arkadaşına titriyor mu hiç. Asker adam korkmaz, titremez, yalan söylemez, erkekçe ‘evet yüzbaşım yaptık bir hata, suçumuz neyse ver cezasını’ der.” Yanaklarındaki seyrimenin yumuşama belirtisini sezdi. Sesi algılanamayacak tizliğe yükseldi. “Ata’mızın, en büyük Harbiyeli’nin eserini emanet ettiği gençliğe bak! Ne çabuk zekerinizin derdine düştünüz ulan! Sen söyle kabak suratlı, sen kandırdın şu Kemahlıyı değil mi? Kemahlı mısın oğlum? Kapkara kaşlım, yiğidim, ne bok yemeye düştün bunun peşine ha! Bak ben sevdim senin dimdik duruşunu, bakışını. Dosdoğru amirinin gözünün elifine bakacaksın, öyle değil mi? Her hâl-ü kârda. Çavuş iyi bak, bak bu Kemahlı ölmesini bilir, bu zıngıldak kaçarken topuğundan vurulur. Yahu savaş kapımızda. Hitler denen pis bıyık eli kulağında sokacak başımızı derde. Niye sizi erken mezun ettiler, Harbiyeli ettiler düşünmediniz mi? Yarın gene Edirne’de, Çanakkale’de, Kars’ta, Kafkas’ta vuruşulacak belki de. Dedelerimiz, babalarımız gibi Mehmetçiklerin başına geçip kıran kırana. Şunlarla mı? Yeter be! At nezarethaneye şu soysuzları. Bildireceğim okullarınıza da. Harbiyeli’ye vurulmaz artık, yoksa dağıtırdım suratlarınızı. Kemahlı sen dur!” Laleli son tramvayında hıçkırığı tutmuş bir karaltı, “Gecenin matemi”ni dolamış peltek diline. Üşüyorum, altı saat önce demir parmaklıkların gerisine bıraktım coşkumu, sıcaklığımı. “Kemahlı. Arkadaşım. Susma konuş. Ben sandım ki seni bırakacak. Niye attırdı içeri ikimizi de?” “Çavuş yalan söylüyor dedim, Kemahlı değilim dedim. Doğru söylediğimi anladı.” Gözümde domuran tuzlu suyu gördü. Kuru elleriyle sildi. “Aldırma. Yüzbaşı gene de haklı...” “Hangi konuda.” “Pis bıyık konusunda.” Hep böyle kal aklımda Descartes ne olur, hoşçakal, ama istersen biraz da ağla.

p Mavi Öyküler -

108


109 - Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

110


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.