HAFTASONU 31 OCAK 2016

Page 1

31 // OCAK ’16



//

01.

EURO 2016 FATİH TERİM’İ BEKLİYOR

//

02.

AI WEIWEI’NİN PARALEL HAYAL DÜNYASI //

03.

KRISTEN STEWART AVRUPA’YA AÇILIYOR //

04.

//

05.

DANNY BOYLE: STEVE JOBS BENİM İÇİN BİR KAHRAMAN DEĞİL FLATLAND İSTANBUL

//

06.

DOKUZUNCU GEZEGEN HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKEN 5 ŞEY

Editör: Cem GELGÜN


01.

EURO 2016 Fatİh Terİm’İ beklİyor

4


5


Fatih Terim: Türk futbol tarihinin, kulüpler ve A Milli Takım nezdinde en büyük başarılarına imza atan, Galatasaray’ın başında geçirdiği sekiz sezonda altı şampiyonluk elde eden yegane teknik direktör, futbolun patronu. Başarıları ve saha kenarındaki hareketleri ülke sınırılarını aşan ve Euro 2008’de Milli Takım’ın destansı geri dönüşlerini herkesin aklına kazıyan Fatih Terim, So Foot dergisinin Fransa baskısına Türk futbolunun DNA’sını, ‘Terim felsefesini’ ve haziran ayında başlayacak Avrupa Şampiyonası için planlarını anlattı. Euro 2016’yı kazandıktan sonra ne mi yapacağız? Dünya Kupası’nı hedefleyeceğiz… 1993 yılında Türk Milli Takımı’nın başına geçtiğinizde sabır kelimesinin yasaklanması gerektiğini söylemiştiniz. Neden? Türk futbol federasyonu 1923 yılında kuruldu. Ben 1993 yılında Milli Takım’ın başına geçtim. Bu zaman aralığında hiçbir şey kazanmadık. 70 yıllık bekleyiş gerçekten çok uzun. Benden önce gelen yerli ya da yabancı teknik direktörler ellerinden geleni yaptılar ama aynı zamanda gereğinden fazla sabır gösterdiler. Uzun süre boyunca iyi günlerin gelmesini beklemedik ama belki de geleceğine inanmadan. Bazıları için bir gün Türkiye’nin büyük organizasyona katılması belki de imkansızdı. Sonuç olarak diğerleri Türkiye’yi bir Avrupa Şampiyonası’na götüremediyse bunu benim yapmam lazımdı. Haliyle 70 yıldır bekleyen bir ülkeye yeniden sabretmesi gerektiğini söyleyemezdim. Sizden önce gelenlerle yolunda gitmeyen neydi?

6

Yolunda gitmediğini söylemiyorum. Sadece geçmişi silmek gerekiyordu. Diğerlerinin yaptıklarının benim için bir önemi yok, önemli

olan benim ne yaptığım. Değişime açık olmak, ondan korkmamak lazım. Futbol, herşey gibi sonsuz bir gelişim içerisinde. Ben her zaman gelişmek ve zamanmak istedim: en fazlasına sahip olabileceksek en azıyla tatmin olmamak. Sonuç olarak 70 yıldır kaybediyorduk, ben de başarısız olsam kimse başarısız olduğum için bana kızmayacaktı. 1990 yılından itibaren “Biz bu değiliz, bundan daha iyiyiz” diye düşündük. Bu dönemden bir devrim gibi bahsedebiliriz. Bu değişimde bir çok kişinin payı var: federasyon yetkilileri, kulüp başkanları ve teknik direktör arkadaşlarım. Herşeyi tek başıma yapmadım. Evet belki öyle ama bu devrimin liderlerinden oldunuz… Evet bu mümkün. Yeniden galibiyete ve


zaferlere inanması için Türkiye’nin bir kıvılcıma ihtiyacı vardı ve ben belki de bu kıvılcıma katkıda bulundum. Ben, kariyerinde M’den çok G’ye sahip olan (Galibiyet, Mağlubiyet) bir teknik direktörüm. Benden önce Türkiye hiçbir Avrupa Şampiyonası’na katılamamıştı. Galatasaray’ı sekiz yıl çalıştırdım, altısında şampiyon oldum, ikisinde ikinci bitirdim ve bu benim için başarısızlıktı. Ama herşeyden önce mağlubiyet karşısında sabrı tükenen bir ülkenin kararlığı bu devrimi getirdi. Benim için futbol, gözlerden ve kalplerden geçen bir sanattır. ‘Futbol’ kelimesinde sadece altı harf vardır ama anlamı çok daha derindir ve sporun çerçevisini aşar. Futbol bir ekonomidir, bir yönetimdir, mühendisliktir, tıptır, istatistiklerdir, fiziktir, yani bir sanattır. 7

Futbolunuz Türk toplumuyla aynı anda

modernleşti. Hangisi ilk adımı attı sizce? Ülkenin modernizasyonu Turgut Özal’la başladı ve aynı dönemde futbol büyük sanayicilerin eline geçmeye başladı. Bu insanlar, statlara, tesislere, yeni malzemelere, yeni toplara, oyuncular için ayakkabılara ve iyi teknik direktörlere yatırım yaptı. O dönemden itibaren alanında olabilecek en iyi şeylere sahip olmaya başladık. Bu ekonomik yatırımların dışında teknik, yönetimsel ve felsefi değişimler de oldu. Bizden daha küçük olan, daha az nüfusa sahip ülkelerin büyük başarılar yakaladıklarını düşündük. Peki neden bizde de böyle olmasın? Geçmişe baktığınızda değişimlerden ve gelinen noktadan tatmin oluyor musunz?


Olmamam için hiçbir sebep yok ama daha da fazla başarıya sahip olabiliriz. Benim için başarı uluslararası organizasyonlara sürekli katılımdan geçer. 1993’te Akdeniz Oyunları’nda grup aşamasında Fransa’yla berabere kaldık, daha sonra Fransa’yı yarı finalde yendik finale çıktık ve turnuvayı kazandık. Fransa’nın bu oyunlardaki kadrosuna bir bakın: sadece geleceğin dünya şampiyonlarından oluşuyordu! Devamında, 1996 yılında, ilk defa Avrupa Şampiyonası’na katıldık. 2000’de Galatasaray UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı kazandı. 2002’de Dünya Kupası’nda üçüncü olduk. Bu yeterli mi? Hayır! Benim felsefem her zaman kazanmak için oynamaktır, kaybetmekten ve rekabetten korkmamaktır. Evet, psikolojik bir tepkiye ihtiyacımız vardı ama sadece o değil. Fizik ve teknik olarak formda değilseniz, mental hiçbir işe yaramaz. Taktiğiniz, oyun sisteminiz, oyun yapınız ve kazanmaya inancınız yoksa, işin psikolojik yanı hiçbir şeyi değiştirmez. Ancak bunların hepsine sahipseniz, o zaman evet, sahada bir şeyler değiştirebilirsiniz. Futbol yüzde 50 taktiktir. Bizde kazanma isteği ve cesaret en az yüzde 30’u temsil eder. Oyunculuk döneminizde, Milli Takım’daki düşük seviyeden dolayı mı sizin uluslararası arenada tanınma hırsınız doğdu?

8

Milli Takım’ın başına geçince, oyuncularımın hepsinden daha fazla A milli olduğumu fark ettim. Bu neden iyi olmadığımızı açıklıyordu. Ben oyuncularımla konuştum: “Çocuklar, beni geçmeniz lazım” dedim. Biraz zaman alsa da öyle oldu. O zamanlar bugünkü kadar uluslararası maç oynanmıyordu. En fazla üç dört resmi maç ve bir hazırlık maçı. Ben hazırlık maçlarının sayısını arttırdım. Yılda neredeyse dokuz on maç yapıyorduk.

Sonucun pek bir önemi yoktu, sadece oyuncularımın seviyelerinin yükselmesini istiyordum. Onun dışında birkaç arkadaşımla beraber iki ay boyunca, bir kez bile eve dönemeden, olabilecek tüm oyuncuları görmek için tüm Türkiye’yi gezdik. Bu seyahate çıkmadan önce, teknik direktörlerle bir araya geleceğim bir toplantı organize etmiştim. Onlardan yardım istedim: “Bugün bu koltukta ben oturuyorum ama yarın siz olabilirsiniz” dedim. Sonuç olarak 350 oyuncunun yer aldığı, bu oyunculardan 35’inin bizi dünya üçüncülüğüne götürdüğü bir liste yaptım. Fizik, mental ve ya teknik açıdan uluslararası bir boyut yakalayabilecek oyuncular olsun istedim. Hakan Şükür ve Rüştü Reçber gibi oyuncular… Bu uluslararası boyut uzun süre boyunca


Türk kulüplerinin kulübelerinde oturan yabancı antrenörler tarafından sağlandı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Kazanabiliriz de kaybedebiliriz de ama bundan sonra kaybeden olmayı kabul etmeyeceğiz. Bu girişken ve hiçbir şeyden korkmayan yanınızdan dolayı mı size ‘İmparator’ deniliyor?

Belki de gereken seviyede değildik, ya da belki de öyleydik ama bu sefer de yöneticiler tecrübeli yabancılarla anlaşmayı daha az riskli Bu soruyu bana değil beni o şekilde çağıranbuluyorlardı. Türkiye her zaman misafirperver bir ülke oldu: kapılarımız ve kalplerimiz lara sormak lazım. Moi, Fatih Terim ismimle her zaman diğerlerine açık. Bunun kanıtı gayet memnunum. olarak, yabancılara kendimize tanıdığımız Bir efsaneye göre evinizde Napoleon’un krediden daha fazlasını tanıyoruz. Çok uzun süre bizim bir kulüp yönetecek kapasitede bir büstü var. Bu doğru mu? olmadığımız düşünüldü ama bugün, kulüpleÜlkelerine hizmet eden tüm büyük liderlere rin güvenini kazanan yeni bir teknik direktör nesli geliyor. Herşey, ben ve oyuncularım, saygı duyuyorum ama hayır evimde Napoleon Avrupa takımlarıyla başa çıkabileceğimizi ve büstü yok. Ama gördüğünüz gibi arkamda onları yenebileceğimizi gösterince değişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün bir fotoğrafı var. O bana güç veriyor.

Bunu 2008 Avrupa Şampiyonası’nda birçok maçı geriden gelip kazanarak gösterdiniz. Pazularınızı göstermek zorunda kalmadan kazanma isteğiniz yok mu?

9

Maçları bu şekilde kazanmak elbette çok stresli bir şey ama sonlara doğru atarak kazanmak, erken atıp kaybetmekten daha iyidir. Türk futbolun DNA’sı duygudur. Bunu 2008’de inanılmaz şeyler başararak gösterdik. Sanırım geri dönüşler insanların hafızasına kazındı çünkü bunu arka arkaya birkaç kere yaptık. Çek Cumhuriyeti’ne karşı 2-0’dan 3-2’ye getirdik, Hırvatistan’a karşı da 1-0 yenikken son saniye golüyle 1-1’getirdik ve penaltılarla kazandık. İsviçre’ye karşı 1-0’dan 2-1’e getirdik. Bu galibiyetlerin şansla geldiğini söylemek çok kolay olurdu ama aynı zamanda gösterilen çabaya da saygısızlık olurdu. İnanmak ve son dakikaya, son saniyeye kadar savaşmak lazım. Bu prensipler karakterimin bir parçası ve bunları oyuncularıma aşılamaya


çalışıyorum. Federasyonun sitesinde “Biz bitti demeden bitmez” yazar. Her maç bu felsefeyi ortaya koymaya çalışıyoruz. Günümüz teknik direktörleri maç boyunca kulübede sabırla oturur. Siz ise tam tersini sergiliyorsunuz. Bazen duygularınızı kontrol etmekte zorlandığınız izlenimine kapılıyoruz. Bu bir karakter meselesi ama evet ben sıcak kanlı bir insanım. Maçı bir oyuncu gibi yaşıyorum, bir antrenör gibi, bir seyirci gibi ama aynı zamanda bir aile babası gibi. Sahada olanlara o kadar çok konsantre oluyorum ki bazen hareketlerimi kontrol edemiyorum. Kendimi duygularıma kaptırıyorum. O kadar ki, bazen televizyonda yaptıklarımı izlediğimde kendim şaşırıyorum. Bunları hesaplamıyorum. Kendime “kameralar var, beni de çekiyorlar, şöyle ya da böyle yapmalıyım” diyemem, hayır. Her şekilde kendine sadık olmak lazım. Del Bosque, 2010 Dünya Kupası finali öncesinde oyuncularına milliyetçi, yurtsever düşünceler aşılamamaya özen gösterdiğini söylemişti. Siz ki, oyuncularınızı Türkiye’nin dünyadaki elçileri gibi görüyorsunuz, bu düşünceyi anlayabiliyor musunuz?

10

Ülkelerini seviyorlar ve onlara Türk halkı için oynadıklarını söylediğimde dağları yerinden oynatmak istiyorlar. Bir kez daha söylüyorum, kazanabiliriz de kaybedebiliriz de ama Vicente Del Bosque’ye büyük saygı duyuyo- kimse isteğimizin eksik olduğunu söyleyemez. rum ama İspanya bizimkinden farklı bir ülke. Oynarken, yüreğimiz bizi izleyen halkımıBazı şeyleri aynı şekilde hissetmiyor olabiliriz. zın yüreğiyle bağlantıdadır. Oyuncularıma sıklıkla formalarını giydikleri kulüple Milli Peki oyuncularınızın üzerinde, tüm bir formayı birbirinden ayırmaları gerektiğini halk için oynadıklarını söyleyerek gerek- hatırlatıyorum. Onlar için, benim için ve siz bir baskı yaratmaktan korkmuyor herhangi bir vatandaş için Milli forma en önemlisi, en güzeli olmalıdır. Biz böyleyiz: musunuz? ülkemizi seviyoruz. Hayır çünkü futbol oynamak için yürek Fransa’da birçok oyuncu milli marşı söygerekir. Birşeyler hissetmek gerekir. Benim için oyuncularımı motive etmek çok kolaydır. lemediği için eleştiriliyor. Siz de böyle bir


gerekçeyle oyuncunuzu odanıza çağırır mıydınız?

11

Oyuncu yüksek sesle değil ama içinden söylüyor olabilir. Herhalükarda, milli marşı söylemiyor diye bir oyuncuyu takımdan atmak doğru olmaz. Ama yine de bir oyuncunun formasını giydiği ülkeye bir aidiyet hissetmesi gerektiğini düşünüyorum. Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de bir sürü çifte vatandaşlığı olan oyuncu var. Bazıları Türkiye yerine diğer ülkeyi seçiyorsa bunu anlayışla karşılamak lazım. Benim için önemli olan forma aşkıdır, onun için de eğer oyuncu milli marşı söylemiyorsa bile, o esnada bir şey hissetmesi gerekir. Kendini sorumlu hissetmelidir, temsil ettiği

bayrak için romantik bir duygu hissetmelidir. Euro 2008 yarı finalinde birçok sakat ve cezalı oyuncunuz vardı. Sahaya çıkmadan oyuncularınızla nasıl bir konuşma yaptınız? O gün elimde sadece 14 oyuncum vardı. Hatta bir yetikiliye gidip bir kaleciyi, oyuncu olarak sahaya sürüp süremeyeceğimi sormuştum (gülüyor). Forma giyecek oyuncularımı buraya gelerek zaten önemli bir şey başardığımızı söyleyerek motive ettim: “Maçın sonucu ne olursa olsunuz halkımızı mutlu ettiniz. Görevinizi yerine getirdiniz ve kaybetsek bile kazandınız” dedim.


Futbol nedeniyle duygularınıza hakim olamayıp ağlamak istediniz mi? Ağlayacak gibi oldum ama hiç ağlamadım. Galatasaray’la 2000 yılında UEFA kupasını kazandığımızda gözlerim doldu çünkü üzerimden inanılmaz bir yükün kalktığını hissettim. İngiliz, Fransız, İspanyol ya da İtalyan olsaydım herhalde daha kolay olurdu ama ben Türk’üm. Capito? (İtalyanca söylüyor - Anladınız mı?) Türk futbolunun seviyesini biliyorum. Türk futbolu, Türk toplumu için kaybetmemek zordu, buradan gelip bir kupa kazanmak… UEFA kupasından sonra yurt dışına çıkan ilk Türk teknik direktör oldunuz. Kendinizi Seria A’da kabul ettirmek kariyerinizdeki en zor şey olsa gerek?

12

bir ligde düşüncelerimi kabul ettirebildim. İtalya’ya hem kendimle rekabete girmek Floransa’da çok şey öğrendim. Bu şehir benim hem de Türkiye dışında da başarılı olabile- için ikinci bir ev gibi. Eşim ve çocuklarımla ceğimi göstermek için gittim. O açıdan evet, çok iyi adapte olduk. Bir İtalyan ailesi gibi yaşam tarzı benimkinden çok farklı olan bir yaşıyorduk. Antrenmanlar dışında İtalyan ülkede çalışmak çok büyük bir sınavdı. Ayrıca arkadaşlarımla çıkıyorduk. Restoranda bir o dönemde İtalya ligi Avrupa’nın en iyi ligiydi, İtalyan gibi yemek yiyorduk… en azından en başarılı ligiydi ve bu benim için Kariyerinizi yurt dışında devam ettirebiheyecan vericiydi. lecekken neden Türkiye’ye geri döndünüz? İtalyan basını size övgüler yağdırıyordu O dönemde ve hala, yurt dışında birçok çünkü sizin Fiorentina takımınızı tarihin en iyi Fiorentina’sı olarak gösteriyordu. teklif aldım ama ben tecrübemi Türkiye’nin Hatta bazıları bir çeşit ‘total futbol’ ser- ihtiyaçları için kullanmak istiyordum. İtalya gilediğinizi söylüyordu. Pasaportunuzun serüvenimden yeni yönetim, organizasyon ve dışında, ‘catenaccio’ ülkesinin tarzına taktik konseptleri getirdim, ama ayrıca daha rekabetçi olmak için fizyoterapi, kas çalışma, aykırı olduğunuzu düşünüyor musunuz? beslenme ve oyuncular için özel uygulamaOyuncularımla ilk tanışmamda, düşün- larda da bulundum. Ben ülkeme yararlı olmak celerimi bir kara tahtaya yazdım. Arkamı istiyordum. Bir gün yeniden yurt dışında bir döndüğümde, şaşırdıklarını fark ettim. tecrübeye atılmaya kapıyı kapatmıyorum. Hücuma dönük bir oyun anlayışım vardı ama UEFA zaferinizden ve İtalya maceranızdan herşeye rağmen defansa büyük önem veren


Hayır, asla. Neden korkayım? Ben tam tersine bizimkinden daha güven verici bir ortam olmadığını düşünüyorum. Rakiplerimiz bizimle güvendedir. Ali Sami Yen’de Juventus’a karşı oynadığımız bir maçı hatırlıyorum. Stadyum ve çevresinde 22.000 polis memuru vardı. Maçtan sonra Galatasaray yöneticileri ve ben, Lippi ve oyuncularına havaalanına kadar eşlik etmiştik. Belki alkışlarımız ve tezahüratlarımız diğer yerlere göre daha sesli ama misafir etmeyi bilen bir ülkeyiz. Euro 2016 için hedefleriniz nedir? Favori takımlar var, İspanya, Almanya ve Fransa gibi, ama bunu yaşamış biri olarak şans verilmeyen ekiplerin bazen çok uzağa gidebildiklerini biliyorum. 2008 yılında Türkiye’nin gerçek bir şansı olduğunu söylemiştim ama sonra yabancıların Türk futbolu hakkın- kimse bana inanmamıştı. Sonuç olarak kendaki düşüncelerinin değiştiğini gördünüz dimizi yarı finalde Almanya’nın karşısında bulduk. O zamanlar bir gazetecinin bana mü? neden otel için bir aylık rezervasyon yaptıHerşeyden önce Türklerin bakış açısı ğımı sorduğunu hatırlıyorum. Ona sonuna değişti. Sadece futbolda değil daha bir sürü kadar gideceğimizi söylemiştim. Ben şampialanda bakış açımız değişti. Birçok kişi “O yon olmak istiyordum. Çok şaşırmıştı. Sonuç yaptıysa, ben de yaparım” demeye başladı. olarak toplam 27 gün İsviçre’de kalmıştık. Kanıtı: hemen ardından dünya üçüncülüğü Bu seferki otel rezervasyonunuz kaç geldi. Somut örneklerin teorik örneklerden günlük? daha çok işe yaradığını düşünüyorum.

13

Yabancı takımların Türkiye’deki stadyum atmosferlerinden çekindiklerinin farkında mısınız? Hatta ‘Türk cehennemi’nden bahsediliyor.

Yine bir ay! (gülüyor) Ne olursa olsun Fransa’da 17 gün geçireceğiz. Bu kesin! Sonrasına bakacağız, finale kadar gidebiliyorsak gideceğiz.

Türk cehennemi mi? Neden? Stadlarımızda hiçbir şey olmuyor! Stadlarımızda başka yerlerde görülmeyecek bir ortam oluyor ama korkulacak bir şey yok.

Türkiye’nin bir Euro kupası kazandığı gün neler olacak?

Bir stadyumda hiç korkmadınız mı?

Bunu oyuncularımla, ailemle, yakınlarımla ve Türk halkıyla paylaşacağım. Sonrasında ise Dünya Kupası’nı hedefleyeceğiz!


02.

AI WeIweI’nin paralel hayal dünyası

14


15


Dünyaca ünlü Çinli sanatçı Ai Weiwei, Fransa’daki kişisel sergisi için ne ünlü Centre Pompidou’yu ne de Palais de Tokyo’yu seçti. Paris’teki sergi için şehrin en eski ve tarihi mekanlarından ‘Le Bon Marché’ alışveriş merkezini tercih eden sanatçı, bambu ve ipekten oluşan eserlerini binanın tavanından aşağı doğru, boşlukta sergiliyor. ‘Fantastiği’ bir alış veriş merkezine sokarak sanat meraklılarının, misafirlerin ve müşterilerin hayal gücünü canlandırmayı hedeflediğini söyleyen sanatçı, yazılı açıklamasında “Hepimiz hayal ve fantezi dünyamızda paralel hayatlar yaşıyoruz. Onlarla, insanlığımızın bir parçası olarak ve kendi efsanlerimizi kucaklamak için bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz” diyor. Ai Weiwei’nin “Er Xi” adlı sergisi 20 Şubat 2016’ya kadar Paris’te ‘Le Bon Marché’de görülebilecek.

16


17


18


19


20


21


03. KrIsten Stewart Avrupa’ya açılıyor

22


23


24

Geçmişte Panic Room ve Into the Wild gibi filmlerde oynamış olsa da kariyerininin zirvesine Robert Pattinson’un yanında, Twilight serisinde ulaşan Kristen Stewart, o dönemden beri üzerine yapışan bu etiktetten kurtulmak için büyük prodüksiyonlardan uzak, bağımsız yapımlara yöneldi. 2014’te Olivier Assayas’ın filmi Sils Maria’da rol alan Stewart, bugün Fransız yönetmenle ikinci filmini çekerken bir yandan da sinema dünyasının ustalarından Woody Allen’la çalışıyor. Kristen Stewart, Les Inrockuptibles dergisinin sorularını yanıtladı.

2014’te Sils Maria’nın ardından bir kez daha Olivier Assayas’la çalışacaksınız. ‘Personal Shopper’daki karakterinizle ilgili ne söyleyebilirsiniz? Bu film için kelimenin tam anlamıyla canım çıkıyor, sırtım çok zarar gördü. Kendimi yüzde 100 bu projeye adadım. Konunun ne kadar derin, ne kadar varoluşcu ve dokunaklı olduğunu ilk başta kavramamıştım. Çok çok çok yalnız ve içe dönük, kim olduğundan emin olmayan bir kızı canlandırıyorum. İkiz erkek kardeşini kaybetmiş. Ve kafasına takılan bir şey


geçiriyorduk ve bir anda herkesin telefonlarına haberler gelmeye başladı. Bir gün sonra çekmemiz gereken sahneler vardı ama doğal olarak çok bunu yapmak çok absürt olurdu. Oynamak için, bir hikaye anlatmak için yaptığın şeye sıkı sıkıya inanman gerekir. Böyle bir durumda bunu yapmak çok zor oluyor. Tüm çekim ekibi Fransızdı, şok içindeydiler ve sürekli telefonlarından yakınlarını arıyorlardı. Bu tarz olaylardan bahsetmek çok zor. Kavraması, anlaması, hayal etmesi zor şeylere dokunuyoruz. Savaşı yaşamamış bir nesiliz, günlük hayatımızın bir parçası değil ve böyle bir şiddeti tanımıyoruz. Normalde bunlar bizden çok uzakta ceryan eden, gazetelerden takip ettiğimiz şeyler. Yaşadığımız şok, hissettiğimiz acı bu şiddeti tanımadığımızı, anlamadığımızı gösteriyor. Oysa aynı şey, savaş halindeki bir ülkede yaşayan milyarlarca insan için bir şok değil, gündelik hayatlarının bir parçası. Sils Maria’nın, bir oyuncu olarak kendinizi nereye koyduğunuz açısından kariyerinizde bir dönüm noktası olduğunu düşünüyor musunuz?

var: onunla iletişime geçmek. Bir yandan da, çok tanınmış ve yapay bir hayat tarzı olan bir kadın için alışverişler yapıyor. Gerçeklik üzerine, gerçekliğin ne olduğu üzerine bir film. Hissettiğimiz herşey gerçek mi? Neyi temel almak lazım? Filmin çekimleri için Paris’te bulunuyordunuz. Terörist saldırılar sırasında Paris’te miydiniz?

25

Hayır, Prag’da. Paris’ten 48 saat önce ayrılmıştık. Hep beraberdik, harika bir akşam

Bu iki film için Olivier Assayas’ın beni - doğru da bir karar vererek - seçtiğini düşünüyorum. Oyuncu kadrosunun bir anlamı var, beni, sempatik ve cool olduğum için çağırmadı. Beni olduğum kişi ve sinema dünyasında temsil ettiğim kişi için seçti. İnsanlar, bir kadın oyuncu olmanın, yapaylıkla, sektörle, şöhretle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu anlamak istemiyorlar. Sils Maria, yargılanma tehlikesi ile karşı karşıya olmadan, istediklerimi söyleyebildiğim bir barınak gibiydi. Assayas’la Amerikalı yönetmenlerle, onun gibi Fransız yönetmenler arasında olabilecek farkı da görmüş oldum. Fransa’da risk almadan, kendini tehlikeye atmadan gerçek bir sanatsal iş yapamayacağını biliyorsun. Ayrıca Amerika’da bulunmayan


sinema meraklıları, sinema tutkunları da fark yaratıyor. Para ve saygınlık tabii ki önemli ama her zaman ikinci planda. Tüm bunlar kendimi iyi hissetmemi sağladı ve bana güven verdi.

filmini çok beğeniyorum. Bu yıl Deniz Gamze Ergüven’in Mustang filmini çok beğendim. Bir James Bond kızını canlandırabilir miydiniz?

Aynı zamanda Chanel’in marka yüzüsüHayır. Eğlence kültürüyle - ki James Bond nüz. Son olarak Roma’da Karl Lagarfeld’in kısa metrajında, Jérémie Elkaim ve Geraldine bunun en iyi örneği olabilir - hiçbir sorunum Chaplin’in yanında Coco Chanel’in gençli- yok. Ama sadece seks sembolünün karşılığı ğini canlandırıyorsunuz. Moda dünyasında olmak ve sadece bunu temsil etmek ilgimi çekmiyor. Seksi olmakla da bir sorunum yok ama kendinizi rahat hissediyor musunuz? bana gerçek bir hikaye lazım. Herşey karşılaştığım insanlara bağlı. Ben Kendinizi açıklamak istemediğinizi, biraz yaratıcılıklarına bakıyorum, bunu seviyorum. İnsanların bu dünyaya bakış şekli bazen tik- gizemli ve karmaşık olmayı tercih ettiğinizi sindirici olabiliyor. Karl Lagarfeld’in yanında söylemiştiniz. Bu tarzın akıcılığına inanıyor olmayı seviyorum. Gezer bir ansiklopedi. musunuz? Bilgisini onun çevresinde olan genç nesille Tamamiyle! Modele uymayan insanların paylaşmak istiyor. Çok büyük bir egoya sahip olabilirdi - belki de var - ama ben onun tem- üzerine yüklenen absürt ve saçma baskı beni sil ettiği şeyi seviyorum. Onun takıntısı ilham, rahatsız ediyor. Bu kontrol mekanizmasını onu yaratmaya iten şey ilham. Sinemayı çok korkutucu ve gerici buluyorum. Çok şanslıyım, seviyor, başka bir hayatta çok iyi bir yönetmen Lon Angeles’ta yaşıyorum, West Hollywood’da olabilirmiş. Ben çalıştığım yönetmenlerde büyüdüm, beni özgür olmaya iten açık görüşlü bir ailem var ve sinema sektöründe çalışıyoöğrenmeyi çok seviyorum. rum. Herkes için bu kadar olmadığını çok iyi biliyorum. Woody Allen’dan ne öğrendiniz?

26

İnsanların gözü her zaman üzerinizde ve (düşünüyor) Yazış tarzını. Çok kesin, gerçek bir virtüoz. Kendi diline sahip. Konuşması yakından takip ediliyorsunuz. Instagram gerçek bir mizah ve sonuna kadar arkasında üzerinden arkadaşlarınızla paylaştığınız durduğu küstahlık karışımı. Benim en sevdi- fotoğrafları görüyoruz… ğim Woody Allen profili ‘Annie Hall’dakidir. Evet ama umurumda değil. Genç nesilSizin için önem taşıyan yönetmenler ler için bazı şeylerin değişmeye başladığını düşünüyorum. Çocuklarım olsa, bazı şeylerin kimlerdir? problem yaratabileceğini anlamayacaklarını Martin Scorsese. İnanılmaz kaliteli filmler düşünüyorum. Ben küçükken problem olan yapıyor. Fransa’da ise Jacques Audiard’ı çok şey farklılıktı. “Sen eşcinsel misin, ne garip. beğeniyorum. ‘Un Prophète’ beni benden Bir erkeğe benziyorsun” gibi şeyler duyulabialdı. Onunla çalışmak için herşeyimi verirdim. liyordu. Ve belki evet belki de hayır, kiminle Andrea Arnold’u da çok severim. FishTank beraber olduğuma da bağlı.


27


04. Danny Boyle: Steve Jobs benim için bir kahraman değil

28

Ünlü yönetmen Danny Boyle’un, Apple’ın kurucusu ve CEO’su Steve Jobs’u konu alan ve aynı adı taşıyan filmi, 2011’de hayatını kaybeden Jobs hakkında yapılmış en iyi film olarak gösteriliyor. Michael Fassbender, Kate Winslet ve Seth Rogen’in rol aldığı film, Steve Jobs’un 1984, 1988 ve 1998’deki ürün lansmanları öncesi yaşananları anlatıyor. Trainspotting, Slumdog Millionaire, The Beach ve 127 Saat gibi filmlerin yönetmeni Danny Boyle, Steve Jobs’u Teaser dergisine anlattı.

Bir önceki filminiz ‘Trance’ı New York’ta çekmek istiyordunuz ama sonuç olarak Londra’da çektiniz… Evet doğru, bunu unutmuştum! …Steve Jobs’u ise Kaliforniya’da çektiniz… Evet San Francisco’da …ama şehri pek görmüyoruz. Bir filmin


29

çekimini yaparken seçtiğiniz şehrin öne- tehlikelerle hem de muhteşem şeylerle doludur. Öylelerdir: vahşet ve harikalar beraberdir. mini anlatabilir misiniz? Ben şehirde büyüdüm ve buna bağımlıyım. (gülüyor) Ben şehirleri seviyorum. Pek Kaliforniya’yı düşündüğünüz kadar sevmikır ve doğa insanı değilim. Doğada bir film yorum aslında. ABD’ye karşı bir şeyim yok, çekmiştim, ‘The Beach’, pek iyi değildi. New York’u çok seviyorum mesela ama Los Çok çabuk sıkılmıştım. Ben şehirleri sevi- Angeles bana göre değil. Kaliforniya’yı anlayorum. Bu röportaja gelirken ‘Place de makta güçlük çekiyordum ama konuyla la République’ten (Paris’teki Cumhuriyet alakalı olduğundan ‘Steve Jobs’un çekimMeydanı’ndan) geçtim, bu şekilde leri için San Francisco’yu seçtik. İsteyin ya hayatını kaybeden insanlara saygımı gös- da istemeyin modern dünya Kaliforniya’nın terdim. Söylemesi garip ama şehirler hem kuzeyinde şekillendi. Kaliforniya’nın bu


şehirlerinde yaratılan şeyler dünyayı kök- yapabilmek için onları biraz değiştirmeten değiştirdiler. Bu bakımdan ‘Steve Jobs’u miz, onlara neredeyse ihanet etmemiz gerekiyor oluşu, onları roman kahramanburada çekmemiz çok doğaldı. larına yaklaştırıyor mu? Yani var olan San Francisco’da zaman geçirdikten sonra olaylardan, malzemelerden yeni bir karakbu şehrin çekiciliğini anlayabiliyorum; harika ter yaratıyor oluşumuz? bir şehir, Avrupayi bir yanı var, yeniliklere ve Evet! Kesinlikle. (Bir iki saniye düşünüfikirlere açık bir yer. Buradan neden bunca çılgın fikri çıktığını anlamak çok da zor değil. yor ve gülüyor) “Gerçeklik” üzerine herkesin Kendine aşık olan Los Angeles’ın tersine, yaptığı tüm bu münakaşa çok ilginç. (Danny San Francisco’da hippilerle beraber belli bir Boyle’un Steve Jobs filminde gerçekleri çardüşünce yapısı - özgür sanat, özgür düşünce, pıttığı konuşulmuştu) Örneğin Steve Jobs’u LSD - başladı ve bugünün teknolojik yara- canlandırmak için ona tıpatıp benzeyen tıcılığına ön ayak oldu. Orada olduğunuz birini kullansaydım o zaman neredeyse zaman bu yaratıcılığın her an her yerde oldu- gerçeği çektiğimizi iddia ediyor olurdum. ğunu görüyorsunuz. Onun için filmi orada Bu bana daha fazla düzmecilik gibi gelirdi çekmek önemliydi. İlk başta yapımcılar filmi çünkü gerçekliği çekmiyorduk. Yapmamız Budapeşte’de ya da Londra’da, vergi indirim gereken şey, gerçeğin özünü almaktı. Bir olduğu sürece herhangi bir yerde çekmemizi istiyordu. Bize, “sonuç olarak film üç tane kapalı alanda geçiyor” deniyordu. Ben ise tam tersine, filmi bize ilham veren şeyin doğduğu yerde çekerek doğal ortamına döndüreceğimizi düşündüm. Mesela, Steve Jobs’la Steve Wozniak’ın ilk Macintosh’u yarattıkları garajda çekimler yaptık ve inanılmaz bir şeydi. Bu garaj yeni sanayi devriminin Mekke’si sayılabilir, ben ilk sanayi devriminin yaşandığı Manchester’dan geliyorum ve ikisi arasında böyle bir bağ kurdum. Ayrıca insanların, kalabalığın göründüğü sahneler için de Kaliforniya’da çekmemiz yararlı oldu çünkü başından itibaren bu bölge bizi destekledi ve insanlar yaptıklarımıza çok ilgi duydu.

30

Trainspotting, Slumdog Millionaire ve The Beach gibi roman uyarlamaları yaptınız, 127 Saat ve Steve Jobs gibi filmlerle de gerçek hikaye uyarlamaları. Gerçek karakterlerden birer sinema kahramanı


kişinin fiziğine konsantre olabilirsiniz, hem de günümüz teknikleri bir aktörün suratı üzerinde oynamamızı sağlıyor. Ya da fiziği bir kenara bırakıp tamamen daha içsel bir şey üzerine konsantre olabilirsiniz. Oysa Michael Fassbender tam da böyle çalışıyor, içeriden başlıyor. İşini bir güreşe, bir çekişmeye dönüştürüyor. Karakterini bulmak için onunla mücadele ettiğini görüyorsunuz, repliklerini tekrarlıyor, ileri geri yürüyor. Size bir şey sunmak için karakteri üzerinde çalışıyor. Bu süreci filmdeki üç bölümün ilkinde görebiliyorsunuz: kendine vuran bir boksör gibi savaşıyor. Oysa üçüncü ve son bölümde bir şey bulduğunu, karakterle ilgili bir fikre sahip olduğunu, bir bakıma Steve Jobs’u tanıdığını anlıyorsunuz. O denli yaklaşıyor

31

ki ona benzemeye başlıyor! Filmin son bölümü Steve Jobs’un bildiğimiz imajını gösteriyor, boğazlı kazak ve kot pantalonla, ve o esnada Michael ona gerçekten çok benziyor. Burada sizin sorunuza geliyorum, yeni bir kimlik, yeni bir karakter doğuyor ve gerçeğinin yerine geçiyor. Gerçek kişi elbette olduğu gibi kalıyor ama yeni biri doğuyor. Bir filmde, bir kişinin sinematografik bir yansımasını inşa ediyoruz ki, siz, seyirciler, bu kişinin bilinmedik bir yanını öğrenebilin çünkü muhtemelen gerçek hayatta bu kişiyle hiçbir zaman tanışmayacaksınız. Senarist Aaron Sorkin Amerika üzerine yazan biri ve Steve Jobs gerçek bir Amerikan ikonu. Ancak siz normalde Amerika’yla bağdaşan bir yönetmen değilsiniz.


Evet bu doğru. Steve Jobs’la Amerika hakkında bir film yapma fikriniz var mıydı?

benim hoşuma gitti. Amerika’nın portresinden çok benim ilgimi çeken bu faktörler oldu.

Teatral sahneleme kodlarıyla oynuyorGenellikle Amerika üzerine filmi yap- sunuz, monologlar, karakterlerin girişieri mıyorum çünkü şöyle düşünüyorum… çıkışları, neredeyse tüm film bir tiyatroda (duruyorum) Kızım Amerikalı. Yani, geçiyor. Bir de elbette filmin üç perdeye İngiltere’de doğdu büyüdü ama ruhu bölünmesi var. Çok teatral olan bir şeye Amerikalı. Neden bilmiyorum ama öyle! sinematografik bir yan katarak ortaya bir (gülüyor) Son altı yıldır orada yaşıyor. Ben süper yapım çıkarmak mıydı amacınız? kızıma benzemiyorum: derinden İngilizim. Tiyatroların çok güzel, çekici ve sinemaGerçek Avrupalı da değilim. Avrupa fikri hoşuma gidiyor ama gerçek bir İngilizim: tografik yerler olduğunu düşünüyorum. adalıyım ve buna çok bağlıyım. Onun için Bunda dramatik ve seksi bir yan var. Ben de Amerika’yı ve Amerikalıları hiçbir zaman bunu seviyorum. Ama biz herşeyden önce tam olarak anlamadım. Hoşuma giden şey- Steve Jobs’un ruhunun sesini duyduğumuz ler var ama beğenmediğim de çok şey var. bir portre yapmak istedik. Bu alışılmış bir Sinema endüstrisi Amerika’da olduğu için ve şey değil. Çok parlak insanların portrelerini aynı dili konuştuğum için önüme bir sürü yapmak kolay değildir. Dehalarını nasıl gösproje geliyor. Ama dürüst olmak gerekirse termeliyiz? Parlaklıkları onları diğerlerinden, benden bunu nasıl bekliyorlar bilmiyorum bizlerden ayıran şeydir. Bu dahiyi nasıl herçünkü ben Amerika’yı tanımıyorum! Bazı kese, bize yakınlaştırabiliriz? Sinemada, bu tarz insanları kara tahtaya, camlara mateşeyleri anlıyorum ama orada yaşamıyorum. matiksel denklemler yazarken görürüz. Ya 127 Saat’i yaptım ama orada karakter her- da diğer karakterlerin onlara ne kadar parşeyden soyutlanmış, bir yerde hapsolmuş lak olduklarını söylediklerini duyarız. Steve durumda. Sanırım Steve Jobs için de aynı şey Jobs’da göze çarpan şey, senarist Aaron geçerli: bana göre film Amerika’yla ilgili değil. Sorkin’in kendi dehasını kullanmış olmasıdır, Projeyi kabul ettiysem, bu içinden geçtiğimiz basit bir dille, kelimelerle zor olanı anlatmak. dönemi ve yaşadığımız değişimleri ilginç bul- Onun tarzı sayesinde, bu parlak beyinlerin duğumdandır. İletişim, sahip olabileceğimiz dehasını anlar hale geliyoruz ve onları takip en değerli şeylerden biridir. İletişim tarzımız. ediyoruz, elbette bazen düşünüldüğünden Bilgiye hakim oluş tarzımız. Bilginin sahip daha zor olabiliyor ve bu biraz disiplin ve olduğu güç. Ayrıca filmin bir baba kızın iliş- irade gerektiriyor ama gerçekten istiyorsak kisini de anlatıyor oluşu bana çok dokunaklı bunu başarabiliriz. Benim için bu harika geliyor. Her ne kadar Steve Jobs’un kızı Lisa bir şey. Bir dil, yazı ya da konuşma tarzı, bir Brennan-Jobs çok acıklı şeyler yaşamış olsa aktörün performası kadar önemli olabilir. da babasını anlıyor. Aaron Sorkin onunla Ben Sorkin’de, projenin teatral yanından çok tanıştı, ben de öyle. Bize çok yardımcı oldu. buna bayıldım. Sonra elbette senaryonun bir Bir bakıma film onun da versiyonu ve bu tiyatroda geçiyor oluşu, farklı şeyler anlatan 32


tüm bu dekorlar hoşuma gitti. Steve Jobs’un montajından bahsetmek istiyorduk çünkü Sorkin’in kaleme aldığı senaryo ve diyaloglar çok yoğun. Buna rağmen montajda eğlenebildiniz mi, farklı şeyler deneyebildiniz mi?

getiriyor. Neredeyse organik, canlı bir şeye dönüşüyor çünkü aktörlerin size verdiği seçeneklerle neye daha çok ışık tutabileceğinize karar verebiliyor, sahneleri, ilişkileri daha iyi kurabiliyorsunuz.

Steve Jobs, kendini yaratan ve yeniden yaratan insanların sembolü… Baş Evet hem de nasıl! Aaron yazış tarzıyla karakterleriniz aynı zamanda çok kuvsize neredeyse montaj sırasında sahneyi nasıl vetli anlatıcılar: Trainspotting’deki ses, hazırlamanız gerektiğini anlatıyor. Fikirleri Slumdog Millionaire’deki ‘flashback’ler, bazen çok parlak oluyor ve gayet iyi işliyor. ‘127 Saat’teki kısa videolar. Bu bakımdan Bazen de olmuyor (gülüyor). O zaman yeni- Steve Jobs’un Danny Boyle’e has karakterden gözden geçiriyoruz. Steve Jobs, montaj lerinden biri olduğunu söyleyebilir miyiz? bakımından hayatımın en iyi deneyimlerinEvet, Steve Jobs harika bir konuşmacıydı. den biri oldu. Belli bir disipline ihtiyacımız vardı çünkü hikaye çok basit ve sadece altı Onun başarısında önemli bir detay bu. Birçok karakterden oluşuyor. Ancak buna rağmen başarısızlık yaşadı, hiçbir şekilde işlemeyen önümüzde bir çok seçenek, fırsatlar vardı. Bir ve tutmayan şeyler yarattı ama her seferinde yönetmen olarak benim de bir çok seçeneğim bu başarısızlıkları unutmamız için uğraştı. vardı, hem sahneleme olarak, hem de kavram Çok iyi bir hikaye yazarı ve oyuncuydu. olarak. Steve Jobs’da anladım ki Fassbender Temel düşünce ve tanıtım toplantılarıyla bir ve Winslet gibi önemli oyuncular önünüz- ürünün lansman tarzını temelden değiştirdi deki seçeneklerin sayısını artırıyor. Çekimler ve dünyanın dört bir yanından CEO’ları sırasından bunun farkına varmayabiliyoruz. ellerinde mikrofonları, insanların karşısına Bu montaj aşamasını çok daha canlı hale çıkmak zorunda bıraktı! (gülüyor) Onun 33


anlatım tarzı iletişim üzerine kuruluydu. Sanki bizimle doğrudan konuşuyormuş hissini veriyordu. Steve Jobs’dan önce bilgisisayarlar - zaten bundan dolayı filme Arthur C. Clarke’ın fotoğraflarıyla başlıyoruz - bize yabancıydı, yabaniydi, korku verici ve ruhsuzdu. Neye yaradıklarını bilmezdik ama onlardan yine de korkardık. Steve Jobs geldi ve “Hayır hayır hayır! Bilgisayarlar arkadaşımızdır! Kişisel yardımcınızdır! dedi ve bunda da çok haklıydı. Bakın şimdi onları yanımızdan ayıramıyoruz, gittiğimiz her yere götürüyoruz. Bize bu hikayeyi anlatarak bizi bilgisayarların gerekliliğine inandırdı. Belki de farkında olmadan ona ilgi duymamın nedenlerinden biriydi bu. Jobs’un temsil ettiği şeye inanmıyorum. Ama filmde de yer alan söylemlere inanıyorum: elinizde bir yetenek varsa onu çekinmeden, zarifçe kullanmalısınız. Oysa Jobs bunu istemiyordu çünkü bu onun için yüzünü geçmişe dönmek anlamına geliyordu. Geçmişle bağlarını koparmanın tek yolunun onu inkar etmek ya da çürütmek olduğunu düşünüyordu, kızıyla ve onun başarmasına yardımcı olduğu kişilerle de yaptığı buydu. Onu ilgilendiren tek şey gelişmekti. O bakımdan benim için kesinlikle bir kahraman değil. Ama bir hikayeyi anlatış şekliyle belki de dediğiniz gibi benim karakterlerime yakın biri.

34

Eskiden filmlerimin birbirlerinden çok farklı olduklarını düşünürdüm, sonra bir Ve eminim ki Steve Jobs da kendini bu gün bir gazeteci bana dedi ki: “Aslında filmleriniz aynı şeyden bahsediyor, bir adam akıl şekilde tanıtırdı, bir kahraman gibi. Ama almaz engellerle yüzleşiyor ve onları aşıyor”. dediğim gibi benim için kesinlikle bir kahTamam belki biraz genelleyici ve bu konuda raman değil. çok şey söyleyebiliriz ama bir bakıma haklı! Benim kahramanlarım Wikipedia’da Bilerek ya da fark etmeden bu tip insanlara, yazanlar, bilgilerini herkesle paylaşanlar hikayelere ilgi duyuyorum.


35

ve bunun için beş kuruş almayan insanlar. Felesefi anlamda bu çok önemli. Bilginiz size ait ve büyük şirketlerin buna fiyat biçmeleri doğru değil. Bilgimiz DNA’mızın bir parçasıdır, bize aittir. Akıllı telefonlarla inanılmaz olan şey, tüm bunlara ulaşmamızı sağlamasıdır. Ve bu bilgi herkese ait. Ben, World

Wide Web’i yani interneti yaratan Tim Berners-Lee gibi birine büyük saygı duyuyorum çünkü hiç kimsenin, hiçbir şirketin onu satın almamasını, ona sahip olamamasını, kontrol etmemesini sağladı, çünkü emin olabilirsiniz ki ellerinde böyle bir imkanları olsa yaparlardı.


Türk fotoğrafçı ve dijital sanatçı Aydın Büyüktaş’ın, Leonardo DiCaprio’nun oynadığı Inception filmini andıran İstanbul fotoğrafları birkaç gündür internetin en çok tıklanan içeriklerinden biri oldu. Büyüktaş, 2010 tarihli filmden ziyade, Edwin Abbott Abbott’un geometrik şekillere hayat verdiği, 1884 tarihli Flatland romanından ilham aldığını söylüyor. Aydın Büyüktaş’ın işlerinde arasında Sultanahmet Camii, Kapalı Çarşı, Galata Köprüsü, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu stadyumu, Kadıköy kent meydanı var.

05.

Flatland İstanbUl

36


37


38


39


40


41


42


43


44


45


46


47


06. ‘Dokuzuncu’ gezegen hakkında bilinmesi gereken 5 şey Geçtiğimiz haftalarda basın organlarında yer alan “Dokuzuncu gezegen bulundu” haberleri, astronomi dünyası başta olmak üzere herkeste heyecan yarattı. Ancak, California Institue of Technology (Caltech) araştırmacılırı Mike Brown ve Konstantin Batygin’in tespit ve teorilerden yola çıkarak varlığını öne sürdükleri gezegeni, güneş sistemimizin dokuzuncu gezegeni olarak kabul etmeden önce, varlığını gerçekten kanıtlamakla başlayan ve geçilmesi gereken birçok etap var.

48

Astronomi dünyası, daha 10 yıl öncesine kadar güneş sisteminin dokuzuncu gezegeni

sayılan Pluton’un ötesinde yer alan ve uzun yıllardır varlığından teorik anlamda neredeyse emin olunan gezegenlere ‘Planet X’ adını veriyor. Unutmamak lazım ki bundan 13 yıl önce, 2003 yılında Sedna ve Eris adlı gezegenlerin varlığı tespit edilmiş ve güneş sistemimizin bir parçası olan ama gezegen sıfatını kaybeden Pluton’la beraber ‘cüce gezegen’ kategorisine konulmuştu. İlerleyen teknolojiyle birlikte güneş sisteminin çekim alanı içinde yer alan gezegenlerin sayısı hiç kuşkusuz artacaktır ancak Brown ve Batygin’in buldukları ve dünyanın 10 katı olduğu söylenen gezegeni, sistemimizin dokuzuncusu olarak lanse etmek için daha


birçok küçük gezegen keşfedildi. Bu gezegenler incelendikçe, birbirine benzer, çok uzun ve eliptik yörüngelere sahip oldukları Şimdilik bir buluştan bahsedemeyiz gözlemlendi. Bu gezegenlerin ayrıca, astroBasında yer alan ve herkeste heyecan nomları şaşırtan bir şekilde benzer bir plana uyandıran haberlerin aksine Amerikalı sahip oldukları ve dünyanın yer aldığı diğer astronomların tespitlerini bir buluş ola- gezegenlerden farklı olarak yatay yörüngelere rak niteleyemeyiz çünkü şu ana kadar bu sahip olmadıkları tespit edildi. Astronomlar ‘dokuzuncu’ gezegeni gerçek anlamda kimse bu özelliğin tesadüfen ceryan etmesi olasılıgörmüş değil ve varlığını kimse kanıtla- ğının yüzde 1’den az olduğunu söylüyor. yamıyor. Brown ve Batygin’in çalışmaları Brown ve Batygin, bu tespitlerden yola herşeyden önce matematiksel bir teori üzerine kurulu. 90’lı yıllardan bugüne, teknolojinin çıkarak, bu gezegenlerin birbirlerine benzer gelişmesi ve devasa teleskopların üretimiyle, yörüngelere sahip olmasının tek açıklamaaralarında Sedna ve Eris’in de bulunduğu sının yakınından geçtikleri diğer bir devasa çok erken.

49


gezegenden kaynaklabileceğini öne sürdüler. Bu tarz matematiksel hesaplar geçmişte de yapılmış ve bu sayede Neptün’ün varlığı herhangi bir teleskop kullanmadan 1846 yılında tespit edilmişti. Neptün’ü keşfeden Fransız astronom Urbain Le Verrier çalışmalarını Uranüs’ün yörüngesindeki sapmalardan yola çıkarak başlatmıştı. Eğer Brown ve Batygin’in varlığını öne sürdükleri ‘dokuzuncu’ gezegen var ise, gözlemlemek, güneşe olan uzaklığı (30-180 milyar kilometre - Neptün Güneş uzaklığının 40 katı) ve çok az ışık yansıtması nedeniyle muhtemelen çok zaman alacaktır ve zor olacaktır.

50

katı olma şansı yok. Birçok araştırma ortaya koydu ki, Venüs, Mars ve Merkür örneklerinde olduğu gibi bir gezegenin katı olması için Dünya boyutlarında ya da en fazla iki katı büyüklüğünde olması gerekiyor. Brown ve Batygin’in paylaştığı rakamlara bakılırsa dokuzuncu gezegenin Neptün ve Jüpiter gibi bir gaz devi olması gerekiyor. Anahtar kelime sabır

Kaliforniyalı astronomların tespit ettiği bu gezegeni çok yakın bir tarihte gözlemleyebileceğimiz gibi, Plüton örneğinde olduğu gibi 85 yıl da beklemek gerekebilir. Burada Dokuzuncu gezegen katı bir gezegen değil anahtar kelime sabır olacak. Elbette bu gezegen gerçekten var ise. Hatırlarsanız, varlığı ‘Planet X’ olarak adlandırılan ve efsanelere 1930 yılında kanıtlanan Plüton’u fotoğraflakonu olan (Zecharia Sitchin’in 12. Gezegen mak için 2015 yılını beklememiz gerekmişti. adlı kitabı) gizemli gezegenin dünya ben- Paylaşılan tüm verileri ele alarak, bu gezegen zeri katı bir gezegen olduğu düşünülüyordu 2018 yılında süper teleskop James Webb taraancak Brown ve Batygin’in tespit ettik- fından tespit edilebilir, takip eden on yılda bir leri gezegenin gaz devi, büyük bir gezegen uzay aracı inşa edilir ve 2028 yılında fırlatılır, olduğu düşünülüyor. Dünyadan 10 kat daha bu uzay aracı Voyager 1 gibi saniyede 17km ağır ve iki ya da dört kat daha büyük olduğu (17km/sa) hızla ilerler ve gezegeni güneşe düşünülen bu gezegenin astronomlara göre en yakın noktasında yakalarsa aradan 57 yıl


geçmiş olacak ve 2085 yılında bu gezegenin fotoğraflarını çekebiliyor olacağız. Gezegenin döngüsünün 10 bin ila 20 bin yıl arasında (dünya için 1 yıl) olduğu düşünülürse, en uzak noktada yakalandığı taktirde bu rakam 343 yıla çıkacak.

Peki bir gezegen nedir?

Peki gerçekten bir gezegen nedir? Neden Plüton bir gezegen olarak kabul edilirken 2006 yılında bu sıfatı kaybetti? 2006 yılında düzenlenen astronomi kongresinde bir gezegenin üç şartı yerine getirmesi gerektiğine karar verildi. Birincisi, güneşin etrafında Gezegen güneş sisteminin sınırında değil yörüngede olması. İkincisi bir top gibi Tüm bu baş döndürücü rakamlara bak- yuvarlak olabilmesi için yeterince hacme tığımızda Brown ve Batygin’in tespit ettiği sahip olması. Son olarak da kendi etrafını dokuzuncu gezegenin güneş sisteminin sını- süpürmüş olması. Plüton’a gezegen sıfatını rında olduğu düşünülebilir. Ancak durum kaybettiren ve cüce gezegen kategorisine öyle değil. Güneş sistemimiz, bir tabloya sokan bu üçüncü şart oldu. Bu şartın anlamı, sığması için sekiz gezenle temsil edilse de gezegenin çekim alanıyla (yer çekimi) tüm aslında bundan kat kat daha büyük bir alanı çevresini asteroidlerden ve kayalardan temizetkisi altına alıyor. Güneş sisteminin etki lemiş olması anlamına geliyor. 2006 yılında alanı bir ışık yılı uzaklığa, yani 9 460 milyar düzenlenen kongrede Plüton’un bu şartı kilometre uzaklığa uzanıyor. Bu alan içine yerine getirmediğine karar verildi. Tüm bu giren herhangi bir cisim güneşin çekim alanı bilgiler ışığında Brown ve Batygin’in buluiçine girmiş oluyor. Yukarıdaki rakamlara bir şunu şimdiden ‘dokuzuncu’ gezegen ilan daha bakarsak dokuzuncu gezegenin güneş etmek için biraz erken. Amerikan Uzay sisteminin sınırında değil oldukça yakınında Ajansı NASA, ikilinin tespitlerini kontrol etmek için kolları sıvadı bile. Önümüzdeki olduğunu görebiliriz. yıllarda yapılacak araştırmalar bu gezegenin varlığını belki de teyit edecek. Ancak o zamana kadar anahtar kelime hepimiz için yine sabır olacak.

51


Haftaya görüşürüz:)

31 // OCAK ’16

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.