// ALAIN DELON: O ARTIK MUTLU BİR ADAM // MARINA: ABRAMOVIC BENİ AĞLATTI // ULUSAL SİNEMA ARŞİVİ: BİR ŞATODA YATAN SİNEMA TARİHİ // DANNY BOYLE: ‘TRANCE’A GEÇİYOR
// 01.
ALAIN DELON: O ARTIK MUTLU BİR ADAM
// 02.
CANNES’IN KAZANANLARI
// 03.
MARINA: ABRAMOVIC BENİ AĞLATTI
// 04.
ULUSAL SİNEMA ARŞİVİ: BİR ŞATODA YATAN SİNEMA TARİHİ
// 05.
DI LIU’NUN MUTSUZ HAYVANLARI
// 06.
DANNY BOYLE: ‘TRANCE’A GEÇİYOR
01. ALA襤N DELON:
O art覺k mutlu bir adam
<< Ve Tanrı Kadını yarattıysa, Fransız sineması da Alain Delon’u yarattı. Beyaz perdenin en ünlü simalarından, milyonlarca kadını peşinden koşturan Delon, sinemaya adım attığı ilk günlerden, yaşadığı aşklara, çocuklarından mutluluğa kadar hayatını Paris Match’a anlattı.
Sinema için ilk teklifi ABD’den aldığınız doğru mu?. Alain Delon: 1957’de arkadaşım JeanClaude Brialy bana “gel seni Cannes’a götüreyim” dedi. Basamakları çıkarken kimse bize bakmıyordu bile. Ama yine de bu ilk festival her zaman güzel bir anı olarak kaldı. Bir akşam, Rock Hudson’ın ünlü menajeri Henry Wilson’la karşılaştım. Bana Amerika’da iş bulmak istiyordu, denemeleri geçtim ve kabul edildim. Yedi yıllık bir kontrat önerdiler ama sonuç olarak gitmemeye karar verdim. Amerika’yı reddetmeyi tercih mi ettiniz? Beni bu konuda ikna eden Yves Allégret oldu. İlk defa bir filminde oynuyordum ve çekimler boyunca bana “Sen Fransızsın ve kariyerine Fransa’da başlaman lazım” diyordu. Ben de onu dinlemeye karar verdim. Simone Signoret’nin kocası olan Yves’den çok şey öğrendim: “Konuştuğun gibi konuş, hareket ettiğin gibi hareket et, baktığın gibi bak. Yalvarırım olduğun gibi ol, oynamaya çalışma”. Aktörlük kariyerimin başlangıcı oldu. Onun sözleri olmasa belki bugün burada olmazdım. 25 Mayıs’ta Cannes’da, René Clément’ın “Plein Soleil” filmi restore edilmiş haliyle gösterildi. Mutlu musunuz? Festival’in bu film için sizi çağırmış olması çok dokunaklı bir durum… Kariyerim için yapılmış bir çağrı değil bu. “Plein Soleil”in gösterimine katılmayı kabul ettim çünkü dostum ve hocam olan René Clément’ın anısına burada olmak istedim. Benim için çok önemli. Bu film hayatımı ve kariyerimi büyük ölçüde etkiledi.
Kendisinden çok şey öğrendim. Diğer yan- aşkın yanında, kendisine hayrandım. Benim dan bu filmi tekrar görmek acı verici bir sevebilmem için hayran olmam lazım. flash-back gibi çünkü çok sevdiğim ve artık aramızda olmayan insanları tekrar gördüm. “Plein Soleil”e geri dönelim… Çok zorlu bir çekim oldu. Denize ve teknelere alışık olmak lazım. Bu size acı mı veriyor? Tabii ki. Bu oynadığım bir sürü film için geçerli. Beraber çalıştığım, dost olduğum, sevdiğim ama artık aramızda olmayan pek çok insan var. “Cercle Rouge” filmini düşünce herkes noksan geliyor. “La Piscine” filmi için aynı acıyı hissediyorum, çok içten ve samimi sahneler var. Çok fazla hatıra. Romy Schneider… (duruyor) Cannes’da star oydu. Ben ise Sissi’ye eşlik ediyordum. Kendimi Sophia Loren ve Romy’nin yanında küçücük hissettiğim fotoğrafı dün gibi hatırlıyorum. Orada olmamı sağlayan Tanrı’ya minettardım.
Feciydi. Napoli yakınlarında çekim yapıyorduk. Deniz tutmuştu ve çok hastaydım. René Clément kendime gelmemi bekliyordu ve bana “Güzelim, ne zaman istersen, biz hazırız” diyordu. Bir gün yelken direklerinden biri kafama çarptı, bu senaryoda yoktu elbette. Bütün çekim ekibinin yüreği ağzına geldi. Fizik olarak bu kadar acı çektiğim başka bir çekim hatırlamıyorum. “Plein Soleil”den sonra menajerler yanıma gelip “Artık bir yıldızsın” dediler. Bu film sayesinde Visconti benimle bağlantıya geçti ve kendisiyle çalışma şansına eriştim.
Romy size çok şey kattı mı?
28 yaşındaydınız ve göz kamaştırıcı bir kariyere sahiptiniz!
Evet, Romy bana çok şey kattı. Kendisiyle “Christine” filmini çekerken yaşam sevincine, Mesleğimle ilgili çok bir şey bilmiyorhareketlerine, oyununa, güzelliğine hayran- dum. Sadece bu kadar önemli insanlarla lıkla bakıyordum. Kendisine duyduğum beraber çalışabildiğim için çok şanslı
olduğumu biliyordum. Clément, Visconti ya da Antonioni’yle ikişer film yapmanın ne anlama geldiğini anlamamak için gerçekten aptal olmak lazım. Sizi kıskananlar oldu mu?
bir dostluk bizi bağlıyor. Elli yılı aşkın bir süredir yanyanayız ve çok sık telefonda konuşuyoruz. Cannes, kızınız Anouchka’yla basamakları çıkmak da aynı zamanda…
Evet. Mesela yeni akım yönetmenlerden hiç Sanırım hayatımın en önemli anısı. 19 biriyle çalışamadım, aynı dünyadan olmadı- yaşında o kadar güzel, o kadar zarifti ki. Fotoğrafçıların önünde de çok rahattı. ğımızı düşünüyorlardı. Hala milyonlarca kadının hayallerini süslüyorsunuz. Sizi geri çevirenler oldu mu hiç?
Siz ki, hanedanlara düşkünsünüz, bir gün bütün Delon’larla çevrili olarak basamakları çıkmayı hayal etmiyor musunuz?
Tabii ki, tanınmamış olanlar da var. Bu beni çok etkiledi… Ama büyük bir çoğunluğu kabul etti. (gülüyor)
Bunu iki oğlum ve kızımla yapmak çok isterim. Ama her birinin, bazen doğru olmamakla birlikte, kendi düşünceleri, bakış açıları var. Hayat böyle istedi. Her zaman, herşeyi elde edemeyiz. Bu beni üzüyor, ama hayat böyle.
Bardot ve Monroe?
Marilyn bu kadar erken ölmeseydi, kendisiyle bir filmde oynamak isterdim. Göz Bugün, sinemanın üzerini çizdiniz mi? kamaştırıcı bir kadındı. Katherine Hepburn, Hayır, üzerinde çalıştığım bazı projeler var. Ava Gardner, Lauren Bacall gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Bardot’yla sonsuz Sürekli yeni senryolar önüme geliyor. Luc
Besson’a ve Polanski’ye açık kapı bıraktım. O dönemde sahip olduğum enerjiye hiç bir Sinema bugün pek de hoşuma gitmeyen zaman tekrar sahip olamadım. Bugünün bir yöne doğru ilerledi. Eskiden, yumu- dünyası hoşuma gitmiyor. Hiç bir şey beni şak ve rahat bir koltuğa gömülüp, Ingrid heyecanlandırmıyor, oysa ki çok tutkulu bir Bergman’ın Cary Grant’i öpmesini seyre- insandım. Eksik olan, istek, tutku. Belki bir dip hayal kurardık. Hayaller uçup gidince, gün uyanırım. sinema ilgimi çekmemeye başladı. Sıkça ölümden bahsediyorsunuz, sizinSıkı bir Gaulliste’siniz (Charles De Gaulle kinden ve başkalarınınkinden… yanlısı). Fransa’nın bugünkü durumu Ölümden korkmuyorum. Emin olduğuhakkında ne düşünüyorsunuz? muz tek şey ölüm. Benim korktuğum şey, Büyük bir tökemezle içerisinde… Fransa’nın güçsüz ve hiç bir şey yapamayacak hale gelnereye gittiğini bilmiyorum. Yirmi ya da mek. Muhteşem bir hayatım oldu. Herşey otuz yaş daha genç olsaydımi, bir dakika 17 yaşında başladı. Amcamın dükkanında daha kalmazdım, orası kesin. Artık hayatım şarküteri yapmaktan o kadar sıkılmıştım arkamda kaldı ve çocuklarımın bana ihtiyacı ki orduya katıldım. Güney Doğu Asya’ya var. Onlara yardımcı olmak için kalmalıyım. gittim, özgür ve mutluydum. Bungün önceliğim çocuklarımın başarısı ve mutluluğu. Onlar olmasaydı bugün burada olmazdım. Geçmişe bağlı yaşayanlardan mısınız? Evet gerçek bir geçmişçiyim. İtalyan yılla- Oğullarınızla yakınlaştınız mı? rım, Visconti, Clément, Losey, Melville zamanları ve orduda geçirdiğim zaman… Anthony, bana, beni “Opa” diye çağıran
dünya tatlısı iki torun verdi, sonuncusu Belli bir yaştan sonra yaşadığın aşkın Liv, bana aşık. Beni duygulandırıyor ve gücünü tekrarlamak çok zor oluyor. hayat veriyor. Alain-Fabien’le yakınlaştık, hergün konuşuyoruz ve sözünü “Baba seni Değiştirilemeyecek bir romantiksiniz, seviyorum”la bitiriyor. Bana akıl danışıyor. aşık olmadığınıza inanamıyoruz! Cannes’da tanıttığı filmle basamakları çıkHaklısınız, bugün tekrardan aşık olmak istitığı için çok gururluyum. yorum. Belki de biraz öyleyim. Ama artık Yalnız olduğunuzda neler yapıyorsunuz? sonuncu kez, hayatımın son evresinin aşkı. El işleri ya da bahçivanlık yaptığınız oluAlain Delon, mutlu bir adam mı? yor mu? Hayvanlarımlayım. Fazla bir şey yapmıyo- Evet, artık mutlu bir adamım. Hayatımda rum. Bir zamanlar, hiçbir şey yapmamak o kadar çok mutlu oldum ki, maalesef bana işkence gibi geliyordu ama bugün artık sürekli aynı mutluluka yaşanamıyor. İnişler alıştım. Hiçbir şeyi yapmamayı öğrendim. çıkışlar oluyor. En önemlisi çocuklarımla paylaşabildiğim kadar çok şey paylaşmak istiyorum. Yalnız ölmek istemiyorum. n Peki ya aşk? Aşkı tanıdım ve yaşadım, çok mutluydum.
02.
<<
CANNES’IN KAZANANLARI Bir Cannes Film Festivali daha geride kaldı. Jet-setin sinema alemiyle buluştuğu, 66’ıncısı düzenlenen dünyanın en prestijli festivalinde ödüller sahiplerini buldu. En iyi film dalında Abdellatif Kechiche’in
Palme d’Or - Altın Palmiye: La Vie d’Adèle - yönetmen: Abdellatif Kechiche, Başroller: Léa Seydoux, Adèle Exarchopoulos.
La Vie d’Adèle (Adèle’in hayatı) filmi Palme d’Or’un sahibi olurken, Coen kardeşler Büyük Jüri Ödülü’ne layık görüldü. Kazananları mercek altına aldık.
Bağımsız sinemanın yükselen isimlerinden, Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche, ilk defa katıldığı Cannes Film Festivali’nde La Vie d’Adèle adlı filmiyle Palme d’Or’a layık görüldü. Julie Maroh’un çizgi romanından esinlenen film, 15 yaşındaki Adèle’in (Adèle Exarchopoulos) sokakta gördüğü mavi saçlı Emma’ya (Léa Seydoux) aşık olmasının ardından değişen hayatını konu alıyor. Eşcinselliğini keşfeden Adèle, Emma’yla yaşadığı aşk sırasında diğerlerinin tepkileriyle ve toplumsal baskıyla mücadele ederken, kendi üzerindeki bakış açısını da değiştirmeye çalışıyor…
Grand Prix du Jury - Büyük Juri Ödülü: Inside Llewyn Davis - yönetmen: Coen kardeşler, Başroller: Carey Mulligan, Justin Timberlake, Oscar Isaac ve John Goodman. Nuri Bilge Ceylan’ın 2011 yılında, Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle kazandığı Büyük Jüri Ödülü’nün bu seneki sahibi, Inside Llewyn Davis filmiyle festivalin yıllardır gediklisi olan Coen kardeşler oldu. 1991’de Barton Fink filmiyle Palme d’Or’a layık görülen Coen’ler, aynı başarıyı 1996’da Fargo, 2001’de de The Barber’la tekrarladı. 2007’de çıkardıkları No Country for Old Men’den beri festivalde yer almayan ikili, 1960’larda New York’un Greenwich Village mahallesinde gelişen folk akımını konu aldıkları Inside Llewyn Davis filmiyle Büyük Jüri ödülünün bu yılki sahibi oldu. Bob Dylan gibi isimlere ilham veren Dave Van Ronk’un hayatından esinlenilen filmde, genç bir folk şarkıcısının Greenwich Village’da geçirdiği bir hafta konu alınıyor. Sırtında gitarıyla aşılması güç engellere
karşı boğuşan Llewyn Davis’i Oscar Isaac canlandırıyor. En iyi senaryo: Touch of Sin, yönetmen: Jia Zhang Ke, Başrol: Wu Jiang, Wang Baoqiang, Vivien Li Jia Zhangke, kariyerinin başında beri modern Çin’in yaşadığı değişimi ve toplumun yaşadığı sorunları konu alan filmleriyle 2005 yılına kadar kendi ülkesinde sansürlenmişti. Cannes Film Festivali’ne beşinci kez katılan Çinli yönetmen bu sefer de, Çin’in dört ayrı yerinde geçen ve dört hikayeden oluşan A Touch of Sin’le geri dönüyor. Köyündeki yöneticilerin bulaştığı yolsuzluklardan bunalan maden işçisi Dahai harekete geçer. San’er, mülteci bir işçi, yanında bulundurduğu silahının gücünü keşfeder. Bir saunada çalışan Xiaoyu, zengin bir müşterinin bitmek bilmeyen tacizine mağruz kalır. Xiaohui ise bir işten diğerine geçerek, çalışma koşullarının kötülüğüne tanık olur…
altı yıl sonra, hastanede bir hata olduğunu ve kendisine yanlış çocuğun verildiğini öğrenen bir babanın yaşadıklarını anlatıyor. Altı yıldır büyüttüğü çocuğun kendi çocuğu olmadığını öğrenen baba, çok zor bir seçimle karşı karşıyadır. Biyolojik çocuğunu bulmakla, doğumundan beri altı yıldır büyüttüğü çocuğu tutmak arasında kararsız kalır. En iyi erkek oyuncu: Bruce Dern, (Nebraska - Alexander Payne) İsmini pek duymamış olsak da, 72 yaşındaki Bruce Dern sinema dünyasının en tecrübeli aktörlerinden biri. Amerikalı oyuncu Cannes film festivaline daha önce 1971’de Jack Nicholson’la, 1976’da Hitchcock’la En iyi kadın oyuncu: 1978’de de Hal Ashby’le katılan Bruce Bérénice Bejo, (Le Passé - Ashgar Farhadi) Dern, festivalde ilk defa en iyi erkek Hiç kuşkusuz ki The Artist, Bérénice oyuncu ödülünün sahibi oldu. Alexander Bejo’nun yeniden doğmasını sağlayan Payne’in yönettiği Nebraska, kumarda ve at film oldu. 2000’de “gelecek vaadedenler” yarışlarında büyük ikramiyeyi kazandığına sıralamasında en üst sıralarda yer aldıktan inanan yaşlı ve alkolik bir adamın ve onu sonra adını pek duymadığımız Bejo, The takip eden oğlunun yollarda geçen hikayesini Artist’in ardından el üstünde tutulur konu alıyor. n aktrislerden biri oldu. Le Passé’de, dört yıllık bir ayrılığın ardından boşanma işlemleri için eski kocasıyla bir araya gelen bir kadını oynayan Bejo, Cesar’larda kazandığı en iyi oyuncu ödülün ardından Cannes’da da aynı ödüle layık görüldü. Jüri Özel Ödülü: Like Father, Like Son, yönetmen: Hirokazu Kore-Eda, Başroller: Masahura Fukuyama, Yoko Maki Juri Özel Ödülü’nün bu yıl ki galibi, festivale üçüncü kez katılan Hirozaku Kore-Eda ve filmi Like Father, Like Son oldu. Like Father, Like Son, çocuğunun doğumundan
03. MARINA ABRAMOVIC:
Beni ağlattı
Marina Abramovic, New York modern sanatlar müzesi MoMa’da, bundan 3 yıl önce sergilediği The Artist is Present performansıyla herkesi şaşırtmıştı. Sadeliği kadar ruhani derinliğiyle de dikkati çeken performans sırasında sanatçı, bir masanın başında oturup, karşısına geçen sanatseverle sessizce iletişime geçmişti. Abramovic, insanların saatlerce kuyrukta beklediği iki hafta boyunca 1.500’den fazla kişiyle karşılıklı oturup, tanımadık yüzlerin hislerini paylaştı. Performans sırasında izliyeciler,
bir çok duygu yüklü ana da tanıklık etti. Fotoğrafçı Marco Anelli’nin Portraits in the Prensence of Marina Abramovic adlı kitabı, bazen üzüntüden, bazen mutluluktan ağlayan bu insanların portrelerine yer veriyor. Fotoğrafları görünce insan kendine şu soruyu sormadan edemiyor: o anda ne düşünüyorlar, ne hissediyorlardı? Tanımadığınız bir yabancıyla yüz yüze oturup, sessizce birbirinizin gözlerinin içine baksaydınız siz ne hissederdiniz? n
04. ULUSAL SİNEMA ARŞİVİ:
Bir şatoda yatan sinema tarihi
<< Paris’e bir kaç kilometre uzaklıktaki Fransa Ulusal Sinema Arşivi, aralarında Lumière kardeşlerin orijinal makarlarının da bulunduğu 110.000 filmle, 1898’den bugüne, sinema tarihine ayna tutuyor.
Dijital çağa geçişle beraber, sinema, yenilenen teknolojiden en çok etkilenen sektörlerin başında geldi. Kusursuz görüntü ve ses kalitesiyle Dvd ve Blu-Ray diskler insanlar a evlerinde sinema keyfi yaşatırken, internetin yüksek erişim hızı, sinemaseverlerin filmleri doğrudan bilgisayarlarına indirmelerini sağladı. Böyle bakıldığında, filmlerin çoğaltılarak mağazalarda satılması ya da kopyalanarak paylaşılması her sinema meraklısını birer koleksiyoncu ya da arşivci yapıyor. Her bir film, dünyanın herhangi bir köşesinde, birinin rafında ya da bilgisayarında kendine yeni bir hayat başlatıyor. Hal böyle olunca dijital devrimden öncesini düşünmeden edemedik. Eski filmler nerede saklanıyor? Hangi şartlarda korunuyorlar? Lumière kardeşlerin ilk denemelerinden örnekler var mı? Sorularımıza aradığımız cevapları Paris’e bir kaç kilometre uzaklıktaki Ulusal Sinema Arşivi’nde bulduk.
Sinema tarihi emin ellerde Paris’e bir kaç kilometre uzaklıktaki Boisd’Arcy kasabasında bulunan 19. yüzyıla ait eski bir şato, çok insanın bildiği bir hazine barındırıyor. 1898’den bugüne, 110.000 filmi oluşturan 1 milyonun üzerinde makara, Ulusal Sinema Merkezi tarafından burada tutuluyor. Yarısını belgesel filmlerin oluşturduğu koleksiyonda, ayrıca kısa ve uzun metrajlar da var. Sinemanın mucitleri Lumière kardeşlerin 1400 eserinin tamamına yakınını barındıran koleksiyon, sinemanın doğumuna da ayna tutuyor. 1969 yılında dönemin Kültür Bakanı André Malraux, şatonun oluşturduğu elverişli koşullardan dolayı arşivin taşınmasını uygun görmüş. Şato’nun düşük nem oranı ve doğal havalandırma sistemi makaraların korunması
için ideal bir ortam oluştururken, binanın taştan yapılmış olması, olası bir yangında alevlerin hızlı yayılmasını engelliyor.
Her makara testlere tabi tutuluyor Bir makarayı iyi bir yerde tutmak, onun iyi korunduğu anlamına gelmiyor. Her makara gözden geçiriiiyor, temizleniyor ve gerekirse restore ediliyor. Bois-d’arcy’deki arşivlere gelen her film önce bazı testlere tabi tutuluyor. 48 süren testlerde, film şeridinin asitlik derecesi ölçülüyor ve çürüme var mı kontrol ediliyor. Eğer restorasyona gerek görülürse, makaralar belli bir süre kimyasal solüsyonlarda tutulduktan sonra özel makinelerde temizlenip, bir doktor kadar ince çalışan uzmanlar tarafından tekrar bir araya getiriliyor. Koruma altına alınan filmler daha sonra, sıcaklığın 5 ila 10 derece arasında olduğu, nem oranın yüzde 35 civarlarında tutulduğu hücrelerde saklanıyorlar. Bu yöntemle her yıl, özel koleksiyonculardan gelen 80 tarihi film restore edilerek arşive kazandırılıyor. Bazen bir yıla kadar sürebilen restorasyon çalışmalarının maliyeti ise 70.000 ila 120.000 euro arasında değişiyor. n
05.
DI LIU’NUN
Mutsuz hayvanları
Pekin Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu fotoğrafçı Di Liu; bir panda, bir gergedan, bir tavşan, bir maymun, bir kurbağa ve bir geyik ile Çin’in varoş mahallelerine gider ve büyük bir ödülle geri döner. 25 yaşındaki Çin’in Shanxi bölgesinden olan fotoğrafçı Di Liu geçen sene Lacoste Elysée Ödülünü kazanmıştı. Animal Regulation Series adlı çalışmasında doğa ve insan toplulukları arasındaki çatışmalı ilişkileri inceliyordu. Çin’deki hızlı şehirleşmeden ilham almıştı. Seride devasa ebatlardaki hayvanlar, bulundukları mekanlarla büyük bir çelişki yaratıyorlar. Fotoğraflar varoş semtlerdeki
harap evleri, özellikle Hutong bölgesini belgeliyor. Temanın ciddiyetine rağmen genç fotoğrafçı eserine mizah ve eğlence katmayı da başarmış. Di Liu, fotoğraflarındaki hayvanların doğa kanunlarını temsil ettiğini söylüyor. Hayvanların içinde bulunduğu çevre de insanların yaşama koşullarını temsil ediyor. Hayvanların büyük olmasının sebebi, doğanın gücünü yansıtmalarından kaynaklanıyor. Genç fotoğrafçı “Kimi sanatseverler sırtı dönük pandanın hüznünü, kimileri ise duruşunun toplumun dengesiz gelişiminin sembolü olduğunu fark ediyor” diyor. n
06. DANNY BOYLE:
‘Trance’a geçiyor
İngiliz sinemasının yetiştirdiği en önemli yönetmenlerden biri olan Danny Boyle, kaybolan bir eseri bulmak için mafyayla işbirliği yapan bir sanat tüccarının konu alındığı “Trance” ile geri dönüyor. Teaser dergisinin sorularını yanıtlayan, Trainspotting, The Beach ve Slumdog Millionaire gibi filmlerin yönetmeni Danny Boyle’un son filmi “Trance” ülkemizde 14 Haziran’da vizyona girecek
Proje olarak düşünüldüğünde, Trance’in çekimlerini Londra’da değil, daha önce hiç doğal dekor olarak kullanmadığınız New York’ta yapmanız düşünülmüştü… Danny Boyle: Her yönetmen New York’ta bir film çekmek ister. Aslında Trance, Rosario Dawson’un oynadığı karakter yabancı olduğu sürece herhangi bir şehirde çekilebilirdi: Paris, Barselona, Sydney… Neden bu kadar önemliydi? Çok yalnız bir karakter, kendisine yardımcı
olabilecek bir ailesi yok. Sadece kendisine güvenebilir. Profesyonel özellikleri, güzelliği ve güçlü karakteri çok belirleyici özellikler. Vincent Cassel’in canlandırdığı karakter de üçüncü bir ülkeden geliyor, Fransa’dan… Bu tamamen bir tesadüf. İlk başta, canlandırması gerektiği karakter, Londralı bir hayduttu. O dönemde Vincent Cassel müsait oluşu ve benim de her zaman kendisiyle çalışmak istemiş olmam, Londralı gangster rolünde değişiklikler yapmama neden oldu. Londra’yı, New York’u çekeceğiniz gibi mi çektiniz? Sanmıyorum. Londra’da oturduğum için, çekim yapılacak yerleri teker teker gezip kararımı ona göre verdim. İngiltere’de bir filmi yaptığınız zaman kararlarınız sosyal etkenlere göre şekilleniyor. Karakterinizin aylık kazancı nedir? Ne tarz bir araba kullanıyor? Nerede yaşayabilir? Biz böyle olmasını istemiyorduk. Çekim yaptığımız yerlerin güzelliğinin ön plana çıkmasını bizim için daha önemliydi. Mesela gerçek
hayatta, Rosario Dawson’un canlandırdığı hipnozcu karakterinin filmde oturduğu evde oturabileceğini hiç sanmıyorum. Biz, sadece herşeyin güzel olmasını istiyorduk. Tamamen estetik bir seçim. Londra’da bunu kolaylıkla yapabilirim çünkü bu şehri ezbere biliyorum. Tanımadığınız ve basit bir izleyici olduğunuz bir şehirde bu seçimleri aynı kolaylıkla yapamayabilirsiniz. Geçtiğimiz yıl, Londra Olimpiyatlarının açılış seromonisini düzenlediniz, Trance’i çektiniz, Frankenstein’ı tiyatroya uyarladınız. Slumdog Millionaire’i Hindistan’da, 127 Saat’i Amerika’da çektikten sonra, tekrardan köklerinize mi dönüyorsunuz? (gülüyor) Evet belki de. Olimpiyatların hazırlığı iki buçuk yıl sürdü, sonunda aklımı kaybedecektim. Bu sırada iki tane paralel proje başlattım, birincisi Frankenstein diğeri de Trance. İkisi de çok karanlık eserler. Diğer yandan da ana-akım olan, neredeyse Disney’den çıkma, Olimpiyat açılış seromonisini yapmam gerekiyordu. Çok gurur duyuyorum elbette! Anlayacağınız Olimpiyatlar, film ve tiyatro arasındaki ilişki bu şekilde oluştu. Yani benim özel olarak İngiliz köklerime geri dönme isteğimden değil.
Trance’in müziğini yapmak için, Underworld grubundan Rick Smith’le beraber çalıştınız. Filmin nefes kesen ritmine etkisi oldu mu?
En başından itibaren aklımda Rick vardı. Olimpiyat seromonisinde ve Frankenstein’da parmağı vardı. Kendinize İngiliz sinemasını koruma ve Olimpiyatlardan sonra yorgun olup olmadığını sordum. Bana “hayır” cevabı verdiği kurtarma verdiniz mi? için Trance’de beraber çalıştık. Sorunuz Hayır. Ben İngiliz sinemasının yaptığı şeyleri anlamlı çünkü, bir filmin montajını yaparyapmıyorum, yani sosyal gerçekçilik. Ben ken belli bir müzik kullanırız. Bu herhangi kendimi Nicolas Roeg, John Boorman gibi bir müzik ya da daha önceden yapılmış bir 70’lerin yönetmenlerine daha yakın hissedi- filmin müziği olabilir. Trance için bir çok yorum. Yüceltmekten ya da şoke etmekten yerde The Social Network’ün müziğini korkmayan, sinemayı sosyal bir analiz için kullandık. Yaptığımız ilk montaj ona göre değil de, öncelikle sinema için yapan yönet- oldu, Rick’e de o versiyonu seyrettirdik. Sorun şu ki, montajı müzikli mi müziksiz menlere daha yakınım.
mi izletmemiz gerektiğini bilemiyorduk. Ben filmlerimin agresif olmasını ve sizi Üzerine çalışabilmek için müzikle sey- fiziksel olarak rahatsız etmesini istiyoretmesi gerektiğini biliyordu, biz de filmi rum. Filmlerimi, koltuğunuza gömülmüş, müziksiz izlemek isteyeceğini biliyorduk. ekrana karşı pasif bir şekilde seyretmenizi istemiyorum. İnsanların filmlerimi yaşaAma yine de filmin nefes kesici bir ritmi masını ve sonrasında “Bu da neydi böyle?” demelerini istiyorum. Meditasyona benolacağını biliyordunuz. zeyen filmler yapmak istemiyorum. Evet, bunu başlıca nedenlerinden biri de filmin ana konusu hipnozun çok yavaş bir Bundan dolayı da filmlerimin sürelerini şey oluşu. Sizi uyutan bir şey… Tam da… doksan dakika civarında tutmaya çalışıyobazı şeyleri… aceleye getirmemeniz… rum çünkü iki buçuk saate ulaştığınızda gereken bir… şey. Bu da benim sinemam ister istemez meditasyona girmiş oluyorsunuz. Ben dolu dolu bir buçuk saat için büyük bir sorun! (gülüyor) geçirilmesini tercih ediyorum. Kimse Trance’in önceki üç uzun metrajınızdan daha az önemli olduğunu Duygusal anlamda Trance’in önceki söyleyemez ama yine de aralarında fark filmlerinize kıyasla daha hafif olduğunu var. Özellikle de kurgu olarak daha geliş- söyleyebilir miyiz? miş olduğunu görüyoruz…Trance benim için bir tablo. Üç ana karakterin etra- Evet kesinlikle. Diğer bir yandan da aşk, fında dönen bir dünya. Çoğunlukla kapalı hikaye için çok önemli yere sahip, filmin mekanlarda çekim yaptık. Diyalogların pozitif tek malmezesi. Yaşanlardan güzel bir şey çıkabilir sonuç olarak. öne çıktığı bir film. Siz yaş aldıkça filmlerinizin de çok daha çarpıcı olduğu ve insanın içine işlediği hissine kapılıyoruz. Katılıyor musunuz?
Ama yine de dediğiniz gibi önceki filmlerime göre daha hafif. n
Haftaya görüşürüz:)
02 // HZRN’13