/132
e t e z r e v i n 端
zete
26 Kasım 2015 Sayı: 132 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç Yazılar Arzu Cahide Öz, Berk Özdemir, Kübra Veyis, Sedef Akalın,
ZAYIFLIĞA DUYULAN AÇLIK
BRÜKSEL’DE 48 SAAT!
CAN BONOMO İLE ZAMANDA YOLCULUK
NERDEN GELDİK BURAYA?
SANATIN ZAMANSIZ HALİ
YARATICILIK VE MACERADA ZİRVE YAPAN OYUNLAR
Sırma İshakoğlu, Tuğçe Ersözoğlu Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
Zayıflığa Duyulan Açlık “Çirkin kadın yoktur, zayıf olmayan kadın vardır. Zayıf kadın eşittir güzel kadındır, zayıf olan da zayıflığını bilmezse denkleme anoreksik kadın girer.” / Tuğçe Ersözoğlu Yemek için yaşamak mı? Yaşamak için yemek mi? Zayıf olmanın güzelliğin anahtarı olduğunu düşünen birçok kadın için bu sorunun cevabı çok basit: “Yaşamak için yemek”. Peki bizlerin fark edemediği, bizler gibi sağlıklı bir biçimde yaşayabilmenin hayalini kuran ve bu uğurda kendileri ile sürekli bir iç savaş yaşayan kadınlar için tüm uğraşlara rağmen “yemek” yaşamak için dahi gerekli değilse? Hayal edin ki her gün aynanın karşısına geçiyorsunuz, her gün en az üç dört kez tartılıyorsunuz ve yine her gün bir önceki güne nazaran vücut ağırlığınız
azalmakta ancak yine de siz kendinizi günden güne kilo alan, irileşen, çirkinleşen bir kadın olarak görüyorsunuz. Kabusa dönen bu şişmanlık korkunuz; yeme bozukluklarını, açlık duygunuzu reddetmeyi, daha çok zayıflamak uğruna sürekli spor ve ağır egzersizleri kendinize dayatmayı beraberinde getiriyor. Bu süreç içerisinde kilo kaybı ile birlikte beyin kütlenizde dahi azalma meydana geliyor ve bu durum beyninizdeki kimyasal reaksiyonların değişimi ile sonuçlanıyor. Bu korkunç sürecinse tıp dilindeki karşılığı Anoreksiya Nervoza. Anoreksiya, özellikle genç kadınlarda görülen, açlık
5
hastalığı olarak da bilinen, ilerlediği durumlarda çok sayıda ölümlere ve organ yetersizliğine sebep olabilen psikolojik bir bozukluk olarak tanımlanıyor. Peki genç kadınları bu denli kendilerine düşman eden bu süreç neden başlıyor? Çağımızın hastalığı olarak görülen anoreksiyanın sebepleri neler? Pek tabii ki güzellik algısı, buna yön veren ajanslar, kadın vücudunun sadece bir ürün olarak görülmesi ve pazarlanması. Günümüzde uygun vücut ölçüsüne sahip birçok genç kadın model olabilmenin hayaliyle yanıp tutuşuyor. Kendilerini fark ettikleri ilk andan
itibaren de ajansların kapılarını çalıyorlar. Bu öyle büyük bir sektör ve içerisinde öyle büyük bir rekabet söz konusu ki bir süre sonra iş bulabilmek ve yükselebilmek için ajansların her dediğini yaparken buluyorlar kendilerini. Ajanslar için hiçbir zaman yeterli olmuyor zayıflıkları. Her daim “kalın” kız oluyorlar çünkü markaların öncelikleri pazarladıkları ürüne göre, ürünü gölgede bırakmayacak bir kadın portresiyle çalışmak. Portre diyorum çünkü bir kadın resmediyorlar kafalarında ve bu resmedilen kadın ne yazık ki gerçekte olması gereken ölçülerle
6
örtüşmüyor. Böylelikle bir hedef çizilmiş oluyor genç modeller için. Hedef her daim bir beden daha küçülmek, küçülebildikleri kadar küçülmek, ta ki yok oluncaya kadar. Bu sebepten dolayı birçok model için ajansa ilk girdikleri andan itibaren aynayla çekişmeler başlıyor, formlarını koruyabilmek için kalorisi oldukça düşük diyetlere sarılıyorlar, vakitlerinin büyük bir bölümünü spor salonlarında ter dökerek geçiriyorlar ve üstelik bu çabalarının karşılığında biraz kalçalarının veya göğüslerinin büyük olduğu gerekçesi ile işi de kapamıyorlar. Harcanan onca emek, verilen onca kalori bir bakıma boşa gitmiş oluyor. Çabaların boşa gitmesiyle de yemeklere tamamen sırt çeviriyorlar ve anoreksiya onlar için başlamış oluyor. Ne yazık ki bu acımasız döngü her bir yeni gelen için de olduğu gibi devam ediyor. Böylelikle sağlıksız bir güzellik algısı da inşa edilmiş oluyor. Güzel olmak demek bir modelmişçesine otuz dört beden olmaktan geçiyor. Bu algı yedisinden yetmişine tüm kadınları etkisi altında bırakıyor ve kadınların zayıflıkla olan derdi güzellikle olan dertlerine dönüşüyor. Kadınlar dinç ve sağlıklı olabilmek için değil de tabiri caizse güzel ve bakılan objelere dönüşebilmek için zayıf olmak istiyor. Bu tip ajanslarla, bu ajansların kullandığı modellerle, çektikleri reklam filmleriyle pazarladıkları ürünleri otuz dört beden kadın figürleri haline getirmeleri ile kadınların zihinlerine kendilerini ifade edebilmeleri için en etkili yolun güzelliklerini kullanmaktan geçtiği ince ince işleniyor. Gencecik kızlar
zamanlarının birçoğunu her gün reklam filmlerinde, dizilerde, magazin dergilerinde gördükleri kadınlara dönüşebilmek için zayıflamaya çalışmakla ya da cerrahi müdahale yöntemlerini araştırmakla geçiriyor. Oysa bu güzellik algısının yarattığı zayıf olma takıntısı dönüşülmek istenenle, dönüşmeye çalışanın ortak paydada buluştuğu en büyük uğraş, en büyük sıkıntı. Oysa tek bir güzel kadın yok. Güzellik algısı şahsi ve kişinin
7
kendini aynada gördüğü zaman kendisine gülümseyebilmesi kadar. Anoreksiya, kadınların yaratılan bu düzen içerisinde kendilerine gelmesi gerektiğini hatırlatan ve kendileriyle barışmaya zorlayan bir hastalık çünkü kendi çatışmalarına söz geçiremezken hastalık geliyor ve sözünü geçirtmeye başlıyor. Yaşamak için yemek gerektiğini çok acı bir şekilde de olsa öğretiyor hastasına. Bu hastalık tamamen
kişinin kafasında şekillendirdiği ya da şekillendirmek zorunda bırakıldığı çok ağır sonuçları olan, ölümle dahi sonuçlanabilen ve ne yazık ki tanımında bile sıklıkla kadınlarda görülen bir hastalık. Artık güzel olmanın zayıf olmak olmadığı, kadınlar için yeme alışkanlığının “yaşamak için yemekle” “yemek için yaşamak” arasında bir yerde olduğu bir algının yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
8
9
Brüksel’de 48 saat! Avrupa’daki terör olayları sonrası Belçika başkentinde yaşam / Yazı ve Fotoğraflar: Sırma İshakoğlu Paris bombalamaları, teröristlerin etrafa kaçması ve “Türkiye dostumuz mu değil mi” manşetlerinden sonra bir Türk olarak çekine çekine Brüksel Havaalanı’na indik. Teröristlerden biri, bizim hafta sonu kaçamağımızı planladığımız ülkeye saklanmaya karar verdiği için her yer asker doluydu. Ellerinde otomatik tüfeklerle bizi karşılayan iki metrelik askerlerin arasından yürüdük. İnsan güvende mi hissetsin yoksa endişe mi etsin bilemiyor tabii. Üstelik Türk gördüler mi
hemen durdurup elimizde bavulumuzda ne var ne yok karıştırdılar. Baktılar ki çantamda muz, iki mandalina, bir elma ve pasaportum var, “go, go” deyip saldılar. Cumartesi sabaha karşı 04:00’te polis kimyasal silahlar buldu. Avenue Louise’den sirenlerini bağırtan onlarca polis geçti. Hava soğuk ve kuru. Ne de olsa Türkiye’de yaşıyoruz, olaylar hep var diye kendimizi dışarı attık. İlk durağımız Chatelain’di, burası
10 Warhol’a rastladık. Pop art çalışmalarının yanı sıra bazı skeçlerini de sergiliyorlardı. Öylesine yürüdük ve müthiş güzel bir bina bulduk. Kocaman bir bahçeden girişi vardı ve birkaç da giren çıkan... Biz de girebileceğimizi düşündük ve daldık. Bir de baktık ki müzik okuluymuş. Gezmemize izin verildi. Koridorlarda ilerlerken her sınıftan ayrı ezgiler yükseliyordu. Bir koridorda kemanlar duyduk, bir koridorda piyano... Ne zaman ki daha iyi duymak adına kapıları araladık, müzik durdu. Biz de usulca topukladık.
Avenue Louise’e paralel bir yer. Onun paralelinde de Bailli var. Avenue Louise’in modern ve yalnızca ihtiyaca karşılık vermesi için inşa edilmiş binalarından sonra bu sokaklarda kaybolmak çok iyi geliyor. İşte o zaman Avrupa’da olduğunuzu anlıyorsunuz. Minik tuğlalı loft tarzındaki birbirine yapışık evler çok sempatik duruyor. Neredeyse bütün dükkanlar kapanmış. Bulabildiğimiz birkaç dükkanda radyolar bas bas haberleri bağırıyor. “Terörist bulunamadı, kimyasallar bulundu, merkeze inmeyin...” Tamam peki, biz de inmeyiz. Halbuki Art Expo’da Türk Pavyonu’nu gezecektik. Ne yazık ki gezemiyoruz. Avenue Louise’den çok uzaklaşmadan yürüdük. Küçük küçük galeriler ve antika dükkanları vardı. Brüksel’in antikacıları ve eski binalarında Art Nouveau’nun etkisi görülüyor. Tarih bile modernleşmiş. Galerilerden birinde Andy
Pazar günü potansiyel saldırı ikazları devam ettiğinden, yerimizde de duramayacağımızdan buralardan gidelim dedik ve Aachen’e doğru yola çıktık. Aachen, Almanya’nın Brüksel’e sınırı olan müthiş sempatik bir şehir. Üstelik yılbaşı yaklaştığı için Christmas Market açılmıştı. Almanların Christmas zamanı her yeri ışıklandırmaları, süslemelere çok önem vermeleri ve müthiş güleryüzlü olmaları harika bir şey. Sanki yarın 2016’ya giriyormuşuz gibi heyecanlı ve mutlular. Christmas Market’ta Almanya’ya özgü zencefilli kurabiye Lebkuchen bulduk. Harika bir kurabiye bu. Üstelik kurabiye dediğime de bakmayın, ekmek gibi aslında, kocaman kurabiyeler bunlar. Bir de Aachen’da Duomo var. Zaten Christmas Market, Duomo’nun etrafında kurulmuş. Duomo çok eski, 800 yılında temeli atılmış. İçeri girince alışık olduğunuz gotik tarzda inşa edilmiş katedrallerden çok farklı bir tarzla karşılaşıyorsunuz. Katedral o kadar eski ki o yıllarda henüz gotik tarz diye bir şey çıkmamış ortaya. Hristiyanlık Almanya’ya neredeyse yeni gelmiş. Mimar başlamış dünyadaki ibadethanelerin örneklerini gezmeye... İstanbul’da Ayasofya’ya gitmiş ve bayılmış. Katedrali yaparken bol mozaik ve oval sütunlar kullanmış. Girdiğiniz anda Arap etkisini ayırt edebiliyorsunuz. Katedral bir
11
çok savaş görmüş ama II. Dünya Savaşı’nda bütün vitraylar aşağı inmiş. Yeni yapılan vitrayların sponsorları da vitrayların altına isimlerini yazdırıp reklam yapmışlar. Bir bankanın ismi yazıyor vitrayların altında mesela. Dört farklı sanatçı vitrayları yeniden yapmış. Aynı desenleri yapsalar da farklar ayırt edilebiliyor. Aynı zamanda bu katedral savaşta yıkılmasın diye bir grup genç II. Dünya Savaşı sırasında katedralin içinde yaşamaya başlamış. İçeri atılan el bombalarını kırılmış vitrayların arasından dışarı fırlatıyorlarmış. Bunun için nöbetleşe çalışıyor ve kendi hayatlarını riske atıyorlarmış. Katedralin yapılma emrini veren Alman İmparatoru Charlemagne’ın mezarının katedralin içinde olduğu biliniyor fakat neresinde olduğu bilinmiyor. Katedralin üst katında Charlemagne’ın tahtını sergiliyorlar. Taht çok basit ve sade görünüyor ama öğrendik ki tahtı oluşturan beyaz taşlar Kudüs’ten getirilmiş ve taşın yaşı İsa’nın yaşadığı yılla örtüşüyor. Dolayısıyla İsa’nın o taşlara değmiş olma ihtimalinden bahsediliyor. Aynı zamanda katedralin içinde altından bir sandık var. Bu sandığın içinde Bebek İsa için Bakire Meryem’in kullandığı bezler bulunmuş. Yedi yılda bir bu bezler dışarı çıkarılıyor ve sokaklardan geçiriliyor. İnsanlar sırf
bu geçidi görebilmek için balkonlu evlerde oturduklarını söylüyorlar. İki buçuk saatlik dönüş yolundan sonra Brüksel’e geri döndük. Üstelik dönerken bir ara Hollanda’ya girip çıktık. Brüksel’de hala ikazlar sürüyordu. Sosyal hayat durmuş. Herkes evine çekilmiş. Yakalanan kimse yok. Toplu taşımaya askerler girip çıkıyor, endişeyle birilerini arıyorlardı. O biri nereden çıkacak, çıkacak mı belli değil. Biz de çok uzaklaşmadan, merkeze de yaklaşmamak için, her pazar günü kurulan Waterloo antika pazarına gitmeye karar verdik. İstanbul’da her pazar kurulan Bomonti antika pazarı var ama Waterloo’da fiyatlar İstanbul’a göre beşte bir fiyatına iniyor çünkü geçmiş yıllarda üretim buradaymış ve bu pazar, Avrupa’daki antikacıların gelip mallarını aldıkları yer. Opalinler, Meissen’ler, Bavaria’lar... Pazarlığa açık bir antika cenneti. Hazine avına başladıktan sonra bu antikaları kırılmadan nasıl İstanbul’a götürürüz derdi başladı ve durmamız gerekti. Hava iki derece. Donan parmaklarımızı ısıtmak adına köşedeki pub’da “gluhwein”larımızı içtik ve tin tin bavullarımızı toplamaya döndük.
12
13
Can Bonomo ile Zamanda Yolculuk “Sanat icra ediyor olsam bile kindle’dan kitap okuyan, Playstation oynayan bir 90’lar çocuğuyum” / Arzu Cahide Öz - Fotoğraflar İlgi Özdikmenli
Can Bonomo albümlerinin ve şiir kitabının yanı sıra bugünlerde eserlerine bir yenisini ekledi. Sanatçının son icrası resim sergisi. İlk kişisel resim sergisini geçtiğimiz ay The Marmara Pera Hotel’de açtı. Serginin konusu ‘anachronismus’ yani herhangi bir olay ya da varlığın, içinde bulunduğu zaman
14
dilimi ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Sanatçı kronolojik açıdan mümkün olmayan olayları ele aldı. Tablolarından birinde Napolyon cep telefonu ile konuşuyor, sanatçının bu sergisi ile zamanı nasıl ti’ye aldığını görmüş oluyoruz. Yaptığımız röportajda bize ilk kişisel sergisi ile neler anlattığını gelin
beraber okuyalım. Sizin sayenizde toplumumuz “anachronismus” tanımını öğrendi. Siz hangi anınızı zamansız buluyorsunuz? Yaptığım işlerin aksine kendimi tam olarak yaşadığımız zamanın insanı olarak
15
görüyorum. Bazı insanlar eskiye özlem duyarlar. Bazı insanlar ise zamanın ötesindedir. Eskiye özlem duyanlara ‘’antika’’ deriz. Aksi düşünenler için bu özlem geri kafalılık olarak değerlendirilir. Zamanın ötesinde olan insanları basitçe anlamayız. Ben ikisinin tam ortasında, şimdiki zamanda duruyorum. Ait
olduğum şey tam olarak bugün. Şiirlerinizde Küçük İskender’in editörlük yaptığını biliyoruz, resimlerinizde herhangi birinden destek aldınız mı? İskender Usta ‘’Delirmek Belirmektir’’ adlı ilk kitabımın editörlüğünü üstlendi. Şiir
16 seçmemde ve sayfaları sıraya dizmemde çok yardımcı oldu. Resim konusunda pek yardım edenim olmadı. Çalışırken yalnız olmak bana daha iyi geliyor. Aksi takdirde fena halde kafam karışıyor. Sanatçıların yaratıcılıkları için ilham aldıkları olaylar ve kişiler olduğunu biliyoruz. Siz serginizi hazırlarken hangi olaylardan ve kimden ilham aldınız? Yaşadığım, gördüğüm şeylerden. Bu önüne geçilemez bir klişedir ama sanatın kendisinden de ilham alıyorum. Daha önce düşünülmüş ve üretilmiş fikirler bakış açınızın genişlemesine çok fayda ediyor. Eserlerinizde Zeki Müren’i görüyoruz.Bir tablonuzda Zeki Müren’i uzaya yollamışsınız astronot olarak. Bunun nedeni nedir? Zeki Müren’i sonsuzluğa uğurlamak anlamına mı geliyor? Pop kültüre bu denli dokunan bir işin içerisinde Zeki Müren’i anmamak saygısızlık olurdu. Onunla ilgili ne yapabilirim diye düşündüm ve bir çocukluk resminden yola çıkarak onu uzaya göndermeye karar verdim. Sade Kolektif ile çalıştınız serginiz için. Sade Kolektif’i seçme nedeniniz neydi? Çalışma stillerinizi mi yakın buldunuz? Sade Kolektif ne yapmak istediğini iyi bilen, çalışkan bir ekip. Sergi açmaya karar verdikten sonra tanıştığım birçok kimseden sonra yapmak istediğim şeyi en iyi anlayan ekip oldular. İlerleyen yıllarda da beraber çalışacağımızı düşünüyorum. Zaman kavramını sorguladığınızı görüyoruz. Yaşadığınız zamandan memnun musunuz yoksa başka bir zamanda başka şekilde yaşamak ister miydiniz?
Tam olarak buraya ait olduğumu düşünüyorum. Merak ettiğim ve öykündüğüm çok dönem var. Paris’te “Belle Epoc” ya da İstanbul’da “İkinci Yeni” dönemi gibi. Gelgelelim başka hiçbir yere ayak uydurabileceğimi düşünmüyorum. Sanat icra ediyor olsam bile kindle’dan kitap okuyan, Playstation oynayan bir 90’lar çocuğuyum. Şarkılarınızın hem bestelerini yapıyor, hem sözlerini yazıyorsunuz. Albüm süreci sizin için hayli yoğun olsa gerek. “Bulunmam Gerek” albümünü çıkarırken aynı zamanda sergiye hazırlanmak nasıl bir süreçti sizin için? “Bulunmam Gerek” albümünü yazarken kendime bir rahatlama alanı yaratmak için çizmeye başladım. Dolayısıyla albüm ve sergi çalışmaları paralel seyretti. Asterix ve Oburix izlerken ilk “anachronismus” örneği ile karşılaştığınızı söylüyorsunuz bir röportajınızda. Asterix bir Romalı’ya vuruyor, Romalı havada uçarak uzakta bir yere düşüyor ve kafasına TV çarpıyor. Bu izlediğiniz ilk “anachronismus” örneği sizin şu anki sergi oluşumunuzu nasıl bir yönde etkiledi? Zaman kavramı ile ilgili bir iş yapmak istediğimi biliyordum. Çizdiğim ilk dört ya da beş işin istemeden de olsa ortak noktaları anakronizmdi. Bunu fark ettikten sonra anakronizmi işin biraz daha ortasına kaydırarak çizmeye devam ettim. Romalı’nın kafasını televizyona çarpmasının garip bir çekiciliği vardı. Bu fikri resmetmenin eğlenceli olacağını düşündüm. Can Bonoma’ya bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum. “Anachronismus” sergisi 20 Kasım’da sona erdi fakat yeni çalışmalarını dört gözle bekliyorum.
17
18
19
20
Nerden Geldik Buraya?
80’lerden günümüze Türkiyenin geçtiği yolları görebileceğimiz bir sergi / Yazı ve Fotoğraflar: Sedef Akalın
Türkiye’de 80’lerden bugüne kültürel ve toplumsal değişimimizi konu alan ‘’Nerden Geldik Buraya?’’ sergisi Salt Beyoğlu ve Salt Galata olmak üzere iki ayrı mekanda 3 Eylül’de açıldı. Serginin Salt Beyoğlu ayağında bulunan eserler aynı zamanda günümüze kadar olan dergi, gazete, kitap, fotoğraf ve afiş baskıları, Türkiye için önemli gösteri ve filmlerden video kesitleri, başka ülkelerin hakkımızda yapmış oldukları haber ve incelemelerden oluşan geniş bir arşiv ile beraber sunuluyor. Bununla birlikte toplumun gündelik hayatta yaşadığı zorlukları gösteren olayların anlatıldığı yazılar ve 12 Eylül darbesinden
sonra siyasi baskının da etkisi ile özellikle üniversite hayatının nasıl etkilendiğini gösteren eserler de mevcut. Eserlerin bu geniş arşiv ile beraber sunulması kişiyi dönemin içine daha da çekerken serginin daha interaktif bir
21 şekilde gezilmesini ve birey ile eser arasındaki diyaloğun rahatlamasını sağlıyor. Sergide dikkatimi çeken ilk nokta arşivin içinde gördüğüm Ziraat Bankası tarafından çıkartılan ‘’Başak Çocuk’’ dergisi oldu. İçerik bakımından günümüzden çok daha zengin bir tasarıma sahip olan dergide karikatür bölümleri, el işi örnekleri, tarihi mekanların anlatıldığı yazılar, önemli kişi veya grupların tanıtıldığı bölümler ve egzersiz yapılması için konulan bazı testler mevcuttu. Zamanında içerik bakımından böyle zengin bir çocuk dergisine sahip olduğumuzu görmek şimdiki çocukların bu açıdan fazla önemsenmediğini düşünmeme neden oldu.
Sergide beğendiğim diğer bir eser ise başka ülkelerin Türkiye’de gerçekleşen 1983 Erzurum depremi gibi ve siyasi olaylarla ilgili yaptıkları haberlerin televizyonda gösterildiği ve arka tarafta bu haber videolarının saniye saniye ilerleyişinin baskılar şeklinde yer aldığı bölüm oldu. İzlediğinizde bir anlatıcının yardımı ile anlam kazanan görüntülerin
baskı şeklinde saniyeleri ile yan yana dizili bir biçimde görülmesi bireye hem farklı bir deneyim kazandırıyor hem de görüntülerin farklı bir anlama bürünmesini sağlıyor.
Ziyaretçilere Türkiye’nin geçirdiği evreleri farklı açılardan gösteren bu sergi yeni jenerasyon için bilgi hazinesine dönüşürken, o dönemleri yaşayanlara da hatırlama deneyimi sunuyor. 80’ler hakkında daha çok şey öğrenmek istiyor ya da o günlerin nasıl geçtiğini tekrardan hatırlamak istiyorsanız geniş arşiv desteği ile ‘’Nerden Geldik Buraya’’ sergisi 29 Kasıma kadar sanatseverler ile buluşmaya devam edecek.
22
23
Sanatın Zamansız Hali Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” sözü gibi şekillenmiş bir sergi sizleri bekliyor / Yazı ve Fotoğraflar: Kübra Veyis İstanbul Modern’deki “Sanatçı ve Zamanı” sergisi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düşünceleri, görüşleri etrafında zamansız ve mekansız sanatçıları karma sergide bir araya getiriyor. Bu sergide kültür, doğa, varoluş, savaş, ölüm gibi temalarda sanatçılar farklı zamanları kullanarak düşüncelerini aktarıyor. “Sanatçı ve Zamanı” sergisinde her eserin dolu dolu bir hikayesi var. Kent
kültürü, Anadolu insanı, feminist yaklaşımlar... Bunları bir tabloda, bir objede ya da bir antikada görebilirsiniz. Bunlardan en çok etkilendiklerimi sizlerle paylaşacağım. Handan Börütçene’nin “Kendini Bana Getir” adlı çalışmasında 19 bavul, 19 sandalye ve 30 tekerlekli büyüteç vardı. Bu çalışmada sanatçının vurgulamak istediği göçlerle beraber oluşan yeni
24
bir kültürdü. Eski valizlerin yaşanmışlıkları ve anıları büyüteç yardımı ile görmemizi ve gördüklerimizi hayal etmemizi sağlıyor. William Kentridge’nin “Stereoskopik At” koleksiyonu dikkatimi çeken bir başka çalışmaydı. Karşılıklı iki duvarda aynı at resimleri asılı duruyor, odanın merkezinde duran ayaklı sehpanın tuttuğu iki ayna bize bir diğer yani üçüncü at resmini gösteriyordu. Burcu Yağcıoğlu’nun “Seni Yutardım” isimli videosunda sanatçı, bir yandan kendini gizlemeye çalışıyor diğer yandan da kendini ön plana çıkarmaya çalışıyordu. Videoda ilk önce sanatçının kendi uzun siyah saçlarını taradığını görüyoruz. Daha sonra tutam tutam ayırarak tel tokalarla tutturuyor. Sanatçı videoda yarı çıplak gözüküyor.
Saçlarını ayırarak yaptığı işlemler sonucunda saçlarını başörtüsüne dönüştürüyor. En dikkatimi çeken de video oyunuydu. Antika olan bölümün hemen önünden karanlık bir odaya giriyorsunuz ve karşınıza beyaz bir heykel çıkıyor. Heykelin hemen arkasındaki duvarda gösterilen barkovizyonda orkestralı bir klip gösteriliyor. Öndeki heykelin sadece yüzüne barkovizyon ışığı yansıtılarak Sertab Erener’in yüzü veriliyor. Devamında arka odaya geçiyorsunuz. Dev ekranda Sertab Erener’in klibini seyrediyorsunuz. Görülmeye değer bir sergi. Evrensel sanat, sanatın her hali, her objenin sanata dönüştürülmesini burada görebilirsiniz. Bu arada perşembe günleri halk günü olduğu için biletler ücretsiz. Mutlaka gitmenizi tavsiye ediyorum.
25
26
Yaratıcılık ve Macerada Zirve Yapan Oyunlar Bazen bir oyundan en iyi görsel şöleni yaşatmasını isteriz, bazen de en iyi deneyimi / Berk Özdemir Son zamanlarda video oyunu sektöründe yeni bir tür ortaya çıktı. Aslında bu tür biraz geriye dönük grafikler kullanılarak ortaya çıktı. Minecraft bu yeni türün ilk temsilcilerinden oldu. Ardından gelen “indie” oyunlar bu türün/akımın gelişmesine yardımcı oldu. Terraria ve Starbound iki boyutlu olmalarına rağmen büyük başarılar elde eden oyunlardan. Minecraft çoğu oyun severin bildiği ve yine birçoğunun da oynadığı, küplerle yaratıcılığın birleştiği bir oyun. Kısaca
27 bahsetmek gerekirse 2009 yılında piyasaya çıktığından beri giderek popülerlik kazanan ve “Minecon” gibi konferansların bile başladığı, hakkında rehber kitapların basıldığı yetmiş milyondan fazla satan –ki bunların 20 milyon kadarını sadece bilgisayar kullanıcıları oluşturuyor- bir hayatta kalma oyunu. Ayrıca tüm zamanların en çok satan üçüncü video oyunu. Elinizde hiçbir şeyiniz yokken başladığınız oyunda kendinizi geliştirerek, çevreyle etkileşime geçerek ev dizayn edip mağaralardan madenler toplayıp tarla ve çeşitli hayvanlarla çiftlik yapabilir, kitaplık kurarak büyü yapıp gece çıkan mobları (yaratıkları) avlayabilirsiniz. Haritasının büyüklüğü sekiz kere dünyayı çevreler (bir blok yalnızca bir metredir). Haritada farklı biyomlar vardır. Bunlardan bazıları orman, çöl, dağlık, okyanus, vadi, ova. Bu biyomlarda da bazen karşınıza köyler çıkar. Buralarda köylüleri bulup onlarla ticaret yapabilirsiniz. Portal yapıp cehenneme gider ve cehennemdeki kaleyi keşfedebilirsiniz. Yeterli miktarda eşyanız olduğu zaman “End Portal” denilen kapıyı bulup oyunun son “boss” (bölüm sonu canavarı) savaşını yapabilirsiniz. Ayrıca eğer
orijinal oyundan sıkılırsanız ekleyebileceğiniz Minecraft oyuncuları tarafından geliştirilen binlerce oyun modu var. Bu modlardan birini yükleyerek uzay eşyaları yapabilir ve Ay’a, Mars’a gidebilirsiniz. Ayrıca önermesem de oyunu korsan olarak oynayabilirsiniz. Oyunun yaratıcısı Marcus Persson oyunun pahalılığından şikayet eden bir Twitter kullanıcısına “korsan indiriver” demiştir. Korsan oynayan Minecraft oyuncularının en az satın alan oyuncular kadar çok olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Tabii oyun dünyasındaki bu yeni akım da bir sürü oyun geliştiricisi için bir fikir kaynağı oldu. Terraria oyunu aynı Minecraft gibi blok dünyası üzerine kurulmuş bir oyun. Bu oyun türlerine sandbox deniyor. Minecraft’tan görünüş olarak farkıysa iki boyutlu olması. İki boyutlu oyun mu olur bu devirde diyenleri (ben de buna dahilim) ters köşe yapıyor. Bağımsız bir oyun geliştiricisi olan Re-Logic tarafından geliştirilen oyun içeriği Minecraft’tan daha bol ve daha çok pratik gerektiriyor. Sadece bakırdan kılıç, balta ve kazma ile başladığınız oyunda evler kuruyor, yaratıkları yok ediyor, mağaralara inip gizli sandıklar buluyor ve oyunda bulunan ve
28
geliştikçe oyunu zorlaştıran “boss” yaratıklarını öldürüyorsunuz. Gökyüzündeki gizli yapılara, haritanın sonundaki zorlu zindanlara gidip değerli silahlar bulabiliyorsunuz. Eşya, maden, yaratık ve aklınıza gelebilecek diğer “item” denilen şeylerin de Minecraft’tan üstün durumda olduğu söylenebilir. Minecraft’taki gibi yalnız da değilsiniz bu sefer. Haritanın belli bölgelerinde bulduğunuz NPC denilen insanlara ev kuruyor ve bir koloni oluşturabiliyorsunuz. Ayrıca bu NPC’lerden eşya satın alabiliyorsunuz. 2011’den bu yana yaklaşık 6 milyon kopya satan oyun, en çok satan 15’inci
bilgisayar oyunu. Oyun müzikleri ise siz onları dinledikçe, sözsüz olmasına rağmen, mırıldanmanıza sebep oluyor. Terraria’dan hoşlandıysanız bir de Starbound’u denemelisiniz. Şu an deneme sürümünde (erken erişimde) olan Starbound yine oyunseverleri bilgisayar başına kilitliyor. Minecraft ve Terraria’dan biraz değişik olan oyunda bir uzay gemisinde uyanıyorsunuz. Gemi bilgisayarınızı tamir ettikten sonra yörüngesinde bulunduğunuz gezegene iniyor ve gerekli ekipmanları elde ederek size verilen görevleri tamamlamaya çalışıyorsunuz. Daha sonra “Outpost” adı
29
verilen ve her güneş sisteminin sonunda bulunan merkeze giderek oradaki insan ve uzaylılardan görevler alıyor, böylece galaksiyi keşfediyorsunuz. Görevleri tamamladıkça kıyafetiniz özellikler kazanıyor ve böylelikle havasız, aşırı sıcak ya da soğuk, radyoaktif gezegenlere iniş yapabiliyorsunuz. Gezegenlerde koloniler bulabilir, yeraltındaki “dungeon” ve “microdungeon” denilen yerleri keşfedebilirsiniz. Ayrıca oyundaki “item”lar çok çeşitli. Enstrüman bulup listeden bir şarkı seçin ve oynadığınız karakterin onu çalmasını izleyebilir, farklı ırkların kültürlerine ait eşyaları, hazineleri bir müze inşa ederek sergileyebilirsiniz. Oyun 2012 yılında duyuruldu ve beta sürümleri 2013’te piyasaya sürüldü. 2013’ün “en çok beklenen” ve “bir numaralı oyunu” olarak iki ödül birden aldı. Tam sürümü çıkmamasına rağmen 1 milyondan fazla sattı. Oyun müzikleri etkileyici ve oyuncuları oyuna bağlayıcı nitelikte. Oyunlardan bu kadar bahsetmişken
fiyatlarından da bahsetmemek olmaz. Minecraft 19.95 euro olarak kendi sitesinde satılıyor. Steam’de satılan Terraria 18 TL gibi ucuz bir fiyatta, Starbound ise 24 TL’dan satılıyor. Bu arada bu cuma “Black Friday” var. Bahsettiğim üç oyun da iyi bir indirime gidilebilir. Tabii ki bu oyunları sevmeyen kesimler de olacaktır. Minecraft’ın hitap kitlesi yüzünden çocuk oyunu olarak algılanması, bahsettiğim üç oyunun grafiksel olarak 2015 yılına pek uyum sağlayamaması (olayı aslında orada) sevmeme nedenleri olabilir. Böyle de olsa bu tür oyunlar yaratıcılıkta ve macerada zirve yapan oyunlar.
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
e t e z r e v i n ü
zete