/133
e t e z r e v i n 端
zete
3 Aralık 2015 Sayı: 133 Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri
Yazılar
Ön Kapak:
MODA FİLM FESTİVALİ’NDEN NOTLAR
TELEVİZYONUN EVRİMİ
CAZ VE ÖTESİ
SANATLA FEMİNİZMİN BÜTÜNLEŞTİĞİ KAVRAM
ŞİMDİ REKLAMLAR
FLORANSA’NIN BÜYÜSÜ
Arka Kapak:
Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım
Sosyal Medya Yöneticisi
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
Moda Film Festivali’nden Notlar İstanbul’da ilk kez gerçekleştirilen “Fashion Film Fest”; gösterimler, moda sohbetleri, büyüleyici kısa filmler ve after party’ler ile moda severlere keyifli ve unutulmaz anlar yaşattı / Yazar İstanbul’un ilk moda film festivali “Fashion Film Fest İstanbul 2015”, 28-29 Kasım’da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nin ev sahipliğinde gerçekleşti. Dünyadan farklı, bağımsız modacıların ve yönetmenlerin işlerini sergileyen film gösterimleri ve söyleşilerle dolu festival izleyicilerden ve moda severlerden büyük ilgi gördü. Kültür Departmanı tarafından, Derimod ana sponsorluğunda ve Zorlu PSM’nin ev sahipliğinde ilk kez düzenlenip gerçekleştirilen “Fashion Film Fest
2015” gösterimler, söyleşiler, ilham verici kısa filmler ve etkinlik sonrası partiler ile moda severlere dolu dolu bir hafta sonu yaşattı. Türk ve yabancı bağımsız modacıların yanı sıra, ünlü marka ve tasarımcıların da işlerini sergileyen moda programı çerçevesinde festivalde izleyiciler Kristen Dunst, Marion Cotillard gibi ünlü oyuncuları da ücretsiz izleme şansı buldu. Etkinliğin ücretsiz olması ve daha önceden yer rezervasyonu yapılamaması nedeniyle kimi zaman izleyiciler film gösterimlerini ayakta izlemek zorunda kaldılar fakat
5
buna rağmen ilgi oldukça fazlaydı. Festival kapsamında tüm gün süren gösterimler ve moda sohbetleri ardından en iyi moda filmi seçildi. Moda Tasarımcısı Damir Doma, Tasarımcı Ümit Ünal, ünlü sanatçı Marie Vic ve oyuncu Belçim Bilgin gibi moda ve sinema dünyasının tanınan isimlerinin oluşturduğu jüri Albert Maya’nın “High Tide” filmini “en iyi” moda filmi seçti. Törende birincilik ödülünü Belçim Bilgin takdim etti. Bilgin, ödülü takdim ederken Fashion Film Fest’te yer aldığı için mutluluk duyduğunu ve bu organizasyonun devamının gelmesini umduğunu belirtti. Kazanan yönetmenin bir sonraki filmini İstanbul’da çekmesi
şartı bulunan festivalin kazananı film, dünyanın en bilinen moda kanallarından biri olan Fashion One TV’de yayınlanacak. İzleyici olarak benim de en çok merak ettiğim konu ise Albert Maya’nın bir sonraki sefer İstanbul’da çekeceği film. Ortaya koyduğu “High Tide” filmine bakılırsa, bir sonraki işinin de büyüleyici ve nefes kesen bir film olacağına şüphe yok. Festival kapsamındaki, Elle Fashion Awards ödülünün sahibi ise benim de izlediğim filmler arasında favorilerimden biri olan “Good Morning, Pallas Athena” filmi ile Emir Eralp oldu. Festival dahilinde Damir Doma, Çiğdem Akın, Berlin Moda Fest kurucusu Niccolo Montanari ve Serbia
6
Fashion Week kurucusu Svetlana Horvat gibi isimler de söyleşilerle birlikle deneyimlerini katımcılarla paylaştılar. Festivalin kurucu ve direktörü Tuna Yılmaz yaptığı konuşmada “İstanbul artık tüm dünyadan modacıları, alıcıları, basın mensuplarını ağırlıyor. Dünya’ya İstanbul’daki moda dünyasının sadece moda defilelerinden ibaret olmadığını, kentin ve etkinliğin vizyonunun da geniş olduğunu göstermek gerekiyor” dedi. *Görseller Fashion Film Fest 2015 Facebook etkinlik sayfasından alınmıştır. (https://goo.gl/y6BJiV)
7
8
Televizyonun Evrimi İnceldiği yerden koptu kopacak televizyonların evrimi / Yazar
Son zamanlarda televizyon teknolojisinde önemli yenilikler oluyor. LED, LCD, OLED terimleriyle karşı karşıyayız. Peki plazma, LCD ya da LED televizyonların farkı ne? İlk olarak piyasadan silinmeye başlayan plazma televizyonları ele alalım. Hayatımıza girdiğinde geniş ekranıyla, tüplü televizyonlarla kıyaslandığında oldukça ince görünüşüyle ilgimizi çeken; mikroskobik cam
kürelerin içinden ışığın geçmesiyle görüntü veren televizyon türüydüler. Bu sayede özellikle siyah kalitesinin yüksek olduğu görüntüler ortaya çıkıyordu. Full HD çözünürlüğe kadar görüntü kalitesi verebiliyorlardı fakat dezavantajları diğer tür televizyonlara göre biraz fazlaydı. Örneğin plazmaların ortaya çıkması için yüksek ısı gerekiyor ve bu işlemde yanmalar meydana gelebiliyordu. Bu oluşan ısı da diğer televizyon türlerine göre
9
daha fazla radyasyon yaymak demekti. Ayrıca çok fazla enerji tüketimi ortaya çıkıyordu. Birazdan değineceğim OLED televizyonların yanında da popülerliği günden güne azalmakta olan plazmaları çoğu büyük televizyon üreticisi de birkaç yıldır üretmiyor. LCD teknolojisi hayatımızda uzun süredir vardı ve bu teknolojinin de televizyonlarımıza girmesi kaçınılmazdı. Açılımı “liquid
crystal display” yani “sıvı kristal ekran” olan bu teknoloji elektriğin yön verdiği, içinde sıvı bulunan bir panelin, ışığı filtreleyerek yansıtmasıyla oluşuyor. Günümüzde hesap makinelerinde, dijital saatlerde bile gördüğümüz bu teknoloji televizyonlarımıza da girdi. Şu anda bilgisayar monitörlerinin çoğu da LCD ekran. Bazen ekrana parmağınızla dokunduğunuzda ekranda bir şekil meydana gelir; işte o sıvıdır. TN, IPS gibi türleri olan
10
tam olarak adlandırılır. Kenar aydınlatmada diyotlar ekranın kenarlarına konumlandırılırken, direk ve tam ekranın tamamına dağıtılır. Direk konumlandırmanın tek farkı daha az diyotun olmasıdır. Yani biraz daha bütçe dostudur. 4K görüntü kalitesine kadar çıkabilen LED televizyonlar çok düşük enerji kullanımına sahiptir. Böylece çok az radyasyon yayarlar.
LCD ekranlar günümüzde yavaş yavaş yerini LED televizyonlara bırakmış durumdalar. LED televizyonların LCD ekranlardan ayıran en önemli özellik aydınlatmada lambalar yerine diyotlar kullanmaları. Üç farklı ışık yansıtma modeli olan LCD ekranlar kenar, direk ya da
OLED televizyonları piyasada gelinen son nokta olarak düşünebiliriz. LED televizyonlarda bulunan aydınlatmanın geliştirilmiş halini kullanan OLED televizyonlar, arkadan aydınlatma gerektirmediği için yüksek kalitede renk ve görüntü verebiliyor. Bu sayede yüksek kalitede siyah görüntüler de elde edilebiliyor.
11
LED televizyonların siyah görüntüdeki dezavantajı; arkadan aydınlatmanın, görüntüdeki renklerin “siyahı” bir miktar aydınlatmasıyla tam bir siyah elde edilememesiydi. Bu durum OLED televizyonlarla ortadan kalktı çünkü OLED, panelinde bulunan her bir pikseli bağımsız olarak aydınlatabiliyor. Piyasada bulunan yüksek çözünürlüklü ve kavisli televizyonların çoğu OLED televizyondur. Dezavantajları, içinde bulunan organik maddelerin zamanla bozulması ve üretim maliyetinden dolayı pahalı olması olarak gösterilebilir. Yıllar geçtikçe televizyonların da iyice inceldiğine şahit olmaktayız. Özellikle OLED televizyonlar inanılmaz ince ve enerji tüketiminde gayet iyi işler çıkarıyor. Katlanıp bükülebilen OLED ekranların tanıtımları yapıldığı düşünüldüğünde en büyük elektronik tüketim araçlarından biri olan televizyonların bizi daha çok şaşırtacağından eminim.
12
13
Caz ve Ötesi “Benim zaten müzik yapmaktaki amacım çok sevdiğim müzikleri, beni takip eden insanları bir şekilde yansıtmak. Aslından bir yerde iyilik, güzellik ve sevdiğim işlerin yayılmasına aracı olmaya çalışıyorum.” / Yazar Ferit Odman Türkiye’nin en önemli caz davulcularından, Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü mezunu. Onu uzun yıllar çaldığı Kerem Görsev Trio’dan da tanıyabiliriz. Yoğun programına rağmen bizim için zaman ayırdı ve kendisiyle güzel bir sohbete başladık. Davul çalmaya nasıl başladınız? Başka bir müzik aleti çalmayı düşündünüz mü hiç? 10-11 yaşlarımda elim ayağım hiç durmuyordu. Çok doğal gelişti aslında, içimde
hep o bir şeylere vurma hissi vardı. 11 yaşımda Bursa’da bir davul stüdyosunda dersler almaya başladım. Daha sonra lisemin müzik grubunda çalmaya başladım. Başka bir müzik aleti çalmayı hiç denemedim, düşünmedim de. Davula başladım ve öyle devam etti. Sanki zaten öyle olması gerekiyor gibi geldi. Caz gibi Türkiye’de popüler müziğe göre dinleyicisi az olan bir türü seçmeniz cesaret
14
15
işi aslında. Küçük yaşta nasıl böyle bir yol çizmeye karar verdiniz? Ben 13 yaşımda profesyonel müzisyen olacağımı biliyordum, kendimden emindim. Küçüklüğümden beri hep caz dinlenen bir evde büyüdüm. Bu da otomatik olarak caz müzisyeni olmamı sağladı. Caz dışında hiçbir müziğe bulaşmadım. Davul çalmaya başladıktan sonra caza yönelmem de çok doğal oldu. Yani her şey çok doğal gelişti. Müzik hayatımda zorlama hiçbir şey yok. İstemeyerek çaldığım hiçbir müzik olmadı. Bazı Jazz Clublar ve Jazz Festivalleri’yle de şekillenen Türkiye’nin bir caz seyircisi var. Siz Türkiye’nin caz seyircisini nasıl
yorumluyorsunuz? Bence Türkiye’de caz seyircisi bu müziği daha keşfediyor. Böyle söylediğim için yanlış anlaşılmak istemem ama çok bilinçli bir seyirci olduğuna inanmıyorum ama çok istekli, öğrenmeye çok hevesli ve gerçekten sadık bir izleyicimiz var bizim. Bir kere caz dinlemeye başlayan insan hep caz dinliyor, bu müzikten kopamıyor onu çok iyi biliyorum. Özellikle genç kuşak bu müziği keşfe çok açık. Avrupa’da kulüplere gittiğimizde yaş ortalaması 50-60’tır. Buradaki kulüplere gittiğimizde daha çok 30’lu yaşlardaki insan grubuna denk geliyorsunuz. Aslında Türkiye’de daha çok önem verilmesi gereken bir müzik buna rağmen çok az kulüp
16
17 var. Festivallere tabi ki çok büyük bir ilgi var ama sadece festivallere gidip kulüplere gitmeyen büyük bir kitle var ama benim istediğim çoğu festival seyircisinin de kulüplerde bu müziği dinlemesi. Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü mezunu olduğunuzu biliyoruz. Peki üniversite yıllarınızın nasıl geçtiğini ve bu yıllara dair unutamadığınız şeyleri anlatabilir misiniz? Biz Kuştepe kampüsündeydik ve bütün üniversite hayatımız orada geçti. Bizim bölüme girdiğimiz zaman bütün o davul stüdyoları ve piyanoların etkisiyle bir anda çok farklı bir dünyanın içine giriyorduk. Okula yakın yerlerde ev bakmıştım ve bütün hayatım o çevrede geçti diyebilirim. Kuştepe aslında kurtarılmış bölge gibi bir yer. O yüzden çok fazla kampüs hayatı düşüncesine giremedim. Sonra yüksek lisans için gittiğim Amerika’daki üniversitede kampüs hayatının farkını gördüm. Ama Bilgi’de bir sürü davul çalışma odalarımız, ortak çalışma odalarımız ve Amerika’dan çok değerli hocalarımız (Ricky Ford, Donovan Mixon gibi) vardı. Bu bizim için büyük bir nimetti. Aynı zamanda Aydın Esen, Can Kozlu, Selen Gülün, Cengiz Baysal gibi çok değerli hocalar vardı. Hepsinden gerçekten çok fazla faydalandık. Ben üniversiteye girdikten bir yıl sonra Nardis Jazz Club açıldı. Bilgi’de öğrendiğimiz şeyleri bu kulüpte oldukça pekiştirme şansımız oldu. Üniversite hayatı deyince sizin döneminizde öğretmenlik yapan aynı zamanda röportajlarınızda da çoğunlukla bahsettiğiniz Can Kozlu’yu veya onunla ilgili ilginç bir anınızı anlatır mısınız? Can Kozlu’nun çok kısa bir hikayesi var. Davulcu olmayanlar için belki anlamsız olacak ama beş altı davulcu Can Kozlu’nun
workshop’una katılıyorduk. Can Abi bir kere zile vurmuştu, beşimiz birden sıçramıştık yerimizden. Böyle bir ses o zilden nasıl çıkar diye. Tek vuruşuyla oradaki beş tane davul öğrencisini etkileyebilecek nitelikte biridir Can Kozlu. Çoğu müzisyende olmayan bir entelektüel birikime sahip biridir. Onunla davul dersleri yaptığım için çok şanslıyım keza işin teknik kısmında Cengiz Baysal da çok iyidir. Peki Nardis Jazz Club’da çalmaya başlama süreciniz ve oradaki zamanlarınızdan biraz bahseder misiniz? Nardis’ten önce ben Q Jazz Bar’da çalıyordum. Müzik sahnesinde yavaş yavaş isminiz duyulur “genç bir davulcu çocuk şöyle çalıyor” diye. Daha sonra okuldaki hocam Donovan Mixen beni grubuna almıştı. 2002 senesinde Nardis’te iki ayrı grupla çalmaya başladım. Hep söylerim: Orası benim ikinci evim gibi oldu. Amerika’da da bir yüksek lisans hikayeniz var. Türkiye’nin yüksek lisanlı tek davulcususunuz. Oradaki eğitimi nasıl anlatırdınız? Bilgi’ye girmeden önce yazın kendi biriktirdiğim parayla Amerika’da iki aylık bir workshop’a gittim ve oradaki caz sahnesine aşık oldum. Sonra tekrar buraya gelip yüksek lisans yapmam gerekiyor diye düşündüm. Ondan sonra Full Bright bursuna başvurdum ve kazandım. Sırf bizim müzik binası Kuştepe Kampüsü kadardı. Böyle söyleyebilirim. Amerika’daki kampüs hayatı çok farklı bir deneyimdi. Caz eğitimi söz konusu olunca Amerika gerçekten çok iyi. Benim gittiğim okul dünyadaki en uzun caz konser serisini yapan okuldu. İstanbul’dakinden çok farklı, refah seviyesi çok daha yüksek bir hayattı. Siz bir müzisyen olarak zaman buldukça
18
müzik dinlemeye nerelere gidersiniz? Caz konserlerinin olduğu her yeri severek takip ediyorum. İstanbul’da Nardis, Salon İKSV, Babylon Bomonti gibi yerlere gidiyorum. Ayrıca Cemal Reşit Rey’de de çok güzel konserler oluyor. Eskiden ne güzel Q Jazz Bar, Gramafon vardı. Onların hepsi kapandı. Bütün caz festivallerini takip ediyorum. Çalmadığım sürece beni bütün caz etkinliklerinde görebilirsiniz. Üçüncü albümünüz Dameronia çıkıyor. Albüm neden Tadd Dameron’la alakalı? Biraz
yeni albümden bahseder misiniz? Aslında benim uzun zamandır aklımdaydı bu düşünce. Tadd Dameron en sevdiğim besteci ve piyanistlerdendir. Gerçekten dünyaya çok değerli eserler bırakmış ve açıkçası unutulmaya yüz tutmuş müzisyenlerden biri ama unutulmaması lazım. Benim zaten müzik yapmaktaki amacım çok sevdiğim müzikleri, beni takip eden insanları bir şekilde yansıtmak. Aslından bir yerde iyilik, güzellik ve sevdiğim işlerin yayılmasına aracı olmaya çalışıyorum. Bu albümde de öyle oldu. Sanki bir güç bana
19 her şeyi yaptırdı gibi. Kendimi bir piyon gibi hissettim açıkçası. 2014’ün Ağustos ayında albümle ilgili her şeyi kafamda bitirmiştim. Sadece aranjmanlar için David O’Rourke ile birlikte çalışmaya başladık. Bir yıl sonra yine Ağustos’ta analog bir kayıt yaptık. Bu benim için çok önemliydi ve gerçekten Tadd Dameron’a yakışır bir albüm oldu. İlk albümünüz olan Nommo heyecan ve enerji barındırırken, Autumn in New York biraz daha melankonlik. Peki ya yeni albüm? Onu dinleyici değerlendirse daha iyi olur galiba. Şöyle oldu gibi bir şey diyemiyorum ama bu albümde kesinlikle Tadd Dameron’a olan aşkım var. Duygu olarak güzel bir dengesi olan ve güzel melodiler bulunduran bir
albüm oldu. Son olarak albüm dışında gelecek projeleriniz arasında neler var? Konser var mı? Şimdilik benim için büyük bir değişiklik, TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’nda tam zamanlı olarak çalışmaya başladım. 2008’den beri dışarıdan sanatçı olarak orkestrayı ayakta tutmaya çalışıyorduk. Şimdi TRT kurumunun da sayesinde bu orkestra tamamen ayakta duracak şekle getirildi. Şimdiki en büyük projem o orkestranın iyi işler yapması. Kerem Görsev ile yeni Four Days adlı albümümüz çıktı. Kerem Görsev’le olan konserlerimiz zaten devam ediyor. Bu tempoda zaten başka bir şeye pek zaman kalmıyor.
20
Sanatla Feminizmin Bütünleştiği Kavram Eşitlik getirmeye çalışırken sınıfa indirgenen “Art Hoe”lar / Yazar
Yeni jenerasyon, yani bizler, “Art Hoe”ları hipster türevleri insanlar olarak görüyoruz ama kavramın kökü daha anlamlı bir noktaya dayanıyor. Siyahi insanları sanata teşvik edip “ho” sözcüğünün algısını değiştiriyorlar. Gelin beraber tartışmalı isimlerine ve kurdukları
yeni hareketin nasıl istemeden sınıfsal bir yapının parçası olduğuna göz atalım. “Art Hoe” bugünlerde hashtag olarak Instagram’da ve Tumblr’da çok karşılaştığımız bir terim. Genel olarak sarı Fjallraven Kanken çantaları
21
olan, müzeleri gezmekten hoşlanan, Vincent Van Gogh’u ilahlaştıran, bir çift Doc Martens’ı olan, selfie’lerinde background’a sanat galerilerini ve klasikleşmiş tabloları koyan ve mutlaka ünlü bir sanat eserinin baskılı olduğu çoraplardan giyinen kızlarımızın kendilerine taktıkları ada Art Hoe diyoruz ama Amerika’da asıl kullanılan “Art Hoe” terimi bu tarz insanları tanımlamak için başlatılmadı. Art Hoe hareketi internet üzerinden başlatılan bir hareket ve asıl amaçları siyahi kadınları sanata teşvik edip “ho” kelimesinin anlamını düzeltmek. Açıklamak gerekirse, İngilizce’de “hoe” kelimesi seks işçilerini tanımlamak için kullanılıyor fakat “ho” sözcüğünü “hoe”dan “e” harfinin atılmasıyla oluşturmuşlar ve zamanla “ho” sözcüğü siyahi insanlar arasında o kadar sıklıkla kullanılmaya başlanmış ki kelimenin anlamındaki negatif anlam kaybolmaya başlamış. Hoe sözcüğü genellikle kadınları -özellikle siyahi kadınları- küçük düşürmek için kullanılan bir sözcük. Ancak bu sözcüğü keyfi kullanarak
kökenindeki kötü anlamı yitirmesine sebep olduklarını söylüyorlar. Ayrıca kavramın kurucuları belirtiyorlar ki “art ho” sözcüğünü eskiden hiç “e” olmadan kullanıldığına şahit olmamışlar ancak şuan durum kadınlar üzerindeki bu algıyı kırmakta. Tumblr’da ve Instagram’da gördüğümüz kızlar kendilerini birer “Art Hoe” olarak tanımlasalar da aslında konunun değinmek istediği çok daha önemli bir nokta var. Kadınların toplumda bir obje olarak görülmesine ışık tutarak bu algının değişmesine yardımcı oluyorlar. Kavramın kurucularının amaçları siyahi kadınları daha da güçlendirmek. Kavramın kurucuları Jam ve Mars ortaya çıkardıkları akımdan gurur duyduklarını söylüyorlar çünkü siyahi kadınların sanat üzerinden nasıl kendilerini keşfetmeye başladıklarını ayrıca yaratıcılıklarını artırıp “ho” sözcüğünün anlamını değiştirmelerine sebep olmanın mutluluğunu yaşadıklarını anlatıyorlar ama yukarıda belirttiğim gibi “Art Hoe”
22
23
sözcüğünü sadece onlar kullanmıyorlar. Terim aynı zaman içerisinde yaygın bir genç kitle tarafından da kullanılıyor. Bu kitle güzel bir amaçla başlatılan hareketi sınıfsal bir yapıya dönüştürmüş durumda ne yazık ki. Fjallraven Kanken çantaları olanları ve bir çift Doc Martens ayakkabı kapanları hemen bu grubun içine dahil ediyorlar oysa bahsettiğimiz çanta ve ayakkabı 100$ fiyatında yani herkesin ekonomik alımına uygun fiyatta değil. Eşitliği getirmek isteyen bir kavramın başka gruplar tarafından böyle sınıfsal farklılık oluşturan bir ekonomik yapıya indirgenmesi gerçek “Art Hoe”lar ve Kanken sevdalıları arasında bir hashtag savaşına dönüşmüş durumunda. Kazananı sorarsınız şüphesiz feministler diyorum. Bazı feministlerde hala cinselleştirilmiş bir kelime kullanımına karşı çıkıyorlar fakat “art hoe” kavramının kurucuları amaçlarının bu kelimeyi anlamca düzelttiklerini ve artık toplumda farklı bir
algılayış biçimi yarattıklarını düşünüyorlar. Bu harekete destek olan tanıdığımız isimler de var: Hunger Games’in küçük Rue’su Amandla Stenberg, stilist ve aynı zamanda Youtuber olan Rian Phin, illustratör Jenelle Lewis ve son olarak da rap şarkıcısı Babeo Baggins bu akımın savunucularından. Siyahi kadınlara bir eşitlik getirmek için sanatla el ele verip insanları cesaretlendiriyorlar. Bu hareketten sonra benimde “hoe” denildiğinde aklıma ilk gelen seks işçileri olmuyor, kendilerini ifade edebilen son derece güçlü arkalarına sanatı almış kadınları görüyorum. İstenildiğinde toplum için nasıl faydalı bir bilinç yaratılabileceğini görmek ve bunun yeni nesillere böyle aktarılacağını bilmek eşitlikler adına büyük bir adım. Bununla birlikte kavramların aslında sadece bizim bakış açımızla nasıl şekil aldığına ve değiştiğine bu örnekle şahit olmak ve kırılmaz denilen tüm anlamların bile değişebildiğini görmek hala umudun olduğunu gösteriyor bizlere.
24
Şimdi Reklamlar Bıktık artık cinsiyetçi reklamlarınızdan! / Yazar 2016’nın kapısını çalacak olmamıza rağmen günümüzde hala ayrımcılığın üstesinden gelebilmiş değiliz maalesef. Bu kısır döngüden çıkamamamızın en önemli nedenlerinden biri de medyada cinsiyetçi değerlerin hala üretiliyor olması. Bize sundukları değerleri onların açısından görmeye o kadar alıştık ki “Bu işte bir yanlışlık var ya” diyemiyoruz bir türlü. Ülkemizde kadının yerinin her zaman erkekten bir basamak aşağıda görüldüğü ne yazık ki çok açık. Her gün televizyonda, gazetelerde, reklam panolarında gördüğümüz reklamlarda bu ayrımcılık gözümüze sokulmasına rağmen bunu görmeye o kadar alışkınız ki çoğumuzu rahatsız bile etmiyor belki de. Ayrımcı kampanyalara bir dur demenin vakti geldi artık bence.
KFC - En Çok Neremi Seviyorsun? KFC’nin, #ençokneremiseviyorsun hashtag’i ile başlattığı utanç verici reklam kampanyasında kadın bedeni üzerinden çok zavallı bir biçimde prim
yapmaya çalıştığını görmeliyiz artık. Göğüslerimi mi, kalçalarımı mı? Böyle büyük bir markanın dikkat çekmek için sözde “yaratıcılık” adı altında bu kadar vurdumduymazca reklam yapabilmesi kabul edilemez bir şey.
Burger King - It Will Blow Your Mind Away Burger King’in “It will blow your mind away” (“Aklınızı başınızdan alacak”) sloganı altında yaptığı reklam afişinde de yine kadının bir seks objesi olarak karşımıza konduğunu görüyoruz. Gerçekten 21. yüzyılda yeni çıkardığın bir hamburger için kadını aşağılamaktan daha yaratıcı bir çözümün yok muydu acaba sevgili Burger King?
25 uçkuruna düşkün biri olarak tanımlıyor ki her seferinde onu kadın bedeni üzerinden avlamaya çalışıyor. Üzgünüm erkekler ama bu reklamları yapan reklamcılar sizi de aşağılıyor.
Diesel Dünyaya adını duyurmuş bir marka olan Diesel’in bile cinsiyetçi reklamlar çıkarmaya bayılması beni gerçekten hayrete düşürüyor. Evet gerçekten sen o kötü alırsan bütün kadınlar senin üstüne atlayacak emin olabilirsin.
Tom Ford Tom Ford da erkek parfümünü tanıtmak için yine kadın bedeni kullanmış. Erkekler için yapılan ürünlerin çoğunun reklamında kadınları kullanmaları ne kadar da ironik. Bu aslında kadınlara yapılan hakaret kadar erkekleri de küçük düşürücü bir durum. Demek ki reklamı yapan erkeği o kadar
HotPoint Anneler gününe yaklaştığımızda kadına görevini, “yerini” bildiren reklamlar daha da çoğalıyor. Hotpoint’in anneler gününde çıkardığı “Yine mi çiçek, siz en iyisi annenizin hayatını kolaylaştırın, ona bir ütü alın” zırvası… Reklamda da kadın bu işleri yaparken çok mutlu, “bana çiçek almayın n’olur ütü alın” diye çipil çipil bakıyor kameralara. Bu onun ‘’hayatını kolaylaştıracak’’ çünkü kadının hayatı ütü yapmak üzerine kurulu! “Bir kadın olarak” toplumun bize verdiği görevleri de unutmamak gerek. Zaten nasıl unutabiliriz ki? Her gün reklamlarda defalarca karşımıza çıkıyor. Kadının ulvi görevi evi temizlemek, çocuk bakmak ve yemek yapmak (!). Hangi çamaşır reklamında bir erkeğin oynadığını, “Rezistansımdan kireç çıkmıyor bir türlü yahu!” diye hayıflandığını gördünüz şimdiye kadar? Ya da hangi reklamda yemeği erkek yapıyordu? İtalya’da Roma’nın belediye başkanı Ignazio Marino kadın bedenini obje olarak kullanan seksist reklam afişlerini yasaklamış. Darısı bizim de başımıza. Umarım Türkiye’de artık daha fazla insanın bu ayrımcılığa karşı sesi çıkar ve reklam ajansları bu konuda daha dikkatli olurlar.
26
Floransa’nın Büyüsü Floransa’ya yolculuğa hazır mısınız? / Yazar
Kitaplarda hakkında çok ilgi çekici hikayeler okuduğum, bir sürü turist ağırlayan İtaya’nın Toscana bölgesindeki sevimli ve tarih kokan şehri Floransa’ya gidiyorum. Rönesans’ın başladığı şehir olarak tarihe adını altın harflerle yazmış olan bu şehre neden doymanın mümkün olmadığını şimdi siz de anlayacaksınız. Belki İtalya deyince aklımıza gelen ilk
şehirler Roma ve Milano, turistik gezilerimizi yapmak için seçtiğimiz ilk duraklar oluyor fakat ihtişamıyla göz doyuran bir başka şehri, Floransa’yı, unutmamak ve bu muhteşem şehre haksızlık yapmamak gerekiyor. İlk olarak Floransa yolculuğumuz için Roma’da küçük bir aktarma yapmamız gerekiyor, bu yüzden yolculuk ortalama
27
dört-beş saat sürüyor. Beş saatlik yolculuğun sonunda bu muhteşem şehre vardığım zaman kendimi gerçekten huzurlu hissediyorum. İtalyanlar ile Türkler’in çok benzediği hep konuşulur zaten. Bunu İtalya’ya ilk adımınızda hissetmeye başlıyorsunuz. Nedenini tam olarak açıklayamayacak olsam da kendimi Türkiye’de, daha önce hiç gitmediğim bir şehre gitmişim gibi rahatlık ve aidiyet duygusu içinde buluyorum. Bu duygular eşliğinde sokaklarda yürürken, başınızı yukarı şöyle bir kaldırdığınızda perdeleri açık bazı evlerin tavanlarını görebiliyorsunuz ama bu tavanların bir özelliği var: çoğu evin tavanının güzel resim ve çizimlerle süslendiğini görmemek mümkün
değil. İster istemez kendimi öyle bir evde yaşarken hayal etmeye başlıyorum. Eskiye ve sanata bu kadar sahip çıkan bir şehrin varlığı beni huzurla gülümsetirken bir yandan da İstanbul’la karşılaştırıp biraz kıskançlık duymama sebep oluyor açıkçası. Sanata ve kendi tarihimize bu kadar sahip çıkamadığımız için kendi kendime söyleniyorum. Daha sonra bu duyguyu bir kenara bırakıp, elimde haritam ve altımda bisikletimle bizim gibi İstanbul’un büyüklüğüne ve karmaşasına alışmış insanlar için küçük ve sakin sayılabilecek olan Floransa sokaklarında gezinmeye başlıyorum. İtalyanların “Bütün yollar Roma’ya çıkar” diye bir sözü vardır. Bu söz
28 dünyadaki ilk yolun Roma’ya yapılmasından kaynaklansa da, sanki bu düşünce çerçevesinde şehir planlamalarını yapıyorlarmış gibi geliyor bana çünkü bence İtalya’da her şehirde, her yol Duomo’ya çıkıyor. Duomo, bir şehirdeki en büyük kiliseye verilen isim. Yani her şehrin kendi Duomo’su var diyebiliriz çünkü bu Duomo aynı zamanda şehrin meydanı sayılıyor. Ben de Floransa’nın Duomo’suna yani Santa Maria del Fiore Katedrali’ne doğru ilerlemeye başlıyorum. Uzaktan katedralin bir ucunu görmemle beraber adımlarımın sıklaşmaya başladığını hissediyordum çünkü gerçekten de o kiliseyi hemen görmek istiyorum. Bütün ihtişamıyla şehrin ortasına kurulmuş bir şekilde beni
çağırıyor sanki. O anda kendi kendime Floransa Duomo’sunu İtalya’nın en güzel Duomo’su seçiyorum. En güzel Duomo fikri İtalya daha birliğini sağlamadan önce, şehir devletleri halindeyken var olan bir düşünceymiş. Yani her şehir İtalya’nın en güzel Duomo’sunu yapmak için çalışır, bu şekilde şehrin ve o şehrin başta gelen ailesine şan kazandırırmış ve ben de zaten çok sevdiğim Medici Ailesi’ne (Floransa’nın rönesansını başlatan aile) olan hayranlığımı Santa Maria Del Fiore Katedrali’ni görmemle arttırmış oluyorum. Santa Maria del Fiore Katedrali’nin kubbesi bile bir çok kitaba konu olmuş, bir çok söylentiye sahip, ünlü bir kubbe. Bu söylentilerden biri de kubbenin mimarı Brunelleschi’nin,
29
30 Kubbe’nin planını kuma çizmesi ve çalışanlara bu planı anlattıktan sonra kumun üzerine çizilmiş planı silmesidir. Böylelikle onun planını kimsenin çalma ihtimali olmayacak ve onun yaptığı Duomo Kubbesi dillere destan olacaktır. Çok sevdiğim Duomo’ya bir de Michelangelo Meydanı’ndan (Piazzale Michelangelo) bakmam tavsiye edilince soluğu hemen orada alıyorum. Gördüğüm inanılmaz Floransa karşısında kelimenin tam anlamıyla dilim tutuluyor. Şehirde keşfedilmeyi bekleyen ne kadar da çok şey olduğunu düşünüyorum. Bulunduğum tepeden sadece Duomo değil; Vecchio Sarayı ve Floransa’ya çok güzel bir manzara katan Arno Nehri üzerindeki Eski Köprü (Ponte Veccchio) beni şehri daha yakından tanımam için şevk ediyor. Dante Alighieri’nin, Leonardo da Vinci’nin ya da mesela Michelangelo’nun bir zamanlar bu sokaklarda yürüdüğünü hayal ederek, bu şehri yaşayarak yürüyorum. Küçük esnaf diye tanımlayabileceğim ayakkabı ve takı ustaları görüyorum. Tarihin ve modernliğin bu kadar iç içe olabilmesi düşüncesi hoşuma gitmeye başlıyor. Santo Spirito Meydanı’nın orada tatlı teyzelerin bir kaç meyve ve ev eşyası sattığı pazara rastlamam da işin tuzu biberi oluyor ve ne şaşkınlığımı ne de mutluluğumu saklayacak durumda oluyorum. Bir sonraki durağım yine bir tavsiye üzerine gittiğim aynı meydanda bulunan sandviççi oluyor. İtiraf etmeliyim ki ilk başta “İtalya’da sandviç yemek” fikri bana biraz saçma gelmiş olsa da, tavsiyeye uyuyorum ve gidiyorum. Ve sandviççiden, sandviçi istediği gibi hazırlamasını rica ederek hayatımın
en güzel sandviçini yemiş oluyorum. İçinde ne olduğunu tam olarak bilmediğim, nefis sandviçim! Sonraki günleri Pitti Sarayı, Uffizzi Galerisi ve daha bir sürü müzeyi gezerek geçiriyorum. Açıkçası bu galerilerin hepsini gezecek vakit bulamadan hızlıca bir göz gezdirmiş sayıyorum kendimi. Bu açıdan Topkapı Sarayına benzetiyorum
31
Uffizzi ve Pitti’yi çünkü gözden kaçırdığım bir sürü eser ya da ne kadar vakit harcarsam harcayayım hep bir şeyleri eksik gördüğüm ve asla zamanımı yettiremediğim yoğun bir müze Topkapı Sarayı. Gezimi sanata doymuş ama bir o kadar da acıkmış bir şekilde tamamlıyorum. Bir daha bu şehre geleceğimi
bilerek veda ediyorum. Üzerinde David Heykeli resimleri bulunan hediyelik eşyalarım, el yapımı makarnalarım ve şaraplarımı yanıma alıp gezmeye doyamadığım Floransa’dan ayrılıyorum. Hala Floransa büyüsüne kapılmadıysanız, en kısa zamanda kendinize en az bir hafta Floransa molası verip tarihe başka bir gözle bakmaya başlayın derim!
e t e z r e niv
ü i
ve i c e t e az g n i aj: ğ s e e c e m l en Ge d n i r e cil m i ş i t ları le
yazdık ; ı z ı m azıları e y i k a d stlar v ı y o a d s m u B nan tü a l k u t ardık. e tu k l ı y ç i k n a e r ned iz” ola s m i s i uz ne n“ i m ç i u r ğ a u l üstat im old k i k z izdir s ıyoru n m a e n n i ında ö Çünkü n a y n ümüzü or ve ğ y ı ü d m n a düşü tuklan u t r e l şünce ü d a r i z iyor. m e l ü r öldü a,
lar
rın a y r ü kri h fi e v ı a! Basın umutl
zete