/134
e t e z r e v i n 端 zete
10 Aralık 2015 Sayı: 134 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç
KADIN MODASININ DEĞİŞEN İMAJI
Yazılar Arzu Cahide Öz, Asena Kıvrak, Berk Çakırel, Ceyda Selin Zere, Duygu Yasa, Elif Nur Aktaş, Sezin Katalon, Tuğçe Ersözoğlu, Tuğçe Kılınç Ön Kapak: Sedef Akalın
BIG EDUCATION SERIES
SANTRAL İNSANLARI
DURMAK BİLMEYEN ADAM: JAIME VARDY
VITILIGO ENGEL DEĞİLDİ!
BU BİR AŞK ŞARKISI DEĞİL
ŞEKERPARE
Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:
Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
5
Kadın Modasının Değişen İmajı Kadınların ve erkeklerin, cinsiyet gözetmeksizin hayatın her alanında eşit şartlarda yer edinebilmesi ile tasarım dünyası da bundan nasibini alarak git gide daha “cinsiyetsiz” bir hal alıyor / Elif Nur Aktaş Modern dünyanın her geçen gün daha da özgürleşen kadınları hiçbir konuda sınır tanımak istemedikleri gibi giyimlerinde de keskin sınırlar ve basmakalıp düşünceler istemiyorlar ve üzerlerindeki klişe “kadın gibi kadın” etiketlerini söküyorlar. Cinsiyetler arasındaki keskin giyim-kuşam farklılıkları yerini flu geçişlere bırakmaya çoktan başladı bile. Kadın modasındaki
süregelen standart imaj, modernleşen dünyanın getirileri ile yıkılıyor. Her geçen gün daha da güçlenen kadınlar çeşitli konularda erkeklerin hakimiyet sürdüğü alanlarda da hakimiyet kurmakla yetinmiyor, gardıroplarına da mükemmel bir giriş yapıyorlar. Modanın, içerisinde bulunduğu dönemlerin şartlarından etkilenen
6
bir olgu olduğu yadsınamaz bir gerçek. Feminen ile maskülenin iyiden iyiye harmanlanarak birbirini kucakladığı, geçmişten ilham alsa da oldukça yenilikçi bir raddede moda dünyası. Hem de hiç olmadığı kadar radikal bir şekilde! Artık kadınlar yalnızca evde hemcinsleriyle çay davetleri veren, eşinin yanında bir süs obje olarak taşıdığı çıtkırıldım pozisyonda değiller. Bu güçlü ruhu ve özgür duruşlarını “cinsiyetsiz giyim” kavramı ile pekiştiriyorlar. Her alanda reddettikleri keskin ayrımların kıyafetlerine, dış görünüşlerine de yansıması kaçınılmaz oluyor. Kadınların ve erkeklerin, cinsiyet gözetmeksizin hayatın her alanında eşit şartlarda yer edinebilmesi ile tasarım dünyası da bundan nasibini alarak git gide daha “cinsiyetsiz” bir hal alıyor. Erkek giyiminin aslında kadın modasına da rahatlıkla uygulanabileceği gerçeğinin farkına varılıyor ve aslında her iki tarafta da birbirine uyarlanan parçalar çıkıyor.
Yüzlerce yıllık bir geçmişe baktığımızda kadın giyimi benzer fikirler üzerinden ilerledi ve maskülen detaylara yer vermedi denilebilir. Rönesansın kabarık etekleri, 1900’lü yılların başlarındaki dokunsanız yerle bir olacakmışçasına korunmaya muhtaç ekstra narin, kırılgan duruş, şimdilerde bizi rahatsız edebilecek raddede fazlaca mükemmel yap-boz görünümlü bir stil... Bu naifliğin aksi düşünülmedi bile yüzyıllarca. Şimdi ise seçme hakkı kadınlarda. Dilerlerse daracık silüetler içinde kadınsı duruşlarını sergiliyorlar; isterlerse daha salaş, konforlu ve bir o kadar da şık olmayı başarabilen maskülen parçalara yönelerek istedikleri harmanı kendileri yakalıyorlar. Kadınlar moda sektöründe seçme hakkını elde etti! Aslında devrim olarak nitelendirilebilecek bu değişimin çıkış noktası, kadınların pantolon giymeye başlamasıdır. Pantolon ne zaman ki kadınların
7
dolabının vazgeçilmez bir parçası haline geldi, işte o zaman dengeler bir daha asla eskisi gibi olmamak üzere değişti. Gabrielle Coco Chanel’in kadınlar için pantolon tasarlaması ve giymesi kadınların yalnızca etek ile şık görünebileceği düşüncesini sansasyonel bir şekilde yıktı. Coco Chanel bu başkalaşımın en büyük basamağı, çıkış noktası desek yanlış olmaz. Elbette ki bu süreç çabucak kabul gören bir durum değildi.19. yy’dan itibaren günümüze dek sürekli, hala, şekillenen bir süreçten bahsediyorum. Moda dünyasında cinsiyet nötr hale aniden, kolayca gelemezdi. Bu bir nevi başkaldırı, ön yargıların ve aksi daha önce hiç düşünülmemiş düşüncelerin yıkılması sürecidir, devrimdir! Modaya yön veren büyük dünya devleri de
bu çeşitlenen ve ayrımcı sınırları yok eden sezon koleksiyonları ile diğer markaları da etkisi altına almaya devam ediyorlar. Bu akım her geçen yıl daha da çeşitlenerek yaygınlaşıyor. Artık rasyonel doğrulara yer verilmiyor. Bugün bir kot pantolon, beyaz bir bluz, siyah bir deri ceket, siyah bir bere ve siyah güneş gözlüklerinden bir kombin olarak bahsetsem net “bu bir kadın veya erkek kombinidir” diye kesin bir cevaba ulaşamayız. Birçoğumuzun gündelik stiline yansıyan bir örneğidir bu denklem. Eskiden olsa “pantolon, ceket, gömlek” üçlemesine çok net bir şekilde erkek giyimidir yanıtı gelebilecekken bugün bu, akıl karıştırıcı bir soru haline gelmişse, kıyafetler arasındaki cinsiyet ayrımının yok olmasına en güzel örnektir.
8
BIg EducatIon SerIes Fazıl Oral’ın bakış açısından liderlik/ Tuğçe Ersözoğlu Big Education Series; Bilgili Girişimciler Kulübü tarafından düzenlenen, her hafta başka bir eğitim konusu seçilip (algı yönetimi, pazarlama stratejileri, liderlik vb.) bu alanda en iyi eğitmenlerin getirildiği bir eğitim serisidir. Big Education Series ile özellikli konular seçilerek, kişilerin ihtiyaçlarına dokunmak hedefleniyor. Böylece her hafta farklı bölümler okuyan, farklı hedefleri olan insanlar ile bir araya geliyor ve hedefleri doğrultusunda ilerlemelerine yardımcı olunuyor.
yardımcısı olarak profesyonel iş hayatına ilk adımını atmış. Ayrıca -bu noktada söylemeden geçemeyeceğim- kendisinin Kara Harp Okulu mezunu olmasından kaynaklandığına inandığı bir öz güvenle, “satın alma müdür yardımcısı”nın ne iş yaptığını bile bilmeden bu işe kalkışmış olduğunu ve bu inancının başarısını ne denli tetiklediğini bizlere çok babacan bir üslupla yansıttı. Bu paylaşımından sonra ise inanç ve öz güvenle alakalı birçok soru işaretini bizlerin aklına soktu.
Bu serüven içerisinde bu haftaki konuğumuz liderlik eğitimi vermek üzere davet ettiğimiz Fazıl Oral oldu. Fazıl Oral, Ankara Kara Harp Okulu İşletme ve İş İdaresi bölümünden mezun olmuş, 1991 yılında üst teğmen iken görevini sonlandırmış, Mc Donald’s Corporation bünyesinde satın alma müdür
Kendisi Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da liderlik, strateji ve çalışma yönetimi konularında eğitimler almış, ayrıca 2006 yılında Harvard Üniversitesi’nde “stratejik karar verme” eğitimine katılmıştır. 2013’ten bu yanaysa elliden fazla şirkete danışmanlık yapmakta ve birikimlerini konferanslar
9
aracılığı ile genç girişimcilerle paylaşmakta. Hal böyle olunca biz de Fazıl Oral’ı yakalamışken engin tecrübelerinden bolca yararlandık. Kendisiyle “liderlik” konusu üzerinden aslında hayatımızın tam ortasında olan birçok sorunu, süreci, ideolojiyi değerlendirdik. Fazıl Oral’ı Bilgili Girişimciler ekibi olarak etkinlikten önce, Bilgi Üniversitesi’ndeki Papaz restoranda karşıladık. Güler yüzlülüğü, hepimizle birebir ilgilenmiş olması beni çok etkiledi. Kendisi de bizlerdeki merak ve ilgiyi hissetmiş olacak ki tüm heyecanıyla “beni burada yakalamışken istediğiniz soruyu yöneltebilirsiniz gençler” dedi. Konumuz liderlik olunca şöyle bir soru sordum kendisine: “Sizce lider olunur mu? Lider doğulur mu?” “Sen ne düşünüyorsun?” dedi. “Lider
doğulur” dedim hemen çünkü liderlik vasfının babadan oğula geçtiğine inananlardandım. Yani benim için liderlik genetikle alakalıydı. Ardından “Ee benim burada ne işim var o zaman?” diye bir soru sordu bana. İki saniye içerisinde liderliğin öğrenilebilecek bir yeti olabileceği olasılığı doğdu kafamda. Ben de ikinci kez düşünmeden “Belki de yüzde elli yüzde ellidir” dedim. Hem genetik mirasımızın hem tecrübelerimizin kombinasyonudur bu liderlik işi. “Ne çabuk değiştirdin yahu kararını” dedi gülerek. Sonrasında çok da haksız sayılmazsın dedi. “Ben burada teker teker hepinizle alakalı izlenimler edindim, şimdi bile bir ön görüde bulunabilirim kimin lider olabilmek için bir adım önde olduğuyla alakalı ancak dediğim gibi bu sadece bir adım önde olma meselesi. Liderlik için farklı birçok
10
bilince sahip olmak gerekiyor. Hepsinden bahsedeceğiz etkinlik sırasında.” Bu cevap beni oldukça tatmin etti. Hem ters köşeye yatmış olmam hem de karşılaştığım tatminkar cevap beni bir saat sonraki konferans için daha da çok heyecanlandırdı. Etkinlik sırasında üzerine belki sayfalarca yazı yazılabilecek birçok cümle kurdu Fazıl Oral. Konuşmasına başladığında salondakilere “Neden burada bulunuyorsunuz?” dedi. “Umarım aranızda verilecek sertifikaya güvenerek gelen veyahut ilerde bu etkinlik ve benzeri etkinliklerde bulunduğu için iş hayatına bir adım önde başlayacağına inanan yoktur. Hiç kimse beni burada dinlemiş olduğunuz için sizi işe almayacak.” Salondan çıt çıkmadı. Gülüşmeler dışında. Çıkmamalıydı da zaten çünkü hayatı boyunca her daim
bilgi edinmekle uğraşan, bilginin insanın her zaman her yerde karşısına çıkabileceğine inanan ve şahit olduğum tecrübelerle her daim hayatımda kendim için cümleler biriktiren biri olarak ben, tam da Fazıl Oral gibi düşünüyordum. Bir insanın kendinden yaşça büyük, tecrübeli, bilgili birini dinleme arzusunda olması sadece gelecekte sahip olacağı iş hayatıyla ilgi kaygılarından ibaret olmamalıydı. Fazıl Oral devam etti: “Hayatınızda yapabileceğiniz ilk hatayı söyleyeyim: Para için çalışırsanız ruhunuzu satmış olursunuz. Paranın bu kadar kölesi olursanız kapitalizm sizi tuzağına çok kolay çeker. Ben hiçbir şeyi ne kadar kazanırım diye düşünerek yapmadım, benim sermayem meraktı. Örneğin Pink Floyd’un şarkı sözlerini anlayabilmek için İngilizce öğrendim ve hep İngilizce çalıştım, bunun hayatımda çok büyük faydasını
11
gördüm.” Bu cümleler içimi kıpır kıpır etti çünkü ben dahil bir çok gencin gelecek kaygısı ve buna bağlı olarak da bir para kazanma hırsı var. Birçoğumuz geleceğini hangi işten daha çok para kazanırım düşüncesiyle şekillendiriyor. Belki de başarılı olabilmek için sadece merak duyduğumuz, yapmaktan keyif aldığımız işlere yönelmemiz yeterlidir. Bu durum da pek tabi ki işimizde lider olabilme yetisini bizlere kazandıracaktır. Gelelim lider olmak meselesine. Fazıl Oral’a göre “Lider, olmak için uğraşır. Sahip olmak için değil.” Mevlana’nın da dediği gibi “hamdım piştim yandım” meselesi biraz da lider olabilmek. Sahip olmaktan çok biriktirmek, biriktirdiklerini değerli kılmak, değerli kıldıklarını paylaşmak meselesi... Burada verdiği öğüt de çok açıktı ve oldukça anlam yüklüydü “Yaşamınızı değerler üzerine kurun. Liderler hayatlarını değerler üzerine kurar, önemler üzerine değil.” Pek tabi ki buradaki “önem” para kazanma hırsını, o hırsla sahip
olunan maddi değerleri ve maddi değerlerin insanı ele geçirme biçimini vurgulamaktaydı. Etkinliğin sonu, başı kadar çarpıcı bitti benim için. Fazıl Oral, “Bir daha dünyaya gelsem hangi güce sahip olmak isterdim bunu çok sorguladım” dedi. “Bir daha dünyaya gelsem doğru seçim yapabilme yeteneğine sahip olmak isteyeceğimi düşündüm uzunca bir süre, sonra bunun vazgeçebilmekle mümkün olduğunu kavradım. İstediğim vazgeçebilme yeteneğine sahip olabilmekti. Fark ettim ki değerleriniz varsa vazgeçebiliyorsunuz yoksa vazgeçemiyorsunuz.” Bütün meselenin değerlere sahip olmaktan geçtiğini kavradım. Bunun da bir takım vazgeçişlerle mümkün olabileceğini… Oysa kelime anlamı olarak vazgeçmek insanlar için can yakan bir süreç ama sahip olunan değerler için sahip olunan önemlerden vazgeçmek bir meziyet. Umarım bir gün her birimizin uğrunda vazgeçebileceği değerleri olur ve bu değerler için var oluruz.
SANTRAL İNSANLARI
12
Hazırlayan: Sezin Katalon
Yasemin İpek Medya ve İletişim Sistemleri 2. Sınıf
Evden “o olmadan çıkmam” dediği şey: Parfüm
SANTRAL İNSANLARI
13
Hazırlayan: Sezin Katalon
Berk Ciravoğlu Makine Mühendisliği 3. Sınıf
Evden “o olmadan çıkmam” dediği şey: Anahtar
14
durMaK BiLMeYen adaM: jaıMe VardY “Hayatımın hiçbir döneminde böyle bir duruma geleceğimi düşünmedim. Bu, akıl almaz bir durum. Bunun bir rüya olmadığını anlamam için tüm gün kendime tokat atmam gerek” / Berk Çakırel
15
“İnsan isterse hayatta her şeyi başarabilir.” Her zaman duyduğumuz, biraz da klişe bir cümledir ancak şu sıralar İngiltere’de bir adam bu cümlenin doğruluğunu kanıtlamakla meşgul. Bundan beş sene önce bir fabrikada çalışıp ek iş olarak da amatör bir kulüpte futbol oynarken şimdilerde rekor kıran, hikayesinin filme çekilmesi düşünülen ve tüm dünyanın konuştuğu bir yıldızın, son zamanlarda Ada’yı sallayan Jamie
Vardy’nin ilham verici öyküsü sizlerle… Jamie Vardy, 11 Ocak 1987’de futbolun doğduğu topraklar olan Sheffield’da, maddi durumu pek iyi olmayan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Futbolun beşiği İngiltere’deki çoğu yoksul çocuk gibi en büyük eğlencesi futboldu. Doğduğu şehrin takımı Sheffield Wednesday’de futbola başladı. Ancak 16 yaşına geldiğinde onu kötü bir sürpriz
16
bekliyordu. Sheffield Wednesday Futbol Akademisi, Vardy’yi yetersiz bulduğu için akademiden çıkarmıştı. Vardy o günleri şimdi şöyle anlatıyor: “Bana ilk şansı 16 yaşımdayken Sheffield Wednesday verdi fakat fizik olarak beni çok küçük bulup reddettiler. Hala çok iyi hatırlıyorum o günü ve çok üzüldüğümü. Reddedildikten sonra ısrarla şans aradım.” Belki başka birinin hikayesini yazıyor olsak hikayenin burada sonlanmasını bekleyebilirdik. En büyük hayali futbolcu olmak olan bir çocuk ve onun reddedilmesi sonucu yarım kalan hikayesi…
Fakat hakkında yazdığımız isim Jamie Vardy olunca hikaye asıl burada başlıyor. Tıpkı şimdilerde sahada gol için durmaksızın şans araması gibi yetersiz bulunup futbol akademisinden kovulduğunda da şans aramaktan vazgeçmemişti Vardy ancak bir yandan da maddi zorluklar içindeydi ve buna bir çözüm bulması lazımdı. Futbolu hayatının ikinci planına atmak zorunda kaldı ve bir karbon fabrikasında işçi olarak çalışmaya başladı. Futbol artık onun için adeta bir hobi olmak zorundaydı. Stocksbridge Park Steels adlı, muhtemelen adını daha önce hiç duymadığınız ve bir daha da duyma ihtimalinizin oldukça düşük
17 olduğu, bir amatör lig takımında futbol oynamaya devam etti. Hafta içi fabrikada çalışan, cumartesi günleri ise amatör bir takımla sahaya çıkıp tabiri caizse ek iş yapan biriydi Vardy. Onun için hayat 2005’ten 2010’a kadar böyle devam etti. 2010 yazındayız. Tüm dünyanın gözü Güney Afrika’daki Dünya Kupası’nda. Vardy, Sheffield’da bir barda oturmuş birasını yudumlarken İngiltere Milli Takımı’nın maçını seyrediyor. Yedi sene önce 16 yaşında umut dolu bir gençken belki de en büyük hayali olan o beyaz formayı, 2010’da Güney Afrika’da kendisiyle yaşıt olan 23 yaşındaki Joe Hart ve Aaron Lennon gibi isimler giyerken, kendisi Sheffield’da bir barda onları izliyor. Vardy, Dünya Kupası devam ederken bir beşinci lig takımı olan Halifax Town’a transfer oldu. Eh, en azından amatör ligde oynamaktan iyidir, değil mi? Artık en azından işçilik yapmasına gerek kalmayacak kadar para kazanmaktaydı. Bu nedenle de tek işi futbol oldu ve sadece buna odaklandı. Buradaki performansı sonucunda ertesi yaz transfer döneminde üçüncü lig ekibi Fletwood Town’un ilgisini çekti ve yeni durağı bu küçük kasaba oldu. Vardy, artık sadece futbola odaklanabildiği için gerçek potansiyelini sahaya yansıtmaya başlamıştı. Fletwood’da harika bir sezon geçirerek 40 maçta 34 gol gibi son derece başarılı bir istatistiğe imza attı. Fletwood da ligi ilk sırada tamamlamış ve bir üst lige çıkmayı başarmıştı. Bu başarıda en büyük payın kimde olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. 2012 yazında Vardy’nin kariyeri için dönüm noktası olarak nitelenebilecek bir şekilde, Championship (İkinci
Lig) ekibi olan, daha önce Premiere Lig tecrübesi de bulunan ve sezona dünyanın en köklü ligi Premiere Lig’e yeniden yükselmek parolasıyla başlamak isteyen Leicester City, Vardy’yi 1,24 milyon euro karşılığında transfer etti. 25 yaşına kadar sıcak suyu akmayan duşları olan, kirlenen formasını kendi elleriyle temizlediği alt lig takımlarında forma giyen bir isim için dönüm noktası olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Hem de bu ismin üç sene önce aynı zamanda bir fabrikada işçi olduğunu düşününce mucize bile diyebiliriz. Vardy, Leicester’daki ilk
18
sezonunda 29 maçta beş gol atarak sönük bir performans gösterdi. Takım, sezonu altıncı bitirmişti ve Premiere Lig arenasında yer alma hedefini gerçekleştirememişti. Ertesi sezon, yani 2013-2014 sezonunda ise hem Vardy, 41 maçta 16 gol atarak fena olmayan bir performans sergiledi hem de Leicester City, Championsip’i birinci sırada tamamlayarak Premiere Lig’e çıkma başarısı gösterdi. Vardy, artık bir Premiere Lig oyuncusuydu. Dört sene önceye ışınlanıp o
Sheffield’daki bara gidip bardaki insanlara bu adamın dört sene sonra bir Premiere Lig oyuncusu olacağını söylesek muhtemelen bize gülüp geçerlerdi. Vardy’nin hırsı ve sahadaki oyun tarzına da yansıyan inatçılığı onu buraya taşıdı ancak Vardy’nin işi henüz bitmemişti. Sırada dünya çapında tanınan bir yıldız olmak vardı. Premiere Lig’deki ilk sezonları hem Vardy hem de Leicester City için pek parlak geçmedi. Vardy 36 maçta beş golde kalırken, Leicester son haftalara kadar küme düşme tehlikesini ensesinde hissetmiş fakat ligi 14. sırada bitirerek
19
ligde kalmayı başarmıştı. Gelelim bu ilgi çekici hikayeyi fantastik hale getiren kısma: Şu anda içinde bulunduğumuz 2015-2016 sezonunun 15. haftasındayız ve Leicester City dünyanın en zor ligi olarak kabul gören Premier Lig’de dünyanın en pahalı kadrolarından birine sahip olan lider Manchester City ile aynı puanda ve hemen arkasında, ikinci sırada yer alıyor. Vardy ise geçtiğimiz aylarda İngiltere Milli Takımı’na çağrıldı ve 14 maçta attığı 14 golle Premiere Lig’de gol kralı. İşi başka bir boyuta taşıyan olay ise Vardy’nin geçtiğimiz hafta İngiliz devi Manchester United’a attığı golle 11 maç üst üste gol atmış olması. Bu Premiere Lig tarihinde “üst üste en çok maçta
gol atan futbolcu” olmak demek. Bu bir rekor! Bu rekorun önceki sahibinin Manchester United’ın Hollandalı efsanevi golcüsü Ruud Van Nistelrooy gibi önemli bir isim olduğunu da belirtelim. Vardy’nin rekoru kırdığı maçın da bir Manchester United maçı olması güzel bir futbol tesadüfü olarak kayıtlara geçti. Nistelrooy da Instagram hesabından yayınladığı tebrik mesajıyla Vardy’yi onurlandırdı. Tarihi boyunca onlarca unutulmaz golcünün yer aldığı bir ligde, adını sanını bu sezona kadar çoğu kişinin duymadığı bir oyuncunun bu rekorun sahibi olması doğal olarak büyük yankı uyandırdı. Şu anda Ada futbolunun en ilgi çekici adamı Vardy. Herkes her hafta Leicester
20 City’nin maçını merakla bekliyor, gol serisinin bu hafta da devam edip etmeyeceğini merak ediyor. Bu peri masalı nereye kadar sürecek bilmiyoruz ama Vardy’nin hayatının en güzel dönemini yaşadığı kesin. Chelsea, Manchester City gibi devlerin onu devre arasında yüksek rakamlarla transfer etmek istediği dedikoduları var. Bu yaz gerçekleşecek olan Avrupa Şampiyonası’nda da İngilizler’in en büyük gol umudu olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Yani bu sefer turnuvayı Sheffield’daki barda izlemeyecek. Ayrıca en iyi spor filmlerinden biri olan Goal’ün senaristlerinden Adrian Butchar, Vardy’nin hikayesini film yapmak istediğini açıkladı. Kısacası şu anda tam anlamıyla bir Jamie Vardy çılgınlığı yaşanıyor. Vardy, başarısı hakkında neler hissettiğini şöyle anlatıyor : “Hayatımın hiçbir döneminde böyle bir duruma geleceğimi düşünmedim. Bu, akıl almaz bir durum. Bunun bir rüya olmadığını anlamam için tüm gün kendime tokat atmam gerek.” Vardy, şu sıralar bir de futbol akademisi kurmakla meşgul. Amatör kümelerde oynayan futbolcuları geliştirmek, kendisi gibi yeni yıldızlar keşfetmek amacıyla kurmak istiyor bu akademiyi. Akademiye ‘V9 Academy’ adı verilecek. Bu planı hakkında şunları söylüyor “28 yaşındaki taze yıldızımız: “Benim gibi keşfedilmeyi bekleyen oyuncular olduğunu çok iyi biliyorum. Yeterli ilgiyi göremeyince futboldan uzaklaşıyorlar. Benimle aynı durumda olan yeteneklere şans vermek istiyorum. Amatör liglerdeki bu yetenekleri akademimizde eğiterek profesyonel futbol dünyasına katılmak istiyorum. Profesyonel kulüpler, amatör liglerde oynayan futbolculara şans
vermek istemiyor. Daha doğrusu risk almak istemiyorlar. Bu risk yerine çok daha fazla ücret ödeyerek tecrübeli futbolcu transfer ediyorlar.” Bu anlamlı ve çok faydalı olabilecek çabası da Vardy’ye duyulan saygıyı arttırmış durumda. Leicester City - Chelsea maçının ardından futbolun dahi teknik direktörü Jose Mourinho, Vardy’nin yanına gidiyor ve şunları söylüyor: “Durmak nedir bilmez misin sen? Soluklanmadan sürekli böyle koşar mısın?” Evet, o asla durmaz. O sürekli koşar çünkü durmamak zorunda. Hayat ona böyle öğretti. Eğer dursaydı şu an adını çok az kişinin bildiği bir futbolcu olarak kalırdı, filminin çekilmesi düşünülmezdi, şu an onun başarı öyküsü hakkındaki bu yazıyı yazıyor olmazdım. Vardy, patlamasını bir futbolcu için oldukça geç bir yaşta, 28 yaşında yaptı. Kim bilir, belki de bir daha asla bu seviyede bir performans sergileyemeyecek, ileride kısa bir dönem fırtınalar estirmiş bir oyuncu olarak anılacak. Bu görüşü savunanlar da oldukça fazla ve bu da bir ihtimal tabii ki. Fakat ne fark eder ki? Vardy, bir insanın beş sene içinde, bir karbon fabrikasında işçi ve “part time” amatör lig futbolcusuyken adım adım dünyaca ünlü bir yıldıza dönüşebileceğini, zirveye çıkabileceğini anlatıyor dünyaya. Hem de bu hikaye kendine özel kalmasın, futbol endüstrisinde bazı şeyler değişsin istiyor. Bu nedenle de bir akademi kuruyor. En iyisi hikayenin sonunu düşünmek yerine yüreği kocaman, durmak ve pes etmek nedir bilmeyen bu İngiliz’in hikayesine canlı canlı tanık olmanın tadını çıkaralım. Daha da önemlisi ilham almaya çalışalım.
21
22
VItIlIgo Engel Değildi! Moda dünyasında mükemmellik tanımını kıran, herkesin içindeki güzelliği gören o muhteşem kadın: Winnie Harlow / Arzu Cahide Öz Winnie Harlow, vitiligo hastası Kanadalı bir model. Asıl adı Chantelle Brown-Young. Küçükken Winnie adını lakap olarak kullanıyormuş ancak modellik yapmaya başladığında kendini en rahat ettiği isimle temsil etmek istemiş. O yüzden asıl adından Chantelle’i atarak kullanmayı yeğlemiş. Winnie Harlow dört yaşındayken vitiligo hastalığına yakalanmış. Vitiligo hastalığı ne derseniz, dış derinin renk kaybına uğramasıyla oluşan beyaz plaklarla kendisini gösteren bir deri hastalığı. Winnie’nin bugünlere kadar yaşadığı tecrübelere bakarsak: Hastalığı ilk başladığında dört yaşındaymış. İlkokula giderken hastalığı onun için pek sorun olmamış. Okulda arkadaşlarıyla herhangi bir çocuk gibi oynuyormuş ancak ortaokula geçtiği zamanlarda hastalığı arkadaşları arasında alay konusu olmuş. Winnie bir TED konuşmasında “Deri hastalığım yüzünden sürekli okul
değiştirmek zorunda kalıyordum” diyor. Okul hayatı; ten renginden dolayı çocuklarına onunla oynamamasını söyleyen anne babalarla, “çocuğumun psikolojisini bozuyor, onu bu okulda istemiyoruz” şikayetleriyle geçmiş Winnie’nin. Daha sonra artık alay konusu olmak istemediğine karar verip bu sefer zorbalık yapan olmuş. Yüzünde akneleri olan arkadaşına gidip “yüzündekilerden dolayı çok çirkinsin” gibi sözler söylüyormuş. Bunun da yanlış olduğunu zamanla fark etmiş ve durumun iki tarafında da olmak istemediğini anlamış. O yüzden kendi yolunu yaratmış: “Klişe ama herkesteki güzelliği görüyordum artık.” diyor. Winnie farklılığındaki güzelliği göstermek için Instagram’dan yararlanmış. Instagram’a birçok fotoğrafını koymuş ve bir gün reality show sunucusu Tyra Banks tarafından keşfedilmiş. Tyra Banks kendisini “American’s Next Top Model” yarışmasına davet etmiş ve o
23
gün Winnie’nin hayatının değiştiği gün olmuş. “American’s Next Top Model” yarışmasında ilk 14’e kadar kalmayı başarmış. Kariyerindeki bu sıçrayış o noktada kalmamış tabii. Geçen zamanlar içerisinde İspanyol markası olan Desigual’in marka tanıtım yüzü olmuş. Desigual’in tanıtım videosunda söyledikleriyle Winnie Harlow, artık kendi farklılığından gurur duyan ve kendini benimsemiş, özgüvenli bir Winnie olarak karşımıza çıkıyor. Videoda diyor ki
“Bana bakın, kimse ben olamaz. Ben benzersizim, benim yerim doldurulamaz” ve bu cümleyi ekran karşısındaki izleyenler için de tekrarlıyor. “Sizler benzersizsiniz ve yeriniz doldurulamaz.” Farklılığı olan ve kendine güvenemeyen insanlar için benzersiz bir kapı açıyor. Herkesin özel olduğuna ve güzelliklerinin de asıl buradan geldiğine dikkat çekiyor. Daha sonra Diesel markasının 2015 ilkbahar/yaz kreasyonunun katalog çekiminde kameralar karşısına geçiyor.
24
Burada bitmiyor tabii ki yaptığı işler. Eminem ve Sia ikilisinin “Guts Over Fear” klibinde de yer alıyor. Bu sefer Winnie’yi Sia’yı canlandırırken görüyoruz. Şu an Winnie’nin Instagram’da 1 milyon takipçisi var. Her geçen gün pozitif enerjisiyle ve kendine olan güveniyle daha da çok parlıyor. Buna artı olarak etkilediği insanlar da var. Küçük hayranı olan April Star’dan bahsetmezsek olmaz.
10 yaşında olan küçük April da vitiligo hastası. April bir çocuk model ve hastalığıyla barışık yaşamayı seçmiş. Kendi isteği ile modellik yapıyor. Kendine ilham olarak aldığı rol modeli ise Winnie Harlow. Bir hayatın diğer hayatlara nasıl olumlu olarak dokunduğunu bu örnek ile görmüş oluyoruz. Winnie’nin hayali ise bir gün Vogue Amerika’ya kapak olmak.
25
26
Bana kalırsa Winnie’nin başarısı herkesin harcı olan bir başarı değil. Tüm insanların negatif tutumlarına aldırış etmemek, onun yerine kendiyle barışık olup tüm dünyaya karşı farklılıklarla da güzel olunabileceğini göstermek büyük bir başarı. Bir de mükemmelliğin önde geldiği, hatta vazgeçilmez olduğu bir sektörde
yani moda sektöründe kendini ve sonradan gelecek olan bazı nedenlerden ötürü “farklı” kabul edilen insanların bu derece önünü açmak ve farkındalığı bu denli artırmak alkışlanacak bir durum. Umarım Winnie gibi insanlardan daha fazla görürüz. Farklılıkların aslında bizi eşsiz yaptığını anlayan ve topluma da anlatan nesillerin olması dileğiyle.
27
28
Şimdi Reklamlar Bırakın çocuklar çocuk kalsın! / Asena Kıvrak Reklamlarda en çok kullanılan imgelerden biri çocuklar. Özellikle son dönemlerde birçok marka reklamlarda çocuklardan fazlasıyla yararlanıyor ama gelin görün ki çizgiyi aşmamaları gereken noktayı çoğu zaman göremiyorlar maalesef.
var” tartışmasını bir kenara bıraksak bile Sağlık Bakanlığı’nın bir yandan kantinlerde abur cubur satışını yasaklayacağını bildirirken diğer yandan televizyonda bu abur cuburların reklamlarını kontrol edemiyor olması tam bir ironi.
BARBIE REKLAMI Şu Barbie’yi üretip çıtayı nerelere çıkarttınız artık, boyumuz yetişmiyor! Daha yeni yeni şişman Barbie gündeme geliyor. Bugüne kadar Barbie’yi kız çocuklarına mükemmel, hatta imkansız ölçülere sahip bir kız olarak tanıttınız. Barbie’ye hayranlık duyan çocuk tabii ki Barbie gibi olmak isteyecektir ve bu kadar mükemmel bir çıtaya ulaşamayacak olması onu hayal kırıklığına uğratacaktır. Bir de bu Barbie’nin reklamını yaparken onu “kokoş” ve pembeler içinde tanıtmıyorlar mı… Çünkü neydi, kızlar pembe giyerdi, doğanın kanunu bu. Ne çabuk unuttunuz? Çocukların psikolojisini etkileyen diğer bir durum ise reklamlarda öve öve bitiremedikleri abur cubur çeşitleri. “Alabilecek durumu olan var, olmayan
ÇITIR PARA REKLAMI Cips markalarının çıtır para reklamında bunun örneğini çok kolay yakalayabiliyoruz. Evet süt, ekmek ve tabii ki üç Cheetos bir evin olmazsa olmazı, sağlıklı besinlerinden biri… Sağlık Bakanlığı kantinlerden önce bu teşvik edici reklamlara dur demeli çünkü o çocuk okulda almasa bile eve gelince televizyonda görüp ailesinin başının etini yiyerek de olsa o ürünü aldırmak isteyecektir eninde sonunda.
29
KOTON ÇOCUK KAFASI REKLAMI Gelelim son zamanların en tartışmalı reklamına: Koton’un Çocuk Kafası sloganıyla başlattığı reklam kampanyası. Pedagogları çığırından çıkaran reklam filmi son günlerde gündemde epey bir yer aldı. “Okumadan önce yazmayı öğrendi” sloganıyla da oldukça tepki çekti. Bu yaştaki çocuklara ait olmayan kavramları kullanarak çocukların henüz yönlendirilmeye çok açık algılarını kötü biçimde işgal eden bir reklam filmi. Bir kere en başta çocuklara yetişkinlerin giyim tarzını benimsetmeye çalışmak da neyin nesi? Bir de bu yetmezmiş gibi çocukları objektiflerin karşısına alırken de yetişkin manken edasıyla poz verdirmişler ki bunun mantığını hiç anlayabilmiş değilim. Hangi anne baba çocuğunun yetişkin gibi giyinmesini ister? Yahu sen çocuksun, çocuk gibi giyin. Bir daha ne zaman bu kıyafetleri giyebileceksin, asıl bu neyin “kafası”? Yine aynı reklamda kız çocuklarına bakışlarıyla, tavırlarıyla bir erkek tavlama edası, bir “seksapalite” verilmeye çalışılmış. Kaldı ki
reklamda verilen bir alt mesaj da Koton’dan giyinen çocuğun her zaman daha havalı ve diğer çocuklardan üstün olması yönünde. Bu yaştaki çocuğa böyle bir algı yaratmanın, “üstünlük” kelimesinin markalar üzerinden aşılanmasının ne kadar zavallıca olduğunu bir yana bırakalım -bırakamıyoruz da hadi bir deneyelim- o markayı alamayacak durumda olan çocuğun kendisini ezilmiş hissedeceği de aşikar. Yani anlayacağınız, yanlışlarla dolu bir reklam filmi ve RTÜK’ün her şeye kolayca engelleme kararı verip bu reklama henüz dokunmamış olması çok ilginç. Reklamların çocukların üstünde yetişkinlerden çok daha fazla etkisinin olduğunu düşününce bu durum beni çileden çıkarıyor. Sırf kendi markanızı pazarlamak için çocuklar üstünde oynamayın lütfen. Bırakın onlar kendi dünyalarında masum kalsın. Bir de onların kafasını karıştırmayalı. Bırakın çocuklar çocuk kalsın.
30
Bu Bir Aşk Şarkısı Değil Video sanatının önemli örneklerini bir araya getiren “Bu Bir Aşk Şarkısı Değil: Video Sanatı ve Pop Müzik İlişkisi” 7 Şubat 2016 tarihine kadar gezilebilecek / Duygu Yasa
Pera Müzesi’ndeki “Bu Bir Aşk Şarkısı Değil: Video Sanatı ve Pop Müzik İlişkisi” adlı sergi temel olarak video sanatının pop müzik ile olan ilişkisini ele alıyor ve aralarındaki etkileşimlere odaklanıyor. Daha çok tablolardan oluşan sergilerden bir insan olmama ve bu yüzden
tatmin olmamaktan endişe duymama rağmen sergiyi duyduğum an konusu fazlasıyla ilgimi çekti. Gittiğimde ise bu kuşkularımın ne kadar gereksiz olduğunu anladım. Eserlerin gerçekten sürükleyici bir yapısı vardı. Merakımı arttıran bir diğer unsur ise Pera Müzesi’nde ilk defa video gösterimi bu kadar geniş
31
kapsamlı olan bir sergi yapılacak olmasıydı. Beklentilerim yüksek bir şekilde gittiğim bu sergiden hiç de hayal kırıklığıyla dönmediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Gerçekten içinde barındırdığı bütün eserler birbirinden başarılı olan, herkesin görmesi gereken bir sergiydi. Sergi 1960’lardan günümüze kadar pop müzik ile video sanatının yaşadığı etkileşimleri ele alıyor. İnsanları, müzik ile görsel sanatlar arasındaki ilişkinin sanatçıların kendilerini, bulundukları
kültürel sistemin aktörü olarak tanımlandırmasını sağladığını ve izler bırakmaya çalışarak küçük direniş biçimleri benimsedikleri bir sanat tarihi üzerinde düşünmeye itiyor. Sergi, beş bölümden oluşuyor. Bu bölümler: Pop İçinde Sanat/ Sanat İçinde Pop, Histeri ve Din, Rock ve Kavramsal Sanat/Müzisyen Olmayanlar ile Sanatçı Olmayanlar Karşı Karşıya, Rock ve İkizi/Bir Alet Çantası Olarak Pop Müzik, Dans Müziği Politikaları. Sergide Andy Warhol, Dan Graham, Joseph Beuys, Vito Acconci gibi birçok önemli ismin hem biçimsel hem de kavramsal açıdan
32
pop ve rock ikonografileriyle bağlantılı olan deneysel filmlerden ve videolardan oluşan eserleri yer alıyor. Küratörlüğünü Javier Panera’nın üstlendiği sergideki bütün eserleri
beğenmemin yanı sıra üzerimde en çok etki bırakan eser Adel Abidin’in “Üç Aşk Şarkısı” adlı eseri oldu. Kendisi Arap kültüründen gelen, baskı ve savaştan kaçan bir sanatçı kuşağının temsilcilerindenmiş. Bu eseri, farklı dönem müzik
33 türlerinden romantik şarkılarla özdeşleşmiş görsel klişeleri canlandıran üç kadın şarkıcının yer aldığı, eş zamanlı oynayan üç müzik videosundan oluşuyor. Bu üç farklı dönemi ve klişelerini temsil etmek için Julie London, Nancy Sinatra ve Britney Spears’ı andıran kadınlar videolarda oynatılmış. Kadınlar Arapça şarkı söylemeye başlıyor ve görüntüden, melodilerden dolayı bu şarkılar bize tatlı aşk şarkılarıymış gibi geliyor fakat söyledikleri şarkıların sözleri aslında Saddam Hüseyin rejimini övüyor. Bu ancak altta karaoke biçiminde bulunan şarkı sözleri okunarak fark ediliyor. Bu eser, pop müziğin incelikli ideolojik yönlendirmenin kolayca öznesi olabileceğini ortaya koyması bakımından çok hoşuma gitti. Daha bir sürü eser böyle anlamlı mesajlar bulunduruyordu. Bunun dışında Andy Warhol en sevdiğim sanatçılardan birisi olduğu için onun sergide bulunan “Deneme Çekimleri” adlı eseri de çok ilgimi çekti. Andy Warhol bu çalışmasında New York sanat camiasından bazı kişileri, onlara “kameranın önünde durun” dışında hiçbir yönlendirme vermeden dört dakika boyunca görüntülemiş. Kameranın tam da kişinin poz vermekten bitkin düştüğü bir anda onun gerçek egosunu yakalayacağını ve karakterini ele vereceğini düşünmüş. Gerçekten de görüntülerde buna şahit oluyorsunuz. Eserlerin hepsi videolardan oluştuğu için oldukça karanlık bir galeri ortamı yaratılmış, dikkatin olabildiğince görüntülerde toplanabilmesi istenmişti. Bence bu karanlık ortam eserler içinde bütünleyici bir unsurdu çünkü böyle derin anlamlar barındıran çalışmaların bulunduğu bir sergiye böyle bir düzen
gerçekten yakışmıştı. Sergiye hafta içi erken bir saatte gittiğim için pek kalabalık değildi ancak gelen insan kitlesi gerçekten çok çeşitliydi. Gittiğim diğer sergilerde karşılaştığım gibi tek tip insanlar görmedim ve bu beni çok sevindirdi. Öğrenciler ve gençler ağırlıkta olmasına rağmen 50-60 yaş aralığında insanlar da vardı. Eserlere
34
bakarken bazı notlar alan, sanatla ilgili bir meslekle veya gazetecilikle uğraştıklarını tahmin ettiğim, birkaç kişi gördüm. Ancak çok farklı mesleklerle uğraştığı giyinişinden, görüntüsünden belli olan insanlar da vardı. “Bu Bir Aşk Şarkısı Değil” sergisi toplamda 28 sanatçının 26 eserini barındırıyor. Gittiğim en ilgi çekicilerden biri
olduğunu söyleyebileceğim serginin gerçekten çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Bilinçli bir şekilde eserler incelenirse bu serginin katabileceği birçok yeni bilgi ve görüş var. 7 Şubat 2016 tarihine kadar sürecek olan bu sergiyi fırsat bulduğunuz anda ziyaret edin! *Görseller Pera Müzesi Facebook sayfasından alınmıştır.
35
36
Şekerpare “Bütünleştirici mizahın yardımına ihtiyacım var.” - Engin Alkan / Ceyda Selin Zere
37
38
Sahnelenmeye başladığı günden beri kapalı gişe seyredilen, bilet bulmanın neredeyse imkansız olduğu, seyirciyi eğlendirirken düşündüren bir oyun: “Şekerpare”. Yıllar önce hayatımıza Ertem Eğilmez’in yapımcılığında film olarak giren Şekerpare, şimdilerde herkesin beğenerek izlediği ve birbirine tavsiye ettiği bir oyun olarak seyircisiyle buluşuyor. Şekerpare’yi oyun olarak sahneye taşıyan ve günümüze uyarlayarak yönetmenliğini üstlenen isim ise Engin Alkan. Yönetmenliğin yanında şarkı sözlerini de yazarak oyunun şu anki haline gelmesini sağlayan Alkan, aynı zamanda oyunda “Ziver” karakteriyle seyirci karşısına çıkıyor. İlk çıktığı dönemde de büyük ses getiren günümüzün tiyatro oyunu, zamanının filmi “Şekerpare”, Yavuz Turgul’un kaleminden bizlerle buluşuyor. 19. yüzyıl İstanbul’unun düzenbaz
komiseri Ziver’in karakoluna tayin olan saf Cumali’nin Galata’nın “namlı” kızlarından Şekerpare’ye aşık olmasıyla şekillenen hikaye, Ziver’in Cumali için kurduğu farklı planları gerçekleştirme isteğiyle devam eder. Dönemin aşina olduğumuz sirto ve longalarıyla yeniden düzenlenen, iki perde halinde üç saat boyunca seyirciyle birlikte olan oyun için oyuncuların performansları büyük bir tebriği hak ediyor. Bir yandan şarkı söyleyerek dans eden, bir yandan da sahnelerin hakkını vererek oynayan oyuncular, seyirciye üç saat süresince oyunun tadını çıkarma fırsatı sunuyor. Eğlendirmesinin yanı sıra aynı zamanda seyirciye görsel şölen sunan oyun için dev bir dekor hazırlanmış. Demirden yapılan devasa dekorun bir tarafı Galata’yı, diğer tarafı ise Kız Kulesi’ni yansıtıyor. Dekorun ve sahnenin sağladığı tüm imkanların sonuna kadar
39
kullanıldığı oyunda, senaryo ve dekor ilişkisi çok sağlam kurulmuş. Dekora, sahneye ve oyunculara büyük oranda eşlik eden müzikler için büyük bir orkestra ise sahnenin hemen alt kısmından
oyuna eşlik ediyor. Rejinin, oyuncuların, orkestranın ve yönetmenin güçlü ekip çalışmasıyla bir dakikası bile boş geçmeyen “Şekerpare”, titiz çalışmaların ve büyük bir emeğin ürünü olduğunu gösteriyor. Gösterilen emeğin karşılığını ise hafta sonları günde iki defa, diğer günlerde ise kapalı gişe oynamasıyla alıyor. Oyundaki samimiyeti salona geçirmeyi başaran “Şekerpare”, sergilediği güçlü mizah ve performansla seyirciyi her sahnede yakalamayı başarıyor. Adeta seyirciyle ortak bir iş ortaya koyuluyor ve bu sayede saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Beni gerek teknik gerekse içerik olarak her yönden tatmin eden oyun için salondaki diğer izleyicilerin de benimle aynı fikirde olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim. Geçtiğimiz sezon Mart ayından itibaren seyirciyle buluşan “Şekerpare”, eğlendiren şarkıları, üzerinde iyi çalışılmış sahne tasarımı ve güçlü senaryosuyla izleyenlerini hayatın olağan stresinden biraz olsun uzaklaştırmak üzere izlenmeyi bekliyor.
40
Hoşçakal Dokuzuncu Sezon “Spoilers!”/ Tuğçe Kılınç
Geçtiğimiz cumartesi günü Doctor Who, bir saatlik “Hell Bent” adlı bölümüyle dokuzuncu sezonunun finalini yaptı. Bir yandan hevesimi sadece 12 bölümle alamadığım için üzülürken diğer yandan yılbaşı özel bölümü için sabırsızlanıyorum. Size
şunu söyleyebilirim: Dizi gittikçe mükemmelleşiyor. Öncelikle 12. Doktor’u seçim aşamasında Peter Capaldi’den emin olamayanlar, sevmeyenler hatta bu yüzden diziyi bırakanlar çok büyük şeyler
41
kaçırıyorlar. Tabii ki her Doktor’la birlikte gelen yeni ve o Doktor’a özgü özellikler var. Christopher Eccleston modern seride ilk Doktor’umuz olarak bizde ayrı bir yere sahip olmuşken David Tennant mimikleriyle kalbimizi fethetmiş ve Matt Smith o çocuksu ruhuyla
bizi maceradan maceraya sürüklemişti, evet! Peter Capaldi ise diziye bambaşka bir tat getirdi. O çatık kaşların arkasında çok duygusal ve yol arkadaşına çok bağlı bir Doktor izledik ve diğer Doktor’larda fazla görmediğimiz karanlık taraflara şahit olduk. Tabii ki dizinin
42
böyle yeniliklerle buluşmasını başlarda yadırgasam da ben de birçok izleyici gibi zamanla alıştım, hatta sevmeye başladım çünkü aslında Doktor’un sürekli yenilenmesinin mantığında da zaten değişim yatıyor. Dizinin sezon finalini, tüm bölümlerden ayrı tutarak değerlendirmek tabii ki mümkün değil. Diğer tüm sezonlarda olduğu gibi bu sezonda da her bölümle final için yavaş yavaş zemin hazırlandı. Bu sezonun en önemli iki noktasından biri Game of Thrones dizisinde Arya olarak tanıdığımız Maisie Williams’ın Ashildr/Me karakterinin diziye dahil olması, ikinci önemli nokta ise Clara’nın diziye veda edecek olmasıydı. (Gerçi Clara’nın geçen sezon diziye veda etmesini bekliyorduk fakat sürpriz bir kararla devam edildi, bu sefer kesinlikle gidiyor diyebiliriz.) Sezon boyunca Clara’nın ne kadar güçlü olduğunu ve Doktor için ne
kadar büyük bir değer taşıdığını gördük. Sonuçta Clara, 12. Doktor’un gördüğü ilk yüzdü fakat modern seride en sevilen yol arkadaşlarının bile en fazla iki-iki buçuk sezon yer aldığını göz önünde bulundurursak Clara’nın artık zamanını doldurduğunu ve dizinin tekrar bir yeniliğe ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu karakterlerin yanında en heyecan verici olay ise şüphesiz Doktor’un kendi gezegeni Gallifrey’e geri dönebilmesiydi -ve melez olayı var ki bunu yazının ilerleyen kısımlarında açıklayacağım. Dizinin 50. yıl bölümüyle sinyalleri verilen bu geri dönüş, diziye başladığımdan beri “acaba bir gün olur mu?” diyerek hayallerini kurduğum bir şeydi. Son üç bölümü en başından özetlemek gerekirse Clara, “Face the Raven” bölümünde ölmüş ve Doktor “Heaven Sent” bölümünde kendi itiraf kadranının içine gönderilerek bildiği sırları itiraf
43
44
etmediği için milyonlarca yıl işkenceye mahrum kalmış fakat Clara’yı kurtarabilmek için yılmamış ve bölümün sonunda Gallifrey’e varmıştı. “Hell Bent” bölümünde ise Doktor’un Clara’yı kurtarabilmek için nasıl Gallifrey’deki diğer Zaman Lordları’na kafa tuttuğunu gördük. Zaman Lordları’nın istediği sırrın ise “Melez” adı verilen bir yaratık olduğunu öğrendik. Kehanete göre Melez, bir gün Gallifrey yıkıntılarının üstünde duracaktı fakat pek tabii bu “Melez” yaratığımız aslında başka bir uzaylı değil, Doktor ve Clara’nın ta kendileriydi. Bölümde de izlediğimiz gibi Doktor, Clara için Gallifrey’i bile yerle bir etmeye razıydı. Bu nedenle Doktor ve Clara (Zaman Lordu ve insan) birlikte Melez’i oluşturuyorlardı. Son üç bölüm böyle geçti ve diğer tüm bölümleri gölgede bıraktı. Yine de bu sezonun beni en çok etkileyen bölümü -son bölüm dışında- ikinci bölüm olan “The Magician’s Apprentice” idi. Doktor’un ezeli düşmanı ve aynı
zamanda en iyi arkadaşı Missy’yi gördüğümüz bu bölümde, Doktor’un yine ezeli düşmanı Dalek’lerin yaratıcısı Davros’u nasıl kurtardığını gördük. Davros henüz bir çocukken, kendi gezegenindeki savaş alanında mahsur kalmış ve ölümle yüz yüze gelmişti. Doktor da her zamanki gibi bu gezegene “geçerken bir uğramış” ve sadece bir çocuğa yardım etmeye gelmişti. Savaş alanında mahsur kalan çocuğun Davros olduğunu öğrendikten sonra bile ona yardım etmesi aslında Doktor’un kim olduğunu, neyi temsil ettiğini ve yüzü, huyu, özellikleri değişse bile içinde hep aynı adam olduğunu bize hatırlattı. (Utanarak söylemeliyim ki bölümü izlerken bir an Doktor’un çocuğu kurtarmayacağını düşündüm.) Sezonun son bölümü olan “Hell Bent”e tekrar dönersek, sonunda doya doya Gallifrey’i görebildiğim için kendimi çok tatmin olmuş hissediyorum, eminim bu duyguyu hayranların büyük çoğunluğu
45 da biliyor. (Gallifrey’in bol bol göründüğü, hatta diğer Zaman Lordları’nı tanıyabileceğimiz bölümlerin mevcut olduğu klasik seri de izlenmeli.) Doktor’un özel yaşamına bu bölümle biraz daha girdik çünkü onu evinde, yanında büyüdüğü insanlarla birlikte gördük. Umarım gelecek sezon, Gallifrey ve Zaman Lordları hikayenin içinde daha çok yer alır. Ayrıca Doktor’un -klasik seride olduğu gibi- yanına Dünya dışındaki gezegenlerden de yol arkadaşı almasını temenni ediyorum. Son olarak sonik tornavida konusuna da değinmeden edemeyeceğim. 3. Doktor’dan itibaren kullanılan sonik tornavida bu sezon sonik bir gözlüğe dönüşmüştü. Hayranların büyük tepkisiyle karşılanan bu değişiklik her ne kadar “havalı” olsa da sanki daha az kullanışlıydı. Sezon sonunda
Doktor’umuzun yeni bir sonik tornavidaya kavuştuğunu gördük. Her ne kadar yeniliklerden yana olsam da bazen eski şeyler de güzeldir. 9. sezonu bunlarla birlikte geride bırakırken, 10. sezona başlamadan önce bir “The Husbands of River Song” adlı yılbaşı özel bölümü gelecek. Bölümün en büyük “spoiler”ı da River Song’un yılbaşı bölümünde yer alacak olması. En sevdiğim karakterlerden birini dizide tekrar göreceğim için nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Fragmanı hala izlemediyseniz şuradan göz atabilirsiniz: http://bit.ly/1Q1hWqd Şimdiden tüm Doctor Who sevenlere iyi seyirler diliyorum. *Görseller bbc.co.uk sitesinden alıntıdır.
e t e z r e niv
ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete