ÜNİVERZETE 140

Page 1

/140

e t e z r e niv

zete


21 Ocak 2016 Sayı: 140 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç Yazılar Arzu Cahide Öz, Asena Kıvrak, Berk Çakırel, İlgi Özdikmenli, Oya Zehra Erben, Varım Gökmen

KÖLN OLAYI VE GÖÇMEN KRİZİ

ŞİMDİ REKLAMLAR

BİR RUH HALİ: KADIKÖY SOUND

YELDEĞİRMENİ’NİN SUYU SANATI

MODA SAHNESİNDEKİ EN GÜZEL RÜYA

KISA FİLMLERLE “PIXAR”

Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:

Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instegram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4


5

Köln Olayı ve Göçmen Krizi Köln Olayı bir kez daha mülteci krizinin Batı’da ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğinin sinyalini verdi / Varım Gökmen Batının bugünkü en büyük siyasi ve ekonomik problemi diyebileceğimiz Suriyeli göçmenler, Batı kamuoyunu ikiye bölmüş durumda. Bir tarafta mültecilere tamamen karşı Doğu Avrupa ülkeleri ve mültecileri geri göndermeyi savunan Le Pen, öbür tarafta hala daha dediğinden vazgeçmeyen Avrupa solu ve Avrupa entelektüelleri. Öyle ki çoğu kimsenin Severus Snape rolüyle tanıdığı, geçtiğimiz cuma günü hayata

gözlerini yuman Alan Rickman’ın bile ölümünden önce yaptığı son iş mülteci çocukları için bir bağış toplama videosunu seslendirmesiydi. (https://www. youtube.com/watch?v=HkiMz-e2ZcE) Yılbaşı akşamı, Köln başta olmak üzere, birçok Almanya şehrinde meydana gelen taciz olayları ve sonrasında gelişen olaylar bir kez daha mülteci krizinin sadece ekonomik ve siyasi


6

değil aynı zamanda sosyal olarak da Batı adına büyük bir sorun olduğunu gösterdi. Tacizle ilgili olarak 500’ü aşkın sayıda gelen şikayet iki haftadır gündemden düşmüyor. Son olarak geçen perşembe Bornheim’da bir paralı havuz, üç suriyeli göçmenin iki alman kızı taciz etmesi sonucu, bütün göçmenlerin havuza girişini yasakladı. Olay sonrası konu hakkında konuşan Merkel “Bir suç işlendiğinde ve kanun dışına çıkıldığında, bunun bedeli olmalı” dedi ve suç işleyenlerin sınır dışı edilmesini önerdi. Buna karşın SPD (Sosyal Demokrat Parti) Genel Başkanı Sigmar Gabriel, bu konuda uluslararası hukuk kararını beklemek gerektiğini savundu. Konuya karışan bir başka aktörde Charlie Hebdo’ydu. Bir sene önce saldırı düzenlenen Charlie Hebdo dergisi ise Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken boğularak hayatını kaybeden

Alan Kurdi’yle alakalı bir karikatür yayınlayıp eleştiri oklarını üzerine çekti. Öbür taraftan yılbaşı akşamı Köln’de yaşananlar, bu göç tartışmaları bir açıdan bambaşka bir evreye taşıdı ve belki de ilk defa kamuoyunun genelini mülteci karşıtı duruma getirdi. İlk defa göç sorunu çözülse dahi bu göçmenlerin sosyal olarak Avrupa’ya tamamen entegre olup olamayacağı tartışılmaya başlandı. Bu kapsamda genel olarak taciz olayıyla ilgili ön plana üç görüş çıktı: birincisi özellikle radikal sağcılarca dile getirilen Suriyeli ve Afrikalıların yeterli kültür seviyesine asla çıkamayacakları ve bir an önce geri gönderilmeleri, ikincisi genel olarak sosyal demokratlar tarafından dile getirilen bunun kesinlikle yanlış olduğu fikri ve son olarak bunun göçmenlere karşı yapılmış bir komplo teorisi olduğunu savunanlar.


7

İlk görüşün saçmalığına değinmeye gerek olmamakla beraber, Avrupa’da yükselen “zenofobi” ve ırkçılık büyük sorun. Nitekim taciz olayları sonrasında en fazla eleştirilen kişi CDU (Hristiyan Demokrat Parti) lideri Merkel ve onun açık kapı politikası oldu. Bir başka nokta İngiliz gazetelerinden geldi; olay sonrasındaki günlerde ağırlıklı olarak İngiliz gazetelerinde göçmen nüfusunun büyük ölçüde eğitimsiz genç nüfus tarafından oluşturulduğu ve bu etnisitenin suça meyilli olabileceği yazıldı. Bir başka nokta da sığınmacıların Avrupa ülkelerinde temel eğitim almadıkları için asla sisteme entegre olamayacakları ve bunun

ciddi anlamda sorun çıkartabileceği konusu. Bu kapsamda söylenenler sadece taciz vakasıyla sınırlı kalmayıp suç oranının yükselmesine de sebep olabilir. Son olarak en çok korkulan ise; Avrupa ülkelerinde bu tarzdan olaylar sonucu radikal sağ hareketlerin yükselebileceği ve sığınmacıların başına gelebilecekler. Nitekim olaylar sonrasında Köln şehrinde yaklaşık 20 kişilik bir grubun göçmenleri taciz etmesi ve 39 yaşında bir kadın sığınmacıya saldırmaları buna örnek. Kısaca, zaten bir propagandadan ibaret olan Willkommenskultur (hoş geldin kültürü) ve Avrupa’da göçmen algısı olumsuz yöne evrilmiş durumda.


8

Şimdi Reklamlar Reklam kumaşı kaliteli bir konu: makyaj malzemesi reklamları / Asena Kıvrak Kadınların tutkunu olduğu makyaj malzemeleri günümüz dünyasının vazgeçilmezi elbette. Hatta artık erkeklerin de makyaj yaptığını söylemek mümkün. Tabii ki biz kadınlar gibi kullanmıyorlar ürünleri fakat onların da artık modern dünyaya ayak uydurma çabası içerisinde bakımlı birer ‘’şehirli erkeği’’ olma yolundaki gelişimini göz ardı etmek olmaz. Bloggerların, ünlülerin vesaire tanıtımlarını yapmak amaçlı hazırladığı videolar bir yana dursun makyaj malzemelerinin reklamları da reklam sektöründe oldukça prim yapan bir konu. Bunun nedeninin biraz da makyaj malzemelerinin reklamda yaratıcılığa izin veren bir ürün olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Shiseido’nun “High School Girl” Reklam Filmi Shiseido’nun son çıkardığı olağan üstü reklam yaratıcılığın sınırlarını zorlamış. 2015 yapımı reklam filminde marka, makyaj malzemesi ile neler başarılabileceğini finalde küçük bir sürprizle gözler önüne

sermiş. Üzgünüm, şimdi reklamın sürprizini biraz kaçıracağım ama… Reklam filminin başında bir sınıf dolusu liseli kız görürken reklam geri sarmaya başlayınca anlıyoruz ki aslında gördüklerimiz erkekmiş ve makyajla kadın kılığına sokulmuşlar. Reklamda aynı zamanda hızlandırılmış bir şekilde bu makyajın yapımı da gösteriliyor. Bu reklam filmi markanın kalitesini ve etkisini son derece doğru bir şekilde göstermiş. Hatta alt mesaj olarak da “Shiseido erkeği bile kadın yapar sizi neden güzelleştirmesin”’i bize sunduğunu söylemek mümkün. Mac “Haute & Naughty” Makyaj malzemeleri markalarının genellikle tercih ettikleri reklam filminden ziyade reklam afişi şeklinde boy gösteriyor. Özellikle yurt dışında markaların bu sektördeki reklamlara verdiği önem ülkemize kıyasla oldukça fazla. Mac gibi bir dünya markasından etkileyici olmayan bir reklam beklemek doğru olmazdı tabii ki. Mac de zaten kendinden beklenildiği gibi reklam konusunda yaratıcı olan ve bu konuda hassas


9 olan reklam verenlerden biri olmalı ki böyle başarılı reklamlara ve aynı zamanda yurt dışında reklam filmlerine de adım atıyor. Sizinle paylaşmak istediğim Mac’in b5 vitaminli rimelini tanıtmak üzerine çıkardığı bir reklam afişi. Çekiminden ve gölgeyi zekice kullanarak dikkatleri konuya çeken reklam afişi çok orijinal olmuş. Sıradan rimel reklamlarından hem fikir hem de kalite olarak oldukça üst seviyede. Jennifer Lawrence’lı Dior Addict “The New Lipstick” Reklamı Reklamlarında ünlüleri oynatmayı bir gelenek haline getirmiş olan Dior 2015’te çıkardığı yeni “lipstick” için Jeniffer Lawrence’ı tercih etmiş. Reklam filmi baştan sonra buram buram cinsiyetçilik kokuyor ama Dior’un huyu bu, reklamlarında kadını bir obje olarak kullanmaktan vazgeçemiyor ne yazık ki.

Merve Boluğur ve “Maybelline The Colossal Kajal” Merve Boluğur’un oynadığı bu reklam filmi yaratıcılığıyla kendinden bahsettirmemiş olsa da kullanılan ünlü sayesinde

markanın kalitesi bir adım ileri taşındı diyebiliriz. Bazen öyle bir ünlü kullanırsınız ki reklam, ürünle alakasız kalır ve anlamsızlaşır, bazen bu ünlü reklamın önüne geçer ve ürünü hatırlamazsınız bile. Bazen de -bu reklam filminde olduğu gibi- ünlüyü o kadar yerinde kullanırsınız ki markayla ünlü deyim yerindeyse “cuk oturur”.

Hadise’li “Avon” Reklamı Avon markası, reklamlarının yeni yüzünü hepimizin de televizyonda ve “bilboardlarda” defalarca gördüğü gibi Hadise yapmıştı ancak bu reklamlar yeterince başarılı olamadı bence. Reklamların yaratıcılıktan bir haber olmaları bir yana dursun amaçlarının ne olduğu dahi belli değildi. Sadece ünlüyü reklama koyup “hah şimdi iş bitti bir şey yapmama gerek yok” kafasından ne zaman çıkacağız çok merak ediyorum. Bir ünlü, markayı reklamına göre rezil de edebilir vezir de. Bu da “rezilliğin” bir örneği olmuş…. Bazı ürünlerin kumaşı yoktur, yani ona yaratıcı ve fark yaratan bir reklam üretebilmek için gerçekten başarılı bir reklamcı olmanız gerekir. Oysa makyaj malzemesi gibi renkli ve yaratıcılığın zirve yapabileceği bir konuda başarısız olmak pek de kolay sayılmaz ama ne yazık ki yaratıcı örneklere ülkemiz sektöründe pek fazla rakip örnek veremeyeceğim. Bunun yanı sıra tahmin edersiniz ki kötü örnekleri çoğaltmak her zaman mümkün…


10

Bir Ruh Hali: Kadıköy Sound Türkçe alternatif müziğin bu ilgi çekici kavramının tarihi, gelişimi ve ne anlama geldiği hakkında bir yazı sizlerle… / Berk Çakırel Kadıköy Sound kavramı, Türkçe alternatif müzik dünyasında hep tartışılan bir konudur. “Kadıköy Sound diye bir kavramın varlığından söz edebilir miyiz? Böyle bir kavram varsa neyi ifade etmektedir?” gibi sorular sorulur. Kimileri bu kavramı özentilik olarak nitelendirip dalga geçer, kimileri ise Kadıköy Sound’u bir felsefe olarak benimsemiştir. Belirli bir “lokasyonda”, o “lokasyonla” özdeşleşmiş ortak bir “sound”, bir müzikal altyapı ortaya çıkarsa bir genelleme yapılır ve “... Sound” diye bir kavram yaratılır. Dünya müzik tarihinde örneği çoktur. Örneğin, 90’ların başında Seattle’dan Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Alice in Chains gibi grupların icra ettiği ve rock müzik tarihinde adeta bir çağı kapatıp başka bir çağı açan “grunge” türündeki müzik akımı, Seattle Sound olarak nitelendirilir. İngiltere’de, “trip-hop”ın isim

bulmadan önceki hali olarak Bristol Sound veya melankoliyi iliklerinize kadar hissedebileceğiniz Oasis, The Stone Roses, Joy Division gibi efsanevi grupların öncülük ettiği Manchester Sound gibi akımlar dünya müzik tarihinde son derece önemli bir yere sahiptir. Türkiye’de ise böyle bir akım olarak akla hemen Kadıköy Sound gelir. Ancak Kadıköy Sound’u yurt dışındaki muadillerinden ayıran önemli bir nokta var. Kadıköy Sound akımının içinde gösterilen grupların icra ettikleri müzikler, ortak bir müzik türü çatısı altında isimlendirilemiyor. Örneğin Seattle Sound akımına dahil olan gruplar “grunge” türünde müzik icra etmekteydiler veya Bristol Sound dendiğinde akla “trip-hop” gelir. Kadıköy Sound ise ortak bir müzikal altyapı içermediği için müzik çevrelerinde geçerliliği tartışılan bir kavram haline gelmiştir. Bu nedenle, Kadıköy Sound diye bir akımdan


11

söz edilemeyeceğini iddia edenlerin en çok kullandığı argüman da Kadıköy gruplarının müziklerinin, ortak bir müzik türünün çatısı altında toplanamamasıdır. Peki tam olarak nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır bu Kadıköy Sound? Kadıköy Sound isminin ilk olarak nerede kullanıldığını, nasıl ortaya çıktığını,

Türk rock müzik tarihi hakkında en fazla bilgiye sahip isimlerin başında gelen değerli radyocu ve müzik yazarı Güven Erkin Erkal, Gazete Kadıköy’e verdiği bir röportajda anlatıyor: “Renan Bilek, Cenk Taner, Demirhan Baylan gibi müzisyenler Akdeniz Cafe’ye takılır, çay içip müzik sohbeti yaparlardı. Bir sohbet esnasında dünyadaki Seattle Sound’dan falan bahsedilirken, Kadıköy Sound diye bir şey söyleniyor espriyle karışık. Kadıköy Sound esasen bir müzikal birlikteliği göstermiyor. Ortak ruh halini gösteren, Kadıköy’de müzik yapma sürecini anlatan bir sembol. Bence bu sound, günümüzde, üçüncü kuşak Kadıköylü gruplarla yerini bulmaya başladı. Son 5 yıldır uzun isimli, Kadıköy çıkışlı çok grup var. Belki onlar da Kadıköy Sound’u sahiplenmiyorlar ama artık Kadıköylü bir grup ruhu, bir çalış biçimi var.” Kadıköy Sound kavramı, Erkal’in de belirttiği gibi ilk


12 kez Kadıköylü müzisyenler tarafından espri amaçlı kullanılmıştı ancak bu müzisyenler bilinçsiz bir şekilde böyle bir şey yarattılar. Ortak bir ruhtu bu. Müziğin araç işlevi gördüğü bir kendini anlatma biçimiydi. Tam da bu nedenle Kadıköylü bu sanatçılar, aynı dönemlerdeki Taksim çıkışlı sanatçılara nazaran daha alternatif, daha geri planda kalmışlardır. Daha kapalı ve bireysel bir anlatım tarzları vardır. Kadıköy Sound, müzikal olarak benzemese de sözler ve sanatçıların ruhu olarak “grunge”a yakındır. Sözler tıpkı “grunge”da olduğu gibi alaycı, boş vermiş, umutsuz, tepkili ve yenilmiştir. Kadıköy Sound dendiğinde akla ilk gelmesi gereken grup Kesmeşeker. 90’ların başında grubun solisti, söz yazarı ve bestecisi olan Cenk Taner’in (ya da sevenlerinin deyimiyle “Kaptan”ın) öncülüğünde kurulan grup, Türk alternatif müzik tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. “Kaptan”, dinleyicilerine hem Kesmeşeker şarkılarıyla hem de solo eserleriyle yalnızlık ve kaybediş temalı Kadıköy hikayeleri anlatır.

Kesmeşeker’de de olduğu gibi Kadıköy Sound’da müzik değil sözler ön plandadır. Ortalama bir dinleyiciye ilk kez duyduğunda tuhaf hatta komik gelebilecek fakat derin anlamlar içeren sözler içerir parçalar. Cenk Taner’in kendine özgü bir evreni vardır ve o evrenin içine girmek biraz zaman alır. Hatta o evrene giremeyenler de olur ve bu nedenle Cenk Taner’in müziği ya çok sevilir ya da hiç sevilmez, ortası yoktur. Girmeyi başarabilenlerdenseniz artık siz de Cenk Taner’in bir müridisinizdir. Kısacası, Kadıköy Sound bir din olsaydı Cenk Taner de peygamberi olurdu diyebiliriz. Kesmeşeker’in haricinde 90’larda Kadıköy Sound’u oluşturan diğer grup ve sanatçılar olarak Radical Noise, Kaan Altan, Pis 7’li, Demirhan Baylan’ın kurucusu olduğu Hush, Athena ve Kargo’yu gösterebiliriz. Burada Athena ve Kargo’yu popülariteleri nedeniyle diğerlerinden biraz ayırmak gerekiyor. Athena grubu, ilk zamanlarında sürekli bir Kadıköy grubu olduğunu ve Fenerbahçeliliğini


13

vurgulamıştır. Zamanla bu imajdan vazgeçen grup, müzik tarzını da piyasaya daha uygun hale getirip başka bir yola sapmıştır ve günümüzde Kadıköy Sound içinde gösterilmemektedir. Kargo ise Kadıköy Sound tarihinde çok daha önemli bir yere sahiptir. Yine 90’larda Fenerbahçeli gençler tarafından Kadıköy’de kurulan Kargo, grubun kurucusu ve basçısı (aynı zamanda şairdir)

Mehmet Şenol Şişli (MŞŞ)’nin şiirsel ve felsefi sözleri, Koray Candemir’in kışkırtıcı ve aykırı vokaliyle 90’lı yıllara damga vurmuştur. Kargo’nun 1998 yılında çıkan Yalnızlık Mevsimi albümü, yarattığı atmosferi, hayat, aşk ve özellikle yalnızlık hakkındaki sözleri ve sağlam rock altyapısıyla Kadıköy Sound’un mükemmel bir örneğidir. Konsept bir çalışma olan Yalnızlık Mevsimi,


14

yalnızlık üzerine 15 şarkıdan oluşur ve müzik dergilerinin yaptığı “en iyi Türk rock albümleri” temalı listelerde her zaman en üst sıralarda kendine yer bulmuştur. Bu bağlamda değerlendirirsek Yalnızlık Mevsimi’nin Kadıköy Sound’un en popüler ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Kargo, 2000’li yıllara gelindiğinde kişisel anlaşmazlıklar nedeniyle parçalanmış, grubun söz yazarı ve bestecisi MŞŞ’nin ayrılmasından itibaren de daha “ana akım” bir grup haline gelmiştir. Kargo da tıpkı Athena gibi güncel haliyle Kadıköy Sound içinde yer almamaktadır. MŞŞ ise müzikal yolculuğuna tek başına devam etmekte ve hala Kadıköy Sound’un önemli bir kent ozanı olarak yerini korumaktadır. Kadıköy Sound’dan bahsederken Kaybedenler Kulübü’nden de bahsetmemek olmaz. Geçtiğimiz yıllarda filmi çekilip fenomen haline gelen bu radyo programı, 90’larda Kadıköy kültürünü oluşturan önemli yapı taşlarındandı. Kadıköylü radyocular Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk,

programda çaldıkları şarkılarda sık sık Kadıköylü grup ve sanatçılara da yer veriyorlardı. Kaan Çaydamlı, Kargo’dan MŞŞ’nin çok yakın arkadaşıydı ve hatta “Gece Fanzini” ve “Bad’lik Amiri” adlı iki Kargo parçasında vokale katkıda bulunmuştu. Kaybedenler Kulübü programında, İstanbul’daki her semtin bir “Bad’lik Amiri” vardı (örneğin “Şişli Bad’lik Amiri Mehmet”). Programa bağlanan dinleyicilerden bazılarına verilen bu “Bad’lik Amirliği” rütbesi, adını Kargo’nun kült şarkısı “Bad’lik Amiri”nden almaktaydı. Aynı zamanda bir fotoğrafçı olan Kaan Çaydamlı, Kesmeşeker ve Kargo’nun bazı albümlerinin kapak fotoğraflarını da çekmiştir. Biraz da Kadıköy Sound’un günümüzdeki temsilcilerine bakalım. Özellikle 2010’dan sonra ortaya çıkan “uzun ve garip isimli gruplar”ın birçoğunun Kadıköy çıkışlı olduğunu görüyoruz. Bu hareket, Seni Görmem İmkansız grubunun solisti olan ve aynı zamanda solo albümüyle de adından söz ettiren Gaye Su Akyol tarafından


15 “Kadıköy Yeni Dalgası” olarak isimlendirildi. Artık pek çok yerde bu tanıma rastlayabiliyoruz. “Kadıköy Yeni Dalgası”nın içinde yer alan başlıca gruplardan en az birinin adını muhtemelen duymuş ve yüksek olasılıkla “Bu nasıl isim ya şaka mı?” tepkisini vermişsinizdir. Yüzyüzeyken Konuşuruz, Yok Öyle Kararlı Şeyler, Büyük Ev Ablukada, Adamlar (eski adıyla Halimden Konan Anlar), Kaç Canım Kalmış, Son Feci Bisiklet, Sekerse Tehlike, Seni Görmem İmkansız, Toz ve Toz bu akımın başlıca temsilcileri. Bu grupların hepsinin Kadıköy’de kurulduğunu söyleyemeyiz. Mesela “Son Feci Bisiklet”, Türk rock müziğine en fazla grup kazandıran şehirlerin başında gelen Ankara çıkışlı bir grup ancak müzikal üretimlerini

Kadıköy stüdyolarında gerçekleştiriyorlar. Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar vs. gibi dost gruplarla sürekli ortak konser ve projelere imza atıyorlar. Dolayısıyla “Kadıköy Yeni Dalgası”nın içinde yer alıyorlar. Bu akıma dahil olan gruplar sürekli kolektif üretim halindeler ve birbirlerini besliyorlar. Bu da Kadıköy Sound’un daha da oturmuş bir kavram haline gelmesine yol açıyor. “Kadıköy Yeni Dalgası”nın içindeki grupların sözlerine baktığımızda 90’lardaki Kadıköy Sound’a nazaran tabiri caizse daha “laubali”, daha mizahi, daha uçarı sözler görüyoruz. Bu durumu, grupların çıkış dönemlerine baktığımızda Gezi Direnişi’ndeki mizah dilinin müziğe bir yansıması olarak da yorumlayabiliriz belki.


16 Akımın içindeki gruplardan bazılarının Gezi Direnişi için yaptıkları şarkılar da mevcut. Müzikal açıdan ise daha deneysel bir sound var ortada. Yerli indie müziğin çok önemli bir kanadını oluşturuyor “Kadıköy Yeni Dalgası”. Bu arada bu isimlerin birçoğunun büyük bir Cenk Taner hayranı olduğunu da belirtelim. Akımın baş aktörlerinden, yazdığı sözlerle son dönemin rock camiasındaki en özel figürlerinden olan Yüzyüzeyken Konuşuruz solisti Kaan Boşnak, bir röportajında Kadıköy Sound hakkında şunları söylüyor: “Kadıköy Sound diye majör bir akım yok bence fakat yıllardan beri süregelen tayfa muhabbetleri, arkadaşlıklar, çoğu müzisyenin Kadıköy ve civarında yaşaması, Kadıköy’ün daha rahat ve açık görüşlü bir yer olması, iyisiyle kötüsüyle herkesin birbirini tanıması durumu biraz mahallileştiriyor bence. Nasıl İç Anadolu’nun kendi müziği varsa, Karadeniz’in, Ege’nin kendi müziği varsa metropol çocuklarının da kendi müziği var. Kadıköy Sound eğer varsa her jenerasyon için farklı bir şey ifade edecek demektir.” Kadıköy Sound’u özetleyecek olursak, müzikten çok daha fazlasıdır. Ortak ruh haline, ortak duygulara, ortak dertlere sahip, aynı kafadaki, “Kadıköy kafası”ndaki müzisyenlerin, grupların sadık dinleyicileriyle beraber oluşturdukları bir çeşit “Kaybedenler Kulübü”dür. Kadıköy Sound’u benimseyebilmek için o ortak ruh halinin, o evrenin içine girebilmek gerekmektedir. Tam da bu nedenle Kadıköy Sound’un içinden bir “Duman” veya bir “Mor ve Ötesi” gibi ana akım bir grubun çıkması mümkün değildir. Kadıköy Sound alternatifin de alternatifidir. Kadıköy Sound’a Giriş Playlist’i: http:// bit.ly/1Swnaux


17


18


19


FotoÄ&#x;raf: Atelye Hangart

20


Fotoğraf: Yeldeğirmeni Sanat

21

yeldeĞirmeni’nin Suyu SanaTı Bu mahalle bildiğin gibi değil! / İlgi Özdikmenli Kadıköy, yaşadığım yer olmanın yanı sıra, hakkında anlatılacak çok fazla güzellik barındırıyor içinde. Kadıköy’ün sokakları, kafeleri, kedileri, barları, ağaçları ve elbette insanları farklı yazılara ayrı konular olabilecek güçte ama istiyorum ki bir mahalleden bahsedelim bu yazıda: Yeldeğirmeni Mahallesi. Bu mahalle, sanatla dolup taşıyor. Eski apartmanları, atölyeleri, sinagogu, kilisesi, dar caddeleri ile ruhu olan bir yer burası. Yaşamaktan okumaya fırsatı olmayanlar veya bu güzel

mahalleyi hiç yaşamamış olanlar için güzel duraklar ayırdım Yeldeğirmeni’nden. Bir Heykel Atölyesi, ilk durağım. Heykelle ilk tanıştığım ve belki de en büyük hobimi edindiğim bu atölye, içine girdiğiniz andan itibaren özellikle görsel sanatlara ilgi duyanlar için bir ütopya haline geliyor, çoğunlukla oradan çıkmak istemiyorsunuz. Atölye, heykeltıraş Tarık Ceddi’ye ait. Haftasonu bir gününüzü çamurla haşır neşir, yaratıcılık ve sanat dolu geçirmek isterseniz kesinlikle “Bir Heykel Atölyesi”ne


Fotoğraflar: Instagram.com Yeldeğirmeni mahallesi

22

gelmelisiniz. Heykelciliğin püf noktalarından alçı almaya kadar farklı aşamaları öğrenecek ve ortalama bir ay içinde (her hafta bir gün gideceğiniz ön kabulü ile) kendi heykelinizi yapmış olacaksınız. Bonus: Her haftasonu bu güzel mahallenin

insanı olacaksınız. Atölyeden fazla uzaklaşmadan, hatta kapısına sırtınızı verdiğinizde sağ tarafınızda bir antikacı göreceksiniz. Eski kitaplardan eski eşyalara/mobilyalara


Fotoğraflar: Instagram.com Yeldeğirmeni mahallesi

23

workshop’lar yapılıyor, akustik performanslar sergileniyor, film gösterimleri düzenleniyor. Bir yandan da kafe olarak misafirlerini bekliyor! Buradayken keyiften dört köşe olacağınızın garantisi ise benden!

birçok ürün bulabileceğiniz, sahibi tonton amca ile güzel bir sohbeti paylaşabileceğiniz bu dükkana uğrayın derim. Eskiye özlem gidermek bazen iyi geliyor. Bazen de arasında notlar olan, sayfaları yıpranmış ilk basımlardan bir Nazım kitabı buluveriyorsunuz. Bir diğer durak, Atölye Hangart. Burası öyle bir yer ki multidisipliner bir ütopya diyebiliriz sanıyorum. İçerisinde sergiler,

Kafe demişken kahveden, kahve demişken Kamarad’dan bahsetmemek olmaz. Kahvenizin yanında, huzur da geliyor burada. Tasarımı, kahvelerinin lezzeti mekanı farklı kılıyor tüm klişelerden bana göre. Bunca keyif arasında lazım olur mu bilmem ama içeride grup çalışması/toplantı için uygun bir masaları var. Hem keyif hem iş diyenlere duyurulur! Cafe Mu, yine tercih edilesi şirin mi şirin bir yer. Uzun sohbetlerimizin adresi, müdavimi olmaktan çok mutlu olduğumuz, mahallemizin güzel kafesi. Ve cafesanchopanza hem kahveleri hem açık kütüphanesi ile gönüllerde yeri bir başka olan kafe! Hem içerim hem okurum diyorsanız mutlaka uğrayın. Kahve molamızın ardından Yeldeğirmeni sokaklarına dönecek olursak,


Fotoğraf: Kamarad

24

Fotoğraf: İlgi Özdikmenli

biraz da sokak sanatından bahsetmeden olmaz. Öyle ki “bir apartmanın dış cephesi en fazla bu kadar güzelleştirir sokakları” demeden durmanız hayli zor. E haliyle, graffitileri betimlemek de zor. Siz en iyisi

yazıda paylaştığımız fotoğraflarla da yetinmeyin ve gelin kendiniz görün. Çünkü sokaklar çok renkli! Yeldeğirmeni Sanat, ruhunuzu besleyen bir diğer sanat ve kültür evi diyebilirim. 1895 yılında manastır, okul ve kilise olarak inşa edilen Notre Dame du Rosaire Kilisesi, Yeldeğirmeni Sanat adıyla 2014’te hizmete açıldı. Şimdiyse konuklarına konserler, film günleri gibi aktiviteler sunuyor. Etkinlik takvimini takip etmenizi ve bu mimarisinden etkinliklerine büyüleyici mekanı yaşamanızı şiddetle tavsiye ederim. Mahallenin havasından, sanatından, taşından toprağından etkilenmemek hayli güç olunca, çekimler için de elverişli bir yer haline geliyor Yeldeğirmeni. Poyraz Karayel’in apartmanı burada bulunuyor. Albayımın evi ve Poyraz’ın iç mekan


Fotoğraf: Tarık Ceddi

25

Yeldeğirmeni; çocukken oyun oynadığımız, içeri girmemek için annemize yalvardığımız o güzel bahçe gibi. Bu bahçenin her bir köşesinde fark ettirmeden değişik deneyimler, sürprizler bekliyor insanı. Mahalle kültüründen, esnafla olan samimi ilişkilerden gittikçe koparıldığımız, tek düzeliğin ve iletişimsizliğin trend olduğu metropol hayatında, burası gibi güzelliklere çok ihtiyacımız var diyor ve sizi sanatı, sokakları, yaşamı paylaşmaya mahalleye davet ediyorum!

Mahalleyi sosyal medyada takip etmek istersiniz diye de bir güzel hesabı buraya bırakıyorum; https://www.instagram.com/ yeldegirmenimahallesi/

Fotoğraf: Cafemu

çekimleri sebebiyle her an, kapısının önünde neredeyse her bölüm farklı bir söz yazan bu apartmana ve çekimlere rastlayabilirsiniz. Ruhu olan mahalleye, set ortamı daha farklı bir samimiyet katıyor her hafta.


26

Moda Sahnesindeki En Güzel Rüya Moda sahnesinin yeniden yorumladığı, tiyatronun gündemine oturan yeni oyunu; En Kısa Gecenin Rüyası / Oya Zehra Erben


27 Dev bir kadroya sahip olan ‘En Kısa Gecenin Rüyası’ adlı oyunda, Timur Acar, Didem Balçın, Mert Fırat, Onur Ünsal, Melis Birkan gibi ünlü ve oyunculuk alanında kendilerini kanıtlamış isimler yer alıyor. “En Kısa Gecenin Rüyası” moda sahnesinin en etkileyici oyunlarından biri olmasının yanı sıra, tiyatro gündemini derinden etkiliyor ve oyuncularının takdire şayan performanslarıyla adından sıkça söz ettiriyor. Oyun, Shakespeare in “Bir Yaz Gecesi Rüyası’” adlı oyunundan uyarlanmış, çevirisini ise Emine Ayhan ve Aysun Şişik yönetmenliğini Kemal Aydoğan yapıyor. Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğini yaptığı diğer oyunlar gibi bu oyunda da adeta su gibi akıp gidiyor ve seyirci zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. İrfan Varlı’nın hazırladığı ışık tasarımı, Can Güngör’ün yaptığı müzikler oyunda önemli bir yere sahip. Tüm bunlar Bengi Günay’ın sahne tasarımıyla birleştiğinde ortaya çok güzel bir görsel şölen çıkıyor. Oyunun akışından bahsedecek olursak, ilk başta bir aşk hikayesi olarak algılansa da içinde cinselliği ve bilinç dışılığı da barındırıyor. Oyunda, Antik Yunanistan’da bir düğünün öncesini izliyoruz. Birbirlerine aşık olan iki genç aralarına giren engeller sonucunda Atina sınırları dışına kaçmaya karar verirler ve bundan dolayı ormanın yolunu tutarlar. Bu sahnelerden sonra bilinç dışılık karşılar seyirciyi. Periler, kralı ve kraliçesinin olduğu bir orman. Bu sırada şehir esnafları yüksek zümrenin önünde sergileyebilmek için bir tiyatro oyunu hazırlar. Ne yazık ki ormanda yaşanılan hadiseler onları da etkiler. Yaşanan olağanüstü olaylar durumları iyice karıştırır. Periler kraliçesi durumu çözebilmek adına ormanın derin bir uykuya dalmasını sağlar, böylece yaşanan her şey bir “rüya” olarak adlandırılır. Daha sonra birbirine aşık olan bu genç çift Atina’ya geri


28

döner ve evlenirler. Hepsi birlikte esnafların onlar için hazırladığı oyunu izlerler. Bu güzel oyunu daha yakından inceleyebilmek adına, Moda Sahnesi’nin de kurucularından biri olan, oyunun “Lysander”i Onur Ünsal ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Neden bu oyunu sahnelemeyi tercih ettiniz? Aslında Shakespeare’in bütün oyunlarını sahnelemek istiyoruz ve bunun bir sırası olduğunu düşünüyoruz. Oyunda oynadığınız karaktere kendinizden kattığınız bir şeyler oldu mu? Bu soru biraz hileli bir soru. (Gülüyor) Oyunda her oynadığın karaktere kendin yaptığın için, elbette kattığın bir şeyler oluyor. Tabii o karakterin yapamayacağı şeyler de var, onlarda yapmıyorsun. Mesela oyundaki Lysander karakteri tek kadınlık

Don Juan gibi bir şey. Lysander ve Demitrius aslında ticaret adamları, temsil ettikleri şey Atina’nın ticaret adamları yani soylu tüccarları. Demitrius kızın babasının bir şekilde gözüne girmiş, diğeri yani Lysander daha çok kitap okuyan, kültürlü, Hermia’ya aşık biri. Soylu tüccarların belli ahlakları, kuralları var fakat ormana girdiklerinde -bu bölüme de bilinç dışı dersek- bunların hepsinin yok olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu çerçeveden bakılınca bir çok şey yapılabilir, bir çok şey de yapılamaz duruyor. Biz oyunları biraz uyarılıyoruz, biraz modernleştiriyoruz. Yani kısacası oyunda karaktere tabii ki bir şeyler katıyoruz fakat temsil ettikleri şeyin dışına çıkmıyoruz. Oyunda karakter seçiminde sizin tercihleriniz göz önünde bulunduruldu mu? Buna oyunun yönetmeni olan Kemal Aydoğan karar veriyor. Aslında biz bütün bunları konuşarak, tartışarak ilerliyoruz.


29

Ortaklaşa düşünüyoruz ama bir çok şeye Kemal Aydoğan karar veriyor. Oyun kalabalık bir kadrodan oluşmasına rağmen akılda kalan “Onur Ünsal” sahneleri var. Bu durum Lysander’i baskın bir karakter yapar mı? Yani oyuncunun ünü canlandırdığı karakteri etkiliyor mu? Etkiler fakat kötü anlamda. Eğer spesifik bir şeyle ünlü olduysanız, insanların kafasında size ait bir algı varsa izlerken bunu yıkmak hayli güç oluyor. Dolayısıyla bence rol, karakter oyunculuğunun kabusu. Bu durumda ünün nasıl olduğuna bakmak lazım, eğer tiyatro oyuncusu olarak ünlüyseniz bir sıkıntısı olacağını zannetmiyorum fakat işin içinde televizyon olunca sıkıntı olabiliyor. Televizyonda üzerinize bir rol yapışır, sürekli onu oynayıp durursunuz. Ya iyi çocuksunuzdur ya da kötü adamsınızdır, bu bir yerden sonra kalıplaşır. Dolayısıyla seyircinin karakteri izlemesi zorlaşır ve sizi aşamaz karakteri izlerken. İnsanların kafasında bir rolle yer etmiş olmak çok da

sağlıklı değil bana göre. Prova notlarımızda yönetmenin size bir ödev verdiğini gördüm. Her oyuncunun oyunu nasıl anladığına dair bir yazı yazması istenmiş, peki ya siz neler yazdınız? Bu oyunu anlamak için yapılan bir çalışmaydı. Oyunu ne kadar anladığınla ilgili çünkü Shakespeare oynuyorsan, bu çok katmanlı bir durum, kavramlarla hem hal olup, filozoflara sosyologlara gittiğin kitaplar okuduğun, “ne demek istiyorlar”la ilgili bir şey. Bu arzuyla ilgili bir oyun. İçinde baba yasaları, erkek egemen toplum yasaları, bastırılmış kadınlar, arzular ve bilinç dışı var. Dolayısıyla oyun hangi kavramlarla içli dışlı? Bizde en çok arzu, ataerkil toplum da arzu belki, bunlar üzerine örgütlendik oyunu hep. Tavana iç çamaşırlarının asılmasının nedeni de buydu. Erişilmek istenen arzu, yukarıdan duran arzu olarak metaforlaşıyor bizde. Oyun ormanlar kraliçesinin eşeğe aşık olması üzerine ve eşeğin de en belirgin uzvu cinsel organıdır, yani


30 zaten oyun baştan sona büyük bir cinsellik oyunudur, daha doğrusu cinsellik ve bilinç dışılık. İçerideki bir çok şey cinsellik barındırdığı kadar cinsiyetsizdir de, mesela ormanın içi, periler, cinler… Dolayısıyla cinsiyetsizlerin, cinsiyetlilerle dalga geçtiği anlar vardır. Benimde yazdığım şey bunlar üzerineydi. Sizce aşk ve cinsellik oyunda ki hayatı nasıl zorluyor? Aslında nasıl yaşadığınla ilgili, sahici yaşıyorsan eğer paramparça bile olabilirsin ama rasyonel bir kafayla ilerliyorsan perişan olmuyorsun. Oyunda anlatılan şeyle sorduğun soru hemen hemen aynı. Bilinç dışılık denilen şey zaten arzunun oluştuğu yer. Bunu orman olarak tasvir etmiş Shakespeare. Dolayısıyla ormana girmek demek, aslında bir anlamda hayvan bitki ya da hiç fark etmez; neyi, ne kadar, nasıl istiyorsan yaşadığın yer bilinç dışılık. Şivenin bir komedi unsuru olduğunu düşünüyor musunuz ya da böyle düşünüldüğü için mi esnaflar birbirinden farklı şiveyle konuşuyorlardı? Şive kullanımı, sadece komik olduğu için kullandığımız bir şey değildir. Biz sadece komik olduğu için şiveye tutunan bir tiyatro olamayız. Burada seyirciyi de içine alacak bir sanat icra etmeye çalışıyoruz, bunun içine şive koyuyor olmamızın sebebi o şiveyi yapan adamın çok komik duruma düşüyor olmasından dolayı değil. Aslında oyunda, bu karakterlerin hepsi İngiltere’de de olmak üzere, bütün herkes şiirle konuşurken, onlar düz yazı ve yanlış düz yazıyla konuşuyorlar. Yani tenekeci, terzi bu insanlar sınıfsal olarak bir esnaf takımıdır ve bu takımın krallarla karşılaşması, onların karşısında kitlenmesini konu alan da bir

bölümü vardır oyunun. Siz bunu Türkiye’de yapıyorsanız eğer, sınıfsalın nerede oluştuğuna bakıyor olmanız gerekiyor. Bizim burjuvamız ve bunun gibi şeylerimiz, bir de köylülerimiz var. Aslında burada anlatılmak istenen şey, şivenin komik olduğu değil, bu sınıfsal ayrımın Türkiye’de nasıl olduğunu göstermek. Zaten tek bir şiveyi yapmıyorlar, beş altı farklı şiveyi yapıyorlar. Aslında onlar daha halkın içinde olan insanların temsiliyeti adına oradalar. Tam olarak işçi takımı onlar ve baş olamayacak kadar da aşağı bir yerde duruyorlar oyunda asillere göre. Burada şöyle bir ironi var, şiveli insanlar gelip asillerin karşısında oyun oynamaya çalışıyorlar ve sürekli kitleniyorlar, heyecanlanıyorlar ve komik


31

duruma düşüyorlar. Oyunun içindeki asiller bunlara çok gülüyor çünkü işçi takımı tam anlamıyla afallıyor. Şu an bile bir kralın karşısına çıktığında salaklaşırsın çünkü tek bir yanlış hareket hayatına mal olabiliyor o an. Aslında çok acı bir durum var ortada, Shakepeare’nin komedileri de dramdır ya zaten… Seyircinin bu şivelere gülmeye devam ediyor olmasında şöyle ironik bir durum var. Biz oyunda asiller olarak onlarla dalga geçiyoruz, halbuki onlar bir oyun sergiliyorlar. Bizim oynadığımız oyunun da bundan bir farkı yok zaten. Dolayısıyla seyircininde onlara gülüyor olması, seyircinin bir şeyi yanlış yaptığı anlamına geliyor ya da güldükten sonra da “neden gülüyoruz ki bunlara” diyebiliyor olması gerekiyor. Bu

bir katmandır ve bence sanat da bu kafa karışıklığında oluşur. Belki bunun yazıldığı dönemde de aynı şeyler yaşanmıştır ve muhtemelen Shakespeare de kendi sınıfını, kendi sınıfına güldüren bir ironi gerçekleştiriyordur. Bizde yani ülkemizde şive skeç programlarında yendi ve yutuldu. Artık şiveye tahammülü kalmadı izleyicinin. Şivenin bizim için ne ifade ettiğini unuttuk. Şive nedir? Neyi, hangi varoluşu temsil eder? İnsanların şiveye bakışı nedir? Şiveye karşı bütün o dışardan bakan gözümüz kayboldu. Oyunu çıkaran insanlar olarak, yaptığımız her şeyin bir mana, bir alt metin taşıdığını düşünüyoruz. Başka bir açıdan bakarsan, başka bir şey görebileceğin bir resim yaratmış olabileceğimize inanıyoruz.


32

Kısa Filmlerle “PIxar” Pixar’ın yaptığı filmleri hep sinemadan takip ediyoruz. Peki Pixar’ın kısa filmlerini hiç izlediniz mi? / Arzu Cahide Öz Bugüne kadar Pixar’ın filmlerini hep takip ettik. Çocukken ve hatta hala şu yaşımızda bile çoğunun sıkı hayranıyız ama Pixar’ın kaçırdığımız veya bugüne kadar görmediğimiz kısa filmleri var. Pixar’ın değişmeyen muhteşem çizgileriyle bizleri kısa süreliğine de olsa gerçek dünyadan koparan kısa filmlerini keşfetmemek ayıp olur diye düşündük ve sizlere bu yazıyı hazırladık.

Sanjay’s Super Team Sanjay’s Super Team bize küçük bir Hindu çocuğun en sevdiği kahramanıyla hayal dünyasında yaşadığı küçük bir anını


33

anlatıyor. Küçük çocuk televizyonda en sevdiği çizgi filmi izlemek isterken babası ona geleneksel Hindu ayinlerini öğretmeye çalışıyor. Küçük çocuk bu anlarda hayal dünyasına dalıyor ve asıl kısa filmin başladığı nokta da bu oluyor. Hindu dinine ait 3 tanrı da bu hayal dünyasında yer alıyor. Hanaman, maymun tanrı; Durga, yenilmez tanrı; Vishnu ise koruyucu tanrı demek Hindu dilinde. Küçük çocuk babasının öğrettiği bu tanrılarla ve süper kahramanıyla birlikte hayal dünyasında kötülerle savaşıyor. https://goo.gl/39JaQk Lava Lava kısa filmine Hawai Adalarındaki bir yanar dağın konu olduğunu görüyoruz. Ama bu sefer konu doğal yaşamla ilgili değil, aşkla ilgili. Film aslında lava derken “love” demek istiyor, senarist bize küçük bir kelime oyunu yapıyor. Kısaca filmin asıl adı aşk. Aslında herkesin yalnız hissedebileceğini gösteriyor bize, yanar dağ bile bir gün gelecek aşkını umutsuzca bekliyor. Sonunda beklediğine kavuşuyor mu derseniz karşımıza romantik bir kare çıkıyor. Yazardan not: Kısa filmi küçük bir klip tadında

yapmışlar ve müziği de harika. https://goo.gl/ZI6jHq

The Blue Umbrella Bu kısa filmde karşımıza iki şemsiyenin imkansız aşkı çıkıyor fakat her filmde olduğu gibi bu kısa filmde de aşk engel tanımıyor. Biri mavi diğeri kırmızı olan iki şemsiye sahiplerinden dolayı trafik içinde ayrı düşüyorlar ama tüm trafik ışıkları, kanalizasyon kapakları ve sokak boruları bu iki şemsiyenin birleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Kısa filmin yönetmeni Saschka Unseld bu filmi sokaklardaki en cansız nesnelerin bile bir kişiliği olduğunu fark ettikten sonra tasarlamış. http://goo.gl/O4vLpc


34

Day And Night Karşınızda gece ve gündüz. Hiç geceyi ve gündüzü canlı bir varlık şeklinde düşündünüz mü? Düşünmediyseniz de şu an karşınızdalar. Birbirlerini ilk fark ettiklerinde birbirlerinden hoşlanmadılar hatta hangisinin daha eğlenceli olduğunu birbirlerine ispatlamaya çalıştılar fakat filmin sonunda farklılıklarının kendine göre güzelliği

olduğunu fark ettiler ve birbirlerinden ne kadar da farklı görünseler de içlerindeki benzerliği fark ettiler. https://goo.gl/ED9HZk Partly Cloudy Hepimiz “bebekler nereden gelir?” yanıtının leylekler olduğunu biliyoruz fakat Pixar bize şu soruyu yöneltiyor “leylekler bebekleri nereden getiriyor?” ve karşımıza bulutlar çıkıyor. Pembe bulutlar kedi yavrularından tutunda insan yavrularına kadar tüm bebekleri yaratıp leyleklere teslim ediyorlar. Bir de tehlikeli yavruları yaratan bir gri bulut var, adı da Gus. Gus’un leylek arkadaşı Peck’in işi ise daha zor. Gus’un yarattığı tüm o tehlikeli yavruları yuvalarına götürürken başına gelmedik kalmıyor. Timsah yavrusu tarafından ısırılıyor, kirpi yavrusunun dikenleri kafasına batıyor ancak arkadaşı Gus’a yardım etmekten asla vazgeçmiyor. Partly Cloudy bize arkadaşlığın ağır bedellere bile değeceğini gösteriyor. https://goo.gl/YgVKw5


35

Presto Ünlü sihirbaz Presto ile tanışın. Kendisi ün ve şöhret için yaşıyor ancak gösterilerinde kullandığı tavşanını beslemeyi ihmal ediyor ve bu sayede numaraları olan sadece Presto olmadığını görüyoruz. Küçük tavşan akşam yemeğine kavuşmak için sahnede numaralar yapıyor hatta Presto’yu seyirci önünde rezil olmaktan kurtarıyor. https://goo.gl/2OHRVs One Man Band Eski zamanlarda geçen kısa bir film. Küçük köylü kızı bir çeşmeye dilek dilemek için giderken yanında parasını da götürüyor.

Çeşmenin yanındaki sokak müzisyeni kızın elindeki parayı görünce müziği ile küçük kızın ilgisini çekmeye çalışıyor ve küçük kız tam parayı sokak müzisyenine verecekken karşıda daha modern bir sokak müzisyeni müzik çalmaya başlıyor ve iki sokak müzisyeninin para için çekişmesi böylece başlamış oluyor. Hangi tarafın kazanacağını merak ediyorsanız mutlaka izleyin çünkü şaşıracaksınız! https://goo.gl/mh7A96 Pixar’ın birkaç kısa filmini sizlere de göstermiş olduk. İzledikten sonra Pixar’ın filmleri kadar kısa filmlerinin de müptelası olacaksınız.


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.