UNIVERZETE 103

Page 1

/103

e t e z r e v i n 端

zete


Sayı: 103 / 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri İrem Topçuoğlu Cenk Bonfil İlgi Özdikmenli

FİLM FESTİVALİ KAPANDI

Tuğçe Kılınç Yazılar İlgi Özdikmenli, Alp Tunçer, Efe Demiralp, Aslıhan Atalar, Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç, Duygu Taneri Arka Kapak: Demet Açıkgöz

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE “AKREDİTASYON” ENGELİ

“OPERADAKİ HAYALET” BURADAYDI

HEFORSHE

SİNEMADAN SEÇKİLER

BU HAFTA TİYATRODA NE VAR?

BİR ELİN NESİ VAR İKİ ELİN SESİ VAR

Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4

FİLM FESTİVALİ KAPANDI 34. İstanbul Film Festivali’nde gösterime girmesi planlanan Bakur adlı belgeselin gösterimi iptal edildi ve festivalin diğer filmleri bu olayı protesto ettiler… / İlgi Özdikmenli Sansür nedir? Bir sanat eserine neden uygulanır? Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm iki soru aslında… Bir sanat eseri, tasarım aşamasından yapıma, yapım aşamasından sergilenişine kadar çok yoğun emek ister. İçine çok değerli malzemelerin katıldığı bir yemek gibi düşünebiliriz aslında bunu. O yemeği güzel yapan, kullanılan malzemelerdir, bir tanesini çıkarırsanız tadı kaçar. Bir sanat eseri de bu şekilde tek oluşundan

doğan bir güzellik, emek yoğunluğundan doğan bir kutsallık taşır içinde. Bir sanat eseri, anlattığı ne olursa olsun özeldir. Bu ister bir yağlı boya tablo olsun, ister bir tiyatro tiradı, ister bir şiir, heykel veya bir film. Sonuç değişmez; bir sanatçı, kollarını sıvadığı ve sanatına koyulduğu andan itibaren, ortaya çıkacak iş biricik ve değerli olacaktır. İşte bu sebeptendir ki bir esere yapılacak sansür, aslında insanoğluna; “düşünme”, “konuşma”, “yansıtma” deme


5

şeklidir. Bir sanatçı veya sanatçılar, ortaya bir şey çıkarmak istediklerinde; anlatacakları bir dertleri var demektir. Hiç yoksa bir hikayeleri vardır insanlarla paylaşılacak. O paylaşılacak hikayeyi bir kişinin bile almasına mani olmak ise sanatın önüne koyulabilecek en büyük engeldir. Türkiye’de alışık olduğumuz, sanatın insanları değiştireceğine, düşünmeye sevk edeceğine dair yaşanan korku sebebiyle yapıldığını düşündüğüm sansür

uygulaması yine gündemde yerini aldı ne yazık ki. Bana göre olay sanata ambargo koymaktan ibaret olduğu için siyasi gerekçelerinden çok, sanatı ve sanatçıyı etkilediği boyutuyla ele almak istiyorum olayı. 34. İstanbul Film Festivali’nde gösterime girecek filmlerden biri olan; PKK’nın Türkiye topraklarında bulunan kamplarındaki hayatı anlatan “Bakur” (Kuzey) belgeselinin gösterimi iptal edildi. Devam eden “sansür” geriliminde ise “Bakur” filminin gösteriminin iptal edilmesinin ardından festivalde yer alan yirmi iki film “Bakur”a destek olarak festivalden çekildiğini açıkladı. Ülkenin bir derdinin olması, o derdin rasyonel bir şekilde konuşulup düşünülmeyeceği anlamına gelmemektedir. Eğer bir ülkede bir insan çıkıp bir dert anlatmak istiyorsa, bir terör örgütünü anlatmak ve oradaki hayatı gözler önüne sermek istiyorsa bunu yapabilmeli. Hatta size


6

göre yanlış bir şey yanlış bir içerik dahi olsa, bir başkasının doğrusuysa, kendi doğrusunu da özgürce anlatabilmeli. PKK kamplarının görüntülenmesi; “Bu ülkede bu sorun neden var?” “Neden yıllardır ve hala PKK ile uğraşıyoruz?” “Orada ne oluyor?” sorularını gündeme getireceğinden, insanlar düşünmeye - sorgulamaya başlayacağından dolayı istenmiyor olsa da sanat ve sanatçı bu durumdan zararlı çıkması gereken son iki taraftır diye düşünüyorum. Yönetmen Çayan Demirel ile beraber belgeseli çeken gazeteci Ertuğrul Mavioğlu konu hakkındaki konuşmasında; “Filmi yasaklayarak kampları yok etmiş olmuyorsunuz ki, kamplar orada duruyor, göstersem ne olur göstermesem ne olur. Madem öyle gözlerini kapatsınlar.” diyerek aslında durumun ne denli trajik olduğunun da altını çizmiş bana göre. Bir gerçeği anlatmak, yasak olmamalı, bir gerçeği -bu gerçek kitleler için terör bile olsa- gözler önüne sermek, sansürü hak etmiyor. Sorunu çözmek yerine, sorunu yansıtanları cezalandırmak, bir paradoks olarak insanları çıkmaza sürüklüyor. İnsanların düşünme, kendi istediklerini üretme ve paylaşma, kendi perspektiflerinden yaşananları sunma haklarını ellerinden almak ise demokrasiye vurulmuş

çok ciddi bir darbe olarak tarihe notunu düşürüyor. Ancak tüm bu yaşanan utanç verici sansür uygulamasının ardından, geri kalan diğer yirmi iki filmin, Bakur’un alamadığı kayıt tescil belgesini almayacaklarını belirtmesi ve festivalden çekilmeleri, hala bir yerlerde umut olduğunu bizlere gösterir türden. Sinema sektöründeki bu dayanışma örneğinin, eşitlik ve özgürlük adına, herkese örnek olmasını çok içten diliyorum.


7


8

Basın Özgürlüğüne “Akreditasyon” Engeli Bir gazeteciyi görevini yapmak istediği için ağlatanları kınıyorum! / Tuğçe Kılınç Avea ve Ey-Der’in düzenlediği ve Emine Erdoğan’ın da katıldığı “Günışığı Projesi” tanıtım toplantısı geçtiğimiz günlerde Four Seasons Otel’de yapıldı. Toplantıda, sosyal sorumluluk projesinden daha çok Cihan Haber Ajans’ı muhabirinin toplantıdan zorla çıkarılması dikkat çekti. Gazeteci Hüseyin Aydın ve kameraman Mehmet Küçük, davetiyeleri olmadığı gerekçesiyle organizasyon görevlileri tarafından dışarı atıldı. Başka bir gazeteci de davetiyeleri olmadığını belirterek Hüseyin Aydın’a destek oldu fakat bu organizasyon görevlilerini engellemedi.

Yaşanan tartışmada Hüseyin Aydın sarı basın kartını göstererek, “Yazıklar olsun yaptığınız işe! Utanıyorum sizden! Hiçbir basın mensubu arkadaşımız da bize sahip çıkmadı. Ben bu kartı niye aldım?” diyerek tepki gösterdi. Aydın, dışarı çıktığında göz yaşlarını tutamadı. Yaşanan bu olay tam olarak basın özgürlüğüne bir darbedir. Diğer gazetecilere “akreditasyon” sorulmazken özellikle bir ajansın gazetecisine bunun yapılması bir ayrımcılık suçudur. Bir sosyal sorumluluk projesinin haberini yapmaya giden bir gazeteciye bu şekilde davranılması,


9

onun itibarını zedeleyecek hareketlerde bulunulması kınanması gereken bir olaydır. Basın Konseyi; “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın katıldığı AVEA Günışığı programını takip etmek isteyen Cihan Haber Ajansı muhabiri Hüseyin Aydın’ın güç kullanılarak dışarı çıkarılması kabul edilemez. Bir liderin eşinin katıldığı programlar, elbette kamuya açıktır ve şeffaf toplantılardır. Özel olmayan bu ve bunun gibi toplantılarda, gazetecilerin programları

izlemelerinin yasaklanması; basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını engellemektedir. Gazetecilerin, görevleri başında alıkonulmasını kınıyoruz. Basında ayrımcılığa karşı olduğumuzu tekrarlıyoruz.”, açıklamasını yapmıştır. Sosyal medyada da #AVEAyıkınıyorum etiketiyle tepki çeken bu olay günümüzde gazeteciliğin ne kadar zor bir duruma geldiğinin göstergesidir. Basın özgürlüğü, insanların haber alma özgürlüğünün kapısıdır. Basın özgürlüğünü engellemek, insanların haber alma özgürlüklerini engellemek demektir. Bir gazeteciyi kamu önünde rencide eden, haber yapma özgürlüğünü elinden alan ve buna sessiz kalıp, üç maymunu oynayan herkesi kınıyorum.


10

“Operadaki Hayalet” Buradaydı Operadaki Hayalet, neredeyse gerçek. En azından sahne üstünde öyle / Cenk Bonfil “The Phantom of the Opera is there, inside your mind.” “Operadaki Hayalet orada, aklının içinde.” Operadaki Hayalet buradaydı gerçekten de! 12 Nisan’da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde izlediğim müzikal seyircinin gözü önünde gerçek bir dünya kurdu. Operadaki Hayalet, filmini çok uzun süredir senede en azından birkaç kere bıkmadan izlediğim, şarkılarının büyük bölümünü ezbere bildiğim bir müzikal.

Sahnede canlı performansını izleyeceğim günü de hep hayal ederdim. Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde oynayacağını duyduğumuzda da fazla geciktirmeden bilet alıp gittik izledik. Müzikalin konusundan kısaca bahsetmem gerekirse: Çocukluğundan beri opera binasını mesken edinmiş, binanın karanlık köşelerinde yaşayan Hayalet, bir koro kızı olan Christine Daaé’nin şarkı söylemesinden etkilenir ve kendini onu operanın yıldızı yapmaya adar.


11

Christine, kendisine şarkı söylemeyi öğreten hocasının da babasının öldükten sonra ona gönderdiği Müzik Meleği yani Hayalet olduğuna inanmaktadır. Christine, Hayalet’ten çok etkilenir fakat operanın sahibi ve Christine’in çocukluk aşkı Raoul’la da yakınlaşmışlardır. Christine zamanla Hayalet’te bir saplantı halini alacaktır. Zorlu PSM’de sahnelenen oyunlarda dikkatimi ilk çeken şey şu oluyor: Seyirciler salonda yerlerini alırken sahnenin perdeleri açık ve müzikalin göz alıcı, hayrete düşüren dekoru göz önünde. Sahne üstünde farklı ve gerçek bir dünya yaratan dekorları görünce seyirci “Acaba birazdan orada neler olacak?” diye düşünüp meraklanıyor, arasında birkaç metre bulunan sahnenin

üstündeki dünyanın içine bir an önce girmek istiyor. Operadaki Hayalet’te de sahne üstünde örtülmüş duran bir avize karşılıyor bizi. Müzikal hakkında biraz fikri olanlar biliyor ki o avize birazdan havalanacak. Sonra oyun başlıyor ve biraz sonra avize ışıklanıp müzikalin bangır bangır çalan ünlü müziğiyle ağır ağır havaya kalkıyor. Kenarlarda dekor - seyirci nasıl olduğunu anlamadan - değişiyor ve heykelli, işlemeli sütunlar beliriyor. Bu bölümde seyirci sahne üstünde kurulan dünyaya çoktan girmiş oluyor. Müzikalin bütününde de dekorların nereden çıktığını, nasıl değiştiğini anlamak imkansız. Oyunda bir sürü farklı mekan var ve – cidden - hepsi sahne üstünde gerçekten “var”lar.


12

Müzikali beraber izlediğim arkadaşım yazının bu kadarını okuduğunda muhtemelen “E sen bana böyle dememiştin ki.” diyecektir çünkü izledikten sonra konuşurken müzikali biraz eleştirmiştim. Doğrudur. Bu büyülü sahneden sonraki bölümün bana biraz sönük geldiğini söylemeliyim. Konuşmalar ve olaylar bilmeyen biri için anlaması ve takip etmesi biraz zor geldi bana. Bahsettiğim sahne bir prova sahnesi ve prova için çalan müzik ve dansın arasında konuşmalar kaynayıp gidiyor. Seyirci de iyi anlaşılamayan konuşmaları takip etmeye çalışırken kaybolabiliyor. Oyuncuların performanslarına gelecek olursak: Oyuncular karakterlerini gayet iyi oynadılar. Müzikal olarak da beni rahatsız eden bir şey olmadı. Operadaki Hayalet’in oldukça zor parçalarının (The Phantom of the Opera şarkısının sonundaki Christine’in ünlü çığlığı örneğin) üstesinden gayet iyi geldiler. Zaten orkestra eşliğinde canlı söylemek başlı

başına bir performans. YouTube’da izlediğim videolarda görüp beğenmediğim şey şarkıları müzikal değil de opera söylüyormuş gibi söylemeleriydi ki gayet yapmacık ve abartılı duruyordu. Korkum aynen böyle söylemeleriydi fakat ortasını gayet iyi bulmuşlar. The Phantom of the Opera’nın filminden bildiğim ve sevdiğim bir karakter var: Hayalet’i eskiden beri tanıyan, her şeyi görüp duyan, Hayalet’in notlarını operanın müdürlerine ileten, balerinlerin eğitmeni “Madame Giry”. Filmde bu karakter sert görünümlü fakat sessiz; iyi kalpli ve yardımsever görünen ama gizemli biriydi. Hayalet’in yaptıklarını gören tek kişi oydu ve operanın müdürleri çıkarcı Mösyö Andre ile Mösyö Firmin’i uyarmaya çalışırdı. Müzikalde bu sessiz ve gizemli kadın yerine sesi yüksek, elinde bastonuyla gezen ve her geldiğinde bastonunu sertçe yere vuran, balerinleri prova yapmaları için azarlayan bir kadın vardı. Belki bazılarının hoşuna giden bir


13

yorum olmuştur ama ben her seferinde bastonun yere vurulmasını duymaktan yoruldum, filmdeki sessiz ve gizemli Madame Giry’yi aradım. Referans alabileceğim tek yer orası olduğu için, yine filmden bahsedeceğim. Christine karakteri de filmdekinden bayağı farklıydı. Çok daha neşeli, hareketli, olaylara verdiği tepkiler çok daha anlaşılırdı. Beğendik mi? Beğendik. Ayrıca – yine söylüyorum – her ne kadar profesyonel olursa olsun, The Phantom of the Opera şarkısının sonundaki çığlığı öyle çıkarmak herkesin harcı değildir. Hayalet’e gelecek olursak: Dediğim gibi kimsede müzikal performans veya oyunculuk bakımından beni rahatsız eden bir şey olmadı. Hayalet bu konuda istisna değil. Gayet iyi bir Hayalet’ti. Aslına bakarsanız, tam bir “hayalet”ti. Oyun boyunca beklenmedik yerlerden beklenmedik şekillerde çıkıp yine beklenmedik şekillerde kayboldu

durdu. Onun olduğu sahneleri sanki bir sihirbazlık gösterisi izliyormuş gibi “Bunu nasıl yaptı?” diyerek, ağzımız açık izledik. Sahneden çıkıp kulise girmesiyle üst taraftan yine sahneye girmesi bir oldu, kıvılcım ve dumanlarla beraber kaybolup diğer köşede yine belirdi. Evet, o cidden bir “Hayalet”ti! Benim The Phantom of the Opera hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Tavsiyem, benim eleştirilerimi de beğenilerimi de bir kenara bırakıp, gidip kendi gözlerinizle görmeniz. Eminim ki memnun kalacaksınız.


14

HeForShe Her erkeği toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın haklarının uygulanması için harekete geçmeye çağıran bir kampanya / Duygu Taneri Günümüzde önemini giderek daha çok anladığımız, bütün dünyada değişmesine ihtiyaç duyulan bir konu: Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları. Geçmişten beri birçok araştırma, çalışma ve kampanya yapıldı bu konuda ama bunları yapanlar kadınlarla kısıtlı kaldı. Kadın haklarının gelişmesi, iyileşmesi

ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin önüne geçilmesi konusunda erkeklerin de kadınlar kadar seslerini çıkarması gerektiğini artık anlamış bulunmaktayız. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar için erkekler de artık görünür olarak ve birleşerek harekete geçmeli. Mart ayından beri Türkiye’de de adını


15

duymaya başladığımız ve çalışmalar yapmaya başlayan UN Women (Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadınların Güçlendirilmesi Birimi) tarafından geliştirilen HeForShe kampanyası her yaştan erkeği toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları için değişimin savunucusu ve temsilcisi olmaya çağıran bir dayanışma hareketi. Odak noktasında ise şu var: “Kadın-erkek eşitsizliği sadece kadınları değil, her yaştan kadını ve erkeği; kısacası hepimizi etkileyen bir insan hakları meselesidir.” Kampanya kapsamında yapılacak çalışmaların ve etkinliklerin hedeflerinden bazıları; erkeklerin toplumsal cinsiyet eşitliğine tam desteklerini almak üzere sürdürülebilir ve dönüştürücü programlar geliştirilmesi için UN Women ve diğer Birleşmiş Milletler kuruluşları ve ülke ofislerinin harekete geçmelerini sağlamak, yerelde HeForShe kampanya ve etkinliklerinin oluşturulması ve yaygınlaştırılması için kamu kuruluşları, erkeklerin oluşturduğu organizasyonlar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve okullar arasında işbirliğini sağlamak ve insanlığın gelişimi için ortak bir vizyon geliştirmek, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için kadınlarla erkekler arasında bir dayanışma hareketi

ortaya çıkartmak. HeForShe kampanyasının Türkiye resmi websitesi http:// www.heforshe.org/tr/ ‘ye girdiğinizde birkaç bilgilendirmeden sonra karşınıza HeForShe Taahhüdü çıkıyor: ‘Cinsiyet eşitliği, sadece kadınları ilgilendiren bir mesele değil, benim de katılımımı gerektiren bir insan hakları meselesidir. Kadınların ve kız çocukların yaşadığı her türlü şiddet ve ayrımcılığa karşı harekete geçmeye söz veriyorum.’ Katılıyoruma tıkladığınızda ise küçük bir butonda ‘Bir erkek olarak kadın haklarını savunmaya ve desteklemeye var mısın?’ sorusu sizi karşılıyor. Bunun nedenlerinden biri de kampanyanın bir diğer hedefi olan “2015 Eylül itibariyle bir milyar erkeğin” katılımını sağlamak ve bu sayede dünya çapındaki topluluklara cinsiyet eşitliğini öne çıkaran, sürdürülebilir ve dönüştürücü programlar geliştirme konusunda yardımcı olmak. Aynı zamanda eylem planı kısmında birkaç farklı dilde olmak üzere UN Women, BM kuruluşları ve ülke ofisleri, Sivil Toplum Kuruluşları, Cinsiyet Eşitliği Savunucuları, Üniversite/Yüksekokul öğrencileri gibi uygulama ortakları için özel olarak geliştirilmiş el kitapçıkları bulunuyor. Bu el kitapçıkları, HeForShe dayanışma hareketinin uygulanmasına


16

yönelik bir rehber olarak hazırlanmış. Kampanya hakkında genel bilgileri, kolayca izlenebilen uygulama adımlarını, erişilebilir kampanya araçlarının ve kaynaklarının bir listesini içeriyor. Site üzerinden bağış yapma imkanınız da bulunuyor. Türkiye’de bu kampanyayı daha görünür kılmak için sanatçıların oynadığı bir reklam filmi de çekildi (https://youtu.be/aEfO332K86I) ve kampanyanın Türkiye hashtagi #BenDegilsemKim olarak belirlendi. HeForShe’nin diğer sosyal medya hesapları:

Twitter: @HeForShe @HeForSheTurkiye Instagram: @HeForShe Facebook: @HeForShe @ HeForSheTurkiye YouTube: @HeForShe Siz de kadın haklarının geliştirilmesi, uygulanması ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin karşısında yer almak için bu kampanyaya destek verebilirsiniz. Dünyanın her yerinden 284.133 erkeğin katıldığı ve katılmaya devam ettiği bu harekete bir erkek olarak katılarak ülkemizi liderliğe taşıyabilirsiniz. Türkiye’de sayı şu an sadece 4,823 erkek.


17


18

Sinemadan Seçkiler Ve karşınızda Chinatown / Alp Tunçer Bu film 1930’lu yılların Amerika’sında bir cinayetin aydınlatılması üzerine kurulmuştur. Fakat bu cinayetin aydınlatılması sırasında iç içe geçmiş olayların karmaşasında hem 1930’ların Amerika’sına hem de senaryoda kurgulanan, sözde ailenin durumuna şahit oluruz. Bir Amerikan filminin neden Chinatown ismiyle karşımıza geldiği de senaryodaki durumla birlikte eleştirel bir bakış açısıyla karşımıza çıkıyor. Filmin senaryosunu yazan Roman Polanski’yi aynı zamanda yönetmen koltuğunda görüyoruz. Polanski, filmin olay örgüsü aslında karışık olmasına rağmen, filmi anlaşılır, harika bir hale dönüştürüyor. Film noir unsurlarını kullanarak anlattığı

hikâyede, sürprizlere gebe ve şahsına münhasır karakterleriyle, ustaca işlenmiş bir dedektiflik hikâyesini bizlere sunuyor. Bütün bunlara eklemek gerekir ki başrol karakteri olan özel dedektif J.J. Gittes’i oynayan Jack Nicholson, oyunculuğuyla filme çok şey katıyor. Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; Hollis Mulwray, 1930’larda Los Angeles belediyesinin su dağıtım departmanında baş mühendistir. Ida Sessions, polis kökenli özel dedektif J.J. “Jake” Gittes’e kendisini Mulwray’in eşi Evelyn olarak tanıtır ve onun bir başka kadınla birlikte olduğundan şüphelendiğini söyleyerek onu takip ettirir. Gittes, Mulwray’in çekici bir kadınla birlikte


19

fotoğraflarını çeker ve dava kapanır. Bir süre sonra Mulwray öldürülür. Bunun üzerine Gittes vakanın üzerine gitmeye karar verir. Fakat beklediğinden çok daha karmaşık bir senaryoyla karşılaşır; kendisini kiralayanın gerçek Evelyn Mulwray olmadığını anlar. Araştırmaları sonucunda olup bitenlerin, sudan uzak olduğu için değeri çok düşük olan tarım arazilerini ucuza satın alıp suya kavuşturduktan sonra milyonlarca dolara satma planının bir parçası olduğunu anlayacaktır. 1975 yılı Akademi Ödülleri’nde yönetmen Roman Polanski’ye en iyi senaryo dalında ödül kazandıran yapım, yönetmenin filmografisinde ön plana çıkan eserlerden biridir. Yönetmen, “Rosemary’s Baby” adlı filminden sonra küçük bir mola verip ardından soluğu “Chinatown” için tekrar Hollywood’da alır. Yıllar sonra film, Birleşik Devletler Kongre Kütüphanesi tarafından kültürel, estetik ve tarihi bakımdan taşıdığı önem nedeniyle koruma altına alınan filmler arasında yerini de almıştır.


20

Bu hafta tiyatroda ne var? Kırmızı Siyah ve Cahil… / Alp Tunçer Nükleer bir patlamada ölü doğmuş bir adam, ölmeseydi yaşayabileceği yakın gelecekteki hayatını anlatıyor. Bu hayattan bize sahneler sunuyor. Her bir sahnede karakterler insanlıklarıyla yüzleşeceği seçimlerle baş başa kalıyor. Modern İngiliz tiyatrosunun en büyük yazarlarından biri kabul edilen Edward Bond, Kırmızı Siyah ve Cahil’de hem basit hem de bir o kadar karışık bir hikâyeyi, hayal gücü ve oyunsal bir kurguyla oluşturuyor ve insanlığımızın temellerini şu sözlerle sorguluyor.

“Hiç kimse insandan tamamen vazgeçmez. Bizden insan yaratmak çok fazla kültür gerektirir ama yaratık olmak için daha fazlasına ihtiyaç vardır.” Edward Bond Yazan: Edward Bond İngilizceden Çeviren: Gülçin Kaya-Rocheman Yöneten: Fabien Aissa Busetta Dramaturji: Frederique Pain Tek perde / 90 dakika -İyi seyirler-


21


22

OyunKolik Akıllı telefonlarınızda istediğiniz bir uygulama yoksa bizden size iki öneri! / Efe Demiralp Oyunlar bizim kaderimizi belirlemese bile en azından hayatımızın içinde yer alıyorlar. Bir konsol ortamından çıkıp cebimize kadar girebiliyorlar. Elimizi telefondan ayıramadığımız zamanlar oluyor. Peki hangi oyunlar mı? Lep’s World nerByte GmbH’in çıkardığı Lep’s World, Arcade oyun kategorisinde yer alır. Mario oyununun akıllı telefonlarda yer almaması çok sinir bozucuydu. “Neden yok?” demişliğim olmuştur. Ancak bu oyun Mario’nun akıllı telefonlardaki versiyonu diyebiliriz. Oyunun üç serisi vardır. Farklı bir adla değil “1, 2, 3” diye gider. Oyun zevkli ve eğlencelidir. Level oyunlarını

severseniz, bu oyun tam sizlik! Yapmanız gereken oyun tuşlarına hakim olmak, hızlı olmak ve süreyi iyi değerlendirmek. Yaklaşık 100 milyon civarında indirilen bu oyun nasıl oynanır bir göz atalım. Super Mario oyununu oynamışsanız hiç zorluk çekmeyeceğiniz bir oyun. Sağ, sol, zıplama ve vurma tuşu dışında hiçbir kontrol mekanizması yok. Mario’dan farklı olarak, atıştan önce fındığı toplamanız lazım. Ne kadar fındık toplarsanız, o kadar atış atma hakkınız olur. Ve üç can hakkınız var. Oyunda yapmanız gereken sadece bu tuşlara hakim olmak ve hızlı davranmak. Ne kadar hızlı olursanız o kadar puan kazanırsınız.


23

Oyunda üç farklı yerde bulunan hazine var. Onları toplamanız lazım. Onları almadan o seviyeyi bitiremezseniz. Mario oyunundaki gibi sizin kötülüğünüzü isteyen hayvan çeşitleri vardır. Canınızı kollayın onlardan! Bir başka Mario özelliği ise taşlara vurarak puan kazanmanız ya da taşlardan sizin avantajınıza olacak şeyler çıkması. Bazı oyunlar uzun olduğundan ötürü bayraklar var. Eğer ölmeden önce o bayraktan geçmişseniz o yerden başlarsınız. Oyunun avantajı da bu. Peki, hangi seri daha güzel? Oyunla daha önceden tanışmamışsanız ve kolay olsun istiyorsanız Birinci Seri’yi öneririm. Ancak direk oyunun zevkini tatmak istiyorsanız İkinci Seri’yi öneririm çünkü o seride zevk almıştım. Üçüncü Seri’yi karışık bulabilirsiniz. Açıkçası İkinci Seri’den çok farklılık görmüyorum. Kısacası önerdiğim oyun ikincisi. App Store’dan ve Google Play’den üç

seriyi de bedavaya indirebilirsiniz. Flow Free Her yaşta herkesin oynayabileceği Flow, bir “kafa yorma” oyunu da diyebiliriz. Big Duck Games’in çıkardığı bu oyunun amacı aynı renkteki noktaları diğer noktalara çarpmadan eşleştirmek. Oyun rahatlıkla oynanabilir. Oyun için kullanacağınız tek şey vardır; o da eliniz. Seviyeyi geçtiğiniz sürece oyun eğlencelidir. Oyunda altı farklı türde seviye vardır. Altı farklı renkteki topun farklı yerlerde olduğu otuz farklı versiyon, yedi farklı renkteki topun farklı yerlerde olduğu 30 farklı versiyon gibi. Oyunu tekrar tekrar oynayabilirsiniz. Zamanı size bırakır. Sadece en iyi kaç hamle yaptığını sayar. Ne kadar çok dokunursanız ve hareket ettirirseniz onu hamle olarak sayar. Ne kadar az hamle yaparsanız o kadar iyi sizin için. Oyunun grafikleri de sizi yormaz. Seviyeli olduğu için de başları basit ve sonra zorlaşmaya başlar. Birçok seviye vardır oynamak için.


24


25

Oyun içinde eğer çok sıkıştıysanız oyun size üç şans tanır tek seferlik. Bir “?” işaretine tıkladığınızda size yolu gösterir. Ancak bitirdiğinizde para ile satın alabilirsiniz. Puzzle tarzındaki bu oyunda bini aşkın bedava bölüm bulunur. On

farklı platforma özel boyutu vardır. Tabletlerinizde de bulabilirsiniz. Flow Free oyunu her iki platformda da bedavadır. Ancak daha fazla isterseniz, tüm sürümlü paketlere ulaşmak için ücret ödemeniz gerekir.


26


27

Bİr ELİN NESİ VAr İKİ ELİN SESİ VAr Yeni Trend Alarmı: Markaların Tasarımcı ve Ünlülerle İş Birlikleri / Aslıhan Atalar İş birliği güzeldir. Bireylerin ortak amaçlar ve çıkarlar doğrultusunda güçlerini birleştirerek hareket etmelerini sağlar. Karşılıklı olarak fikir alışverişi yapabilme imkanının getirdiği yaratıcılıkla daha etkili bir üretimde bulunabilirsiniz iş birliği sayesinde. Özellikle yakın tarihte İstanbul’da düzenlenen MBFWI’ de Türk markalarının, tasarımcılara destek olması tasarımcı-marka iş birliğinde

büyük bir güven duygusu inşa etti ve bu sayede moda dünyası yepyeni bir pazarlama yöntemi ile tanıştı. Sadece MBFWI’deki destek değildi; ayrıca dünyaca ünlü tasarımcıların, örneğin öncü olarak nitelendirebileceğimiz Karl Lagerfeld’in geçmişte H&M için hazırladığı koleksiyon gibi ardından gelen daha birçok tasarımcının, markalar için hazırladığı kapsül koleksiyonlara yoğun istek


28

ve talebin olması, bu uygulamayı birçok firmanın stratejisi haline getirdi. Türk giyim firmaları da bu trendi karşılıklı gelişen güvenin getirisiyle uygulamaya başladı ve iş birlikleri 2015 ile birlikte yoğun bir biçimde arttı. Bu artış moda endüstrisi adına önemli bir gelişme, hem de gelecek iş birlikleri için bir referans ve basamak oldu. Bu yılın çok konuşulan iş birliklerini incelediğimizde; Zeynep Tosun - İpekyol Dilek Hanif - Koton Elif Cığızoğlu - Network Özgür Masur - Batik Özlem Kaya - Park Bravo Madinlove - Mudo Fulya İlkmen - Bilstore Ümit Varol –Vakkoroma Niyazi Erdoğan - Asics Dice Kayek - Machka gibi iş birlikleri moda dünyasında, beslenen güzel ilişkilerin örnekleri arasında ve daha verebileceğimiz pek çok örnek mevcut. Aslında bu sayede tasarımcılar daha çok kitleye dokunabilmiş ve ulaşılabilir fiyatlarla koleksiyonlarını satışa çıkarmış oldu. Aynı zamanda markalar da adlarını, yetkin tasarımcıların yanına koyarak daha pekiştirdiler ve satışlarını bu sayede

arttırdılar. Kısaca iki tarafa da fayda sağladı bu iş birliği. Tasarımcı-marka iş birliklerinden bahsederken aynı zamanda dünyada büyük bir trend haline gelen ünlü-marka iş birliğinden bahsetmezsek olmaz. Birkaç örnek verecek olursak dünyadan ve ülkemizden; Kate Moss – Topshop Kate Moss - Mango Olivia Palermo - Aquazurra Rose Huntington - Marks&Spencer Rihanna - River Island Ajda Pekkan - Twist Burcu Esmersoy - Beymen Club Özge Ulusoy - Adl Arda Turan & Paris Hilton - De Facto Artık markalar kapsül koleksiyonlar aracılığıyla bir ünlüyü kendi markası ile özdeşleştirmeyi başarır hale geldi ve stylist kavramı yerini daha çok stili ile öne çıkan, giydikleri ile bilinen kişilere bırakıldı. Markalar “ünlülerin oluşturduğu koleksiyon” adı altında ürünlerini pazarlamaya başladı. Aslında bu işten hem markalar hem de ünlü kişiler karlı çıkmış oldu. Ünlü kişilerin kendi markalarını oluşturma yönelimleri için yeni bir kapı oluştu ve bu sayede ünlü kimliklerinin üstüne bir de tasarımcı kimliği


29

eklemiş oldular. Fakat son zamanlarda artan gereksiz birliktelikler sonucunda başarısız ünlü-marka iş birlikleri de oluştu ve genellikle markalar bundan daha çok etkilenen taraftı. Ünlüler bundan daha az etkilenen taraf oldu çünkü hali hazırda başarılı oldukları bir kimlikleri vardı. Bunun sonucunda markalarda itibarsızlaşma durumu daha ön plandaydı.

Peki bu işin sırrı ne? İki taraf bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonucun başarılı olması için tek bir çözüm yolu olmasa da söyleyebileceğimiz ilk faktör: İki markanın da ortak bir paydada buluşabilmesi. Ardından söz konusu tasarımcının ev sahibi markayı iyi özümsemiş olması gerekiyor ve genellikle - başarısız iş birliklerin altında yatan temel nokta da burada başlıyor çünkü - iş birlikleri ev sahibi markaların kimliğine sadık kaldığı takdirde başarıya ulaşıyor. Diğer öne çıkan nokta ise yaratılan ‘özel’ koleksiyonun ‘belirli mağazalarda’, ‘belirli bir süre için’, ‘kısıtlı adetlerle’ satışa sunulması. Bu dörtlü, müşteride “Ya ben alamadan biterse” telaşı yarattığı için satışı tetikliyor. Malum arz-talep ilişkisi. Markaların gelecekteki iş birliklerinde üretim aşamasındaki bütün pratik ve teorik konuları ele alarak, iyi değerlendirmesi ve ona göre harekete geçmesi markaların yararına olacaktır. Bu şekilde hem ticari açıdan hem de itibar açısından daha iyi sonuçlar elde edilebilir.


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.