/105
e t e z r e v i n 端
zete
Sayı: 105 / 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Cenk Bonfil, İlgi Özdikmenli,
GÖRMESEN DE OLUR
BİR YUDUM “KARAHİNDİBA ŞARABI”
10 MOROCCAN IDİOMS AND PROVERBS EVERYONE SHOULD KNOW ABOUT
ARTIK ÇOK OKUYAN DA BİLMİYOR!
MOMMY – İNSAN GİBİ BİR FİLM
BU HAFTA TİYATRODA NE VAR?
OYUNKOLİK
SİNEMADAN SEÇKİLER
Tuğçe Kılınç Yazılar Alp Tunçer, Duygu Taneri, Bengisu Kepsutlu, Efe Demiralp, Doğa Çöl, Ayoub W. Lougdali, Mert Ofluoğlu Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
4
gÖrmesen de olur 9 - 10 Mayıs’taki Görmesen De Olur Okuma Tiyatrosu Festivali’ne davetlisiniz / Duygu Taneri Ülkemizde belki de önemli sorunlardan biri ötekileştirme. Bazı durumlarda yapmak istediklerimiz ‘kaş yaparken göz çıkarmak’ kıvamında oluyor. Bunlardan biri de engellilerle yapılacak etkinlikler. Hem yazılı hem görsel basında ‘yardım, bağış, başarı, çaba’ vb. denilerek haber yapılan engellilerle ilgili konularda baştan yanlış başlıyoruz. Çünkü eşit yaşam hakkı bu kelimeler altında birleştirilemez. Bunları bir kenara bırakarak şimdi sizlere 9 -10 Mayıs’ta Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) yapılacak bir festivalden bahsetmek istiyorum. Kadıköy Belediyesi ve Tiyatro Laboratuvarı iş birliğiyle hazırlanan görme engelli ve gören kişilerin birlikte olduğu ‘Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı’ atölyesi sonucunda ortaya çıkan on bir yeni yerli oyun festival kapsamında tanınmış
tiyatrocuların okumaları ile seyirciyle buluşacak. ‘Yazman İçin Gereken Tek Şey Hayal Gücü #görmesendeolur’ sloganıyla beş ay önce çalışmalarına başlayan atölyenin eğitmenliğini Serhan Alben, Sercan Alben ve yazar koçluğunu da Aytuğ Akdoğan yapıyor. Festival kapsamında ortaya çıkan yeni oyunlar farkındalık yaratmak amacıyla İkinci Adam Yayınları tarafından kitaplaştırılarak başka şehirlere de ulaşacak. Proje kapsamında eğitmenlerin, yazarların ve oyuncuların fotoğraflarını çekerek festivalin görsel kısmını üstlenen Mehmet Turgut’un festivalde ‘Görmesen De Olur’ sergisi açılacak ve festival kitabı sergi içeriğindeki bir bölümde satışa çıkarılacak. Türkan Şoray, Jülide Kural, Kadir İnanır, Yasemin Yalçın, Meltem Cumbul, Mazlum Kiper, Engin Uludağ, Zihni Göktay, Haldun Dormen,
5
Göksel Kortay gibi isimler, alternatif tiyatro yöneticileri, şehir ve devlet tiyatrosu yönetmenleri, sinema yapımcıları ve yönetmenleri de festivale onur konuğu olarak katılacak. Günde on iki saat, toplamda yirmi dört saat sürecek tiyatro festivalinin programı şöyle: 09 MAYIS 2015 10.00 – 11.00 SEMRUK 11.00 – 11.30 SEMRUK SÖYLEŞİ 11.30 – 12.00 MOLA 12.00 – 13.00 EKMEK ARASI PATATES KIZARTMASI 13.00 – 13.30 E.A.P.K. SÖYLEŞİ 13.30 – 14.00 MOLA 14.00 – 15.00 KÜÇÜK MAVİ SOLUK NOKTA GİBİ ŞEYLER 15.00 – 15.30 K.M.S.N.G.Ş. SÖYLEŞİ 15.30 – 16.00 MOLA 16.00 – 17.00 SELF SERVİS 17.00 – 17.30 SELF SERVİS SÖYLEŞİ 17.30 – 18.00 MOLA
18.00 – 19.00 19.00 – 19.30 19.30 – 20.00 20.00 – 21.00 21.00 – 21.30
MASKE MASKE SÖYLEŞİ MOLA OTURMA ODASI OTURMA ODASI SÖYLEŞİ
10 MAYIS 2015 11.00 – 12.00 REFAKAT 12.00 – 12.30 REFAKAT SÖYLEŞİ 12.30 – 13.00 MOLA 13.00 – 14.00 20.15 İDAMI 14.00 – 14.30 20.15 İDAMI SÖYLEŞİ 14.30 – 15.00 MOLA 15.00 – 16.00 YANSIMA PAYI 16.00 – 16.30 YANSIMA PAYI SÖYLEŞİ 16.30 – 17.00 KAPANIŞ KONUŞMALARI 17.00 – 18.00 KOKTEYL 18.00 – 19.00 ÖRTÜLÜ ÖDENEK 19.00 – 19.30 ÖRTÜLÜ ÖDENEK SÖYLEŞİ 19.30 – 20.00 MOLA 20.00 – 21.00 AN 21.00 – 21.30 AN SÖYLEŞİ
6
Bir Yudum “Karahindiba Şarabı” Bilim kurgunun hep çocuk kalmış babası Ray Bradbury’nin en iyi eserlerinden Karahindiba Şarabı Türkçe’ye çevrildi ve 8 Mayıs’tan itibaren satışa çıkıyor / Bengisu Kepsutlu “Bazı insanlar henüz çok gençken mutsuz bir insan olurlar,” dedi. “Görünürde özel bir nedeni yoktur ama sanırım bu şekilde dünyaya gelirler. Daha kolay yaralanırlar, daha çabuk yorulurlar, daha çabuk ağlarlar, daha uzun süre hatırlarlar ve söylediğim gibi, dünyadaki herkesten çok daha gençken mutsuz olurlar. Biliyorum, çünkü ben de onlardan biriyim.”
Ray Bradbury. Ne yazık ki Türkiye’de bu isim neredeyse hiç bilinmiyor. Fantastik edebiyatın ve bilim kurgunun bu kadar popüler olduğu bir ülkede, türün babalarından sayılan yazarın tanınmaması hep garip gelmiştir bana. Fahrenheit 451 adlı ünlü distopyanın yazarı Ray Douglas Bradbury… Yazar, 22 Ağustos 1920 tarihinde Waukegen, Illinois, Amerika’da doğmuş. Ekonomik
7
Bunalım döneminde ise 1934 yılında ailesiyle beraber Los Angeles’a taşınmış. Eğitim masraflarını karşılayamaması nedeniyle Bradbury, üniversiteye gidememiş ama kendi sözleriyle “yirmi yedi yaşındayken üniversite yerine kütüphaneden” mezun olmuş. Romanlarındaki ve hikayelerindeki o naif, çocuksu dili belki de bunun yansımasıdır. Yazarlığının ilk dönemlerinde Bradbury, bir yandan çalışıp, bir yandan yazarak zor bir dönem geçirmiş. Ama 1950’de Mars Yıllıkları adlı kitabının yayınlamasıyla birlikte ilk büyük başarısını elde etmiş. Sonrasında Fahrenheit 451, Bradbury’nin ismini dünyaya (belli ki Türkiye dışında) tanıtmış.
Tüm hayatı boyunca Ray Bradbury beş yüzden fazla eser yaratmış. Yaşlandığında ise yazdığı her şeyin hayatını biraz daha uzattığına inanmaya başlamış. Böylelikle üretkenliğini hiç kaybetmemiş ve yazmayı ölene dek sürdürmüş. Belki de bu kadar çok eser yaratmış olmasının ve uzun yaşamının sırrı bu inancında gizlidir. Ray Bradbury üç yıl önce 5 haziran 2012 tarihinde doksan bir yaşında hayatını kaybetti. Bradbury’nin en ünlü eserlerinden (ayrıca benim en sevdiğim kitaplardan) biri olan Karahindiba Şarabı bu hafta kitapçılarda satışa çıkıyor. Yarı-otobiyografik roman, bir çocuğun gözünden yaşamın büyüsünü anlatıyor. Hikayede on iki yaşındaki Douglas Spaulding, ailesi, mutluluk makinesi yapmaya çalışan komşuları ve diğer Green Town sakinleri hayat buluyor. Douglas etrafındaki hayatı gözlemlerken, bir karahindiba şarabı şişesine sıkıştırılmış yaz mevsimi okurun kalbini ısıtıyor. “Sadece bir diğer büyüme öyküsü” diyebileceğiniz Karahindiba Şarabı, Ray Bradbury’nin cennet hayali. Yani kitabı okuyan kendini aslında yaşamın ta kendisi olan bu cennetin içinde buluveriyor. Ferrarisini Satan Adam tarzı öğüt verici dilden arınmış bir şekilde hayatı iyisiyle kötüsüyle, olduğu gibi sevmeyi öğretiyor Karahindiba Şarabı. Roman hakkında ilginç bir bilgi: Apollo astronot grubundan biri aya indiğinde Karahindiba Şarabı (Dandelion Wine) kitabının onuruna bir kratere Dandelion Crater adını vermişler. O kadar iyi bir kitap yani! Gerisini siz okuyun.
8
10 Moroccan Idioms and Proverbs Everyone Should Know About Every country and every culture throughout the history of mankind has had their own idioms and proverbs. Some of them are great, some are fun and some are downright weird. In the list below, I will be showing you idioms and proverbs from my native Morocco / Ayoub W. Lougdali
We have great landscapes, great food, and some very cool Idioms. Well, that’s awkward! 1) Translation: “Waking up early is golden.” This is one of the most common sayings in almost all languages. It stresses out the fact that waking up early is an important thing, that everyone who wishes to succeed should adopt. As the English version of this saying goes, “The early bird gets the worm.”
2) Translation : “With whomever I saw you, is with whom I compare you.” This idiom calls for the right choosing of your friends. As we all know, good company can lead to many benefits, just as bad company may lead to one’s ruin,or as the Bible tells us “Bad company corrupts good morals.”
9
3) Translation : “Good is a woman, and Evil is a woman.” Now, I don’t want any feminists to start petitions or anything, just hear me out. This one is actually more good than bad, the saying is all about how a woman is the basis to anything good, she’s the first “school” we go to, our mothers is where we get our very first lessons of life, and our daughters is how our morals and essence can be carried out for generations to come, the idiom also warns of incurring the wrath of a woman. “Hell hath no fury like a woman scorned.” Right?
Although, I’d go for a McLaren P1, but that’s just me! 5) Translation: “If you want honey, you gotta endure the bees’ stings.” Now, this is a life lesson: “Nothing worth having comes easy.” If you want results, you gotta endure the hard labour. It’s never gonna be handed to you, on a silver platter, you have to work hard to achieve your life goals.
4) Translation “What do you need poor naked one? ‘A ring master.’ ” Here we venture into the weird territory but it’s a very meaningful one. The saying is a question by someone rich to someone very poor they can’t even afford clothes, asking what do you need? and the answer comes, “a ring”. The meaning of this is that one should get their priorities straight in life, and not follow whatever their urges tell them. There might come a time where you really desire a ring but you need clothes more. So start sorting out your priorities. Always listen to random words on cool pictures..!! 6) Translation: “If you know your value, people’s words shall not move you.” This is one of my favorite sayings, mainly because everyone at one stage of their life or another have heard
10
some mean things about them or have been brought down by words. This saying is about knowing your self worth, your value, who you are and not letting words get to you or bring you down because your own opinion about yourself, should be all that matters.
Except Iron man. Iron man’s opinion matters.!! 7) Translation: “Greed is a plague.” Don’t be greedy. This is a straightforward message. Having ambitions is a good thing but greed is one of the seven deadly sins. It’s a dark never ending abyss, that will suck you in and kill you slowly, while never letting you enjoy life as it passes by. Avoid greed at all costs!
8) Translation: “If you say the soup is cold, put your hand in it.” Translator’s note: “Whaat?” Okay, now I’ll be the first to admit that at first this has no meaning whatsoever and after we try to explain it, it’ll probably still have no meaning whatsoever. This goes as someone who’s got their hand in a bowl of soup while someone else is telling them that the soup is not that hot. So they invite them to put their hand in it too.
-“Why would you do that? Is that a common thing in Morocco? Putting your hands in soup?” -“No, I told youu, it’s just a SAYING!” -“Just weird, that’s all.” No, the meaning of this is you shouldn’t judge a person, unless you are in the same situation with your hand firmly in a bowl of soup or as the English equivalent goes, “Don’t judge me until you’ve walked a mile in my shoes or lived a day in my life.”
11
PS: “We know that’s not a bowl of soup in the picture, but you try and google “hands in bowl of soup”. Don’t judge us, what did we just say? Now read this entry again and put your hand in hot soup. 9) Translation: “Praise your friend around people and leave the blame until you’re alone.” This is a pretty straight forward message too. It highlights the importance of praising your friends around others and the self confidence and boost that might give them, while leaving the blame, until you’re somewhere private, nobody likes to be blamed or chastised in public .
10) Translation “Show them the way, if they turn a blind eye, leave them.” “Turning a blind eye” is actually an English Idiom, meaning ignoring information or advice that one doesn’t wish to hear. This idiom encourages you to show people the way and give them advice as best you could but let them make their own choice, if they chose to ignore your advice and go on with their mistakes. It’s not up to you to force anyone to the right path, after you’ve fulfilled your duty. It’s always up to them to take it or leave it. Special thanks to my Dear friend Naziha .B
12
ARTIK ÇOK OKUYAN DA BİLMİYOR! Yayıncılık sektörü nereye doğru gidiyor? Şu kadarını söyleyelim, bu yol, yol değil ama ileride ışık var! / Mert Ofluoğlu Hani bir soru vardır, sorulur: “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” diye. Kimine göre “çok gezen” daha çok bilir, kimine göre “çok okuyan” ama aslında hepimiz biliriz “çok okuyan”ın daha çok bildiğini. Ne var ki artık bu yöntem de sallanmaya başladı. Gelin bu konuya daha yakından bakalım.
Esquire dergisinin geçen sayısında “Yayınevlerine ‘Ekmek’ Gençlerden!” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazıdaki şu cümleleri görmezden gelmek mümkün değil: “Bazı yayınevleri hala kitap satışlarının düşüklüğünden dem vuradursun, bazıları peynir ekmek gibi bastıkları ‘Genç yetişkin’ türü kitaplarla alıp yürüyor.
13
‘Young Adult’ yani ‘Genç Yetişkin’ türüne, 14-21 yaşları arasındakilere hitap eden, aşk ve macera unsurlarının ön planda olduğu kitaplar dahil ediliyor. Bunların içinde cinsellik barındıranlarına ve hitap ettiği yaş aralığı 17-25’e kadar çıkanlarına da ‘New Adult’ yani ‘Yeni Yetişkin’ deniyor. Ülkemizde Epsilon gibi batmak üzere olan, çevirmenlerine bile ödeme yapamaz duruma gelmiş yayınevleri, bu türün örnekleriyle ihya olurken yeni yayınevlerinin yanı sıra köklü yayınevlerinin bile ticari kazanç kaygısıyla artık bu tür kitaplara ağırlık verdiği görülüyor. Böylece hem okurlar hem de yayımcılar açısından ‘kazan-kazan’ dediğimiz durum gerçekleşiyor. Hem gençlerin okumamalarındansa sadece bu türü okumaları bile insana hiç yoktan iyidir dedirtiyor. SABUN KÖPÜĞÜ “TEENAGE” KİTAPLARI Ephesus Yayınevi Asude’nin Pabucumun Ajanı’nı, Büşra Küçük’ün Kötü Çocuk’unu basıyor. Bu kitaplar aşk konusunu işleyen, Türkçesi ve edebi dili son derece
zayıf olan, imla hatasından geçilmeyen, sabun köpüğü kitaplar. Üstelik onlardan kurtulmak pek de mümkün değil. Zira bu tip kitaplar seri kitaplar, yani üç beş kitap halinde çıkıyorlar. Ayrıca bu kitaplar internet ortamında yazılmış ve yayıncıların, yazarın internetteki binleri aşan takipçi kitlesine güvenerek yayımlama kararı aldığı kitaplar. Ama bu kitle yazıda da belirtildiği gibi 10-20 yaş aralığını geçemiyor. Çocuk ve genç internet kullanıcılarının rağbet ettiği bu kitaplar, bir dönem raflarda çok satanları işgal ettikleri halde, ne yazık ki bir müddet sonra tutunamıyorlar. Yazarların adını geçtik, kitapların adı bile hatırlanmıyor. İçinde bulunduğumuz şu yıllar da bu tip içi boş kitapların rafları süslediği yıllar. Yayıncılık sektörü gerçekten de kalitesiz kitaplardan geçilmeyen bir dönemde. Ephesus zaten başından beri hiçbir edebi içeriği ve değeri olmayan kitaplar basıp kitaplarını binlerce satmanın derdindeydi. Ama son zamanlarda, yazıda da belirtildiği gibi, “köklü yayınevleri” dahi bu yöntemi izlemeye başladılar. Epsilon yayınevini biliyorsunuzdur. George R. R. Martin’in Taht Oyunları serisi de bu yayın evinden, Jeff Kinney’in Saftirik Greg’in Günlüğü serisi de... “Boş” satmadan “çok” satan bu kitapları yayımlayan yayın evi, geçtiğimiz dönem öyle bir kitap yayımladı ki sektörde büyük bir şok etkisi yarattı: O kitap, Alya Öztanyel adında bir lise öğrencisinin yazdığı Karanlık Lise adında bir kitaptı. Öztanyel bu seriyi internette yazan ve çok sayıda “teenage” takipçisi olan biri. Kitabın konusu da aşk olunca Epsilon kitabı bastı. Kitap çok sattı. Zaten hedeflenen de buydu. Ama yayınevi büyük bir prestij kaybetti. Müthiş bir yazar kadrosu içine
14 böyle bir “teenage” kitleyi hedefleyen bir “teenage” romancı ekleyerek, önceliğinin para kazanmak olduğunu gösterdi. İtibarını ciddi şekilde zedeledi. “PARA VERİN BİZ BASALIM!” YAYINEVLERİ Sektörün bir yanında bunlar olurken diğer yanında da yayınevleri, “kitap” yazmış olan kişilerden 3-5 bin lira alarak onların kitaplarını basıyor. Yani edebi kısmı düşünen yok. Herkes ticari kaygılarla iş yapıyor. İkinci Adam, Cinius gibi yayınevleri, yazardan para alarak kitapları anında basıyor. Köklü yayınevleri
iki üç yıl sonrası için yazara adeta sıra numarası verirken, bu yayın evlerinde bekleme süresi maksimum bir ay. Gece Yayınevi de kitapları “ücretsiz” bastığını söyleyerek adını duyuruyor ama kapak, baskı gibi işlemler için para alıyor. Para verip kitap bastırmak son çare bile olmamalı. Ne var ki bu da bir seçenek. Yayınevi bulamayan yazarlar için iyi bir yöntem olabilir. PEKİ SEKTÖRÜN GELECEĞİNDE NE VAR? Bizim ülkemiz için “sektörün geleceği” dediğimiz yöntem, aslında Avrupa ve Amerika’da aldı başını gidiyor. Neyse ki ayak sesleri yavaş yavaş bizde de duyulmaya başlandı: Self-publishing. Yani özyayıncılık. ABD’de yıllık yayına giren özyayın adedi 350 bini geçmiş durumdayken, ülkemizde henüz özyayıncılığın ne olduğunu bilene pek rastlanmıyor. Ama özellikle de şu sıralar, heyecan verici gelişmeler olduğu bir gerçek. E-kitap ve “kendi kitabını kendin pazarla” mantığıyla hareket eden platformlarda, yayınevi mantığı ortadan kalkıyor. Ülkemizde şimdilik www. publitory.com ve www.kitabyte.com.tr ön planda. Bu platformlara kitabınızı, öykünüzü, romanınızı yüklüyorsunuz ve bir fiyat belirleyip satışa çıkarıyorsunuz. Henüz pek bilen yok ama kemik okurlar var. Kitaba vereceği paranın aynısını -hatta daha azını- e-book’a veren bu okurlar, genellikle okumuş, eğitimli, entelektüel kimseler. Yani burada yayımlanan öyküler şimdilik seçkin çevreler tarafından okunuyor. Sektörün geleceğinin bu olduğu da göz önüne alındığında, özyayıncılık kulağa çok hoş geliyor. Tabii matbu sevdanızı kalbinize gömmeyi başarabilirseniz.
15
16
Mommy – İnsan gibi bir film Bu filmi izlerken bir insanın odasına izinsiz giriyormuş gibi hissettim / Doğa Çöl Xavier Dolan’ın Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan filmi Mommy (2014) organik denecek düzeyde insani bir film. Bu eser ile empati kurabilmek için diğer filmlerden çok daha değişik bir bakış açısıyla yaklaşmamız gerekiyor. Filmi sanki yaşayan, nefes alan, hisseden bir varlıkmış gibi görmeliyiz. Bütün düzeneği ve yapısı bize bunu çağrıştırıyor. Filmin isminin de neden “Mommy” olduğu böylelikle daha net bir şekilde belli oluyor. Filmin ana karakteri her ne kadar oğul Steve olarak gözükse de aslında bütün film Diane, yani anne üzerine kurulu. Film Diane’ın ta kendisi; kendisi ile birlikte gelişiyor ve kendisi ile birlikte hissediyor. Filmin ilk üç sahnesi, bütünü gibi, Diane’ın üstüne kurulu. Diane’ın çamaşır asmasıyla birlikte başlayan film, içinde bulunduğu araba kazası ile devam ediyor. Bu araba kazasını ve çamaşır asmasını görmemizin nedeni de filmin kurulu olduğu şeye hizmet ediyor; anneye. Steve’in, Diane’ın hayatına katılacağını ancak bu araba kazasından sonra anlayabiliyoruz. Tıpkı bu araba kazası gibi oğlunun ıslah evinden hayatına katılması Diane’ı sarsıyor. Xavier Dolan’ın röportajlarında da bahsettiği gibi filmin kendisi için çok büyük bir önemi var. 17 yaşında yazıp 19
yaşında çektiği ve kendini oynadığı ilk filminde - “I Killed My Mother” - annesinden, gençliğinde yaşadıklarına dair bir tür intikam almaya çalışırken, Dolan, şimdi “Mommy” ile annesine bir intikam fırsatı vermek istiyor. Bu filmler yarı otobiyografik olduğu için bir o kadar da kişisel filmler. “Mommy” özellikle bu konuda çok fazla ileriye gidip adeta bir varlık sıfatına yaklaşan bir film. Filmin her karesinde ve sahnesinde karakterlerin yansıttığı duyguları ve yaşadıklarını fazlasıyla açık bir şekilde görebiliyoruz. Film Montreal’in karşısında endüstriyel ve varoş denilebilecek bir şehir olan Longeuil’de geçiyor. Xavier Dolan’ın burada çekimleri yapmayı
17
istemesinin sebebi büyüdüğü yerden pek de farklı olmaması. Dolan’ın filmlerinde Montreal’den olmasına rağmen o şehirli ruhu yerine Kanada ve özellikle Quebec’in ikinci sınıf yaşam kalitesini görebiliyoruz. Birçok Kanada filminde bunu göremesek de birçok Quebec filminde bu ikinci sınıf “Quebecois” yaşam tarzı filmlere ayrı bir gerçeklik katıyor. Sinemada, Xavier Dolan’a göre, müzik bir filmin ruhudur ve müziksiz bir film olamaz. Filmlerde iki türlü müzik kullanılabilir biri diegetic diğeri de non-diegetic olarak adlandırılır. Diegetic müzik filmin bir parçası olmalıdır, filmin ve hikayenin içinde yer almalıdır (bir radyodan veya karakterin müzik çalarından
vs.). Non-diegetic müzik ise yönetmenin film üzerine koyduğu kompozisyonlara denir. “Mommy” filminde çok ilginç bir şekilde bu iki yöntemi ayrı ayrı değil, birleşmiş bir şekilde görüyoruz. Filmin müzikleri Diane’ın kocasının bir Los Angeles gezisi için hazırladığı mixtape üzerine kurulu. Filmde duyduğumuz bütün müzikler bu mixtape’e ait. Filmde üç tane ana karakter var diyebiliriz. Diyebiliriz dememin nedeni filmin aslında tamamen Diane’dan oluşması. Filmin teknik ve öyküsel her yönü Diane üzerine kurulu. Diane’ın karakteri bu durumda çok önemli. Xavier Dolan yine bir röportajında anneler hakkında şöyle diyor: “Etrafta iyi anneler görüyorum
18
ama çok nadirler. Çoğu anne iyi bir insan olmasına rağmen çocuğu için yetersiz olabiliyor.” Dolan için kadın ve anne figürü toplumumuz için baba ve erkek figüründen daha önemli. Diane da Dolan’ın dediği gibi çok iyi bir insan olsa da çok iyi bir anne olmakta bayağı zorlanıyor. Hayatta yapmak istediği ve hala yapabileceğini düşündüğü bir çok hayali var. Kutudan şarap içerken Versailles Krallığında yaşıyor gibi hissedebilirken, aynı zamanda evlerini temizlediği insanların sahip olduğu paraya ve onların oturduğu evlere özeniyor. Bunları yapamamasının tek sebebinin Steve olduğunu düşünen Diane, annelik ve kendi karakteri arasında sıkıntılar yaşıyor. Bazen kendini anne rolüne kaptırıp bunu benimseyebilirken bazen de kendi karakterinin dışına çıkamayarak anneliğini yitirebiliyor. Steve’in karakteri yetiştiği çevre yüzünden kötü gibi görünse de içten içe doğasında iyi bir çocuk. Büyüdüğü çevre, ilgili olmak için çabalasa da zamanında ilgili olamayan annesi ve o genç
yaştayken ölen babası yüzünden sarsılan Steve’in hiç arkadaşı yok. İnsanlarla nasıl ilişki kuracağından pek emin değil, ve film boyunca tam olarak iletişimde kaldığı sadece iki insan var: Annesi ve komşuları Kyla. Hayatındaki birçok şey Steve’in kafasını karıştırıyor ve ne yapacağını tam olarak bilemiyor. Bu da onu bir an için sakin ve sevecen biri iken, bir an inanılmaz sinirli ve nefret dolu biri olmaya itiyor. Annesine gerçekten yardım etmek ve ona destek olmak istiyor fakat annesinin ona güven duymaması Steve’i parçalıyor. Kyla’nın karakteri Diane’ın tam tersi. Kyla eskiden kötü zamanlar geçirmiş ve konuşma yeteneğini kaybetmiş olsa da inanılmaz güçlü bir karakter olarak gösteriyor bize kendini. Tam olarak bu yüzden Diane’ın tam tersi karaktere sahip; anaç ve kendiyle barışık biri. Böyle olmasının bir başka göstergesi ise Steve’den korkmaması. Steve annesiyle kavga ettiğinde annesi ondan kaçıp saklanıyor. Aynı hareketini Kyla üzerinde deneyip kolyesini çekip çıkardığında ise Kyla ona
19 sinirlenip yere itiyor ve kendisi nasıl Steve’in ölü babası hakkında bahsetmiyorsa, Steve’in de Kyla’nın zorluklarından bahsetmemesi gerektiğini söylüyor. Steve yerdeyken altına işiyor. Nasıl insanları tekil düşünmek mümkün değilse, bu filmi bir insan olarak görmeye dayandırarak, filmi de tekil düşünmemeliyiz. Kendi başına var olabilen fakat sürekli kendisiyle ve çevresindekilerle ilişki halinde olan ve kendisiyle ve karakterlerin birbiriyle olan monolog/diyaloglarına bizi de dahil eden bir film olarak ele almalıyız. Filmdeki ilişkilerin dinamiklerine göre değişimler olmasına rağmen, ilişkilerin içinde değişmeyen tek bir figür var;
anne. Tam olarak da bu yüzden, monolog veya diyalog olsun, konuşmaların hepsini içimizde Diane’ın sesinden ve bakış açısından duyuyoruz. Filmin sinematografisi, filmin estetiği, hikayesi ve karakterlerin yapısına göre çok daha sesli, agresif ve asi. Dolan’ın diğer filmlerinde de olduğu gibi, filmin birçok karesinde renklerin adeta boyanmış gibi uyarlandığını görüyoruz. Her ne kadar kötü bir mahallede yaşasalar da evlerinin içleri hep sıcak renklerle dolu. Dışarısı soluk mavi renklerle görülse de Kyla’nın görüntüleri pembe ile yıkanmış gibi. Aynı zamanda filmin aspect ratio’su (görüntü oranı) da çok ilginç. 1:1 kare aspect ratio’ya sahip olan film belki de yüzyılın en ilginç aspect ratio değişimine sahip. Filmde bu değişim iki kere oluyor ve izlediğinizde sizin de - bana olduğu gibi - tüylerinizi diken diken yapabilir. Bu değişim olduğunda renklerin daha canlı ve açık olduğunu ve filmin artık soluk gözükmediğini fark ediyoruz. Aspect ratio değişiminin bir başka önemi de var. Bu da iki aspect ratio değişiminin de Diane’in Steve ile ilgili olan hislerine dayanması. Diane ancak Steve için rahat ve iyi hissettiğinde aspect ratio genişliyor ve nihayet biz de karakterlerin etrafındaki dünyanın daha fazlasını görebiliyoruz. Mommy, hem Xavier Dolan’ın yaptığı hem de benim şu ana kadar gördüğüm en dürüst film. Filmin kendisinin bir insan gibi hissedilmesi ve bu kadar kişisel olması bize birazcık rahatsızlık hissi verse de filmi bir o kadar gerçek ve doğal kılıyor. Annesi Xavier Dolan’dan intikam almıyor belki ama Xavier Dolan bir şekilde kendini affettiriyor.
20
Bu Hafta Tiyatroda Ne Var? Gökten Gelen Adam / Alp Tunçer
Gökten Gelen Adam oyunu, 1950’lerin başında Polinezya adasında geçen gerçek bir hikâyeyi konu alarak, on iki yıldır bu adada yaşayan John Frum ve bir kaza sonucu adaya düşen Frank’in hikâyesinden ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında gökten atılan kargoları, tanrıların hediyesi olarak gören Polinezya yerlileri, inançlarının adını Kargo Dini koyarlar. Bir gün gökten kargo yerine paraşütlü bir adamın indiğini gördüklerindeyse Tanrı’nın yeryüzüne indiğine inanırlar. Gökten gelen adam John Frum’dur. Adada geçirdiği süre boyunca kendisini ve yerlileri tanrı olduğuna inandıracaktır. Ta ki yakınlarda batan bir gemiden kurtulan genç Amerikalı Frank’le karşılaşıncaya kadar. Oyuncular: Çağlar Ertuğrul, Kubilay QB Tunçer, Oğuz Aslan, Ezgi Ayvalı Müzik: Nurkan Renda Dekor Kostüm: Berna Hazal Oyun Süresi: 70 Dakika / Tek Perde -İyi seyirler-
21
22
oYunKoliK Akıllı telefonlarınızda istediğiniz bir oyun yoksa bizden size iki öneri! / Efe Demiralp Oyunlar bizim kaderimizi belirlemese bile en azından hayatımızın içinde yer alıyorlar. Bir konsol ortamından çıkıp cebimize kadar girebiliyor. Elimizi telefondan ayıramadığımız zamanlar oluyor. Peki hangi oyunlar mı? NinJump Dash Paper Toss oyunundan hatırlayacağımız Backflip stüdyosu tekrardan bir başka oyunuyla daha karşımıza çıkıyor. Bu haftaki ilk oyunumuzun ismi: “NinJump Dash”. Bu oyunu iPhone 3 sürümünde de hatırlayanlarınız olur. Blackflip stüdyosunun en bilinen oyunlarından biriydi. Bu sefer firma NinJump oyununu farklılaştırarak cebimize getiriyor. NinJump’ın orijinal sürümünde 2 duvar arasında atlayan bir Ninja vardı. Elindeki katana bıçağı ile düşmanları öldürüyordu. Oyunun bize kattığı şey ise 3 simgeydi. O üç simge de bizim lehimizeydi. Daha
fazla duvar tırmanmanı sağlıyordu daha fazla yukarı çıkmanızı diyelim. Ya kuşa dönüşüyordunuz, ya sincaba dönüşüyordunuz ya da döne döne, belli bir süre, belli bir skora geliyordunuz. Oyunun amacı ise yine rekor kırmak. Bu sefer koşarak değil de tırmanaraktı. Ancak bu yeni oyunda ise tırmanarak değil koşma teması yaratmışlar. NinJump Dash, canlı multiplayer oynayabileceğiniz bir oyun haline dönüştü. Bu ne demek? Aynı ortamda ya da başka bir ortamda bulunan birisiyle/birileriyle aynı oyunu oynayabiliyorsunuz. Bu türü bir çok oyun gibi Fun Run’dan da hatırlayacaksınızdır. Bu oyun daha çok yarış halinde devam ediyor. Bir önceki sürümünde kendimizle yarış halindeyken şimdiki oyunumuzda başkalarıyla yarışıyoruz. Facebook’taki arkadaşlarınız dahil, rastgele seçilmiş kişilerle oynuyorsunuz. Ancak internet olmadığında “Ne yapacağım?” soracak olursanız, oyunun offline
23
hali de var. Yani, çevrimdışı da oynayabiliyorsunuz. Rakipleriniz sanal oluyor. Fun Run’daki gibi 4 kişiyle oynanıyor 1 oyunda ve karakterlerinizi değiştirme hakkınız oluyor paranız olunca. Oyunda ise 6 farklı mekan bulunuyor. Hepsi birbirinden eğlenceli diyebilirim. NinJump Dash oyunu nasıl oynanıyor peki? Oyun 2 tuştan oluşuyor. Birincisi
zıplama tuşu; diğeri ise güç tuşunuz. Bu benzerliklerden dolayı da Fun Run’dan bir farkı yok. Oyun, Fun Run’ın yan sanayi ürünü diyebiliriz. Aynı amaç, aynı hedef var. Rakibinizi saf dışı bırakarak birinci olmak. Hızlanma, dondurma gibi birkaç özellik sahip edinebiliyorsunuz. Gördüğünüz üzere grafikleri dışında Fun Run’dan hiçbir farklı özelliği yok. Bu
24
oyunu Backflip stüdyosu neden yapmış, hiçbir fikrim yok. Aklıma tekrar adını hatırlatma amacından başka bir düşünce gelmiyor. Bu oyunu tırmanma versiyonunda
gerçek zamanlı oyun yapsalardı daha orijinal olabilirdi. Direk başka oyunlara benzetme gereği duymazdık. NinJump dash oyununu AppStore ve Google Play’den ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
25
Checkpoint Champion Prototype’ın çıkarmış olduğu Checkpoint Champion, bir yarış oyunudur. Şirketin çıkardığı ilk oyundur. O yüzden onlar için indirme sayısı önemli. Eğer yarış oyunlarını seviyorsanız telefonunuzda bulunması gereken oyunlardan biri. Tam olarak yarış oyunu dememek lazım çünkü rakipleriniz yok. Araba oyunu diyebiliriz. Kendinizle yarışıyorsunuz bu oyunda. Çoklu bir oyun değil. Ama rakiplerinizin olmaması bu oyun oynanmaz anlamına gelmiyor. Oyuna sizi bağlayacak şeyler de var. Oyunda 24 temel görev olmasının yanı sıra 72 eşsiz ufak görev bulunuyor. Ve bu görevlerle oyun sürüyor. Oyunda çoklu araziler var. Tek
bir araziyle sınırlı kalmıyor. Ve oyunu oynarken sizi oyuna bağlayacak müzik size eşlik ediyor. Oyunu oynarken de bir sonraki seviyeyi görmek için çaba sarf ediyorsunuz. Peki, oyun nasıl bir oyun? Oyun öncelikle 2+1 tuşlu bir oyun. Birincisi sağ dönerken cihazınızdaki sağ tarafa basarak sağ tarafa drift yapıyor, sol tarafa dönerken de sol tarafa basarak o tarafa drift yapıyor. “+1” derken de aynı anda iki tuşa basarak da nitroyu kullanabiliyorsunuz. Yani arabanızın hızı artıyor. Oyun’da zorlayıcı olan şey ise süre sıkıntısı. Eğer istenen sürede yapamıyorsanız, tekrar o seviyeyi oynamak zorundasınız. Başka türlü geçme hakkınız yok. Süre ise 10 saniyedir. 10 saniyede bölümü bitirmeniz gerekir. Oyunun arabaları Retro dizaynından etkilenmiştir. Retro’yu seviyorsanız, kaçırmamanız gerekir. Bir başka özelliği ise oyun Türkçe Dil destekli. Eğer diğer dillerde zorlanıyorsanız, bu oyunu rahatlıkla indirebilirsiniz. Oyun, AppStore’da ve Google Play’de bedavadır. Her cihaza uygundur ve en son 18 Şubat 2015’te güncellenmiştir. Keyifli oyunlar!
26
Sinemadan Seçkiler Ve karşınızda The doors… / Alp Tunçer 1965’te başlayan ve 1971’de Jim Morrison’ın ölümüyle sona eren süreçte, şiirsel ve bir o kadar direkt olan şarkı sözlerinin yaratıcısı ve bir dönemin Amerika’sına âdete damga vurmuş olan The Doors grubunun bütün yaratılış sürecini görürken, grubun bulunduğu kısa dönemde ortaya koyduğu işler bu film sayesinde tekrardan hayat buluyor. Yönetmenlik koltuğunda birçok başarılı yapıta imza atmış Oliver Stone’u görüyoruz. Ve âdeta, diğer yapıtlarından mıdır bilinmez, bu tarihsel altyapısı olan,
biyografik filmin de altından kalkmayı başarıyor. Bu filmin yönetmenliğini yapmak dışarıdan kolay gibi gözükse de aslında zor. Çünkü bir dönemin gençliğine doğrudan etki etmiş, daha da fazlası sonraki nesillere tesir eden, milyonlarca seveni olan bir müzik grubunun biyografisi filme dönüşüyor. Eğer yönetmen en ufak bir hata yaparsa, çok net bir biçimde ortaya çıkacak ve belki de bütün filmin duygusuna etki edecek bir durum söz konusu. Ama Oliver Stone eski bir Doors fanı ve grubun tarihsel altyapısını çok iyi
27 bilen birisi olarak grubun içindeki yapıyı, Jim Morrison’ın psikolojisini ve o dönemin yapısını son derece başarılı bir biçimde seyirciye geçirmeyi başarıyor. Tabi ki yönetmenin başarısının yanında, ortadaki isim Jim Morrison olduğu üzere başrol oyuncusunun performansı da önemli yer tutuyor. Dolayısıyla Jim Morrison’a bu filmde hayat veren ve belki de oyunculuk hayatının en önemli rolünü oynayan Val Kilmer çok iyi bir performans sergiliyor. Kendi düşünce yapısı içinde olmayı seven, bazen kendisiyle çelişen, bazen kendi iç yapısını dünyaya tercih eden ama genel olarak olaylara her zaman farklı açılardan bakmayı başarmış bir karakteri Val Kilmer çok doğru şekilde ortaya çıkarıyor. Filmin konusuna baktığımız zaman bir biyografi filmi olduğu için çok da fazla söylenecek bir şey yok. Film; The Doors grubu ve Jim Morrison’ın kısa ama uçlardaki yaşamını genel kapsamıyla anlatıyor. Bununla birlikte şunu da söylemek gerekir ki; çoğu zaman kalın çizgilerle anlatılan ve gerçek anlamda içselleştirilemeyen rock felsefesini gerçekçi ve direkt bir biçimde ortaya koyuyor. 1960 -70 rock müzik, Jim Morrison ve The Doors müzikleri üzerine oluşturulan altyapısıyla, müzik üzerine kurulu filmler arasında sağlam bir yeri olan önemli bir yapıt. Yapımı: 1991 - ABD Tür: Biyografi , Dram , Müzikal Süre: 140dk Yönetmen: Oliver Stone Oyuncular: Meg Ryan ,Kelly Hu , Val Kilmer, Michael Madsen , Kyle MacLachlan Senaryo: Oliver Stone , Randall Jahnson Yapımcı: Sasha Harari , A. Kitman Ho -İyi seyirler-
28
29
e t e z r e niv
ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete