UNIVERZETE 106

Page 1

/106

e t e z r e niv

zete


Sayı: 106 / 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Cenk Bonfil, İlgi Özdikmenli,

ZEKİ ALASYA

TOPLUMSAL DEĞİŞİM: CHANGE.ORG

KAMPÜS DOSTLARIMIZIN SERGİSİ

BU YAZ YİNE CAZA DAVETLİSİNİZ

BELLEĞİMİZE KAZINMIŞ ÇOĞU RESMİN SAHİBİ; MAGNUM PHOTOS

BU HAFTA TİYATRODA NE VAR?

6 HARSH TRUTHS YOUR PARENTS NEVER TOLD YOU

OYUNKOLİK

Tuğçe Kılınç Yazılar İlgi Özdikmenli, Sezin Katalon, Cenk Bonfil, Deniz Eroğlu, Ayoub Lougdali, Alp Tunçer, Yaprak Gülbahar, Duygu Taneri, Efe Demiral Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


Yeni nesil için Küçük Ağa’nın dik duruşlu, sert bakışlı ama yumuşak kalpli dedesiydi. Eski kuşaklar için çok daha fazlası. Benim içinse, girdiği her filme, her diziye samimiyeti getiren, yüzüne bakınca güven hissettiren bir duayendi. “Hayattan Korkma”nın babacan Rıfkı’sı, “Aşk Geliyorum Demez”in eğilmez, güvenilir İsmail’i, Akasya Durağı’nın, Şans Kapıyı Kırınca’nın, Yabancı Damat’ın, Cennet Mahallesi’nin vazgeçilmeziydi. Ve daha öncesi, Metin Akpınar’ın biricik ortağı, bu coğrafyada yaşayan herkesten bir parça olan Mavi Boncuk, Sev Kardeşim, Köyden İndim Şehire filmlerinin olmazsa olmazıydı. Hiç tanımadan çok sevdiğimiz insanlardandı Zeki Alasya. Güzel insanlar birer birer gidiyor, bizlereyse yalnızca geride bıraktıkları eserleri ve onlarla aynı dönem yaşamış olmanın, yaptıklarına tanıklık etmenin onuru kalıyor. Işıklar içinde uyu Zeki Usta! İlgi Özdikmenli Zeki’siz Metin, Metin’siz Zeki olmazdı. Onların seneler önce yaptığı komedi, zamanlarını aşıp bugüne kadar geldi. Bizden sonrakilerin de onları izleyip gülmekten katılacağı kuşkusuz. Böyle kaliteli işler herkesten her zaman çıkmıyor. Bu ikilinin yaptığı işler Türk tiyatrosunda bir devirdi. Şimdi Zeki Alasya gitti, Metin Akpınar yarım kaldı. Güzelliklerle dolu koca bir sayfa kapandı. Bu güzelliklerin değeri Türkiye’de her zaman çok iyi bilinmiyor. Lütfen! Zeki Alasya’nın değerini bilelim. Onu hatırlayalım, hak ettiği şekilde analım. Cenk Bonfil

Zeki Alasya

4


5

Şimdi nostalji diye baktığımız, yapım kalitesini özlediğimiz, doya doya güldüğümüz hatta kahkahalara boğulduğumuz filmlerde hep sen varsın Zeki Alasya. Sen gittin, çocukluğumuzu da yanında götürdün. Seni hep saygı ve sevgi ile anacağız büyük usta. Nur içinde yat. Sezin Katalon Çocukluğumdan bugüne kadar beni filmleri ve dizileriyle büyüten, güldüren büyük usta yerin bende çok ayrı. Seni asla unutmayacağız. Mekanın cennet olsun. İrem Bayer Çoğu kişi çocukluğundan bahsetti Zeki Alasya’nın ardından çünkü gerçekten çocukluğumuzun bir parçasıydı o bizim. Ailece televizyonun karşısına geçtiğimiz akşamlar çaylarımızı yudumlarken attığımız her kahkahanın bir parçasıydı Zeki Alasya. Halit Akçatepe’nin “Himmet Ağabey” deyişi geliyor aklıma hala ve gözümde canlanıyor Zeki Alasya’nın altınları sayışı. Güldürmekle de kalmadı, bazen de ağlattı Zeki Alasya. İnsanları duygudan duyguya sürükleyen, Devekuşu Kabare ile düşündüren, yani yaptığı her işin hakkını fazlasıyla veren bir ustaydı. Sadece o mu? Adile Naşit, Kemal Sunal, daha niceleri... Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Türk edebiyatının büyük ustası Yaşar Kemal’in de dediği gibi, “o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.” Umarım gittiğin yerde huzurlusundur büyük usta, nurlar içinde uyu. Tuğçe Kılınç Hani ölümün yakışmadığı insanlar olur ya, Zeki Alasya da onlardan biriydi. Hep güleryüzüyle tanıdığımız, evimizden biri olan, bize kişiliğiyle yaşamıyla çok şey katan birine veda edebilmek kolay olmuyor ama ne yazık ki tek tek gidiyor çınarlar... Rahat uyu güleryüzlü adam. Duygu Taneri


6

toplumsAl Değişim: ChAnge.org / İlgi Özdikmenli, Sezin Katalon, Cenk Bonfil Geçtiğimiz hafta fırtınalı, yağmurlu ve elektriksiz bir akşam üstünde, Karaköy kafelerinden birinde mum ışığı eşliğinde, Change.org Doğu Avrupa ve Batı Asya Direktörü Dr. Uygar Özesmi ile çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Zor şartlarda yapılan bir görüşme oldu ama tüm olumsuzluklara rağmen sorularımızı bütün ayrıntılarıyla, sonuna kadar yanıtladı. Change.org ve dijital aktivizm hakkında merak ettiklerimizi bize tüm samimiyetiyle anlattı. Biz sohbetine doyamadık. Umuyoruz devamı gelir çünkü

onunla konuşacak konu çok. Eminiz siz de doyamayacaksınız. Bu sebeple daha fazla uzatmadan sözü Uygar Özesmi’ye bırakıyoruz. Merhaba, öncelikle istedik ki; hiç bilmeyen biri için Change.org’u nasıl tanımlarsınız onu öğrenelim. Change.org bir sosyal değişim platformu. Yaratmak istediğiniz değişim için, toplumda gördüğünüz sorunlara önerdiğiniz çözümleri başkalarıyla paylaşıp, bir muhataba yönelik bu sorunların çözümü veya bu değişimi gerçekleştirmek üzere


7 benzer duyguları paylaşan insanları bir araya getirdiğiniz, bir hareket oluşturduğunuz, örgütlendiğiniz bir platform. Platformu imza kampanyalarının YouTube’u gibi düşünebilirsiniz. Nasıl herhangi bir videoyu Youtube’da paylaşıyorsanız aynı şekilde, change.org’a gelerek, görmek istediğiniz değişimi gerçekleştirmek üzere insanları harekete geçirebilirsiniz. Bu değişimin gerçekleşmesi için onlarla örgütlenip, bir değişim yaratma şansına sahipsiniz. change.org’un temelde görmek istediği şey; hiç bir insanın değişim yaratmak için kendini güçsüz hissetmediği bir dünya; nerede olursan ol, kim olursan ol, görmek istediğin değişimi gerçekleştirmek üzere harekete geçebil. Amacımız; toplumsal değişimin günlük hayatın bir parçası olması. Change.org Türkiye’ye nasıl geldi ve siz nasıl dahil oldunuz? Change.org’u Türkiye’de Eylül 2012 tarihinde açtık. Change.org’un Türkiye’ye

gelmek istediğini öğrenince, ben kendileriyle iletişime geçtim. Onlar da bana Change.org’u Türkiye’de kurar mısın dediler. Ben de onun üzerine ekibi topladım ve Change.org’u Eylül 2012 tarihinden beri geliştiriyoruz. Bir yıl içerisinde 1 milyon kullanıcıya ulaştı. İki yıl içerisinde 3 milyon kullanıcıya ulaştı. Şu anda da 5 milyon kullanıcıyı geçmiş durumda. Platform nasıl bir gelişim süreci izledi ve şu an ne durumda? Çok hızlı büyüdü rakamlardan da görüldüğü gibi. Çünkü gerçekten insanlar Türkiye’de değişime açlar. Toplumsal birçok sorun var. Bu toplumsal sorunlara karşı harekete geçmek isteyen insanlar var. Change.org’un en önemli özelliği de insanların yalnız olmadıklarını görmelerini sağlaması. Hepimiz diyoruz ki bir kişi neyi değiştirebilir? Ama bir bakıyoruz ki esasında bizim gibi düşünen, bizim istediğimiz değişimi isteyen on binlerce, yüz binlerce insan var. Bu insanlarla bir


8

araya gelme şansı tanıyor bize change. org. Fark ediyoruz ki esasında yalnız değiliz. Bizim gibi insanlar var ve bu insanlar bu platformda buluşup bir toplumsal harekete dönüşmüş oluyorlar. Change.org üzerinden örgütlenebiliyorlar. Birbirleriyle haberleşebiliyorlar. Kampanyaların gelişimini görüyorlar. Kampanyaların başarılı olduğunu görüyorlar, böylece değişime olan inançlarının yanı sıra birbirlerine inançları da artıyor. İnsanlar “ya ben ne yapabilirim ki” noktasından “ben bunu yapabilirim ya” noktasına geliyorlar. Bu sayede de toplumsal değişimi çok hızlı bir biçimde katalize eden bir platform olarak hayatlarımızda yerini alıyor Change.org. Gelişimin ana nedenlerinden bir tanesi de bu: İnsanların sistemin işe yaradığını görmesi. Yalnız olmadıklarını fark etmelerinin de bu hızlı gelişimde önemli bir payı oldu. Bu sorunun cevabını biraz almış olduk ama misyon ve vizyondan bahsedecek olursak? Misyonu, insanlara değişim için güçlü bir araç sunmak. Bu araç sayesinde, insanların kullanımıyla değişimin, günlük

hayatın bir parçası olmasını sağlamak. Vizyonuysa; kimsenin kendisini değişim için güçsüz hissetmediği bir dünya. Demokrasinin en önemli gereği katılım, dolayısıyla gerçek anlamda demokrasi kavramının yerleşmesini istiyorsak, bireylerin toplumdaki değişimde aktif rol almasının demokrasinin en önemli göstergelerinden olduğunun bilincinde olmalıyız. Bence change.org’un vizyonu bu demokrasi anlayışını pekiştiren, geliştiren ve geleceğe taşıyan bir yaklaşım. Change.org Türkiye’de dijital aktivizmi çok iyi bir noktaya getirdi. Sizce bu durum nasıl gelişti? Ne noktadaydı, nereye geldi? 2012 senesinde dijital aktivizm anlamında baktığımızda kitlesel bir programı olan sadece Greenpeace Akdeniz vardı. O dönemde ben Greepeace Akdeniz’i yönetiyordum. Orada çok iyi bir sosyal medya ekibimiz vardı. 800 bin imzayı geçen imza kampanyaları düzenlenmişti. Bunların içerisinde yavru balıkların kurtarılmasına yönelik “Seninki kaç santim?” kampanyası, nükleersiz bir dünya kampanyasında 300 binin üzerinde imza toplanan başka bir kampanya,


9

genetiği değiştirilmiş organizmalara karşı yürütülen ve yine 300 bini aşan imza kampanyaları oldu. Dolayısıyla kitlesel anlamda dijital kampanyacılığı yapan o dönemde bir tek Greenpeace vardı. Tabii bu tek bir örgütün, tek bir alanda yaptıklarıyla sınırlıydı. Çevre alanında nükleer karşıtı, kömür karşıtı ve Türkiye’deki balık stoklarını koruyan kampanyaların dışında bu alanda çok büyük bir hareket yoktu. change.org’un devreye girmesiyle dijital kampanyacılık sadece kurumların elinden çıkıp bireylerin de eline geçti. Kurumlar tabii ki kampanya yapacak, bu kampanyaları yürütecekler ve tabii ki çok başarılı olacaklar. Yeni ve farklı olan, artık sokaktaki insan da bunu yapabiliyor. Sıradan insan diye bir şey kalmadı. Artık herkes eline o gücü alıp sıradan bir insan değil, değiştiren bir insan oluyor. Dolayısıyla gerek imza atarak gerek kampanya başlatarak insanlar aktif birer vatandaş oluyor. O yüzden de change.org sayesinde Türkiye’de artık dijital kampanyacılık ciddi bir biçimde gündeme oturmuş durumda. Bu aslında çok da şaşılacak bir durum değil çünkü internet kullananların %15’i change.org’da bir profile

sahip. Böyle baktığınızda her yüz internet kullanıcısından on beşi değişim için harekete geçmiş. Bu sayı önümüzdeki yıllarda daha da artacak. Öyle ki her ay bize yaklaşık 200 bin yeni üye katılıyor. Dolayısıyla çok yakın bir zamanda bu oran %20’ye çıkacak. Sonra %30, %50 olacak ve bir gün gelecek ki artık herkes change.org’da inandığı şeyler için, inandığı toplum için, toplumsal dönüşüm için harekete geçmiş olacak. İnsanların toplu olarak kendileri için iyi olanı bildiğinden yola çıkarsak, o zaman zannediyorum bizim hayatımızı daha doğrudan ilgilendiren şeylerde pozitif değişimler olacak. Dediğiniz gibi mesela az önce babamla röportaj hakkında konuştum, aslında örneğin sosyal medya hesapları olmadığını ama change.org’a güvenerek üye olduğunu ve aktif olarak kullandığını söyledi. Bu güveni nasıl sağladınız? İnsanlar nasıl “evet üye olmalıyım” diyecek noktaya geldi ve bir anda yayıldı? Bunun temelinde etkili olması ve insanların kendi gerçeklerine hizmet etmesi yatıyor. Biz bir hizmet üretiyoruz. Biz kendimiz için bir şey istemiyoruz.


10

Change.org sonuçta kar için çalışan bir şirket değil, bir sosyal fayda şirketi. Sosyal fayda şirketi olduğu için de kullanıcılarına hizmet etmek üzere var olduğu için change.org kullanıcıları bu etkiyi görmüş insanlar. Dolayısıyla biz hiç bir reklam çalışması, iletişim çalışması, kendimizi güçlü bir şekilde anlatma çalışması yapmadık. Ne de böyle bir şeyin oluşması için kaynak ayırdık. Biz neye yatırım yaptık? İnsanlara yardımcı olmaya yatırım yaptık. Biz insanlara yardımcı oldukça, kampanya insanlar için faydalı oldukça, başarı getirdikçe o itibar zaten kendiliğinden oluştu. Bizim başka bir şey yapmamıza gerek kalmadı. Bu arada bunların tam tersi de oluyor. İnternette olduğu için güvenmeyenler, internete zaten bütün bilgilerimizi veriyoruz diyenler var. İnternette sen zaten bütün sosyal medya hesaplarında kendine ait her şeyi açık ediyorsun. E-mail hesabından resimlerine seninle ilgili pek çok bilgiye zaten insanlar kolaylıkla ulaşabiliyor. Dolayısıyla imza kampanyalarına güvenmemek için hiçbir neden yok. İmza

kampanyalarının doğasında “Ben varım” demek var. Adı üstünde imza kampanyası. İmzanı attığın bir şeyden niye korkasın ki? “Ben varım.” demeye korkuyorlar. Zaten “Ben varım” demeye korkan imza atmasın. Korkakların Change.org üzerinde işi olduğunu düşünmüyorum. Fikrini söylemeye cesareti olanlar olsun diyorsunuz. Evet aynen öyle. Bir kampanya sürecini kısaca anlatır mısınız? Bir insan kendisini rahatsız eden bir durumla karşılaştığında “Ben bununla ilgili bir şey yapacağım.” diyor ve süreç nasıl ilerliyor? Çok basit. “Kampanya başlat” düğmesi var kocaman, kırmızı. Ona basıyorsunuz. Çok basit üç soruyu yanıtlıyorsunuz. Muhatabın kim? Neyi değiştirmek istiyorsun? Niye istiyorsun? Sonra resim de ekleyerek kampanyanı geliştiriyor ve bunu paylaşmaya başlıyorsun. Sadece sen kendi arkadaşlarınla bile paylaşsan oradan bir etki doğuyor. Onlar da şayet bu kampanyaya inanıyorlarsa, doğru


11

muhatabı seçmişsen, talebin netse, argümanını iyi yapmışsan, o zaman onlar da seni destekliyorlar, onlar da yayıyorlar ve kampanyan çığ gibi büyüyebiliyor. Baktın takıldı bir yerde, bu sefer change. org’u kullanarak seni imzalayanlara tekrar çağrıda bulunabiliyorsun. Mesela diyorsun ki “Haydi arkadaşlar şimdi hep beraber Twitter’da bu linki paylaşıyoruz.” İnteraktif bir süreç de başlıyor böylece. Aynen öyle. Zaten günümüzde internet interaktif bir mecraya dönüştü. İnternet sizin girip de eylem yaptığınız bir alan değil esasında. İnternet artık etkileşim içerisine girdiğiniz bir alan. İnternetin “Broadcast Media”dan farkı bir etkileşimin var olması. Bir gazete yaparsın, tüm toplumsal sorunları yazarsın, altına insanlar yorum yazar. Change.org o etkileşimi bir adım öteye geçiriyor ve sen o etkileşimin sonucunda harekete geçip somut bir şeyler yapıyorsun. Aradaki temel fark o. Bir araya gelip örgütleniyorsun, bir amaç için birlikte hareket ediyorsun. Sonuca ulaşmış bir ya da birkaç kampanyayı anlatabilir misiniz?

400’e yakın kampanya şu an Türkiye’de başarılı olduğu için nereden başlayacağımı bilemiyorum. Aklımda kalan, beni çok derinden etkileyen bir takım kampanyalar oldu. Mesela bir tanesi çok yeni kazanıldı. “Ekin’e ilaç lazım.” kampanyasında 367 bin insan imza attı. Bu kampanyayı kızı için başlatan kişi Şahin Yıldız. Kendisi kampanyayı çok sahiplendi ve kızı için çok ciddi bir mücadelenin içine girdi. Esasında bunu sadece kızı için yapmıyordu. Kızı için bunu başarması demek SGK’nın MPS hastalığının şu an tek tedavisi olan “vimizim” ilacını kapsama içine alması demekti. Bunun sonunda MPS hastası olan 250 çocuk bundan faydalandı. Dolayısıyla çok ciddi bir politika değişikliği gerçekleşti. 250 ailenin hayatı tamamen değişti. Bunun dışında beni derinden etkileyen kampanyalardan bir diğeri; Türkiye’de ilk defa tabiat kanunu izleme girişimi adı altında 116 sivil toplum kuruluşu bir araya geldi ve “doğa koruma kanunu” denen ama esasında doğanın korunmasını azaltacak bir kanun taslağının mecliste görüşülmemesi için başlatıldı. Bunun sonucunda tabiat kanunu izleme girişimi, tabiat kanununun bu haliyle kanunlaşmamasını sağladı. Bu kampanyada sözcülüğü ünlü dağcı Nasuh Mahruki yapıyordu. Bu kampanyanın arkasında 116 STK vardı ve birlikte hareket ettiler. STK’ların birlikte hareket edemediğine, Türkiye’de insanların bir araya gelemediğini söyleyenlere bu çok güzel bir örnek bence. Esasında istersek, inanırsak, örgütlenirsek bal gibi birlikte çalışıyoruz, bal gibi bir araya geliyoruz ve bunun sonucunda da çok önemli toplumsal değişimi gerçekleştirebiliyoruz. Burada önemli olan insanların bağcıyı


12 dövmek için değil, üzüm yemek için hareket etmeleri, yapıcı olmaları, çözüm göstermeleri, net olmaları, neyi isteyip neyi istemediklerini net ve güzel bir biçimde ifade edebilmeleri. Arkasındaki desteği, o argümanların altını doldurabilmeleri. Ve bütün bunları yaparken başkalarını karşısına alan veya ders veren bir dille değil, gerçekten kucaklayıcı bir dille bunu gerçekleştirmesi son derece önemli. Peki mesela bu örneklerden yola çıktığımızda insanları imza atmaya teşvik eden şeyin gerçekten kalplerine dokunan konular olduğu sonucuna varabilir miyiz? Kesinlikle kalbe dokunmak çok önemli ama sadece kalbe dokunursanız onun da belirli bir boşluğu oluyor. Bir de kalpten etkilenen gibi, akıldan etkilenenler de var. Bütün detayı görmek isteyen var, işi kısaca okuyup kararını hızlıca vermek isteyen var. Dolayısıyla hem akla hem kalbe, herkesin anlama, tepki verme modellerinin hepsine seslenen çoklu kampanyalar genellikle daha başarılı oluyor. İşitsel insan için radyo programı önemli, görsel insan için televizyon programı önemli, okuyan için metin önemli, bilgisayarla yaşayan için bilgisayarı, yalnızca cep telefonu kullanan için cep telefonu önemli. Yani bütün bu insanlara kampanyanızda ulaşmanız lazım. Hepsini harekete geçirmeniz önemli. Yani hedef kitleyi belirlemek önemli. Ben hedef kitle kavramını sevmiyorum. Hedefe bir şey koyuyorsun, sonra vuruyorsun gibi anlaşılıyor (gülüşmeler). Ulaşmak istediğiniz insanlar diyeyim.

O zaman başarılı bir kampanya hem duyguya hem mantığa hitap etmeli. Herkesin ikna olduğu ayrı bir nokta var diyorsunuz. Evet, kesinlikle öyle. Buradan başarılı bir kampanyaya gelecek olursak sizce başarılı kampanya sonuca ulaşan, talep ettiğini alan mıdır yoksa yankı uyandıran kampanya da başarılı sayılır mı? Bence şüphesiz yankı uyandıran bir kampanya da en az diğer kampanyalar kadar önemli. Çünkü bugün birilerinin kafasına çözümle ilgili bir kurt düşürmüş olabilirsin. Onun büyümesi gerekir. Bazen bir fikrin mayalanması gerekir, tartışılması gerekir. O noktaya gelinceye kadar bir kitle oluşturmak son derece önemli. Şu anda change.org üzerinde devam eden bir çok kampanya var. Onlar şu an başarılı olmayacak ama yarın olacaklar. Mesela bir tanesi toplumsal olaylarda biber gazının kullanılmaması yönünde bir kampanya. Bir de biber gazı Kore’den sipariş edilmesin diye bir kampanya var. Dediğiniz Af Örgütü tarafından yürütülen ayrı bir kampanya. O da var, o da var. Bu da güzel. Bir sorunu pek çok değişik açıdan pek çok değişik insan ele alıp kampanya başlatabiliyor. Gelecekte biber gazının tamamen kullanımdan kalkacağına inanıyorum çünkü barışçıl olaylarda biber gazı kullanımı çok çeşitli zararlara, ölümlere yol açabiliyor. Dolayısıyla bu konuda halkın buna tepkisiz, sessiz kalmayacağını düşünüyorum. Bu konuda hala bir şey yapılmadı ama bir gün yapılacak. O nedenle bunu söyleyen, bunu


13

talep eden insanların varlığı bence çok önemli. Bugünün mevcut ortamına da uygun olarak (gülüşmeler) hiçbir şey yapmamaktansa karanlıkta bir mum yakmak önemli. Çünkü tek bir mum bile karanlığı aydınlatır. Belki orası bütünüyle aydınlanmaz ama bir nokta ışığa kavuşur. Herkesin kampanya başlatabildiğini biliyoruz. Peki bu noktada olumsuz içerikli kampanyalar -örneğin ırkçılık içerikli- ortak toplum vicdanını sarsacak nitelikteki kampanyaları engellemek için herhangi bir filtreleme veya denetleme sisteminiz var mı? Elbette belirli politikalarımız var içeriğe dair. Mesela tabii ki karalama, ırkçı söylem, kabadayılık, şiddete özendirme, kanunlara aykırı söylemler gibi konular üzerinde. Ancak bu konularda bile bizler polislik yapmıyoruz. Şayet böyle bir kampanya birilerinin dikkatini çeker ve bize şikayet ederlerse, o zaman değerlendirmeye alıyoruz. Biz ne polis, ne savcı, ne de hakimiz. Biz aynen YouTube gibi Twitter gibi Facebook gibi bir ortamız. Şikayet gelirse, kullanım şartlarımız

doğrultusunda, o içeriği çıkarma durumu olabilir. Ancak ne mutlu ki böyle vakalarla neredeyse hiç karşılaşmıyoruz. Çünkü bir kampanya başlatıp insan toplamak isteyen kimse altına ismini ve imzasını atarak ırkçılık yapmaz. Bu toplumsal kuralların bir mekanizması zaten var. Ve toplumsal mekanizma kendi kendine bir otokontrol sistemi sağlıyor. Bu noktada insanlar change.org’a daha fazla güveniyor ve içeriği bir sağduyu süzgecinden geçirdikten sonra, kampanya başlatmak adına gereken cesareti bu sisteminiz sayesinde de topluyor olabilirler. Tabii, çünkü Change.org açık bir platform. Çeşitliliğe önem veriyor. Dolayısıyla hangi görüşten olursan ol, neye inanırsan inan, doğruların ne olursa olsun, doğrularını fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında Change.org’da ifade edebiliyor olman lazım. Biz bunların arasında kendimiz ayrımcılık yapmıyoruz. Biraz da gelir modelinizden bahsedebilir miyiz? Change.org’un gelir modeli de tamamen


14 amacı ve misyonuyla birebir örtüşüyor. Change.org temelde, harekete geçmiş, belli bir konuda ilgili insanları, sivil toplum kuruluşlarıyla buluşturarak gelir elde ediyor. Diyelim ki siz kadın haklarıyla ilgili pek çok kampanyaya imza attınız, o zaman önünüze bir reklam çıkıyor ve bir kadın örgütünün kampanyasını size aktarıyor ve kampanyaya katılıp katılmayacağınızı, o kadın örgütüyle iletişime geçmek isteyip istemeyeceğinizi soruyor. Bunun üzerine bu kadın hareketinin sizinle iletişime geçmesine müsaade edip etmediğinizi soruyor. Ederseniz, sizin kontak bilgileriniz bu sivil toplum kuruluşuyla paylaşılıyor ve onlar sizinle iletişime geçerek haber bültenlerinden haberdar olmanızı, gönüllü/bağışçı olmanızı sağlıyorlar. Tüm bu çöpçatanlığın karşılığında ise her seferinde bir küçük hizmet bedeli change.org tarafından alınıyor. Bu sayede change.org ayakta duruyor. Sokakta parası olmayan aktiviste, değişim yaratmak için harekete geçen insana bu hizmeti verebilmek için, bu işi daha profesyonel yapan, o aktivistlerle iletişime geçme ihtiyacı hisseden sivil toplum kuruluşlarından elde ettiği gelirle bu hizmeti sağlayabiliyor. Daha çok kim kampanya başlatıyor, ne tür insan profili ve hangi ülkelerden daha fazla kampanya çıkıyor mesela? Genel olarak Change.org’u kadınlar erkeklere göre %10 daha fazla kullanıyorlar. Buradan nasıl bir sonuç çıkartılır toplumsal olarak bilemiyorum (gülüşmeler). Ama bu bütün ülkelerde böyle, sadece Türkiye’de değil. Yine enteresan durumlardan bir tanesi; change.org üzerinde Türkiye’de ve Rusya’da insanlar çok aktifler. Bunun mevcut demokrasi

anlayışıyla bir ilgisi var mı yok mu bilemiyorum. Ama Rusya ve Türkiye kullanıcı sayısı bakımından 5.ve 6. en büyük ülke change.org üzerindeki. En fazla kampanya olan alanlar ise ülkeler arasında ufak değişiklikler gösteriyor. Ancak sistematik bir değişimden bahsetmek mümkün değil, hakikaten insanlar her konuda kampanya açıyorlar. Demek ki insanların çeşit çeşit sorunları ve çeşit çeşit çözüm önerileri var. Dolayısıyla herkesin toplumun nasıl olması gerektiği konusunda bir fikri var ve bu fikirler için de harekete geçiyorlar. Bence bu çok umut verici bir şey. Bütün dünyada da yaklaşık 100 milyon üyeye hızlı bir biçimde yaklaşıyoruz. Ümit ediyorum önümüzdeki haftalarda 100 milyon üyeyi hep birlikte kutlayacağız. Yani günlük sorunları yaşarken, ortak duygularda ve değerlerde, insan olarak birleşebiliyoruz… Kesinlikle öyle. İlginç bir gözlemimi sizlerle paylaşayım: change.org üzerinde bir toplumsal olaya insanlar tepki verdiğinde genellikle bunların arasında büyüyen ve sevilen kampanyalar en sağduyulu olanlar oluyor. Çünkü insanlar genellikle yalnız başlarına ekranın karşısında gerçek kimlikleriyle olduklarında, çoğu zaman vicdanlarıyla hareket ediyorlar.


15


16

Kampüs Dostlarımızın Sergisi Kampüsümüzde bizimle birlikte yaşayan tüm hayvan dostlarımızın adına harika bir sergi açıldı! / Duygu Taneri Kampüslerimizde yaşayan can dostlarımızın yaşam koşullarını iyileştirmek, farkındalık yaratmak ve tüm insanlara birlikte yaşama kültürünü yaygınlaştırmak amacıyla çalışmalar yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Programı PUBLICA Ajansı öğrencileri bu yıl hayata geçirdikleri Bilgi Hayvan Dostları İnisiyatifi kapsamında kampüslerde yaşayan dostlarımızı daha yakından tanıtmak amacıyla harika bir sergiye imza attı. Sergide kampüsümüzde yaşayan kedi ve köpeklerin harika fotoğrafları yer alıyor. Onların kişiliklerine göre koyulan sıfatlar da - örneğin: Yaygaracı Köpek, Meraklı Tekirkız, Yaramaz Sylvester gibi - serginin

ayrıca neşe kaynağı olmuş durumda. Üniversitelerde yaşayan hayvanların fotoğraflandığı ilk sergiydi bu, o yüzden ayrı bir önem taşıyor. Sergiye üniversitemizden akademisyenler, öğrenciler, görevliler, Eyüp Belediyesi Başkan Yardımcısı, Eyüp Belediyesi barınağından veteriner ve görevliler, okulumuzdaki köpeklerimizden Yapboz’un eğitmenleri ve sergideki fotoğrafları çeken fotoğraf sanatçısı Sertan Tiryaki’nin de katılmasıyla hem kalabalık hem de keyifli bir ortam vardı. Ayrıca yakın zamanda hayata geçirilen Eyüp Belediyesinin ‘Hayvan Ambulansı’ aracı da sergimize geldi. Ülkemizde sokaklarda yaşayan, petshopla’dan sahiplenilerek barınaklara


17

veya sokaklara bırakılan, arazilere atılan hayvanların durumu çok kötü olsa da en azından artık daha görünür hale geldi. İnsanlar bu dünyanın sadece kendilerine ait olmadığının – geç de olsa- yavaş yavaş farkına varmaya ve harekete geçmeye başladı. Maalesef Kısırkaya Kampı gibi ölüm kampları, belediyelere ait olan barınakların durumu, toplumumuzun hayvanlara karşı bakış açısı içler acısı olsa da öğrencilerin en azından kendi çevrelerinde bir farkındalık yaratmaya çalışması, bunun bilincinde ve farkında olmaları, bu sergiyi düşünerek hayata

geçirmelerinin alkışlanmayı hak ettiğini düşünüyorum. Umarım hayvanlar da ülkemizde bir gün hak ettikleri sevgiyi ve değeri görürler. Sözü fazla uzatmadan Publica Ajansı öğrencilerini ve bu sergide emeği geçen herkesi tekrar kutluyorum. Sergi bir hafta boyunca İstanbul Bilgi Üniversitesi santralistanbul kampüsünde herkesin ziyaretine açık olacak!


18


19


20


21


22

Bu Yaz Yine Caza Davetlisiniz / Yaprak Gülbahar

Yazın başlamasına günler kalmışken, İstanbul’da hafta sonları güzel havanın tadını çıkarırken, sahil kenarlarında keyifli vakitler geçirmenin yanında heyecanlandığım en önemli aktivitelerden biri de elbette yaz aylarında şehrin farklı noktalarına yayılan sanat festivallerinden biri olan İstanbul Caz Festivali. Her yaz, caz dünyasının birbirinden değerli isimlerinin merakla beklenen performanslarıyla tüm caz ve müzik tutkunlarını heyecanlandıran bir festival. 1994 yılından beri düzenlenen ve İKSV’nin en

genç festivallerinden biri. Bu yıl Haziran sonu başlayıp Temmuz ayının ortalarına kadar sürecek. 22. yaşını kutlayan İstanbul Caz Festivali genç ve dinamik yapısı ile şimdiye kadar klasik ve modern cazın yanında Latin caz, kuzey cazı gibi farklı alt türlere, cazın elektronik müzikle bir araya geldiği çağdaş ve yeni yorumlamalarına sahne oldu. Ve her yıl bizleri caz başta olmak üzere rock, pop, blues, reggae, funk, folk gibi farklı dünya müziği


23

örnekleriyle buluşturdu.Müzik seçimindeki çeşitliliğini konser mekanlarına da taşıyan festival, bu yıl Cemil Topuzlu’dan Aya İrini’ye, Küçük Çiftlik Park’tan Fenerbahçe Parkı’na kadar uzanan çeşitli mekanlarıyla müziğe klasik konser alanlarının dışına çıkma özgürlüğü tanıyor. Böylece festivalinize İstanbul’un tarihi mekânlarında, cadde, sokak ve bahçelerinde ulaşabilme ayrıcalığı buluyorsunuz. Bir başka deyişle sanat neredeyse evinize konuk oluyor. Bu yıl İstanbul Caz Festival’inin çok zengin bir menüsü var. Bu menüde kimler yok ki. Türkiye’den Emin Fındıkoğlu ve Bora Uzer, cazın Ermenistan’da yükselen sesi Tigran Hamasyan ve Erivan Devlet Oda Müziği Korosu, bir kuşağın hafızalarına kazınmış efsanevi ses Joan Baez, Miles Davis gibi bir caz dahisi

ile çalışmış bas gitarist Marcus Miller, “So We Meet Again” demekten kendimizi alamayacağımız yumuşacık sesiyle Melody Gardot, piyanist Jools Holland, bas virtüözü Charnett Moffett, Buena Vista Social Club ile hepimizin hayranlığını kazanmış Kübalı caz piyanisti Fonseca ile Diawara ve daha fazlası. İstanbul’un en önemli caz buluşmalarından biri haline gelen İstanbul Caz Festivali 22. açılış gecesini, 27 Haziran akşamı “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” sahibi Emin Fındıkoğlu’nun on iki müzisyenle bir araya geldiği projesi ile Avusturya Kültür Ofisi’nde yapacak. Açılış gecesini, Türk cazının önemli vokallerinden Bora Uzer tamamlayacak. Festivalin kapanışı ise meraklılarını çok heyecanlandıracak yenilikçi bir mini konserler serisi ile 15 Temmuz akşamı


24 Küçükçiftlik Park’ta. Gecede önce sahneye Amerikalı genç trompetçi Theo Croker çıkacak. Croker’ın ardından sahneyi soul müziğin geleceği olarak gösterilen Avustralyalı grup Hiatus Kaiyote devralacak. Gecenin son konserinde ise müzik otoritelerinin Bill Withers ve Otis Redding gibi çok önemli isimlerle karşılaştırdığı genç soul müzisyeni Michael Kiwanuka dinleyicilerle buluşuyor. Bana gelince, neredeyse üç hafta sürecek olan heyecan verici bu caz maratonunda özellikle iki isim için çok heyecanlanıyorum. Bu isimlerden ilki Tigran Hamasyan. Ermeni müziğine aşina olanların hemen tanıyacağı başarılı ve genç piyanist Tigran Hamasyan festival kapsamında iki kez İstanbul’daki müzikseverlerle buluşuyor. Hamasyan, meditasyon etkisi yaratan müziğiyle ve farklı tarzların hakim olacağı iki ayrı konserle unutulmaz iki gece vaat ediyor. Tigran Hamasyan’ın vereceği ilk konser Aya İrini Klisesi’nin etkileyici atmosferinde gerçekleşecek. Hamasyan’ın geleneksel Ermeni müziklerini yorumlayacağı konserde genç piyaniste, Harutyun Topikyan’ın yöneteceği Erivan

Devlet Oda Müziği Korosu eşlik edecek. Konserin en dikkat çeken yönlerinden biri ise Hamasyan’ın sergileyeceği performansın dünyanın yüz farklı yerinde, yüz farklı kilisesinde sergilenecek olması. Farklı topraklar, farklı dinler, farklı insanlar arasında tek bir ortak ses olarak müziğin birleştirici gücü bu konserler serisi ile tekrarlanacak. Üstelik müziğin özgür sesini dünyanın apayrı noktalarında yükseltecek bu proje bir albüme dönüştürülerek tamamlanacak. Hamasyan, 1 Temmuz akşamında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bu defa triosuyla daha hareketli ve melodik bir caz akşamı yaşatmak için ikinci kez sahnede olacak. İkinci büyük heyecanımın sebebi elbette ki Joan Baez. Kuşkusuz pek çok müziksever de benimle aynı heyecanı paylaşıyordur. Şimdiye kadar otuzdan fazla albüme imza atmış, Amerikalı efsanevi folk müzisyeni ve şarkı sözü yazarı, folk müziğin naif sesi 74 yaşındaki Baez, on bir yıl aradan sonra 1 Temmuz akşamı tekrar İstanbul’da olacak. Her müzik tutkununun bir şeyler bulabileceği caz maratonunu kaçırmayın. Herkese şimdiden keyifli festivaller.


25


26

Belleğimize kazınmış çoğu resmin sahibi; Magnum Photos Hala bilmeyen ve gezmeyenler için, dünyaca ünlü fotoğraf ajansı Magnum Photos’un kısa tarihi ve İstanbul Modern Müzesi’ndeki “Kontakt Baskılar Sergisi / Deniz Eroğlu Yazıya Magnum Photos’un kurucularından Henri Cartier Bresson’ın bir sözüyle başlayalım: “Magnum bir düşünce topluluğudur, paylaşılmış insan kalitesidir, dünyada neler olup bittiğine dair meraktır, olup bitene saygıdır ve onu görsel olarak kaydetme arzusudur.” Magnum Photos 1947 yılında, Henri Cartier-Bresson, Robert Capa, George Rodger ve David Seymour tarafından kurulmuş; müzelere, reklamlara,

galerilere fotoğraf temin eden bir kooperatif fotoğrafçılık ajansıdır. Kuruluşunun asıl amacı, fotoğraf sanatçılarının sanatlarını kontrol altında olmadan, daha özgürce yapmak istemeleridir. Robert Capa’nın dediği gibi “Eğer bir fotojurnalist kendi negatiflerine sahip değilse, hiçbir şey değildir”. Peki neden Magnum? Çünkü kurucuları, gelecekte yapacakları işleri, şampanya şişesi mantarının çıkardığı patlama sesi


27

ve şampanyanın ihtişamıyla sembolize ediyorlar. Aynı zamanda elde ettikleri sayısız başarıları da hep şampanya ile kutlamak istedikleri için. Ve öyle de yaptılar. Ajans dünya çapında belirli kriterleri geçmiş onlarca üyeyi bünyesine kattı ve kısa sürede dünyanın en büyük ajanslarından biri oldu. Dünya çapında ünlü Türk fotoğrafçı Ara Güler de Magnum Photos üyelerindendir. New York, Londra, Paris ve Tokyo’daki dört yayıncı ofisi ve dünya çapındaki on beş acentası olan ajans, İspanya İç Savaşı’ndan bu yana geniş bir fotoğraf arşivine sahiptir. Kuruluş amaçları olan bağımsız çalışma istekleri, her birinin işlerine olan yetkinlikleri ve farklı açılardan yakaladıkları yaratıcılıklarıyla yola çıktılar. Savaşlara katılarak macera ruhlarını ve savaş acılarını yansıtarak, savaşa karşı olduklarını gösteren hümanist mesajlar veren fotoğraflar çektiler.

Kontakt baskı ise çekilen görüntünün negatif boyutunda bir fotoğraf kağıdına basılması demektir. Fotoğrafçı bu baskıyı, işlerini bir arada görüp arasından en iyisini seçmek için yapar. Yani bir nevi eskiz defteri gibidir kontakt baskılar. Hiçbir rötuş yapılmamış, o muhteşem karenin oluşumundaki süreçleri, ışık oyunlarını gösterir. Örneğin sergide Steve McCury’nin Toz Fırtınası adlı fotoğrafının hikayesinde; Hindistan’a Muson mevsimi ile ilgili bir makale için giden McCury, gözlemleri sırasında bir toz fırtınasına yakalanır. O sırada hasata çıkan kadın ve çocuklar ise bu koyu turuncu sıcak girdabın arasında yürümeye çalışıyorlardır. Ve McCury der ki: “...ilk dürtüm fotoğraf makinemi toz girdabından korumaya çalışmak oldu fakat sonra istediğim zaman yeni bir makine alabileceğimi, bu kadın grubunu fotoğraflamanın ise emsalsiz olduğunu fark ettim…” Bunun gibi bir çok hikayeye tanık olarak


28


29

gezdiğiniz sergide elli sekiz sanatçının yüz otuz üç çalışması sergileniyor. Bunların arasında New York’daki Lama, Salvador Dali’nin zıplarken çekilmiş ve hafızalarımıza kazınmış fotoğrafı, Martin Luther King, Che Guevera gibi isimlerin fotoğrafları da var. Serginin en güzel yanı ise fotoğrafların hikayelerinin de bizimle paylaşılmış olması. Sanatçının o fotoğrafı ne gibi koşullarda çektiğini, seçim sürecini bizlere sunuyor. David Hurn, “En net fotoğrafların genellikle olayın sonrasında, kontakt baskıda belli olduğunu” söylüyor. Sergide, kontakt baskı ve fotoğraflar açılabilir çerçevelerle daha yakından bakılma imkanı sunulmuş. Aynı zamanda fotoğrafları barındıran kitap, dergi gibi materyallerle de sergi zenginleştirilmiş. Şu anda İstanbul Modern Müzesi’nde bulunan Magnum Kontakt Baskılar Sergisi 2 Ağustos’a kadar ziyarete açıktır.


30

Bu Hafta Tiyatroda Ne Var? Tatyana / Alp Tunçer Biriken topluluğunun 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan yeni oyunu “Tatyana”, Anton Çehov ve Aleksey Suvorin’in metinlerinden esinleniyor. Tatyana’nın gerçek ile kurgu arasındaki intihar eyleminin ve geri dönüşünün izini süren oyun, değişen dünyaya uymaya çalışmanın yarattığı parçalanma hissi, zamanın açtığı yaralar üzerine düşündürmektedir. Tatyana, başrolünde oynadığı oyunun prömiyerinden sonra bir parti verir. O ve yedi konuğu, müzik ve içkiyle ilerleyen bir gecenin kahramanlarıdır. Yeni zengin David, çapkın mirasyedi Peter, genç ve hırslı oyuncu Mâşa, milletvekili eşi ve iki çocuk annesi Anna, varlıklı dul Vera, gazeteci Mikhail. Tatyana’nın kararının gölgesindeki gecede ve sonrasında seyirciler eski çıkar ilişkilerinin ve maskelerin yenileriyle yer değiştirmesine tanık olurlar. Yazan: Çehov, Suvorin Uyarlayan, yöneten, sahne tasarımı: biriken (Melis Tezkan, Okan Urun) Oyuncular: Kanbolat Görkem Arslan, Mehmet Bilge Aslan, Yelda Baskın, Fırat Çelik, Meral Çetinkaya, Pınar Göktaş, Defne Halman, Okan Urun, Ahmet Yaşar Işık tasarımı: Nicolas Marie Proje asistanları: Betül İngin, Günce Ateş, Mehmet Taşyürek Prodüksiyon: biriken, SALT Galata, İKSV ve Fransız Kültür Merkezi işbirliğinde; Kemal-Sibel Tuğcu’nun desteğiyle Sponsorlar: Fabrika, Ersa Mobilya, TRS Lines Paris, Armada Pera Otel, Cangöz Müzik


31


32

6 Harsh Truths Your Parents Never Told You For all of you who have great lives, who are in shape, earn enough money, and/or doing well in studies, I say kudos, turn around. You probably don’t need this. You’re doing something right, keep doing it and good luck, for the rest. I say buckle up, this is gonna be a tough one. We’ll try to lighten it with a bit of humour, it will still sting but hopefully, it will help. So here are 6 harsh truths, you should’ve been told way earlier in your life / Ayoub Lougdali world against me? Well, the harsh truth is, people aren’t against you. They’re for themselves, everyone is serving their own agendas and if you get in the way, they will not hesitate to run you over because all they care about is how to benefit from you, which gets us to:

1) The world doesn’t revolve around you. Yep, we went there. Trust us, we know it’s hard to believe but it’s true. The world doesn’t revolve around you. “but my science teacher said...” Most of us like to believe that others were created to serve us and whenever someone does something against our better judgement, we get mad because why would anyone do that? Why is the whole

2) The world only cares about what it can get from you. You might be a great person, you might have a great heart and you might be the nicest guy/girl but truth is, the world doesn’t care about all that. Of course being nice is a great bonus but being nice doesn’t put food on your table. You can’t show up to a restaurant and expect them to serve you, merely because you’re nice. By now you might be asking yourself about things like friendship, love, compassion etc. We say, that’s all great, but you’re still just fulfilling a need in each of those, while others are fulfilling your needs. It’s a mutual exchange of goods, nothing more. I don’t want to rain on your parade but in all honesty, you wouldn’t stay friends with someone who doesn’t consider


33

you a friend. You don’t stay in love with someone who doesn’t love you back and you don’t have compassion or any other feeling for that matter if the other party doesn’t reciprocate. The world we live in only cares about what it gets from you, material or otherwise.

In any case, you’re bound to feel the wrath of life at one stage or another and it is up to you to choose either fight or flight. We’re not here giving you advice and we’re not going to tell you what to do but we’re just telling simple facts.

3) Life isn’t fair, deal with it. Now I’m pretty sure you all know this: Life isn’t fair. Some of us are born to royal families, while others are born with barely enough food. Some are born with great talents, others find themselves writing for us. Some are born to amazing parents, others are born to Kim and Kanye West.

4) You are alone Yeah, remember that blood oath you made with your closest friends to always stay together? We’re here to burst your bubble. You are indeed all alone in this world. As we’ve previously mentioned, everyone is with you for a basic need that you’re fulfilling, even your parents. They had you to fulfill an emotional need.

We’re really sorry for you kid

Unless you were an accident too.

But the fact remains, that life isn’t fair. It might hand you a bad hand and you have two choices. You either sit down and whine about it,or you turn it around. It’s all up to you but at one point or another, you will feel the unfairness of life. A coworker will get promoted who doesn’t really deserve it or your teacher will give your project buddy a higher mark or you can’t lose weight no matter what you do.

But in life, you really are alone and you have to act based on that before taking your decisions because friendships fall apart, couples break up, and the rest die... Alone... You have to follow paths in life and others might try and sway you to take a path or another with them but you have to keep in mind that in the end, this is your life and you’re the hero of your story.


34

5) You will suffer The sooner you make your peace with this, the easier it gets. I don’t care who you are, you will suffer at one point or another in your life and instead of wasting your time crying “Why God, Why me?” you can accept that this is life and that suffering is a big part of it. Understand this very basic fact of life, allow yourself some time to grief, to be sad to do whatever you have to do and then move on. After all, the only good thing about life is that it’s not constant. If you’re happy enjoy it. It won’t last. If you’re sad, don’t worry, it won’t last either!

bad news is, they all require you to leave that couch and every fiber in your being is telling you not to because you’re leaving something comfortable to suffer which is why you need to train your brain to accept that suffering is a natural part of life. And get up, do what you have to do. After all is said and done, once you have tasted the sweet nectar of success, it will make you forget any suffering, as we said in the previous article “If you want honey, you gotta endure the bees’ stings.” Seriously go back and read the previous article. Do you want to put me out of my

6) Change is way harder than you can ever imagine Well the thing is, we all want to change, for some reason or another. Of course we want to become better. It’s human nature. It’s also human nature to just want to sit on your couch all day watching TV, eating and drinking. job?

Yep, Homer knows best. To end this on a light note, we want you to know that change is possible. You can get in shape, you can get that job you wanted and you can get your good grades. The

Article loosely based on David Wong’s “6 Harsh Truths That Will Make You a Better Person” found here “http://www.cracked. com/blog/6-harsh-truths-that-will-makeyou-better-person_p1/” A very great read too. This is a new experience and a new experiment with English articles which is why we need your feedback, your comments, and your criticism. We need to know what we should change, improve, remove altogether or keep up. Please let us know what you think. It’s very important to continuity of this new baby.


35


36

OyunKolik Akıllı telefonlarınızda istediğiniz bir oyun yoksa bizden size iki öneri / Efe Demiralp Oyunlar bizim kaderimizi belirlemese bile en azından hayatımızın içinde yer alıyorlar. Bir konsol ortamından çıkıp cebimize kadar girebiliyorlar. Elimizi telefondan ayıramadığımız zamanlar oluyor. Peki hangi oyunlar mı? Orbits Bu hafta “Turbo Chilli”nin yaptığı bir oyun ile açılış yapıyorum. Orbits, sade bir şekilde tasarlanmış bir oyun. Yeni yeni moda olan bu oyun bir “aa” etkisi yaratmak istiyor. “aa”nın popüler olmasıyla beraber bu tarz oyunlar da moda olmaya başladı. Oyuna +4 yaş sınırı verilmiş. Her yaşın oynayabileceği bir oyun türü. Turbo Chilli’nin diğer oyunlarına bakarsak eğer Hoppy Frog, I Hate Zombies, Line it Up gibi oyunları görebiliriz. Nasıl bir oyun?

Orbits, adından da anlaşılabileceği gibi yörüngeler üzerine kurulmuştur. Oyunun amacı, yörüngelerin içinden topları gezdirerek taşları toplayıp yeşil yörüngeye kendi topunuza bir şey olmadan ulaşmak. Oyunu ilk başta incelerken “Ne var ki?” dedim ama açıkçası o kadar da kolay değilmiş. Oyun kırılacak yer arıyor. Elinizin çabuk olması ve hızlı düşünmeniz lazım. Süreye dayalı bir oyun ama çok da hızlı olmanızı gerektiren bir oyun değil. Yine de oyun size yeni bir şans daha tanıyor. Zevkli, eğlenceli bir oyun. Ancak yine sinir seviyesi yüksek. Eğer oyunun müziğine kaptırırsanız seviyeyi geçme şansınız zorlaşıyor. Kendinizi oyuna kaptırırsanız bölümleri geçme şansınız azalabilir, sakin kafayla oynanması tavsiye edilir. Nasıl oynanıyor? Oyun tek bir tuşla oynanıyor. Amacımız


37

topumuzu yörüngelerin içinden geçirerek yeşil alana ulaştırmak ama eğer yörüngelerin içinde maddeler varsa topu dışarıdan götürmek. Dikkat etmemiz gereken şey ise topumuzun bir başka yörüngeye çarpmaması. Topumuz cam olduğu için kırılabilir. Yörüngelerin açısı geçişlerde ise bağlantıları olan yere basarak diğer yörüngeye geçebilirsiniz. Yoksa top, dairenin dışında döner. Orbits oyununu, AppStore’da ücretsiz olarak indirebilirsiniz. Google Play’de ise henüz bulunmamakta. Monster Dash “Halfbrick” stüdyosunun yapmış olduğu Monster Dash, bir arcade oyunu olarak tekrardan karşımıza çıkıyor. Halfbrick stüdyosu, en önemli oyunlarından ikisi olan Fruit Ninja ve Jetpack Joyride’ın yerini Monster Dash’e bırakmaya çalışıyor. Monster Dash’e en önemli geri dönüş oyunlarından bir tanesi

diyebilirim. Bu kadar popüler oyunlara bir yenisini eklemek güç bir karar olsa gerek çünkü oyun severler olarak her zaman bir tık daha fazlasını bekliyoruz. Oyunumuza dönersek eğer; oyun, Sırt Roketi Gezintisi, Zombiler Çağı ile birlikte Barry Steakfries üçlemesinin bir parçası olarak nitelendiriliyor. Halfbrick’in en sevdiği şey ise zıplamalı, koşmalı ve ateş etmeli oyunlar yaratmak. Monster Dash de buna bir kanıt. Oyuna +12 yaş sınırı koyulmuş. Monster Dash nasıl bir oyun? Ana karakterimiz Barry Steakfries’ın yine yorulmadan koştuğu ve bizim onu yönettiğimiz bir oyun. Eğer Jetpact Joyride’ı oynamışsanız çok da bir farkı yok. Aynı mekana sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Tam olarak farklı bir konsept değil ama tamamen üçleme tarzı bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Oyunun dili direkt İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiş. Anlatım bozukluğu


38

var ancak oyun, yönlendirmeleriyle gayet kolay anlaşılıyor. Çoğu oyunun başında sizi, unutmamak için hatırlatan bir başlangıçla başlatıyor. Zorlayıcı bir oyun anlayışı yok. Oyundaki yönlendirmeler fazla olduğu için size bir seçenek verilmiyor çünkü tekrardan o seviyeyi

oynayamıyorsunuz. Az bir skor yaparsanız öyle kalıyor. Nasıl oynanıyor? Monster Dash, iki tuşla oynanan rahat bir mekanizmaya sahip: Zıplama ve ateş


39

etme tuşları. 4 cana sahipsiniz. Binaların üstünden zıplaya zıplaya canavarların istila etmiş olduğu bir ülkeyi korumaya çalışıyorsunuz. Sizin yapmanız gereken Barry koşarken doğru hamleleri yapmak ama Barry’nin canı çok çabuk gidebiliyor. O yüzden tuşları dikkatli kullanmanız lazım. Ateş ederken çok önceden basmamanız lazım yoksa mermi gitmeyebiliyor. Zıplarken de ne kadar uzun basarsanız o

kadar yükseğe zıplıyor. Eğer silah almak istiyorsanız veya öldüğünüz yerde tekrar canlanmak istiyorsanız taşlarınızı feda etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu eğlenceli oyun hem AppStore’da hem de Google Play’de ücretsiz olarak yer alıyor. Keyifli oyunlar!


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.