UNİVERZETE 109

Page 1

/109

e t e z r e niv

zete


Sayı: 109/ 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Cenk Bonfil, İlgi Özdikmenli,

OY VER

Tuğçe Kılınç Yazılar İlgi Özdikmenli, Dilara Muslu, Deniz Eroğlu, Yaprak Gülbahar, Yiğit Güldoğan Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek

BU BİR GEZİ YAZISI

BURCU AVŞAR DESART

İDİL BİRET: BİR HARİKA ÇOCUĞUN PORTRESİ

REİKİ EVRENSEL YAŞAM ENERJİSİ

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4

oY vER Önceki gün nerede, ne yapıyor olursanız olun, yeter ki 7 Haziran günü sandık başında olun! / İlgi Özdikmenli

Türkiye seçime yaklaşırken insanlar; tartışacak bir çok konu, şikayet edilecek çok fazla sorun, çürütülecek bir dolu argüman, okunacak seçim beyannameleri, kızılacak seçim vaatleri, çoğu anlamsız seçim kampanyaları ve bunun en büyük örneği seyyar düğün salonu olmaktan öteye gidemeyen seçim arabaları ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu karmaşa ve kaos içinde rasyonel bir karar almaları gerekiyor üstelik. Ancak tüm bu kaosa rağmen, pes etmemeli ve vicdanımızı da hesaba katarak oy vermeliyiz. Neden? Bugüne kadar karşılaştığımız ve


5


6

canımızın yandığı her haksızlık için oy vermeliyiz. “Ben mi kurtaracağım memleketi?”, “1 oy neyi değiştirir ki?” mantığından sıyrılıp, bu memleketin gerçekten de bireysel farkındalıkla başlayan bir

toplumsal farkındalıkla kurtulacağının bilincine varmalıyız. Özgürlük için, adalet için, demokrasi için oy vermeliyiz. Güçlünün -ya da güçlü gözükenin- sesi çıkamayanı ezdiği, haksızın haklıyı yok ederek hak bulduğu, sesini duyurmaktan aciz insanların olduğu bir topluma gitmemek için oy vermeliyiz. Her şeyden önce “ben de varım!”, “biz de varız!” demek için oy vermeliyiz. Oy bizim sesimiz. 1 oy küçük bir şey değil, hele azımsanacak bir şey hiç değil; mecliste kendi sesini duyuracak bir adet fazla koltuk belki. Kendi oyunun gücüne inanmayan; apolitik oluşu, kendi görüşünü tamamen yansıtan bir parti olmayışı vb. mazeretleri öne süren, yani oy vermeyişlerini meşru bir nedene dayandırmaya çalışanlar var ne yazık ki. Ancak 2011 seçimlerinde 52 milyon seçmenden 10 milyona yakınının yani seçmen sayısının %20’sinin oy kullanmadığını göz önüne aldığımızda “Tek


7

bir oy neyi değiştirir ki?” diyenlerin birleşseler ne çok şey değiştireceklerini üzülerek görmüştük. Bu yüzden koyun elinizi vicdanınıza, bakın yaşanmış, yaşanan ve yaşanmasını istediklerinize. Sonra medeni, çağdaş, sorumluluk sahibi, özgür, vicdanı hür bireyler olarak, eşitliği - özgürlüğü - demokrasiyi en iyi

taşıyacağına inandığınıza oy verin; lütfen, oy verin. Yarınlarda konuşacak kelamınız olması için, vicdanınızın rahat olması için, ileride “ben elimden geleni yaptım” diyebilmek için, koşullar ne olursa olsun konuşmaya hakkınız olması için bırakın bahaneleri, gelin oy verin. Hem de öyle tatili, denizi, güneşi bahane etmeyin. Vereceğiniz bir oy ile çok şey değiştirecek bir güruhun parçası olabileceğinizi unutmayın. Hatta dilerseniz sadece oy vermekle kalmayıp, oyveotesi.org’a kayıt olarak, gönüllü olun ve “Oyunu Seven Saysın” hareketine katılın. Dilerseniz bu şekilde oy’unuza sahip çıkabilir, olası seçim günü kazalarına karşılık sandıkları, oyları koruma, olası hatalı oyları engelleme görevini üstlenebilirsiniz. Hayatınızdan ayıracağınız yalnızca 1 gün, tıpkı vereceğiniz 1 oy gibi çok şeyin değişmesine sebep olabilir. Fark yaratmak, 1 sözle, 1 oyla, 1 günle sizin ellerinizde!


8

BU BİR GEZİ YAZISI Üzerinden iki yıl geçmiş ama zihinlerimizde hala ilk günkü tazeliğini koruyor. Gezi Direnişi ikinci yıl dönümünde, ardında bıraktığı anılarla yine gündemde / Dilara Muslu Lise son sınıf öğrencisiydim, sınavlara bir aydan az zaman kalmıştı. Hepimiz derslere o kadar gömülmüştük ki gündemle alakamız sistem gereği kesilmişti. Arkadaşlarla dershane sonrası Alsancak’ta yemek yerken Twitter’dan herkesin Kordon’da olduğunu öğrendik. Demek ağaçlar kesilmesin diye Taksim’de direnen insanların sayısı çığ gibi büyüyordu da bizim haberimiz yoktu. Sırf meraktan gittik Gündoğdu Meydanı’na. Oradaki kalabalık tam anlamıyla hayra alametti. Aynı zamanda beni dışarıda olamadığım zaman Ustream’den

canlı direniş izlemeye itmiş, test kitaplarıyla olan tüm ilişiğimi kesmişti. İstemsizce, bir o kadar da mutlu hareket ediyorduk. Sanki o direnişi bekliyorduk. O kadar bunalmıştık ki hegemonyadan, baskıdan, nefret söylemlerinden (alkol kısıtlanmasının etkisini de unutmamak lazım); bir kıvılcım tüm Türkiye’yi, hatta dünyanın her yerinden pek çok insanı sokaklara dökmeye yetmişti. İlginç olan, bu ideolojik bir eylem değildi. Kökeninde direnişi destekleyen bir kişi, bir kurum yoktu. Baskıya karşı, pek çok farklı kesimden, fikirden insanların omuz


9

omuza verdiği bir tepkiydi. Belki de uzun yıllar sonra kavgasız gürültüsüz tartışabildiğimiz, birbirimizi dinleyebildiğimiz gerçek bir demokrasi ortamını yaşıyorduk. Her şeyden güzeli, eğleniyorduk. Orantısız zekayla tanıştık. Çarşı Sedat ve kulaktan kulağa abartılarak çoğalan efsaneleriyle tanıştık. Gezi Protestosu’yla gaza gelmiş Halk Tv’den Lale Hanım’ın yüzünü annemizden babamızdan daha sık görüyorduk. Her gün yeni esprili bir sözle, grafitiyle, karikatürle karşılaşıyorduk. Duvarlarda “Buralara yaz günü gaz yağıyor canım”, “Sıkma demiyorum, hobi olarak yine sık” , “İzmir’de TOMA’ya tomat diyorlarmış” gibi yazılar görüyorduk. Kimileri gösteriler 48 saat daha devam ederse hükümetin düşeceğini iddia ediyordu, kimileri çareyi Drogba’da arıyordu. Spekülasyonları bile güzeldi Gezi’nin. İzmir’de oluşumdan Park’taki direnişe

şahit olamadım -ki en büyük pişmanlığımdır gitmemek- ama biz de İzmir’de ortamımızı kurmuştuk, yapıyorduk bir şeyler. Hayatında bir daha TOMA göremezse diye TOMA’yla selfie çekmeye çalışanlara da şahit oldu bu gözler, Karşıyakalılarla Göztepeliler’in kol kola meydanlara gelmesine de. Hatta Sevinç Pastanesi’nin karşı köşesinde yemek noktası kurulmuştu. Herkes elinden geldiğince o köşeye yiyecek ve su bırakıyordu. Biriken krakerler, meyve suları bakkal dükkanı açacak kadar çoktu. Bir gün o köşeye su bırakırken birkaç kap ev yemeği ve üzerinde bir not fark ettim: “Sürekli kuru besleniyorsunuz, içime sinmedi fasulye yaptım afiyet olsun çocuklar”. Muhtemelen bir anneydi ve direnişe bu şekilde katılıyordu. Beni duygulandıran güzel anılardan biridir Gezi’ye dair. Hiçbir eylemde karşılaşamayacağımız


10


11 türden bir manzaraydı. Tuhaf şeyler oluyordu. Direnişe evden katılanlar tencere tava çalıyordu, Atilla Taş yeniden prim yapmıştı. Tazyikli su sıkılan kırmızı elbiseli kadının elbisesi mağaza vitrinlerinde yerini almış, Gezi Sektörü diye bir kavram oluşmuştu. Toplumca yaratıcılığın sınırlarını zorluyorduk. Keşke böyle devam etseydi protestolar. Keşke almasaydık acı haberlerini Abdocan’ın, Ethem’in, Ali İsmail’in. İşte o zaman bitti direnişin güzel yanı. Faillerinin aklanmasıyla perçinlendi acımız. Belki devam ettik aynı şekilde protestoya, birkaç gün, birkaç hafta daha ama o coşku gelmedi geri. İyileşsin diye bir yıl beklediğimiz Berkin de göçünce aramızdan, coşku yerini kederli bir kalabalığa bıraktı. Son zamanlarda çoğu kişi Gezi’nin bir şeyi değiştirmediğini iddia etse de şerefidir Gezi bizim gençliğimizin. Baskıya tepki verebildiğimize göre hala sağlıklı olduğumuzun kanıtıdır. Susmadan gerçek anlamda yaşayabildiğimiz andır. Topluma özgüven aşılamış ve demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını, sivil itaatsizliğin ne olduğunu öğretmiştir. Değerli olandır. Hiç olmazsa Taksim’deki ağaçlar kar kalmıştır. Gezi Parkı Protestoları’yla ilgili pek çok akademik yayın yapıldı, kitaplar yazıldı, nedenleri sonuçları irdelendi. Elbet pek çok sosyolojik açıklaması var. Protestoyu doğuran tüm bileşenler bir yana ben naçizane duygularımı paylaşmak istedim. O güzel günlerin üzerinden iki yıl geçti, hepimiz bir sürü anı biriktirdik bu süreçte. Her sene aynı coşkuyla hatırlanması dileğiyle: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.


12

Amerika’daki Başarılı Türk Kadınlarından Fotoğrafçı

Burcu Avşar DeSart Fotoğafı “kalbinin atışını hızlandıran, baktığında seni tekrar tekrar baktırmak isteyen” bir şey olarak tanımlayan Burcu Avşar DeSart’ın objektifinden... . / Deniz Eroğlu Merhaba biraz kendinizden bahseder misiniz? Neden Amerika? Neden fotoğrafçılık? 1996 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo­Televizyon­ Sinema Bölümü’nden mezun oldum. İkinci sınıftan itibaren medyanın her dalında part-time çalıştım. Mezun olduktan sonra Türkiye’nin o zaman için en kreatif, en iyi iki reklam ajansında prodüktör olarak çalıştım. O sıralar fotoğraf bir hobiydi ama sonra fotoğraf çekimlerine gide gele, fotoğraf

makinesinin arkasında olma hissi ağır bastı. Amerika’da okumuş olan bir kaç arkadaşım New York’taki fotoğraf okullarından bahsetti. Ben de işimden 1998 yılında izin aldım ve Amerika’ya geldim. Amacım dönmekti ama ilk altı ay çok çabuk geçti ve fotoğrafı profesyonel bir anlamda yapmak için altı aydan daha uzun kalmam gerektiğini anladım. Önce Parsons School of Design’da kursa gittim. Sonra International Center of Photography’ye gittim. Okuma sürecim iki yıl sürdü. Daha sonra dört yıl kadar


13

diğer fotoğrafçılara asistanlık yaptım. Yani işin içinde piştim. Fotoğrafçı olarak kendimi tanıtmam 2004 yılında ilk projemi alarak başladı. Fotoğrafçılığın moda kısmına neden hiç eğilmediniz? Modanın başkentlerinin birinde yaşıyorsunuz. Moda fotoğrafçılığı derken sadece mankenle yapılan moda çekiminden söz ediyorsanız, evet moda fotoğrafçılığı ilgimi çekmedi. Modayı sevmediğimden değil. Sadece tercih meselesi. Ben daha az ekipli, daha sakin bir fotoğraf ortamı istedim. Şu an yaptığım çekimlerde aksesuar ve kıyafet de oluyor. Onlar da moda çekimidir. Güzel fotoğraf çekmek herkesin elinde midir?

Esasında bu zor bir soru çünkü güzel fotoğraftan kasıt kalbinin atışını hızlandıran, baktığında seni tekrar tekrar baktırmak isteyen bir fotoğrafsa hayır herkesin elinde değil. Çünkü her sanat dalında olduğu gibi o fotoğrafı çeken kişiden yansıyan bir şey. Bu bir ürünün fotoğrafı olabilir, moda fotoğrafı olabilir ama o anı yakalamak herkesin elinde olan bir şey değil. Ama herkes kendini teknik olarak yetiştirebilir. O zaman da fotoğrafı teknik olarak başarabilir. Güzel fotoğraftan kasıt eğer dediğim gibi o hissi verebilmekse herkes bence güzel fotoğraf çekemeyebilir. Projelerinizdeki ilhamlarınız nelerdir? İlk projem “Geride Kalanlar -­Left Behind”; sokakta ya da dışarıda gördüğüm, bir kenara atılmış ya da bir köşede


14 unutulmuş şeylerden oluşuyor. Bunların hepsinin esasında çok romantik bir havası vardı. İlk çektiğim fotoğraf, bir süpermarket sepetiydi. O sepeti dışarıda bir bahçede tek başına, hiç ummadığınız bir yerde gördüğüm için çok enteresan gelmişti. Daha sonra o proje devam etti. Geride bırakılan şeyleri zaman başlamadan, tekrar bir şekilde devam ettirmeden o anı yakalamak çok hoşuma gitti. Daha sonra aynı çizgide “Yaşlanmıs ve Terk Edilmiş­- Aged & Abandoned “ olan projeme başladım. Bu projede de işe yaşlanmış ve eprimiş eski oyuncakları çekerek başladım. Bir kısmı daha önceki sahiplerini tanıdığım insanlardan, bir kısmı bana ait, bir kısmı ise bit pazarından topladığım oyuncaklardı. Onlar sokağa atılmış, kullanılıp başkasına devredilmiş veya küçüklüğünüzden kalan en sevdiğiniz oyuncaklardı. Eskimiş özelliklerine rağmen bunların hepsinin çok güzel olduğunu gördüm ya da bana çok

güzel gözüktüler. Projemde onların hala eskide olsalar da bir şekilde güzel olduğunu göstermeye çalıştım. Diğer projelerimde yine ilhamım dışarıda, sokakta, hayat içerisinde ne varsa onlardı. Bir tek “Color Studies - ­Renk Çalışmaları” sokak ilhamına girmiyor.O daha çok renkler üzerine, renklerin insanlarda uyandırdığı hissi, renklerin objelere uygulandıktan sonra nasıl gözüktüğüyle alakalı. Boya, organik boyanın kökeni nereden geliyor? Kırmızı, indigo... Bunları ilk kimlerin yarattığı, nerelerde kullanıldığı gibi şeyler hep ilgimi çekti. Bu renklerin kültürler açısından anlamı nedir? Böyle bir proje başlattım, hala devam eden bir proje ve benim en sevdiğim projem. Bir arkadaşımla beraber yapıyorum. Yani kısacası etrafınıza bakarsanız insanın çekebileceği binlerce proje var. Yaptığınız işler “still life photography” olarak geçiyor. Still life’ın


15

Türkçe’de bir tanımı yok sanırım. Nasıl açıklarsınız? Still life fotoğrafçılığın bire bir karşılığı var mı ben de emin değilim. Ne anlama geldiği bence bir ya da bir kaç objenin birlikte kullanılarak kompozisyon yaratılması. Bir de still life fotoğrafın avantajı bir kere kompozisyonu kurduktan sonra, o kompozisyonu mükemmelleştirmek için uzun vakit harcayabilirsiniz. Manzara ya da portrede bu zor tabii. Amerika’daki başarılı Türk kadınlar arasına seçilince ne hissettiniz? Amerika’daki başarılı Türk kadınlar arasına seçilmek gururumu çok okşadı. Marie Claire Dergisi bir kaç başarılı Türk kadınını portre etmek istediklerini söylemişti. Bunlardan birinin de ben olduğumu öğrenince çok sevindim. Hem fotoğraf adına sevindim hem de kendi adıma. Fotoğrafçılığı bir meslek olarak görmek o zaman Türkiye’de çok önemli bir şeydi bence. Derginin de bunu ortaya çıkarması çok hoşuma gitti. Ben o zaman kariyerimin daha başlangıcındaydım. Bu yüzden çok büyük bir onur oldu bu kategoriye seçilmek. Instagram’a nasıl bakıyorsunuz?

Sizin hesabınız daha kişisel mi yoksa işlerinizi paylaştığınız bir hesap mı? Instagram hesabım var. Hesabımda da hem kişisel fotoğraflarımı hem de yaptığım projeleri yayınlıyorum. Şimdi öyle bir çağdayız ki fotoğrafçının hem bir Insagram hesabı olması lazım, hem bir blogu olması lazım. Bunları da aktif bir şekilde güncelleştirip kullanıyor olması gerekiyor. Ben mümkün olduğu kadar bunu yapmaya çalışıyorum ama maalesef çok da aktif değilim açıkçası. Kullanmak hoşuma gidiyor tabii. Bana ilham veren medya platformlarından biri. En sevdiğiniz fotoğrafınızı hangi koşullarda çekmiştiniz diye sorsak? En sevdiğim fotoğrafımı arkadaşımın arka bahçesinde çekmiştim. Kendisi aynı zamanda fotoğraf çekimlerinde set yapıyor. Set stilisti. Evinde işinden dolayı bir sürü küçük, incik cincik objeler var. Benim de en sevdiğim şey bu objeleri bir araya getirerek bir hikaye anlatmak. Bunların birbiriyle ilgili olmasına gerek yok. O anda bana ne ilham veriyorsa bu şeyleri bir araya koyup, hikaye ortaya çıkarmak en sevdiğim şeylerden biri. O gün de onun bahçesinde böyle bir resim çekmiştim. Dergide o sevdiğim resmi


16 görebilirsiniz. Eşiniz Zach DeSart da fotoğrafçı. Aynı evde iki sanatçının olması nasıl bir his? Zach’in de fotoğrafçı olması benim için bir avantaj çünkü benim fotoğraf konusunda ne kadar tutkulu olduğumu biliyor ve anlıyor. Kendisi de aynı süreçlerden geçtiği için birbirimize destek veriyoruz, motive ediyoruz. Projelerimize ilham kaynağı olup, beraber edit ediyoruz. Fotoğraf konusunda eğer bir problemimiz varsa bunu beraber hallediyoruz. O yüzden iki fotoğrafçının evde olması bence gayet iyi bir şey. Ben bir sıkıntı çekmedim. Belki aynı konuları çekseydik rekabet iyi olmayabilirdi. Ama Zach’in çektiği fotoğraf dalı benimkinden daha farklı. O yaşam, portre ve mekan fotoğrafı çekiyor. Bense still life çekiyorum. Dolayısıyla pek birbirimizle rakip

durumunda değiliz. Onun da verdiği bir sıkıntı olmadığı için belki de kolay. En sevdiğiniz fotoğrafçıların kim olduğunu öğrenebilir miyiz? Beğendiğim çok fotoğraf sanatçısı var ama devamlı fotoğraflarına bakmaktan zevk aldığım fotoğrafçılar, bana ilham verenler; Irving Penn, Andreas Gursky, Richard Avedon, Edward Weston, Nan Goldin. Türk fotoğrafçılarından Nuri Bilge Ceylan. Bunlar en sevdiğim fotoğrafçılar diyebilirim, şu an aklıma gelen. Hedeflerinizin bir çoğuna ulaşmış gibisiniz ama henüz ulaşamadığınız var mı? Bence her sanat dalında olduğu gibi sanatçı, fotoğrafçı, ressam vs. dışarıdan hedefine varmış gibi gözükse de hiçbir zaman yaptığı işte “Tamam, işte geldim.


17

Bitti. Buraya kadar.” gibi bir hedef koyamaz. Ya da ben koyamıyorum. Yaptığım işi daima daha ileriye götürmeye çalışıyorum. O yüzden de her zaman bir tatminsizlik var. Daha iyisi, daha iyisine ulaşma isteği var. O yüzden de hedefime ulaştım mı? Bilmiyorum. Daha bir sürü, yapmak istediğim binlerce şey var. Dolayısıyla dışarıdan hedefe ulaşmışım gibi gözükse de ben kendi açımdan daha yapmam gereken birçok şey olduğunu görüyorum. Belki de o yüzden fotoğrafçılık tutkusu bir türlü bitmiyor ve devamlı sizi bir şekilde motive ediyor. Sizce fotoğrafçılık Türkiye’de hobiden ileri mi? Olması gereken değere sahip mi? Mesleği seçmek isteyenlere iletmek istedikleriniz nelerdir? Evet, Türkiye’de fotoğrafçılık hobiden

ileri ve olması gereken değeri alıyor diye düşünüyorum. İşlerini çok beğendiğim ve Türkiye’de yaşayan birçok iyi fotoğraf sanatçısı tanıyorum. Artık fotoğraftan para da kazanılıyor. Fotoğrafçı olmak saygı duyulan bir meslek olarak da görülüyor. Bu mesleği edinmek isteyen gençlere ve herkese tavsiyem kamerayı ellerine alsınlar ve devamlı fotoğraf çeksinler. En sonunda kendilerine en yakın fotoğraf türünü bulacaklarını düşünüyorum. Bu aynı zamanda başka fotoğrafçılara asistanlık yapılarak da öğrenilebilir. Bir kere kendilerine yakın türü buldular mı gerisi çorap söküğü. Ben hemen hemen her değişik dalda asistanlık yaptım. Still­life fotoğrafçılığını seçene kadar. Asistanlık değişik kompozisyonlar yaratmayı ve ışığı nasıl kullanacağımı da öğretti.


18


19

İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi Önemli piyanistlerimizden dünyaca tanınan sanatçımız İdil Biret hakkındaki ilk belgesel “İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi” adıyla Eytan İpeker tarafından filme alındı / Yaprak Gülbahar

Bu yıl otuz dördüncü yaşını kutlayan Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen, benim için en özel yapımlardan biri; genç yönetmen Eytan İpeker’in yedi yılı aşkın bir süredir çalışmalarını yürüttüğü ve nihayet tamamladığı, müzik dahimiz İdil Biret’in hayatını ve sanat yaşamını konu alan belgeseliydi. Eğitimini Amerika’da tamamlayan İpeker, elli altı dakikalık bu belgeseli ile uzun soluklu çabasının sonucunda çok önemli bir esere imza atmış. İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi filmi ile Biret’in çocukluğundan Paris’teki eğitim yıllarına, dönemin radyo kayıtlarından kendisiyle yapılan röportajlara, konserlerinden özel yaşamına kadar bir dahinin hayatına tadımlık da olsa şahit olabiliyorsunuz. Tadımlık diyorum çünkü bu eşsiz kadını izlerken belgeselin hiç bitmemesini


20

diliyor insan ve elbette elli altı dakika eksik kalıyor. 1941 yılında Ankara’da doğan İdil Biret’in, henüz beş yaşındayken İsmet İnönü tarafından dinlenince hayatı değişir. Öyle bir dehadır ki adına mecliste İdil Kanunu çıkarılır ve özel olarak eğitilebilmesi için devlet desteğiyle

Paris’e gönderilir. Belgeselde meclisteki siyasilerin küçük İdil hakkında yaptıkları yorumlara rastlamak da mümkün. Yorumlardan genç cumhuriyetin sanata yaklaşımını değerlendirebilirsiniz. Benim özellikle aklımda kalan, birtakım siyasilerin yaptığı “Kız çocuğuna güven olmaz. Evlenir her şeyi bırakır, bütün


21

çabalar boşa çıkar.” tonundaki yorumları oldu. Bu noktada en önemli karar mercii olan İsmet İnönü’nün vizyonerliği, sanata verdiği değer ve yaklaşımı takdir ve büyük bir saygıyla anılmalı. Belgeselde, pek çok önemli müzisyenin hocası olmuş Fransız Nadia Boulanger’in önce “Çocukları eğitmiyorum.” diyerek reddettiği küçük İdil’i görür görmez fikrini değiştirip eğitmenliğini yapmayı kabul etmesi, 20. yüzyılın en önemli piyanistlerinden kabul edilen Alman Wilhelm Kempff’in henüz on bir yaşında iken İdil Biret ile birlikte

konser vermesi ve ömrü boyunca Biret’i en kıymetli öğrencisi olarak anması, Polonyalı bir başka büyük piyanist Arthur Rubinstein’in “Çalışını ilk duyduğumda gözlerimden yaş geldi.” deyişi, İdil Biret’in çalışma disiplini, kedilere duyduğu derin sevgi gibi pek çok unutulmaz detay var. İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi uzun zamandır yapılması gereken bir işti. Eytan İpeker bu işe kalkışmış ve ortaya başarıyla kotarılmış bir belgesel çıkararak tarihe not düşmüş. İzlemeden geçmeyin.


22

Reiki Evrensel Yaşam Enerjisi Biyoenerji, sağlıklı yaşam ve kendi kendini tedavi etme yöntemlerinin popülaritesini arttırdığı bu günlerde yıllardır dünyada birçok insanın hayatına dokunmuş bir şifa tekniği olan Reiki’yi tanıyalım / Yiğit Güldoğan


23


24

Reiki, geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan bir şifa tekniğidir. Reikinin köklerinin Atlantis’e dayandığı söylenmektedir. Mısır hiyerogliflerinden Reiki’nin kadim Mısır’da da kullanıldığını anlıyoruz. Bu teknik Tibetliler tarafından da kullanılmış, zamanla kaybolmuş ve 19. yüzyılın sonlarına doğru bir Japon olan

Dr. Mikao Usui tarafından tekrar keşfedilmiştir. Ellerle uygulanan bu şifa tekniği son derece güçlü fakat bir o kadar da basit olup herkes tarafından rahatlıkla öğrenilir. Reiki Japoncadır; “rei ve ki” olan iki kelimeden oluşur: “Rei” spiritüel bilgelik, tanrısal şuur demektir. Japon Kanji karakteri olan Rei’nin ezoterik anlamına yönelik araştırmalar, bu ideogramın daha derin bir anlamı olduğunu göstermektedir. Bu araştırmalar Rei’nin “olağanüstü bilgi” ya da “ruhani farkındalık” anlamını ortaya çıkarmaktadır. Bu tanrısal farkındalıktır ve tüm bireyleri tamamıyla anlar, tüm problemleri ve zorlukların nedenini ve onları iyileştirmek için gerekli olanı bilir. “Ki” ise Çince “Çi”, Hintçe “Prana”, spiritüalistlere göre evrensel enerji, yaşam gücü anlamındadır. Ki, hayat enerjisidir.


25

Aynı zamanda yaşamsal ya da evrensel hayat enerjisi olarak da tanımlanmaktadır. Bu, tüm canlılara hayat veren, fiziksel olmayan bir enerjidir. Bir şey canlı olduğu sürece, onun etrafını ve içini saran bu enerji ile birliktedir. Ölümle birlikte bu enerji de bedenden ayrılır. Eğer hayat enerjiniz zayıfsa ya da akışında engellemeler varsa hastalıklara daha duyarlı hale gelirsiniz. Enerji yüksek ve rahatlıkla akabiliyorsa, hastalanma olasılığınız da azalmaktadır. Bu enerji sadece fiziki bedeni değil, aynı zamanda duyguları ve ruhsal hayatı da etkilemektedir. Reiki tekniği bu evrensel yaşam enerjisini yönlendirip, harekete geçirme sanatıdır. Reiki terapisinde bu enerji şuurlu olarak hem fiziksel beden hem de enerji bedenin çeşitli katmanlarına, kişinin ihtiyacı oranında akarak denge ve şifa sağlar. Reiki ruhani olmakla birlikte, bir din değildir. Dogmatik değildir ve Reiki’yi öğrenip kullanabilmek için belli bir inanca sahip olmaya da gerek yoktur.

Hatta, Reiki inanca bağlı olmadığından, ona inansanız da inanmasanız da çalışacaktır. Bunun yanında birçok kimse kendi dinlerini, entelektüel bir yaklaşımın ötesinde, Reiki sayesinde daha iyi hissedebildiklerini görmüşlerdir. Reiki bir din olmamakla birlikte, bir zihin, beden, ruh birlikteliğinden söz eden doğu felsefesine göre en uygun iyi olma hali için başkalarıyla uyum içerisinde yaşamak ve buna göre davranmak gerekmektedir. Reiki tedavi sisteminin kurucusu olan Dr. Mikao Usui, barış ve uyumu temel alan ahlaki ilkelere inanmanın tüm kültürlerde evrensel bir nitelik olduğunu vurgulamaktadır. Usui, fiziksel bedenin hastalık belirtilerini iyileştirdiğini fakat yeni bir yaşam tarzı aktaramadığını fark eder. Bu durum onu Reiki yaşam kurallarını oluşturmaya yöneltir; Özellikle bugün öfkelenme. Özellikle bugün endişelenme. Sonsuz bereket için müteşekkir ol. Ekmeğini dürüstçe çalışarak kazan. Komşularına karşı dostane davran.


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.