/125
端n
e t e z r ive
zete
8 Ekim 2015 Sayı: 125 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç Yazılar Birgül Salakoslu, İrem İstanbulluoğlu, Kübra Veyis,
FAZLA TUZLU FAZLA DERİN
BURGER FEST
ZERO: GELECEĞE GERİ SAYIM
MASALLAR ADASI: SANTORİNİ
TÜRK SİNEMASI: NEREDEN NEREYE
ESKİMEYEN TEK DÖNEM; ‘90’LAR
Mehmet Fatih Er, Melis Yüksel, Perin Gürsel Ön Kapak: http://greek-highlights.tumblr.com Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59
/ifbilgi
@ifbilgi
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu şehir o eski İstanbul mudur? Karanlıkta bulutlar parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Biz sana mecburuz, sen yoksun
Atilla İlhan’ı saygı, özlem ve şiirle anıyoruz.
4
5
Fazla Tuzlu Fazla Derin Sanatın dönüştürücü gücünü merkezine alan ve dönüşümlerin tam ortasında gücünü sınayan bir sergiydi Tuzlu Su / Perin Gürsel “Küçük zevkler dindirmeli büyük trajedileri. Bu yüzden sakınmam sözümü Savaşın orta yerindeki bahçeleri anlatırken.” Vita Sackville-West, Bahçe, 1946 İstanbul Modern’in kapısından girer girmez karşınıza çıkan bu dizeler bienal sırasında gözlerinizi biraz olsun yakacak olan tuzlu suya karşı adeta hazırlıyor insanı. Bu “Tuzlu Su” nereden geliyor diye düşünenleriniz varsa öncelikle sizlerle bu sorunun cevabını paylaşmak isterim. “Cam gibi tuzlu su da saydam ve dayanaklıdır ama kırılabilir” demiş Amerikalı kuratör Carolyn Christov-Bakargiev. Bana sorarsanız tuzlu su oluşturulmuş süregelen toplumsal düzenin imgeleşmiş halidir. Her zaman görünür olmayan “dışarısı” kavramının somut düzlemler üzerinde oluşması İstanbul gibi mavi bir şehirde “Tuzlu Su” olarak karşımıza çıkar; göz yakan gerçekler tuzdur aslında. Bu ortaya çıkış ise 14. İstanbul Bienal’i adı altında İstanbul Modern’den Büyükada’ya, İtalyan ve Galata Rum Okulları’ndan eski garajlar, otel odaları ve depolara kadar otuz farklı mekanda şimdi siz sanatseverlerle buluşmayı bekliyor.
Altmıştan fazla sanatçının güncel çalışmalarıyla yer aldığı bienal her bir çalışmaya özenle bakarak her birinin içindeki tuzlu suyun hissedilmesi gereken bir öneme sahip. Bu nedenle ben sadece en ilgimi çeken sanatçılar ve eserleri hakkında yazmak yönünde ilerledim. Bienalin geri kalanını ise sizlere bıraktım ki o tuzlu su o gözlerinize iyi gelsin. Sütunlar - Marwan Rechmaoui Lübnan doğumlu ve Beyrut’ta yaşayan sanatçı Rechmaoui’nin beton, metal ve çeşitli malzemelerden ortaya çıkardığı çalışmasında yaşadığı yerin coğrafyası ve tarihinden ilham aldığı söylenir. Oluşan bu heykel topluluklarının kentleşme ve güncel toplumsal ve davranışsal demografi gibi temaları yansıttığı sanatçı tarafından çalışmasında belirtilmiştir. Sütunlar, bombalandığı halde ayakta kalmayı başaran bir şehrin kulelerini andırmaktadır. Geçici Aktörler - Liu Ding Pekin’de yaşayan sanatçı eğitim hayatı boyunca pratiklerde sanat, sanat tarihi ve ideoloji arasındaki ilişkiyi soruşturmuştur ve son yıllarda
6
Sosyalist Gerçekçilik ile bu akımın Çin’deki mevcut sanat pratiği ve söylemiyle ilişkisi üzerine kapsamlı araştırmalarda bulunmuştur. Aynı zamanda tuval üzerine yağlı boya olan bu eserlerini iki yetenekli ressama yaptırmış olması oldukça ilgi çekici bir durumdur. Bu tablolar sanat severlere, Çin’deki farklı toplumsal gerçekçi sembolik heykellerin resimlerinden oluşan bir kolaj sunmaktadır. Ding’in ayrıca gerçekçi tarzda şiirler yazıyor olması ve onları bienal boyunca her gün İstanbu’daki otel odalarına bırakıyor olması da oldukça gizemli bir durumdur.
Life Kolajları - Sarkis İstanbul’da bir Ermeni ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarkis, 1969 yılında Bern’de düzenlenen “Tutumlar Forma Dönüşünce” gibi uluslararası çağdaş sanat sergilerine katılan ilk Türkiyeli sanatçılardan biri olmuştur. Elli bir Life foto kolaj çalışması 1968 Mayısının ardından sanatçı tarafından 2012 yılında fotoğraf tekniği aracılığıyla o siyasi kargaşanın günümüze göre uyarlanmasıdır. Her bir dörtleme birbirine bağlı olarak seçilmiş kompozisyonlar sunmaktadır. Bana göre hiçbiri birbirinden
7
ayrı değildir ve sanatçının bir tuz döküşüdür bizlerin düşüncelerine. “Korku- kaçış - kırmızı - kan - sarı - hastalık - çaresizlik” gibi bir çok kavramın düşüncelerimizdeki yeri sanatçının kompozisyonlamalarıyla bağlantılıdır.
8
Kırmızı - Aslı Çavuşoğlu Tek bir rengin - kırmızı- hikayesini yine aynı renkle anlatan Çavuşoğlu bu çalışmasında Ararat kırmız böceğini ( Porphyrophora hamelii) ve ondan elde edilen özgül bir kırmızı pigmenti sanat severlerle tanıştırır. Bu böcek bugun
Türkiye’de önemsiz olarak nitelendirilse de, bu rengi elde etme tekniği Ermenistan’da saklı olarak tutulmaktadır. Bugun Türkiye’de yaygın olan kırmızı ile Ararat kırmız böceğinden elde edilen karmen kırmızısı mürekkebi karşılaştırılır. Türkiye kırmızısı varlığını sürdürmektedir, oysa Ararat kırmızısı yok olmaya
9
mahkum edilmiştir. Sanatında siyasi bir yön oluşturan sanatçı kayıp ve geçmiş bir tarihi eserinde vurgalamaya çalışmıştır. Vahşetler ve Linç Edilmeler Vernon Ah Kee Avustralya’daki ırk ilişkileri üzerine araştırmalarda bulunan Ah Kee, başka bir sergisi için Türkiye’yi gezdiği sırada Doğu Anadolu’nun yakasını hiç bırakmamış olan geçmiş bir travmanın hatıralarının keskin bir şekilde farkına varır. Bunun üzerine “Vahşetler” adını verdiği beş yeni resim içeren bir eser dizisine koyulur. Bu resimler, şiddet ve etnik temizlik suçu işleyenlerin varlığının ve zihinlerinin portreleriymiş gibi bir etki uyandırmaktadır. Aynı zamanda yakından bakıldığında Jackson Pollock tarzını andırırken uzaktan bakıldığında ise asıl anlatılmak istenen kırmızı, siyah ve beyaz yüzler ortaya çıkmaktadır. Anlatılması ve hissedilmesi gereken daha onlarca eser siz sanat severleri 1 Kasım’a kadar İstanbul’un pek çok yerinde bekliyor olacak. Eğer gözleriniz biraz olsun o tuzlu sudan yansın isterseniz herbirinin üzerinizde bambaşka tatlar yaratacağından kesinlike eminim. Benim için 14. İstanbul bienali derin düşündüren ve orada olmaktan büyük keyif aldığım bir deneyim oldu. Sizlerinde bu deneyimi dolu dolu yaşamanız dileğiyle…
10
BURGER FEST Bu burger bir harika! / Kübra Veyis
Fotoğraflar: Kübra Veyis
Dünyadaki en iyi mayonez unvanına sahip olan Hellmann’s, Türkiye’de ilk defa düzenlenen Burger Festivali ile hamburger sevenleri bir araya getirdi. Cumartesi günü Karaköy’de düzenlenen Burger Festivali’ni duyar duymaz soluğu Karaköy’de aldım ve yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak istedim. Düzenlenen festivalde çok faklı lezzetlerde burgerler yapılıyordu. Ben de bunlardan bir tanesini denedim ve lezzeti damağımda kaldı. Bu festivali düzenleyen Hellmann’s markası ile Bej, Gakkı, Heisenberg, BurgerLab, Muhit, Odun, Ops ve Wom mekanları da festivalde burger sevenlerle buluştu. Çok kalabalık olmasına rağmen keyifli bir ortamdı. Mekanların önünde biraz sıra bekledik fakat buna kesinlikle değdi. Fiyatlar da gayet uygundu. Sunum gayet başarılıydı, tahta bir sepetin içindeki kocaman burger
Fotoğraflar: Kübra Veyis
11
ve patatesler çok lezzetli görünüyordu. Kalabalığın içinde sıra beklerken sıkılmamak ve arkadaşlarınızla komik fotoğraflar çekinmeniz için bir “photo booth” yerleştirilmişti. Böylece çoğu kişiye bu eğlenceli günden güzel hatıralar kaldı. Lezzetli hamburgerleri yedikten sonra isterseniz mini bir ankete katılabiliyordunuz.
Tahtaya yazılan soruları size kırmızı küçük yuvarlak bantlar halinde veriyorlardı ve “Hellmann’s markasını tanıyor musunuz” gibi sorular soruyorlardı. Burger festivali güzel ve keyifli geçti. Umarım seneye de lezzetli burgerlerle dolu bir festival geçirme şansını tekrar yakalarım.
Fotoğraflar: Melis Yüksel
12
13
ZERO: Geleceğe Geri Sayım “Zero sessizliktir. Zero, başlangıçtır” / Melis Yüksel Dünyaca ünlü sanatçıların ortaya koyduğu eserlere ev sahipliği yapan Sakıp Sabancı Müzesi bu sefer İkinci Dünya Savaşı’nın ardından umutsuzluğa karşı çıkan ‘’Zero’’ akımının değerli sanatçılarını ağırlıyor. Akbank Sanat’ın katkısıyla 2 Eylül’de açılan ‘’ZERO: Geleceğe Geri Sayım’’ sergisi, 10 Ocak’a kadar ziyaret edilebilecek.
Zero sergisi savaş yıkımına umut oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkıma başkaldırı olarak doğan Zero akımı “yeni bir başlangıca dair saf olasılıklar” olarak nitelendiriliyor. Adını, Heinz Mack tarafından kurulan bir sanat dergisinden alan
Zero kelimesi bir tür akıma dönüşmesiyle birlikte günümüzdeki sanatçıları da etkilemeye devam ediyor çünkü Zero, her ne kadar İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da ortaya çıkmış olsa da herhangi bir zaman ve mekanla sınırlandırılmıyor. Savaşın getirdiği yıkımın ardından yenilenme ihtiyacıyla başlayan Zero akımının sanatçıları sıfırdan başlayarak, farklı bir bakış açısıyla, yeni kavramlar yaratıyorlar. Amaçları önemli bir sanat eseri üretmekten ziyade sanatı bir umut olarak kullanmak olan Zero akımı sanatçıları ışık ve sesin ön plana çıktığı yenilikçi eserleriyle karşımıza çıkıyorlar. Sakıp Sabancı Müzesi ev sahipliğinde, İstanbul’da sanatseverlerle buluşan sergi,
Fotoğraflar: Melis Yüksel
14
1957 Yılında Almanya’nın Düsseldorf kentinde doğan Zero’nun kurucuları Heinz Mack, Otto Piene, Günther Uecker’in eserlerine yer veriyor. Aynı zamanda, Yves Klein, Piero Manzoni gibi akıma dahil olmuş önemli isimlerin farklı tekniklerle ortaya koyduğu 100’ün üzerinde eser İstanbul’daki bu büyük sergide bir araya geliyor. Yenilikçi ve pozitif bakış açısını destekleyen ZERO sergisinde sanat; tuval ve
çerçeveye hapsolmuşluktan çıkıp sizi kendisiyle iletişime geçmeye davet ediyor. Eserlerde kısıtlayıcı ve yönlendirici öğeler kullanılmaması izleyicinin kendi algısını tam anlamıyla deneyimlemesine olanak veriyor. Odağın ışık olması ise, serginin güncelliğini korumasının yanı sıra dünyaya bir umut kaynağı ve geleceğin daha aydınlık olabileceği felsefesini yansıtıyor. ZERO sanatçıları, İkinci Dünya Savaşı’na dair sarsıcı tecrübelerinden yola çıkarak ‘’beyaz yüzey’’ ile her
15
şeye sıfırdan başlayıp dönemi yansıtacak sanatsal diller geliştiriyor. Fırça ve boyanın hüküm sürmediği eserlerde beyaz renk yepyeni bir sanatın doğuşu temsil ediyor ve geleneksel sanat eserlerinin sınırlamalarını aşıp sonsuz olanın peşinden gidiyor. ZERO sanatçıları ışık ile karanlıktan sıyrılıp daha fazla şeffaflık ve aydınlığa ulaşmanın mümkün olacağını vurgularken bizlere de umut veriyor. Sergiyle ilgili detayı www.sakipsabancimuzesi.org ve www. akbanksanat.com sitelerinden bulabilirsiniz.
FotoÄ&#x;raf: greek-highlights.tumblr.com
16
17
Masallar Adası:
Santorini Bir gün yolunuz Santorini’ye düşsün diye yazıyorum / İrem İstanbulluoğlu
Fotoğraflar: greek-highlights.tumblr.com
18
Yunanistan hep merak ettiğim bir ülkeydi. Tarih, kültür ve eğlence bakımından Yunanistan’ı hep çok özel bir yer olarak görmüşümdür. Dünyadaki en güzel ve en gözde adalarıyla da isminden sıkça bahsettirir. Ben de geçtiğimiz yaz Yunanistan’ın Santorini adasına gitme fırsatı yakaladım. Ada, Yunanistan’ın başkenti olan Atina’ya hava yoluyla 45 dakika, deniz yoluyla ise yaklaşık 5-8 saat arası sürüyor. Biz bu seyahatimizde deniz yolunu tercih ettik. Yolculuk biraz uzun olsa da adaya yaklaşıp o eşsiz manzarayı gördükten sonra yolculuk, çekilen çileye değiyor. Manzara karşısında adeta büyüleniyorsunuz. Santorini’de kıyıya gemilerle yaklaşılamıyor, bu yüzden sizi feribotlarla adaya taşıyorlar.
FotoÄ&#x;raf: greek-highlights.tumblr.com
19
Fotoğraf: İrem İstanbulluoğlu
20
Adımımızı adaya indiğimiz iskele pek de hoşumuza gitmiyor, yukarıya henüz çıkmadığımız için sahil kısmı bize çok boş geliyor. Asıl olayın yukarıda döndüğünü öğrendikten sonra rahatlıyoruz. İçimden adanın uzaktan daha güzel göründüğünü söylerken adanın merkezine çıkmak için eşek ve teleferik arasında seçim yapıyoruz ve varmak için daha hızlı olduğunu düşündüğümüz yolu seçip teleferiğe doğru yol alıyoruz. Ada merkezine vardığımızda etrafı Santorini’nin maskotu haline gelen eşeklerden kaynaklanan kötü
kokular sarsa da Santorini’nin güzelliğinin önüne tabi ki geçemiyor. Merkezde adaya gelen turistler için çok fazla hediyelik eşya dükkanları ve ada misafirlerine hizmet veren eşsiz manzaralı küçük kafeler yer alıyor. Biz burada biraz takıldıktan sonra Santorini’de en çok merak ettiğimiz yere: Oia köyüne gitmek için yol alıyoruz. Oia köyüne gitmek biraz zahmetli olsa da otobüsle Oia köyüne varıyoruz ve işte gözümüzün aradığı tablo karşımızda. Dakikalarca karşımızdaki manzaraya kilitleniyoruz; gözlerimizi, ruhumuzu sevindiriyoruz, oranın
Fotoğraf: İrem İstanbulluoğlu
21
büyüsüne kapılıyoruz. Yeri, taşı, suyu bile farklı tabirini yakıştırıyorum hemen. Sanki güneş bile farklı doğuyor, farklı batıyormuş gibi geliyor insana. Gelelim Santorini’de görülmesi ve gidilmesi gereken yerlere: İlk sırada, kesinlikle ama kesinlikle Oia köyü diye ısrar ediyorum. Oraya gidip mutlaka adanın ve manzaranın keyfini çıkarmak için bir kafede oturup ister yemek yiyebilir, ister içkinizi yudumlarken ortamın keyfini çıkartabilirsiniz. Şahsen biz öyle yaptık.
İkinci sırada Red Beach var. Kırmızı kumsalı ile Santorini adasının en ilgi çekici plajlarından biri diyebiliriz. Denizin tadını çıkartmak isteyenler için çok güzel bir yer. Bana soracak olursanız, vaktiniz de biraz fazlaysa kendinizi adadaki dar şirin sokaklara bırakın ve kaybolun. O sokakların sonunda sürprizlerle karşılaşabilir ve sevdiklerinizle çok güzel anılar biriktirebilirsiniz. Yolunuzun masallar adası Santorini’ye düşmesi dileğiyle…
22
23
Türk Sineması: Nereden Nereye “Sana dün bir müzeden baktım Aziz İstanbul” / Birgül Salakoslu Müzenin köküne bir gidelim bakalım: 19. yy ortalarında, Ahmet Fethi Paşa zamanında ilk müze fikri kendini göstermiştir. 1846 yılında Sultan Abdülmecit’in emri ile bazı eski eserler ve eski silahlar Aya İrini Kilisesi’nde toplanmış, daha sonra 1868
yılında Ali Paşa’nın sadrazamlığı sırasında bu kilise ve içerisindeki eserler “Müze-i Hümayun” adı altında ilk müze olarak açılmıştır. Nereden nereye... Şimdi artık gerekli gereksiz her şeyin bir müzesi var ama ne olursa olsun sonuçta hepsi birer emek
24
ürünü. Ben bu hafta Sinema ve Tiyatro Müzesi’ne gittim. Kısaca TÜRVAK. Bir kısaltmasının olması da müzenin kurucusundan geliyor. Eğer ilgi ve alakanız varsa ya da bu branşla ilgili bir şey okuyorsanız kesinlikle ziyaret etmeniz gereken bir yer. Öncelikle bütün geçmiş gözlerinizin önünden geçiyor. Siması bilinen insanların değişimini görüyoruz. Çocukluğumuzda izlediğimiz dizileri, taklitlerini yaptığımız insanları ziyaret etmiş gibi oluyoruz. Beş katlı ufacık bir binanın içine neredeyse 100 yıllık Türk sineması
ve tiyatrosunu sığdırmaya çalışmışlar. Muhtemelen bundan 10 yıl sonrasında büyütmek zorunda kalacaklar müzeyi. Biz iki arkadaş, müzeye pazar günü gittik ve kimsecikler yoktu. Güvenlikteki beyefendi bize yardımcı oldu. Dördüncü kattan aşağıya doğru gezerek indik. Her katta farklı şeyler gördük: birbirine çok benzer ama zaman farkı olan şeyler. En üst katta Türker İnanoğlu Salonu var. Burada Türker İnanoğlu, Beyoğlu’ndaki ustalarıyla ve çok sevdiği dostlarıyla bir arada kendisine de özel bir bölüm ayırmış. İnanoğlu’nun 55 yıl boyunca
25
26 mesleği ile ilgili almış olduğu ödüller, kurulduğu 1960 yılından bu yana aktif durumda olan Türkiye’deki en eski yapım şirketi Erler Film’e ait afişler, set fotoğrafları, senaryolar, TV program ve dizilerinden örnekler ile İnanoğlu’nun siyasilerle birlikte çekilen fotoğrafları var. Çok kısa sürüyor bu katı incelemek ama aslında önemli olup bizim duymadığımız birçok farklı karakterle tanışıyoruz. Üçüncü katta tiyatro müzesi var. Sinemanın içinde neden tiyatro dediğinizi duyar gibiyim. Türker İnanoğlu, Sinema Müzesi’ni kurarken tiyatro kökenli sanatçılardan çok destek görmüş ve bu yüzden Türk tiyatrosunun bu gönlü zengin, dev çınarlarına borcunu ödemek için hemen hazırlıklara başlamış ve 2001 yılında Tiyatro Müzesini de açmış. Bu müzede 4 farklı salon var: Muhsin Ertuğrul Salonu, İsmail Dümbüllü Salonu, Behzat Butak Salonu ve Afife Jale Sergi Salonu. Türkiye’de tiyatronun meslek olarak kabul edilmesini sağlayan kişi Muhsin Ertuğrul, Türk tiyatrosunun en büyük duayeni olarak biliniyor. Vefatından sonra uzun yıllar hiç kimse kendisine ait ne bir belgeye ne de bir dokümana ulaşabilmiş. TÜRVAK, eşi Handan Uran Ertuğrul sayesinde Muhsin Ertuğrul’a ait özel eşyalara ulaşmış ve bu müzenin kurulma aşamasında büyük yardımları olmuş. (Bu salonda bulunanlar: Muhsin Ertuğrul’un Dragos’taki evinde bulunan çalışma masası, yağlı boya portresi,
27 şahsi eşyaları, eşine ve Beklan Algan’a yazmış olduğu vasiyetler, şapkaları, takım elbiseleri, ilk eşi Neyyire Ertuğrul ile ikinci eşi Handan Uran Ertuğrul’un resimleri, daktilosu, çalışma koltuğu, özel çalışmaları, kostümleri ve balmumu heykeli) İkinci olarak, İsmail Dümbüllü Salonunda geleneksel tiyatro, temaşa sanatları, orta oyunu ve Karagöz-Hacivat bölümleri; Darülbedayi’nin afiş, belge ve fotoğrafları; afişçi Şeref’in orijinal baskı afişleri; Vala Somalı karikatürleri ve Mengü Ertel afişleri sergileniyor. İsmail Dümbüllü’nün balmumu heykelini de bu salonda görebilirsiniz. Behzat Butak Salonu’nda ise Türk tiyatrosunun Osmanlı’dan (Gedikpaşa Tiyatrosu), Darülbedayi’den günümüze 260 yıllık tarihi belgeleri, Osmanlıca ve Türkçe el ilanları, ödüller, eski tiyatro dergileri, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın imzalı maaş bordroları, masklar, biletler ve afişler sergileniyor. Son olarak Afife Jale sergi salonunda Darülbedayi’den Şehir ve Devlet Tiyatroları’na, ünlü operet topluluklarından özel tiyatrolara kadar Türk tiyatrosunun ödenekli-ödeneksiz tiyatro topluluklarını, grupların oyun afişleri, el ilanları ve oyunların perde arkası ve sahne fotoğraflarını görebilirsiniz. Ayrıca Jeyan Tözüm’ün oyun kostümü (“Hanımlar Terzihanesi”), Devlet Tiyatroları’nın tarihi oyunlarından padişah kostümü ve Altan Erbulak’ın frakı da bu salonda. İkinci kata indiğimizde 4
28 farklı bölümle karşılaşıyoruz, Adnan Öztrak Televizyon Salonu, Halit Refiğ Salonu, Balmumu Heykeller Salonu ve TÜRVAK Sergi Salonu. Adnan Özerk Televizyon Salonu’nda hayatımıza girdiği günden itibaren televizyonun geçirdiği tüm evrimler ve yakın tarihi görüyoruz. 2 inç, 1 inç Ampex kayıt cihazları, TV kameraları, siyah beyaz dönemi sinyal tabelaları, 70’li yılların stüdyo monitörleri, TRT’nin ilk siyah beyaz ve renkli kamerası, video kaydediciler, özel efekt cihazları (ağır çekim, hızlı çekim), stüdyo ve aktüel kameralar sergileniyor. Duvarlarda ise nostaljik siyah-beyaz dönemi TV program fotoğrafları ve spikerlerin portreleri ile daha sonraki yıllarda televizyonla şöhreti yakalayan ünlülerin fotoğrafları yer alıyor. Halit Refiğ Salonunda ise sinemanın tarihine tanıklık etmiş çok önemli cihazlardan kurgu-eşleme, kömürle çalışan film projeksiyon, tele-sine cihazları, elle kumanda edilen miksaj masaları, dublaj mikrofonları, duvarlarda ise nostaljik film kareleri sergileniyor. Balmumu Heykeller Salonu’nda Türk Sinemasının unutulmaz karakter oyuncuları Kemal Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit, Belgin Doruk, Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Öztürk Serengil, Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Necdet Tosun ve Feridun Karakaya’nın filmlerde canlandırdıkları karakterlerin balmumundan yapılmış heykellerini görüyorsunuz. Çoğu çok sevdiğimiz karakterler ve ister istemez insanı bir hüzün kaplıyor onları hatırladıkça. Sergi Salonu’nda ise şu anda İbrahim Enez ve Arzu Kalkavan imzalı orijinal yağlı boya Yeşilçam çalışmaları, Sürü’den Çalıkuşu’na afiş çalışmaları ve Bedri Koraman’ın Kemal Sunal filmleri için yaptığı afişler sergileniyor. Birinci katta Nişan Hançer Salonu, Fuat Uzkınay Salonu, Lütfi Ö. Akad Salonu ve Ali
Efendi Sinema Salonu var. Nişan Hançer Salonu’nda, sinemanın Beyoğlu’na girdiği günden itibaren belgeler, sinema biletleri, birçok sinema salonunun kuruluş belgeleri ve resimleri var. Fuat Uzkınay Salonu’nda ise sinemanın tarihini ve günümüze kadar nasıl bir yol kat ettiğini en ince ayrıntılarıyla görebiliyorsunuz. Muhsin Ertuğrul’un ilk sesli çekim yaptığı kamera (İstanbul Sokakları/1933) mutlaka görülmesi gereken en ilginç parçalardan birisi olarak müzede yerini alıyor. Ali Efendi Sinema Salonu’nda sinema filmi çekimlerinde kullanılan kamera ve ışıklar, kurgu eşleme, film kopya, bant okuma, tele-sine, projeksiyon, developman (film banyo cihazı) gibi cihazların yanı sıra su altı kamerası ve tek çekimlik fotoğraf makineleri bulunuyor. Ali Efendi Sinema Salonu ise etkinlik zamanı haricinde, müzeyi gezerken pek karşınıza çıkan bir bölüm değil. Giriş katı, müzenin diğer katlarının genel bir özeti biçiminde dizayn edilmiş. Sinemanın ilk yıllarına ait ve Türkiye’ye ilk gelen 1904 model film projeksiyon cihazı, bir tarafta üç objektifli ahşap Vedat Ar kamerası, diğer tarafta körüklü fotoğraf makinesi… Ayrıca her tarafta sinemanın tarihsel sürecini anlatan örnek cihazlar, Arri kamera, 16’lık film kopya baskı cihazı (matipo) ve kömürle çalışan film gösterim cihazı var. Duvarlarda ise sinemamızın ve tiyatromuzun belleğine kazınmış, şimdi aramızda olmayan unutulmaz sanatçılarımızın portreleri ile sinemamızın ilk dönemlerine ait afişler asılı. 60’lı ve 70’li yıllarda Ses dergisini desenleriyle süslemiş Faruk Alpkurt’un çizdiği sinema ve tiyatro camiamızın tanınmış simalarının karikatürleri de toplu halde giriş salonunda sizin görmeniz için beklemede.
29
30
31
Eskimeyen Tek Dönem; ‘90’lar En güzel hislerin tek bir çatıda buluştuğu böylesine bir dönemi bir daha yaşayabilirsek ne mutlu bizlere / Mehmet Fatih Er “O piti piti karemela sepeti, terazi lastik cimnastik”. Eğer bunu melodisiyle birlikte okuduysanız sizin de çocukluğunuz 90’larda geçmiştir çünkü 90’lar demek tekerleme demekti, ip atlamaktı, sokakta akşam ezanı okununcaya kadar oynamaktı. 90’larda yaşamış çocuklar paylaşmayı bilen kişilerdir. Mahalle bakkalına “abi bu paraya ne kadar cips alırım” sorusunu yönelterek, aldıkları cipsi arkadaşlarıyla paylaşırlardı. Dostluk, kardeşlik o zamanlarda öğrenildi. Kimse öyle bilgisayar başında saatlerce ekrana bakarak vakit öldürmezdi. Atari vardı o zamanlar. 90 nesli kim bilir kaç kere prensesi ejderhanın elinden kurtarmıştır. Evde kaç tane kaset ortasına kurşun kalem sokulduğu için helak olmuştur ya da kaç tane Capri Sun patlamıştır içildikten sonra. Sulugöz, meybuz, cino, tetris ve daha niceleridir 90’lar. 90’larda çocuk olmak işte bunları düşündüğümüz zaman yüzümüzde bir gülümsemenin olmasıdır. Sadece o dönemde yaşanmış çocukluklar değildir 90’ları güzel yapan. Televizyonda Susam Sokağı vardı, Bizimkiler vardı. İnsanları birbirine bağlıyordu televizyon çünkü hep bizden bir şeyler oluyordu o anlatılan hikayelerde. Bütün aile dizi saatini beklerdi. Herkes
32
ya kendisini ya da tanıdığı birisini görürdü karakterlerde. Olacak O Kadar’da Oya Başar’ın “Beni özleyin anacım” demesiydi 90’lar ya da Çılgın Bediş başlarken jenerik müziğine eşlik etmekti. Ruhsar gelsin diye yağmurun yağmasını dört gözle beklemekti. En çok özlenen anılar, dostluklar, hisler şüphesiz o zamanlarda kalmıştır. Bize her hissin en uç noktalarını yaşattı 90’lar. Üzüntüyü de sevinci de aynı anda yaşattı bize. Annelerimizin o zamanlarda yaptığı altın günlerinde, tabakta kısırla ıslak kekin yan yana durup lezzetlerinin birbirine karışması gibi aynı. Zaten 90’ları da farklı yapan buydu. Şarkıları da bir güzeldi 90’ların. Öyle yazın hit olmak için çıkarılmazdı şarkılar.
33
Dinlendiğinde geçmişe götürür, parçaların ömürleri sizin hayatınız boyunca sürerdi. Eğlendireni tam eğlendirir, hüzünlendireni ise insanın içine dokunur, kolay kolay da etkisini çekmezdi insanın üstünden. Zaten 90’ları da farklı yapan buydu. Dinleyip de 90’ları yad etmek, bu anlattığım nostaljik duyguları hatırlamak isteyenler için şarkılar burada: https://www.youtube.com/watch?v=N_ E9abZ8nyA&list=PLH5_8WR0QsyuRzItxM2 WQscq4YbJ91M0k
e t e z r e v i n ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete