ÜNİVERZETE 129

Page 1

/129

端n

e t e z r ive

zete


5 Kasım 2015 Sayı: 129 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç Yazılar

TEK BAŞINA İKTİDAR

MUHALEFET SINIFTA KALDI

ANKET ŞİRKETLERİNİN 1 KASIM YANILGISI

TÜRKİYE MEDYASI VE ERKEN SEÇİM EKRANI

NEDEN KORUDUK SANDIKLARI?

BU BİR FİLM YAZISI

BABALAR VE KIZLARI

KOPYA KAĞITLARI KOLEKSİYONU

Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Elif Doğanyiğit, Ilgın Saban, İdil Bayram, İlgi Özdikmenli, Mehmet Fatih Er, Sedef Akalın, Sırma İshakoğlu, Tuğçe Kılınç Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instegram: https://goo.gl/JT0p59

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4

Tek Başına İktidar Tek başına iktidar olan AKP ile bizleri bekleyenler / Ilgın Sarban 1 Kasım seçimleri hayatımızı nasıl etkileyecek? Üç aşağı beş yukarı herkesin kafasındaki soru budur sanıyorum. Nasıl etkileyeceğini kesinkes bilmiyor olsak da en azından geçmişte edindiğimiz tecrübeler doğrultusunda öngörüde bulunabiliyoruz ve karşılaştığımız bu tablonun biz gençleri nasıl etkileyeceğini düşündüğümüzde endişelenmeden edemiyoruz. Seçim bitti, kazanan ve kaybedenler oldu. Bu noktadan sonra önemli olan nasıl olduğu değil, bundan sonra bizi nelerin beklediği. Bu bağlamda aklımıza gelen ilk soru “Biz gençler tek başına iktidar olan AKP’den nasıl etkileneceğiz?

Hak ve özgürlüklerimizin -ve hatta yaşam hakkımızın- umurlarında olmadığını düşündüğümüz, iyice güçlenmiş bu iktidarla ne yapacağız?” Zaten hali hazırda ifade özgürlüğünün kısıtlanması sorunuyla karşı karşıyayız. Anayasal hakkımız olan protesto yapmak ve yapabileceğimiz alanlar ellerimizden alınıyor. Artık neredeyse sokaklara her çıktığımızda biber gazına, TOMA’ların öfkesine maruz kalıyoruz. Farklı görüşlerin özgürce paylaşılmasını destekler nitelikteki üniversitelerimizde bile yapılan her eylemde yanı başımızda sivil polislerle karşılaşıyor, fişleniyoruz. Her yere uzanan eller kendi içimizde bile


5

varlığını rahatlıkla sürdürüyor. Kadın haklarının algılanış biçiminden ve kadının hayatına yapılan müdahalelerden her geçen gün daha fazla endişe/rahatsızlık duyuyoruz. Alkol alım saati gibi yasaklarla karşılaşıyoruz. Yasaklamaların da ötesinde hükümetin kendi ideolojilerine uymadığı düşünülen festivaller bile iptal edilebiliyor. Kimimiz sesini çıkaramıyor, çıkaranlarımız da genellikle

cezalandırılıyor. Attığımız tweet’leri bile korkarak atıyoruz çünkü yanı başımızda yalnızca yazdığı cümle nedeniyle tutuklanan arkadaşlarımıza şahit oluyoruz. Yazdıklarımızdan, düşündüklerimizden dolayı bir gün bizim de aynı durumla karşılaşabileceğimizi biliyoruz. Doğal olarak endişeliyiz. Soruyoruz: “Daha ne gibi yasaklar, özgürlük kısıtlamaları girecek hayatımıza?”


6

Sanat ve kültür alanında maruz kaldığımız haksızlıklar da her geçen gün gözlerimizin önünde artıyor. Bugün tiyatrocu olma niyetinde bir arkadaşımın Levent Üzümcü’ye yapılan haksızlık sonrasında bu ülkede bir gelecek ve kariyer planı yapabileceğini sanmıyorum. Hükümetin sanat ve kültüre bakış açısının da giderek tek düzeleştiğini ve neredeyse sanatın, parti propaganda aracı değilse anlamsız ve değersiz bulunduğu algısını üzülerek seyrediyoruz. Ekonomik anlamda da endişelerimiz var. Yeterli sayıda ve nitelikte yurtların bulunmaması, harçların kaldırılmaması ve karşılıksız burs imkanlarının sağlanmaması bunlardan bazıları. Sandıktan istikrar oyu çıktığı takdirde ekonomik olarak da gelişmeyi vadeden hükümetin biz gençlerin ihtiyaçlarını karşılayacağına inanmakta güçlük çekiyoruz

çünkü biliyoruz ki tek başlarına iktidar oldukları dönemde bile biz bu sorunlarımıza çözüm sağladıklarını hiç görmedik. Bundan sonra da şimdiye kadar karşılanmamış olan bu ihtiyaçlarımızın, gücüne güç katmak için varlığını sürdüren bir hükümet tarafından karşılanacağına nasıl inanabiliriz? Nasıl güvenebiliriz? Evet, söylenecek fazla da bir şey yok, seçmenin tercihi belli. Pazar günkü seçimler bunun sert bir kanıtıydı yüzlerimize çarpan. Şu açıkça görüldü ki -ne yazıktır- toplumun en az %50’si yaptığı seçimle bireysel hak ve özgürlüklerden, en temel insan haklarından olan “yaşama hakkı”ndan, farklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşama umudundan yana değil. Uzun vadede güzel bir gelecek ve özellikle biz gençlerin yarınları ise hiç umurlarında değil ya da Türkiye’de görmek istediğimiz yarınlar gerçeği birbirinden ne yazık ki çok farklı.


7


8

Muhalefet Sınıfta Kaldı AKP’nin tek başına iktidarı, seçmenin “siz üç muhalefet hiçbir şeyi beceremediniz” deme şekli midir? / Berk Özdemir Tüm Türkiye’ye sürpriz olan bir seçimdi 1 Kasım 2015 Erken Genel Seçimi. Ne tek başına iktidar olan AKP bu kadar iyi bir sonuç bekliyordu, ne muhalefet partileri bu kadar hüsrana uğrayacaklarını düşünüyordu. Peki buna ne sebep oldu? Ne oldu da AKP oylarını bu kadar yükseltirken, MHP ve HDP düşürdü, CHP yerinde saydı? İlk olarak CHP’den başlamak istiyorum. Üç genel seçimdir yerinde sayan bir ana muhalefet partisi. Sosyal, demokratik bir devlet isteyen, buna göre seçim vaatleri açıklayan parti. Nasıl oluyor da Anadolu insanı bu partiye oy vermiyor? Neden Kemal Kılıçdaroğlu bu soruyu her seferinde farklı şeyler söyleyerek geçiştiriyor? Bunun cevabı her seçimde kemikleşmiş CHP seçmeninden başka seçmenin partiye oy vermemesi.

CHP’nin, AKP’nin yaptığı gibi Anadolu insanına ulaşamaması. Ekonomik istikrar için hiçbir şekilde CHP’ye güvenilmemesi. Sol görüşün Türkiye’de çok yanlış bir biçimde algılanması ve buna göre hareket edilmesi. Bu saydıklarım CHP’nin yerinde saymasına neden olan başlıca etmenlerden sadece birkaçı. CHP zihniyeti denilen bir ön yargı var ki bu “içki masasında ülke kurtarmak”, “CHP zamanında karneyle ekmek dağıtılması”, “Valsle Cumhuriyet Bayramı kutlanması”, “her şeye muhalefet olan bir parti olarak görülmesi” şeklinde açıklanabilir. Bu tarz konuların hiçbiri ele alınmıyor. Bunlar hakkında hiçbir çalışma yapılmıyor. Sadece “çiftçiye mazot 1.75 lira olacak”, “asgari ücret bin beş yüz lira olacak” gibi vaatlerle halka inilmiş olunmuyor.


9

HDP’nin oy kaybının en büyük sorumlusu PKK oldu. Halk arasında, özellikle Selahattin Demirtaş ve HDP büyük popülerlik kazanmıştı. Gerek olaylara esprili yaklaşımı, laflarını hiç sakınmadan söylemesi, her söylenen söze bir cevabının olması diğer sol görüşlü insanların sempatisini çekti ve bunun sonucunda HDP yüzde on üç gibi bir başarıyla meclise girdi. Demirtaş tıpkı bir yıldız konsere çıkıyormuş gibi karşılanıyordu mitinglerde. Sürekli söylenen barış söylemi de AKP’ye oy veren özellikle Kürt vatandaşların oylarının HDP’ye kaymasını sağladı. Tabii ki bu popülerlik ‘Kandil’in epey rahatsız olmasını sağladı. 7 Haziran’dan sonra gelen kaos dönemi, sokağa çıkma yasaklarının günlerce uygulanması özellikle Kürt vatandaşların fazla olduğu güney doğu illerinde fikir değişikliğine yol açtı. AKP yönetimindeki çözüm süreci döneminde gelen ateşkes o bölgede bir rahatlama sağlamıştı fakat bu beş aylık dönemde o bölgedeki çatışmaların baş göstermesi oyları AKP’ye kaydırdı. Bu PKK’nın işine geldi denilebilir. Eğer HDP o bölgede güç kazanmaya devam etseydi PKK’nın güney doğudaki etkisi giderek azalacak ve bir süre sonra HDP, PKK ile tüm bağlarını koparacak şekilde kendi ayakları üzerinde durabilecekti. HDP’nin oy kaybetmesindeki temel etkenlerden biri bu çatışma ortamıydı. Diğeriyse seçim kampanyası yapmasına

engel olunması oldu. HDP merkezlerine saldırılar, malum televizyon kanallarında iktidar partisi otuz saat gösterilirken HDP’nin yalnızca on sekiz dakika gösterilmesi... MHP, AKP’ye ‘tek başına iktidar’ hediyesini ‘altın tepside’ sunarak verdi diyebiliriz. Devlet Bahçeli, 1.9 milyon oy kaybeden MHP’nin oy kaybının ana nedenlerinden biri oldu. Kendisi hiçbir şekilde partisinin ilkelerini çiğnememek için uzlaşmacı olmadı, kendisinin de yönetebileceği bir hükümeti geri tepti ve uzlaşma isteyen halka sırt dönerek büyük bir oy kaybı yaşattı. AKP ile MHP arasındaki seçmenin çok geçişken olduğu bilinen bir gerçekti. AKP de yaşanan olaylarda milliyetçi kozunu iyi oynayarak ‘milli ve yerli’ kıstasları içinde vekil isteyerek MHP seçmenini tamamen kendi safına çekmeyi başardı. Bu durumda MHP ise beş aylık dönemde resmen silik bir partiydi. 7 Haziran’da ikinci büyük muhalefet partisi olarak söyleyebileceği, etki edebileceği o kadar çok olay olmuşken, insanların da özellikle milliyetçilik anlamında göğüsleri kabarmışken, hiçbir şey yapılmadı ve sonuçta en çok hasar alan parti oldu. Şu ana kadar muhalefetin eline geçmiş belki de en iyi şans böylece tepilmiş oldu. Bu seçim halkın verdiği şansı “üç muhalefet hiçbir şeyi beceremediniz” diyerek geri aldı ve AKP’yi tek başına iktidar yaptı.


10

Anket Şirketlerinin 1 Kasım Yanılgısı “Ankete inanma, anketsiz de kalma” / Elif Doğanyiğit Bir seçimi daha hep birlikte yaşadık. Kimimize göre hayal kırıklığı, Kimimize göre zafer sarhoşluğu, Kimimize göre belirsizlik, Kimimize göre yeni bir umut... Peki seçimden önce yapılan bu anketler bize bu duyguları yaşatmış mıydı? Tüm ülkenin sabırsızlıkla beklediği 1 Kasım geldi ve geçti bile. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki birçoğumuz (aday partiler bile) sandıktan böyle bir sonuç çıkacağını tahmin etmiyorlardı. Tabii bu düşüncedeki en önemli etkenlerden biri, seçim sürecinde önemli yeri olan ve seçimin nabzını tutan

anket çalışmaları idi. Seçim süreci boyunca bir çok vatandaşımızın, aday partilerin ve medyanın gözü anket şirketlerinin verdiği oy oranlarındaydı. 56 araştırma şirketinin yaptığı anket sonuçlarının tamamına yakını koalisyon ihtimalini gösteriyordu. Diğer yandan A&G Araştırma Şirketi, sandıktan çıkan sonuca en yakın oranları verdi. A&G’nin yayınladığı araştırmadaki oy oranları: AKP yüzde 47.2, CHP yüzde 25.3, MHP yüzde 13.5, HDP yüzde 12.2, diğer partiler ise 1.8 şeklinde yer aldı. Diğer anket şirketlerine baktığımızda çoğunluk AKP’nin oylarını arttıracağı kanısındaydı


11 ancak hiçbiri yüzde 50’ye yakın bir sonuç tahmin etmedi. Bu yazıyı hazırlarken yaptığım bir sosyal medya araştırmasında Can Dündar’ın paylaşımı gözüme çarptı. Dündar, KONDA Araştırma Şirketi’nin anket sonuçları doğrultusunda AKP’nin koalisyona mecbur kalacağını belirtiyordu. KONDA’nın söz konusu anket sonuçlarına göre: AKP yüzde 41.7, CHP yüzde 27.9, MHP yüzde 14.2, HDP 13.8, diğer partiler 2.3 oranında oy alıyordu. Ancak görüleceği gibi KONDA Araştırma Şirketi’nin sonuçları da yanılanlar arasındaydı. 1 Kasım seçim sonuçları açıklandığında, anket şirketi temsilcilerinin söz konusu sapmalara yönelik cevapları gecikmedi. Metropoll Araştırma şirketinin

başkanı Prof.Dr. Özer Sancar Twitter’da, “Araştırmalarımızda halkın muhalefete ve süreçte yaşananlara tepkisini tespit edemedik, başarısız olduk” dedi. Benzer şekilde, Andy-Ar Şirketinin temsilcisi Faruk Acar da kamuoyundan özür diledi ve ekledi: “Türkiye sosyolojisinin tekrar yazılması gerektiği kanaatindeyim. Söylemini milliyetçilik üzerine oturtan AK Parti’nin HDP’den de oy alması sosyolojik olarak açıklanamaz.” Bizler de ülkemizin geleceğini düşünen ve sorgulayan bireyler olabilmek adına bugün, seçimin sonuçlarını tüm yönleriyle irdelemeliydik. Bu doğrultuda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan, Dünya Gazetesi’nde “Pazarlama 0.3” adı altında her cuma köşe yazısı yazan Güventürk Görgülü’ye seçim anketlerindeki


12

sapma hakkında görüşlerini sordum. Kendisi bu durumu, beş aydır ülkemizde yaşanan terör olaylarına bağladığını, halkın bu olaylar yüzünden derinden etkilendiğini ve bunun bir sonucu olarak istikrarsızlıkla ilgili kaygılar taşımaya başladığını dile getirdi. Bunun yanında Doğu’da yapılmaya çalışılan anket çalışmalarının verimsiz olduğuna da değindi. Genellikle bu bölge halkının, anket

sorularını ya hiç yanıtlamadığı ya da açık bir şekilde düşüncelerini dile getiremediğini ifade etti. Anket sonuçlarının gerçekleşen durum ile yüzde yüz örtüşmesinin pek de mümkün olmadığını sade bir vatandaş olarak elbette öngörebiliyoruz. Ancak yine de bu araştırmaları takip ediyor, verilen oranlara bakarak


13 beklentiler içine giriyoruz. Bu kez bu beklentiler ile ulaşılan sonuç arasında büyük bir fark var. Sonuçta, seçim öncesi yapılan araştırma ve anketler bir yönüyle insanlara belli düşünceleri empoze etmek için kullanılıyor olsa da diğer yönüyle aşağı yukarı nelerle karşılaşacağımızı da gösteriyor. Özellikle biz gençler, her bilgiye kısa sürede internet üzerinden erişebiliyor ve birçoğumuz sanal dünyadan edindiğimiz bilgilere göre hareket ediyoruz. Aynı şekilde oy tercihlerimizde de yine teknolojiden maksimum düzeyde yararlanıyor ve araştırma şirketlerinin açıkladığı sonuçlardan etkilenebiliyoruz. Bu ön kabul ile anketlerin yanıltan sonuçları

kararlarımızı olumsuz yönde etkiledi. Derler ki “fala inanma falsız da kalma”. Sanırım benzer bir durum araştırmalar için de geçerli: “Ankete inanma, anketsiz de kalma.” Yaşadığımız bu deneyim ile bir sonraki seçimlerde yapılacak araştırmalar ve anket sonuçlarına yönelik haklı bir güvensizlik içindeyiz. Artık gerçekten neye, kime güveneceğimizi bilemiyoruz. Ne yazık ki bu sonuçlarla, bundan sonra yapılacak araştırmalara inanmak mümkün değil. Ancak unutulmamalı ki yaşadıklarımızın nedeni, her zaman yaptığımız seçimlerdir.


14

Türkiye medyası ve erken seçim ekranı Medya organlarının siyasi partilere adil mesafede yaklaşmamış olduğu bir ortamda sayılı siyasi figür mesajını kitlelere ulaştırabildi / Mehmet Fatih Er Geride bıraktığımız 1 Kasım seçimleri şüphesiz son bir aydır gündemimizin ana başlığıydı. Gerek siyasi partilerin sunduğu vaatler, gerek siyasiler arasındaki sözlü atışmalar ile seçimle yatıp seçimle kalktık. Seçimle yatıp seçimle kalkmamızı sağlayan temel etken neydi? Partilerin insanlara en kolay yolla ulaşabileceği ortam olan medyaydı ve medya siyasiler tarafından çok kullanıldı. Televizyon kanalları, sosyal medya, gazeteler günlerce vaatlerle ve liderlerin sözleriyle doldu taştı. Peki medya bunları ne ölçüde bizlere yansıttı ya da partiler arasında ne kadar eşit mesafede

kalabildi? Sosyal medyayı benim kanaatimce en iyi kullanan parti CHP’ydi. Özellikle paylaştıkları videolar ile hükümetin bugüne kadar yaptığı uygulamaları eleştirel bir şekilde dile getirdiler. Kendi vaatlerini de videolar ile seçmene ulaştıran CHP, sosyal medyada diğer partilere oranla daha aktifti. 7 Haziran öncesinde de sözlük yazarlarıyla Ekşi Sözlük’te buluşan Kemal Kılıçdaroğlu, 29 Ekim’de “Bazen gözümüzün önünde olan şeyleri bile fark edemeyebiliyoruz. Sizin gibi parlak gençlerin farklı, aykırı fikirleri benim


15 için çok önemli. Ekşi Sözlük, bu fikirlere en kolay ulaşabileceğimiz mecralardan biri” diyerek kapılarını sosyal medya üzerinden herkese açmıştı. Kılıçdaroğlu, 1 Kasım seçimleri öncesinde de Ekşi Sözlük’te yazarlarla buluştu. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Periscope uygulaması üzerinden seçmen kitleleriyle bir araya gelmişti. Yapılan yayını yaklaşık 300.000 kişi izlemişti. Genel başkanların sosyal medyayı bu şekilde kullanmış olmaları, gençlere bu şekilde hitaplarda bulunmaları sosyal medyanın seçmenlere ulaşma konusundaki gücünü bize göstermekte. Tabii ki sosyal medya platformları herkese açık olduğu için ikinci sorumun cevabını bu mecrada aramak yanlış olur. Bu yüzden bakış açımızı televizyon kanallarına ve gazetelere yöneltmemiz gerekir. İktidara yakın olan medya kuruluşlarının, AKP ve diğer partilere yaklaşımındaki fark göze çarpar nitelikteydi. Bir kamu kuruluşu olan TRT’nin yayın süresinde partilere eşit davranmadığını

birçok kişi dile getirdi. Hatta Fransız basınından Le Monde’da bile yer bulan bu eşitsizlik durumu, ülkemizde seçim yasağının kalktığı son ana kadar sürdü. TRT’nin siyasilere ve partilere ayırdığı yayın süresi 25 günlük süre zarfında Erdoğan’a 29 saat, AKP’ye 30 saat, CHP’ye 5 saat, MHP’ye 1 saat 10 dakika ve son olarak HDP’ye 18 dakika olarak tarihe damgasını vuracak bir haksızlıkla hafızalarımızda yerini aldı. Sadece yayın sürelerine bakarak bile seçim propagandası sürecinde yaşanan adaletsiz durum kolaylıkla yorumlanabilir. 1 Kasım’a kadar yapılan bu uygulamalar seçim propagandası döneminde medyanın eşit davranmadığını bizlere gösteriyor. Gönül isterdi ki kendi ideolojisini, vaatlerini seçmeniyle doya doya paylaşan tüm partiler kanallarda zap yaparken karşımıza çıksın fakat ağırlıklı olarak iki kişiyi (Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’ı) gördük. Umarım bundan sonraki seçim zamanlarında medya, üzerine düşen propaganda görevini daha adil bir şekilde bizlere sunar.


16

Neden Koruduk Sandıkları?

Klavye kahramanlığından sandık kahramanlığına geçen bir kuşak ile Oy ve Ötesi gururla sunar / İlgi Özdikmenli 1 Kasım seçimleri bitti. İnsanlar yorumlarını yaptı, düşündü, konuştu ancak bence seçim sonuçlarının şaşırtıcı etkisi kadar konuşulmayı hak eden bir sivil hareket var: Oy ve Ötesi. İçinde bulunmaktan gurur duyduğum Oy ve Ötesi hareketi, seçimlerin öncesinden sonrasına kadar hiçbir zaman bitmeyen, hatta giderek artan bir motivasyonla çalıştı. Seçim öncesinde yapılan eğitimler boyunca insanlar yalnızca sandık başında durma konusunda değil, bilinçli seçmen

olma noktasında da bilgi aldı. Süreç boyunca tarafsız bir müşahit olmak ve yalnızca adil, güvenilir bir seçim olması için çaba harcamanın önemi anlatıldı, ısrarla altı çizildi. Anayasa ve seçim genelgesi öğrenildi. Bina ve ilçe sorumlularıyla tanışıldı. Seçim sabahı -ertesi sabah daha adil, daha demokratik bir Türkiye’ye uyanmak adına- saat 7’de görev alınan okullarda buluşuldu ve gün başladı. Seçim sonuçlarından sonra bile, hala umut kaldı mı diye sorsanız, onca insanın özgürlük ve demokrasi adına tüm gün sabahtan akşama yaptıklarını anlatırım. Sanırım


17 içimizde hala biraz umut var. Tüm gün sandık başlarında görev alan Oy ve Ötesi gönüllüleri, seçim boyunca müşahitlik yaparak, sonrasında oy sayımında görev alarak, sonucunda kuruldan ıslak imzalı tutanak alarak ve bu tutanakları T3 sistemine girip YSK ile karşılaştırarak seçim sonuçlarından memnun olmayanların bile hiç değilse seçimde şaibe olmadığını bilmeleri ve içlerinin bu konuda rahat olmasını sağladılar. (Bilmeyenler için T3 sistemini, tüm ülke çapında alınan sandık tutanaklarındaki verilen oyların internet ortamına tek tek girilmesiyle YSK’da açıklanan oyların karşılaştırılmasına yarayan sistem olarak özetleyebilirim.) Oy ve Ötesi gönüllülerinin büyük çoğunluğunun genç olması hayranlık uyandıran bir etkendi benim için çünkü apolitik yetiştirilmiş bir kuşak olan bizler, bırakın sivil toplum içine girip oylara sahip çıkmayı,

bireysel farkındalık kazanarak oy verme eylemini bile gerçekleştirmeyebiliyorduk. Bunu düşününce, peki biz gençlere bunu yaptıran ne oldu, neden her ortalama bir demokrasi ülkesindeki genç gibi oy vermemiz yetmedi de bir de onları korumamız gerekti sorusunu sormadan edemedik. Oy ve Ötesi’nin meşruluğu, haklılığı ve organizasyonun ne denli başarılı olduğu ortada. Hiçbir taraf tutmadan, tüm partilere eşit yaklaşan, her oyu korumayı amaçlayan ve hedeflediği her ilkeyi gerçekleştiren saygı duyulası bir sistem. Yine de Türkiye’de yaşayan herkesin sorgulaması gerektiğini düşündüğüm bir konu var: “Buna neden gerek duyduk?” Düşününce, bir memlekette vatandaşın kendi oyunu korumak, trafoya kaçan kedilerle savaşmak, elektrikler kesilirse etrafı gözlemlerim diye gündüz gözü yanında fener taşımak ve oyları korumak için bir sivil toplum örgütü oluşturacak zorunlulukta kalması kadar trajik bir durum olamaz


18 sanıyorum. Bu açıkça, vatandaşın kendi sandığından çıkacak sonuca güvenmemesidir ve bence derinine inildiğinde bugün yaşadığımız her güven sorunuyla benzerlik taşımaktadır. Bizler genç bireyler olarak bugün iktidarı seçmek için yapılan seçimlerde oylarımızı hükümetten korumak ve doğru sayım yapılması için ek çaba harcamak zorunda kalıyorsak, bana göre hükümet zaten çoktan meşruluğunu yitiriyor. Oy ve Ötesi hareketi diğer bütün sivil toplum kuruluşları gibi bir ihtiyaçtan doğmuştur. Öncesinde yaşanan can sıkıcı seçim şaibeleri sonrasında hayat bulmuştur. Bu gereksinim başlı başına, demokrasiyle yönetildiği iddia edilen bir ülke için çelişki oluşturmaktadır. Oy ve Ötesi gönüllüsü olarak görev yaptığım süre boyunca tarafsız olma şartı ve gerekliliği sebebiyle dile getirmediğim düşüncelerimi şimdi sade bir üniversite öğrencisi olarak sorguluyorum: Daha sandıktan çıkan oya bile güvenemiyorken iktidarın çıkaracağı yasalara, hayatımızda yaratmaya devam edeceği etkilerin olumlu olacağına nasıl güvenebilirim, güvenebiliriz? Bizler, yalnızca bir arada barış ve huzur içinde, tüm halkların yan yana yaşamasını isteyen bireyler olarak, haklarımızı eşit biçimde yaşayacağımızdan nasıl emin olabiliriz? Farklı görüşlerden bile olsak, hükümetin bizim özgürlük alanlarımızı ve haklarımızı da gözeteceğinden nasıl kuşku duymayız? Bu soruların cevaplarının verilebileceğine inanmıyor, çareyi ancak ve ancak düşünmekte, konuşmakta ve her haksızlığa karşı direnmekte buluyorum. Her seferinde ettiğim temenniyi tekrarlıyor ve özgürce, eşitçe yaşadığımız güzel günlerde buluşmak üzere diyorum.


19


20

Janun

Janun


21

Bu Bir Film Yazısı Yine de filmden çok müzikten, “Junun”dan bahsedeceğim / Cenk Bonfil

Janun

İsrailli müzisyen Shye Ben Tzur, Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood ve yapımcısı Nigel Godrich, Hint müzik grubu “Rajasthan Express” ile birlikte Hindistan’daki Mehrangarh Kalesi’nde, Shye Ben Tzur’un yeni albümü “Junun” üzerinde çalışmak üzere buluşurlar. Üç hafta süren buluşmanın sonunda albümün yanında, albümle aynı isimli, Paul Thomas Anderson yönetiminde bir saatlik belgesel ortaya çıkar. “Junun”, 28 Ekim akşamı İstanbul Film Festivali ve MUBİ’nin ortak düzenlediği özel gösterimle Rexx Sineması’a gelir. Junun -sıradan bir belgeselden öte- zihin açan, müzik konusunda farklı bakımlardan bakış açınızı değiştiren bir film. Bunun için ilk olarak Shye Ben Tzur’a değinmek gerek tabi. İbranice’nin yanında Hintçe ve Urduca müzik yapan sanatçı, sufi ve Hint kültürlerinden büyük ölçüde etkilenmiş. Hayatını İsrail ile Hindistan arasında geçiriyor. Orta Doğu ile Hint müziğindeki hakimiyeti, ikisi arasında kurduğu bağlantıda inanılmaz bir doğallıkla ortaya çıkıyor. Bu birleşime Jonny Greenwood’un gitarı da katılınca Junun, tarifi zor bir müzikal ziyafete dönüşüyor. Ekip, Mehrangarh Kalesi’ne kurulan stüdyoda çalışıyor. Filmin başında ses sistemleri kuruluyor ve müzik başlıyor. Orkestradaki enstrümanların –trompet, tuba, trombonun yanı sıra dolak, sarangi, nagara ve kamancha gibi yöresel aletler- çeşitliliği müziğin zenginliğini sağlıyor. Hint müzisyenlerin dini inançları doğrultusunda herhangi bir ibadethanede müzik yapabileceklerini; cami, havra veya başka bir tapınağın onlar için


22

Kamancha - Dara Khan

Dolak - Nihal Khan


23

Sarangi - Asin Khan

Nagara - Natu Lal Solanki

Janun

bir fark oluşturmayacağını söylemeleri de bu zenginliğin üstüne çok güzel oturuyor. Filmde dikkat etmeye değer bir nokta da bana kalırsa, Junun’un genelde ulaşılmaz bir yerde görülen sanatçıları seyirciye yaklaştırması, sanatçıyla seyirci arasında belirli bir mesafe oluşturan “sahne”nin arkasını göstermesi. Seyircinin sanatçıyı genelde fazla yukarıda bir yere koyduğunu, onu tanrılaştırdığını düşündüğümüzde bu

“tanrı”ların seyirci gözünden uzaktayken ne kadar da insanlaştığını görmek yaptıkları işe farklı bir açıdan yaklaşmak için oldukça gerekli. Elektriklerin sürekli kesilmesinden dolayı yere yatıp dinlenirken Hindistan’daki bu durumla “burada her şey mümkün” diye dalga geçmeleri, ses sistemlerinin üzerinden mikrofon ayaklarıyla kuşları kovalamaları “sanatçı” hakkındaki algınızı değiştirecektir. Paul Anderson ise bütün bu çalışmaları kamerasına kaydedip seyirciye ulaştırmakla yetinmiş. Film sonundaki kredilerde de yönetmen değil, “kamera” olarak geçiyor. Kullanılan görüntüler, müziğe eşlik eden Racastan sokakları, çalışmalarda yakalanan anlar çok önemli olsa da bu filmin odağında, konu alınan müzisyenler var. Dünya prömiyerini New York Film Festivali’nde yapan Junun, mubi.com üzerinde 7 Kasım’a kadar izlenebilir. Elinizi çabuk tutup bir saatinizi bu filme ayırmanızı tavsiye ederim.


24

Babalar ve Kızları Amanda Seyfried ve Russel Crowe standart dışı bir baba kız ilişkisini gözler önüne seriyor / Sırma İshakoğlu Bu hafta vizyona giren en etkileyici film şüphesiz “Fathers and Daughters”. Başrolü Russell Crowe ve Amanda Seyfried’ın paylaştığı Babalar ve Kızları orijinal bir senaryoyla izleyiciye farklı duygular hissettirmeyi başarıyor. Gabriele Muccino’nun yönetmenliğini üstlendiği film, hasılat yapması için geniş bir kitleye hitap eden gişe filmlerinden çok farklı, sanat kaygısıyla çekilmiş bir film.

Filmde Pulitzer ödüllü yazarın karısını trafik kazasında kaybettikten sonra kızıyla birlikte verdikleri hayat mücadelesi ve bu mücadeleden 20 yıl sonrası -babasının artık olmadığı zamanlar- kızın ağzından anlatılıyor. Senaryoda şu ana kadar değinilmemiş bir konu işleniyor: Genç yaşta babalarını kaybeden kızların yaşadıkları travma


25

yüzünden hayatlarındaki boşluğu seksle doldurmaya çalışmaları. Senarist, psikolojide sık rastlanan bir durum olan bu içgörüden çıkmış olmalı. Bu durumun başrol dışında etkilediği insanların hikayesi de aynı olaya birkaç bakış açısından tanık olmamızı sağlıyor. Yönetmenin erkek olması ve bu durumun sadece kadınlar tarafından yaşanması da senaristin yönetmene olan güvenini gösteriyor aslında. Bu tezatlık filmde daha da merak uyandıran sebeplerden biri. Yazılan birçok kötü eleştiriye rağmen filmin, önümüzdeki Oscar Ödülleri’nde En İyi

Senaryo dalında ödül alması yüksel bir ihtimal. Russell Crowe’un canlandığı karakter ise yaşadığı travmanın etkilerini sinir krizleri geçirerek dışa vuruyor ve bu sinir nöbetleri sırasında geçirdiği titremeler de ona En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül getirirse şaşırmam. Psikolojiye meraklıysanız, melodramlardan özellikle keyif alıyorsanız evden çıkın ve filmi izleyin. Crowe’un ve Seyfried’ın mükemmel performansları kaçırılmayacak türden. Kısacası, harcadığınız 116 dakikaya değer bir film.


26

Kopya Kağıtları Koleksiyonu Eğitim sistemine sağlam bir eleştiri getiren Minima Akademika Bienal’deki önemli işlerden birisiydi / Sedef Akalın 5 Eylül’den itibaren şehirde dalgalanan Tuzlu Su’nun duraklarından biri olan Salt Galata, Zeyno Pekünlü’nün Minima Akademika projesini sanat severler ile buluşturuyor. Projesini ‘’Dünya üzerindeki bütün akademik bilgiyi kopya kağıtları aracılığıyla bir araya getirmeyi hedefleyen bir koleksiyon projesidir’’* diyerek açıklayan

Pekünlü, öğretim üyesi olarak çalıştığı zamanlarda, sınavlarından sonra bulduğu küçük kağıtları toplayarak başladığı koleksiyonuna daha sonra okullara yaptığı geziler ile seçmeye başladığı kağıtları da eklemiş. Temsil ettikleri şeyin eğitim sistemi, bilgilerin nasıl öğretildiği ve geri toplandığı olduğunu söyleyen sanatçı, devamlılığını


27


28 koruyacak olan bu projenin her dilden ve disiplinden katılıma açık olduğunu da belirtiyor. Salt Galata kütüphanesinin ortasında 10 farklı masada olmak üzere konumlandırılan küçüklü büyüklü notlar sizi alışılagelmiş bir sergi deneyimi beklentisinden çıkartarak kütüphane kullanımına uygun bir amaç taşırmışçasına bilgi alışverişi deneyimine hazırlıyor. Masaların arasında dolaşırken özenle yazılmış küçücük notları okuyabilmek için bazen büyütece ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Küçük yazıların, maddelerin, renkli kalemle yazılmış ünlemlerin arasında tam kaybolmak üzereyken aklınıza bir soru takılabilir. Peki bu kağıtlara sergi değeri katan şey ne? Farklı disiplinlerin birbirleri ile olan ilişkilerini ve meydana gelen olayların ya da yapıların oluşturdukları dalgalanmaları konu alan Tuzlu Su’nun bu eseri içinde barındırmasının birkaç sebebi olabilir diye düşünüyorum. Bienalin bu seneki küratörlüğünü üstlenen Carolyn Bakargiev, ‘’Tuzlu Su’da Nasıl Gezilir’’ yazısında tuzun karşıt yükleri olan iyonlardan meydana gelen bir bileşik olduğunu ve bu iki iyonun sadece suda birbirinden ayrıldığından bahseder. Negatifin pozitifle olan bu dengesi düşünülünce bu sergide de eğitim sistemi açısından bakıldığında, kopya çekmenin getirdiği negatif düşünce ile aslında bu kopyanın hazırlanış aşamasında dahi gerçekleşen bilgi öğrenimi pozitif bir etki yarattığını düşünüyorum. Kendini güvene alma duygusu ile başvurulan bir yol olan bu kopya kağıtları aslında bireye, hazırlık aşamalarında gerekli bilgiyi veren envanter halini alırlar. Normalde birbirinden ayrı düşünülemeyen kopya ve sınav olgusu, aynı

tuzun iyonlarının suda ayrışması gibi Tuzlu Su’da ilk kez birbirinden ayrılarak bienal izleyicileri ile buluşuyor. Diğer bir düşüncem ise farklı disiplinlerin aslında sadece 10 masa üzerinde ortak bir noktada buluşabileceğidir. Büyüteç ile baktığımız, renklerinin dikkatimizi çektiği o küçük kağıtlar her branştan, her disiplinden farklı izleri, bilgileri tek bir masada toplayabiliyor.


29

Bir trigonometri işleminin hemen altında gördüğünüz toksinlerin yanı başında SDRAM’ler hakkında bir küçük not yer alabiliyor. Birbirlerinden farklı ve alakasız gözüken bu disiplinler, tek bir ortak paydada aynı şekli alıyor, aynı küçük kağıtlarda, aynı amaç uğruna hazırlanıyor ve kullanılıyor. Tuzlu Su’nun bu ruhunu yansıtarak, kıyı şeridi boyunca yer alan 14. İstanbul Bienali,

zengin düşünce ve disiplinler barındıran yapısı ile İstanbullu sanatseverlere farklı bir deneyim yaşattı. 1 Kasım’da sonlanan bienalin en kapsamlı sergisine ev sahipliği yapan İstanbul Modern Sanat Müzesi, 26 Kasım Perşembe gününe kadar siz sanatseverler ile buluşmaya devam edecek. * http://zeynopekunlu.blogspot.com.tr/ search/label/01%20Minima%20Akademika


30

Kitaba Doyamayacaksınız 34. İstanbul Kitap Fuarı kapılarını bir kez daha açıyor / Tuğçe Kılınç

Bu yıl 34.sü gerçekleşecek olan İstanbul Kitap Fuarı, 7-15 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde kitapseverlerle buluşacak. Paneller, söyleşiler, çocuk etkinlikleri gibi 300 etkinliğin düzenleneceği fuara, 750 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katılacak. Her sene bir ülkenin ağırlandığı fuarın bu seneki Onur Konuğu Romanya. Romen diline Türkçe’den geçmiş birçok sözcüğün bulunması nedeniyle Romanya fuara, “Size bazı sözcükler borçluyuz” sloganıyla katılacak. Onur Çizeri’nin Tan Oral olduğu fuarın bu yılki teması ise “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak”. Ülkece geçirdiğimiz bu zor dönemde, bu temanın çok anlamlı olduğunu ve moral yükselttiğini söyleyebilirim. Bir hafta sürecek fuarda mutlaka gidilmesi gerektiğini düşündüğüm etkinlikleri yorumlarımla birlikte aşağıda bulabilirsiniz. Daha fazla bilgi için; http://www.istanbulkitapfuari.com

7 KASIM CUMARTESİ KARADENİZ SALONU 14.00-15.15 Aziz Nesin 100 Yaşında Etkinlikleri Panel: “Aziz Nesin, Karikatür ve Mizah” Yöneten: Turgut Çeviker Konuşmacılar: Semih Poroy, Tan Oral, Erkal Yavi Düzenleyen: Aziz Nesin Vakfı ve Yayınları-TÜYAP Aziz Nesin’i 100. yaşında anmamak olmaz. Bu güzel etkinlikte mizah ustalarıyla dinlemesi zevkli dakikalar geçirileceğine eminim. 8 KASIM PAZAR INTEREXPO SALONU 13.30-14.10 Söyleşi: “Türklerin Tarihi” Konuşmacı: İlber Ortaylı


31 Düzenleyen: Timaş Yayınları Popülaritesi her geçen gün artan ünlü tarihçiden eminim öğreneceğimiz çok şey var. “Cahil” kalmamak adına dinlenmeli. KARADENİZ SALONU 13.15-14.15 Panel: “Her Yaşa Edebiyat” Konuşmacılar: Müge İplikçi, Tolga Gümüşay, Mine Soysal Düzenleyen: Günışığı Kitaplığı Edebiyatı sevmenin aslında hayatı sevmek olduğunu her yaştan okur bilir. Bunun üzerine güzel bir sohbet dinlemek de eşsiz bir fırsat olmalı. 14.30-15.30 Söyleşi: “Elveda Güzel Vatanım” Konuşmacı: Ahmet Ümit Düzenleyen: Everest Yayınları Türk polisiyesi denilince başı çeken isimlerden biri olan Ahmet Ümit mutlaka gidilip dinlenmeli. 17.00-18.00 Söyleşi: “Saraysız Başkan Jose Mujika: Hayatı ve Anıları” Konuşmacılar: Jose Mujica, Andrés Danza, Ernesto Tulbovitz Düzenleyen: Tekin Yayınevi Son zamanlarda medyada sıkça gördüğümüz “dünyanın en sevilen cumhurbaşkanı” olan Uruguay’ın eski Devlet Başkanı’yla tanışmak, hayatını kendi ağzından dinlemek öyle her gün yaşayabileceğimiz bir şey değil. Bu şans ikinci kez gelmez. KINALIADA SALONU 15.30-16.30 Aziz Nesin 100 Yaşında Etkinlikleri

Söyleşi: “Aziz Nesin’li Yıllar” Konuşmacılar: Ali Nesin Düzenleyen: Aziz Nesin Vakfı ve Yayınları-TÜYAP Yine, Aziz Nesin 100 Yaşında etkinliklerinden biri ama bu sefer Nesin’i kendi oğlu anlatacak. Her şeyden önce onu baba kimliğiyle göreceğiz belki de. 10 KASIM SALI KARADENİZ SALONU 15.00-16.00 Söyleşi: “20. Yüzyılın En Büyük Lideri Mustafa Kemal Atatürk” Konuşmacı: İlker Başbuğ Düzenleyen: Remzi Kitabevi 10 Kasım gibi anlamlı bir günde, Atatürk’ü daha çok öğrenmek ve keşfetmek için gidilmeli.


32 13 KASIM CUMA KARADENİZ SALONU 16.00-16.30 Aziz Nesin 100 Yaşında Etkinlikleri Açılış: “100 Yaşında Aziz Nesin’e Merhaba” Oynayan: Genco Erkal Düzenleyen: Aziz Nesin Vakfı ve Yayınları-TÜYAP Genco Erkal’ın muhteşem bir performans sergileyeceğinden şimdiden eminim. Özellikle gidilip izlenmeli! 14 KASIM CUMARTESİ MARMARA SALONU 16.45-17.45 Söyleşi: “Rıfat Ilgaz ve Şiir” Konuşmacılar: Celal Başlangıç, Aydın Ilgaz Düzenleyen: Çınar Yayınları

Hababam Sınıfı’nın ötesinde Rıfat Ilgaz’ı oğlunun ağzından şiirleri ile tanımalı. KARADENİZ SALONU 13.15-14.15 Söyleşi: “İstanbul’da Kültür Sanat Takipçisi Olmak” Konuşmacı: Yekta Kopan Düzenleyen: Can Yayınları Dublajlı çoğu filmde sesini duyduğumuz Yekta Kopan’ın aynı zamanda ödüllü bir yazar olduğunu biliyor muydunuz? Edebiyat ve kültür-sanat aşığıysanız bu söyleşiyi dinlemelisiniz! BÜYÜKADA SALONU 15.30-16.30 Söyleşi: “Söylesem-Neylersin: Belki Bir Şiir” Katılımcı Şair: Ahmet Telli Düzenleyen: Everest Yayınları Bende yeri ayrı olan ve her kelime ile duygularıma dokunan Ahmet Telli’nin söyleşisi kaçmaz. 15 KASIM PAZAR KARADENİZ SALONU 15.30-16.30 Agatha Christie 125 Yaşında Söyleşi: “Agatha Christie 125 Yaşında” Konuşmacılar: Celil Oker, Çiğdem Öztekin Düzenleyen: Altın Kitaplar “Kara Hafta İstanbul”u kaçıranlar, bu söyleşiyi kesinlikle kaçırmamalı. 16.45-17.45 Panel: “Sinemada Bilimkurgu Uyarlamaları”


33 Yöneten: Yankı Enki Konuşmacılar: Doğu Yücel, Kutlukhan Kutlu Düzenleyen: İthaki Yayınları Sinemada çok rağbet gören bilim kurgu filmlerinin asıl kaynakları belki bizi çok şaşırtacak. *Görseller facebook.com/istanbulkitapfuari adresinden alınmıştır.


34

10 Yıllık 10 Parça

2005 yılında piyasaya sunulan, ABD’de dönemin en popüler şarkılarına bir göz atalım / İdil Bayram

MARIAH CAREY WE BELONG TOGETHER Mariah Carey, bu parça ile ABD’de tam 14 hafta boyunca bir numarada kalarak büyük bir başarı elde etti ve parça sanatçıya 2006 yılında “En İyi R&B Kadın Vokal Performansı” dalında ödül kazandırdı. Ayrıca bu şarkının klibinde, Prison Break dizisinden tanıdığımız Wentworth Miller da oynuyor. http://bit.ly/MTZx0i

GWEN STEFANI HOLLABACK GIRL Gwen Stefani, Pharrell Williams ve Chad Hugo’nun yazdığı Hollaback Girl, 1980’lerin dans ve pop müziğinden esinlenerek oluşturuldu. Şarkı, 48. Grammy Ödülleri’nde “En İyi Pop Kadın Vokal” ve “Yılın Kaydı” ödüllerine aday gösterildi. Paul Hunter tarafından yönetilen klip; Los Angeles, California’da geçmekte. Şarkının “banana”lı kısmını tek seferde söyleyebilene helal olsun. http://bit.ly/1kVtdFs

KANYE WEST & JAMIE FOXX GOLD DIGGER Kanye West, Ray Charles ve Renald Richard ile yazdığı bu eğlenceli şarkısında Jamie Foxx gibi başarılı bir şarkıcı ile düet yapıyor. Şarkı Kanye West’in 3.1 milyon satmış ikinci albümünde yer alıyor. Kanye West bu parça ile 2006 yılında Grammy Ödülleri’nde “En İyi Solo Rap Performansı” dalında ödül kazandı. http://bit.ly/1lGq7Gx

50 CENT & OLIVIA CANDY SHOP Oliva ile düet yapan 50 Cent’in bu şarkısı sadece ABD’de değil, çoğu ülkede en popüler şarkılar arasına girdi. 50 Cent’in ikinci stüdyo albümü The Massacre için kaydedilen bir şarkı, dijital formatta yüksek satış rakamları elde etti. Billboard Müzik Ödülleri’nde “Yılın Zil Sesi” dalında ödül aldı. http://bit.ly/1iuRkN2


35 RIHANNA PON DE REPLAY Music of the Sun albümü için yazılan şarkı, günümüzün en başarılı şarkıcılarından biri olan Rihanna’nın çıkış parçasıdır. Şarkı, ABD ve birçok Avrupa ülkesinde en iyi şarkılar listesine üst sıralardan girdi. Dört ödülü olan bu şarkının bir çok ödüle de adaylığı bulunmakta. O zamandan belliymiş Rihanna’nın kariyerinin parlak olacağı. http://bit.ly/1P954NV

THE PUSSYCAT DOLLS & BUSTA RHYMES DON’T CHA R&B hip-hop tarzında olan Don’t Cha, o dönemde birçok ülkede zirveye yerleşen bir parça olmuştu. Pussycat Dolls’un PCD albümünden çıkan bu parça, grubun en bilindik şarkılarından biridir. Toplam dört ödül kazanan Don’t Cha’nın birçok adaylığı vardır. http://bit.ly/1ppwt1P

KELLY CLARKSON BEHIND THE HAZEL EYES Başarılı şarkıcı Kelly Clarkson’ın ikinci stüdyo albümü olan Breakaway için kaydedilen Behind The Hazel Eyes, Kelly Clarkson’ın da kendi en sevdiği şarkılar arasında yer almakta. http://bit.ly/1Nr8DgY

THE BLACK EYED PEAS DON’T PHUNK WITH MY HEART “No, no, no, no don’t phunk with my heart” diyor Fergie. Şarkının diğer adı da “Don’t Mess With My Heart”. ABD’li hip-hop grubu The Black Eyed Peas, bu şarkının melodisinde iki farklı Hint filminde geçen şarkıları kullandı. Bu parça bu yönüyle ilginç. Şarkı gruba iki ayrı Grammy Ödülü adaylığı getirdi. “İkili veya Grupla Yapılmış En İyi Rap Performansı Ödülü” dalındaki ödülü kazanmışlardır. http://bit.ly/1Nr8F8s


e t e z r e v i n ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.