ÜNİVERZETE 135

Page 1

/135

e t e z r e niv

zete


17 Aralık 2015 Sayı: 135 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç

OYUN ATÖLYESİ’NDEN DÜŞÜNDÜREN BİR OYUN

Yazılar Asena Kıvrak, Elif Nur Aktaş, Gökçe Türkmen, Oya Zehra Erben, Sedef Akalın, Sezin Katalon, Sude Yedikardeş Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak:

İZMİR’İN MAVİSİNDEN TARİH KOKUSU

SANTRAL İNSANLARI

EDİ RAMA

TÜRK RESMİNDE BİR MODERNLEŞME ÖYKÜSÜ

ŞİMDİ REKLAMLAR

TÜRK DİZİLERİNDE YARATILAN KADIN FİGÜRÜ

Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:

Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instegram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4


5

Oyun Atölyesi’nden Düşündüren Bir Oyun Oyun atölyesinin sarsıcı bir hikayeye sahip olan yeni oyunu: Köprüden Görünüş. Oyun, bir liman işçisinin giderek tutkulu bir saplantıya dönüşen duygusuyla ön plana çıkıyor / Oya Zehra Erben Baş rollerinde Bülent İnal, Kubilay Karslıoğlu gibi isimlerin yer aldığı “Köprüden Görünüş” adlı oyun, Oyun Atölyesi’nin bu yılki gözde oyunlarından biri. Arthur Miller’in yazdığı bu oyun, Gül Yuyucu Yıldırım tarafından çevrilmiş. Oyunun yönetmen koltuğunu Hira Tekindor, sahne tasarımını Zerrin Tekindor üstleniyor. Oyun, ustaca düzenlenmiş bir dekorla karşılıyor seyirciyi. Işık tasarımı sayesinde de tek bir dekor üzerinden bir çok mekan hissedilebiliyor. Köprüden Görünüş, gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış bir oyun. Bir liman işçisinin, karısının yeğenine karşı olan tutumunun değişip saplantılı bir tutkuya dönüşmesiyle birlikte aile içi kaos ve bundan sonra bir çöküş ile sonuçlanan trajik bir yaşam öyküsü anlatılıyor. Eddie Carbon (Bülent İnal) yıllarca evinde bakıp büyüttüğü Catherine’e (Nazlı Bulum) çok düşkün. Catherine onu bir abi, bir baba gibi severken Eddie’nin ona karşı böyle hissetmediğini, daha güçlü duygularla ona bağlı olduğunu görüyoruz. Bu durum Eddie’nin eşini giderek rahatsız etse

de bunu kabullenmiş çünkü kocasının onu bırakıp gitmesinden çok korkuyor. Çalışmak maksadıyla göç edip eve gelen kuzenlerden biri Catherine’e aşık oluyor ve bu Eddie’yi çılgına döndürüyor. Bu sahnelerde onu, kaybetme korkusunu zirvede yaşarken görüyoruz. Oyun sonunda, aşırı tutkunun ve kıskançlık krizlerinin aslında Eddie’nin sonunu hazırladığını görüyoruz. Oyun hakkında topladığım bilgilerin yanı sıra, oyunu biraz da oyunculardan dinlemek adına Bülent İnal ve Kubilay Karslıoğlu’yla çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Oynadığınız karaktere kendinizden bir şeyler kattığınız oldu mu? Kubilay Karslıoğlu: Senin bedenin senin enstrümanınsa; vücudun, sesin gibi mutlaka bir şeyler katıyorsun. Katılamayan roller tabii ki vardır ancak bu rol için kendimden yola çıktım bile diyebilirim. Adalet kavramını kendi içimde tartıştım. Bir avukatı canlandırıyorum ve bu avukatın müvekkiliyle arasında geçen bir durum var. “Ben bunu


6

çözmeye çalışsam nasıl çözerdim”den yola çıkarak bu karakteri oluşturmaya çalıştım. Bülent İnal: Oyunun prova aşamalarında hem metni hem de metinde olan şeyleri biraz coşturduk diyelim ya da olmayan şeyleri tuluatla ekledik ama karakterin kendisine, onun duygu dünyasına bizzat kendimden kattığım bir şey yok. Bunlar zaten oyunun içinde var olan şeylerdi ve biz onları biraz toparladık, törpüledik ve yönetmenin “ne istediği” doğrultusunda yönlendirdik. Benimle karakterin çok benzeşen bir yanı yok. Eddie’nin ne yapmak istediğini tam olarak anlayamıyoruz, herkes için farklı duygular uyandırabiliyor bu karakter. Aslında yönetmenin de tercihi biraz bu yöndeydi, net bir şey üzerine insanları yönlendirmek istemiyorduk. Bu bir tutku mu, saplantı mı, aşk mı, kıskançlık mı bilemiyoruz çünkü herkeste farklı duygular uyandırıyor. İnsanlardan “adamın ölmesine üzülmedik sapığın tekiydi” diyenler oldu ya da “çok ağladım ölümüne, çok yazık” diyenler de oldu. Bu

nedenle, dediğim gibi, herkeste farklı şeyler uyandırıyor. Oynadığınız karakterin bu oyundaki veya başka bir oyundaki bir başka karakterle ortak noktası var mı? K.K.: Arthur’un Önlenebilir Yükselişi oyununda yine adaletli bir avukatı canlandırmıştım ancak bu oyunun içerisinde avukatla ortak noktası olan başka bir karakter yok. B.İ.: Oyunun başında bunu pek anlayamasak da Eddie biraz tutkularının esiri olmuş bir adam. Sonunu düşünmeden bile bile bu yolu tercih edebilen cesaretli bir karakter. Diğerlerinin farklı korkuları, beklentileri, amaçları var hayatta ancak Eddie’de buna pek rastlayamıyoruz. Onun bu tutkusu ve saplantısı onun kendi sonunu hazırlıyor. O yüzden bir başka karakterle örtüşüyor diyebileceğim bir durum yok. Eddie kendine özgü bir karakter. Eddie’nin eşinin kuzenlerinin


7

gelmesiyle oyunda kıskançlık duygusunun belirdiğini ve oyunun sonuna doğru çok büyük sorunlara yol açtığını görüyoruz. Bu durumu göz önünde bulundurarak, sizce kıskançlık duygusu bir insanın hayatını ne kadar zorlayabilir? K.K: Aslında tuhaf bir şekilde zorladığını, dünyada yaşanılan kadın cinayetleri gibi olaylardan görebiliyoruz. Kıskançlık duygusunun, insanın hayatını çok etkileyen ve değiştiren bir şey olduğunu görüyorum. Oyun üzerinden bunu düşünecek olursak, bu durum Eddie’nin kendini olduğu gibi ortaya koyma cesaretinden kaynaklı. Evlat

sevgisi gibi başlayan bir sevgi dönüşerek, değişerek başka bir noktaya gidiyor. Adamın kendini yok etmesi boyutuna ulaşıyor. Karşı cinse duyulan kıskançlık, mesleki kıskançlık... Bunun gibi birçok kıskançlık çeşidi var ve sonucunda hayatımızı bir şekilde etkiliyor. Bu olumlu da olabilir olumsuzda. B.İ.: İnsan duyguyu tutku ve saplantı boyutunda yaşarsa hayatını zehir edebilir. Hem kendisi hem de çevresindekiler için. Gerçek hayatta çok sıkıntılı bir durum tabii ki ama oyun olarak sorarsan çok zevkli böyle uçlarda yaşayan birini oynamak.


8

Avukat, olanlardan dolayı kendini neden sorumlu/suçlu hissediyor? Eddie’yi anladığı için mi yoksa ona karşı bir sempatisi olduğu için mi? K.K.: Başlangıçta bir sempati var ve sonradan bu sempati onu engellemeye doğru bir çabaya dönüşüyor. Bunun nedeni, aslında Eddie’nin gelip en açık şekilde konuştuğu tek insanın avukat olması. Derdini başka kimseye anlatmıyor. Eddie suçlu ama bir taraftan haksız, çok saf ve doğal bir adam. Aslında olayların başından beri her şeyin farkında avukat ama anlık şeylerden dolayı engel olamıyor Eddie’ye ve engel olamamanın getirdiği huzursuzluk ve suçluluk duygusu var. Eddie ve karısının sahnelerinde “kadın”ın pasif olması mı adamı baskın bir karakter yapıyor yoksa adam kendi hatasını mı kapatmaya çalışıyor?

B.İ.: Eddie aslında her şeyin farkında ama sadece kendini engelleyemiyor. Yaşadığı sürecin, hatalarının farkında fakat bunları örtmeye çalışıyor gibi görünse de bunu örtmek istemiyor. Sonuna bilerek, hızlı adımlarla gidiyor, duygu dünyasını da karısına bu şekilde gösteriyor. Kadını “pasif” olarak nitelendirmek ne kadar doğru bilemiyorum ama tabii ki Eddie bizim görmediğimiz kısımda da buna benzer bir karakterdi ve kadın için artık bıkkınlık derecesine gelmiş bir hayattı. İzlediğimiz kısımda sadece bunu kabullenmiş gibi görünüyor. Oyunda tek bir suçlu/hatalı var mı? Eddie’nin eşinin bu kadar sessiz kalması mı, Catherine’nin yaşına uygun olmayan tavırları mı yoksa Eddie’nin bu tavırları başka bir şekilde algılaması mı suç sayılabilir? K.K.: Bence bütün hepsi var. Bu tür bir


9

durum tek bir nedenden kaynaklanmaz. Belki karısı beklediği ilgiyi gösterse bütün bunlar olmayacak. Meseleyi tek bir suçluya yüklememek gerekiyor sanırım. Burada bıçak sırtı bir durum var, bir tacizcinin hikayesi anlatılmıyor burada yani oyundaki toplum ve yaşayış içerisinde önce koruma kollama güdüsüyle yaklaşıp giderek bu duyguyu abartabiliyor insanlar. Abartınca da yanlış bir noktaya gidebiliyor. Eddie’nin bu koruma kollama güdüsü bir yerden sonra saplantılı, tutkulu, hatta hastalıklı bir şeye dönüşüyor. Hem geçim zorluğu, hem Eddie’nin bütün bunları tek başına idare ediyor olması… Aslında sonunda da söylediklerinin hepsi bu trajik sona doğru giden hatları oluşturan nedenler, ana nehrin yan kolları. B.İ.: Aslında bu oyunun genel sorusu “kim suçlu”. Aslında suçlu aramıyoruz. Eddie’nin eşinin, Catherine’e ne söylediği gibi, “hepimiz bu çöplüğün içindeyiz.” Orayı bir çöplük olarak yorumluyor belki yazar yahut karakter, bundan dolayı da herkes eşit suça sahip ama olayların bu raddeye gelmesi Eddie’nin anlam veremediğimiz o tutkusu ve saplantısı. Koruma iç güdüsü görüntüsü altında bastıramadığı başka duygular mı var bilemiyoruz.


10

İzmir’in Mavisinden Tarih Kokusu “Tarihin Seslerini Yakalamak” adıyla İzmir yoluna düşen bir grup… / Gökçe Türkmen ‘Tarihin Seslerini Yakalamak’ zordur. Zahmetlidir. Size çok uzak gelen şeyler üzerine düşünmeye zorlar sizi. Bunu yaparken de hayal edemeyeceğiniz kadar çok şey öğretir. Biz de, tüm zorlukları göze alarak, 4 Aralık Cuma akşamı ‘Tarihin Seslerini Yakalamak’ adına yollara düştük. 11 kişilik ekiple, mübadele döneminde Girit’ten Türkiye’ye gelmiş birbirinden değerli insanlarla buluşmak üzere İzmir’e gittik. İki

günlük yolculuğumuzda birinci ağızlardan edindiğimiz bilgilerle, o günleri hissettiğimiz gibi İzmir’i de gezmiş ve şahane görüntüler yakalamış olduk. İzmir yolculuğumuz Bilgi Üniversitesi 4.sınıf öğrencilerinin MED403 CLab dersi kapsamındaki projelerden biri olan Sözlü Tarih’i gerçekleştirmek için başladı. 9 öğrenci ve 2 asistandan oluşan ekip proje


11

kapsamında dönem başından beri yoğun bir çalışma içerisindeydi. İstanbul’da yaşayan Girit göçmenlerinin ardından asıl kaynağın İzmir olduğunu fark eden grubun yolu, dersin öğretim görevlisi Ariana Ferentinou’nun rehberliğinde İzmir’e kadar uzandı. Yoğun çalışmalar ve araştırmalar sonunda 4 Aralık günü yola çıkacak grubun tüm hazırlıkları tamamdı. Geriye kalan tek şey İzmir’e gidip tarihi yakalamaktı. İlk gün otobüsten iner inmez başlayan serüvenimiz Kordon boyu yürüyüşle ve Alsancak’ta geçti. Hep derler ya İzmir’in havası suyu ayrıdır diye... Her adımda, her fotoğrafta, her seste bunu hissetmek mümkün. Her yer alabildiğine mavi, mavi alabildiğine huzurlu. Martı sesleri, mavinin ortasında pelikanlar... En işlek sahil yolunun

bile insandan arınmışlığı. Tüm bunlar elimizin altındayken keyif aldık ama İzmir’i görüntülemeyi, martı seslerini toplamayı, maviyi kameralarımıza katmayı ihmal etmedik. Her İzmirli’nin anlata anlata bitiremediği yerleri biz bu sefer projemize katmaya çalıştık. İlk gün aynı zamanda röportajlardan birini de gerçekleştirdik. Ailesi Girit’te kendisi Kadıköy Moda’da doğmuş büyümüş, yıllar sonra İzmir’e yerleşmiş ‘Doktor Abidin Bayraktaroğlu’. .. Dolu dolu bir tarih Abidin bey. Hem kendi yaşadıkları hem ailesinin yaşadıklarıyla 95 yılını, yaşının çok üstünde bir heyecanla anlattı bize. Kendisi ne kadar heyecanlandıysa bizi de öyle kattı kendisine. Ailesi mübadeleye denk gelmemiş, sonradan kendi istekleriyle gelmişler İstanbul’a, çok


12

iyi bir eğitim almış ve doktor olmuş. Birçok yerde para kazanmadan gönüllü çalışmış Doktor Abidin bey. Bu yaptığıyla da “Baba Doktor” ünvanını yakıştırmışlar ona yıllarca. Girit göçmenleriyle ilgili ne kadar dernek varsa hepsinin içinde de yer almış, hepsine davet edilmiş. Kendisinin de bağıra bağıra söylediği gibi; “Herkes tanıyor Abidin Bey’i, Doktor Abidin Bayraktaroğlu” İzmir’de yaşamış yaşıyor ama Moda’yı büyüdüğü yeri

de hiç unutmuyor. Hep ucundan kıyısından orada aslında aynı zamanda. Abidin Bey’in yanından ayrıldığımızda bütün grup küçük şaşkınlıklar yaşamaktan kendimizi alıkoyamadık. Hatta yanından ayrılmak bile hem zaman olarak hem duygusal anlamda zor oldu hepimiz için. Hem o bizi bırakmak istemedi hem de biz ondan kopamadık. Onun daha tekrar tekrar anlatacağı çok şey vardı. Biz de uzun süre, dönüş yolunda bile Abidin


13

beyin kulaklarını bolca çınlatacaktık. İkinci gün yine erken ve yoğun başlayan bir gün oldu. Bu sefer hedef aldığımız yer Tarihi Kızlarağası Hanı oldu. Ellerimizde kameralar ve ses kayıt cihazlarıyla esnafın bile yeni yeni dükkanlarını açtığı saatte işe koyulduk. İşte orda İzmir biraz İzmir olmaktan çıkıp klasik, her yerde karşılaşabileceğiniz kişilere sahip bir yere dönüştü. Her ne kadar görsel olarak iyi malzemelere sahip olsa da insanın olduğu her yerin bir şekilde dokusunu kaybettiğini bir kez daha anlamış oldum. Yönümüzü diğer röportaj yapacağımız eve yönelttiğimiz sırada ilginç bir sahneyi de yaşamış olduk. Bir internet televizyonu olan egenettv ile röportaj gerçekleştirdik. İlk başta muhabir vasfıyla dahil olup ekibe sorular yönelttim. Röportajın sonuna geldiğimizde de ben de tekrar kendi

ekibimden biri olarak finali yaptım. Ne nasıl olmaz sorularına yanıt olarak böyle de bir anı edinmiş olduk İzmir sokaklarında. İkinci röportaj yaptıklarımız bizim Altın Kızlar diye tanımladığımız Altıntaş kardeşler oldu. Birlikte yaşayan 3 kız kardeş... Anneleri mübadelenin bütün zorluklarını yaşayarak, Türkiye’ye gelen Gülcemal isimli ilk gemiyle gelmiş, evlerinde Girit günlerinin konuşulmasını bile istememiş. Abidin beyin Yunanlıları sevdiği kadar Altıntaş kızlarının annesi de bir o kadar sevmezmiş. Kardeşlerden Güzin Altıntaş’la yaptığımız röportajda ben de soru sorma fırsatı buldum. İkinci ağızdan da olsa bildiklerini her ayrıntısıyla anlattı bize. Tabii bir kadınla sohbet etmenin avantajı olarak Girit yemeklerinden de konu


14 açıldı. Otlarla yaptıklarını, zeytinyağının önemini bir bir anlattı bize. Yemekleri ne kadar zevkle anlatıyorsa ‘yarım gavur’ damgasıyla anıldıklarını da bir o kadar acıyla anlatıyor. Bir diğer Altıntaş kadını sağlık problemleri nedeniyle sadece bizleri izlemek zorunda kalırken, sonuncusu fazla utangaç olduğundan birebir izleme fırsatım olmadı. Çekirdek bir takım evde kalıp röportaja devam etti. Sonradan ekip arkadaşlarımdan dinlediğime göre Güzin hanım gibi İrfan Altıntaş da acıyla anlatmış ailesinin yaşadıklarını. Bununla da kalmayıp Altıntaş kadınlarının yeğenleri Ali Terzioğlu ve Ferda Günay da Girit göçmeni ailenin 3.kuşağı olarak Giritli olmanın kendilerine gurur verdiğini ekliyor. Türkiye’deki birçok Girit kökenli insanın tarihlerinden kaçmalarından da rahatsızlık duyduğunu belirtiyorlar. Röportajları tamamladığımızda geriye kalan biraz kendimize vakit ayırmak ve Tarihi Asanör’e çıkıp günbatımını kameralarımızla ölümsüzleştirmekti. Meşhur Dario Moreno sokağından geçip Asansör’e giderken muhteşem bir manzarayla karşılaşacağımızdan emindik ve istediğimiz şey günbatımını yakalamaktı. Asansöre binmeden önce aydınlık olan hava biz yukarıya çıkana kadar kararmasaydı eminim ki bu hayalimiz gerçek olacaktı. Tam olarak günbatımını yakalayamamış olsak da asansörde ‘Deniz ve Mehtap’ eşliğinde küçük bir tur yapmış olduk. ‘Tarihin Seslerini Yakalamak’ zordur dedim ya, İzmir yolculuğunda bu zorluğun aynı zamanda ne kadar keyifli olduğunu gördük. Çok konuştuk, çok konuşturduk, çok duygulandık ve duygulandırdık. İstediklerimizi tam olarak elde ettik mi? Elbette eksiklerimiz ve hatalarımız var. Ama şu an 95 yaşındaki biri bizim sayemizde gülümsüyorsa ve biz hala onun hayatını, heyecanını paylaşıyorsak güzel işlere imza atmışız demektir İzmir’in mavisinden selamlar…


15


SANTRAL İNSANLARI

16

Hazırlayan: Sezin Katalon

Alina Şelhat Görsel İletişim Tasarımı 3. sınıf öğrencisi

En sevdiği yemek: Makarna


SANTRAL İNSANLARI

17

Hazırlayan: Sezin Katalon

Feritcan Baydar Medya ve İletişim Sistemleri 2. sınıf öğrencisi

En sevdiği yemek: Et sote


18

edi rAmA Sanatkar bir bakanın hayat izleri ve ‘’Edi-tions’’ / Sedef Akalın 21 Kasım’da kapılarını yeni bir sergi için açan Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi bu sefer sıra dışı bir sanatçıya ev sahipliği yapıyor. Politikacı, sporcu, eğitmen, yazar ve aynı zamanda sanatçı kimliği ile Edi Rama, ‘’Edi-tions’’ sergisi ile insanlara bambaşka bir penceren ulaşmayı hedefliyor. Güzel sanatlar akademisinde eğitim görmüş olan Edi Rama aynı zamanda milli basketbol takımında yer almış, daha sonra Gençlik ve Spor Bakanı olması ile birlikte siyasete giriş yapmış ve ardından Arnavutluk Başbakanı olmuş. Çok yönlü eğitim ve kariyer hayatı süresi içerisinde birçok kişisel sergisi bulunmasının yanı sıra siyaset ve sanat hakkında kitaplar da yazmış olan Rama, ‘’Edi-tions’’ ile birlikte bünyesinde barındırdığı bu farklı disiplinlerin harmanlanmasının izlerini dışarı yansıtıyor. Bunu yaparken kullandığı materyaller ise onu sıra dışı yapan özelliklerinden biri haline geliyor. Tuvalin üzerinde görmeye alışık olduğumuz renkler ‘’Edi-tions’’ta toplantı programlarının üzerinde, ajanda sayfalarında ve organizasyon şemalarının aralarında yer almaya başlıyor. Gündelik hayatta görmeye alışık olduğumuz bu nesneler Edi Rama’nın hayatından izler taşıyarak izleyiciler ile Rama’yı daha da yakınlaştıran bir hal alıyorlar. Serginin küratörü olan Beste Gürsu’nun da dediği gibi “Bu anlatım ile izleyiciler Rama’nın renkli gölgeleri haline

gelerek onu günden güne takip ediyor, onun masasına yaklaşıyor, onunla benzer deneyimleri paylaşıyor ve eserlerini içselleştirmeye, zihinler arası bir bağ kurmaya başlıyor.’’ Alışık olduğumuz gündelik nesnelerin aldıkları yeni biçimler arasında dolaşırken, her birinin farlı bir şey yansıtması ve kişiden kişiye aktardıklarının değişim göstermesi bir favori seçimini de gittikçe zorlaştırır hale getiriyor. Bu zengin çeşitlilik arasında dikkatimi daha çok çeken ise yukarıda bulunan eser oldu. Bir toplantı programının kullanıldığı bu eserde sanatçının kafasının ne kadar dolu olduğunun yansımalarını veya toplantı gününün izlerini taşıyan düşüncelerin dışa vurumunun gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu düşünce kafamda başka soruları da beraberinde


19

getirerek acaba sanatçının o gün nelerden etkilenmiş olabileceğini, neler yaşamış olabileceğini ya da o eseri ne zaman yapmış olabileceğini düşünmeme sebep oluyor ve beni Edi Rama’nın yaşamı ile daha interaktif bir konuma sokuyor. Gündelik yaşamın izlerini taşıyarak sanatçı ile izleyici arasındaki mesafeyi yok eden ‘’Edi-tions’’, Rama’nın kullanım olarak seçtiği günlük materyallerle de izleyiciyi etkiliyor. Ajanda sayfaları, toplantı planları gibi herkesin ulaşabildiği kağıtların aldıkları yeni biçimler izleyicileri yeni bir şey yaratma arzusu içine sokuyor ve yaratıcılığı tetikleyici bir görev üstleniyor. İnteraktif bir sergi deneyimi yaşamak ve çok yönlü bir sanatçı olan Rama’nın hayatından izler görmeyi isteyenler için ‘’Edi-tions’’ 21 Ocak Perşembe gününe kadar sanatseverler ile buluşmaya devam edecek.


20

Türk Resminde Bir Modernleşme Öyküsü Nü çıplaklıktan önce pozdur / Sude Yedikardeş Pera Müzesi “Üryan, Çıplak, Nü” ile çok önemli bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Sanatta portre, manzara, natürmort gibi belli başlı türlerden biri olan nü resmin modern Türk sanatındaki gelişim

sürecine odaklanıyor. Gündelik hayatta da muhafazakarlıkların sık sık konuşulduğu bu dönemde açılması, sergiyi daha da anlamlı kılıyor. Özellikle yakın zamanda Piramid Sanat’taki Çırılçıplak


21

adlı sergiye karşı bir grup tarafından yapılan protesto ve Gaziantep’te bir sergide nü resimlerin üzerine bez dikilmesi bu düşünceyi destekler nitelikte. Bu yüzden sergiyi de baz alarak nü resminin Türkiye’deki serüveni ile ilgili bir yazı yazmak istedim. Osmanlı döneminde gizli saklı, tek tük; Cumhuriyet döneminde ise yoğun olarak üretilen nü resimlerin çoğu insanların düşündüğünün aksine cinsellikten, gerçek çıplaklıktan arınmış bir türdür. Nü çıplaklıktan önce pozdur. Poz ise sanatsal bir gelenektir. Uzanan figür bize “uzanan Venüs’ü” çağrıştırırken ayakta olan bir figür Antik Yunan heykellerini çağrıştırır. Ressamın seçeceği poz tamamen kendi üslubuna göredir. Sergide karşımıza ilk olarak video

sanatçısı Özlem Şimşek’in yeniden uyarladığı bir iş çıkıyor. Halil Paşa’nın Uzanan Kadın resmini video haline getiren sanatçı giyiniklik ve çıplaklık arasında bir algı oluşturuyor. Devam ettikçe ilk nü resimleri ve nü resminin dönem içinde çektiği zorlukları görmeye başlıyoruz. Türkiye’de ilk sanat akademisi kurulduğunda modelle çalışma olanaklarının kısıtlı olması çıplak modelden “akademi yapmak” olanağı ancak erkek modellerle sağlanıyordu. O zamanlarda çıplak kadın modelle çalışmak yurt dışında eğitim görenler için mümkün oluyordu. Modellerin erkek olması Türkiye’de bu resimlere nü denilmesine bir engeldi çünkü nü kadın çıplaklığıyla özdeşleştiriliyordu. Batı sanat tarihinde de olduğu gibi erkek hiçbir zaman pasif ve


22

izlenme objesi değildi. Erkek her zaman güç için, kadın her zaman görünüş için oradaydı. Kadının batı sanat tarihinde de her zamanki rolü uzanmış bir şekilde izleyenine bakıp çıplaklığının farkında olmasıydı. Nü’nün erken dönemi diyebileceğimiz dönemde karşımıza İzzet Ziya Bey, Mehmet Ruhi Bey, Hikmet Onat gibi isimler çıkıyor. İzzet Ziya Bey; Namık İsmail ve İbrahim Çallı gibi isimlerle aynı kuşakta bulunmasına rağmen çıplaklığa yaklaşımını daha çok erkek, erkek çocuk, ergen çocuk kavramları üzerinden tasvir ediyordu. 1916 yılında

başlayan Galatasaray Sergileri, sanatçıların eserlerinin toplumla buluşması açısından büyük bir önem taşıyordu. 1920’lerde Galatasaray Sergilerinde de sıkça bulunan İbrahim Çallı, Namık İsmail ve Melek Celal Sofu’nun ilk dönem nülerinin ortak özelliği seçilen pozlarda görülen çekingenlik ve içe dönüklüktür. Özellikle Melek Sofu’nun bir kadın olarak nü resimdeki başarısı sanat tarihindeki tabu rolleri yıkar nitelikte. Bu gruba daha sonraki zamanlarda Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eşi Eren Eyüboğlu da katılacaktır. Aslında kadın ressamların nü yapmasının ilginç


23

bir durum olduğunu düşünüyorum. Kadın kendine sanat tarihindeki biçilen rolden farklı olarak hem izleyen hem de izlenen rolünü üstlenmiş oluyor. Sergide de yer alan ve aynı zamanda nü resminin tarihi açısından önemli bir yere sahip “Aynalı Çıplaklar” konusu ile ilgili de bir şeyler anlatmak istiyorum. Türk resminde mitolojik ögelere çok fazla yer vermemesine karşın “aynalı Venüs” temasının çeşitli şekillerde karşımıza çıktığını görüyoruz. Nü resimde ayna kullanılması Batı sanat tarihinde özellikle Rönesans döneminde karşımıza çıkan bir tema.

Kadının güzelliğinin ve izleniyor oluşunun farkında olmasını simgeler. John Berger’in Görme Biçimleri kitabında da açıkladığı gibi “erkekler kadınları seyreder, kadınlar da seyredilişini seyreder”. Böylece kadın kendini seyirlik bir nesneye dönüştürmüş olur. 1930’lara gelindiğinde modernist eğilimlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bir biçimsel arayış içinde olunduğundan renklere ve geometrik soyutlamalara sık sık rastlıyoruz. Kübist sanatçı Andre Lhote’un Fransa’daki atölyesi modernist akımlara ilgi duyan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Zeki


24

Faik İzer, Cemal Tollu gibi isimler için önemli bir adres olmuştur. Bu yeni modernist resimler Cumhuriyet’in ilk yıllarında gördüğümüz nülerden büyük bir farkla ayrılmıştır. Adeta cinsiyetinden ayrılmış, biçimselliğiyle ön planda bir resim haline gelmiştir.

aşamalardan geçmiştir. Hala çoğunluk için onca sene sonra bile kabul edilebilir olduğu söylenemez. Gizli saklı yapılan nü döneminden ve kadın modellerin kullanılmadığı dönemden tabii ki de daha ilerideyiz ama asıl soru şu ki “Ne kadar ilerideyiz?”.

Sonuç olarak Nü resmi kendini göstermek ve kabul ettirmek için farklı

Not: Sergi 7 Şubat 2016 tarihine kadar görülebilir.


25


26

Şimdi Reklamlar Tepki çeken reklamlardan bir derleme… / Asena Kıvrak Reklam sektörünün her geçen gün daha da gelişmesiyle beraber hiç kuşkusuz ulaştığı kitle sayısı da genişliyor. Bu gelişmeyle birlikte reklamcıların artık daha da dikkatli olması gerekiyor çünkü bir reklamda gözden kaçan en ufak bir ayrıntı bile büyük tepkiler alabiliyor. Yine de ne güzeldir ki insanımız artık daha bilinçli ve sesleri her geçen gün daha çok çıkıyor.

da bunu fark etmiş olsa gerek ki Twitter üzerinden, rencide ettiği tüm gruplardan özür dilemiş. Kadınların işinin “mecburi ev hanımlığı” olduğunu düşünen zihniyet ne zaman yok olup gidecek çok merak ediyorum.

VODAFONE GÜLEN BEBEK REKLAMI

SWIFFER’IN ‘’WE CAN DO IT’’ BENZETMESİ Swiffer isimli ev temizlik ürünleri markası reklam filminde, İkinci Dünya Savaşı’nda kadınların yerini simgeleyen ve hepimizin “We can do it” mesajıyla aşina olduğu Rosie the Riveter’a benzetilmeye çalışılan bir kadını kullanmış. Böyle bir konunun yine dönüp dolaşıp “Kadının görevi ev işidir”e çevrilmeye çalışılması, bu şekilde bir mesaj vermek için kullanılması çok ürkütücü. Marka

Vodafone’un reklamında kullandığı bebek, internet varken video izleyip gülüyordu ve internet donduğunda da ağlıyordu. Reklamın amacı markanın kesintisiz özelliğini tanıtmakken geçtiğimiz yıl bu reklam yüzünden tam 25 tane kanal RTÜK tarafından ceza aldı. Cezayı verme dayanaklarını şu şekilde ifade etmişler: “Çocukların fiziksel, zihinsel veya ahlakî gelişimine zarar vermemek, deneyimsizliklerini veya saflıklarını istismar ederek çocukları bir ürün veya hizmeti satın almaya veya kiralamaya doğrudan yönlendirmemek, çocukları reklamı yapılmakta olan ürün veya hizmetleri satın almak için ebeveynlerini veya başkalarını ikna etmeye doğrudan teşvik etmemek, çocukların


27 ebeveynlerine, öğretmenlerine veya diğer kişilere duyduğu güveni istismar etmemek veya sebepsiz olarak çocukları tehlikeli durumlarda göstermemek.” Açıkçası ben bu dayanaklarını mantıklı bulamadım çünkü bu reklamın hedef kitlesi bence çocuklar bile değil. Zaten reklamdaki de çocuk değil bebek. Hiçbir çocuğun bu reklama bakınca zihinsel veya ahlaki gelişimine bir zarar

geleceğini de düşünmüyorum. Bu reklamın amacı bence mizahi bir şekilde “bakın internet böyle anlarda işinize yarayabilir, acil durumlarda internetiniz donmasın”ı vurgulamak. Reklamda tutup da çocuklara internet özendirilmiyor. Bebeği bir şeylerle oyalıyorlar sadece. Kaldı ki ceza alması gereken onca reklam varken bu reklam üzerinde kılı kırk yararak bu kadar “sakıncalı” şey bulmaları beni epey düşündürdü.

FLORA’NIN “BUGÜN GÜÇLÜ BİR KALBE İHTİYACINIZ VAR” SLOGANI Unilever’ın margarin markası Flora da tepki çeken reklamlar kervanına katılmış. Geçtiğimiz senelerde piyasaya sundukları reklamlarında üzerinde ‘’Baba ben eşcinselim.’’ yazan bir kurşun vardı ve bu kurşun da porselen bir kalbi hedef alıyordu. Sloganları ise “Bugün güçlü bir kalbe ihtiyacınız var”idi. FMCG devi bu reklamın yayınlanmasına onay vermediğini söylemiş ve özür dileyerek reklamın gösterimini iptal etmişti. İsabetli de olmuş ama geç olmuş ne yazık ki. Böyle ayrımcı bir

reklam fikrini ortaya atan reklam ajansının varlığı bile beni rahatsız etti açıkçası. Eşcinsellik tanımını “korkunç bir haber olarak” yeniden üretmek ve bunu hiçbir şeye aldırmadan bir mizah havasına sokmaya çalışmaktan daha yaratıcı fikirler bulabileceklerine eminim. Bu yüzyılda, yaratıcı bir reklam yapmak adına toplumun bir kesimini aşağılayacak kadar çaresiz bir reklam ajansına güvenmiş Unilever ne yazık ki. Bu reklamları görmek her ne kadar beni sinirlendirse de en azından artık toplumun bu tarz şeylere tepkisiz kalmadığını görmek ve bu reklamların hatalarını anlayıp özür dilemeleri veya ceza almaları biraz da olsa içime su serpti. Bardağın dolu tarafından bakmak zorunda kalmak bu olsa gerek. Kaynakça http://www.mediacatonline. com/2013un-ozur-dileten-reklamlari/9/ http://www.hurriyet.com.tr/o-reklamicin-25-kanala-uyari-cezasi-25491451


28

Türk Dizilerinde Yaratılan Kadın Figürü Ataerkilliğin neredeyse padişahlık düzeyinde lanse edildiği dizilere her gün bir yenisi eklendikçe toplumdaki kadın figürü de giderek daha çok eziliyor / Elif Nur Aktaş

Diziler elbette birer kurgu ve çeşitli konulara, karakterlere ev sahipliği yaparak gündelik yaşamın dışında veya içinde bir çok konuyu ekranlara taşıyorlar. Dizileri normal şartlar altında “kötü etkiliyor”, “iyi örnek değil” diye karalamak doğru olmaz çünkü dizilerin kamu spotu olarak yayınlanmadıkları aşikar fakat ülkemizde son yıllarda yayınlanan dizilerin yarattığı cinsiyetçilik algısını da göz ardı etmek imkansız. Dizilerin bu sorunlu toplumsal düzeni desteklemesi yerine, daha modern bir yapıyla karşımıza çıkabilecekleri

taraftarıyım. Kitlelere bu kadar kolay ulaşan, büyük bir izleyici topluluğuna sahip dizilerin topluma verdiği mesajlar konusunda da önemli bir rolü var. Birçok dizide kadının hayatındaki erkeğe boyun eğmesinin normalleştiği, ataerkil toplum düzeni içinde haddini bilmesi gerektiğine dair sinyaller almak mümkün. Durum böyleyken tepkisiz kalıp susmak, hele ki kadınların susması, yine en çok kadınları zedeler hatta öldürür. Susmak öldürüyor işte bu kadar basit. Bir


29

nebze feminist çerçeveden hayata bakmadıkça, ataerkilliğin neredeyse padişahlık düzeyinde lanse edildiği dizilere her gün bir yenisi eklendikçe toplumdaki kadın figürü de giderek daha çok eziliyor. Zaten oldukça bilinçsiz bir çoğunluktan oluşan, sözde eşit ama hali hazırda çok da eşit ve hür olamayan cinsiyetlere bir darbe daha vurulmuş oluyor. Çok acı bir şekilde bu durum içselleştiriliyor. Bir değil, iki değil. Her geçen gün bu alt mesajlara sahip dizilere bir yenisi ekleniyor. Ekranlarda şiddetin, mağduriyetin dozu azalmıyor, aksine bir çığ gibi artarak çoğalıyor. Bir kaç kez televizyon izleyerek bile, yalnızca dizilerde de değil tüm yayın kuşağı incelendiğinde, kadın figürünün nasıl ele alındığı, ne tür kalıplara sokulduğunu görmek oldukça kolay. Türk dizilerindeki bu rahatsız edici tutumu incelediğimde; her zaman iki uç noktada iki ayrı kadın figürü olduğunu görüyorum: Maddi özgürlükleri olan, kendi yolunu kendi çizebilen, kimseye boyun

eğmeyecek gibi duran bir kadın figürü ve bunun karşısında her zaman daha mağdur, hayatın her getirisine boyun eğen bir tipleme. Kültürlü, donanımlı, ne istediğini bilen kadınlar fesat ve kötü karakterlerle karşımıza çıkıyor. Empoze edilmek istenen fikrin temelinde, bir kadının başarılı, varlıklı, okumuş olması onu maddi durumu olmayan, eğitimsizse mutlaka çok iyi kalplidir düşüncesi yatıyor. İzlediğim hemen hemen hiçbir yerli dizide kendi maddi, manevi, cinsel özgürlüğüne sahip olan kadın sevilen ya da sevdirilmek istenen karakteri oynamıyor. Oynarsa da hemen toplumun ahlaki değerlerine (!) uygun olmadığına dair bir yığın eleştiriye maruz kalıyor zaten. Dizilerdeki ahlak muhakemesi her nedense kadının üzerinden sonuna kadar yapılabiliyor. Eleştirilerin ardı arkası kesilmiyor. Bunun karşısında da giderek normalmiş gibi lanse edilen ama tamamen erkeğin hüküm kurduğu kuma, metres, çok eşlilik gibi konular üst düzey


30

bir saygınlıkla ekranlarımıza taşınıyor. Kadınların yalnızca bir erkek uğruna her şeyinden vazgeçmesi, elinin tersiyle imkanlarını reddetmesi, bir erkek için kadının kadına karşı verdiği savaş çok yaygın kullanılan bir tema. Bir örnekle desteklemem gerekirse: Şu anda yayınlanmakta olan “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” dizisinde sevilen bir karakter olan başroldeki Hızır karakteri hem saygın duruşuyla hem de “bey efendiliği” ve “delikanlılığı” ile takdir topluyor. Sabah karısına “seni seviyorum” diyip akşamında metresinin kollarına koşan hatta ondan da bir çocuk yapan, “seni de seviyorum” diyen takdire şayan bir beyefendilik örneği. Her iki sahne de son derece duygusal ve ikisini de sevebileceğini kabul ettiren bir üslupla işleniyor. İzleyicinin, adamın ikisini de gerçekten çok sevdiğine ve onun çok iyi biri olduğuna inanarak izleyeceği şekilde kurgulanıyor her şey. Kadın imajı ise karşımıza öyle ezik bir şekilde çıkıyor ki sonuna

kadar haklı olabilecek bir konumda olan eş, “seviyorum” kelimesinin ardına olağan bir şekilde yerleştirilerek kocasının hadsizlikleri meşru kılınıyor. Boyun eğmesi, sesini kesmesi ve haddini bilmesi gerektiği sinyalleri sık sık veriliyor. Ana karakter Hızır’ın aslında bakılınca ideale uygun güzel bir ailesi, iki de çocuğu var. Üstelik akıllara işlenmiş olan güzel kadın modelini oldukça karşılayabilen güzel ve alımlı bir eşi var. Hem onu seviyor hem de gayrimeşru doğacak olan bebeğinin annesini, sevgilisini seviyor. Adamın annesi bile dizide gelinini hiçe sayıyor, oğlunu pohpohluyor ve oğlunun metresinin hamileliği son buldu sandığında ise günlerce dualar okuyor, yaslar tutuyor. Tüm bunları yine esas gelini ve torunlarının gözleri önünde yapıyor. Bu örneğin dizilerde kadının kadını yerdiği ve her koşulda erkeği yücelttiğine dair çok net ve güncel bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Ne kadar iyi bir yapım olursa olsun, izlerken bu durum bilinçli


31 olan bir kitleyi rahatsız ediyor olmalı. Rahatsız olmayanları ise bir raddede kendi yaptıklarını içselleştirme olarak algılayabiliriz diye düşünüyorum. Ne yazık ki kadınların fazlasıyla ezildiği bir toplumda yaşıyoruz. Kadına fiziksel, psikolojik şiddetin bu denli fazla olduğu ve ne yazık ki giderek daha da artan toplumumuzda, ben yapımcıların da biraz daha dikkatli olması taraftarıyım. Belki de bu tarz yapımlar hali hazırdaki düzeni besleyen ve daha kolay kabul görebilen, rahatsızlık uyandırmayan yapımlar olarak görülüyor olabilir. Güncel bir başka örnek olan “Evli ve Öfkeli” adlı dizi ise hepsi aldatılmış olan ana karakterlerden oluşuyor. Tabii ki hepsi “kadın”. Aldatılan, mağdur görmeye alıştığımız figürlerin kadın olması şaşırtıcı bir durum değil zaten artık. Bu kadınların ihanet karşısındaki tepkilerini komedi yoluyla izliyoruz. Bu dizide en

çok dikkatimi çeken nokta ise ihanete en net tepki koyan karakterin çok “erkeksi” bir yapısı olması. Yani bir kadın yalnızca bir kadın olarak kendini savunma yetisine sahip olamıyor mu, anlamak zor. Direnebilen, güçlü bir imajı olması için illa ki kocasıyla “Ne iş abi?”, “Bana bak abicim” gibi maskülen, sokak ağzıyla konuşan bir erkeksilik ardına mı saklanması gerekir? Bir kadın tepki koyarken bile, tepki vermenin erkeksi bir durum olduğu mesajı verilmekte. Ekranlara taşınan ataerkilliğin bir diğer boyutu ise bir çok yönüyle eleştirilere maruz kalan “Muhteşem Yüzyıl” gibi tarihi diziler. İhtişamlı sarayın iç dünyasında yaşanan aşk ve entrikaların yansıdığı bu dizilerde harem neredeyse ana tema denilebilir. Kadınların sultana kendini beğendirme yarışında izlediği politikalar, kadının kadını hiçe sayması, hanedana erkek evlat doğurmak gibi elzem konular her bölüm altı çizilerek işlendiğinden dolayı günümüzde de var olan ataerkil toplum düzenine hizmet eden yapımlar. İçinde bulunduğumuz toplumsal düzene sanki tarihsel sürecin getirdiği olağan bir durum şeklinde bakmamıza yol açıyor. Ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitsizliği göz önüne alındığında, bu duruma bir darbenin de dizilerden gelmesi ve bu sistemin beslenmesi sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Dizilerde çok net ayrımcı cinsiyet rollerine yer verilmesinden ziyade cinsiyetlere mal edilen roller olmadan da keyifli bir televizyon ekranı oluşturulabilir. Hiçbir sorunun temelinde doğrudan diziler yatıyor olmasa bile dolaylı yoldan verilen mesajlar, çizilen roller konusunda daha dikkatli olunabilir ve olunmalıdır.


e t e z r e v i n ü Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.