zete
10 Mart 2016 Sayı: 147 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç
KADINLARIN YAŞAMINA DÜŞEN GÖLGE: MİZOJİNİZM
DEĞİŞ YA DA DEĞİŞTİR
SEÇİMLER VE ALTERNATİFLERİ
GEZİN TOZUN
TÜRK YAHUDİLERİ İLE MÜZEDE TANIŞIN
DIGITAL REVOLUTION
GÜNEŞ SİSTEMİNDE GEZİNTİ
ŞİMDİ REKLAMLAR
Yazılar Asena Kıvrak, Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Elif Nur Aktaş, İlgi Özdikmenli, Sedef Akalın, Selin Süler, Sude Yedikardeş Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Arzu Cahide Öz
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:
Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instagram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
5
Kadınların Yaşamına Düşen Gölge: Mizojinizm “Kadınlara bayılıyorum ben, ne nefreti!” / Elif Nur Aktaş Nefret, sözlük anlamıyla, “Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu” şeklinde tanımlanmaktadır. Nefret yalnızca bir tanım olmaktan çok daha kuvvetli ve kapsamlı bir durumdur. Sinsi bir duygudur. Kadın düşmanlığı ve kadınlara karşı duyulan nefret anlamına gelen Mizojini, apaçık ve aniden değildir. Yıllarca şekillenerek bilinçaltı oyunlarıyla gündelik yaşamımıza yansır. Bir bireyin içinde filizlenen bu nefret adeta karanlık bir sarmaşık gibi topluma sıçrıyor, toplumumuzdaki kadınları boğuyor, sıkıyor ve kimi zaman yaşarken kimi zaman da gerçekten öldürüyor. Kelime anlamının teorik duruşundan çok daha fazlası olan kadına karşı
nefretin yansımaları doğumdan ölüme kadar olan süreçte hayatımızın her alanında cinsel ayrımcılık, cinsel nesneleştirme ve aşağılama şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Bu nefret “kadınlara iki el ateş edelim de yok olsunlar” şeklinde bariz bir kinle değil, sinsi bir hastalık gibi gelişiyor. Mizojinist bireyler bu durumu değil kabullenmek, cinsel metalaştırma yoluyla kadınları çok sevdiklerini öne sürerek inkar ediyorlar ki kadını tek bir yönüyle, cinselliğiyle, yücelten bu tutum mizojinizmin ta kendisi. Filmi daha geriye saralım: Anne rahmine düşen bebeğin cinsiyetinin öğrenildiği andan itibaren şekillenmeye başlıyor şiddetin, nefretin ilk adımı. Erkek çocuk doğurana kadar çocuk
6
yapmaya devam eden aile düzeni mi dersiniz, yeni doğan kız bebeğe yapılan ziyaret esnasında dudaklardan dökülen “Neyse sağlıklı olsun da cinsiyeti önemli değil”, “Olsun bir daha ki sefere oğlan evlat nasip olur umarım” tadında teselliler serisi ile oluşan psikolojik baskı mı dersiniz. Mizojini, kız çocuklarının doğdukları andan itibaren tercih haklarının erkek çocuklarıyla eşit olmamasıyla başlayan, ona yapması ve yapmaması gereken her şeyi etraflıca öğretirken erkek çocuğuna bunu aşılamayan aile düzeninin de suçlusu olarak gösterilebilecek toplumsal bir sorun. En basit durumlar için bile kendisine biçilmiş, onun için şekillenmiş, yapması ve yapmaması gereken birçok şey kadına empoze edilir. Kadını bir kalıba sokmaya kodlanmış toplumlarda erkekler kadınlara hiç de öyle sanıldığı gibi “bayılmıyorlar”. İstedikleri zaman onları mutlu edecek, onların kurallarına göre
yaşaması mübah olan bir oluşum olarak görüyorlar. Mizojinist bir erkek için kadın; kendi hayatının baş rolünde değil, erkeğin ona biçtiği hayatta yan rol olarak yer almalıdır. Bu tutum kadının tek başına yücelmesine karşı duyulan bir nefrettir. İlerleyen yıllarda ise iş hayatında kadın ve erkeğin yan yana gelmesi durumunu değil de karşı karşıya gelmesini daha uygun görürler. Bu çatışma hazzı kadını yüceltmeye mani olan ataerkil sistemin sancısıdır. Kadını erkeğe bağımlı kılmaya yönelik oturtulmuş ekonomik düzen her türlü kadın düşmanlığını körüklemektedir. Yalnızca erkek olduğu için daha üstün imkan ve önceliklere sahip olması gerektiğini kanıksamış birey, kadını kendisi ile aynı pozisyonda gördüğünde, rahatsızlık duymaya başlamakta, akabinde kendinden üstün bir konumda gördüğünde ise kadınlığa karşı nefret duygusu
7
geliştirmektedir. Kadının uzmanlık yetisi gerektirmeyen, yüksek maaş getirisi olmayan daha basit işlerde çalıştırılmasının uygun görülmesi kadın varlığına karşı duyulan nefret olarak açıklanabilir. Kadının erkeğe bağımlı olması düşüncesini alevlendiren durumların “mizojinist” erkekler tarafından sevileceği söylenebilir. Bir kadın üzerinde baskınlık kurma, otorite olma; onu tek başına birey olmaktan mahrum ederek cereyan eder. Bir kadının hayatındaki senarist de yönetmen de kendisi olmak isteyip onun bireyselliğini reddetme şeklinde devam edebilir. Gündelik yaşantımızdaki üslup da bu durumu pekiştiren bir diğer ögedir. Örneğin hoşnutsuz durumlarda buna yol açan kişi bir kadın olduğu takdirde, her nedense, altı üstü çizilerek vurgulanması gibi bir gereksinim varmış gibi davranılır. Bir trafik kazası
haberinde kazayı yapan kişi erkekse “erkek şoför” tabiri kullanılmaz. Yalnızca şoförün kazaya yol açtığı başlığı atılır fakat kazaya yol açan kişi bir kadınsa “kadın şoför kazaya yol açtı” şeklinde cinsiyetine yönelik bir vurgu yapmadan geçilmez. Bu; farkında bile olmadığımız, sinsice içimize işlenen nefretin yalnızca küçük bir parçası fakat büyük toplumsal sorunlara yol açabilecek sancılar için önemli bir basamak. Sorunun esası bu durumu fark edemeyip içselleştirdiğimiz andan itibaren başlıyor. Kadının minimum düzeyde bile olsa aşağılandığı durumlar, aşağılanma hadisesinin çirkinliğini örtemez. Sorunu düzeltmek için bir şey yapılmayıp sorunun göz ardı edildiği her durum; cinsiyet ayrımlarını meşrulaştırır. Hatta nefretin ve ayrımın daha da büyüğünün doğmasına sebep olur.
8
Değiş Ya Da Değiştir Mekan olgusunun canlılar ile olan ilişkisini anlatan etkileyici bir sergi/ Yazı ve fotoğraflar: Sedef Akalın Yaşamı öğrenmeye çalışan bir canlının gelişimini, evrimini, adapte oluşunu ya da değişimini gözler önüne seren ‘’Habitat’’ 23 Aralık 2015’te İstanbul Modern’in ev sahipliğinde sergilenmek üzere kapılarını açtı. Mekan kavramını, değiştirdiği boyutlar açısından gözler önüne sererek sorgulamamızı sağlayan ‘’Habitat’’, içinde İstanbul Modern Fotoğraf Danışma Kurulu tarafından seçilmiş 13 sanatçının eserleri yer alıyor. ‘’Bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer anlamına gelen habitat, yaşamın temel devinim ve çatışmalarının sahnesini tanımlayan kavramlardan biri.’’ (İstanbul Modern resmi web sitesinden alıntıdır.) Doğanın yok olmaya yüz tutmuş metropollerinde hayata tutunmaya çalışan yeşilliklerden tutun da daha iyi yaşamaya çalışırken kendini daha da çıkmaza sokan biz insanların çevreyi nasıl kullandığına ya da mültecilerin içinde sürüklendikleri çevrenin yapısının nasıl değiştiğine kadar, ‘’mekan’’ olgusunun farklı biçimlerinin canlı hayatını nasıl etkilediğini ya da ondan nasıl etkilendiğini gözler önüne seren bu sergi değindiği konular ve eserlerde kullanılan malzemeler açısından zengin bir donanıma sahip. Her bir sanatçının fotoğraf serileri
ile oluşturduğu eserler arasında genellikle dikkat çekici iki eser bulunmakta. Bunlardan ilki Kerem Ozan Bayraktar’ın insanları bir nevi kendileri ile yüzleştiren, foto manipülasyon tekniği ile yapılmış olan ‘’Klimalar’’ serisi. Binalardan camların kaldırılması ile oluşturulan bu seride ilk bakışta göze yabancı gelen hiçbir şey bulunmamakta. Camların yokluğunu klimaların çokluğundan fark edemeyebilirsiniz. Yaşam kalitemizi arttırmak uğruna elimizde bulunan doğal kaynaklara nasıl sırtımızı döndüğümüzün iyi bir örneği olan bu eserde bir nevi insanoğlunun kendi mekanını nasıl manipüle ettiği gözler önüne serilmektedir. Diğer bir eser
9 Bir mekanın hızlı değişimini ve tüketimini en güzel şekilde gözler önüne seren bu seride yazın kalabalığı ve gürültüsünden uzak, huzurlu gözüken ama mevsimini bekleyen bir mekanın kısmi sessizliği anlatılmaktadır. Tatil döneminin gelmesi ile fotoğraflarda yer alan materyallerin daha renkli ve kalabalık kadrajlarda yer almasının tam tersine bu seride dönemin bitmesi ile başlayan yalnızlığın, sakinliğin ve aynı zamanda tüm o renkli kadrajların başka bir boyutunun olduğu izleyicilere gösterilmektedir.
ise Gündüz Kayra’nın bir Ege kasabasında çektiği hareketli ruhunun yerini sakin bir deniz kenarına bırakan siyah beyaz fotoğraf serisidir.
Her bir mekanın farklı zamanlarda, farklı biçimlere girerek, farklı etkiler oluşturduğu ya da farklı etkilere maruz kaldığı dönemleri gösteren ‘’Habitat’’, içinde bulunduğumuz çevrenin gözlenmesi ve aslında bu çevrelerin farklı yüzlerinin de var olabileceğini bizlere göstermesi ile önemli bir role sahip. Geçen zamanın bir tek canlı yapısı için incelenmesinin yanı sıra mekansal açıdan da incelenmesinin ve gözler önüne serilmesinin önemini anladığımız bu sergi bakış açısı zenginliği sağlaması açısından da diğer sergilerden farklı bir yerde konumlanıyor. Hayatınızın her yerinde karşınıza çıkan farklı mekanların değişimlerine siz de tanık olmak istiyorsanız “Habitat” 22 Mayıs Pazar gününe kadar İstanbul Modern’de sizleri bekliyor.
10
Seçimler ve Alternatifleri Rasyonel düşünme sanatı; fırsat maliyeti! / İlgi Özdikmenli Kimi hayatın seçimlerimizden ibaret olduğunu savunur, kimi vazgeçtiklerimizden. Bu ayrım bana yanlış geliyor çünkü aslında hayat ikisinden de ibarettir. Öyle ki yaptığımız her seçim, beraberinde bir vazgeçiş getirir. Yaptığımız tüm seçimlerde, seçme şansımız olan diğer alternatiften vazgeçmiş oluruz. Hayatımla ilgili önemli bir karar almam gerekirken, beni “fırsat maliyeti” okumaya iten bir arkadaşım sayesinde, üzerinde daha fazla düşünme imkanı bulduğum bu kuram, aslına bakarsanız hayatın mini bir özeti. Buna göre, rasyonel seçimlerin
yapılabilmesi için seçeneklerin karşılaştırılması gerekiyor. Yapılan seçimin sağladığı fayda, bu seçime ilişkin maliyeti aşıyorsa seçim rasyonel oluyor. Fırsat maliyetinin temeli ekonomi olsa da hayata uyarlamak çok kolay. Karar alırken “sonradan pişman olma” demek yerine sizi seçenekler üzerine rasyonel bir analiz yapmaya çağırıyorum. Fırsat maliyetinin ne olduğu hakkında en sık verilen ve zihinde yer etmesini kolaylaştıran örneği vererek açıklamak için üniversite eğitimi almayı seçtiğinizi,
11
şehir dışında okuyacağınızı ve maliyetleriniz olacağını düşünelim. Aylık maliyetinizin 650 lira olduğunu varsayarsak 12 ay sonunda cebinizden çıkacak yıllık para 7.800 lira oluyor. Dört yıl sonunda yani üniversite eğitiminizi tamamladığınızda ise bu para 31.200 liraya çıkıyor. İşte fırsat maliyeti burada devreye giriyor çünkü 31.200 liranın dört yıllık üniversite eğitiminizin maliyeti olduğunu düşünüyorsanız, aslında çok yanılıyorsunuz
çünkü devreye farklı etkenler giriyor. Düşünmeye devam edelim ve üniversiteye gitmek yerine işe girip çalışacağınızı ve ayda 650 lira kazanacağınızı varsayalım. Dört yıl sonra kazanacağınız para 31.200 lira olacaktır. Yani aslında çalışmak yerine üniversiteye girmeyi tercih ettiğinizde cebinizden çıkan parayla birlikte, kazanabileceğiniz 31.200 liradan da vazgeçiyorsunuz. Üniversite eğitimi görmenizin size toplam maliyeti 62.400 lira oluyor. Düşünülmesi gereken ve göz ardı edilen etkenler bununla da bitmiyor çünkü bir de emekliliğiniz var. İşe girip çalışmak yerine üniversiteye gittiğiniz için, dört yıl boyunca sigorta primleriniz ödenmeyecek ve bu da dört yıl geç emekli olacağınız anlamına geliyor. Aylık emekli ücretinin de 650 lira olduğundan yola çıkarak dört yılda 31.200 lira da emekli ücretini kaybedeceksiniz. Yani
12 üniversite eğitimi almanızın size gerçek maliyeti bu durumda 93.600 lira olacaktır. Tabii artık üniversite eğitimi almış biri olarak kalifiye eleman olacaksınız ve diğerlerinden daha yüksek bir maaş ile çalışmaya başlayabileceksiniz. Zaten bir çok insanın doğrudan iş yaşamına atılmak yerine üniversite okumayı seçmesinin sebebi budur. Ancak kaçı üniversite okumanın gerçek maliyetini hesaplar ve sonrasında kazanacağı parayla karşılaştırır? Bu senaryoda karlı çıkabilmeniz için üniversite eğitiminizi tamamladıktan sonra cebinizden çıkan ve o süre zarfında alternatif olarak kaybettiğiniz/kazanamadığınız paradan fazla miktarda maaş alıyor olmalısınız. Aksi halde üniversite
okumak için harcadığınız para tamamıyla zarar ettiğiniz bir yatırım olacaktır. Bunun yanında elbette günlük hayatta daha kolay aldığımız bazı kararlardan da örnek verilebilir. Örneğin bir akşam arkadaşlarınızla dışarı çıkmak istediğinizde tiyatroya mı yoksa sinemaya mı gideceğinize karar veremiyorsanız, yazı tura atıp sinemaya gitmeye karar verdiğinizde tiyatrodan alacağınız keyiften vazgeçmiş oluyorsunuz. Yani tiyatro, sinemanın fırsat maliyeti oluyor. Bu durumda varsayılacak şeyin izleyeceğiniz filmin, alternatifi tiyatro oyunundan daha keyifli olması olacaktır. Yani yine pişman olmamanız için yaptığınız seçim, vazgeçtiğinize
13
değmelidir. Hayatımızın yalnız yaptığımız tercihlerden de vazgeçtiklerimizden de ibaret olmadığını fırsat maliyetini anladıktan sonra daha kolay görüyor insan. Aslında her ikisi de birbirine bağlı ve bir o kadar etkiliyor yaşamlarımızı. Biriyle beraber olurken beraber olabileceğimiz bir başka kişiden, bir ülkede yaşarken yaşayabileceğimiz bambaşka ülkelerden, hatta ders çalışırken o an yapabileceğimiz bir yürüyüşten vazgeçmiş oluyoruz. Hayatı vazgeçtiklerimizin yasını tutarak, bunlar üzerine kafa yorup depresif bir tutum sergileyerek geçiremeyeceğimize göre yapılması gereken; karar alırken rasyonel
düşünebilmek, alternatif seçenekleri de iyi değerlendirmektir. Bunun yanında eklemeden geçemeyeceğim şey ise insanın kendi hayatıyla ilgili her kararı kendi vermesi gerektiğidir çünkü en rasyonel akıl yürütme bile beklenmedik olumsuz sonuçlar doğurabilir ve bu noktada insan hiç değilse bu kararın arkasında başkası değil kendisinin olduğunu bilmelidir. Son olarak; umarım seçtiklerimiz, vazgeçtiklerimize değer! Kaynaklar: Alkın, Erdoğan; Yıldırım, Kemal; Özer; Mustafa (2005). İktisada Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi. M. Hanifi ARSLAN, Bk. Ekonometri; Nco-Klasik İktisat
14
Gezin Tozun
Yoksa sizin de seyahat etmeye başlamak için ilhama mı ihtiyacınız var? / Sude Yedikardeş Çok Okuyan Çok Gezen Sevil Mert, bizim bildiğimiz adıyla Çok Okuyan Çok Gezen, şu ana kadar 50 ülke gezmiş. Kendisiyle bir cumartesi günü Kadıköy’de buluştuk. Nereye gideceğimizi sorduğumda Barış Manço’nun evine cevabını aldım. Beraber yola koyulduk. Neden burayı seçtiğini sorduğumda Barış Manço’nun gezgin yönünden bahsetti. Çocukluğumuzda hepimize ilham olmuştur Barış Manço gezme konusunda diye ekledi. Bunu öğrendikten sonra böyle özel bir nedeni paylaşmak istedim. Yolunuz Moda’ya
düşerse eğer Barış Manço’nun halen müze olarak kullanılan evini ziyaret edebilirsiniz. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Kimdir bu “Çok Okuyan Çok Gezen”? Sevil Mert ben. Sigortam.net’in Pazarlama Direktörüyüm. Burdurluyum 1980 doğumluyum, İstanbul’a üniversite için gelip kalanlardanım. Üniversitedeyken çalışmaya başladım ve daha sonra o çalışma devam etti. Çalışma hayatında o temponun bir yerinde nelerden zevk alıyorumdan yola çıkıp ufak ufak seyahat etmeye
15 başladım. Aslında çocukluğumda da ailecek çok seyahat ederdik. Türkiye’de ailemle çok yeri dolaştık fakat hiç yurt dışına çıkmamıştım. Hayalimde hep İtalya vardı, aslında biraz turizm pazarlamasının etkisiyle olsa gerek. İtalya’ya turla gittim. Turun ilk gününün akşamı ben böyle gezemem bu çok sıkıcı bir gezme şekli dedim kendime. Hep rehberin peşinden koşturuyorsunuz zaten ben hep grubu kaybediyordum. Sonra turu bıraktım seyahatin geri kalanında kendim seyahat ettim. İlk macera böyle başladı aslında. Seyahatler sıklaştıkça eş dost şuraya nasıl giderim, bura nasıldır, şurada ne yaparım gibi sorular sormaya başladılar. Ben de onlara uzun uzun cevaplarla mail atıyordum. Bu arada internet şirketlerine yatırım yapan bir şirkette çalışıyordum. Bloglar yeni yeni popüler olmaya başlıyordu. Bir tane de ben blog açayım dedim. Sonra insanlar okumaya başladılar, onlar okudukça ben daha çok yazmaya başladım. Bu arada çok yoğun bir iş hayatım var ama bütün tatilleri değerlendirip seyahat etmeye çalışıyorum. Genelde sırt çantalı geziyorum, gittiğim yerlerde hostellerde
kalıyorum, sürekli uçak bileti kampanyalarını takip ediyorum.Bu arada Çok Okuyan Çok Gezen de Türkiye’nin en iyi on blogu arasında sayılıyor. Sağ olsunlar böyle listelerin içinde olmamı sağlıyorlar. Çok Okuyan Çok Gezen böyle işte. İlk olarak nereden başladı bu seyahat tutkusu? Dönüm noktanız ne oldu? Aslında çok keskin bir kırılma noktası yok ama bu işe daha çok zaman ayırmaya 28 yaşında geçirdiğim bir operasyon sonrasında kara verdim diyebilirim. Hani olur ya yeniden hayatı sorgulama modu, ondan sonra sevdiğim şeylere daha çok vakit ayırmaya başladım. Bununla beraber de seyahatlerimin sıklığı arttı. Genelde öyle olur. İnsanın başına bir şey gelir sonra hayatını sorgulamaya başlar. Zaten ne kadar yaşayacağız ki bari mutlu olduğumuz şeyleri yapalım.
Verdiğiniz gezi tüyolarıyla da aslında birçok kişiye ilham olup kafalarındaki soruları cevaplıyorsunuz. Muhtemelen size en çok sorulan soruları bir kere
16 de ben buradan sormak istiyorum. Seyahatleriniz için bütçe ve zaman ayarlamasını nasıl yapıyorsunuz? Seyahat etmeye bir yerden başlamak isteyenler için başlangıç olarak ne önerirsiniz? Aslında gerçekten planlama için de zaman lazım. İnsanlar biraz gizli bir formülün peşindeler. O iş öyle kolay değil. Ben genelde Aralık ayında bir sonraki yılın resmi tatillerini çıkartıyorum. Hangi tatilleri neyle birleştirebilirim onlara bakıyorum. Önüme bir takvim çıkartıyoru, daha sonra o yıl gitmek istediğim ülkeleri listeliyorum. Bunları da blogda yayınlıyorum zaten bu sene hayallerim bunlar diye. Daha sonra o hayallerle zamanı eşleştirmeye çalışıyorum. Tabii uçak bileti kampanyalarına göre spontane gelişen şeyler de oluyor. Sri Lanka’ya geçen sene öyle gittik. Mesela benim Güney Amerika’ya gidişim de öyleydi. Gitme planım vardı ama arkadaşım hemen karar vermen lazım limitli sayıda kampanyalı bilet var demesiyle toplantıya girmeden hemen bilet aldım. Toplantıdan bir çıktım “aa ben bilet aldım” dedim kendi kendime. Ama gerçekten böyle kampanyaları takip etmek lazım. Bir de ülkelerin mevsimlerini iyi bilmek lazım. Turistik zamanda gidince fiyatlar çok pahalı oluyor mesela. Bunlar tabii hep zaman geçtikçe oluşan birikimler. Seyahat blogları son zamanda çok yaygınlaştı. Tutkuyla seyahat eden birçok insan görüyoruz sosyal medyada ama seyahat eden insanlardan çok ucuza seyahat eden insanlar ön plana çıkıyor. Siz ucuza seyahat etmek hakkında ne gibi tüyolar verebilirsiniz? Aslında neden yoldasın onun sorusunu
sormak lazım. Ben mesela lükslerimden tamamen vazgeçerek yola çıkıyorum. Kalacak yer mi? Sadece uyuyabileceğim bir yer olsun yeterli. Mesela geçen yaz Norveç’e gittik. Norveç çok pahalı bir ülke. Çantalarımıza sandviçleri, konserveleri doldurduk ve öyle gittik. Termosumuzu aldık. oradaki kafelerden sıcak su istedik, kahvemizi kendimiz yaptık. Bir gece otele para vermemem için havaalanında yattık mesela, çok geç inmiştik. Birçok insana bu çok abuk geliyor ama orada geniş geniş harcayabilir miyiz, tabii ki harcayabiliriz ama o zaman sadece Norveç’e gidebiliriz. Ben oradan arttırdığım bütçeyle daha sonra başka bir yere daha gidiyorum. Buradaki formül lükslerden vazgeçmek. Ben mesela gittiğim yerlerde hostellerde ya da yatakhanelerde kalıyorum. Norveç çok uç bir örnekti ama biz gittiğimiz yerlerde yemeğimizi de yiyoruz, yapılacak
17 ortalama olarak sırt çantanızda neler var? On kiloyu geçmeyen bir sırt çantam oluyor. İçinde fotoğraf makinesi, gopro vs. Uzun kalıyorsam bilgisayarımı alıyorum. Her şeyim de seyahate uygun formatta sentetik veya buruşmayan. Bunların hepsi ona göre alınmış şeyler. O yüzden az yer kaplıyorlar. Bir de şöyle bir felsefem var: Gittiğim yerde her şey var ve buradan her şeyi taşımak zorunda değilim. Kültüründen en çok etkilendiğiniz ülke hangisiydi? Herkesin hayatı boyunca mutlaka buraya gitmeli dediğiniz?
önemli bir aktivite varsa yapmaya çalışıyoruz. Nereden kısıyoruz peki? Mümkün olduğunca ucuza bilet bulmaya çalışıyoruz. Mesela yemek konusunda bir gün sokakta yiyoruz, bir gün sandviç yiyoruz, bir gün de güzel bir restorantta. Son üç dört senedir bana seyahatin getirisi olan basit yaşamayı öğrendim. Ne kadar basitse o kadar keyif alıyorsunuz ve o kadar az harcıyorsunuz. Herkes “Çok parası var geziyor” gözüyle bakıyor ama öyle değil. Son iki üç senedir ben çok az giyim alışverişi yapıyorum ve yaşadığım evin yarısı büyüklüğünde bir eve taşındım. Orada da yaşıyordum burada da yaşıyorum. Burayı yapabildiğim kadar basitleştirmeye, sadeleştirmeye çalışıyorum. Blogunuzda da paylaştığınız “Sırt Çantamda Neler Var?” kısmı az ve öz eşyaları seçmek için çok faydalı bir bölüm. Peki
Birkaç yer var ama özellikle Kamboçya beni çok etkilemiştir. Fakirliğin içinde çok mutlular ve arkada çok büyük bir medeniyet var ama o medeniyetten geriye çok bir şey kalmamış ve gittikçe turistleşiyor. Orası daha turistleşmeden gidip görmeyi çok tavsiye ediyorum. Güney Afrika çok güzel bir coğrafyaya sahip ve orası yaşamak istediğim yer. Yapabileceğiniz çok fazla şey var Güney Afrika’da. O yüzden orası hala benim favorilerimden birisi. Üçüncü olarak ise Bolivya ve Peru arasında gidip geliyorum. Yine buraların muhteşem coğrafi güzellikleri var. Son olarak sizce çok okuyan mı çok gezen mi? Önce okuyup sonra gezen. Okumadan araştırmadan gördüğünüz şeyler size boş gelebilir. Bir sürü taşın önünden öylece geçebilirsiniz. Belki de o taşın tarihte çok önemli bir yeri var. Özellikle tek seyahat ediyorsanız gitmeden önce mutlaka okumanız lazım. Onun için de hem okumak hem gezmek lazım diyebilirim
18
Gezgin Yogini Gezgin Yogini, mutsuz bir mühendis olacağıma gezgin, mutlu bir yogini olurum dedi ve iki senedir yollarda. Kendisi yoga eğitiminde olduğu halde bize zaman ayırdığı için teşekkür ederiz. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Nasıl başladı bu seyahat tutkusu? Bundan yaklaşık 2,5 sene kadar önce masa başı çalışan bir mühendistim ve mutsuzdum. Hayatımda köklü değişiklikler yapmam gerektiğinin farkındaydım. Ne istemediğimi biliyordum fakat ne istediğimi bilmiyordum. Aslında bir çoğumuzun da sıkıntısı bu sanırım. İçimde uzun yıllardır beni dürtükleyen bir “git” isteği vardı ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Gönüllü işler yapmak istiyordum, saatlerce bilgisayarın başında araştırıyordum. Sonunda bir cesaret geldi. Afrika, Gana’da
bir yetimhaneyle iletişime geçtim. Altı ay çocuklara yardımcı olacaktım. Daha sonra yavaş yavaş araştırmalarım arttıkça fikirlerim değişti, gelişti. Hem gönüllü çalışıp hem de yoga öğrenebileceğim yerler buldum. Sonra kendime çok güzel bir plan çizdim ve attım kendimi yollara. Yani aslında buradan da anlayacağınız gibi yollara çıkış amacım gezgin olmak değildi. Yoga ve Doğu felsefelerini öğrenebilmek, “aslında kimim” sorusuna yanıt bulabilmek, kendimle başbaşa kalabilmek, kendimi keşfedebilmek, hayatı öğrenmek, yardım etmeyi, paylaşmayı anlamak için attım kendimi yollara aa yollar o kadar büyülü ve o kadar çok şey öğretti ki bana bırakıp dönemedim ve zamanla gezgin olarak buldum kendimi. Gezmeye Asya’dan başladınız, Hindistan Tushita’da meditasyon eğitimi
19
aldınız. Bu eğitim hayatınızı nasıl değiştirdi? Kazandığınız içsel çıktılarınız neler oldu? İlk altı ayımı Hindistan’da geçirdim. (Şimdi bu yazıyı yazarken de 2,5 sene sonra yine Hindistan’dayım, döndüm dolaştım geldim yine.) Burada sadece Tushita değil birçok eğitim aldım, farklı yerlerde farklı felsefeleri öğrendim, bana en uygun olanları, aklıma en çok yatanları kendime kattım. Özellikle Tushita’yı soruyorsanız evet Tushita hayatımdaki önemli dönüm noktalarından biri oldu diyebilirim. Budizm hakkında meğer hiçbir şey bilmiyormuşum, Siddharta okuyup Buda’yı anladığımı sanıyormuşum, meğer Budizm felsefesi zannettiğimden çok daha derinmiş. Burada aldığım felsefe dersleri ahlak kavramımı daha da güçlendirdi, evrene ve kendime dair sorularıma yanıtlar verebiliyor oldum. Hiç bir canlıya zarar vermemenin gerçekten ne demek olduğunu
anladım. Karıncayı “bile” incitmez cümlesindeki “bile”nin ego olduğunu , karıncayla benim aramda yaşama hakkı konusunda hiçbir fark olmadığını öğrendim. Şefkatin sadece sevdiklerimize ya da bizim gibi olanlara değil, evrendeki tüm varlıklara gösterildiği zaman kelime anlamını karşıladığını öğrendim. Tushita’nın ardından yine Dharamshala bölgesinde yaptığım Vipasana Meditasyonu da benim için hayatımdaki en zor şeylerden biri olmasına rağmen hayatıma yön veren şeyler arasında yerini aldı. (Vipasana on günlük bir meditasyon inzivası. Konuşmak, yazmak, okumak, birbirinin gözünün içine bakmak yasak. Günde on saat meditasyonda oturup gerçeği anlamayı hedef alan bir eğitim.) Bizi mutsuz yapanın da mutlu yapanın da aklımız olduğunu anladım. Acımızın kaynağının bizim bakış açımızdan, bizim beklentilerimizden, bizim sahiplenme güdümüzden, bizim egomuzdan geldiğini anladım. Bu yola çıkmadan önce nasıl bir bütçeniz vardı? Halen daha gezerken bütçenizi nasıl ayarlıyorsunuz?
20 Aslına bakarsanız yola çıkmadan önce bir bütçem yoktu ama bir bütçe oluşturmayı bekleyerek yola çıkamayacağımı anlamıştım. Kredi çektim. Tabii planlarım hayallerimdeki gibi olmadı, ailemden yardım almak zorunda kaldım. Daha sonra Avustralya’ya gidip bir sene orada çalışarak para biriktirdim. Şu anda o biriktirdiğim para ile geziyorum. Yoga eğitmenliği adına hem SVYASA yoga üniversitesi hem de Yoga Alliance sertifikalarımı tamamladım bu süreçte. Bundan sonra yoga eğitmenliği yaparak geçimimi sağlamak istiyorum. Gittiğiniz yerlerde “oralı gibi olmayı seviyorum” diyorsunuz. Peki oralı gibi olmak için neler yapıyorsunuz, nasıl geziyorsunuz? Öncelikle şunu söyleyeyim: Daha çok ülke göreyim diye skora koşmadan geziyorum. Pasaportumda ne kadar ülke damgası olduğunun değil, hangi ülkeleri ne kadar anlayabildiğimin, kültürlerini öğrenebildiğimin önemi var benim için. Bırakın bir ülkeyi, gittiğim bir şehirde en az iki hafta (genelde bir ay) kalmaya çalışıyorum. Her ne kadar yemek konusunda kısıtlamalarım
çok olsa da (hayvansal ürün tüketmiyorum, yolculuk sırasında bazı istisnalar hariç ) tercihim yemeği yerel. ucuz ara sokak lokantalarında yemek. Çok daha samimi buluyorum buraları. Böylece yerli halkla kaynaşma şansına sahip oluyorum. Sokaktaki insanlarla sohbet etmeye çalışıyorum. İnsanlara sizi ulaştıracak en güzel kapı çocuklar. Sizinle en rahat onlar iletişime geçiyor. Çocuklarıyla iyi vakit geçirdiğinizi gören aileler de size güvenerek iletişime geçmeye başlıyor. Bir yerde uzun süre kalınca artık esnafla selamlaşmaya başlıyorsun, yoldan geçen insanların halini hatırını soruyorsun. İşte en çok da bunu seviyorum. Artık seni kabulleniyor, mahalleden biri olarak görüyorlar. Seyahatlerinizi nasıl planlıyorsunuz nerelere gideceğinize ya da rotanıza önceden mi karar veriyorsunuz? Rotaya önceden karar vermeyi seviyorum ben aslında. Böylece vaktimi boş boş geçirmiyorum gittiğim yerlerde. Yapacak bir gönüllü iş ya da öğrenecek yeni bir şey araştırıyorum önceden. Tabii ki yolda yaşadıkların rotanı değiştirebiliyor. Bu da işin güzel yanı aslında.
21 Çokk da katı olmamak lazım. Blogunuzda sık sık gittiğiniz ülkelerde gönüllü projelerde ve işlerde bulunduğunuzu ve bulunmak istediğinizi söylüyorsunuz. Bu projeleri nerelerden buluyorsunuz ve nasıl ayarlıyorsunuz? Birkaç site var bunun için: www.workaway.info www.helpx.net http://wwoofinternational.org/ http://www.worldwidehelpers.org/ Bu sitelerden yardım alıyorum. Ayrıca yolda tanıştığım insanların önerilerini de dikkate alıyorum. Facebook grupları da yardımcı oluyor gönüllü işler bulmak için. “Bir kitap okudum hayatım değişti” değil de bir ülkeye gittim hayatım değişti dediğiniz yer neresi? Neden orası? Kesinlikle Hindistan. Hindistan bana çok şey öğretti. Öğrendiğim felsefelerin yanında burada sabırlı olmayı, sinirlenmemeyi, cesur olmayı, kendime güvenmeyi öğrendim. Hindistan büyülü olduğu kadar zor da bir ülke. Bazen gerçekten çok sinir bozucu ama aynı zamanda öyle güzel bir
anne ki Hindistan, sana bu karmaşanın içinde huzurlu yaşamayı öğretiyor. Sizin gibi tek başına seyahat etmek isteyen ama nereden başlayacağını bilemeyen veya cesaret edemeyenlere neler önerirsiniz? Ya aslında bu röportajın en zor sorusu. Herkesin iç dünyası, korkuları, hayalleri, hedefleri o kadar farklı ki bu soruya verebileceğim genel bir cevap bulamayabilirim ama şunu söyleyebilirim: “Ya yapamazsam” diye bir şeyi unutun. Gerçekten isterseniz kapılar size kolayca açılacaktır. Yeter ki pes etmeyin ve neyi neden istediğinizi bilin. Unutmayın gönülden istemekten bahsediyorum, egoyla istemekten değil. Önce siz kendinize yardım edeceksiniz, kaygılarınızı sorgulamayı öğreneceksiniz. Kendine yardım etmeyene Tanrı da yardım etmezmiş derler. Hikayelerimi daha yakından takip etmek isterseniz: www.gezginyogini.com www.facebook.com/gezginyogini www.instagram.com/gezginyogini Şansınız bol, yolunuz açık olsun.
22
23
Türk Yahudileri ile Müzede Tanışın 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi kapılarını yeni mekanında, Neve Şalom Sinagogu’nda açtı, ziyaretçilerini bekliyor / Cenk Bonfil Bu yazıyı yazmaya oturduğumda aklıma doğrudan tek bir düşünce geldi. Uzun zamandır kafamı taktığım bir fikirdi zaten bu. Tek bir kelimeyle söylemem gerekirse “tanışma” derim. Bu kavramın birlikte yaşama kültürü için çok önemli olduğunu, başkasından nefret etmenin başlıca sebeplerinden birinin tanışmamak olduğunu düşünürüm.
Özellikle Türkiye’de; birlikte yaşadığımız, farkında olsak da olmasak da etkilendiğimiz ve etkilediğimiz, sokakta yürürken yanından geçtiğimiz ama tanımadığımız -hatta belki adını bile duymadığımız- birçok kültür var. Kulaktan dolma bilgilerle nefret etmek çok kolay. Tam da bu nedenle 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi, şahsen tanışıp
24 kaynağından öğrenmek için ziyaret edilmesi gereken bir yer. Türk Musevileri Müzesi 2001 yılında, Zülfaris Sinagogu binasında açıldı. Bu sinagog Galata semtinde, Zülfaris Sokak’ta Cenevizliler’den kaldığı tahmin edilen bir binanın temelleri üstüne inşa edilmiş, uzun süre Yahudi cemaatine ibadethane olarak hizmet verdikten sonra 1985 yılında kapanmıştı. 2001 yılında 500. Yıl Vakfı tarafından “Türk Musevileri Müzesi” olarak yeniden açıldı. 500. Yıl Vakfı ise 1492 yılında İspanya’dan kovulup Osmanlı’ya gelen Sefarad Yahudileri’nin buradaki 500. yılını kutlamak, Sefarad geleneklerini koruyup yurt içinde ve dışında tanıtmak için 1989 yılında kurulmuştu. 2001’den beri Zülfaris Sinagogu’nda ziyarete açık olan müze kısa bir süre önce buradan taşındı ve Neve Şalom Sinagogu’nun bir bölümünde içeriği geliştirilerek yeniden hizmete girdi. Neve Şalom Sinagogu, yakın geçmişte
birkaç kez terör saldırısına uğramış bir yer. En son 2003’te Şişli Sinagogu’yla eş zamanlı –HSBC ve İngiliz Konsolosluğu saldırısıyla birkaç gün arayla- bombalı saldırı düzenlenmiş, birçok insan hayatını kaybetmişti. Bu sebeple yoğun güvenlik önlemleriyle korunan bu yerde bir müze kurulup sinagogun halka açılması çok önemli bir gelişme. Yine de başka herhangi bir müzede olmayacak bir şekilde, buraya sıkı bir güvenlik kontrolünden geçerek girebiliyorsunuz. İki kapıdan girdikten sonra x-ray cihazından geçiyor, kimliğinizi çıkışta geri almak üzere güvenliğe bırakıp ziyaretçi kartınızı alıyor ve müzeye giriyorsunuz. İçeride ise sizi müzenin giriş katına kurulmuş hediyelik eşya bölümü karşılıyor. Burada Yahudi ve Sefarad kültürünü tanıtan araştırma kitapları, Yahudi yazarlardan veya Yahudilerle ilgili edebi yapıtlar, Ladino ve Yidiş dilinde çok hoş halk şarkıları dinleyebileceğiniz albümler satılıyor. İlk bölüm Türk Yahudileri’nin tarihine
25
odaklanmış. Anadolu’daki ilk Yahudi yerleşiminden, Selçuklu’dan, Roma ve Bizans’tan, Osmanlı’nın ilk dönemlerinden ve son olarak İspanya’dan kovulan Sefaradlar’dan bahsediyor. Sabetay Sevi olayına, 1835’te Hahambaşılık kurumunun kurulmasına değiniyor. Türk Yahudileri’nin Osmanlı’da ve Türkiye’de geniş toplumla ilişkileri ve sosyal yaşama nasıl karıştıkları; fotoğraflarla ve kişisel eşyalarla gösteriliyor. Daha sonra yakın tarihte Yahudi
yaşamından bahsediliyor. 1900’lerin başından günümüze kadar Türk Musevi Cemaati’nde olmuş iyi kötü önemli gelişmeler dokunmatik ekranda özetleniyor. Cemaatin çıkardığı gazetelerin tarihi anlatılıyor, eski gazetelerden örnekler cam panolarda görülebiliyor. Birinci bölüm ile ikinci bölüm arasında sinagog bölümünü üstten gören bir camekan var. Eğer denk gelirseniz
26 bu camekandan sinagogda gerçekleşen günlük rutin duaları veya şanslıysanız bir düğün, Bar Mitzva* veya Brit Mila* (sünnet) töreni izleyebiliyorsunuz. İkinci bölüm ise bu geleneksel törenlere ayrılmış. Dini objeler, Tevrat örnekleri, geleneksel düğün giysileri, düğün davetiyeleri, fotoğrafları bu bölümde sergileniyor. Faşadura,* vijola,* bar – bat mitzva, brit mila gibi dini ve geleneksel törenler açıklanıyor. Bir duvarda da yaşlıların Ladino, gençlerin Türkçe olarak kendi bilgilerini ve anılarını anlattıkları bir belgesel dönüyor. Buradan sonra yukarı kattaki üçüncü bölüme çıkıyorsunuz. İkinci bölümle bağlantılı olarak bu katta da Yahudi geleneklerinden, bayram ve özel günlerinden, takviminden, konuştukları dillerden ve İstanbul ve Türkiye’nin diğer şehirlerindeki yerleşim yerlerinden bahsediliyor. Dokunmatik bir ekrandan geleneksel Sefarad yemeği tariflerini okuyabiliyor, isterseniz tarifi kendinize veya arkadaşlarınıza e-posta gönderebiliyor veya üstünde yemek tarifi yazan kağıt koçanlarını koparıp götürebiliyorsunuz. Bu katta bir duvar da çerçeveli fotoğraflara ayrılmış, önüne eski tip bir radyo ve koltuk konmuş. Hemen yanında Sefaradlar’ın konuştuğu, ölmek üzere olan, Djudeo-Espanyol (Ladino/Yahudi İspanyolcası) hakkında bilgiler ve kulaklıkla Ladino konuşmaları ve geleneksel şarkıları dinleyebileceğiniz ses kayıtları var. Bir müzeyi kitaplarda ve internette de bulabileceğimiz bilgi yığınlarından ayıran; bizi, konu aldığı olaylara ve kişilere, bu olay ve kişilerin şahidi olan eşyalar ve fotoğraflar aracılığıyla olabildiğince yaklaştırmasıdır. Bu nedenle ses kayıtları, çerçeveli fotoğraflar, yemek tarifleri,
kişisel eşyalar, düğün fotoğrafları müzenin uzun uzun incelenmesi, üstüne iyice düşünülmesi gereken kısmı. “Tanışmak” için gittiğiniz bu müzede size tanışmakta en çok yardım edecek şeyler duvardaki bilgiler değil, bu canlı tanıklar oluyor. Hatta koparıp götürebileceğiniz veya kendinize e-posta atabileceğiniz bir yemek tarifiyle veya müzenin dükkanından alabileceğiniz bir albümle tanışıklığınız artık daha elle tutulur bir hale gelebilir. Birlikte yaşadığımız, farkında olsak da olmasak da etkilendiğimiz ve etkilediğimiz, sokakta yürürken yanından geçtiğimiz bir kültürle, insanlarıyla tanışmak için pazartesi-perşembe arası 10.0016.00, cuma 10.00-13.00 ve pazar 10.0014.00 arası 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz. Müze cumartesileri dinen kutsal olduğu için kapalı. Eğer tanımadığımız –belki ismini bile duymadığımız- başka kültürler, insanlar, bunları bulabileceğimiz yerler varsa yorumlarda paylaşabilirsiniz.
*Bar/Bat Mitsva:Yahudi kurallarına göre her erkek çocuk, on üç yaşını doldurup erişkinliğe adım attığında Bar Mitsva yapar. Yahudi genç kızlar ise on iki yaşında Bat Mitsva töreni yaparlar. *Brit Mila: Bebek sekiz günlükken yapılan sünnet ve ad takma töreni *Vijola: Kız bebeğe isim koyma törenidir. *Faşadura: Hamileliğin beşinci ayından sonra, bez kesme töreniyle bebeğin ilk kıyafeti dikilir. Kaynak: http://www.sevivon.com/index.php
27
28
DIgItal RevolutIoN Sanat ve teknoloji bir arada / Yazı ve Fotoğraflar: Selin Süler Barbican Centre’ın “Digital Revolution” sergisi, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde (PSM) beğeniye sunuldu. Sanat ve teknolojinin hangi boyutlara ulaştığına bu sergide kolaylıkla görülebiliyor. Başta tasarım, video oyunları, sanat ve müzik olmak üzere daha birçok alanın bir bütün olarak ele alındığını bu sergide aynı zamanda bizde birçok sanatçının, yapımcının ve müzisyenin büyük bir etki bırakan eserlerine tanıklık etmek mümkün. Sergide en çok etkilendiğim eserleri sizinle paylaşmak istiyorum. PYRAMIDI Bu sergide çokça dikkatimi çeken eserlerden bir tanesi 2014 yılında yaratılmış olan “Pyramidi”. Müzisyen,
kayıt sanatçısı ve teknoloji girişimcisi “will.i.am” üç boyutlu işitsel ve görsel bir eser olan Pyramidi’nin yaratımı için
29
30 sanatçı Yuri Suzuki ile iş birliği yapmış. Bu eseri görmek için karanlık ve bütün çevresi siyah olan projeksiyon gösteriminin olduğu alana giriliyor ve karşınıza “will.i.am”in kafasının “3D Systems” tarafından basılmış bir kopyasını görüyorsunuz. İçeride “will.i.am”in şarkıları eşliğinde müthiş bir atmosferle karşı karşıya kalıyorsunuz. Aynı zamanda bu eserin önemli özelliklerinden birisi ise siz ne tarafa yürürseniz yürüyün, sanatçının gözleri sizin gittiğiniz yere doğru dönüyor.
değişik animasyonlarla ifade edebilir ya da @digitalrevolution profiline tweet atıp anında eteğin üstünde tweet’inizi görebiliyorsunuz. WISHING WALL En çok etkilendiğim eser: “Wishing Wall”. Sözlü bir dileği duvarın önünde ASSEMBLANCE Bir diğer etkilendiğim eserin adı “Assemblance”. Umbrellium’a özel olarak sipariş edilmiş bir sanat eseri olan Assemblance; alanı ziyaret edenler tarafından yaratılan, yönlendirilen ve değiştirilen üç boyutlu interaktif ışıklarla oluşturulmuş bir çalışma. Burada çok nazik hareketlerle etrafınızda ışık izleriyle şekiller yaratabiliyorsunuz. iMiniSkirt Etkilendiğim üçüncü eser ise “iMiniSkirt”. Bu etek kendinizi ifade etmenize yardımcı oluyor. Eteğin şöyle bir özelliği var: Duygularınızı videolarla veya
31 bulunan mikrofonlara okuyorsunuz ve dileğiniz bir kelebeğe dönüşerek dünyaya yayılıyor. İsterseniz dileğinizin dönüşümünü izleyip ellerinizi uzatarak kelebeğinizi dünyaya salmadan önce avuçlarınızın içine alabiliyorsunuz. THE TREACHERY OF SANCTUARY En etkileyici eserlerden bir tanesiyle ise serginin sonunda karşılaştım. Eserin adı “The Treachery of Sanctuary”. Bu eserin olduğu alana girdiğiniz zaman çok etkileyici bir atmosferle karşılaşıyorsunuz. İlk önce karşınıza mürekkepli siyah suyun üzerine yansıtılmış üç ayrı beyaz tablo
çıkıyor ve her birinin karşısında ayrı kameralar var. Kameranın önüne geçtiğiniz zaman bu kameralar sizin vücut hareketlerinizi izliyor ve hareketlerinizi kuşların hareketiyle bir araya getirip gölge oyunları canlandırıyor. Burada anlatılmak istenen kavramlar ise sırasıyla doğum, ölüm ve ruhani dönüşüm. 20 Şubat’ta başlamış olan Digital Revolution sergisi 12 Haziran’a kadar Zorlu PSM’de olacak. Bu eserleri ve bu yazıda paylaşmadığım birçok etkileyici eseri görmenizi şiddetle tavsiye ederim ve kaçırmayın derim.
32
33
Güneş Sisteminde Gezinti Hepimizde yıldız kumaşı var / Berk Özdemir Güneş Sistemi, uçsuz bucaksız kâinatın bir kum tanesinden daha küçük bir bölümü. Belki de dünya tarihinin en önemli sorusu: “Dünya dışında yaşam var mı?” bu yazı dizisinde okuyacağınız şeylerden bazıları bunlar. İnsanlığın önceliği olması gereken uğraşlardan biri olan bilim, bizlere evimiz Dünya’nın, galaksimiz Samanyolu’ndaki konumumuzun ve daha birçok şeyin yegâne kaynağı. Kozmik ufkumuzu genişleteceksek eğer ilk olarak nerede olduğumuzu bilmeliyiz. Dünya; sahip olabileceğimiz tek yuva, kıymetlimiz. Her ne kadar çok iyi bakmasak da bize şu ana kadar sırt çevirmemiş muhteşem gezegen. Bizimle birlikte sekiz milyon farklı canlı türünün –ki bu sayı sadece incelenebilen çok ufak bir kısım- yaşadığı kayalık. Güneş sisteminin Güneş’e üçüncü yakınlıkta olan gezegeni olan Dünya, yaşanabilir bölge olarak üç gezegenden de biridir (Bu terim bir gezegenin yıldıza olan uzaklığıyla ve üzerinde sıvı olarak su bulundurabilmesiyle hesaplanıyor. Bizim Güneşimiz içinse bu bölge ikinci
34
Venüs ve dördüncü Mars’ı da kapsıyor). Her ne kadar büyük değişimler geçirse de Dünya, şu anki haliyle üzerinde canlı olduğunu bildiğimiz tek gezegen. Eğer Dünya’dan ve Güneş Sistemi’ndeki yerinden bahsedeceksek yörüngesinden de bahsetmek olmaz. Dünya’nın yörüngesi – ki bu Dünya’nın Güneş etrafındaki izlediği yoldur- eliptiktir. Yani şu bilimsel açıdan son derece hatalı geyik birçok kez karşımıza çıkmıştır: Dünya Güneş’e bir santim yakın olsa yanardık, bir santim uzak olsa donardık. Öncelikle Dünya Güneş’in etrafında dönerken her sene beş milyon kilometre Güneş’e yaklaşır ve uzaklaşır. Ayrıca Dünya’nın Güneş’e en yakın olduğu zaman Kuzey Yarım Küre’de kış yaşanır. Yani ne yanıyoruz, ne donuyoruz. Dünya
aynı zamanda en büyük kayalık gezegendir. Toplamda dört adet kayalık gezegen bulunmakta Güneş Sisteminde; Merkür, Venüs, Dünya ve Mars. Bu gezegenler ayrıca Güneş’e uzaklığına göre ilk dört gezegendir ve iç gezegenler ismini alırlar. Güneş; yaşamın kaynağı, ısı ve ışığıyla Dünyamızı aydınlatan gaz küresi. Atmosfere oksijen pompalayan bitkilerin fotosentezinin başrol oyuncusu. Özellikleriyle baş döndüren bu kocaman gaz topu içine 1.3 milyon tane Dünya sığdırabilir. Dünya atmosferindeki ışık kırılmasından dolayı sarı gözüken Güneş’in yüzeyi aslında 5780 Kelvindir ve bu durumda Güneş aslında beyaz gözükür. Hidrojeni helyuma dönüştürerek –füzyonenerji üretir. Bu olayla Güneş çevresine
35
ısı ve ışık yayar. Ayrıca zaman geçtikçe bu atomlar da birbirleriyle füzyona uğrayarak diğer elementleri oluştururlar. Yani atomlar Güneş’in çekim etkisiyle, içerisinde o kadar hızlı hareket ederler ki bir süre sonra çarpışırlar ve magnezyum, demir, karbon gibi diğer elementleri oluştururlar. İlginç olan şudur ki tüm yıldızların birer ömrü vardır. Örneğin bizim yıldızımız şu an ömrünün yarısındadır -Güneş benzeri yıldızların ömrü yaklaşık on milyar yıldır- Güneş ise şu anda yaklaşık 4.5 milyar yaşındadır. Ömrünün sonunda Dünya’yı da içine alacak şekilde genişleyecek ve bir süpernova (yıldız patlaması) gerçekleşecektir. Kalıntılarındansa zamanla yeni yıldızlar ve gezegenler ortaya çıkacaktır. Güneş Sistemi de bir süpernova
kalıntılarından oluşmuştur. İlginç olan şudur ki hepimizde yıldız kumaşı vardır. Bizi oluşturan her bir atom bir yıldızın içinde meydana gelmiştir. Bizim için Güneş Sistemi’nde en önemli iki öge içinde bulunduğumuz Dünya ve yaşam saçan Güneş’tir ki etkilerini görmediğimiz saniye yoktur. Evrenin yaşı olan 13.8 milyar yılı bir yıla indirgersek; bu kozmik takvimde Dünya 16 Eylül’e kadar yokken bizim yerimiz 31 Aralık günü saat 23.52’de başlıyor. Biz insanların evren ve zamanla ilişkisi her ne kadar çok kısa da olsa merakımızı gidermek için yaptığımız gözlemler bilimi oluşturur. Bilim, insanlar var oldukça üstüne koyarak devam edecek ve her geçen gün yeni şeyler öğreneceğiz.
36
Melodileriyle gönüllerde taht kuran reklamlar / Asena Kıvrak
Melodileriyle akıllardan bir türlü çıkmayan hınzır reklam filmleri… Bazıları melodileriyle insanları tavlamaya çalışan reklamları “kolaycılık” olarak nitelendirebilir ama bence kaliteli ve gerçekten üzerinde düşünülerek yapılmış ve insanların dillerine pelesenk olmuş reklam melodileri reklamda kalitenin altın anahtarıdır. İşte aklımızda reklam müzikleriyle yer
Şimdi Reklamlar
edinen reklamlar:
PINARLA BÜYÜDÜM Daha melodisine giriş yaptığımız anda devamını getiremeyecek olan yoktur herhalde bu reklamın. Yakın zamanların popüler reklamlarından olan Pınar’ın kalitesine yakışır bir reklam ve reklam müziği olmuş. Köklü bir geçmişi ve kalitesi olduğunu reklam filminde başarıyla gösteren markanın reklam jingle’ını ise Jingle House ve Nil Karaibrahimgil yaptı.
TURKCELL “BU SENE YENİ BİR CEBİN OLSUN” “Bu sene yeni bir cebin olsun çalsın arayan hep olsun...” diye başlasam reklamın geri kalan tüm şarkısını ve piyanonun üzerinde oturan minik selocanları hatıralarınıza getirmeye yetecektir sanırım. Turkcell’in selocanlarıya dikkat çektiği bu uzun süren reklam kampanyası zamanında epey bir ses getirmişti. Ardından da yılbaşında çıkardığı bu reklam filmiyle hafızalarımızda hala yer edinen çok başarılı bir reklam filmi oldu. Markanın genellikle reklamlardaki tercihi etkili bir jingle yaratmak ve bence bu konuda da oldukça başarılı. Kalitesini de uzun yıllar hafızalardan silinmemekle kanıtlıyor.
37
“HaYaT Bana GÜzeL” ŞaRKISI LC WaIKIKI MuTLu YÜzLeR Yakın zamanda yayınlanan bu reklam filmi de oldukça ses getirmişti. Birçok insan ‘’11880’’ reklamında olduğu gibi her ne kadar istemeyerek de olsa diline bu şarkıyı dolamış olsa da reklamın iyisi kötüsü olmaz
klişesi sanırım bu parkurda geçerli. Sınırsız örnekleri mevcut olan ve reklamcılığın klişe bile olsa en baba taktiklerinden biri olan reklam jingleları/şarkıları hiç eskimeyecek ve her zaman da prim yapmaya devam edecek gibi gözüküyor.
şimdi reKlamlar
“KeYFİ YoLunDa aŞKI SonunDa” CoRneTTo Yalın’ı neredeyse Cornetto markasıyla ayrılmaz hale getiren ve ikisini bir arada
kombinleyince akıllara hemen yazı getiren reklam filmleri olmazsa olmazımız. Sosyal medyada dalga konusu olsa bile yine de bu marka-ünlü kombinasyonu hiç eskimeyecek gibi duruyor ve bence bu alışkanlık Cornetto reklamlarını başarılı kılan unsurlardan biri. Yaratıcı klipleriyle ve aynı zamanda Yalın’ın başarılı söz yazımıyla, çıktığı her dönem dikkatleri üzerine çeken reklam filmi olmayı başarıyor. Bakalım önümüzdeki yaz da marka Yalın’la olan birlikteliğini koruyacak mı.
ün
e t e z r e iv
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete