ÜNİVERZETE 148

Page 1

zete


17 Mart 2016 Sayı: 148 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç

KARA

Yazılar Beliz Kuyumcuoğlu, Berk Özdemir, Göksun Dizdar, İlgi Özdikmenli, Nazlı Adar, Ömer Faruk Canat, Perin Gürsel Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak:

KANSER ETTİN STEAM

Tuğçe Kılınç Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Arzu Cahide Öz

KISA FİLMDEN FAZLASI

“DUVARLARLA BİR DERDİM VAR”

GÜNEŞ SİSTEMİNDE GEZİNTİ

GERÇEKTEN EĞLENİYOR MUYUZ?

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:

Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instagram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com

/ifbilgi

@ifbilgi


Dönem değişir, kararlar değişir, durumlar ve sonucunda yaşananlar değişir ama hak ve haklı baki kalır. Bize her konuşmasında şiddet dili yerine diyaloğu, barışı anlatan Chris Stephenson hocamız Avrupa’ya, hatta okyanusun öteki ucuna dahi gitse; fikirleri ve barışa olan inancı bizlerle kalacak. Sizi iyi ki tanıdık hocam.

Üniverzete Ekibi


4

Kara / İlgi Özdikmenli

Patlamadan sonra Facebook ve Twitter’a uzun süre giremedim. Yoğunluktandı sanırım; içimizi dökmek için başka çözüm bulamaz olduk ya, onun yoğunluğu. Ya da öfkemizi akıtmamızdan korkanların düşünce platformlarına erişimi engellemesiydi zira diğer sosyal medya hesapları hala çalışır vaziyetteydi. Oraya aklımdan geçenleri yazamamak, özgürlüğümün engellenmesi rahatsız edemedi bu kez; neticede zaten artık hissedemiyor, anlatamıyor, konuşamıyor, acıyı bile paylaşamıyoruz. Her seferinde azalıyor cümlelerim, acıya doymak böyle bir şey sanırım. Daha fazlası için kelimeler çıkmıyor ağzımdan, anlamsızlaşıyor anlam. Konuşabilmek, anlatabilmek bitirmedikçe acıyı, susmak istiyor insan. Ama susamıyor da. Ölmediği için, sevdikleri hala hayatta olduğu için bile sevinemiyor. Yaşamak diyemiyor tesadüfen geride kalmaya. Çok fazla acı var, onarılması mümkün olmayan hasarlar var bu toprakların üstünde yaşayan insanlar için artık. Ateş düştüğü yerden fazlasını yakıyor. Bir olup yanıyoruz. Patlama haberini alana kadar şiir okuyordum. Bir şeyler yazıyordum, düşünüyordum. Okuduğum yeni, genç bir şairdi. Adı Ali Haydarhan Yılmaz. Bir şiirine

denk geldim, hem de patlamanın haberini almadan biraz önce. “kurşunlar isabet ederken bir evin duvarlarına kendinden önce çocuğunun göz yaşını düşünen bir babaya sen dönüp de ben sevdiğime kavuşamadım diyemezsin.” yazmış. Az sonra aldığım haberle her şeyi bıraktım. Nasıl ve neden olduğunu bilmeden, hesap edemeden, sokakta yürürken, evde otururken, bombayla kurşunla haince, kalleşçe öldürülüyor olduğumuz gerçeği bir kere daha çarptı suratıma. Yakın zaman içinde bir kez daha. Çok fazla acı var; giden için, kalan için. Tanık olan herkes için. Sonra aklıma Tanpınar’ın cümlesi geldi: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanını vermiyor.” Alışmaya, ölümü normalleştirmeye, şu insanın her şeyi unutup hayatına devam edebilecek kadar insan oluşuna çok içerliyorum. Düşündükçe daha fazla acı çekiyorum. Artık anlatamayız. Anlatsak, atlatamayız.


5

/

v i 端n

e t e z er


6


7

Kısa Filmden Fazlası Bir saniyenin içinde yüz hikaye saklıdır kısa filmlerde/ Perin Gürsel

Türkiye’de sinemanın sanatsal ve bir o kadar da derin tarafının kısa filmler öncülüğünde gerçekleştiğine inanan Akbank Kısa Film Festivali bu sene 12. kez düzenlenerek 7-17 Mart tarihleri arasında sinema severlerle buluştu. Kısa filmlerin gösterimi ve değerlendirilmesi adına geniş bir platform olduğuna inandığım festivale bu sene 822 kısa filmin başvuru yapması ve festivalin yeni bir uluslararası kategori olan “Perspektif” bölümü ile kapsamını daha da genişletmesi izleyicinin bu platforma daha da ait olması için bir sebep olmuş adeta. Festival, 10 gün süren yoğun programında altı farklı kategoride kısa film

sunarken atölye çalışmaları ve söyleşilerle de kısa filmlerin oluşturduğu görsel zevki yönetmenler ve senaristlerin özgün katkılarıyla zenginleştirmiş. İlk kategori olan “Festival Kısaları”, 446 filmin başvurduğu ancak 14 filmin finale kaldığı Ulusal Yarışma bölümünü oluşturuyor. Şüphesiz ki bu kategoride en çok ilgi çeken film, Toronto Film Festivali Talent LAB 2015’e seçilmiş 20 sinemacı arasında yer alan yönetmen Derya Durmaz’ın kısa filmi “Gri Bölge”. Namuslu kadın olmanın cinsel olarak bakire olmakla özleşmesini genç bir kız üzerinden psikolojik olarak izleyiciyi yoran ve imge haline getirilmiş bir hastane odasında anlatan film, anne ve kız ilişkisinin namus çerçevesinde değişimine vurgu yapmış. Aynı zaman da filmin 65. Berlin Film Festivali “Generations” bölümüne seçilmesi de yönetmenin hissettirmek istediği duyguların başarısının somut bir göstergesi niteliğinde. Bir diğer kategori olan “Dünyadan Kısalar”, 376 filmin başvurduğu fakat yine 14 filmin finale kaldığı Uluslararası Yarışma bölümünü oluşturuyor. Bu kategoride göze çarpan filmlerden 14 dakikalık “Ave Maria”; West Bank manastırında rahibelerin günlük sessizlik ve dua rutininin Yahudi bir ailenin kapılarını çalmasıyla bozulmasını konu alıyor. Yönetmen Basil Khalil’in 2011 yılında “İzlenmesi


8

Gereken En İyi 10 Arap Yönetmen” listesine seçilmesi ve “Ave Maria”nın 2016 Oscar Akademi Ödüllerine En İyi Kısa Film dalında aday gösterilmesi bu kısa filmi izlemeniz için yeterli iki sebep oluyor aslında. Festivalin yeni Uluslararası Kategorisi olan “Perspektif”, 46 ülkeden toplam 822 filmin başvurduğu ve 62 başarılı kısa filmin gösterildiği bir bölüm. Bir film ekibinin “Saklambaç” oyununun filmini çekmek için Suriye Mülteci Kampı’na gitmesinin konu alındığı “Saklambaç” filmi yakın çekimlerin yarattığı samimiyet ve yönetmenin ödüllü birçok belgesele imza atmasının verdiği merakla en ilgi çekici filmler arasında. Bunun yanında sörfçü olmanın küçük bir çocuğun hayalinden bir tutkuya dönüşümünün konu alındığı “Paul” filminde

izleyicinin çocukla birlikte o hayale inanması bana göre bu filmi de oldukça başarılı kılıyor. Son olarak festivalin “Özel Gösterim” bölümü de göz ucuyla da olsa izlenmesi gereken dört film barındırıyor. Macaristan yapımı olan bu filmlerden “Kazanan”, hastalanmış yaşlı bir cankurtaranın artık spor yapamayışını kabullenişini ve psikolojik olarak kendisiyle yarışan eski bir olimpiyat şampiyonu oluşunun onda yarattığı baskıyı konu alıyor. Yönetmen David Geczy’nin mimik çekimlerine ağırlık vermesi ve bunun ötesinde geçen sene Odense ve Brusho gibi uluslararası festivallerde ödül alması izleyiciyi filme bağlayan etkenlerden. Oscar ödüllü yönetmen ve senarist Jane Campion’un dediği gibi: “Kısa filmler


9

yönetmenleri daha özgür yapar. Onlar bir portre ve bir şiir gibidir.” Sadece bir saniyenin çok hikayesi ve sanatsal yapısı olduğu 12. Akbank Kısa Film Festivali, başarılı final filmleriyle izleyicisini o koltuktan kaldırmamayı başaran ve mutlaka görülmesi gereken bir deneyimdi benim için. Her sene daha da başarılı filmlerin gösterime girdiği bu festivalde şimdiden 13. Akbank Kısa Film Festivali için heyecanlanmaya başlamamak elde değil.


10

Kanser Ettin Steam Günümüz video oyuncularının “el mahkum” biçimde sığındığı, servet değerindeki şirketin akıl almaz hataları ve politikası bazı oyuncuları çileden çıkarıyor/ Ömer Faruk Canat Öncelikle “Steam” nedir, ne işe yarar? Steam, bir video oyuncusunun vazgeçilmez mağazasıdır. İndirimleri ve bol çeşitleri sayesinde neredeyse her oyuncunun beğenisini kazanmıştır. Steam sitesinden kendinize hesap açıyorsunuz ve kredi kartınız ile senkronize edip kart üzerinden alışveriş yapıyorsunuz. Oyunlar ve oyun içi eşyalar satın alabiliyorsunuz. Birçok oyunu da arkadaşlarınızla çevrimiçi halde oynayabiliyorsunuz. Arkadaşlarınızın Steam profili olmasa dahi global bir ortam olduğu için bir sürü ülkeden bir sürü oyuncuyla oyun oynayabiliyor, bizzat irtibata geçebiliyorsunuz.

Bu kadar güzel bir sistemin elbette ki dezavantajları olacaktır. Ufak tefek sıkıntılardan ziyade saç baş

yolduracak hatalar var çözülmesi gereken. Çözülebilir lakin kim el atacak? Saç baş yolduran, kanser eden sorunlardan biri “Bant Genişliği” dediğimiz server sıkıntılarından ötürü kaynaklanan hız sorunu. Yeni bir oyun aldığınızda bunu indirmek, oyunun boyutuyla orantılı olarak farklılık gösterebiliyor. Örneğin 50 “gigabyte” boyutundaki bir oyunu 8 “”megabyte” internet tarifesi ile saniyede 1 “megabyte” ile indireceksiniz. Bu demek oluyor ki hiç durmadan indirirseniz 14 saatte indirme işlemini tamamlayacak ve oyunu oynayabileceksiniz fakat sorun


11

şu ki internet hızınız ne olursa olsun, “server”dan gönderilenin hızı ne ise o hızda indirmek zorunda kalıyorsunuz. Bu da demek oluyor ki bir kaynak bir alıcıya ne kadar hızlı gönderilirse alıcı o dosyaya o hızda sahip olabilir. Global bir oyun şirketi olan Steam, bağımsız oyun tasarımcıları ve yapımcıları dahi bünyesinde barındırabiliyorken böyle bir sorunun hala yaşanıyor olması akıl karı değil. “Server”lar geliştirilmeli ve her ülkeye yüksek hızda “upload” sağlanmalı. Amerika’daki bir “server”dan/kaynaktan dosya indirirken konumunuz Türkiye ise “ping” sayısı yüksek olacaktır. Tabii buna

dosya transfer trafiğini de katacak olursak daha çok yavaşlayacaktır. Bu sebepten ötürü kaynakların zenginleştirilmesi, geliştirilmesi gerekiyor.

Gel gelelim tırnak kemirten, verem eden hile konusuna. Gabe Newell’ın


12 (Steam mağazasının sahibi) çok farklı bir stratejisi var. Hile kullanan oyunculara karşı acıması yok. Steam oyunlarında YAC adında bir güvenlik sistemi var. Bu sistem, kişisel bilgisayarlarınızdaki anti virüslerle aynı prensipte çalışmaktadır. Steam uygulaması açıkken Steam üzerinden bir oyuna giriyorsanız eğer, aynı anda çalışan programlar arasında zararlı yazılım olarak görülebilecek programlar, hile potansiyeli taşıyan yazılımlar bu YAC güvenlik sistemi sayesinde tespit ediliyor ve Steam’e bağlandığınız üyeliğiniz direkt olarak YAC güvenlik sistemi aracılığı ile süresiz bir şekilde men edilebiliyor. Dilerseniz milyon dolarlar harcayın, yine de hesabınız silinebiliyor. Uygulamanın arka planında ise hiçbir şekilde etik olmayan, ticari zeka gibi görünen fakat haksızlık barındıran korkunç bir skandal var. Mesela birçok oyuncunun bildiği Counter Strike oyununun hak sahibi de Steam (Gabe Newell)’dir. Counter Strike,

“Terörist vs Anti Terörist” tabanlı bir oyundur. Çeşitli “mod”ları vardır. Eğlence amaçlı oynayabilirsiniz yahut liglere katılıp dünya genelinde boy gösterebilirsiniz. Varsayın ki profesyonel bir Counter Strike oyuncususunuz. Sıralamaya girmek için oynamanız gereken “rekabetçi mod”u var. Bu mod üzerinden oynanan maçlarda iddia da oynanabiliyor (“A takımı kazanır” gibi...). Rekabetçi modda bir maç oynayacaksınız, karşı takımda hile kullanan bir arkadaş var ve bu arkadaş hile sayesinde sizi nerede olursanız olun görebiliyor ve size ateş ederken, nişan alırken otomatik olarak kafanızdan vurabiliyor. “Headshot!” Bu durumda istediğiniz kadar profesyonel olun, yapabileceğiniz pek bir şey kalmıyor. Ancak ve ancak genel sohbetten oyun içerisinde “nice hack bro” yazarsınız. O da “thx” diyecektir şüphesiz. Neden bu kadar rahat bu insanlar, biliyor musunuz? Takımınızdaki beş kişi ile toplanıp hep birlikte “Nişan hilesi, görüş


13

hilesi” şeklinde şikayet ettiniz bu hileli arkadaşı. Raporlar üzerine o maç kaydı izleniyor ve hileli oyuncunun hile kullandığı konusunda mutabık kalınırsa o arkadaş oyundan süresiz ceza alıyor ve men ediliyor. Daha sonra ne oluyor biliyor musunuz? Yaz indirimlerinden dolayı çok popüler olan bu oyun dört dolar yani 12 TL oluyor. Hile yapıp men edilen insanlar rahatlıkla satın alabiliyorlar ve yine hile yapabiliyorlar. Bu oyunun fiyatı sabit olmalı. Eğer 30 TL/$10 gibi bir fiyat koyulursa biraz daha caydırıcı olunur hile kullanmak konusunda. Hile kullanan bir oyuncu olduğunuzu varsayın şimdi de. Hile yapıyorsunuz çünkü oyunu $4/12 TL gibi bir fiyat ile aldınız. Hile kullandığınız fark edildi ve oyundan men edildiniz.


14 $4/12 TL nedir ki? El kiri denilebilecek bir fiyat. Eğer bu oyun $10/30 TL olursa hile kullanmakta biraz tereddüt etmez misiniz? Edersiniz. Her seferinde o ücret ödenmez. Üç... Bakın! Bu rakamda bir şey var. Gabe Newell üç rakamından korkuyor mu bilemem fakat neredeyse efsane yerine geçebilecek hiçbir oyunun üçüncü serisi gelmiyor. HalfLife, Left 4 Dead, Team Fortress gibi efsane oyunların üçüncü serileri hala gelmedi. Bir sürü yazılımcı kafa patlatıyor, oyunlardaki dosyaları tarayıp üçüncü serilere dair kanıt bulmaya çalışıyorlar. Bunun yanında işsiz oyuncular da oyunda girilebilecek her yere girip üçüncü serilere dair buluntu arıyorlar. Çeşitli yazılımcılar sayesinde birkaç defa yakaladılar üçüncü seri kanıtlarını fakat hala bir gelişme yok. Hatta bunun üzerine Gabe Newell söylentileri her seferinde

yalanladı. Oyuncuların devamlı söyledikleri şey şu: “Oyun hali hazırda bekliyor. Her şeyi ile tamamlandı. En yeni grafik motoru ile hazırlanmış ve mükemmel bir senaryo üzerine kurulmuş bir oyun


15

bizleri bekliyor. Sanki Gabe Newell bu oyunu son çare olarak kullanacak. Şirket batmaya yakınken ilaç gibi gelecek bu oyunun çıkışı yahut çoluk çocuğuna saklıyordur.” Durum böyleyken bu tarz söylentilerin devam etmesi aşikar. Gabe Newell’ın bu duruma bir son vermeli ve yapılabilecek en yozlaşma yanlısı açıklamayı yapmalı. Birçok oyuncu üçüncü serilerin duyurulma gününü bekliyor. Şehir efsaneleri, hurafeler türemeye başladı. “Gabe Newell üçlemeye karşı çünkü Illuminati örgütüne karşı.” “Bence Half-Life 3, Half-Life 2 çıktığı günden bu yana hala geliştiriliyor. Düşünsene, oyunun sonu yok!” “Farklı gezegenlerde 90 dakikada gün doğup batıyormuş. Gelin Half-Life 3

bekleyenler olarak farklı bir gezegene yerleşelim. 16 saatte bir yıl geçiyor olsa 13 günde 20 yıl geçer. Beklemesi daha kolay.” İnsanlar çıldırdı artık. Bir an önce üçüncü seriler hakkında Gabe Newell’ın mantıklı bir açıklama yapması gerek. Kanser ettin, verem ettin Steam. Oyuncular olarak çok çektik. 2,5 milyar dolar gelirin olmasına rağmen bu kadar basit hatalarla anılmaktansa gelirini kısıp daha kaliteli hizmet vermek için harcama yap. Tam kalite sayesinde tam güven kazandıktan sonra gelir elbette yükselecektir. Bant Genişliği dediğimiz kaynakların/“server”ların upload hızını artırmalı, hile kullanan oyunculara acımamalı ve oyunların fiyatlarını çok da fazla indirmemelisin.


16


17

“Duvarlarla Bir Derdim Var” Sokakların renge ihtiyacı var, içinde siyahın egemen olmadığı / Nazlı Adar Tesadüf diye bir şey yoktur derler ama Gamze Yalçın’la tanışmam, tam olarak da öyle oldu. Bir web sitesinde dolaşırken, duvar resimlerinin karşıma çıkmasıyla kesişti yollarımız. Daha ilk tanışmamızda, insana o samimiliği ve pozitif enerjiyi verebilen nadir insanlardan. Duvarlarla bir derdi olan sokak sanatçısı Gamze Yalçın, Karaköy’deki o sıcacık resim atölyesi Suma Han’dan kapılarını açtı bizlere. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü mezunu olan Gamze Yalçın’ın macerası, Filipinler’de bir vakıf projesine gönüllü olarak gitmesiyle başlıyor. O seyahatte çöplük bölgesindeki bir anaokulunun duvarına attığı ilk fırça darbesi, hayatının dönüm noktası oluyor ve iç mimarlıktan çok daha farklı alanlara ilgisi olduğunu fark ediyor. Gamze Yalçın “Başlangıçta, aslında bunu nasıl sürdürürüm diye çok düşündüm. Hem gönüllü projelere katılmak hem de bunu mesleki hayatımla nasıl birleştirebilirim dedim kendime ve


18

böylece, iç mekanlara, gönüllü projelere, otellere ve restoranlara duvar resimleri yapan bir sanatçı oldum’’ diyor ve sanatın kapısından ilk adımını atıyor. Bu duvar sevdası da ilham gerektiren bir şey tabii. Gamze Yalçın da ilhamını çoğunlukla doğadan alıyor. “Seyahatlerim beni çok yönlendirir. Çok yer gezdiğim için, her seferinde ilham kaynaklarım kendini yeniliyor. Doğanın yanı sıra; mitolojiden, sosyal hayattaki durumlardan etkileniyorum ve bunu kendime has yorumlarla duvar resimlerime yansıtıyorum.”

olmasına sebebiyet verdi. Kadın figürü ise bir şekilde benim yansımam. İnsanlar genelde bana kendini çiziyorsun derler. Evet benziyor ama aslında tüm kadınların yansıması bu. Türkiye’de kadın sanatçı olarak sokakta resim yapmak çok farklı bir şey çünkü ülkemizde kadın sokak sanatçısı yok denecek kadar az ve bu çok üzücü. Özellikle, Pakistan’da ve Afganistan’da böyle işler yapan insanlar varken. Sanırım kadını yüceltme isteğim de o yüzden. Benim için ikonik bir şey oldu, vazgeçemiyorum.”

Gamze Yalçın’ın resimlerine baktığımda mavi renginin ve kadın figürünün ağırlıklı olması çok ilgimi çekmişti ve ben de hemen bu sorumu ona yönelttim. Onun için mavi renk, Filipinler’de başlayan bir iletişim şekliydi. “Mavi boyalarım vardı orada da. Hep denize, gökyüzüne bakıyordum ve denizle olan iletişimim, denize olan aşkım, mavi renginin ağırlıklı

Her sanatçının ilk göz ağrısı vardır ve o ilk, diğerlerinden farklı bir yere sahiptir. Gamze Yalçın için de La Paz farklıydı. “İlk projem Galata’daki La Paz Cafe’ydi ama kapandı. Kapanırken de duvarı ben kapattım. İlkti ve benim için çok önemliydi. Çok da bilinen, sevilen bir yer olmuştu ama şimdi Kadıköy’e taşındılar. Onların duvarına yine ben iş yaptım ama


19 asla ilkinin yerini tutmuyor.” İlkinin yerini hiç tutmasa da Gamze Yalçın, çoğunluğu Galata’da olan birçok mekana ve duvara resimleriyle hayat verdi. Sayılı kişilerin yaptığı bu sanat, çok emek ve zaman isteyen bir iş. “Çalışmalarım için kullandığım zaman, duvar resminin boyutuna göre değişiyor ama genellikle en az beş gün sürüyor; başlangıç, resmi yerleştirmem, renkleri ve detayları. Ama bazen bir günde de bitebiliyor. Mesela bir hastaneye iş yapıyorum şu an. fakat iş sayısı ne kadar artarsa sürem de bir o kadar azalıyor.” Ona göre, her resmin bir anlamı olmalı. “Öylesine yapılan resimleri anlamıyorum. Resim mesaj vermeli, içinde bir şeyler barındırmalı. Hikayesi olmalı.” Sözlerinde de belirttiği gibi tam olarak


20 yaptığı da bu Gamze Yalçın’ın. Duvarlarda, hikayeleriyle iz bırakmak... O; attığı her fırça darbesinde, boyasında, figüründe izini bırakıyor. Hangi duvara ne çizeceğine nasıl karar verdiğini, bir duvar görüp “burası çok renksiz, hemen renklendirmeliyim” deyip demediğini düşünmeden edemedim ve cevabıyla merakımı giderdim. “Sokakta bazen öyle oluyor. Duvar çok kötü görünüyor diyorum kendime ve hemen renklendirmek istiyorum ama projelerde bu durum çok farklı. Resim yapacağım mekanlara sanatçı gözüyle değil de bir tasarımcı gözüyle de bakıyorum. Renk dengesinin ve aklımdaki kompozisyonun, mekanla ilişkisine uygun olup olmayacağına bakıyorum. O yüzden tasarım yaparken görmem gerekiyor duvarı. Fotoğraflarla algılayamıyorsun, hissetmen gerekiyor. İç mimarlık eğitimim sayesinde birikimim olduğundan, çok daha kolay ilerleyebiliyorum. Bu anlamda çok mutluyum. İç mimarlık okuduğum için.” E tabii bu kadar duvar boyadı, durup izleyen de olmuştur. İlginç bir şey yaşadınız mı diye sormasam olmazdı. “Evet, durup izleyen insan çok. Mesela, geç saatlerde Galata’daki Serdar-ı Ekrem sokakta boyama yaparken, bir anda üst katlarda oturanlar beni tanıdılar ve sepetle meyve indirdiler. Bir yandan Tophane’nin çocukları gelip laf atıyor, bir yandan da güvenlik görevlisi resimlerle ilgili yorum yapıyor, bu iyi bu kötü diye. Herkesin bir lafı var ve insanların bunu esirgemeyip söylemesi çok güzel.” Bu kadar maceradan sonra bir de öğüt almadan gitmeyelim dedik: “Üniversite zamanlarında size en önemli önerim,

kendinize yeni yollar açabilmeniz için okurken seyahat etmeniz. Ben de okurken bol bol seyahat ettim. Etkinliklere katıldım, sergiler gezdim ve yeni şeyler okumaya başladım. Kendi bölümüm dışında. Bunlar beni hep geliştirdi. Ani karar alıp yola çıkmamalısınız. O süreci eğlenerek, beslenerek, sadece derslerden değil, mümkün olduğunca çok hareket edip gezerek geçirmeniz gerekiyor. Mümkünse, üniversite sonrası hemen işe


21

girmemek, en az yedi sekiz ay ya da bir yıl seyahat etmek. Hiçbir şey yapmadan izleyip gözlemleyerek, hayatın kolaylıklarını ve zorluklarını öğrenerek, tadını çıkararak, biraz da iyi kararlar alarak seyahat etmelisiniz.” Evet, gezmeliyiz, yeni yerler yeni insanlar tanımalıyız çünkü karşılaştığımız her insan, yaşadığımız her an bize bir şeyler öğretir. Ben de Gamze Yalçın’dan

bir rengin küçücük bir şeye bile soluk katabildiğini öğrendim. Yaşadığımız bu olayların siyah beyaz yüzünün aslında bir fırça darbesiyle değişebileceğini, değiştirebileceğimizi, soluk duvarlar arasında yaşayacağımıza renklerle dünyamızı yaşanabilir kılmayı, sadece kendi dünyamızı değil; çevremizi, ülkemizi değiştirebilmeyi düşündüm ve farkına vardım ki ülkemizin de renge ihtiyacı var. Yeşile, sarıya, en çok da maviye...


22


23

Güneş Sisteminde Gezinti - 2 Yuvaya çok benzeseler de işin aslı hiç öyle değil / Berk Özdemir

İç gezegenler, aynı zamanda kayalık olanlar; Merkür, Venüs ve Mars: Evimizden, muhteşem gezegenimiz Dünya’dan ve yaşam kaynağımız Güneş’ten sonra ele alacağımız gezegenler. Kimi Güneş radyasyonuyla ya da fazla karbondioksitten kavrulurken kimiyse buz gibidir. Üzerinde yürüyebileceğimiz ya da sonda gönderip gözlem ve deney yapabileceğimiz gezegenler bunlar. Aynı zamanda bize en yakın olanlar. Merkür. Güneş’e en yakın gezegen ve Güneş Sistemi’nin en miniği. Gezegen, Güneş’in rüzgarları ve ışığıyla resmen kavrulur. Gündüzleri o kadar sıcak bir yüzeye sahip olur ki -bu yaklaşık 457 santigrat derecedir- yüzeyinde tozdan başka bir şey yoktur. Geceleriyse yüzey sıcaklığı inanılmaz derecede düşer (yaklaşık -172 santigrat). 58 günde Güneş’i turlayan Merkür’ün çekirdeği uzun zaman katı olarak kabul edilmesine rağmen eriyiktir. Çekim kuvveti zayıf olan Merkür’ün çok çok ince bir atmosferi vardır ve bu Güneş rüzgarları yüzünden sürekli yenilenir, yani atmosferindeki maddeler rüzgarlar yüzünden uzaya saçılır. Öte yandan Merkür’ün kuzey kutbundaki karanlık kraterlerde su buzu tespit edilmiştir. Belki burada yaşayan


24

minik canlılar vardır. Çoban yıldızı, zühre. Dünya’nın ikizi, adını aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’ten alan Venüs ikinci durağımız. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında sakin ve güzel gözükse de Venüs tam bir cehennemdir. Bu yüzden adıyla çelişir. Cehennem olmasının sebebiyse belki de ileride

Dünya’da olacak olan şeyin milyar yıl öncesinde burada olmasıdır. Venüs, Güneş Sistemi’ndeki en yoğun atmosfere sahip gezegendir. Neredeyse tamamı zehirli gazlardan oluşmaktadır. Yüzde doksan beşi karbondioksittir. Önceleri, yani bu kadar iyi teknolojimiz yokken, Venüs Dünya’nın ikizi sayılmaktaydı. Dünya ile neredeyse aynı boyutta olan Venüs’ün yüzeyinde bitkiler,


25 hayvanlar olduğu varsayılıyordu –özellikle dinozorlar- fakat daha sonra görüldü ki yüzeyi Güneş Sistemi’nde görülen en yüksek sıcaklığa sahipti (464 santigrat). Tabii bu bilim dünyasında şok etkisi yarattı. Bu atmosferi böyle yapan neydi peki? Öncelikle şunu söylemek gerek: Venüs de önceleri Dünya benzeri bir atmosfere sahipti. Yüzeyinde bitkiler ve hayvanlar da evrimleşmiş olabilir. Yüzeyindeyse sıvı halde su bulunduğu varsayılıyor. Tabii bu bahsettiğim olay milyar yıl önceydi ama birden bir şey oldu. Büyük ihtimalle şiddetli ve ardı ardına patlayan volkanlar atmosferdeki karbondioksidi arttırdı ve bu gezegen çevresinde kalın bulut tabakaları oluşturdu. Bu yüzden Güneş’ten gelen ışınlar gezegen yüzeyinden yansıyamadı

ve gezegenin atmosferinde kaldı. Zamanla su buharlaştı ve gezegen tam bir cehenneme döndü. Bu olay Dünya’da da birkaç kez gerçekleşmiş ve bu küresel buz çağlarına neden olmuştur. Ardından tekrar volkanik hareketler gerçekleşmiş ve buz çağı sona ermiştir. Dünya’ya gelecekte olabilecek, bir şey yapmazsak eğer, Venüs’e olan sera etkisidir. Karbondioksit; atmosferi ısıtır, Güneş ışınlarının yüzeyden yansımasını engeller ve atmosferde tutar. Eğer daha fazla karbon salınımı gerçekleştirirsek gelecekte Venüs’ü yaşayabiliriz. Gidecek başka bir yerimiz de yok. Latincede Mars, Arapçada Merih. Bazılarımız da kızıl gezegen diyoruz çünkü yüzeyinde bolca demirdioksit var.


26 İsimlendirme konusunda bu gezegen de biraz sıkıntılı aslında. Cehennem olan gezegene aşk tanrıçası ismi verilirken bu ıssız gezegene savaş tanrısı Mars denilmiştir. Bu gezegende yaşama fikri insanlara her zaman cazip gelmiştir. En çok merak ettiğimiz gezegen olagelmiştir. Marslılar olsun, Mars’taki akıllı bir uygarlığın yaptığını sandığımız Kuzey kutbundaki buzlardan akıtılan kanallar varsaydığımız oluşumlar olsun, canlı yaşamı aradığımız ve her zaman gitmek istediğimiz

gezegendir. Nedeniyse bize diğer yakın gezegen olan Venüs’ün yüzeyini kalın karbondioksit bulutlarından göremememizdir. Doğal bir oluşum olan su kanalları ve kanyonları bir zamanlar Mars’ta büyük akarsular, denizler olduğunu gösteriyor. Yani bir zamanlar Venüs’te olduğu gibi Mars’ın da yüzeyi tıpkı Dünya’daki gibiydi fakat ortada bir problem vardı. Teoriye göre eskiden Mars’ın uydusu olan bir gök cismi Mars’a çarpmış ve böylece Mars’ı atmosferi oluşturan gelgit etkisinden


27

mahrum bırakmıştır. Tabii atmosfer git gide incelmiş ve Güneş ışınlarına açık hale gelmiştir. Böylece süreç içerisinde su buharlaşmış ve uzaya savrulmuştur. Mars’a bu zamana kadar çokça keşif uydusu ve robotu gönderdik. Suyun varlığını bu robotlar sayesinde kanıtladık. Kutup bölgelerindeki buzullarsa çoğu karbondioksit buzulu, diğer adıyla kuru buz. Ayrıca Mars projeleriyle insanlar Mars’ta koloni oluşturmaya çalışmakta.

Yakın zamanda gönderilecek robotlar ile üç boyutlu yazıcılarla yapılar kurulacak ve ilk insanlar Mars’a, Dünya’ya geri gelmeyecek şekilde, gönderilecek. Her ne kadar bize özellikler açısından benzeseler de zaman içinde doğal etmenlerle cehennem ve kurak olan bu gezegenler Dünya için, bizim için mükemmel örnekler. Eğer küresel anlamda bir şeyler yapmazsak Venüs ya da Mars ile aynı kaderi paylaşabiliriz.


28

Gerçekten Eğleniyor Muyuz? Sevmeyenlerin gözünden gece hayatı ve kulüpleri / Beliz Kuyumcuoğlu, Göksun Dizdar


29


30

Gece hayatının herkese hitap etmediği bir gerçek ancak çoğumuzun eğlence denince aklına ilk gelen yer şüphesiz gece kulüpleri. Cumartesi günleri arkadaşlarla otururken, neden “Gece de bir yerlere geçeriz” diyen o arkadaşa uyuyoruz? Işık şovları, beyaz gömlekler, yüksek sesli müzik ve kimsenin sözlü iletişim kuramadığı ama gençlerin bir şekilde gittiği yegane mekanlar. Diskolar hep mi popülerdi bilinmez ama birlikte büyüdüğümüz nesil legal olarak bu ortamlara girmeye hak kazandığı ilk fırsatta buralara gitmeyi tercih ediyor. Bizim göremediğimiz bir şey mi var diye düşündük çünkü daha önceki deneyimlerimiz bu ortamlarda insanların bir eğlence yanılgısında olduğu fikrini verdi bize ve bu çılgın mekanlara bir şans

daha verelim dedik. Aksi takdirde akranlarımızın değer atfettiği bu eğlence anlayışını anlamlandırmak bizim uykumuzu kaçıran bir sorun haline dönüşecekti. Kafa dağıtmak, dans etmek, eğlenmek gibi insani ihtiyaçların giderildiği bir ortamdan çok daha fazlası var buralarda. Gece kulüpleri günümüzde gençlerin bir kısmı için adeta piyasa. Belli mekanlara gitmek, oralarda vakit geçirebilecek ekonomik alt yapıya sahip olunduğunun mesajını vermek diye düşünebiliriz. Orada olduğunu sosyal medya kanallarıyla belirtme isteği gibi bir davranış gözlemlemişsinizdir. İnsan eğlendiğini iddia ettiği bir anda böyle bir şeyi niye düşünür ki? Gösteriş yapma ve toplum tarafından


31 onaylanma ihtiyacı ile açıklanabilir. İçinden geldiği gibi değil de insanların takdirini almaya yönelik davrananların bulunduğu bir ortam da son derece samimiyetsiz geliyor bizlere. Galiba bizim sevmememizdeki en temel neden bu. Herkesin rolüne uyduğu, senaryosu ve sınırları çizilmiş kapalı kutular... Bunun yanı sıra konfor konusunda da bizimle uyuşmayan yanları çok fazla. Yüksek sesli müzikle herhangi bir sorunumuz yok fakat asla sesli iletişim kurulamayan bu alanlar belki de konuşacak hiçbir şeyi kalmayan insanlar için ideal. Bir kafede oturunca sohbet döndüremeyen arkadaş grubunun son çaresi gibi. Konfor konusuna dönecek olursak, oturabilmek için ekstra para ödemek gereken yerlerden bahsediyoruz. Aksi takdirde önünde buz kovasıyla sırtını duvara

vermenin hesabını yapan insanlardan biri oluyorsunuz. Amiyane tabirle bir piyasa boyutu olduğunu söylemiştik gece kulüplerinin. Sosyal açıdan insanların tanışıp kaynaşabileceği bir ortam olduğu kuşkusuz bir gerçek ancak konuşarak oluşan bir kaynaşma olmaması, yine durumu enteresan bir noktaya sürüklüyor ve zannediyorum herkes oradaki fiyatlardan haberdar. Bu da bu fiyatları karşılayabilecek kimselerin orada bir arada olduklarını hissetmelerini de sağlıyordur diye düşünüyoruz. Mekanların, seçkin ve ayrıcalıklı hissettirme boyutu da var yani. Aslına bakarsanız giyim konusundaki tercihler de bu bahsini ettiğimiz nedenlere göre şekilleniyor. Niçin eğlenmek, rahatlamak için var olduğunu söylediğimiz


32


33 bir ortama gömlek, kumaş pantolon, çılgın abiyeler ve dar kıyafetler tercih ediliyor. Beyaz gömlek kumaş pantolon çekip “ben buraya rahatlamaya geldim” yerine “yeni ütülenmiş dar kesim gömleğim, reklam panosu gibi gözüken pahalı kemerim ve aşırı dar pantolonumla, insanların kafasında bir imaj oluşturmak için buradayım” dense daha inandırıcı olmaz mıydı? Ya da bundan çok daha basit düşünürsek “Ben buraya yeni insanlarla tanışmaya, kendimi göstermeye, dikkat çekmeye gidiyorum.” Bu söylediklerim tüm gece kulüplerini ve buralarda vakit geçiren herkesi kapsayan bir düşünce değil ama günümüzde yaşayan bir gencin kafasında, söylediğimiz profillerin aşağı yukarı oluştuğunu zannediyoruz. Aslında bir bakıma gece kulübü kültürü modern dünyanın insanı için yaratılmış bir konsept. Onların ihtiyaçlarını ve psikolojisini bilenlerin para kazanmak için ortaya çıkardığı eğlence anlayışı bu. İnsana sınırlar çizen ve buna ihtiyacı olduğuna inandıran bir düzen söz konusu sanki. Müzik klipleri ve şarkı sözleriyle zaten algılar yönetiliyor. Böyle düşünmemizin diğer temel nedeni de eğlenceyi paraya dayandırıyor olması ve insanları paraları olmadan eğlenemeyeceklerine inandırması. Kulaklarda çınlama yaratan, konuşmaya imkan vermeyen ve bize göre de samimiyetsiz olan bu ortamların biraz şekillenmeyle arada bir opsiyon olarak düşünülebilecek eğlence mekanlarına dönüşmesi mümkün. Yalnızca bunun için insanların buralarda eğlenip eğlenmediği konusunda kendilerine dürüst olmaları gerekiyor.


e t e z r e niv

ü

“Bu acıya alışmıyoruz.” zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.