ÜNİVERZETE 150

Page 1

/150

e t e z r e v i n 端

zete


31 Mart 2016 Sayı: 150 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Berk Özdemir, Cenk Bonfil,

YARATICI İNSANLARLA TANIŞIN

Tuğçe Kılınç Yazılar Ali Genç, Arzu Cahide Öz, Berk Özdemir, Ceren Topuz, İlgi Özdikmenli, Muratcan Çelebioğlu, Ömer Faruk Canat, Tuğçe Kılınç Ön Kapak: Demet Açıkgöz Arka Kapak:

ADALETİN ŞAFAĞI SÖKTÜ

KAFALARDA ÇİÇEKLER AÇTI

GÜNEŞ SİSTEMİNDE GEZİNTİ 4

BU SPORLARI BİLMİYORSUNUZ

BAHARA GİRİŞ 101 PLAYLİST’İ

GERÇEKLER ÜZERİNE BİR ULAŞIM KOMEDYASI

Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Arzu Cahide Öz

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:

Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instagram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com

/ifbilgi

@ifbilgi


/

v i 端n

e t e z er


4


5

Yaratıcı İnsanlarla Tanışın Sanal dünyanın en ilgi çeken konularından biri olan illüstrasyon günden güne gelişerek dijital ortamda karşımıza çıkmakta / Ceren Topuz Yenilikçi fotoğraf tarzları ile genç yetenekler için bir eğitim zemini olmayı hedefleyen, yaratıcı beyinleriyle mütemadiyen yaratan sanatçılar, dijital çağda dikkatimizi bir hayli çekmekte. Grafik tasarımlar ve kolaj çalışmalarına yoğunlaşan sanatçılar arasında kolaj teknikleri ve grafik tasarımlarıyla fark yaratan isimler var. Randy Mora, Brest Brest Brest ve

bunlardan biraz farklı tekniklerle çalışan St. Hoax bu isimlerden sadece bazıları. RANDY MORA 1986 Bogota doğumlu olan Randy Mora, “old school” kolaj teknikleri olan “kes yapıştır - cut&paste” tercihini her kolajında bizlerle buluşturan bir sanatçı. Kolajlarının ana fikrini önce yaptığı küçük “sketch”lerle hazırlayan Mora, romantik pop detayları dokunuşlarla tamamlarken özellikle her bir kolajının ne kadar zaman alırsa alsın kendi orijinal fikirlerine sahip olmasını amaçlıyor. Bu amacından dolayı da “hızlı yapılmış” olan şeylere karşı alerjisi var! Reklamcılık üzerine eğitim almasına rağmen sanat ve illüstrasyona yönelmeyi tercih eden sanatçının daha önce çalıştığı isimler de yabana atılır cinsten değil. Örneğin The Guardian. Sakin bir kişiliği olsa da sanatını, insanlığa dair cezbedici veya sinir bozucu iki uç arasında yarattığı çığlık olarak nitelendirilen Mora’nın önümüzdeki günlerde çığlığının desibeli daha da yükseleceğe benziyor. Randy Mora’nın kişisel çalışmalarının yanında, birçok dergiye yaptığı çalışmaları da bulunmakta. 2013 yılında Diner dergisinin 50. yıl dönümü için yaptığı illüstrasyon serisinde geleceğe bir bakış, önümüzdeki birkaç yıl içinde dünyayı


6

şekillendirecek bilim, teknoloji, siyaset, iletişim ve diğer alanları keşfetmemizi sağlayan bir seri hazırlamıştır. BREST BREST BREST Grafik tasarımlar ve kolaj çalışmalarına yoğunlaşan bir başka isim de Fransız kollektifi Brest Brest Brest. “History and Chips” serisi ile dikkatleri üzerine daha da çok çeken ekibin seriyi yaratan ikilisi Remy Poncet ve Arnaud Jarsaillon. Siyah beyaz vintage fotoğraflara renkli tatlar karıştıran kolajlardan oluşan seri mizahi üslubundan da asla ödün


7

vermiyor. Kullandıkları fotoğraflara yaklaştıkça tanıdık isimlerle karşılaşıyoruz. Elvis Presley, John Stezaker, An American in Paris filminden Gene Kelly ve Leslie Caron, Les Amants de Capri’den Joseph Cotten ve daha birçok ünlü yüz, Brest Brest Brest’in komikli şakalı birleştiriciliğini sağladığı bir takım yumurta, somon, et, makarna, ananas, sakız gibi canlı ögeleri bu serisinde kullanmıştır. 2010-2014 tarihleri arasında hazırlanan History and Chips’i takiben tamamladıkları yaratıcı projelerde imzasını eksik etmeyen ekibin gelecekteki grafik tabanlı tasarımları için gözümüz üzerinde.

SAINT HOAX En sevdiğiniz Disney prensesi ya da sizi en çok öfkelendiren politikacı… İkisi de patavatsız ama en pop haliyle.


8

Güzelliğin altında yatan provokatif gerçekleriyle birlikte Orta Doğulu sanatçı Saint Hoax dijital ortamda popüler isimlerden biri. Smash the Mag’de Natasha Dach ile yaptığı röportajda belirttiği gibi dijital ortamı bir araç olarak kullanıyor. Smash İlk başta fikirlerini resim yaparak aktaran St. Hoax, popüler kültürün sürekli bir değişim içerisinde olduğunu fark ettiği an çalışmalarının kanvasta kurumasını bekleyeceğini anlayıp yaptığı iş için harcadığı süreden memnun kalmamış, işlerini dijital olarak yayınlamaya

karar vermiş ve bir noktada hızını tutturması, geri kalmaması gerektiğini anlamış. İşlerinde vermek istediği ortak mesaj düşünce özgürlüğü olunca karşılaştığı tehditler de olmuş tabii ki. Özellikle “War Drugs You Out” serisini yayınladığında Kral Abdullah’ı bir “drag queen” olarak tasvir ettiği için Suudi Arabistan’dan birçok tehdit almış. Bahsettiği “Poplitical” bir yolculuğu yaratırken her zaman bir eleştiri konusu olacağını ve her zaman birisini gücendireceğinin farkında. Ancak bunların vizyonundan ödün vermesine


9 asla izin vermiyor. Orta Doğu’da doğup büyümüş olmasının da üzerinde birçok etkisi var. Çocukken etrafında olup bitenden hoşnut olmayan St. Hoax, her zaman Orta Doğu’dan uzaklaşmak istemiş. Doğup büyüdüğü yerin ona yetmediğinin ve gitmesi gerektiğinin farkına varmak başka kültürleri keşfetmek için onu böyle bir meraka doğru itmiş. Şu anda çocukluğunda duyduğu bu hoşnutsuzluğa minnettar çünkü onu olduğu insana ve nihayetinde bir sanatçıya

dönüştürdü. İnsanların bir çalışması hakkında konuşuyor olması onun için önemli. Bu çalışmaları insanlar üzerinde bir ilgi yaratıyor, o ilgiyle de farkındalık oluşturuyor. Sonrasında haliyle ya anlayış ya da anlaşmazlık doğuyor. Madonna kendisinin işlerinden birini alıp Instagram’ına koyabiliyorsa, politikacıların da işlerine karşı açık fikirli olmasını bekliyor. Aynı zamanda Walt Disney, popüler kültür ve etrafını çevreleyen insanları en çok esinlendiği şeyler olarak olarak sıralıyor.


10

Adaletin Şafağı Söktü Batman v Superman: Adaletin Şafağı, eleştirmenleri ve izleyicileri ikiye böldü/ Tuğçe Kılınç


11


12

Yaklaşık üç yıldır beklediğimiz Batman v Superman: Dawn of Justice (Adaletin Şafağı) filmi sonunda 25 Mart’ta vizyona girdi. Daha sinema kapılarından içeri adım atamadan basın gösterimine giden eleştirmenlerden yorumlar yağmaya başlamıştı. Eminim gitmeden önce eleştirileri okuyan hayranların çoğunun da benim gibi keyfi kaçmıştır çünkü eleştiriler filmin çok kötü olduğunu söylüyordu. Yine de film, gişede 424 milyon dolarla en iyi açılışı yapan süper kahraman filmi olmaktan geri durmadı. Batman v Superman, eleştirileri ve izleyicileri ikiye bölen hatta izleyicileri

de kendi aralarında ikiye bölen bir film oldu. Bir taraf filmin sinematik açıdan bir felaket olduğunu söylerken, diğer taraf filmin tamamen çizgi romanları yansıttığını ve gayet iyi olduğunu savundu. Filmin iyi yanları olduğu kadar kötü yanları da çoktu fakat bunca tartışmanın asıl nedeni bence beklentinin çok yüksek olmasıydı. Film günü gelene kadar yapılan reklamlarla, çıkan fragmanlarla hayranların heyecanı kat kat arttı. Bunun dışında artık hepimiz süper kahraman filmlerinin sadece çizgi roman hayranlarına hitap etmediğini, popüler kültürün bir parçası haline geldiğini kabul edebiliriz. Bu zaten gişede ilk hafta sonu kazanılan miktarla bile belli oluyor. Peki Adaletin Şafağı’nın iyi ve kötü yönlerini nelerdi? (Buradan sonrasının “spoiler” içereceğini de henüz izlememiş olanlara hatırlatayım.) Öncelikle filmin en çok eleştirilen yanı ile başlayayım: kurgu. Bu konuda kötü eleştirilere katılmamak çok zor çünkü bir seyirci olarak kurguda sıkıntı olduğunu ister istemez hissediyorsunuz. İzlemeye ve zevk almaya devam edebilirsiniz, orası ayrı fakat daha bir sahnenin içine tam giremeden başka


13 bir sahneye dolayısıyla başka bir hikayeye atlanması kopukluk hissi veriyordu. Evet, film bir çizgi roman filmiydi. Farklı serilerin bir araya gelmesiyle oluşmuştu hatta Martha Wayne’in öldüğü sahne çizgi romanla birebir aynıydı. Yani film çizgi romanların hareketli haliydi fakat bu, sinemaya aktarılıyorsa eğer çizgi romandaki kare kare gitme mantığını uygulamak bu kopukluğun başlıca sebebi. Filmde eleştirilen bir diğer olay ise “anne olayı”ydı. Lex Luthor’un Superman’in annesini kaçırması, onu Batman’le dövüşmeye zorlaması daha sonra Batman’in bunu ve Superman’in annesinin adının Martha olduğunu öğrendikten sonra Superman’e yardım etmesi… Buraya gelene kadar zaten Superman ve Batman’in birbirlerine nasıl bilendiklerini gördük. Burayı da filmin Batman v

Superman’den çıkıp artık Adaletin Şafağı olduğu bölüm olarak varsayabiliriz ama gerçekten böyle olmak zorunda mıydı? Christopher Nolan’ın Batman üçlemesinde senaryo kadrosunda yer alan David S. Goyer’ı bu filmde de gördüğümüzde daha da fazlasını beklemiştik aslında. Bu film kesinlikle daha iyi bir hikayeyi, daha iyi bir dönüş noktasını hakkediyordu. Dönüş noktasından daha sonra Batman, Superman ve Wonder Woman’ın bir araya gelip asıl düşman Doomsday ile dövüşmelerini izledik. Daha biz Doomsday’in Doomsday olduğunu anlayamadan her şey bitmişti. Çizgi roman dünyasının en güçlü kötülerinden biri olan Doomsday öyle sıradan bir yaratıkmış gibi yenildi. Son zamanlarda popüler olan filmleri ikiye bölüp part I, part II olarak yayınlamaları kesinlikle bu film


14

için kullanılmalıydı. İlk kısımda Batman ve Superman çatışmasını, ikinci kısımda Doomsday ile savaşı görmeliydik çünkü Doomsday kendi başına bir filmi hakkeden bir karakter. Gelelim Doomsday’i yaratan Lex Luthor’a. Bugüne kadar hiç

görmediğimiz bir Lex Luthor gördüğümüz aşikar. Ben, bir topluluğun önüne çıktığında iki kelimeyi yan yana getiremeyen değil de daha ciddi bir Lex Luthor beklerdim doğrusu. Batman ve Superman’i birbirine düşüren, daha sonra Superman’i çaresiz bırakan adam böyle olmamalıydı. Oysa fragmanlarda gördüğümde nasıl da beğenmiştim. Jesse Eisenberg’ün oyunculuğuna bir lafım olmasa da karakter portresi daha farklı olabilirdi. Son olarak filmdeki rüya sahnelerinin bolluğundan bahsetmemek olmaz. Özellikle Flash’ın gelecekten gelip Bruce’u uyardığı o meşhur sahne. Rüya sahneleri, karakterlerin iç dünyasını göstermek için bol bol kullanılmıştı. Özellikle Batman’in yakasını bırakmayan geçmişini ve travmalarını gördük. Bunun yanı sıra Flash sahnesinin bir nevi Justice League filmine hazırlık olduğunu da söyleyebiliriz, fakat hazırlık


15

yapılacak diye de seyircinin kafasının bu kadar karıştırmak tartışılır. Tabii kötü yanları olduğu kadar iyi yanları da vardı filmin. Öncelikle oyunculuklar harikaydı. Henry Cavill kendini Man of Steel’de Superman olarak kanıtlamıştı zaten. Ben Affleck ve Gal Gadot kadroya dahil olduklarında çok tartışılmıştı. Ben ikisinden de hatta tüm kadrodan beklentimin de üstünde bir performans gördüm. Daha önce de bahsettiğim gibi filmin çizgi romanlara çokça eğilmesi ve göndermeler Zack Synder’ın gerçek bir çizgi roman insanı olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Zack Synder ortaya yine kendi tarzında bir film çıkardı, eleştirilerin kaynağı bu tarza alışık olmamamız. Bunu Watchmen’de Sucker Punch’ta da gördük. Görsellik, filmin hiç bitmeyen temposu tam isabetti bence. Bunların


16


17

arkasında Hans Zimmer ve Junkie XL’ın yaptığı “soundtrack”i dinlemek ise tarif edemeyeceğim duyguları veriyordu. Her geçen gün Hans Zimmer bundan daha iyisini yapamaz herhalde diyorum ve yine yanlış çıkıyorum (iyi ki de çıkıyorum). Tabii Mad Max: Fury Road ile de “soundtrack” dünyasını kasıp kavurmuş olan Junkie XL’ı burada övmemek olmaz. Üç yıllık bekleyişin sonucu böyleydi. Batman v Superman: Dawn of Justice beklediğimiz, beklemediğimiz birçok yanıyla birlikte bir süre daha konuşulacağa benziyor. Şimdi Affleck’in kendi yöneteceği Batman filmini, Suicide Squad’ı ve gelecek diğer DC Comics filmlerini heyecanla beklemekten başka bir şey yapamıyoruz. *Görseller Batman v Superman: Dawn of Justice Facebook sayfasından alınmıştır.


18

Kafalarda Çiçekler Açtı / Röportaj: İlgi Özdikmenli, Arzu Cahide Öz Fotoğraflar: Demet Açıkgöz Ali Haydarhan Yılmaz. Bir akım da dahil olmak üzere kendini pek bir yere ait hissetmeyen, 25 yıllık hayatının hatırında kalanına sığdırdığı yaşanmışlıklarıyla şiirler yazan, gencecik bir şair. Çok keyifli, çok samimi, çiçek gibi bir adam. Şiir kitabı “Kafalarda Çiçekler Açmış”ı çıkarıyor ve aslında kendisini en iyi o şiirler anlatıyor. Biz kitabı elimize aldıktan hemen sonra,

bu güzel adamı sizinle de tanıştırıp dünyasını ve mısralarını sizlerle paylaşalım istedik. Hep birlikte harika bir gün geçirdik, umuyoruz siz de aynı keyfi okurken alırsınız. Şöyle koyalım, duyarız birbirimizi. Duyarız elbet. Ali’yi duyalım yeter, onun önüne koy.


19

İlgi: Merhaba! Ali: Merhaba! İlgi: Şiirlerini okuyan herhangi biri daha hiç tanışmadan aslında seni tanıyor gibi oluyor ama henüz okumaya fırsat bulamayanlar için çiçekler açan kafayı tanıyalım. Sanırım isimdi, doğum yeriydi, öyle kişisel skala bilgileri o kadar da değerli değildir. Şöyle birkaç püf nokta vereyim: Ankara’da doğdum. İstanbul’da çocukluk, Ankara’da gençlik… Bu insanı gayet hırpalayacak bir süreç çünkü burada daha küfretmeyi bile bilmezken İstanbul evlerinde, bir anda Ankara’da Dikmen’de özlemi yüklemi olan insanlar arasında çok uzun sohbetler duydum. Gurbet çocuğuyum. Şantiyelerde büyüdüm. Sıkıntılı süreçler… Ortaokulda okulun ağası denilen o garip kisve sırtıma yüklenmişti. Çok dayak yemekten ötürü, güzel kavga ederim. Biraz sıkıntı bir kişilik sistemi içerisindeyim aslında. Hastalıklı bir

aileden geliyorum. Babam dünya tatlısı bir adamdır. Annem insanların yaşam enerjisiyle beslenir ama hepsini de alıp içime sokasım geliyor tabii ki. Edebiyatla da babam sayesinde tanıştım. Kendisi daha ilkokul çağlarında, beşinci sınıftayken bana iki tane kitap hediye etti. Bunlardan bir tanesi Lombak diğeri de Romeo ve Juliet. Kendisi Shakespeare aşığıdır. Hımm, insan kendini nasıl tanıtır? Esmerim. Çok esmerim. Çok ötekiyim. Çok sınır dışı hissediyorum kendimi. Genel olarak hani şöyle bir düşünce vardır: Gurbetçi insanlar Almanya’da Türk, burada da Alamancı’dır ya, ben de nereye gitsem Sivaslıyım ama Sivas’a gittiğim zaman da hiç oranın çocuğu değilim. Yani insan daha kendi toprağında bile özümsenemiyorken, bir yerlere gittiği vakit artık yabancılaşmayı, kendini kötü hissetmeyi yadsımıyor. İstanbul’da, Ankara’da, Antalya’da ya da ömrümün geçtiği diğer şehirlerde de genel olarak yabancı olmayı, öteki olmayı, sevilmeyen olmayı biraz biraz hazmettim. Sevilmeyen derken


20

etnik kökenlerden, siyasi tercihlerden, düşüncelerden, ten renginden. Yoksa insanlarla arası iyi olan bir çocuğum. Sokak sanatlarıyla uğraşıyorum. Kukla oynatıyorum, ateş üflüyorum, pandomim yapıyorum. Bir yandan da şu sıralar hayatım beni bürokrasinin kucağına oturttu, icra takibi yapıyorum. Eğer bir bankaya borcunuz olursa beni seve seve arayabilirsiniz. (gülüşmeler) Sizin için kendimi ortaya atarım. İnsan kendini nasıl tanıtır? Sanırım önce biraz daha kendimi tanımam lazım ama genel olarak yaptığım şeyler vazgeçmek, gitmek, yeni bir sistem, yeni bir hane kurup sonra oradan da gitmek. Bakalım. İki sene önce liman şantiyesinde işçiydim, şimdi ofislerdeyim. Umarım seneye de Cezayir’de oluruz. Arzu: Şiirlerinde, blogunda ve röportajlarında gördüğümüz kadarıyla emek ve emekçiye saygın, bakış açın ailenden

geliyor. Nasıl büyüdün? Benim babam 16 yaşındayken Atatürk Barajı’nda şantiyelerde formenlik yapıyormuş. Yani işçi başıymış çünkü dedem ve onun babası da hep böyle işlerle uğraşmışlar. Ailem hep işçi yakınları, tüm akrabalarımız elleriyle çalışıyor. Tabii aramızdan çıkan bazı avukatlar doktorlar var medar-ı iftiharlarımız ama onun haricinde hepimiz hayatımızı şu iki elimizle kurmak zorundayız. Ben küçükken babam sınırdan kaçak viski getirirdi, köyden et getirirdi; ayda bir kez işçilerine ve onların ailelerine ziyafet çekerdi. Bizim gittiğimiz, anlaşmalı olduğumuz hastaneye, bizim işçilerimiz de giderdi. Babam yanında çalışan insanlara, hayatı var eden insanlara her zaman dikkat etmiş, özen göstermiş, saygı duymuştur. Ben de ondan böyle öğrendim. Çünkü o beni burada, Haliç’te genel şantiyeye bıraktığı zaman üç parmaklı Halil Usta, sevgili aşçımız ve onun


21 etrafındaki Yakup ağabey, Mustafa ağabey, Erdal ağabey, bunların hepsi hayatı var eden, borç içinde yaşayan, çocukları için gurbette yaşayan insanlardı. Onların hikayeleriyle, onların sevecenliğiyle, onlarla büyüdüm. Onlar bana bisküvi alıyordu, babam da onlara bira ısmarlıyordu. İşçilerin içerisinde büyüyünce fakir kimseleri, toplumun en alt tabakasını mümkün mertebe yakından inceleyince diyorsunuz ki; “bu dünyayı asıl var edenler, şu iki elini kullananlar.” On dördümde Hakkari’ye gittiğim zaman oranın yerel insanına, coğrafyaya, insanların çektiği zorluklara, hepsine bir bir şahit oldum. Bir tane ağaç bile göremezsiniz Hakkari’de, Yüksekova ve çevresinde. Ancak mevsimlik kavak ağaçları... İnsanlar yaksın diye. Şimdi oradaki o insanların çilesini gördükten sonra, o çilenin arasında büyüdükten sonra emeğe aşık olmamak elde

değil çünkü bir bakıyorsunuz o şantiye başlıyor, aylar geçiyor, hani bu hızlandırılmış videolar vardır ya, onu iki yıl yaşıyorsunuz orada. Kilometrelerce tüneller açılıyor, metrelerce binalar dikiliyor. Haneler kuruluyor. Ekmek kazanılıyor ve herkes bunun ne kadar kutsal, ne kadar önemli bir şey olduğunu anlatan cümleler kuruyor sürekli. Bunun içerisinde pişe pişe diyorsunuz ki dünyayı var eden bürokratlar, kağıtlar kalemler değildir. Onlar sadece düzenin ve korkunçluğun devamını sağlar ama işçilerin elleri... Bakın onlar gerçekten çiçektir. Ben de bir dönem işçilik yaptım. Mazot bekçiliğinden tutun duvar işçiliğine kadar, havuz kazdım ne bileyim elma topladım, portakal topladım, ev taşıdım… Sırtınızda hissedince o gardırobu, kafanızı taşa koyunca orada yattığınız vakit diyorsunuz ki dünyanın gerçekliği çok daha keskin,


22 çok daha soğuk, çok daha gaddar. O vakit gel de emeğe aşık olma. İnsanların ömürlerini çocuklarını doyurmak, okutmak için feda etmelerine aşık olma. Çünkü 50 yaşında bir adamın 50 yaşında yüzlerce adamla altı ay boyunca yatıp kalkması, karısını üç ayda bir bayramlarda görmesi zor bir şeydir. Aramızdaki bazı şanslı Tibetliler dışında hemen hemen hiç birimiz bu dünyaya tekrar geleceğimize inanmıyoruz. O zaman ortalama 75 yıllık insan ömründe bu kadar eziyet çekmenin ve buna rağmen ha babam, ha gayret, hadi omuzlarım, devam et diyebilmenin kutsallığı vardır diye düşünüyorum. Yüz bin yıllık insanlık tarihinde Babil’in Bahçeleri’ni yapan, Pisa Kulesi’ni diken, yolları yapan kölelerin, işçilerin hepsinin ruhu şad olsun. Hepsine aşığım, hepsini çok seviyorum. İlgi: Tekel Eylemi ve Gezi Direnişi’nde bulunmak hayatını nasıl etkiledi? Tekel Direnişi’ndeyken babamın ahbabının, Mesut Ağabey’in bir meyhanesi vardı. Kendisi Kanlı 1 Mayıs eylemlerinde ağabeyini kaybetmişti ve semtin geri kalan halkı gibi Tekel Direnişi’ne kucak açmıştı. Ben çorba kaynatıyordum. Bir anda Rutkay Aziz’le sevgili Tarık Akan bir masaya oturdular. Ortamı görmek için. Babam rakı bardaklarını bana taşıttı. Sohbetlerini duydum. Daha ufağım. Koşturuyoruz, pandomim yapıyoruz, insanlara bir şeyler öğretmeye, anlamaya çalışıyoruz ama yaklaşık 35-40 saniye yakından duyduğum ve kalan 35 dakika yan masadan dinlemeye çalıştığım -biraz terbiyesizlik ettiğim- o masadaki o sohbet, o kelimelerin ahengi, o insanların birbirleriyle konuştukları, o kavramlar, hiçbirini bilmiyorsunuz. Ama o kadar

yakışıklı geliyor ki kağıda dökmek istiyorsunuz. Ardından Gezi süreci... Kütüphane kurmuştuk Ankara’da. Orada hayatım boyunca tanıyamayacağım yazarları tanıma fırsatım oldu. Bir tane bey ağabeyimiz, kasalarca cumhuriyetin ilk yıllarından, 45, 47 ve 50’lere doğru sanırım, dünya çevirileri yapıyordu. Hepiniz görmüşsünüzdür, o beyaz güzelim kitaplar işte. Onların tüm serisi geldi mesela, hepsini bir iki hafta da olsa okuma fırsatımız oldu. Yani böyle siyasi eylemlerin, tanık tuttuğu, tanık ettiği o kadar farklı durumlar var ki… O masadaki sohbetten, o kitapların gelişine kadar, katıldığım basın açıklamalarından koşturduğum noktalara, halk evlerinde sırtımızda sıra taşımaktan insanlarla tanışmaya, çok fazla şey öğreniyorsunuz çünkü insanlar size çok şey öğretiyor. Ahmet Telli - Döğüşen Anlatsın ya da Kardeş Türküler, dünyanın tüm devrimci yazarlarının, şairlerinin, kendi halklarının çektiği eziyetleri dile getirmek için kurduğu şiirler… Hasan Hüseyin okuyorsunuz çünkü meydanlarda Hasan Hüseyin okunuyor çünkü insanlar diyor ki “kısa çöp, uzun çöpten hakkını alacak elbette”. Bu süreç içerisinde koştururken artık bir yerden sonra kafanızı duvarlara vurmaya başlıyorsunuz çünkü korkunç bir sistem var. Şahitsiniz. Var eden ellerinizden gelen çok az. Siz de sistemin içerisindesiniz. İnsanlarla devam etmelisiniz. Sonra bir bakıyorsunuz, şair olmuşsunuz çünkü derdiniz var, anlatmak istiyorsunuz. Azap çekiyorsunuz, kelimeler öğrenmişsiniz ve o kadar fazla kelimeler ki… Mesela “kubuzlar”. Ben bunu Tekel Direnişi’nde öğrendim. Oradaki ihtiyar bir dayı anlattı. Onların memleketinde, Sivas’ın Suşehri ilçesinde insanlar buğday öğütmek için sıra beklerken birbirlerine kubuz


23


24 anlatıyorlar. Kubuz dediğimiz şey de uydurmaca bir hikaye. Ama kural şu: Herkes inanmak zorunda. Adam sana gelip “ben şafak vakti bir ejderhayı ensesinden vurdum yerlere çaldım” derse, şaşırmak zorundasın çünkü işin ciddiyeti bu. Yoksa o hayat geçmez. Bunları öğrene öğrene, insan ilerliyor sanırım. Böyle bir katkı süreci yaşadığımı öne sürebilirim herhalde. Arzu: “Şair miyim ben acaba?” diye bir soru sormuşsun blogunda kendine. Bulabildin mi cevabı? Sanırım bir 56 yıl falan daha var ona. Şairlik sigortalı bir iş olmadığından, kurumsal bir niteliği olmadığından ötürü toplumun size bunu yansıtması lazım. Kitap çıkarmak, eğer cebinizde meblanız varsa, imkansız değil. Ya da güzel söz sanatı, eğer biraz aruz ölçüsüne ne bileyim cinaslı uyağa hakimseniz, ders çalışırsanız yapılmayacak iş değil. O zaman diyorsunuz ki bir şair nasıl meydana gelir? Öncelikle farkındalık lazım diye düşünüyorum. Çevrenizde akıp giden hayatı düşünmelisiniz, anlamalısınız, görmelisiniz. Ardından yansıttığınız şeyin bir manası olmalı çünkü bir sanat eserine nasıl bakarız? Ona sorular sorarız. Önce şöyle deriz: Anlatmak istediğin ne? Ardından şunu sorarız: Bunu anlatabiliyor musun? Son olarak da seni yaratan kişi bunu anlatmak istediğinde bu gelişim sürecini nasıl değerlendirdi? Bu gerçekten bir sanatçı mı, yoksa bir düzenbaz mı? Ondan sonra sanat fetişizmi başlıyor işte. Şiir yazıyorsunuz çünkü anlatmak istediğiniz bir şeyler var ve sanırım bu süreç içerisinde devam ettikçe insan zamanla o zımparalara değe değe, tükene tükene en sonunda şair çatısı altına girebilir ama

bu konuda tevazuyu elden bırakmamak için sordum o soruyu: Ben şair miyim acaba? Olmak istiyor muyum? Belki de asıl soru buydu: “Olmak istiyor muyum?” Çünkü ben yazmaya ilkokul beşte başladım ve tek yazma sebebim babamın bana günlük yazmamı öğütlemesiydi. “İnsanın zihnini, hatıralarını canlı tutar ve senden başka kimsenin anlayamayacağı bir dostun olur” demişti. Orada baktım birbirine benzer kelimeler kullanmak, kafiyeler kurmak keyifli. Şimdi gelip tekrar soruyorum, her sene hatta her gün her dakika, ben kendime soruyorum şair miyim diye. Sigortama baktığınız zaman ben bir icra takipçisiyim ama şair olmak istiyorum. Nereye gidecek bu, sanırım ortalama 56 yıl içerisinde bir gün biri bana diyecek ki “abi sen şairsin ama bunu o kadar ciddiye alma, o zaman bu elinden kaçar gider.” Bence böyle olacak. İlgi: Ben kitabı elime aldığımda bir gecede yarısından fazlasını bitirdim tek oturuşta. Okurken de en çok yaratım sürecini merak ettim. Hislerini ve yaşadıklarını mı yazıyorsun yoksa yoktan var edip sonra mı hisseder hale geliyorsun? Bir öykü yazarı olsaydım yoktan var etmeye gayret ederdim ama şiir yazıyorsanız, şöyle bir ayrıntı var: Okuduğunuz şey geriye bir duygu bırakıyorsa bu şiirdir. Eğer bir olay bırakıyorsa bu öyküdür, eğer olaylar zinciri bırakıyorsa bu bir romandır. Tekniği önemli değil çünkü Charles Bukowski’ler bundan yüzlerce yıl önce şiir kalıbını kırıp düz yazı biçiminde şiirler yazmışlar. Teknik değişmiş ama o bıraktığı duygu onun şiir olduğunun altını çiziyor. Bunun sonucu olarak bir şeyi yaşamadan anlatmak, bir duygu aktarmak istiyorsanız bence manasız olur


25

çünkü şöyle bir şey vardır: Eli kesilmemiş bir insan bir elin nasıl kesildiğini tarif edemez. Sadece düşünebilir. Der ki “can yanıyordur” ama o can nasıl yanar, o kanı nasıl durdurursun ya da elini nerelere uzatıp onun tedavisini nasıl yaptırırsın bilemez. Hepimiz ufacık çocukken annemizin binlerce kez yapma demesine rağmen elimizi bir kere prize götürmüşüzdür. O elektrik çarpmadan vücudumuza girişini asla hayal edemeyiz. Bana kalırsa, en azından kendi adıma, kişi şair olmak istiyorsa yaşamadığı, hissetmediği bir şeyi anlatmamalıdır çünkü şiir -evet ufak bir yalanlama vardır; bazı şeyler abartılır, mübalağalar, tecahül-ü arifler bilmem ne uzar gider ama- şuradakine (şu an kişi eliyle yüreğini gösteriyor) yalan söyleyemez. Şiir buradan çıkmalı. Öykü yazacaksan kafanı kullanabilirsin ama şiirse, içinde olmadığın bir şeyi kavrayamadan

insanlara aktaramazsın. Ortada sadece bir sürü güzel kelime olur. Çok yakışıklı bir şey yazarsın ama yalandır. Ulaşamazsın kimseye diye düşünüyorum. Arzu: Şiirlerini bir kitapta toplama fikri nasıl olgunlaştı? Blogun ne noktada yeterli gelmemeye başladı? Ben teknolojiden hiç anlamam. Bana lise sonda bir dostum aynı günde MSN’di, Facebook’tu, Tumblr’dı, Soundcloud’du hepsini açtı ve dedi ki bunları kullan. Ben kurcaladım ama tam da kavrayamıyordum ve biraz yanlış kullandığımı da düşünüyorum. Son sekiz aydır Antalya’da ufak bir çiftlikte kalıyorum. Her sabah uyandığımda kafamı çeviriyorum sağımda Toroslar var, soluma bakıyorum uçsuz bucaksız portakallar, birkaç taş ev... İşte yandan Hasan ağabey geçiyor “günaydın” diyor, “günaydın ağabey” diyorum.Tavuk


26 kovalıyorsun, işe gidiyorsun geliyorsun, babaannenle Fox Tv izliyorsun, dizilere yorum yapıyorsun. Haliyle bu sıkıntı sürecinde çok fazla düşünmeye vakit oluyor. O kadar fazla düşünüyorsun ki... Çünkü şehre inip gelmen bile bir saat. Sürekli düşün düşün, elindekiler birikiyor. O sırada, hiç beklemediğim bir anda amcam yakamdan tutup “Ali Haydar sen yazıyorsun, hafif okuyucu kitlen de var, e oğlum bunu neden kitaplaştırmıyorsun?” dedi. Sonra bir anda anlamadığım bir sürecin içerisine girdim. Bir anda kendimi matbaalarda fiyat sorarken buldum. “Ne kadar, aa çok yapma” vs derken Antalya Kültür Bakanlığı’nda İlçe Teşkilatı’nda Esat Başkan diye efsane bir bey ağabeyimiz beni Türker ağabeyin yanına yolladı. Türker ağabey de Antalya’da ufak bir hem halk kütüphanesi hem bir yayınevi hem bir tiyatro salonu hem de yaralı her kuş için bir yuva olan çok garip bir hanenin sahibi. Güzel, portakal ağaçlarının süslediği bir bahçede edinilen, konuşulan uzun bir sohbetten 15 gün sonra bir baktım şu kitap elimde. Yani çok ketenpereye getirildim. İlgi: Bir dizenden yola çıkarsak “Kendi içinde yahut şu kahpe dünyada bir bütün olamadığından” mı yazıyorsun şiir? Şiir yazmak bir arayış mı? Bütün olma, kendini tam hissetme ihtiyacından mı? Yaklaşık 12 yaşıma kadar sabahları babamla şantiyeye gitmek dışında odadan çıkmadım. İnsanlarla görüşmeyi o dönemlerde pek sevmezdim. Konuşmazdım, kelam etmezdim. Arada okurdum, genellikle gece vakti evden kaçıp biraz yürür geri dönerdim. Hatta ara sıra bu evden kaçışlar iki üç gün, bir hafta olur, tren garlarında yatmalar,

geri gelmeler falan böyle ilerlerdi. Sonra yazmaya başlayınca fark ettim ki bir şeyi söylemek için başka bir insana ihtiyacın yok. Sadece söyleyebilmeyi gerçekten arzu etmem lazım. Zaman geçtikçe lise yıllarımda dünyayı anlama, dünyayı devirme arzusu başladı çünkü 18 yaşındasın ve bir dağı sırtlamak istesen sırtlarsın. O güce sahipsin, o arzuya sahipsin. Anlatmak bambaşka bir boyuta geliyordu o vakit çünkü insanlara seslenmek istiyordum. Bu yeni dönemlerde sol fraksiyonları gezip anlamaya çalıştığımız günlerdi. Yeni yeni tiyatroya başlamıştım. O zaman anlatım bambaşka bir yer almıştı. Şiir de bambaşka bir yer almıştı. Şu an sanırım 26 yaşımı doldurmaya başladım, tam emin değilim onları hiç beceremiyorum. Düşünüyorum ki -daha doğrusu hissediyorum ki- kendimi tamamlayabilmek için öncelikle anlayabilmem ve kavrayabilmem lazım ve kendime söylemeye korktuğum, kendime söylemekten çekindiğim, utandığım şeyleri yazarak kendime iletebiliyorum. Yani açıkçası bu kitap tamamen kendime “Ulan Ali Haydar, sen şunlar şunlar içerisinden geçmişsin, şunlar şunlar senin içinden geçmiş, şu kapılar kapanmış, şurada bazı kapılar kırılmış, bazen de senin ellerin kırılmış ve sen şu an bir noktadasın. Geçmişini unutmaman lazım, yaşadığını unutmaman lazım çünkü hayatında bazı hatıraların tek şahidi sen kaldın” dememdir. İnsanlar göçtü, insanlar gitti. Dönülmez yollar çok fazla çünkü. E şimdi bunun sonucunda ne yapacaksın? Kayda geçireceksin ama bu kayda geçirmek de bir işe yaramalı. Seni sana anlatmalı. O zaman bir bütünleşme başlayabilir çünkü bana kalırsa şu dünyada bir takım bey ağabeylerimiz ablalarımız,


27


28

bazı şairler, topluma bir şeyler öğretmek için bir takım bey ağabeylerimiz ablalarımızsa kendine bir şeyler hatırlatmak için ve bir kısmı da kendini tüketmek için yazıyorlar. Ben üçüne de ara ara uğruyorum. Sonuçta insan dediğin sürekli bir çember içerisinde döner durur ya, bazen çember pembe oluyor bazen yavruağzı, bazen Tophane’ye geliyorsun bazen Kastamonu’ya. Bu süreç içerisinde hem kayda geçip hem de kendine kendini hatırlatabilmek, kendine kendini anlatabilmek bir yandan da bütünlenebilmek “ulan ben ne istiyorum” sorusuna cevap arayabilmek için en eğlenceli on ikinci yol falandır şiir. Ben de bu on ikinci yolu biraz daha kullanacağım sanırım. Arzu: Blogunda “Bir ideolojinin ucundan tutmayı reddediyorum, hayatı iki elimden bile isteye bırakmışken.”

demişsin. Umutsuz musun? Umutsuzum ama akşam üzerinde. Yani akşamüzeri olduğu vakit -bunu hepimiz biliriz biraz biraz, az önce de bahsetmiştim- on dördümde Hakkari’ye gittiğim zaman, Hakkari’de tek bir şey altından daha değerliydi, o da kontör çünkü dağ başındasın ve yapabileceğin tek şey içindeki hasreti dindirebilmek adına insanları aramak. İnsanlarla konuşmalısın. Ee arayacak insanlar üç günden sonra bitiyor. Bir hafta sonra tekrar arıyorsun, bir an bir bakıyorsun ulan bu hayat hep bir gitmek hep bir uzaklaşmak. Hayata değerli olarak sunulan şeyler o kadar değersiz ki kontör örneğinde olduğu gibi... Hafif hafif umudun sönüyor tabii. Her şafak vakti diyorsun ki dünya çok güzel, dünya çok turuncu, dünya çok mavi. O kadar yürüyeceğim, o kadar su içeceğim ki koşacağım, kalkacağım, öpüşeceğim,


29

aşık olacağım bilmem ne. Sonra bir anda kendini sayısal loto oynarken buluyorsun çünkü bu dünyadaki düşülebilecek en ama en dip nokta sayısal loto oynamaktır. Hani bu Hindistan’daki kenar mahallelerden önce. (kahkahalar) Çünkü herhalde hepimiz 50 trilyon isteriz. Bunun hayalini kuruyorsan, hayat seni buna ittiyse, diyorsan ki ev kuracağım, araba alacağım, temel modern kaygılara düştüysen yani, taksitle bir şey aldıysan, yani sen bir bankaya “kardeşim ben borcumu ödeyeceğim, önümüzdeki dört yıl boyunca ölmeyeceğim” diyorsan nasıl umutsuz olmazsın? O güneş tepedeyken, içindeki enerjiyle hani avuç içini dönersin ya D vitamini girsin diye o an işte “dünyanın sonuna yürüyeceğim ulan dünya’nın sonuna yürüyeceğim” diyebilirsin. Ama akşamüzeri olunca “ya yürürümde uygun ayakkabım yok, uygun insanım yok”. Bir de arada

gelip sana diyorlar ki bak kardeşim şunu düşün biz böyle düşünüyoruz. Diyorlar ki işte biraz daha kapalı ol, ya sami dinler İslam, Hristiyanlık cart curt. Kardeşim bir dakika, ben içimdeki şu varoluş sancısını bir susturayım, hepinize zaman ayıracağım. Ben bir buçuk sene MHP Genel Merkezi’nde tabiri caizse takıldım. Gittim geldim. Şu dudaklar Devlet Bahçeli’nin elini öptü, gerçekten de çok beyefendi bir adam. Arada Demet sorar ‘Çay içtiniz mi beraber Devlet Bahçeliyle?’ Ben genelde aşağıda içiyordum eksi ikinci katta reklam bölümde. (Gülüşmeler.) Ne biliyim tarikatlara gittim, cuma namazına gittim ama kendimde ve etnik kimliğim ve ailemin yapısı sonucu öncelikle sol fraksiyonlarda TKP’ydi ÖDP’ydi şuydu buydu CHP’ydi hepsiyle vakit geçirdim. Hepsini anlamak için vakit ayırıyorum ama hepsi sadece kendisinin doğru olduğunu söylerken, hepsini anlamaya hayatta vaktim yetmiyor. Çünkü herkes sadece şöyle, sadece ileri, sadece biziz sadece biz. Bu da seni umutsuzluğa biraz daha itiyor. Bir yanın tüm insanlığı kucaklamak istiyor, herkese çay ısmarlamak, bebekleri havaya atıp tutmak, küçük kızların saçını örüp, çocuklarla top oynamak istiyorsun sonra o tüm orta yaşlı ağabeyler, o gizli ataerkil korkunç ağabeyler diyor ki “kardeşim biz haklıyız geri kalan herkesi de çukurlara atacağız, üstünü kitaplarla değil toprakla kapatacağız, mezar taşlarında da hiçbir şey yazmayacağız”. Yani sıkıntıya bak 75 yıl; şimdi modern tıp sayesinde 75 yıl tabi. Bundan 300 yıl önce yaşasaydık grip olup ölüyorduk. Ama kafa rahat 30 yaşında gidiyorsun. Çile ne kadar az. Şimdi elden ayaktan düştüğünde; yani bir ağaca, bir dağa tırmanamadığında, sevdiğin kadınla


30 sevişemediğin vakitlerde toplumun tüm sıkıntıları devam edecek hem de artarak. Ya tüm bunların yanında şimdi memleketime mi üzüleyim, küresel ısınmadan mı korkayım, yoksa nükleer savaş kapıda mı diyeyim, bu umutsuzluklar arasında çok gidip geliyorum. O cümle de bundandı işte. İdeolojiler benden uzak. İlgi: Babanın mesleğinden dolayı çok şehir değiştirmişsin. Ve sanki her bir şehirde hikayen var gibi. Hangisinde daha çok şey buldun? Ooo hangisinde daha çok şey buldum. Kesinlikle İzmir Ali Ağa. İzmir Ali Ağa benim için çok farklı bir dönemdi. Çünkü ben kendi hayatımda, nasıl denir, sanırım bir anda marjinal oldum. Bir anda rastam vardı, güzel giyiniyoruz güzel çocuk olmuşuz. Kilo vermişiz falan ama şantiyedesin. Orada Yozgatlı dayılarla batak oynarken o rastanın bir havası yok. (kahkahalar) Akşam gidebileceğin yegane yer o tatlı tavernalar. Hepsindeki ablalarla da arkadaşlığım var çünkü ilk gittiğim zaman böyle bir müzikhol gibi bir yere, yanımda babam ve mühendis ağabeylerimiz var. Sohbet içerisindeyiz. İçeri bir kadın girdi. Önce bir salındı salındı ama kimse bakmayınca vantilatörün karşısına geçip parfüm sıktı. Ve ben ilk defa bir dişiyi bu kadar keskin avlanırken gördüm. Ahh dedim neler oluyor! Sonra ablalarla bir tanıştık, sonra baktım saç örüyorum, çay içiyoruz. Ben Ankara sürecinde de mümkün mertebe sokağın daha çok dertli, sıkıntılı insanlarıyla vakit geçirmeyi severdim. İzmir Ali Ağa’da olduğum dönem, sorumluluklarımın üzerimde olduğu ve gurbetin bin bir farklı rengini yaşadığımız bir dönemdi; çok farklı hikayeler kazandım. Çünkü sabahın

köründe tuvalete girmek için önce elektrikli sobayı yakmanız lazım. Buz gibiydi, soğuktu ama insanlar sıcacıktı. Herkes sürekli bira içiyordu. Biraz yeryüzündeki cennetin yanlış yansıtılmışıydı. Biraz daha güneş olsaydı çok severdik oraları. En güzel hikayem orada ama onu röportaja koymayalım. Sonra anlatırım. (Üzgünüz biz bu güzel hikayeyi dinledik fakat paylaşamayacağız.) Arzu: Üniversiteye ara vermişsin. Bu düzende üretemediğini mi fark ettin yoksa başka sebepler mi var? Valla aslında hepsinden biraz. Çünkü sevgili üniversitemizin gerçekten çok değerli bir bölümü, çok değerli hocalar ve çok değerli insanlar. Öğrettikleri her şeyi o kadar çok özlüyorum ki ama okuma listelerinin altında böyle ezilince iki sene boyunca kendi istediğim kitaptan toplam 230 sayfa okuyabilmiştim. Bunun yıpratılıcığı vardı ama katlanılır mıydı; öğrendiklerimin doğrultusunda elbette. Çok kişisel bir sebep yüzünden bırakmak zorunda kaldım. Daha doğrusu iki sebep. Bir; İstanbul’la biraz kavgalıyız. Gerçekten aramız çok kötü. Bir süre de böyle gider. Bir yandan da ailevi durumlar sonucu babamla kalmam lazımdı. Bazı sağlık problemlerinden ötürü ailemin ayrı düştüğü bir noktada, insan babasını bırakmamalı dedim. Çok eski bir hikaye vardır bilir misin? Sevgili Aristotales gibi Eski Yunan ağabeylerimizden biri anlatıyor. Hiçbir şey yokken ne Dünya ne yeryüzü ne gök ne yıldızlar sonsuz bir karanlık ve bir tane kuş vardı. Tarla kuşu. Sevgili tarla kuşu babası öldüğü vakit o kadar üzüldü ki babasını gömecek bir yer aradı. Uçtu, uçtu ama hiçbir şey yoktu. En sonunda tarla kuşu başını yarıp


31 babasını başına gömdü. Yani tarla kuşunun babası tarla başında yatar. Evrenin yaratılışında bile bu kadar baba sevgisi varken ben yüzümü çeviremezdim. Ki iddia ediyorum tanıyan herkes çok sever Hikmet’i. Hikmet’im çok ayrı bir adamdır. Ve sonra baktım az önceki hikaye gibi İzmir Ali Ağa’dayım. Üniversite biraz dursun dedim. Ama okuma planlarımız var. Burası olmasa da farklı noktalarda devam edeceğiz çünkü İstanbul Üniversitesinde bir sıra arkadaşım vardı. Kendisi altmışlarında bir edebiyat profesörüydü. Bizim bölümden ders alıyordu. Ders sırasında örgü örerken not tutuyor arada. Dedim ki “abla daha ne öğreneceksin daha ne istiyorsun ya Mısır Kitabeleri’ni falan mı çevireceksin?” Dedi ki “Biz dört kız kardeşiz. Hepimiz okuyabildiğimiz kadar okuduk. Hepimiz akademisyeniz. Babamız bize tek bir şey söyledi: “İnsan dedi, okuduğu sürece ölümsüzdür, öğrendiği sürece’”. Kafama yattı dedim “doğru söylüyorsun.” Çünkü ilkokul beşin sonunda okurken Mina Urgan’ın Bir Dinozor’un Hatıralarını ya da Gezilerini okuyordum içinde şöyle bir şey söylüyordu “Ben bir öğretmenim beni öğrencilerim hatırlayacak. Ben bir anneyim beni çocuklarım hatırlayacak. Ama onlarda gittiği zaman beni hatırlayacak hiç kimse kalmayacak. Bu kitabı bu yüzden yazıyorum. Karanlıkta kaybolmamak için.” Kafamda şu bağdaşlaştı; kaybolmamak için iki şey yapmamız lazım. Öğrenmeliyiz ve üretmeliyiz. Şimdi bunlar bu kadar birbiri ile bağlantılıyken şuan için bu okula ara versek de, dönülecek okullar gidilecek mektepler yanına çırak olunacak üstatlar vardır. Koşturacağız, halledeceğiz. İlgi: Şiiri kurallarla boğmama

taraftarısın. İkinci Yeni’ye bir yakınlık duyuyor musun? Yoksa şiirine yakın bulduğun başka bir akım var mı? İkinci Yeni’yi çok okuduk çünkü çok tatlışlardı. Yani anlatabiliyor muyum çok tatlışlardı. Ben Edip Cansever hayranıyım. Cansever değil de cazsever diyorum ben ona. Çünkü bazı ufak mısralar vardır okuduğunuzda; o kadar öfkelenirsiniz ki ulan ben nasıl böyle bir şey yazamam diye. Nasıl yani et değil tırnak değil bir mendil niye kanar ya bir mendil niye kanar? İkinci Yeni seviyorum, gerçekten ağabeylerimiz güzel şeyler düşünmüş ama şiirin bundan çok daha öte olduğunu da biliyorum. Onların hocalarına, onların da hocalarına... Zaten yakın süreçte kendimi modern şiirin başlangıcına doğru ufak bir yolculuğa attım. İşte Mayakovski ile Volder’le böyle güzel insanlarla tanışma sürecim orada başladı. Oturduğum yerde The Doors’un sözlerine kadar her şeyi mümkün mertebe okumaya çalıştım. Kendimi yakın tutuğum bir akım yok. Keşke fütürist olsak ama o daha hamurumuzda yok. Kitabın tamamını okuma fırsatı bulduysanız şöyle bir şey fark edeceksiniz; tam olarak bir yere koyamayız. Çünkü ilk adım olduğundan ötürü yirmi beş yıllık ömrümün on beş yılının birikimi var içerisinde. Son beş yılın yazımıyla beraber. Nereye çekiştirsen oraya gidecek gibi. Ama geri kalan adımlarımızda biraz daha belli oluruz, biraz daha doğru ilerleriz. Sevgili Türker ağabeyimiz bana sen toplumcu gerçekçisin, Haziran Şairi’sin diyor ama ben içimde o kadar solcu muyum bilmiyorum. Ben sadece insanların dertli oluşuna üzülüyorum. Ve şöyle manasız bir huyum var bir insan dertliyse bende onunla beraber o derdin kölesi oluyorum. Bir bakıyorum


32

beraber ağlıyoruz, bir bakıyorum beraber para kırıyoruz, bir bakıyorum pavyondayız, bir bakıyorum tarladayız. Ama dert sürekli devam ediyor. Belki çileci oluruz. Bilmiyorum, zaten akımlara da çok hakim değilim. Çünkü bu işler biraz da resim üzerinden gidiyor. Resim sanatına hakim değilseniz sanatın genel ilerleyişine o kadar objektif bakamazsınız. Şu sıra okumalarımı onun üzerine yönlendirdim. Ama bir etiketten, bir kurallılıktan değil de; önce bir oturalım, bir kendimizi anlayalım şöyle bir derdimize bakalım. Sonra bir de çözüm düşünelim, sonra ortaya atalım bakalım yoğuralım. Ne çıkıyoruz, çıkardıktan sonra Allah izin verirse böyle elli yıl sonra edebiyat tarihçileri

Ali Haydarhan Yılmaz Küba Fütürizmi, Türkiye’de ki sekizinci… (buradaki kahkahalardan Ali’nin cümlesinin devamı anlaşılmıyor.) Belki, neden olmasın çoluğum çocuğum beni edebiyat kitabında görse ben mezarda bile gülümserim. Çok hoşuma gider. Ama şu an için şiirimin bir kuralı yok. Çünkü duygunun bir kuralı yok. Sen “öfkelendim biraz böyle soldan öfkeleneceğim, aşık mı oldum o zaman her çarşamba gidip şunu yapmalıyım” der misin? Yok. Duyguyu nasıl bölebilirsin? Bak sen ismini taşıyorsun Arzu nasıl dizginlenebilir ki? Zaten tüm mesele dizginleyememek, sen hani bir kadına aşık olmadığın vakit ona baktığın zaman adım attığın zaman bin bir numarayı


33 Ama şiirin kuralı olmaz, olur diyenleri de desteklemiyorum.

bilebilirsin. Ama aşık olduğun zaman yok, bitti, şurası çalışmaz. Bir şey düşünemezsin. Asıl olan, doğru olanda budur. Şiir de bu, çok düşünürsen hata. Ama anlatmak istediğin şeyin orada olup olmadığını anlayabilmek için tabii bir tasarım süreci geçer. Bu kitaptaki şiirler ne yazık ki çok dikkat etmediğim bir an da çıkardığım işlerle dolu ama şuan anlıyorum ki şiir de, her şey de olduğu gibi refleks olarak bir planlama gerektiriyor. Ama bunun kuralları yoktur. Cetvelle ölçemezsin bazı şeyleri veya kilosunu tartamazsın, vakit veremezsin. İçinden bir şey der ki, bir yola girmişsin biraz daha sola git orada oldu, tamam biraz daha sağa git... Bu da kendini anlamakla başlıyor zaten.

Arzu: Kukla oynatmaya ne zaman ve nasıl başladın? Aranızdaki ilişki nasıl gelişti? Ben liseden mezun olmuşum. Gayet resmi okulu kazanamamışız bir yandan işte kendimce sokak tiyatrosuyla uğraşıyorum. İnsanlarla tanışıyorsunuz kaçınılmaz çünkü Ankara’da herkes herkesi biraz biraz tanır. Biraz da yeteneğiniz varsa o insanlara doğru itilirsiniz. Bir baktım Onur Kaya diye bir bey ağabeyin yanında pandomim yaparken bir yanda TBMM’nin karşısındaki meclis’in kreşinde kukla ustasının yanında bir şeylerle uğraşıyorum. Adam bir anda dedi ki “yarın ne yapıyorsun?” “Bir şey yapmayacağım ağabey” dedim. “Tamam” dedi “sabah beş buçukta kalk gelip seni alacağım.” Sabah beş buçukta kalktım pek de yapamam böyle şeyler ama... Geldi, aldı beni bir baktım Sincanlar İlköğretim Okulu’ndayız. “Sahne kur bakayım” dedi “bakalım ne yapıyorsun.” Ben kurdum, “bak” dedi “bu semazen. Bunun adı da çırak çilesi. Bunu bugün sen oynatacaksın.” Şimdi semazen ne yapar? Devilim olarak döner. En sonunda bir selam verdirirsiniz. Şimdi bir makara sistemiyle bu çok kolay yapılabilir değil mi; ama hayır o çırak çilesi. Onu elinizle çevireceksiniz. İki tane spot yüzünüze vururken ve en son ona selam verdirirken o dokuz kilo kukla sizin belinizi kırar. İlk gün orada bir oynattım, çıkarken “aferin” dedi “bu yevmiyen”. “Bir de palyaço kuklasını sana veriyorum.” dedi. “Bir ay onunla çalışacaksın.” Ben eve götürdüm palyaço kuklasını karşıma oturttum. Dedim şimdi ne yapacağız bilmiyorum ama mantık basit, ipi çekiyorsun


34 “ağabey tamam” diyor. Baktım, oynuyoruz oynuyoruz sonra bir baktım ben beş ay boyunca o ahşap adamlar kukla atölyesindeyim; yeri sil Ali Haydar, sigara getir Ali Haydar, çay getir Ali Haydar bilmem ne. O ezoterizm vardır ya hani eğer sen bu sırrı almak için doğru kişiysen buna emek verirsen, sen gerçekten bu yolun yolcusuysan, bu işin erbabı da işin sırlarını sana aktarır. Sevgili Serkan ağabey de sağ olsun bana işin inceliklerini öğretti. Ardından şehir değiştirdiğim için kukla atölyesinden ayrıldım. Ama kukla benden ayrılmadı. Bir baktım evde çoraplarla konuşmaya başlamışım. Sürekli annem bir şey kaybediyor, ben onu bir şeylere takmışım. Defter tellerinden kafa yap yok ne bileyim çamurla bir şeyler yap. Son dönemde ara vermiştim biraz başka işlerle uğraşıyordum. Biraz daha farklı sanat dallarına yönelmeye çalışıyordum. Kadıköy’de sevgili Ata ağabeyle tanıştık. Kendisi kukla ustası. Bir baktım yine çırak olmuşuz. Şimdi de sevgili Bob Fluvy ile yani Bob Marley ama bizim için Bob Fluvy, sokak sokak şehir şehir geziyoruz. Bir yandan da ufak ufak işler öğreniyoruz. Ben sıfırdan kukla yapmayı daha yeni yeni öğreniyorum çünkü gerçekten zor bir iş. İnanılmaz bir emek istiyor tasarım sürecinde, benim kalem tutuşumu gördünüz, sürekli elim titriyor, bir de tasarım, deniyoruz zaten Saçkan’da (yanındaki arkadaşı) bizim atölyemizden. Sevgili dede, Saçkan ve ben bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. İnşallah önümüzdeki sezon tek dileğim şöyle ufak bir Küçük Prens uyarlamasıyla biraz sokakları şenlendirmek. Çünkü iki hafta önce İzmir’deydim ve hayatımın en güzel olayını yaşadım. Normalde böyle birkaç defa

tanınmışlığım var saçma şeylerden. Bir tane Suriyeli ufak bir kız çocuğu geldi bir yerde bir şeyler içiyorum, mendil satacak, bana döndü “aa, getirmedin mi” dedi. “Neyi getirmedim mi?” dedim. Kukla işareti yaptı. Dedim “sen hatırlıyorsun beni”, “hatırlıyorum” dedi. Ben ne zaman böyle şeyler yapsam şehirde çocuklar geliyor yanıma. Çoluk çocuk çok seviyorum bu arada. Bir bakıyorum onlarla oynatıyoruz kuklayı. Şimdi o çocuğun güzelim hatırası var. Sonra elimden tuttu “bak” dedi “sana ne göstereceğim”, bir tane çocuğun yanına götürdü o da ayakkabı


35

kutusundan bateri çalıyor. Beş ay önce İzmir’e gittiğimde biz Bob’la Kıbrıs Şehitliğinin önünde gösteri yaparken o çocuk geldi “bende bir şey yapmak istiyorum, bende para kazanacağım” dedi. Bende ayakkabı kutusu vardı onu verdim dedim ki “git iki sopa vur ritim tut.” Çocuk setini genişletmiş ufak ufak tenekeler, yoğurt kapları ve beş aydır orada bateri çalıyor. Ya işte sokak bu kadar çiçek, bu kadar güzel. Ve kukla da bir kara büyüdür. İnsanı içine aldı mı kaçamazsın. -Yani ben her boş anımda Bob’la dertleşiyorum. Ve o benden daha büyük dertlere sahip.

Çünkü adam sırtını bile kaşıyamıyor ben olmadan. Sıkıntı.- Sonra bir bakıyorsun içindesin; kukla gerçekten çok güzel bir şey. İnsanların sokak sanatçılarına daha duyarlı olmasını, onları sahiplenmesini, onlara destek olmasını ve zabıtalara karşı kötü kötü bakışlarla arkalarında durmalarını öneriyorum. İlgi-Arzu: Teşekkür ederiz! Ali: Ben teşekkür ederim, sigara içmeye çıkalım mı? -Haydi o zaman.


36


37

Güneş Sisteminde Gezinti (4) Muhteşem ve büyük gaz devleri görünüşleriyle ve özellikleriyle insanı büyülüyor / Berk Özdemir Jüpiter ve uydularını geride bıraktığımızda evimizden epey uzaklaşmış oluyoruz. Uçsuz bucaksız evrende hiç mesafe kat etmiş sayılmayız fakat bizim için bu seyahat şimdiki teknolojimizle bile yaklaşık iki buçuk yıl sürerdi. Neyse ki oralara gidemesek de burada, yeryüzünde çok iyi gözlem olanaklarımız var. Eğer Jüpiter’den sonra ne var diye soracak olursanız, belki de Güneş Sistemi’nin en popüler gezegeni, karşımıza 62 adet irili ufaklı uydusuyla, kendi içinde bir sistemmiş gibi olan, meşhur halkasıyla çevrelenmiş Satürn çıkar. İçinde metal ağırlıklı elementlerden oluşmuş çekirdeği ve çevresinde ise buz ve kayalardan oluşan tabaka vardır. Gaz gezegenlerde yüzey oluşumu yoktur. Bu çekirdek bir yüzey değildir ve henüz oraya ulaşılması mümkün değildir. Dünya’nın çekirdeği gibi düşünülebilir. Aynı Jupiter gibi


38 halkalar, gezegene muazzam bir görsellik kazandırır. Genişliğinin bu kadar büyük olmasının yanında kalınlığı şaşılacak derecede azdır: Yaklaşık 100 metre.

atmosferinin çoğunluğu hidrojen ve helyumdan oluşur. Gezegenin yoğunluğu suyun yoğunluğundan azdır. Yani Satürn’ü üzerine koyabileceğiniz bir okyanus olsaydı, yüzerdi. Bu durumun sonucunda da Satürn kutuplarından basık, ekvatorundan şişkindir. Gelelim halkalarına. Biraz önce 62 uydusundan bahsetmiştim. Aslında on binlerce uydusu vardır. Halka aslında binlerce irili ufaklı buz parçasıdır. Yaklaşık 413 bin kilometre genişliğinde olan

Uydularından Titan ise Merkür’den daha büyüktür. Atmosferi olduğu kanıtlanan tek uydudur ve üzerinde kararlı şekilde, bizim gezegenimizdeki gibi, sıvı bulunur. Tabii bu sıvı su değil, doğal gazdır. Hatta Titan’da doğal gazdan oluşan göller ve denizler bile vardır. Ayrıca atmosferinde doğal gaz bulutları oluşur ve bu yüzeyine doğal gaz yağmuru olarak yağar. Yani Titan’da da hava olayları gözlemlenir fakat bu biraz zehirlidir. Bilim insanları Titan’ın bu göl ve denizlerinde doğanın oradaki şartlarına uyum sağlamış canlıların olabileceğini düşünmekteler. Saturn’ü geride bıraktığımızda karşımıza diğer bir gaz devi Uranüs çıkıyor. Büyüklük bakımından dördüncü sırada olan bu turkuaz mavisi gezegenin de halkaları bulunur. Bize göre biraz ters olacak


39 ama Uranüs tam bir tekerlek gibi döner. Yani kutup bölgesi tamamıyla Güneşe dönük vaziyettedir. Böylelikle halkası da yukarıdan aşağı şekilde gözükür. Neptün. Güneş Sistemi’nin sekizinci ve son gezegeni. Gözlemlenmesinden önce varlığı matematiksel olarak keşfedilen ilk gezegen olan Neptün’ün atmosferi Uranüs’ünki gibi sıkıcı değil, aksine hareketlidir. Voyager 2 uzay aracı gezegenin yakınından geçerken Jüpiter’deki büyük kırmızı lekeye benzeyen koyu mavi bir leke gözlemlemiştir. Büyük fırtınaların koptuğu mavi gezegenin üst katmanları yaklaşık -221 santigrattır. Buna rağmen çekirdeği beş bin derecedir ve bu

durum hava koşullarının oluşmasındaki sebep olarak görülür. Kişisel favorim olan Neptün; görünüşüyle, rengiyle, soğukluğu ve sıcaklığıyla, insanı kendine hayran bırakır. Güneş Sistemi burada bitmiyor. Neptün’ün ardındaki gök cisimleri en az incelediğimiz bu gezegenler kadar değerli şeyler olabiliyor. Yıllarca gözlemlenmeyi bekleyen, aynı zamanda gezegenlikten çıkarılan Plüto, Sedna ve diğer cisimler, Sistem’in dışına çıkmayı başaran uzay araçları ve Kuiper kuşağı sonraki bölümün konusu. Uzay, tüm gizemleriyle keşfedilmeyi ve aklın sınırlarını zorlamayı bekliyor. Öğrenilen her bilgi kırıntısının hayret etmenize sebep olması dileğiyle.


40

Bu Sporları Bilmiyorsunuz Fakat bilseniz seversiniz / Ali Genç Dünya üzerinde bilinmeyen birçok spor dalı vardır. Bundan dolayı bazıları başlamadan biterken bazıları zor olsa da devam eder. Bazıları ise gelecek yıllarda futbol ve basketbol kadar seyirci toplama imkânı bulabilirler. Slamball Dünya üzerinde fazla bilinmeyen bu spor Amerikan futbolu ile hokeyin sertliğini, trambolinin eğlencesi ve basketbolun estetiğinin birleşiminden ortaya çıkan zevkli ve bir o kadar da zor bir spordur. Amerikalıların bulduğu bu spor, basketbol sahasında üçlük çizgisine kadar olan trambolinler konumlanarak hazırlanmıştır. İzlemesi çok ama çok zevkli olmasına karşın, oynaması bir o kadar da zordur. Çünkü sakatlık riski en fazla olan sporlardan birisidir. Bu oyunda amaç hücum yapan takımın basketbolda da olduğu gibi sayı atmaya çalışmasıdır. Savunan takım ise olağanüstü sert müdahaleler dahil istediği gibi rakip takımı durdurmaya çalışır. İşin eğlenceli tarafına gelmek gerekirse basketbolda oyuncular hep daha yükseğe zıplamak isterler. Trambolin sayesinde bu hayale kavuşuyorlar. Maçlarda daha iyi smaçlar ve daha iyi bloklar görebiliyoruz. Kurallar 4 periyottan oluşur ve her periyot 5

dakikadır. Üçlük çizgisinin dışından atılan atışlar 3 sayı, içeriden atılan atışlar ise 2 sayı olarak sayılır. Her iki sahada 4’er trambolin vardır ve bunlar üçlük çizgisi içerisindedir. Üçlük çizgisinin içine giren oyuncuya sert müdahale yapılamaz. Cezası penaltıdır. Penaltı ise orta sahadan koşuya başlanır ve bu hücumu penaltı yapan oyuncu savunmaya çalışır. Savunan oyuncu ise pota altından savunmaya başlar. Sepak Takraw Bu spor daha çok Güneydoğu Asya’da oynanır. Futbol ile voleybolun birleşiminden ortaya çıkmış eğlenceli bir spordur. Takımlar üçer kişiden oluşur. Burada ki


41

amaç, topu rakip sahaya atıp yere değmesini beklemektir. Değdiği anda topu atan takım sayı yapar. El hariç vücudun her bölgesiyle oynanır. Dünya çapında ünü

artan bir spor dalıdır. En çok Tayland ve Malezya’da oynanır. Ayrıca bu oyun tam 1829’dan beri oynanmaktadır fakat hala bilmeyen birçok insan var. Kurallar Oyun servis alanındaki oyuncunun servis atışıyla başlar. Yarım dairedeki oyuncu topu servis kullanacak kişiye fırlatır ve servis kullanan kişi topu file üzerinden karşı sahaya atar. Voleyboldaki gibi takımlar topa en fazla üç kere vurabilirler. Karşılamalar 15 sayıdan oluşur. 14-14 berabere olan set iki sayılık fark olana kadar devam eder. Üç set üzerinden oynanır. Takımların 12 oyuncusu vardır. Sahaya her çıktıklarında farklı bir üçlü ile oynamaları gerekir.


42

Sualtı Ragbi’si Bu spor 1960’larda ortaya çıkmış bir spor dalı. Alman dalgıçlar bu oyunu ilk defa 1961’de oynamaya başladılar. Dayanıklılığa dayanan ve oldukça yorucu olan bu spor herkesin bildiği ragbiye oldukça benziyor. Takımlar erkek kadın karışık olabilir. Her takımda altı oyuncu as, altı oyuncu yedek olmak üzere 12 oyuncu vardır. Oyun hızlı ve yorucu olduğu için yedekler sürekli değişiklik için hazır bekler.

Kurallar Oyun, isminden anlaşıldığı gibi su altında oynanır. Oyuncular topu sudan çıkarmamak zorundadır. Üç buçuk metreden beş metreye derinlikte olan bir havuzda oynanır. Oyuncular topu 40 santimetre genişliğinde bir kovaya atmaya çalışırlar. İki Raketli Tenis Tenis herkesin bildiği gibi eğlenceli bir spordur. Televizyondan izlemek daha eğlencelidir. fakat raketi elinize aldığınız an ne kadar zor olduğunu anlayabilirsiniz. Üç saate yakın süren maçlar olabiliyor. Hatta 11 saat süren bir maç bile oldu. Kortu savunmak, sağa sola koşmak oyuncuları yorabiliyor. Bunu önlemek için Prof. Mueller iki raketli tenisi öneriyor. Nedeni ise daha az yorucu olması, sakatlıkları azaltmak ve kol ağrılarını engellemek. El ve göz koordinasyonunu geliştirirken normal zamanda tek raketle yapamayacağınız vuruşları yapmanızı sağlıyor.


43 Kurallar İki elde de raket vardır ve bunun dışında tüm kurallar normal tenis ile aynıdır. Lakros Kuzey Amerika’da gelişmekte olan bir spor dalıdır. Kanada’da en popüler spordur. Gençlerin aşırı ilgisi sayesinde bu spor Kanada’da ulusal spor olarak kabul görür. Kuzey Amerika’da yaşayan yerliler bu sporun Tanrı tarafından gönderildiğini düşünürler. Bundan dolayı eski çağlarda çıkan savaşları ya da kavgaları bu sporla çözmeye çalışırlarmış. Kurulan ilk takım ise Montreal Lacrosse’tur. Yani Fransa’dadır. 1700 yılında kurulmuştur. Kurallar Saha içinde oynama zorunluluğu yoktur. Mesela oyuncular Bilgi Üniversitesi’nin büyük çim alanlarında bile oynayabilir ama müsabakalar futbol sahalarında oynanır. Basketbol ve futboldaki teknikleri burada görebilmek

mümkündür. Dirseklik, kask, omuzluk, ağızlık, eldiven gibi ekipmanlar oyuncuların güvenliği için gereklidir. Bir gol bir sayı olarak nitelendirilir ama 15 yard uzaklıktan atılan bir gol iki sayı olarak nitelendirilir. Berabere biten maçlar uzatmaya gider. Erkek ve kadın oyuncuların bazı kuralları farklıdır. Erkeklerde 10 oyuncu oynarken kadınlarda ise 12 oyuncu sahadadır. Erkeklerde sopayla vurmak yasak değildir. Belden, arkadan ve kafadan vurmamak şartı ile geçerlidir bu kural. Kadınlarda ise ağızlık ve gözleri kapatmaya yarayan gagle adında bir aksesuar takmak yeterlidir çünkü kadınlarda vurmak veya sopayla temas etmek yasaktır. Bu saydığım sporlar gibi çok daha fazla bilinmeyen spor dalı var dünyada elbette. Bu sporlar bildiğimiz sporların karışımı sonucunda ortaya çıkıp şüphesiz çok daha eğlenceli hale gelmiş veya yoktan var edilmiş, tanıdık gelmeyen sporlar. Bilmediğiniz sporların devamı gelecek. Burayı takipte kalın.


44


45

Bahara Giriş 101 Playlist’i / Muratcan Çelebioğlu

Soğuk havaların verdiği yorgunluk ve bitkinlik üstüne gelen vizeleri daha rahat atlatmanız ve biraz da neşe vermek için, yavaş yavaş bahar da yüzünü göstermeye başlamışken bir playlist hazırlamadan geçmeyelim istedik.

Üniversitenizin çimlerine uzanın, arkadaşlarınızla baharın tadını çıkarın, müziği de yanınızdan eksik etmeyin.

Link https://goo.gl/eq0Mf5


46

Gerçekler Üzerine Bir Ulaşım Komedyası Bin bir çeşit insana rastlayabileceğiniz toplu taşıma araçlarında geçen acısıyla, tatlısıyla ve hatta komedyasıyla birçok anımız var / Ömer Faruk Canat “Nedir bu trafiğin hali? Görebildiğim tek şey kıpkırmızı fren lambaları, karnımı acıktırdı şu renk! İllallah ettim, lanet İstanbul trafiği!” Böyle bir trafiğe ev sahipliği eden İstanbul’da her biri üzerine farklı hikayeler anlatılacak toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz. Toplu taşıma araçları bir çeşit sosyalleşme alanı bile oldu günümüzde. Minibüsler... “Bir öğrenci uzatır mısın?” yahut “Bir üniversite öğrencisi alır mısın?” şeklindeki ricaları duyabileceğimiz minibüsler, kısa yolların baş tacıdır. Güzergahındaki herhangi bir yol kenarından el kaldırarak işaret verdikten sonra binebileceğiniz ama kolay kolay inemeyeceğiniz bu araçlarda sarsıntıyı minimize etmek adına hayat kurtaran bir yöntem vardır. Bu yöntem denenmiş ve onaylanmıştır. Yüz ölçümü küçük olan İstanbul’un her yerinde bildiğiniz gibi tümsek/kasis var ve bir minibüs yolculuğu sırasında mutlaka bu kasislerden geçerken boyun kıracak şekilde şiddetli sarsıntıya maruz kalacaksınız. Yıllarca minibüs şoförlüğü

yapıp terfi edemediğinden midir bilinmez, kin güden bu şoförler her seferinde ön tekerlekleri tümsekten yavaşça geçirip gaz pedalına abanırlar. Arka tekerlekler kasisten hızlıca geçer. Bu yüzden arka taraflarda olan yolcular şiddetli sarsıntıya maruz kalır. Kapitalist düzen gibi, ön taraflarda sosyal statüsü yüksek olan, yaşam standardı iyi olan insanlar varken


47

arkada garibanlar var. Siz mümkünse önlere doğru ilerleyin, arkalar dolsun taşsın. Bunun tek dezavantajı para uzatmak için gelen ricalardır. Kulaklığı takıp müzik dinlemek mümkün değildir. Gözlerinizi kapatıp müziğin ritmine veremezsiniz kendinizi, kendi çapınızda müzik klibi çekemezsiniz. Ambiyans: Kulaklığınızı takmış ve

Metallica’nın klasikleşmiş, 6/8lik bir ritmi olan “Nothing Else Matters” şarkısını dinliyorsunuz. Adeta klip çekiyorsunuz. Burnunuza denizle karışık demli çay kokusu geliyor. Aklınızdaki hatun kişinin size gülümseyişini hatırlıyorsunuz... Kulaklık: So close no matter how far Ricada bulunan yolcu: Kardeş bir Beşiktaş uzatır mısın?


48

Siz: Bir Beşiktaş... Kulaklık: Couldn’t be much more from the heart Ricada bulunan yolcu: Kardeş... Kardeş. Hop! Şuradan bir Taksim alsana. Siz: Bir tane de Taksim varmış şoför bey, hayret(!). Kulaklık: Forever trust in who we are Ricada bulunan yolcu: Kardeş... Siz: Hay kardeşin batsın! Kulaklık: ...and nothing else matters. Kendileri uzatamıyorlar sanki! Öz çekim fotoğraflarında kolları gereğinden fazla uzanan bu insanlar bir türlü şoföre uzanamazlar. Omuzunuza dokunurlar, masaj gibi olan bu titretmeli dokunuş zaman geçtikçe şiddetlenir ve sert bir hal alır. Omuzu çıkaran, para uzatma isteğinde bulunan yolcunun kuvveti değil sürekli temasıdır. Otobüsler... Ben ömrümde birbirini tanımayan ama birbirine bu kadar çok temas eden bir insan topluluğu görmedim. Tacizci adileri kastetmiyorum. İstemsiz biçimde sürtünmeyi kastediyorum. “Tutunamayanlar.” Ön kapıdan doluşup şahane bir bölge bulduktan sonra oraya demir atan çakma kaptan-ı derya gibi tavır sergileyen, vurdumduymaz, kendi halindeki insanlar yüzünden ön tarafları kalabalık lakin arka tarafları havadar olan toplu taşıma araçlarıdır

bunlar. Güzergahı kodlarıyla belirlenmiş bu araçları kodlarına göre tercih eder ve binersiniz. Günümüz toplumunda “Kaptan orta kapı!” diye seslenmek ayıp ve gülünçtür. Butonlara basarsınız inmek için. Yalnız bazı otobüslerde monitörler çalışmaz. Monitörün temassızlığı vardır, görüntü gitmez. Bu durumda ineceğiniz durağı bilmeden geçebilirsiniz. Bu yüzden ineceğiniz durağa yakın bir yerden, yol kenarlarında bulunan köklü markaların binalarını bilincinize kazıyın. O binaları görür görmez basın butona. Metrobüsler... Son iki yıldır abonesi olduğum toplu taşıma araçlarından metrobüs, birçok anıma ev sahipliği yapmaktadır. Lanet olsun, çok kalabalık! 1980 ve 1990’lı yıllarda akım olan “Seni yeneceğim İstanbul!” cümlesi günümüzde klişe oldu çünkü İstanbul o kadar kalabalık oldu ki koskoca İstanbul küçücük kaldı gözümüzde. “Seni dopingsiz bile olsam yenerim İstanbulcuk.” Öyle insanlar kullanıyor ki bu araçları; Scarlett Johansson gibi kadınlar, Robert Downey JR gibi adamlar... Öyle şık giyimli insanlar gördüm ki... O beyefendi yahut hanımefendi tavırları boş metrobüs durağa yaklaşana kadarmış ne yazık ki. Durakta o insanlarla birlikte metrobüs beklemek size kendinizi bir çeşit arzulanan mükemmel dünya için çabalayan bireylerden biri gibi


49

hissettirir fakat o boş metrobüs durağa yanaştığında bu beyefendiler, hanımefendiler birbirlerini ezerler. Zombi istilası parodisi halini alır o insana saygı duyulduğu sanılan kısacık an. Hani şık bir beyefendiydin? Hani göz kamaştıran bir hanımefendiydin? Ne oldu sana? Ne oldu size? “N’oluyor Allah aşkınıza!” dediğiniz andır bu. Şeker yüzlü, bastonuyla ağır hareket eden amcalar, teyzeler... Aman! O da ne? Onlar da koltuk sevdalısı. Gençleri ezen yaşlılar. Durun, gençliğin şuuru, ahlakı henüz tamamıyla yitirilmedi. Siz ağır hareket edin. Siz ayakta kaldığınızı

sanın. Yüreği burkulan bir genç sizin o halde ayakta durmanızdan rahatsız olacaktır. Size elbette yer verecektir. Bari siz yapmayın. Düşemeyeceğiniz kadar kalabalıktır metrobüsler. İğne atsanız “Havada durdum, şahitlerim var.” diye bağıracak. Yine bir yorgunluk fışkıran güne denk gelen metrobüste ayakta uyuma anımdır. Bir gün demirlerden tutunmuştum, uyuyakalmışım. Metrobüsü bilirsiniz, trafik olmaz. Lakin şoför keskin frenler yapıyor devamlı. Ani frenlerden birinde kafamı demire çarpmıştım. O an acıyla uyanıp


50 etrafıma baktım, benim bu gülünç halimi fark eden var mı diye. Herkes kendi halindeydi. Tekrar uyuyakaldım. Bu sefer daha şiddetli biçimde çarptım ve acıyla uyandığımda bir kişinin kendini tutamayıp kahkaha atması üzerine öfkelenip “Pardon!” diye seslenerek en öne, şoförün yanına kadar gitmiştim; Ben: Sen minibüs şoförlüğünden mi terfi oldun? Şoför: (Konuşmadan, yalnızca el işaretleriyle) Ne oldu? Ben: Ne bu ani frenler? Ne yapıyorsun sen? Önün bomboş be adam! (Şoför eliyle butonlardan birine basıp anons çekti.) Anons: Şoförle konuşmayınız. Bu da hikayelerimizdeki Beyaz masaya şikayet etmeye yeltenilen lakin her seferinde üşenilip vazgeçilen anlardan biri. Minibüsler, otobüsler ve metrobüsler... Hepsi daha rahat ulaşım sağlamamız için tasarlanmış. Tasarlanmış ama burası İstanbul. Kalabalık ve izdiham malum.

Tabii hal böyle olunca yorgunluk ve bitkinlik de kaçınılmaz oluyor. Ancak kaçışın pek mümkün olmadığı bu anları mümkün mertebe eğlenerek geçirmek mümkün olabiliyor. Bunun için çevrenizi izlemeniz yeterli. Ben de bu “Köşe”de güzelim İstanbul’un kalabalık nüfusuna hizmet vererek ulaşım sağlayan toplu taşıma araçları hakkında, tebessümümden dökülen birkaç anımı ve buralarda hayatta kalabilmek için bulmuş olduğum naçizane birkaç önerimi paylaştım. Sürç-i lisan ettim ise af ola.


51


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.