/49
e t e z r e niv
ü
eyecan H k l İ nser zon! _İlk Ko y değil, Trab kö _Kara Ticket s s a P _
zete
Sayı: 49 / 2014 Genel Yayın Yönetmenleri Günseli Naz Ferel Yazı İşleri Ali Berhan Memişoğlu Demet Açıkgöz Oğuzhan Karakaş Yazılar
İLK KONSER İLK HEYECAN
KARAKÖY DEĞİL, TRABZON!
PASS TICKET
RİNGE DAVETLİSİNİZ
QUINN’İN MANİFESTOSU
SİZİ BELGESEL İZLEMEYE DAVET EDİYORUZ!
Defne Tütünce Duygu Taneri - Efe Metin Demiralp İlayda Gencer - İrem Topçuoğlu Mert Ofluoğlu - Nesil Arıyürek Fotoğraflar: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
#BerkinElvanÖlümsüzdür Berkin Elvan, Haziran ayında evden ekmek almak için çıktığında polisin attığı gaz fişeğiyle başından vurulmuştu. 269 gün boyunca komada direndi. 7 Mart günü kalbinin durduğunu öğrenen herkes Okmeydanı’nda toplandı. Berkin yine direnmişti, kalbi atmaya devam etti. Bu süreçte 45 kilodan 16 kiloya düştü. Gün gün eridi. Uyanmasını bekledik, ta ki 11 Mart sabahına dek. Berkin’i 11 Mart sabahı Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Abdullah Cömert’in, Medeni Yıldırım’ın yanına uğurladık. Berkin’in mücadelesinin sonlanmasına aylar önce sebep olanlara; bilmeyen, hatırlamayan ‘ben yapmadım’cılara rağmen direnmeye devam edeceğiz.
Başımız sağolsun, Berkin bizimle. Üniverzete
4
İlk Konser İlk Heyecan İsimleri Fransızcada ‘limon’ anlamına gelen, 2012 yılında şimdiki haline bürünen ve çoğunlukla Alternative, Funk Rock, Blues, Blues Rock ve Rock’n Roll tarzlarda, bazen de ‘kafasına göre’ çalan Citron grubu bu hafta Üniverzete’de!
Ayrıca Shaft sahnesinin Yavuz Çetin’i de ağırlamış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Muhabbet muhabbeti açtı: CItron
Defne Tütüncü
İlklerin Sahnesi, Shaft Citron grubunun ilk konserine ev sahipliği yapan Shaft, 1999 yılında Jazz ve Blues dinleyici kitlesine ulaşmak amacıyla kurulup, 2002 yılı itibarıyla bu kitlesini genişletip Rock ve Hard Rock dinleyicilerine de hitap etme kararı ile yola devam etmiş. Shaft amatör gruplara da sahne açarak, gönüllerde taht kurma adaylığını da koymuş bile.
Bilirsiniz müzik gruplarının samimiliği öyle çok sık rastlanan bir durum değildir. Çoğunlukla enstrümanlarına odaklanmış, şarkının içinde kaybolmuş müzisyenlerle karşılaşırız. Tabii ki enstrümana odaklanmadan çalmak mümkün olmasa gerek ama önemli bir konuyu unutmamak lazım, o da izleyicilerle iletişimi koparmamak. İşte Citron’da dikkatinizi çekecek olan bu.
5
gelen “Citron” koymaya karar verdik. Çok da iyi çok da iyi güzel oldu “Citron”. Grubun şimdiki halinde de seviliyor isim, sıkıntı da yok pek. Grup oluşturma fikri nasıl ortaya çıktı? Bir de merak ettiğim şey, birbirinizi tanıyor muydunuz? Yani ne kadar eskiye dayanıyor bu grup?
Citron izleyici ile iletişimi koparmıyor, böylelikle de herkes daha çok keyif alıyor. Geniş repertuvarları her türden dinleyiciye hitap ederken, her bir grup üyesinin başarısı, becerisi de gözlerden kaçmıyor. İlk konserini veren Citron, izleyenler tarafından tam puan almışsa hiç şaşırmayız. Grup üyeleri ile gerçekleştirdiğimiz röportaj, Citron’u tanımak için iyi bir başlangıç olabilir: Öncelikle grubun ismiyle başlayalım. Citron isminin oluşum hikayesinden biraz bahseder misiniz? İsim tek bir kişinin fikri miydi? Deniz Aydın: Grup ilk kurulduğu zamanlarda eski üyeler arasında bir limon muhabbeti sonrası grubun ismini Fransızca limon anlamına
D.A: Grubun gitaristi Cem ile lise zamanından beri tanışıyoruz, onun sayesinde diğer gitarist ve kurucu eleman olan Erdem ile tanıştım. Bana zaten o aralar bir grupta olduklarını, müzikle uğraştıklarını söylemişlerdi, Cem de arada sırada gerek olunca konserlerde gitarist olarak çıkıyordu. Daha evvel hazırlıkta tanışmış olan Birtan, Emre ve Erdem diğer arkadaşlarıyla bir müzik grubu kurmuşlardı ve ben de hevesli bir basçı olarak onlara ihtiyaçları olduğunda katılacağımı belirttim. ‘Bıyıklı adam’ olan vokalimiz Birtan’ın doğum gününde Emre ve Birtan ile tanıştım, aramızda oluşan ve erkeklere has hani o romantik olmayan ama çılgın elektrik sayesinde birbirimizi epey sevdik, seviştik. Birkaç hafta sonra gruba katıldım ve hunililer gibi eğlendik. Grubu oluşturma fikri de iyi anlaşan birkaç sapın amacı eğlenmek ve eğlendirmekti bildiğim kadarıyla. Bu arada yeni baterist geldi Mert, manyak çalıyor mutlaka dinleyin onu. Ben de iyiyim. Müzikle ilgilenmeye nasıl ve ne zaman başladınız? Beğendiniz, ilham aldığınız sanatçılar var mı?
6
Emre Erginsoy: Müzikle ilgilenmek genel bir tanım. Sanırım ilk dinlediğim ninniden beri iyi bir müzik dinleyicisiyimdir. İlkokuldaki müzik eğitimleri de bu işin eğitim olarak başlangıcı
sanırım. Ama severek ve kendimi vererek bir enstrüman çalmaya, müzik yapmaya başlamam liseye başladığım yıllara denk geliyor. Beğendiğim çok fazla
7
yana kullanmamı sağlayan, bana ilham verenler: Keith Jarrett, Herbie Hancock, Aydın Esen, Kenny Kirkland ve Brad Mehldau gibi piyanistlerdir. Müziği tek kelime ile anlatmanız gerekseydi nasıl anlatırdınız? Cem Kimverdi: Türkçe karşılığı “Ruh Hali” olan bir kelimeyle: “Mood”. Aslında ingilizcesinden anlamak daha kolay. Zaten bir müzik terimi olarak da kullanılır. Müzik insanların ruh halini anında değiştirebilen, bazı durumlarda da o ruh haline eşlik eden bir sanat türüdür. Yazılı ve görsel sanatlardan çok daha hızlıdır. Bir şarkının temposu ve ilk iki vuruşu sizin modunuzu değiştirmeye yetebilir. Hayatınıza bir film “soundtrack”i tadında eşlik edebilir. Neşenize neşe de katabilir. Kitap okumayan olabilir, resimle ilgilenmeyen olabilir, ama müzikten hazzetmeyen insan yok denecek kadar azdır. O yüzden de ruh halimizi etkilemede bu kadar etkili olduğunu düşünüyorum. İleriye dönük planlarınız var mı? Nasıl ilerlemeyi düşünüyorsunuz?
sanatçı var, ama Jamiroquai ve Beady Belle en beğendiklerim ve dinlemekten pek vazgeçmeyeceklerim arasında. Çalmaya başlamadan hemen önce dinlediğimde tercihimi tuşlu çalgılardan
Birtan Şengüler: Sanırım müzik açısından ileriye dönük ortak bir planımız yok. Birlikte çok eğleniyoruz. Bizi dinlemek için gelenlerin de eğlendiğini düşünüyoruz. Çok güzel geri dönüşler aldığımız oluyor. Ayrıca hepimiz bir yandan üniversite eğitimine devam ediyoruz. Kısacası eğlendiğimiz ve yorgunluktan ölmediğimiz sürece birlikte çalmaya, eğlenmeye devam edeceğiz.
8
CHEF EDWARD’S
9
KARAKÖY DEĞİL, TRABZON! Karaköy bağımlılığı da bir yere kadar! Hatta en iyisi biraz İstanbul’dan uzaklaşıp, Trabzon’daki kafelerden birkaçını keşfetme vakti. Bu kafeleri Karaköy’dekilerden ayırt edemeyeceksiniz. Mert Ofluoğlu
SOHO GREEN’S
Time’s Coffee Trabzon’un en son açılan kafelerinden biri olan Time’s, aynı zamanda restoran olarak da hizmet sunuyor. İçeri girdiğimizde dikkatimizi ilk çeken şey, duvarlardaki çeşit çeşit saatler. Yani adının hakkını veren bir mekan Time’s. Ne var ki, saatler yalnızca dekorasyon olarak kalmış, çünkü hiçbiri çalışmıyor! Pasta, kahve ve hellim peynirli salata kafenin en çok tercih edilen çeşitlerden. Fakat yiyeceklerin tadı her yerdekinden pek de farklı olmadığından, astronomik fiyatlar başta biraz gereksiz kaçıyor. Ayrıca bir iş merkezinin terasına konuşlanmış olan Time’s, manzarasının da öyle yemyeşil bir Trabzon olduğunu sakın ha sanmayın! Kafenin manzarası yüksek yüksek binalar arkasından göründüğü kadarıyla azıcık Boztepe. Ancak yine de Time’s,
kendine özgü şık dekorasyonuyla müşteri kitlesini çoktan oluşturmayı ve şimdilik korumayı başardı. Mitra Meydanın tam ortasındaki Mitra kafenin önünden geçerken, kendinizi kısa bir an için Fransa’da zannedebilirsiniz. Küçük bir yer olmasına rağmen ev sıcaklığındaki sevimli iç dekorasyonu ve kaldırıma dek uzanan masalarıyla Mitra, beş saati için de şehrin en uygun kafelerinden. Açıldığı günden beri bu Avrupai atmosferini koruyan Mitra’nın müşteri profilinde de Trabzon’a gelen yabancı turistler çoğunlukta zaten. Güzel haberse kurabiyelerin, keklerin ve dondurmaların çoğunun ev yapımı olması. Yolunuz bu taraflara kış aylarında düşerse, nefis sahlepten de tatmanızı şiddetle öneririz. Son olarak Mitra’nın tüm bu
10
MITRA artılarına bir de fiyatlarının çok uygun olmasını ekleyelim. Soho Green’s Israrla araştırmamıza rağmen, Soho Green’s’in eşine benzerine başka yerde rastlayamadık! Her tarafını yemek istediğimiz iç dekorasyonu ilk başta belki de o büyük Marilyn Monroe tablosundan ötürü hoşumuza gitti, ama hayır, buranın tasarımı gerçekten muhteşem! Trabzon’da sıcak mendil uygulamasını başlatan ilk kafe ve restoran olan Soho’da, ister içerideki koca koltuklarda yayılın isterseniz dışarıdaki masalara kurulun. Soho’nun güzellikleri ise dürümleri ve pastaları. Vira Trabzon’un kafelerin çokluğu açısından Karaköy’ü diyebileceğimiz bir yer varsa, orası da Beşirli’dir! Şehirdeki her kafe bir tarafta, Beşirli’de açılan kafeler diğer taraftadır. Son yıllarda, apartmanların altında peş peşe açılan kafeler Beşirli’yi
tam bir cazibe merkezi haline getirdi ancak zirvede uzun süredir Vira var. Özellikle pizzaları ve ekleriyle bilinen Vira’dan çıktıktan sonra sahile geçerseniz, Karadeniz’in kıyıyı döven dalgalı sularına taş atabilirsiniz. Edward’s Coffee Meydandaki bir pasajın girişindeki tenis
11
SOHO
ve golf temalı küçük bir kafe: Edward’s Coffee. Belki de bu nedenle İngiltere kırsalını ve hatta ekose deseni çağrıştırıyor tasarımı. Önceleri öğrencilerin ders aralarındaki uğrak yeri olan bu kafe, artık herkesin gittiği bir yer. Tost ve sandviç çeşitleriyle bilinen Edward’s Coffee’ye giderseniz, bizim için mısır taneli Marmaris tostundan söyleyin!
Chef Edward’s Kısa süre önce açılan Chef Edward’s, kafe tanımında çıtayı iyice yükseltti. Nostaljik tasarımı ve biri avlusunda diğeri içeride olmak üzere sergilediği iki eski otomobille adeta kalite kokan konsepti, astronomik fiyatlarla biraz gölgelenebilir, ama buraya bir restoran olarak da giderseniz asla pişman olmayacaksınız.
Pass TIcket Üniverzete’nin yeni yazı dizisi ‘’Pass Ticket’’ın ilk yazısı sizlerle. Cape Town’a hoşgeldiniz! Nesil Arıyürek
13
Finaller bitti, dersler geçildi ve tatil resmen başladı. Peki bu Şubat soğuğunda nereye gidilseydi? Yıllardır hava trafik kontrolörü olan sevgili annem ve ben, çoğunlukla Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok farklı ülkeye gitmiştik fakat son zamanlarda annem gözünü uzaklara dikmiş düşünüyordu. ‘Birlikte nasıl gideriz?’, ‘O yola dayanabilir miyiz?’, ‘Ne yaparız, ne ederiz?’ derken bir de baktık biletlerimiz onaylanmış dünyanın bir diğer ucunda kalacak otel bakmaya başlamışız. Dünyanın bir diğer ucu, Cape Town, biz bunun üstesinden gelebilir miydik? Çok kısıtlı bir sürede 6 günümüzü planlamamız gerekiyordu ve hızlıca tanıdıklara danışıp internetten araştırmalar yapmaya başladık. 6 gün kimi yer için çok fazla olsa da acaba Cape Town’ı gönlümüzce gezmek için yeterli miydi? Evet, sadece Cape Town’ı gezecekseniz 6-7 gün oldukça yeterliymiş. Bununla birlikte yolculuğun en az 11 saat -ya da bizimki gibi 24 saat- sürdüğünü unutmamanız gerekir. Uçuşunuzu ayarladıktan sonra otel bakmaya geçebilirsiniz ki bu üzerine en kafa yormanız gereken konulardan biri olabilir. Öncelikle bize gelen uyarılar şehrin pek güvenli olmadığı yönündeydi ve olabildiğince merkeze yakın oteller seçmemiz önerildi. Bu sebeple ucuz konaklama için Green Point veya Sea Point, daha lüks konaklamalar için de V&A Waterfront bölgesi tercih edilebilir. Biz tercihimizi Green Point’ten yana kullandık ve sıradaki
14
adıma, tur bulmaya geçtik. Bu noktada çok uğraşmanıza gerek yok çünkü dilerseniz bizim gibi Türkiye’den gelen turistlerin oluşturduğu bir ekiple 2 günlük tur ayarlayabilirsiniz. Toplamda iki kişi 240 dolar tutan bu tur, sizi Ümit Burnu, Fok Adası, Doğal Penguen İzleme Alanı, Masa Dağı ve Stellenbosch Kasabası gibi yerlere götürüyor. Z a m a n ı n d a İ n g i l t e r e ’n i n v e Hollanda’nın sömürgesi olan Güney Afrika hala bu iki ülkenin kültürünü içinde barındırmakta ve bunu gezdiğiniz her yerde görebilmek mümkün. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yalnızca %8.9’u beyaz ırktan oluşmuş olmasına rağmen Cape Town’da ağırlıklı olarak bulunmaları sebebiyle biz onları daha sık görüyorduk. Özellikle Stellenbosch’ta dikkatimi çeken bu
15
anlamıştım. Bu üzücü tespitimden sonra ise turumuz sonlarına gelmiştik ve otelimize döndük.
konu beni biraz üzdü, artık ırkçılık yapılmasa da siyahlar ve beyazlar bazı bölgelerde keskin bir şekilde birbirlerinden ayrılıyordu ve siyahların ‘potansiyel bir suçlu’ olarak görülmesinin sık rastlanan bir şey olduğu
Aslında bu çıktığımız en plansız tatildi ve ‘’2 günlük tur bitti şimdi ne yapacağız’’ gibi serzenişlerde bulunmaya başlamıştık ki tekrar Cape Town’un büyüsüne kapıldık ve bu sefer kendi turumuzu kendimiz yarattık. Öncelikle benim kesinlikle ‘‘renkli evler’’ diye adlandırdığım Bo-Kaap bölgesini görmem lazımdı. Bu vesileyle daha önce her yere taksiyle gitmemize rağmen bir de minibüsü denedik ve Bo-Kaap’a kazasız belasız vardık. Ben elimde harita ‘’Hani nerede bu renkli evler?’’ diye dolanırken cıvıl cıvıl
16
renkli evler hemen gözüme çarptı. Bir sokaktan çıkıp diğerine gire gire fotoğraflar çektikten sonra 36 derece hava bizi bayılma noktasına getirdi ve kendimizi bir cafeye attık. Ama ne cafe! Ben kendimi bir çeşit cafe kaşifi olarak tanımlarım ve hep değişik yerler görmeye çalışırım fakat bu sefer tesadüfen bulduğum Haas adlı cafe beni benden aldı. Sanat, güzel kahveler, lezzetli yiyecekler, sanat, dekorasyon, cici garsonlar ve biraz daha sanat... Hayatımda o zamana kadar gördüğüm tüm güzel cafelerin birleşimiydi adeta. Üstelik bizim para birimimize göre de hiç pahalı değildi, hatta diğer gittiğimiz yerlere göre bile pahalı değildi. Oldum olası ‘‘cihangir cafesi kazığı’’ndan hoşlanmayan biri olarak burayla ilgili bunu fark etmek beni bir kez daha mutlu etmişti. Kalan tüm günlerimi orada geçirebilirdim fakat biraz dinlenip eksta doyurucu yemeklerimizi yedikten sonra bizi bekleyen 3 kmlik yolcuğumuza çıkmak zorundaydık. Hava hala 36 dereceydi ve yoldan kesinlikle rastgele taksi çevirmememiz konusunda uyarılmıştık. Biraz minibüs bekledikten sonra gelmeyeceğini anlayıp malum yürüyüşümüze başladık. İstanbul’da olsam o sıcakta Beyoğlu’ndan Karaköy’e bile yürümezdim fakat ha geldik, ha şimdi diye diye o 3 kilometreyi yürüdük. Vardığımız yer ise genelde akşam vakitlerimizi geçirdiğimiz oldukça turistik bir mekan olan V&A Waterfront’tu. Waterfront aslında bir liman ve çevresinde alışveriş merkezi ve yemek yeme alanları var. Akşam yemeğini orada yiyip bir günü daha bitirmişken ertesi gün de annemden
denize -çok pardon okyanus diyecektim- gitme fikri çıktı. Benim için havuzmuş, denizmiş, okyanusmuş hiç fark etmese de annem ‘‘Buraya kadar geldim okyanusta yüzeceğim!’’ dedi fakat en meşhur sahillerden biri olan Camps Bay’e kadar gitsek de okyanusun soğuk suyu annemi ancak ayağını sokup kaderine razı olarak güneşlenmeye itti. Okyanus’a giremeyince çok durmadan otele döndük ve akşam eğlenmeye gideceğimiz için hazırlık yapmaya başladık. O akşam Mama Afrika isimli değişik
17
bir bara gittik ve Afrikalı bir grup eşliğinde şarkılar söyleyerek güzel vakit geçirdik. Beynimize yerleştirilen korkularımızdan dolayı genel olarak Güney Afrika bizim için bir gündüz gezmesiydi, geceleri tıpış tıpış otelimize dönüp uyumayı tercih ediyorduk. Ve sonunda ayrılık günü gelip çattığında ben tekrar Haas’a gitmek istedim ve garsonla yaptığım kısa sohbetin sonunda almayı en çok istediğim şeyi de nereden alabileceğimi öğrenmiş olmanın mutluluğuyla tekrar Waterfront’a koştum. Güney
Afrika’nın olmazsa olmazı; Rooibos çayı! İstanbul’da birçok kez deneme fırsatı bulup çok beğendiğim bu çayı anavatanından almadan dönmek olmazdı ve geldiğimden beri nerede bulurum diye araştırıyordum. Aslında başından beri burnumun ucunda olan bir Tea Shop’tan satın aldığım Rooibos Vanillaları da içmeye beklerim herkesi! Son amacımı da gerçekleştirdikten sonra arkama dönüp baktığımda çok eğlenceli bir tatildi ve bu kısa yazıyla anlatılması kesinlikle mümkün olmayan Cape Town’ı kesinlikle gidip kendiniz görmelisiniz!
18
Ringe Davetlisiniz Haftalık yayın yapan WWE’yi, biraz daha yakından tanımak ister misiniz? Eğer cevabınız evetse, doğru yerdesiniz. WWE dünyasına hoş geldiniz. Efe Metin Demiralp
19
World Wrestling Entertainment, yani WWE, Amerika’da kurulmuş olan özel bir eğlence şirketidir. , profesyonel güreş şovlarıyla Amerika’nın popüler bir spor etkinliği olmuştur. Ana işi “güreş” olmasına karşılık müzik, film ve kendi lisansıyla yaptığı ürünleriyle ününe ün katmıştır. Tarihine gelecek olursak 1952 yılında Jess McMahon ve Toots Mondt tarafından kuruluyor. 2011 yılından itibaren de yaklaşık 320 şehir şovu ve 36 milyona yakın izleyicisine, 150’den fazla ülkede yayın yapıyor. “PG area” geldiğinden beri yani genel izleyici konumunda olduktan sonra güreşten çok eğlence bazlı şov olarak gösterilmeye başlandı. Eğlence denildiğinde de akla şu gelmeli: Senaryolaştırmış bülten ve koreografili maçlar. Peki WWE için senaryolaştırılmış ne demek? WWE’nin kendine has yaratıcı yazar grubu var. Belli bir zamana kadar ne yapılacağı belli ve bu doğal olarak seyirciler tarafından bilinmiyor. Ancak koreografiyi değiştirdikleri zamanlar da oluyor tabii ki. Farklı yazar arayışları da mevcut. Ancak son söz her zaman Mr. Vince McMahon’da çünkü daha çok onun istediği şampiyonlar ve onun istediği yıldızlar şovda ön planda tutuluyor. McMahon, gerçekten inandığı güreşçilere kadrosunda yer veriyor ama seyirciler sevdiği halde şampiyon olarak kullanmadığı kişiler de var. Koreografili maçlar denildiğinde, senaryoya göre maçın harekâtını
değiştirildiğini düşünebiliriz. Yani, maçı başından beri kimin yeneceği bellidir. Güreşçiler maçı kendi isteklerine göre yürütemezler. Aksi takdirde ya kovulurlar ya da uzaklaştırma alırlar. Her zaman tartışılan konulardan biri ise şudur: “Gerçek değil ve sakatlanmalar yalan”. Bu konuda ise diyebiliriz ki sakatlanmalar her spor dalında vardır. Güreşçiler birbirleriyle doğru zamanda ve doğru uyumu sağlayamazlarsa sakatlanma riski vardır. Hazır Vince McMahon demişken biraz Vince’i tanıtmak gerek. WWE’nin kurucusu ve CEO’sudur. Belki de profesyonel güreş federasyonunda en iyi tanınan kişidir. Vince McMahon’ın babası da World Wide Wrestling Federation’da (WWWF) güreşçiydi. Babası onun güreşmesine izin vermedi fakat Vince güreşle çok ilgiliydi. Babası bir süre sonra bunu fark edince yolunu açtı. Babası, 1972 yılında Vince’e bir görev buldu ve spiker olarak başa geçti. WWE’nin başkanın güreşle resmi olarak tanışması bu kadar eskiye dayanmış oluyor. Vince McMahon sadece spikerlikle yetinmedi, güreşti ve daha sonra World Wrestling Federation’ı (WWF) satın aldı. En son güreş maçı 2010 yılında WWE’nin en önemli geçesi olan WrestleMania 25’teydi. Şu aralar uzun dönemli olarak televizyonlarda gösterilmese de ekranın arka yüzünde hala sahibidir ve CEO’su olarak devam eder. WWE’ye geri döndüğümüzde en görkemli zamanı “The Attitude Era” zamanıydı. Yani bu dönem 1997-2001 yılını kapsar. Bu dönem WWF’in yani World Wresling Federation zamanıdır.
20
Daha sonradan ismi WWE olmuştur. Direkt olarak bilinen iyi ve kötü karakterler vardır. Ayrım yapılır, eğer birisi karşı tarafa geçerse büyük bir olay gibi sayılır. Kan, sakatlanmalar en çok bu dönemde yer alır. 1997 yılında tek WWE yoktur. Rakipleri ise World Championship Wrestling(WCW)’dir. İyi bir benzetme yapmak gerekirse Türkiye’den Fenerbahçe ve Galatasaray gibi büyük iki gruptur. Ratinglerini yükseltmek için ellerinden ne geliyorsa yapmaya çalışırlar. WCW o zamanlar iyidir ve WWF’nin o zamanların diktatörü olarak gösterilen Vince kötüdür. Galip WWF’dir yani WWE. Mike Tyson’ın WWF ekranlarında gözükmesi medyada büyük bir yankı uyandırır ve önemli bir imza atmış olur WWF. 1999 yılından sonra WCW’un düşüşü başlar ve WWF şirketi alır. Birçok güreşçiyi kendi şirketine getirir. Belki de en büyük
hataları Sting’i (Steve Borden) WWF’e bağlayamamaları olur. WWF ise bir süre devam eder yayına ancak 2002 yılında bildiğimiz WWE olarak değişir. 2004 yılında da şirketi genişletmeyi düşünerek daha genç yıldızlar sahne almaya başlar. Şovları ayırma gibi birçok yola başvurur WWE. Bu zamanlar Ruthless Aggresion adı altında toplanır. Eski yıldızlar ayrılırken (Steve Austin ve The Rock gibi), yeni yıldızlar gelir (Rey Mysterio, Brock Lesnar, Batista ve John Cena gibi). 2005 yılından başlayarak yeni yeni konseptler denemeye başlar. İlk gösterilen konseptlerden biri ise “Money In The Bank” maçıdır. 2006 yılında da bir büyük hareket daha yapan World Wrestling Entertainment, ECW ’yu kendilerine bağlar. Extreme Championship Wrestling açılımıdır. Açıklamak gerekirse inanılmaz hareketlerin bulunduğu, “aşırı” olayların yaşandığı bir
21
şovdur. ECW, pek de istenilen reaksiyonu alamaz ve 2010’da ECW kapatılır. Aslında 2008 yılından itibaren yeni bir döneme girildiği görülüyor. “Universe Era”. İşte bu dönem hala devam eder ve asıl senaryolaştırmış maçlar kalıbı bu dönemde tam belli olmaya başlar. 2010 yılından başlayarak gelişen teknolojiyle arenanın iç mimarisini değiştirir. Daha çok “HD” olarak şov yapmaya başlarlar. Bir risk vardır ki eskisi kadar tat vermemeye başlar WWE. Bunu fark eden WWE ekibi farklı bir yenilik daha düşünür ve RAW şovunu, SmackDown’la birleştirir (RAW ve SmackDown WWE bağlı şovlarını gösterdikleri gece). Raw şovunda yani her iki taraftaki yıldızlar yer alır. Raw’ın yeni adı “RAW SuperShow” olmuştur. Bu dönemde genişletmenin
sonu olmuştur. Bir bakıma eski WWF günlerindeki gibi aynı yıldızları bir günde göstermeye çalışmasıydı. Raw şovu ise “SuperShow” adını 2012 yılında bırakmıştır. Ancak konsept hala devam eder. WWE’nin asıl şovu olarak gösterilen RAW, 23 Temmuz 2012’de 1000. şovuna özel yenilik getirerek artık her pazartesi RAW 3 saat yayın olarak devam etme kararı almıştır. 1000. şovuna özel eski yıldızlar geri gelir 1 günlüğüne. WWE’nin 2014 yılında yaptığı şey ise belki de en iyi yeniliği “WWE Netwok”u oluşturması. Kendine özel televizyonu olmasıdır. Ancak tek Amerika’da yasaldır. 2011’den beri düşünülen ancak bir şekilde yapılamayan kanalın geçtiğimiz günlerde açılması Amerika’daki hayranlarını sevindirdi.
22
QuInn’in Manifestosu Heykelleriyle dünyayı, doğayı, sanatı ve insanları sorgulayan ve sorgulatan sanatçı Marc Quinn’in ‘Aklın Uykusu’ sergisi açıldı! Duygu Taneri
23
‘Aklın Uykusu’, sanatçının 1999 yılından beri ürettiği 30’dan fazla eseri bir araya getiriyor. Kullanılan malzeme ve teknik çeşitlilik bakımından oldukça zengin olan sergi, Quinn’in son dönemde gerçekleştirdiği ve ilk kez Arter’de gösterilen resim ve heykellerini bizlere sunuyor. Serginin başlığı Goya’nın ‘The Sleep of Reason Produces Monsters’ (Aklın Uykusu Canavarlar Üretir) başlıklı gravüründen esinlenilerek koyulmuş. Marc Quinn’in yapıtlarında sıkça rastlanılan bazı kavramlara olan göndermeleri ve standartlaştırılmış estetik normları yıkma çabasını bu sergisinde de görüyoruz. Oldukça büyük bir deniz kabuğu karşılıyor bizi. 3 boyutlu tarama teknolojisiyle büyütülerek üretilmiş bronzdan olan bu heykelde, kabuğun doğal ince çizgilerini görmek mümkün. Quinn bu eseriyle ‘Sanat her zaman insanın yarattığı bir şey midir; yoksa dünyada hali hazırda var olan ve bir köşede insan tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir şey mi?’ konusunu bir kez daha tartışmaya açıyor. Sergide ilerledikçe elele tutuşmuş ve yine bronzdan yapılmış bir heykel çıkıyor karşımıza. Trans bir çift olan Buck & Allanah’nın heykeli, gerçekte yaşayan iki birey. Günümüzde kesin sınırlarla çizilmeye çalışılan ‘kimlik’ kavramına bir gönderme içeren bu heykelle Quinn, ‘Herkes kendi mitolojik varlığına dönüşmekte özgür’ olduğunu söylemiş. Hep görmek istediğimiz mükemmel oranlı vücutlar ve güzel bedenler ve yüzlerin aksine Marc Quinn, toplumun idealize ettiği bedenin ne kadar yanlış olduğunu, onda zaten var olan kusurlarını ve istemdışı gelişen sebepler yüzünden oldukları durumu mermerden ampüte heykeller yaparak anlatmış.
24
Sergideki en ilginç eserlerden biri de sanatçının her beş yılda bir yeniden ürettiği ve kendi kanını kullanarak yaptığı kendi heykeli. Özel bir soğutucu içinde sergilenen eseri, görmeye alışık olduğumuz heykellerden içerik, malzeme ve teknik olarak çok uzakta. Büste yaklaşıp baktığınız zaman insanda tuhaf bir his oluşturan bu eseri kesinlikle görmelisiniz. ‘Tarihin Yaratılış Serisi’ isimli altı parçadan oluşan halılarda, Brezilya, Yunanistan, Mısır, Hindistan ve İngiltere’de yakın zamanda gerçekleşen isyanlar sırasında muhabirlerin yakalamış olduğu direnişçilerin resimleri bulunuyor. Jakarlı dokuma tezgahında üretilen resimli halılar, imgelerin farklı iplerle dokunmuş ve oldukça canlı renklerdeki heykelleri. Sergide çok beğendiğim bir diğer eser de, Marc Quinn’in ‘Yıldızların Görünmediği Yerlerin Haritası. (Gece
Görüşü - Mavi - Asya)’ adlı çalışması. İris resimlerinin üzerine harita katmanı yerleştiren sanatçı, siyaha boyadığı kara parçalarını beyaz noktalarla lekelemiş. “Beyaz noktalar, insanların yıldızları göremediği bölgelere işaret ediyor ve böylelikle nüfus ve enerji tüketimi tartışmalarına göndermede bulunuyor” diyerek anlattığı yapıtı, sanatçının kendi manifestosunu da içinde barındırıyor. Sergide genel olarak tüm eserler bir konu ve fikir barındırırken standartlaştırılmış ve bize dayatılmaya çalışılan kalıplara da karşı çıkıyor. Sanatçı, yaşadığımız bu dünyayla olan iletişimimizi, kesin yargılarımızı ve çizdiğimiz sınırları yeniden düşünmemizi istiyor. Çünkü Marc Quinn’in eserleri olanı olduğu gibi anlatıyor. Malzeme ve teknik çeşitliliğiyle teknolojiyi bir arada sunan bu sergi 27 Nisan’a kadar ARTER’de ücretsiz olarak görülebilir.
25
26
Sound CIty (2013)
Sizi belgesel izlemeye davet ediyoruz! Kullanım talimatı: Afrikadaki kaplanlar ya da Mısırdaki firavunlardan bahsetmeyen bu belgeselleri film niyetine elinizde patlamış mısır ile izlemenizi tavsiye ederiz. İrem Topçuoğlu
Sound CIty (2013) Dave Grohl’un yönetmeniğini üstlendiği bu yapımda Los Angeles’da bulunan Sound City Stüdyosu’nun hikayesini izliyoruz. Neil Young, Fleetwood Mac, Johnny Cash, Nirvana, Queens of the Stone Age, Nine Inch Nails, Mettalica gibi sayısız sanatçının kayıt için geldikleri bu stüdyonun hikayesini biraz da onlardan dinliyoruz. Filmin ikinci bir kısmında da film için yapılan soundtrack albümünün kayıt süreci var. Bu soundtrack albümünde Paul McCartney, Stevie Nicks, Rick Springfield, Dave Gorhl, Krist Novoselic, Pat Smear ve daha nice isim var.
27
sürecine, yaşanan sıkıntılara ve oyunculara ulaşana kadar olan süreci görüyoruz.
IndIe Game: The MovIe (2012) Indie Game: The Movie, gün geçtikçe büyüyen ve onlara karşı olan ilgiyi yitirmeyen oyun sektörüne bağımsız oyun yapımcılarının tarafından bakan keyifli bir belgesel. Belki daha önce oynamış olabileceğiniz Super Meat Boy, Fez ve Braid oyunlarının yaratıcıları gözünden bir oyunun oluşum
BIll CunnIngham New York (2010) Bu belgesel özellikle sokak stili konusunda New York Times için çektiği fotoğraflar ile bilinen Anna Wintour’un “Biz Bill için giyiniyoruz.” dediği fotoğrafçı Bill Cunningham’ın kameranın arkasındaki iş ve evdeki hayatına keyifli bir bakış sağlıyor. Anna Wintour dışında modanın renkli isimlerinden Iris Apfel’in ve daha bir çok ismin de röportajlarının da bulunduğu bu belgesel özellikle moda konusunda ilgisi olanlar için keyifle izlenecek bir yapım.
28
Page One: InsIde The New York TImes (2011) Bu yapımda yazılı geleneksel medya kuruluşlarının internetteki haber kaynaklarının karşısında etkisini kaybetmeye başlamasıyla oluşan sorunlar ve medyanın yaşadığı değişim sürecinde dünyadaki en prestijli gazetelerinden New York Times’ta geçirilen bir yıl içinde yaşananlar anlatılıyor. Bu sırada Wikileaks’ın yayınladığı video ve belgeler, Twitter’ın kullanımının gazetelere etkisi, gazetelerin yaşadığı maddi sorunlar ve daha fazlası bu belgeselde izleyenleri bekliyor.
SIde by SIde (2012) Keanu Reeves’in James Cameron, David Fincher, David Lynch ve daha nice başarılı yönetmenler ve sinema sektöründen kişilerle yaptığı röportajlar ile sinema’da photochemical ile olan sürecin dijitala geçişinden ve zaman içinde bu değişimin sinemaya etiksine farklı bakış açılardan bakıyoruz. Bu değişim ile kullanılan kameralardan montaja ya da ortaya çıkan filmin saklanmasına kadar olan sürecin de nasıl değiştiğini öğreniyoruz.
TPB AFK: The PIrate Bay Away from Keyboard (2013) İşveç yapımı bu belgeselde The Pirate Bay ve kurucularına açılan dava süreci anlatılıyor. Bu süreç dışında The Pirate Bay’in işleyişi ve uluslararası alanda bu konu hakkında söylenenleri de görüyoruz. Film Berlin Festivalinde gösterildiği gün internet üzerinden yapımcılar
29
TPB AFK: The PIrate Bay Away from Keyboard tarafından paylaşıldı ancak sinemada izlemek isterseniz 29 Mart’ta Pera Müzesinde izleyebilirsiniz. It MIght Get Loud (2008) Jimmy Page, Jack White ve U2’dan tanıdığımız The Edge elektrikli gitarın
geçmişinden, kendi kariyerlerinden, Ramble On ya da Seven Nation Army gibi onların imzası olan şarkıların o hep tanıdığımız gitar tınılarının ortaya çıkışından bahsediyorlar. Müzik sevenler için kaçırılmayacak bir yapım.
It MIght Get Loud
30
THe BeauTy aParTMenT
Hep hayal edilen, kusursuz saç, makyaj, cilt hakkında her şey! Sabah uyandığınız andan akşam yatana kadar sanki her an yanınızda bir kuaför veya çantanızda makyaj malzemeleri değil de bir makyöz varmışçasına hayatı yaşamaya! İlayda Gencer
Uzun bir aradan sonra yeniden güzel bloglarla karşınızdayız. Bugün benim de deliler gibi merak ettiğim ve hemen hemen her dergide gördüğümüz ‘özenmeden mükemmel topuz yapın’ veya ‘bir kalemle gözlerinizi hem seksi hem parlak hem daha büyük hem de daha gizemli yapabilirsiniz’ manşetleri altında yer alan ama evde hevesle denendikten sonra başarısızlıkla sonuçlanan, biz yapamadıktan sonra o saçı veya o göz makyajını yapan birini gördüğümüzde ‘Nasıl olur bu! İnsanlar bunu nasıl başarabiliyor?’ diye düşşünmekten kendimizi alamadığımız bu konulara ‘The Beauty Apartment’ ile hep birlikte bir çözüm getiriyoruz. Bu blogta neredeyse A’dan Z’ye aradığınız birçok şeyi blog’a girer girmez göreceğiniz 6 konu başlığının altında bulabilirsiniz. Bu güzel ve yararlı blogun arkasında Amy Nadine ve Kristen Ess adında iki güzel kadın bulunuyor. Amy bizleri en derinden yaralayan ve ufacık bir hata yaptığın anda belki de saatlerce süren uğraşının hepsinin mahvolmasına sebep olan yapsak olmaz yapmasak olmaz halini olan ‘Makyaj’ların yaratıcısı.
31
Kendisi hakkında bilgi verdiği ufak köşede politikayla ilgilenen ve Washington D.C.’nin dışında yaşayan bir ailede büyüdüğünü ve bu süreçte kapı kapı dolaşırlarken insanların yüzlerinin ne kadar değişik ve büyüleyici olduğunu fark etmiş. Tabii bu da onu, o yüzleri daha da güzelleştirmeye yöneltmiş olacak ki sitede göreceğiniz o güzel makyajları yapmış. Sitenin kurucusu olan Kristen, göreceğimiz o güzel saç tasarımlarının ve Türkiye’nin 4 iklime de sahip olmasından ötürü nasıl yapacağımızı bilemediğimiz saçlarımızın kurtarıcısı. Aynı zamanda son zamanlarda popülerliği artmış ve ciddi bir sanat olma yolunda ilerleyen ‘tırnak sanatı’ kısmınında sahibi. Kristen’de aynı Amy gibi küçükken 15 yaşındayken bu işe başlamış ve bir daha geriye dönmemiş. Bu iki yetenekli kadının bizler için hayatı kolaylaştırdıkları bu siteye Twitter, Facebook, Pinterest, RSS feed ve TBD Tube’dan ulaşabilirsiniz. Twitter: https://twitter.com/tbdofficial Facebook: https://www.facebook.com/ thebeautydepartment Pinterest: http://www.pinterest.com/ tbdofficial/ RSS feed: http://thebeautydepartment. com/feed/ You Tube: https://www.youtube.com/user/ beautydept#p/u/6/ZyZkowmdZv8 Ayrıca kendilerine gönderilen mailleri ve geri dönüşleri de gerçekten değerlendirdiklerini ve onlar için önemli olduğunu söylemişler. Fikir ve görüşleriniz için de: info@thebeautydepartment.com adresini kullanabilirsiniz. Güzelleşmek için bir dolu para harcamaya son! Ev konforunda ve kendi güvenilir ellerinizle bu işi halletmeye!
/49
e t e z r e niv
ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete