/80
e t e z r e v i n 端
zete
Sayı: 80 / 2014 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Oğuzhan Karakaş, İrem Topçuoğlu
KARŞILIKSIZ GÜVENMENİN CEZASI 91 TL!
“BACH İSTANBUL’DA”YDI!
NEDEN SEVERİZ RAKIYI?
BİZDE VARIZ! “SADECE FARKLIYIZ”
TEZER ÖZLÜ
BİR DEVAM FİLMİ: İNCİR REÇELİ 2
AVANGARD KUDÜS; BALAT
ŞİMDİ REKLAMLAR
Yazılar Elif Tavkul, Filiz Kip, İlgi Özdikmenli, Demet Açıkgöz, Cenk Bonfil, Hazal Zeynep Altunal, Ayşegül Candan, Gülsüm Yüksel
Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
4
Karşılıksız Güvenmenin Cezası 91 TL! Sana Güveniyorum. Sen Bana Güveniyor musun? Sarıl Bana / İFiliz Kip
Tüm dünyada yaygın olan ve “güvensizlik, “”yabancı”, “öteki” gibi kavramlara bir eleştiri olan “Sarıl Bana” eylemi Türkiye’de de yayıldı son olarak İstiklal Caddesi’nde yapılan eylem 91 TL ceza aldı. Eylemin ve verilen cezanın sosyal medyada video olarak yayılmasıyla çoğu kişi durumdan haberdar oldu ve tepki gösterdi. (Bahsedilen video: http://youtu. be/lbOI0fASw3w) Gözleriniz kapalı, kollarınız iki yana açık İstiklal Caddesi’nde bekliyorsunuz. Beklediğiniz tek şey birilerinin gelip size sarılması yani size güvenmesi. Gözleriniz kapalı dolayısıyla size kimin sarıldığını
bilmiyorsunuz zaten bunu da umursamıyorsunuz. Çünkü önemli olan sarılabilmek, güvenebilmek hem de hiçbir karşılık beklemeden. “Sarıl Bana” eylemi günümüzde özellikle de ülkemizde kaybolmaya yüz tutmuş güven, sevgi, birlik ve beraberlik gibi birçok kavramdan beslenen pasif direnişin en güzel örneklerinden. Özellikle de son yıllarda birbirimize ne kadar yabancılaştırıldığımızı, çeşitli nedenlere (!) kalın çizgiler ile ayrıldığımızı ve birbirimize güvenmeyi unuttuğumuzu düşünürsek. Sevmekten Ve Güvenmekten Neden
5
Korkarız? Sarıl Bana eyleminin sosyal medyada yankılanmasın nedeni maalesef ki eylemin güzelliğinden çok eyleme verilen 91 TL ceza oldu. Cezanın gerekçesi “Çevreye Rahatsızlık Vermek”. Sesiz, gözleri bağlı, kolları iki yana açık, yolun kenarında duran ve bekleyen biri neden çevreyi rahatsız eder? Ya da çevreye rahatsızlık veren yapılan eylem değil de taşıdığı tema olabilir mi?
Sevgi ve güven gibi en temel duyguların çevreye zarar vermesi ne kadar üzücü! İnsanların birbirine yakın durması, giderek büyümesi bu kadar korkunç olmamalı. Tam tersine giderek yalnızlaştığımız şu günlerde tam da ihtiyacımız olan bu, birbirimize güvenmek ve birlik olmak. Tam da bu nedenle verilen bu cezadan sonra “Sarıl Bana” eyleminin ne kadar gerekli ve anlamalı olduğunu bir kez daha düşünmeliyiz.
6
“Bach İstanbul’da”ydı!
11. İstanbul Bach Günleri kapsamında sahne alan The Yehudi Menuhin School öğrencileri ile aldıkları eğitim, katıldıkları konserler ve müzik hakkında konuştuk / Cenk Bonfil Fotoğraflar: Okay Arda “Bach İstanbul’da”ydı! Geçtiğimiz on yıl boyunca Avrupa’da da büyük ilgi gören, “Hakan Erdoğan Productions” organizatörlüğünde gerçekleşen “11. İstanbul Bach Günleri”, 22 Eylül-23 Ekim tarihleri arasında İstanbul’u Bach ve klasik müziğin önemli isimleriyle buluşturdu. Festival boyunca, Neve Şalom Sinagogu ve Sent Antuan Kilisesi’nde Natalia Gutman Trio, Konstantin Lifschitz, Kuijken Ensemble gibi klasik müziğin önde gelen isimleri sahne aldı. Ben de Neve Şalom Sinagogu’nda, 20
Ekim gününde gerçekleşen “The Yehudi Menuhin School” öğrencilerinden oluşan grubun konserine biletimi aldım, gittim. Londra’da bulunan bu okul dünyanın en prestijli müzik okullarından biri. Okulun müzik direktörü Malcolm Singer’ın, konserin ikinci yarısında yaptığı açıklamaya göre okul toplam yetmiş yedi öğrenciye yaylı çalgılar, piyano ve klasik gitar eğitimi veriyor. Dünyanın her tarafından gelen öğrencilere, ekonomik durumları nasıl olursa olsun, eğitim vermeyi amaç edindiği için bağış bekleyen bir okul.
7
Konserden önce, grubun konser mekanında yaptığı provaya katıldım. Provada, lise çağındaki, dünyanın farklı ülkelerinden gelen öğrencilerin nasıl bir disiplinle, işlerini severek ve ciddiye alarak yaptıklarını gördüm. Konseri dinlerken de bunun karşılığını nasıl aldıklarını… Çocukluktan bu yana tiyatro ve müzikle az çok ilgilenen biri olarak, açıkçası, çalışmalarına imrendim. Bizde neden böyle olmuyor diye düşündüm. Prova sırasında, The Yehudi Menuhin School öğrencilerinden Leyla Cemiloğlu ve Berfin Aksu’yla konuştum. Lafı daha fazla uzatmadan sözü; okullarını ve müzik yaşamlarını anlatmaları için onlara bırakıyorum. Merhabalar. Öncelikle “The Yehudi Menuhin School”dan bahsedebilir misiniz? Leyla Cemiloğlu: Yehudi Menuhin, orta ve lise düzeylerinde eğitim veren bir okul. Eğitim tarzı buradaki Mimar Sinan ve Bilkent Liseleri’ne benziyor. Hem müzik eğitimi veriyor hem de akademik dersleri öğretiyor. Uluslararası bir okul. Öğrencilerin yarısı İngiliz, diğer yarısı dünyanın her tarafından gelmiş öğrencilerden oluşuyor. Berfin Aksu: Sekiz yaşından on sekiz
yaşına kadarki süreç için mükemmel bir yer. Yatılı bir okul ve İngiltere’nin her tarafından gelen öğrenciler için mükemmel. Peki okulun kabul koşulları neler? B.A.: Önce birkaç eser çaldığınız bir kayıt yolluyorsunuz. Eğer onu beğenirlerse okula gelip üç gün orada kalıyorsunuz. Sizin için de bir deneme oluyor bu. Okulda bir öğrenci gibi yaşıyorsunuz. Bu açıdan çok iyi çünkü iki taraf da denemiş oluyor. Ondan sonra okulda da sınav tarzı bir tanışma yapıyorlar. Enstrümanınızı çalıyorsunuz. Eğer varsa yardımcı enstrümanınızı da çalmanızı istiyorlar. Tanımak için hobilerinizi bile soruyorlar. Eğer siz de uygunsanız, belli bir zaman sonra okula kabul ediliyorsunuz. Okulda piyano, şan, vs. gibi bölümler var mı? B.A.: Evet, yaylılar, piyano ve gitar var. Müziğe nasıl başladınız? Bu okula nasıl girdiniz? L.C.: Beş yaşındayken piyanoya başladım ama hobi olarak. Pek ciddiye almadım. On yaşındayken Türkiye’ye, tatile geldik. Rus bir hocayla tanıştık. Tekniğimin bozuk olduğunu söyledi. İngiltere’ye
8
döndüğümüzde hocamı değiştirdik. Yehudi Menuhin’deki hocamla o zaman tanıştım. Daha sonra, yedi sekiz ay içinde, bu okula kabul edildim. Sonraki sene de başladım. Siz anladığım kadarıyla İngiltere doğumlusunuz. L.C.: Evet, İngiltere doğumluyum. B.A.: Müzikle tanışmam beş buçuk yaşındayken oldu. Bilkent Erken Müzik Eğitimi Programı’nda okudum. Altı buçuk yaşında birinci sınıf için sınavlara girdiğimde bana dedikleri şey elimin kemana daha uygun olduğuydu. Yehudi Menuhin için de sekizinci sınıfın yazında sınavlara girdim. Lise birde de Yehudi Menuhin Okulu’na başladım. Bu sene, okulda
üçüncü senem. Bu orkestrayla bunun gibi başka yurt dışı seyahatleriniz oluyor mu? Nerelere gittiniz, planlarda neler var? L.C.: Orkestra sık sık konserlere gidiyor, hemen hemen her sene. Her şubat okulun iyi piyanistlerinden birkaçı İskoçya’ya gidip orada konser veriyorlar. B.A.: Her iki senede bir orkestra İsviçre’ye gidiyor. Geçen sene Amsterdam’a gittik. Onun dışında Londra’da çok güzel yerlerde konserler veriyoruz. Bu orkestra sürekli bir orkestra mı? B.A.: Öğrenciler mezun olup yenileri geldikçe değişiyor.
9 Ayrıca okula İdil Biret geldi. Fazıl Say’ın da ismini çok duyuyorlar. Ben de tabii o konuda yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama yine de okul dışında birine kendimizi tanıtsak, “Biz Türk’üz, müzisyeniz.” desek, bir şaşırırlar. L.C.: Zaten okul uluslararası olduğu için öyle bir sorun yaşamıyoruz. Peki bu okul bittikten sonra müzikle devam etmeyi mi düşünüyorsunuz? B.A.: Bu biraz da zaten belirlenmiş gibi. On seneden beri bunu yapıyoruz. Hayatımızı buna adadık. O nedenle, her halde öyle.
İngiltere içinde başka ne gibi etkinliklere katılıyorsunuz? B.A.: Bize bireysel olarak konser teklifleri geldiğinde okulla konuşuyoruz. Okuldan izin alıyor, eğer o tarihte başka bir konser yoksa, çalacağımız eseri önce okulda çalıp, konser yurt içinde de dışında da olsa, o konsere katılabiliyoruz. Böyle imkanları okul sağlıyor. Fazıl Say, Almanya’ya okumaya gittiğinde ona, “Sizin ülkenizde piyano mu var?” gibi sorular sorulmuş. Sizin de başınıza hiç böyle bir şey geldi mi? L.C.: Aslında bizim okula çok Türk gidip geldi. Şu an ben dahil üç kişiyiz. B.A.: Özellikle son iki üç yıldır okulda Türkler biraz çoğalmaya başladığı için…
Klasik müzik yapan biri olarak modern müzik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani sizce müzik nereye gidiyor? B.A.: Şöyle ki biz sadece klasik müzik çalıyoruz denemez. Çaldığımız eserlerin en azından yüzde onu modern müziğe de giriyor. L.C.: Örneğin şu an bir yarışmaya katılıyorum. Katıldığımız böyle yarışmalarda; Bach, Bethoveen, vs. yanında yirminci yüzyıl parçaları veya çağdaş parçalar da isterler. Okul 1963’te kurulmuş. Öğrenciler ve o zamandan bu yana okuldan çıkan mezunlar arasında bir bağlantı, tanışıklık var mı? B.A.: Çok var. Zaten Yehudi Menuhin Okulu’nun özelliği, okula bir kez girdin mi okulla hayat boyu bir bağlantının kalması. Eski öğrencileri bazen okulda ağırlıyorlar, mezun geceleri düzenleniyor. E-posta yoluyla okul, mezunlarla sürekli iletişim halinde. Konserler haber veriliyor, mezunlar da konserlere çağrılıyor. L.C.: Ayrıca okula illa sekiz yaşında
10
girmek zorunda değilsin. Farklı zamanlarda giren öğrenciler var. Mesela ben on bir yaşında girdim, Berfin on dört yaşında. Böylece öğrenciler arasında da sürekli bir değişim ve iletişim oluyor. Bugüne kadar İstanbul Bach Günleri gibi dünyada hangi festivallere katıldınız, kimlerle çalıştınız? Sayabileceğiniz isimler var mı? B.C.: Çok var. Ben hala Fazıl Say ile çalışıyorum. Daha önce İdil Biret ile çalıştım. -Türkiye’den isimler söylüyorum. - Ayrıca Cihat Aşkın, Suna Kan var. Suna Kan ile birkaç aydır bağlantım var. Hem hoca olarak hem de bir büyük olarak çok yardımcı oldu. Türkiye’deki konserlerden de Fazıl Say’ın düzenlediği Antalya Müzik Festivali’ne katıldım. Yurt dışında da Almanya, Viyana ve Moskova gibi yerlerde konserlere katıldım. Aslında daha
çok var. Teklif geldiğinde veya ayarlandığında katılıyorum. L.C.: Türkiye’de her yaz Ayvalık’a gidiyorum. Orada Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin kurduğu AIMA adlı bir kurs var. İdil Biret ders veriyor. Bir hafta süren bir kurs. Sonunda da konser yapıyoruz. Dört senedir oraya gidiyorum. Peki Türkiye’deki sanat eğitimini nasıl buluyorsunuz? Bu alan burada nereye doğru gidiyor? B.C.: Aslında bana göre bu tartışılır. Örneğin ben Bilkent’i Türkiye’deki tartışmasız en iyi müzik okulu olarak görüyorum ama yurt dışındaki diğer okullarla, klasik müziğin yoğun olduğu ülkelerle kıyaslandığında o da geride kalıyor. Yine de – politikaya girmek istemiyorum – geride kaldığını düşünüyorum. Seven insanlar da çok fazla ama “Ben klasik
11 müziği uyurken dinlerim.” deyip sıkıcı bulanlar da öyle. L.C.: Bu sabah, konser öncesi, Mimar Sinan’da çalışıyordum. Fark ettim ki aslında gerçekten çok öğrenci var. İngiltere’de müzik üzerine üç tane
özel okul var. Bizimki yetmiş küsur kişi. Burada bu kadar çok öğrenci varken okullar bakımsız geldi bana. Yehudi Menuhin Okulu’nun öğrencileri olarak genç sanatçı veya sanatçı adaylarına iletmek istediğiniz bir şey var mı? B.A.: Bence her insan hobi olarak da olsa bir enstrüman çalmalı. Bu, hayatta sahip olunması gereken bir şey. Enstrüman çalmasalar bile müzikle içli dışlı olmalarını kesinlikle tavsiye ediyorum. Sadece bir müzik türü de değil, her müzik türü dinlenmeli. En azından aralarından birkaçı seçilmeli. L.C.: Kesinlikle katılıyorum. Müzikle aramın olmamasını, başka insanların da aralarının olmamasını, hayal edemiyorum. Hem kültürel hem insani yönden gelişmek için çok önemli bir şey.
12
Neden Severiz Rakıyı? İlgi Özdikmenli Rakı yaş tanımayan bir içkidir diye düşündüm hep onunla tanıştığımdan beri. Bakmaz çünkü kendisini yudumlayan insanın yaşına, karakterine, güzelliğine/çirkinliğine.. Her içkinin yalnızca adı varken, onun adına sofralar kurulmasının sebebi de bu “herkes”liğinden gelir bence. Derdin mi var? İçersin. Mutluluktan gözlerinden yaş mı gelecek? O zaman doldur bi kadeh daha… Dışlamaz rakı insanı. Şampanya gibi değildir mesela; genellikle lüks, pahalı, samimiyetsiz ortamlarda insanların elinden düşmeyen… Geleni, gideni kabul eder. Sorgulamaz. Herkese yakışır. Her ortama uyar. Boğaza karşı pahalı bir restoranda da eşlik edebilir size, salaş bir meyhanede bir çay bardağında da… Sırıtmaz asla. Eğreti durmaz… Kimi zaman tek içersin, yalnızlığına eşlik eder; kimi zaman dostlarınla içersin muhabbetinize eşilk eder. İnsan neden sever rakıyı? Çünkü sessizce paylaşabilmek, anlatmadan dinlemek ona mahsustur. Bir yudumunda konuşulmayan hüzünlerinizi, paylaşmaktan bıkmayacağınız sevinçlerinizi bulabilirsiniz. Bir hikayesi olmayanların rakıyı sevmiyorum diye geçinmelerinin sebebi de bundandır. Rakıyı sevmemek yoktur, rakıya anlatacağı olmayan vardır. Az-çok bir şey yaşadıysanız eğer, sizde kendinizi o kadehin sırdaşı olarak buluverirsiniz
bir gün. Sevilmek için de çok sebep verir bize rakı. Kokusu vardır mesela… Bir akşamüstü Karaköy’den, Kadıköy vapuruna binme niyetindeyken, iskelenin ötesine kurulmuş salaş balıkçılardan gelen anason kokusu cezbeder sizi. Rakı, sevenini kendisine işte böyle çeker; sessizce ve asilce. İşte o koku, kaç yaşında olursanız olun; “bi tek atalım mı eve gitmeden” dedirtir ve oturtur insanı masaya. Sonra mesela, şarkıları vardır rakının… Zeki Müren’i ansızın karşınızda kadehini size kaldırırken bulabilirsiniz. Müzeyyen Senar derdinizi bestelemiştir belki de yıllar önce ve “tam da bunu demek istemiştim” dersiniz dinledikçe. O şarkılar ve rakı birbirini tamamlar, biri olmadan diğeri eksik kalır. Her içkinin bi adabı vardır elbet, ama
13
rakının tek kuralı masasında konuşulanın masada kalmasıdır. Çünkü diğerleri gibi değildir rakı; bilir içildikçe dile dökülmeyenlerin masaya döküleceğini. Bu yüzden korur sevenini. Ulu orta konuşulmayacak şeylerin rakı sofrasında daha rahat konuşulması bu yüzdendir. Güven verir insana. Samimiyeti, paylaşmaya iter. İnsanları yakınlaştırır… Birlikte rakı içiyorsak eğer, sana değer veriyorumdur mesela; gizli bir mesajı vardır ama herkes bilir bunu içten içe… Rakı bu coğrafyanın ortak dilidir. Sustuklarımızı bile anlatır çünkü. Hepimiz aynı dili konuşamayız belki ama hepimiz içimizi ona dökebiliriz, aynı masada oturabiliriz. Büyük bir cömertlikle kabul eder insanları. Yadırgamaz, sorgulamaz. Hepimizi, olması gerektiği gibi “bir” yapar. Sokakta eşit değilsekte,
onun karşısında eşitleniriz. Salt insan oluveririz. Ünvanlarımız, kimliklerimiz, ırkımız, rengimiz anlamsız kalır. Bir büyük geldi mi sofraya, yanında yalnızca yaşanmışlıklar önemini korur, gerisi teferruat olarak kalır. İstedim ki içerken İstanbul’un havasıyla rakının kokusunun karıştığı keyifli mekanları da paylaşayım sizlerle… Her birinin tadi, dokusu, keyfi başkadır. Bir de rakı sofrasının en güzel mezesi, şarkılar var tabiki… Buyrun, size o güzel şarkılar ve mekanlar; Kuzguncuk İsmet Baba Yedikule Sefa Meyhanesi Bostancı Hatay Restaurant Çiçek Pasajı Seviç Krependeki İmroz Restaurant (Yorgo’nun Meyhanesi) Balat Sahil Restaurant Cihangir Savoy İstiklal Zübeyir Ocakbaşı Kadıköy Benusen Elmadağ Meyhanesi Bir sonraki zaman rakı sofrasına oturduğunuzda dinlemeniz için; http://goo.gl/RJgAWA
14
Bizde varız! “sadeCe farKlıyız” Farklılıklar, sadece fazlalıklardır, eksiklikler değil / Gülsüm Yüksel Meciyeköy Cemal Sururi Sokak’da küçük bir cafe var,bu cafe diğer cafelerden daha farklı, daha anlamlı... Down Cafe , Down sendromlu arkadaşlarımızın çalıştığı,gönüllü annelerinde yardımcı olduğu bu şirin cafe, 2011 yılından beri down sendromlu arkadaşlarımızı,ailelerini ve gönüllüleri bir araya getiriyor. Aynı zamanda cafe,
‘Bizde Varız!’, ‘Sadece Farklıyız’ sloganları ile bizlere derin bir mesaj veriyor. Cafe’ye gittiğinizde oradaki sıcak havanın etkisine hemen giriyorsunuz, ilgili, samimi aile ortamına sahip.Bende bu kalabalık sıcak aile ortamından fırsat buldum ve Down Cafe kurucusu aynı zamanda bir Mimar olan Saruhan Singen Bey ile kısa bir röportaj gerçekleştirdim.
15 Yolculuk Nasıl Başladı? Benim kızımda mental engelli 33 yaşında dolayısıyla biz 33 senedir bu işin içindeyiz. Down Cafe çok uzun zamandan beri düşündüğümüz bir şeydi aslında Şişli Belediyesi’nin yardımıyla bu boş yeri bulduğumuz zaman kendilerine teklif ettik hemen kabul edildi ve 4 sene evvel burayı dekore ettim. Ben Mimar’ım aynı zamanda. Cafe’de Down Sendromlu arkadaşlarımız ve gönüllü anneler çalışıyor, bu ekip nasıl bir araya geldi? 27 tane çocuğumuz var bunlar zaten eski bizim İZEV’in (İstanbul Zihinsel Engelliler Vakfı) çocuklarıdır anneler ve çocuklar birbirlerini 22 senedir tanıyorlar. Bu Down Cafe’yi açtıktan sonra ADER (Alternatif Yaşamı Destekleme Derneği) adı altında adlı bir dernek kurduk bu derneğin bütün üyeleri annelerdir. 27 tane çocuğumuz her gün 5’er tane çocuk iki gönüllü anne ile birlikte kapıları açarlar, saat 12:00’ye kadar o günün temizliğini yaparlar sonra 12:00 ile 14:30 arası garsonluk hizmetlerini yaparlar,saat 16:30’a kadarda ertesi
günün yemek hazırlıklarını, temizlik işlerini yaparlar. Cafe’de 3 tane personelimiz ile birlikte 27 tane çocuğumuz istihdam ediyor yani ay sonunda para alıyorlar. Cafe’de çalışmak için herhangi bir eğitim alıyorlar mı? Çocukları biz İZEV’deyken Otelcilik okuluna gönderip 5 ay kurs aldırıp, sertifika aldırdık dolayısıyla artık rehabilitasyon eğitimlerine ihtiyaçları yok tek ihtiyaçları toplumla iç içe olabilmek. Çocuklarımız o kadar rehabilite edilmiş çocuklar ki artık biz toplumu eğitmeye başladık burada gerekende bence o. Son 10 yılda bu işler düzelmeye başladı sağ olsun Beşiktaş Belediyesi ile de konuşmalar içindeyiz belki ikinci bir kafe girişimimiz olacak. Cafe masraflarını Nasıl karşılıyorsunuz ? Biz sponsorsuz bugüne kadar geldik, açıkçası ay başlarını bazen zor getiriyoruz. Hiçbir sponsorumuz yok sadece en kaliteli yemekleri ucuza satarak birde Türkiye’deki ressamların bize bağışlamış olduğu resimler var o resimlerde duvarlarımızda asılı onları da satarak bir şekilde para kazanmaya çabalıyoruz. Cumartesi ve Pazar günleri özel günler yapıyoruz. Bu özel günlerde, brunch ve kahvaltılar vasıtasıyla para kazanmaya çalışıyoruz, dolayısıyla Cumartesi günleri özellikle sosyal faaliyetler içeren etkinlikler yaparak adımızı duyurmaya çalışıyoruz. Peki,Burada çalışan engelli arkadaşlarımız için burada olmak onlarda ne gibi gelişmeler gösterdi, katkısı oldu mu? Dediğim gibi bu çocuklar rehabilite
16
edilmiş çocuklardır ama gelişmeleri son hızla 4 sene içinde fazlasıyla arttı. Para mefhumunu, iletişim, yolculuk, seyahat bu gibi konularda çok ileri gittiler gerçekten, yalnız başına gelemeyen yalnız başına gelmeye başladı. Ayrıca gelen müşterilerle diyalogları bir harika dolayısıyla onlarla olan iletişimleri çok çok iyi oldu. Cafe şuanda da gerçekten çok kalabalık, nasıl insanlar tarafından Down Cafe duyuldu? Burası ilk bir sene içinde Hürriyet’in yazarı Ayşe Arman’ın “İçinden Sevgi Geçen Bir Cafe” yazısıyla çok ün kazandı ve Down Cafe diyince artık burası tanınmaya başladı. Bu önemli bir şey ama Down Cafe’nin çoğalması lazım, her belediyede olması lazım. Çünkü her belediyede mental, otistik ve down sendromlu çocuklarımız var ve bunların dışarı çıkması, toplumla iç içe olması
lazım. Bizde buna yönlendirdik, bu olaya bir ışık tuttuk. Birde çocukların iletişimi ile ilgili Mobil Cafe’ler açmaya başladık. Mobil Cafe’de çok güzel faytondan dönüştürülmüş, içinde mutfağı olan harika bir alet ve çocuklarımız bu mobil cafe’lerde yine garsonluk hizmeti yapıyorlar. Biz bu şekildeki atılımlarla çocuklarla yine sosyal içerikli bir projeyi ve
17
toplumu bir araya getirdik. Son olarak, engelli arkadaşlarımızın giydikleri tişörtlerdeki “Sadece Farklıyız” yazısı çok dikkatimi çekti bu slogan ile
nasıl bir mesaj vermeyi amaçlıyorsunuz? Bu bizim çok güzel bir sloganımız oldu bu. O sloganın yanında “Bizde Varız!” sloganı var. “Bizde Varız! Sadece Farklıyız” gerçekten enteresan bir cümle. Bu arkadaşların aslında fazlalıkları var eksikleri yok bizden, gerçekten öyle otistik çocuklarımız var ki ‘Yağmur Adam’ gibi hangi senenin hangi ayında hangi gününde geldiğini saniyesinde söyleyebilen otistik çocuklarımız var. Farklılıklar, sadece fazlalıkladır, eksiklikler değil. Bizde tabi bunu bir şekilde vurgulamak istedik ‘Sadece Farklıyız’ diye ve ‘Bizde Varız!’ cümlesiyle de toplumda yerleri olduklarını ifade etmeye çabaladık. Yürüyoruz, gidiyoruz..
18
Tezer Özlü Doktora gidiyorum. Göğsümü tutuyorum. Tezer gibi öleceğimi sanıyorum. Doktor, ‘çok gençsin’ diyor. / Pelin Öksüz Tezer’i, farkında olmadan, onun doğum gününde okumaya başlıyorum. Yani kendi doğum günümden dört gün sonra. En sevdiğim mevsimin, en sevdiğim ayında. “Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar,
müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var.” Tezer’le tanıştığım gün göğsümde bir kitle olduğunu hissediyorum. Doktora gitmeden önce “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ni bitiriyorum ve Tezer’i daha fazla bilmek istiyorum. Göğüs kanserinden öldüğünü öğreniyorum. “Sonra arkadaşlarımızdan birkaçı arka arkaya ölüyor. Henüz kırk yaşlarında insanlar. Daha güzel yaşamlara duyulan özlem ve bekleyişi onlarla birlikte gömüyoruz. Daha güzel yaşam diye bir
19
şey yok. Daha güzel yaşam ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil.” Doktora gidiyorum. Mutluluktan uçuyorum. Doktor ‘kansersin’ diyecek. Tezer ile aynı sebepten öleceğim. Tezer’in doğum gününde, Tezer ile aynı sebepten öleceğimi öğreneceğim. Daha güzel bir ölüm yok. Beklediğim olmuyor. Eve dönüyorum. “Eski bahçe-Eski Sevgi”yi okumaya başlıyorum. Ve Tezer bana şunları söylüyor: “Hiç ölmeyeceğim işte. Ölüme ölmemekle karşı çıkıyorum.” Göğsümü tutuyorum, ölmüyorum.
Alıntılar: Çocukluğun Soğuk Geceleri syf. 12,61 Eski Bahçe-Eski Sevgi syf. 26
20
Bir devam filmi: Ayşegül Candan
Dikkat! Bu yazı konu olan film hakkında yoğun spoiler içermektedir. Nedendir bilmem, bazı insanlar bir filmin ikincisinin aslını bozduğunu düşünür. Ben bu fikre katılmıyorum. Devam filmleri her zaman unutulmuş bir filmi hatırlamamıza yardımcı olur, konuyu genişletir ve keyfi artırır. İncir Reçeli 2’de bu filmlerden biri. Kısaca özet geçmek gerekirse; ilk filmde sevgilisini kaybeden Metin, bu filmin başlarında derbeder bir haldedir. Her gece kendini içkiye vurarak,
bir barda gitar çalıp şarkı söylemektedir. Ölü gibi yaşamaktan kurtulmasını sağlayacak olan Gizem’le bu barda tanışır. Filmde Gizem tam ağır abi denilen tipte bi’ kız. Kendisine sarkanlara kafa atması mı olsun, kavgalara karışması mı olsun hepsiyle bu tabiri sonuna kadar hak ediyor. Özellikle filmde Metin’i dövülmekten kurtardıktan sonra karakolda polisin bu kızın kabadayılıklarını söyleyişinde Metin’in üzerine alınması çok komikti. Bunun gibi hafif komiklikler fazlasıyla var filmde. Örnek vermek gerekirse; Metin’in yaşadığı evde bir yardımcısı var ve kahvaltı hazırlayıp Metin’i uyandırıyor. Bir seferinde komik bir dans yaparken Metin’e yakalandığında ikisinin de yüz ifadesinin şekli kahkaha attıracak derecedeydi. Bir başka çok güldüğüm kısımsa, garsonlar Metin’in kaç duble içeceği üzerine iddiaya giriyorlar, Metin ise hiç içmeyerek önünde bir sürü içki bardağı biriktiriyor. Bu sahne boyunca olan olaylarda da insan gülmesini tutamıyor. Filmin asıl olayı ise Gizem ve Metin aşkının başlaması. Metin hoşlansa da
21
bunu kendine itiraf edemiyor, ölmüş sevgilisini aldattığını düşünüyor. Bu kısımda da en etkileyici söz Gizem’den çıkıyor. “Sana bir şey söyleyeyim mi adam? Ölüler aldatılmaz.” diye Metin’in ardından bağırırken aslında bütün sorunu çözecek şeyi söylemiş oluyor. Olaylar böyle gelişirken tabi ki de film mutlu sonla bitiyor. Bir de afişteki turuncu balığın anlamı en başta çözülememesine rağmen film izlendikten sonra filmin kopma noktasını oluşturan unsurun o olduğu anlaşılıyor. Metin ve Duygu’nun balığının ölmesi üzerine Metin yine hayattan kopma noktasına geliyor. Tabi ki filmin akışıyla kendine geliyor ve dediğim gibi film mutlu sonla bitiyor. Filmde en çok etkilendiğim yan hikaye Gizem’e dövme yaptırmaya gelen amcanın hikayesiydi. 40 yıl önce otobüs durağında gördüğü kıza aşık olup her gün onu tekrardan görmek için o durağa gitmesi, onunla aynı otobüse binip tanışması çok etkileyici. Ancak adam para biriktirmek için kağıt üzerinde evlilik yapıyor ve hapse giriyor. Hiç kavuşamadığı aşkının dövmesini sırtına yaptırması
ve o zamanlarda da aşık olduğu kadının ölmesi filmdeki oldukça duygusal sahnelerden biriydi.
Etkileyici Cümleler -Biri olmak lazım, en azından biri için. -Yolu uzun süre aşka düşmemiş bir adama denk gelirse yüreğiniz çalkalayın, zira dibine çökmüş olabilir seven yanları. -Mideniz sökülene kadar kustuktan sonra hala tekila içebiliyorsanız; yüreğinizi söken birine takılıp kalmışsınız demektir -Geçiyor mu içince? Geçmiyor, bir nevi anestezi. -40 yıl beklersin de, özür dileyecek 5 saniyeyi çok görür hayat sana. (Aşkını kaybeden amca için) -Neye içiyoruz? Aramızdaki en kıdemli derbedere. (Galata Kulesi için) -Cebimde bir hoşçakal yoktu sana, uyurken koymuşsun cebime onu da. Hoşçakal. -Kendine bir bak, aşık olmadan önceki sana hiç benziyor mu? -En son ne zaman bir kadının gülüşünden uzanıp yüreğine dokundun?
22
Avangard Kudüs; Balat “Biz gençken perküsyon workshop’ı çıkışı nohut pilav yemeye Balat’a gidilirdi!” / Hazal Zeynep Altunal Popülerlik bir şeyi sevmemizde bir etken değildir tabii ki, ama henüz çok da popüler olmaması etkendir! Dönemin neredeyse ‘It Place’i, ‘underrated’ oluşuyla ironik bir şekilde nam salmış, hem lokal hem evrensel, muhteşem bir bipolar manifestonun sanatla harmanlandığı, coğrafyamıza şükrettiren nadir semtlerimizden; ‘Balat’.
İlhamın, kaosun ve üretkenliğin sırtını mahalle kültürüne yaslayıp köklerini saldıkça büyüyüp yeşerdiğini, büyüyüp yeşerdikçe de sizi de beslediğini daha Afilli Cezve ve antika saatçi dükkanının arasından mahalleye adımınızı attığınızda hissediyorsunuz zaten. Eskilerin burayı Kudüs’e benzetmesinin tek sebebi tarihi gerekçeler ve mimari
23
benzerlik değil bence, gerçekten biraz kutsal bir hava soluyorsunuz Balat’ta. Şimdi turist rehberi gibi olmasın ama Ayşegül Kaya’nın içerde Ruhi Su çaldığı ‘Hepsi Hikaye’ adlı güzeller güzeli cam atölyesinden çıkıp Köfteci Arnavut’un sokak girişine koyduğu masada köfte piyaz yiyebilirsiniz mesela. Yani kendimize ördüğümüz sosyal duvarların üzerine minik delikler açıp uzak sanıp bir adım gerisinde durduğumuz her neyse ona şöyle bir bakabilmemizi sağlayan bir mekan nasıl ‘kutsi’ olmayabilir ki zaten? İstanbul’un underground ya da değil, sanat çevresine eli kolu bir şekilde dokunup da Balat’ın yokuşlarını tırmanmayan var mıdır acaba hala? Kıvrım kıvrım sokaklarının her köşesinden beklenmedik bir atölyenin, stüdyonun, serginin çıktığı ve gün geçtikçe fokurdayarak büyüyen, serpilen ve güzelleşen, yaşayan semt Balat’ta bulunan ‘Mısırlı Ahmet’in Ritimhanesi’nden bahsetmek istiyorum biraz. Ritimhanenin sahibi isimden de anlaşılacağı üzere Üstat Mısırlı Ahmet, müzik ve ritmin evrenselliği üzerinden
atölyeler ve ritim kampları düzenliyor. Üst katta bulunan atölyeye girdiğiniz zaman,ilk dersin sonlarına doğru daha önce tanımadığınız bir oda dolusu yabancıya öyle ya da böyle bir şekilde bağlantılı hissediyorsunuz kendinizi, bu öğrenilen ritimler kadar değerli bir ders bana göre. 3 haftalık atölyenin sonunda ise Kendisinden birebir alıntılayacak olursak; “Müziğin evrensel bir dil olduğu söylenir. Kuşkusuz doğrudur da. Yani Hintli bir tablacıyla, New Orleans’lı bir jazzcı, Lüleburgazlı bir zurnacıyla Mısırlı bir darbukacı birbirlerinin tek kelimesini anlamasalar bile, müziklerinin ritmi ile sabaha kadar muhabbet edebilirler.” Bu cümleler de tam olarak anlatmak istediğim ruhu yansıtıyor bence. Bunun dışında, avangard tarzıyla şahane bir karşı duruş sergilediğini düşündüğüm ‘Karanlık İşler Atölyesi’ de Balat’ta bulunuyor. Dilek Keleş’in kendi sergi döneminde yaşadığı kaostan ilham alarak açtığı bu atölye, sinema, oyunculuk, fotoğrafçılık gibi alanlarda workshop ve kurslar veriyor.
24
Şimdi Reklamlar Sesimiz çıkmıyor diye kötü reklam yapar olmuşsunuz, ayıp! / Demet Açıkgöz
Sayın Ali Bey, sizin uğraşacağınız arabalarınız falan yok mu? Şöyle güzelinden bi ajansla anlaşsanız da, her şeyi sizin yapamayacağınızı söyleseler nasıl olur?
İndirin-kaldırın da bitsin bu çile! Hayır biz anlaştık sanıyordum. Aylardır ekranlarda olmayışı, kendisini en son sevgilisiyle tatilde görüşümüzden sonra reklam sektöründen iyice elini ayağını çekti, diyip sevini vermiştik. Meğer indirip-kaldırmayı, bir kötü reklam daha yapmayı planlıyormuş. İşin aslı ben gerçekten üzülüyorum. Çok sıcak kanlı ve sevecen bir insan olabilir. Ama gerçek anlamda; reklamlarda görmeye tahammül edemediğimiz bir sima olarak, tarihe adını altın harflerle kazıttı.
Yemek Sepeti Geçenlerde izlediğim programın reklama girmesiyle ekranda ilk defa gördüğüm reklam ilgimi çekip kafamı telefonumdan kaldırmama sebep oldu. Hafif sıyırık bir adam, bir sürü telefon, bir sürü bilgi, kendi kendine sipariş verme çabası derken. Yemek Sepeti’nin reklamı olduğunu hemen anladım. İşin aslı bu alanda kendisine rakip görmediğim bir markanın çalıştığı ajansı da tebrik ediyorum. Yemek sepetinin nasıl dert çözdüğünü, bizi yormadığını ve ulaşmamız gereken bilgiye hemen ulaşabileceğimizi anca bu kadar iyi anlatabilirdi. Ayrıca sana puanım 4 Kebap Vadisi... http://youtu.be/Q0_2ElrJaek
25
Arabam.com Siz tam olarak ne dersiniz bilmiyorum ama geriden gelenin lidere oynaması diye ben buna derim. Yakaladıkları içgörü ile yürüyen ve bizi güldüren saygı değer marka Arabam.com “Biz size diyoruz, öyle her şeyi satan yerden araba mı alınırmış?” http://youtu.be/ro-IAeqOOpE http://youtu.be/civNTiB6nKI
Hadise’ye iyilik yapmıyorsunuz! Zavallı Hadise, zavallı ajans, zavallı marka, zavallı biz! Penti’nin yeni yüzü olan Hadise’yi kötü kıyafetiyle İstanbul’un her yerinde görmemiz yetmiyormuş gibi şimdi bir de televizyonda reklamları dönmeye başladı. Bir neslin hayran olduğu 3 filmin konu alındığı reklamda “Lara croft: tomb raider”, “American beauty”nin film sahnelerini yapması yetmiyormuş gibi bir de; Marilyn Monroe’nun meşhur sahnesinin bulunduğu “The Seven Year Itch” filmindeki halini taklit ettirmişler. Hayır bir de bu kadına kendini güzel hissettirmişsiniz. Reklamı görür görmez içimize içimize ağladık, kim bilir ne kadar bütçesi vardı da, sürekli televizyonda görüyoruz… Yazık. http://youtu.be/oGEtIbN1MRs
26
27
e t e z r e üniv zete Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)