/84
e t e z r ive
端n
zete
Sayı: 84 / 2014 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Oğuzhan Karakaş, İrem Topçuoğlu
BASKETBOLDA HOLİGAN DAMGASI
Yazılar İlgi Özdikmenli, İrem Bayer, Duygu Taneri, Alp Tunçer, Hazal Zeynep Altunal, Alp Kargören, Hande Kandemir Ön Kapak: Alana Dee Haynes Arka Kapak: Demet Açıkgöz
DEVLET RESİM VE HEYKEL MÜZESİNDE BÜYÜK SKANDAL
İŞTE BENİM ZEKİ MÜREN
MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI
DOT’TAN TİYATRO SUPERNOVA’SI; “THE BEAUTIFUL BURNOUT”
PLAYLIST NO:IV
GİZLİ DÜNYALAR; KİTAPÇILAR
Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
Basketbolda Holigan Damgası Galatasaray Liv Hospital - Kızılyıldız arasında oynanan basketbol maçı öncesinde çıkan olaylarda bıçaklanarak öldürülen genç Sırplı taraftar Marko Ivkovic’in ardından / Hande Kandemir
Geçtiğimiz Cuma akşamı oynanan Galatasaray Liv Hospital - Kızılyıldız basketbol maçı öncesinde çıkan olaylarda bir Sırp taraftar bıçaklanarak öldürüldü. İlk alınan haberlere göre bıçaklayanlar kendi taraftarlarıydı. Kim veya kimler tarafından bıçaklandığının herhangi bir önemi var mı? Ya da bıçaklananın Sırp, Türk, İngiliz, Amerikalı veya Çinli olmasının en ufak bir önemi var mı? Neyi değiştirir? Hayalleri, umutları, yaşayacakları olan genç bir insanın bu dünyadan kayıp gitmiş olması dışında neyin önemi olabilir ki? “Fanatik bir taraftarmış” dendi. Fanatizm sözlüklerde bir kuruma ya da bir markaya aşırı sevgi ve sempati ile bağlanmak olarak tanımlanıyor. Yani bir sevgi eylemi. Bir sevgi eyleminin sonucunda ölüm olabilir mi? Yani, öldürülen genç, Marko Ivkovic, Kızılyıldız takımına gönül verdiği için, fanatik Kızılyıldızlı olduğu için ölümü haketmişti. Öyle mi? Sporda fanatizme oldukça sık rastlanır. Takım tutmak dünyanın her ülkesinde var olan bir olgudur. Fanatik babaların fanatik oğulları olur. Doğdukları gün çocuklara, ailede hangi takım
tutuluyorsa o takımın renklerini taşıyan tulumlar giydirilir. Başuçlarına o renklerde forma giydirilmiş peluş hayvanlar oturtulur. Yani fanatizm, şu ya da bu şekilde çok erken yaşlarda hayatlara sokulur. Öte yandan aşılamanın olmadığı durumlarda, bir ait olma isteğidir insanı bir takımı tutmaya iten. Güçlü bir duygudur aidiyet, bir ihtiyacı tatmin eder. Kişi kendini tuttuğu takıma ait hisseder. Onun başarısı kendi başarısı, yenilgisi kendi yenilgisi, popülaritesi kendi popülaritesi olur. Çok sever takımını. Renklerine yüce anlamlar yükler. Bu noktaya kadar taraftar olmak, fanatik olmak gerçekten de bir sevgi eylemidir. Ama sonra temel ihtiyaçları yeterince tatmin edilmemiş biri çıkar o çok sevenler arasından. O da çok sever ama yanlış sever. Kendiyle özdeşleştirdiği takımının, ya kaybedeceği ya da kazanacağı bir oyunun içinde olduğunu unutur. Kaybetmekten nefret eder, kazandıkça coşar. Bir tutkudur onun için takım tutmak. Ölçüsüzleşir, hayasızlaşır. O artık bir taraftar değil, bir savaşçıdır. Sevgi sapkınlığa, sporun doğasında zaten var olan hırs şiddete dönüşür ve holiganizm
5
6
başlar. O takım için, o renkler için her şeyi göze alır, hatta ölür ve öldürür. Artık o bir fanatik değil, bir holigandır. Marko Ivkovic’in basit bir taraftar mı, bir fanatik mi yoksa bir holigan mı olduğunu bilmiyoruz. Ama sevmeyi bilmeyen, insan hayatına değer vermeyen, öfkelerini kontrol edemeyen, milliyeti ve
cinsiyeti ne olursa olsun, insani niteliklerden uzak bir grup tarafından öldürüldüğünü biliyoruz. Tarihte, özellikle futbol arenasında örnekleri çok. Tuttukları takım uğruna öldürülenlerin sayısı sayılamayacak kadar fazla. Yakılıp yıkılıp, tahrip edilen spor alanları da cabası. Holiganizmin düşük sosyo ekonomik yapıların ve eğitimsizliğin bir ürünü olarak görülüp gelişmemiş ülkelere özgü olduğu düşünülse de holigan, her yerde holigan. İngilterede de var, Almanyada da, diğer çok gelişmiş ülkelerde de. Sadece, onların holganizmi önleme yolunda aldığı önlemlerin diğerlerine göre daha yeterli olduğundan söz edilebilir. Sözün özü, her ülkenin holiganı var. Spor erken yaşlarda hayatımıza giren, sağlığı, beraberliği, arkadaşlığı, dürüstlüğü, barışı, sevgiyi çağrıştıran elit bir kavram. O halde Marco Ivkovic ve onun başına gelen gibi ölümlerin olmaması için bu elit kavrama etik değerinin nasıl kazandırılacağı gelişmiş, gelişmemiş tüm ülkelerin, toplumların ve insanların sorunudur.
7
8
Devlet Resim ve Heykel Müzesinde Büyük Skandal Müze’den kaçırılan tablolar sudan ucuza satılmış / İrem Bayer
9
İşte size “bu kadar da olmaz artık” dedirtecek, acı ama gerçek bir haber. Devlet Resim Ve Heykel Müzesi’nden çalınan 302 kayıp eserlerle ilgili soruşturmada sonuçlar su yüzüne çıktı. Soruşturmada tutuklanan müzenin bekçisi ile arkadaşı, değerleri toplam 250 milyon dolar olduğu söylenen eserleri sudan ucuza fiyatlara antikacı ve galericilere
satmışlar. Olaylar gizli tanık “Güneşışığı” nın ifadesiyle su yüzüne çıktı. Tanığın ifadesine göre olaylar müzenin eski güvenlik görevlisi Veli Topal ile arkadaşı Ahmet Sarı’nın işbirliği oluşturmasıyla baş gösteriyor. Veli Topal arkadaşı Ahmet Sarı’ya “Bize İstanbul’dan müşteri bulursan sana Ankara Resim Ve Heykel Müzesi’nin
10
depolarında atıl vaziyette bulunan ve bir kısmı envantere kayıtlı, bir kısmı kayıtlı olmayan orijinal Osmanlı Türk ressamlarına ait olan tabloları verelim. Sen bunları sat. Sen de kazan bizde kazanalım” demiş. Sarı’nın bu teklifi kabul etmesi üzerine Osmanlı Türk ressamı Halil Paşa’ya ait iki adet yağlı boya tablosu çok ucuza Ahmet Sarı’ya verildi. Sarı da bu tabloları, annesi İstanbul’da ünlü antikacı olan Mete Aktuna’ya sattı. Bu yetmezmiş gibi Aktuna, daha sonra Ahmet Sarı’dan 80 adet tablo aldı. İşin içinde büyük parlar dönüyor ya bu yüzden Aktuna bir an bile tereddüt etmeden bu tabloların bir kısmını el altından bir kısmını ise müzayedelerde özel satış şeklinde satmış. Bu arada şüpheli isimler son bulmamakla beraber Ekrem Ağaoğlu’da yine aynı yollarla 100 adet eseri eski müze bekçisi Veli Topal aracılığıyla aldı. Ekrem Ağaoğlu ise bu eserleri
İstanbul’daki bir galeri sahibine satmış. Kaçak işlerde çareler tükenmediği için satılan resimlerin yerine şüphelenilmemesi için aynı resimlerin kopyalarını yaptırarak müzeye geri koydukları belirtildi. Gizli tanık Günışığı’nın ifadesine göre satılan tablolardan elde edilen paranın 250 milyon dolar olduğu anlaşıldı. Yanlış okumadınız bu kaçak işten tam tamına 250 milyon doları ceplerine attılar. Günışığı İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne tüm bildiklerini anlatınca, tahmin etmesi kolay, vakit geçmeden tehdit mesajları almaya başlamış. Soruşturma kapsamında çalınan tablolarla ilgisi olduğu düşünülen şüphelilerin telefonları dinlenip, kendileri takip edildikten sonra 17’si göz altına alındı. İşin en sinir bozucu kısmı ise tutuklanan eski güvenlik görevlisi Veli Topal, tekel büfesi işlettiğini, aylık gelirinin 2 bin lira
11
olduğunu ve üzerine hiçbir kayıtlı şeyin olmadığını belirtmiştir hatta bu da yetmeyip “şayet bu kadar eşyanın buradan çalınmasına göz yumsaydım durumum bu kadar kötü olmazdı” diyerek kendi savunmasını yapmaya çalışmış ne acı… Bir diğer tutuklu Ahmet Sarı ise ortalama gelirinin 500 lira olduğunu ve üzerinde hiçbir menkul ya da gayrimenkul bulunmadığını ifade etti. Diğer ismimiz Mete Aktuna ise alıp sattığı eserlerin çalıntı olduğunu bilmediğini açıkladı. Müzenin eski Müdürü Ömer Osman Gündoğdu ise hırsızlık olaylarını öğrendiğinde tüm gerekli işlemleri yaptığını ve suçun ortaya çıkmasını sağladığını ifade etti. Devlet Resim ve Heykel Müzesinde çalınan 302 kayıp eserden, geçen yıl
43 tanesi, geçtiğimiz haftalarda ise 17 tanesi olmak üzere toplam 60 adet tablo nihayetinde bulundu. Geçtiğimiz haftalarda bulunan 17 tablodan bazıları ise şunlardır: Feyhaman Duran - Ömeriye Cami Halil Paşa - Yalılar Halil Paşa – Manzara Hasan Vecihi Bereketoğlu – Manzara Süleyman Seyit – Manzara Süleyman Seyit – Manzara Hoca Ali Rıza – Sultan Çayırında Hoca Ali Rıza – Çamlıca Kız Lisesi Müstemilatı Hoca Ali Rıza – Beykoz Çayırında Bunlara ek olarak Refik Epikman’a ait bir resim ve Hüseyin Avni Lifij’e ait bir resim bulunmuştur.
12
İşte benim Zeki Müren Zeki Müren’in hayatına ve desen çalışmalarına konuk oluyoruz / / Duygu Taneri
13
Geçen hafta İstanbul’da açılan iki farklı Zeki Müren sergisiyle onun hem hayatına hem de severek yaptığı desen çalışmalarına yakından bakma fırsatı buluyoruz. ‘İşte Benim Zeki Müren’ sanatçının hayatına odaklanırken ‘Mora Bayılırdım’ sergisi, Yüksek Süsleme Bölümü’nü birincilikle bitiren sanatçının desen çalışmalarını konu alıyor. ‘İşte Benim Zeki Müren’ sergisinde, sanatçının biriktirdiği ve sonra Türk Eğitim Vakfı ile Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı’na bıraktığı arşivinden parçalar bulunuyor. Sergide fotoğraflar, filmlerinden küçük parçalar, gazino mukaveleleri, kostümleri, mektupları, şiirleri, plakları, faturaları ve ilk kez yayınlanan Aspendos konserinden bir bölüm bizleri bekliyor. Çocukluğundan ölümüne kadar geçen yıllar arasında yaşadıkları, yaptıkları, onun hakkında bilmediklerimiz bu sergiyle gün yüzüne
çıkıyor. Gelmiş geçmiş en büyük ve yenilikçi sanatçılardan olan Zeki Müren’i yakından tanımak isterseniz, 20 Aralık’a kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde sergiyi gezebilirsiniz. ‘Mora Bayılırdım’ sergisinde ise, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Süsleme Bölümü’nü birincilikle bitiren sanatçının desen çalışmaları sunuluyor. Sahneye inmek için kullandığı salıncaktan, fonda köpüklerin aktığı hareketli dekorlara kadar denenmemiş fikirleri olan sanatçının sahne dekorlarına ve desenlerine verdiği ‘Kuğu Gölündeki Sır’, ‘Susamış İstiridye’, ‘Mora Bayılırdım Seni Tanımadan’ gibi ilginç ve orijinal isimler de dikkat çekiyor. Kadıköy Belediyesi ve Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık işbirliğiyle hazırlanan sergi Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde 19 Kasım – 19 Aralık tarihleri arasında ziyaretçiye açık olacak.
14
15
Memleketimden İnsan Manzaraları Farklı hayatlarda var ve hepimiz aynı şehri paylaşıyoruz / İlgi Özdikmenli Haliç’in kıyısından bakıp gördüğümüz Fener, içine girildiğinde ne çok hikayeler barındırıyormuş meğer… Fener’den, Balat’a; Balat’tan ise Çarşamba’ya yaptığımız değişik ve İstanbul’u anlamlandırmaya yönelik turumuz, doğduğumdan beri içinde yaşadığım şehirle ilgili daha çok okuma/araştırma isteği oluşturdu içimde. Neden? Çünkü aslında İstanbul’da yaşıyoruz, ancak bir çoğumuz onun gerçek yüzünü tanımıyoruz. Belli sınırlar içinde hayatını sürdüren ve farkları görüp bilmeyen üstelik kabul etmek istemeyen hatırı sayılır bir kitle var. Örneğin İstanbul’u Nişantaşı’ndan veya Bağdat Caddesi’nden ibaret sanan. İnsanlar, iş için, belki okul için veya günübirlik mecburiyetler sebebiyle çıkıyorlar belki homojen ve kendileri gibi olanlar hariç kimseyi almadıkları
çevrelerinden. Ama atlanan bir nokta var ki, bir semtte nefes almak; oranın dokusunu hissetmeye yetmiyor. Balat’tan Çarşamba’ya doğru, rehberimiz, bölüm arkadaşlarım, hocalarım ve İletişim Fakültesi dekanı Halil hocamız ile birlikte yaptığımız tur işte bu gerçekle daha sert yüzleşmemize olanak sağladı. “Farklı yaşamlar da var ve aynı şehri paylaşıyoruz.” fikri zihnimizde somutlaşırken, bir şehir nasıl böyle apayrı uçları içinde barındırabilir diye de düşünmeden edemedim. Fener’i dolaşırken ve Balat sokaklarında gezerken, zamanla önüne geçilemeyen çarpık yapılanmaya rağmen gerçek anlamda ruhu olan bir semt olduğunu görürdüm hep. Üstelik bu sokaklar içinde hikayeler anlatıyor konuklarına. Örneğin “Moğolların Meryemi Kilisesi”,
16
başlı başına tarih ve rivayet kokuyor. Kiliseyi gezerken, mimarisinin yanında Moğol hükümdarı eşi Maria’nın, kocasının ölümünün ardından buraya gelerek yaptırdığı manastırın Osmanlı Devleti tarafından da korunması, hatta Fatih’in asla ve asla manastırın camiye çevrilmemesi ile ilgili çıkarttığı fermanların duvarlarında asılı olması, keyifle dinlediğiniz ve kanıtlarını gördüğünüz hikayeler arasında kalıyor. Ruhunu koruyor. Patrikhaneyi, Rum Erkek Lisesi’ni yani Kırmızı Mektebi görüyoruz ve mimari yapıları karşısında adeta büyüleniyoruz. Haliç’ten görünen Fener silüetindeki en ihtişamlı yapı olan bu “Kırmızı Mektep”in, hiç bir mimari akıma bağlı olmadan yapıldığını öğreniyoruz. Ve gerçekten her bir taşı için ayrı hayranlık uyandıran bu okulu da geride bıraktığımız da; Çarşamba’ya doğru çıkan yolun başına geliyoruz. İşte bu noktadan sonra sorgulamalar başlıyor. Medeniyet olarak adlandırılabilecek sokaklardan, attığımız her adımda bizi şaşırtan olayların mahallesine, İsmail Ağa cemaatinin merkezi Çarşamba’ya geliyoruz. Burası öyle bir mahalle ki, kendinizi Türkiye sınırından
çıkmış gibi hissetmeniz son derece doğal. Gözlemlerim boyunca; alışmış olduğumuzdan bambaşka bir dünyayla karşılaştığımızı söylemeliyim. Normalde sokaklarda görmeye alışık olduğumuz hiçbir şeyi göremedik çünkü. Örneğin, camlara asılmış “iyi sarık sarabilen eleman aranıyor” gibi daha niceleriyle karşılaştığımız iş ilanları şaşkınlığımızın yalnızca küçük bir parçası olarak kaldı. Arapça cümlelerin ağırlıkta olduğu, cüppe, şalvar, çarşaf, sarık gibi sembol giysilerin herkesin ortak noktası haline geldiği bir mahalle burası. Farklı tek bir kıyafet satılan yer yok; yalnızca çarşaf, şalvar, sarık bulmanız mümkün. Zaten aksi halde sokaklarda dolaşmanız da harika karşılanmıyor. Yol boyunca mutlaka üstünüze dikilmiş gözler veya size yönlendirilmiş sözler duyabiliyorsunuz. Onlardan farklıysanız, İslam dininin gerektirdiği hoşgörü işlemiyor. Elbette genelleme yapmıyorum ancak kendi karşılaştığım kitlenin anlattıklarımdan eksiği yok fazlası var diyebilirim. Örneğin bir baba ve oğulun yanımızdan geçerken gerçekleştirdikleri diyalog bakış açısını aşağı yukarı anlamamız için yeterli oldu. Oğlu, babasına son derece
17 hararetli bir şekilde gördüğü bir arabada bir kadının direksiyonda olduğunu ve araba kullandığını ancak kocasının yan koltukta oturduğunu, bunun olmaması gerektiğini öfkeyle anlattı. Bir toplumda farklılıkların bir arada yaşaması gerektiğine inananlardanım ve hatta bir ülkenin bu şekilde saygı, hoşgörü ve farklılıklara tahammül ile güzel ve yaşanır olabileceğini düşünüyorum. Farklı inançlar, farklı kültürler elbette olmalı ancak yarınları beraber paylaşacağımız insanların, bu zihniyetin içinde büyümesi inkar edilemeyecek şekilde üzücü. Kadın ve erkeğin eşitliği gerçeğini, kılığı kıyafeti tartışıyorsak hala, ve hala burada takılıp kalmışsak, gelişmiş bir ülke olmaktan hangi hakla söz edebiliyoruz bilmiyorum. Tüm bu şaşkınlığımızın aslında ana sebebi, yaklaşık 5 metre fark ile şahit
olduğumuz kültür şoku. Ciddi anlamda iki merkez arasında, sokaklarından insanlarına kadar çok ciddi uçurumlar gördük. Balat’tan Çarşamba’ya yürürseniz eğer, kendinizi vize ve pasaport işlemleri olmadan bir ülke sınırından diğerine geçmiş gibi hissetmeniz kaçınılmaz. Tüm gezi boyunca Rumların, azınlıkların, Ortodoksları yaşadıkları yerleri hatıralarını okullarını, Hristiyanlığı, Bizans Kiliselerini, güzel mozaikleri, bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış yapıları, Çarşamba’nın kendine has sosyal dokusunu görmüş olduk. Gördüklerimiz karşısında yaşadığımız duygular ise karışık bir kasetten farksız; yer yer hayranlık, bazen kızgınlık ve bir hayli şaşkınlık. Ama işte burası İstanbul ve burada her duyguya yer var. Nazım’ın da şiirinde anlattığı gibi burada her türlü insan var. Burası; memleketimden insan manzaraları…
18
Dot’tan tiyatro Supernova’sı; “The BeautIful Burnout” “Yıldızlar da Yanar!” / Hazal Zeynep Altunal Dev yıldızların kendi potansiyellerini 3’e - 5’e katlayacak ölçüde ışık ve ısı yaymasıyla sonuçlanan, ve galaksinin tamamında da denge bozukluğuna yol açabilecek büyüklükte patlamaların astronomideki ismi ‘Supernova’, post-modern tiyatro grubu Dot Tiyatro’nun ‘The Beautiful Burnout – Supernova’sında genç bir boksörün hayatı üzerinden yeni jenerasyonun
hayatı ve dünyayı algılama biçimine eleştiriyle paralel bir metafor olarak kullanılıyor bu oyunda. Biraz arabesk bir yorumlama olmayacaksa, kendini tükete tükete etrafını aydınlatma, ışık saçma teşbihi bize, nedense hep çok şiirsel ve çekici gelmiştir. İçimizdeki ‘ışık saçan’, ‘üreten’ her ne ise bir şekilde ekstrem bir duygudan, genellikle de en tetikleyici hislerden biri olan ‘acı’dan ve ‘yok
19
oluş’tan beslenmesi fikrine kendimizi bir sebeple yakın hissediyor oluşumuzun sağlıklı olup olmadığını tartışmayacağım, ama aslen çeviri ve uyarlama senaryolu oyunlara kendini çok da yakın hissedemeyeceğini düşünenlerdenseniz eğer göz önünde bulundurulacak bir nokta var, onu göstermek istedim. Bu arada en sevdiğim Özdemir Asaf şiiri de “Mum Alevi ile Oynayan Kedinin Öyküsü” dür, teması gelmişken değinmeden edemeyeceğim. Oyunun ilk gösterimi Ocak 2012’de gerçekleşti, 2013 ve 2014 sezonlarında da
dönemsel olarak oynandı fakat an itibariyle gösterimde değil. Oyunun 2015’te hangi ayda gösterime gireceğini öğrenmek için Dot Tiyatro’nun ajandasını ve Güncel Oyunlar sayfasını takip etmek gerekiyor. Senaryonun orijinalini Amerikalı senaryo yazarı ve aktör Bryony Lavery yazmış, Türkçeye de Pınar Töre ve Tuğrul Tülek uyarlamış, Murat Daltaban’ın yönettiği oyunda Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Berrak Kuş, Ünal Silver, Pınar Töre, Tuğrul Tülek ve Emre Yetim gibi oyuncular oynuyor.
20
v ı : o n t s ı l y pla / Alp Kargören
ça efkark u ld o i r le laylist ile siz p ız ım ığ t p rini aldık. a e y b a a h ıd y z a ü s m i ü k Önce re götürdüğ le in r e d e v ı sizleri yeniız e v ım r ığ o d y ü ır d n ö n la özümüze d n e id n e y e ’t Bu playlist diyoruz. e t e v a d e y e ı bir liste ile lm ım e ış s r k a ü k y e n s u de ve Deep Ho e s u o mizde de e H t s a li d ız u b ım i y ib a Bu s an olduğu g m a z r yız. Kısa e lı h ia e d v id ız a y d a n d u karşınız ğınız konus a c la u b ı r la a lbümünde ç a r a n p o s ız ın ın ’n ığ a t arad David Guet ; k a s r dik e lisn lu e o ğ k e a b c ı a s t a a ç bir göz gördük, açık i in iğ d ir ç e nısıra Parov g a y im n r u v n e u ir B . b i liyle min m dedik ha li e n sesir o e f v a s r k e a y s e r, d e d e Fe temizd m vokali ile e ş e t h u m i muhteşem in ik ’n r e la s y ıt L n a r, k la Ste el olduğunu m m buluşue k le ü r m le r iz a s d a la k ıy nin ne fnar aracılığ f o H e D e v ish parça Goldf taki playf a h u b r o y eli yor. enler için g iy d ım ır z a h Yükselmeye fendim. e z u n u r y u list, b l/rLHnsq
http://goo.g
21
22
Gizli dünyalar; Kitapçılar / Alp Tunçer
23 Hepimizin yolu hayatımızın belirli bir zamanında bir kitapçıya düşmüştür. Eğer ki bu zaman öğrenci olduğumuz zaman içindeyse belki de bizim kurtarıcımız olan yer olmuştur. Bir kitap arıyoruzdur dersle ilgilidir, kafamızı taktiğimiz bir konuyla ilgilidir veya içimizde merak uyandıran yeni bir şeyler arıyoruzdur ve bir şekilde bilginin kaynağına yol alırız. O dünyaya girdikten sonra, çoğu zaman daha farklı bir şeyi arayarak baktığımız raflarda, ilgimizi çekecek bambaşka bir kitap karşımıza çıkar. Kitabın kapağında gördüğümüz bir resim veya üzerinde yazan bir söz, ilk bizi o kitaba yaklaştıran unsurdur. Ve o kitabı elimize aldıktan sonra şu sorular direk olarak sorulur bu kitap neyi anlatıyor?, neyi söylüyor?, merak kavramı devreye girerek bize bu soruları sordurmuş olur. Biz aslında, Freud’un Zerdüştçünün ne söylediğini, Camus’un yabancısının ne yaptığını, Beckett’in Godot’nun neden beklendiğini, Wilhelm Reich’in küçük adamının niye dinlediğini merak ederiz. Bir diğer deyişle felsefeden edebiyata, tiyatrodan
psikolojiye bu kavramların bizi çeken, merak ettirten yönlerini bulmuş oluruz. Ve dahası… Bu kavramların söylediği düşünceler, bizi etkileyip, öz görüşlerimiz halini alabilir. Belki yirmi yıl önce girdiği kitapçıdan sosyalist düşünceye destekleyen bir kitabı alan arkadaş, inandığı düşünceyi bulmuş ve yirmi yıl sonra hala emeği destekleyen aynı görüş ve düşüncelerindedir. Veya tam zıttı bir şekilde kapitalist düşünceyi destekleyen bir kitabı alan ve ona inanan bir arkadaş yirmi yıl sonra bakış açısı doğrultusunda, bir kitapçı çok para kazandırmaz düşüncesiyle kapatıp yerine otel yapmayı düşünecek durumda olabiliyor. Ve gerçek hayatta bu iki örneğe de gözümüzle şahit oluyoruz. İçinde en çok merak duygusunun barındığı gizli dünyalar olan kitapçılar nerede olursa aslında birçok düşünceyi içinde barındırıyor. Bu gizli dünyayı keşfetmekse içinde dolaşana kalıyor... Çünkü; gidilecek yol sınırsız olduğu gibi seçilecek olan yol da sınırsız... Sadece bakmaktan daha çok görmeyi öğrenmek daha önemli bir hal alıyor…
e t e z r e v i n ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete