/89
端n
e t e z r ive
zete
Sayı: 89 / 2014 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri
GERÇEK GÜRÜLTÜ, GARAGE ROCK
İrem Topçuoğlu Yazılar Hazal Zeynep Altunal, Sermin Dakak, Alp Tunçer, İrem Topçuoğlu Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
DAVID FINCHER
SİNEMA’DAN SEÇKİLER
HAREKET ATÖLYESİ’NİN YENİ OYUNU: KÜL KADIN
BAŞKA ŞEKİLDE DANS ETMEK MÜMKÜN!
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
89 Sayıdır bizimle çalışan, Bizi destekleyen, Gelişmemiz için yardımcı olan Tüm Üniverzete çalışanlarına, Okuyan, Seven ve değer veren, Tüm Üniverzete okurlarına Teşekkür ediyoruz! ve Yeni yılda her şeyi gönlünüzce olmasını diliyoruz... Nice daha düzgün senelere. Üniverzete
4
Gerçek Gürültü, Garage Rock Kirli gitar tonları, patlak davullar, agresif ve yer yer çirkin vokaller / Sermin Dakak
5
6 Garage Rock, kendi müziklerini yapıp, herhangi bir plak şirketinin himayesi altına girmeden müziklerini dağıtan rock müzik gruplarının tarzına denir. Amerika’dan çıkma. İsminin ‘garage rock’ olmasını, bütçesi olmayan grupların garajlarda yaptıkları provalar sağlamıştır. Günümüzde çoğu sanatçının yaptığı büyük prodüksiyon albümlerinin aksine çetrefilli oyunları bünyesinde barındırmaz. Garage Rock’ın samimi gelmesini ve kanınızın ısınmasını sağlayan tarafta bu olsa gerek. Kısa, gürültülü rock n roll parçalara, eğlence ve kendi isyanlarını ‘kusursuz’ bir şekilde işlemek bu tarzın olmazsa olmazı. Amerikan çıkışlı müzik tarzı olmasına rağmen 60’lardan sonra bir çok İngiliz rock grubunun da ilgisini çekmiş bir tarz. Bakınız; Rolling Stones, Arctic Monkeys, The Subways gibi. Müzik türlerinin en anarşist ruhlusudur. Plak şirketlerinin diretmelerine asla boyun eğmeyip, kafasına buyruk müzik yapan gruplar aynı zamanda rock n roll felsefesini hala ayakta tutmayı saglayabiliyor. Dünyada en bilinen garage rock öncüleri; The Velvet Underground, The Black Keys, Jack White, Arctic Monkeys, Strokes, The White Stripes, Yeah Yeah Yeahs, The Vines. Türkiye’den örnek verebileceğimiz grup ise The Ringo Jets. Bu aralar çok sık dinlediğim on Garage Rock parçasını şuraya bırakıyorum; 1- Thee Oh Sees - Dream 2- Count Five - Psychotic Reaction 3- The Velvet Underground - Heroin 4- Sonic Youth - Kool Thing 5- Ty Segall - Feel 6- The Mind Flowers - Down the Line 7- Black Keys - Too Afraid To Love You
8- The Guess Who - Shakin All Over 9- The White Stripes - Icky Thump 10- Jack White – Lazeretto Bu listeyi dinlemek için: http://goo.gl/bG5nV4
7
8
DavId FIncher Fincher’ın sinemasının temel unsurları / Aslıhan Atalar
Dünya Sinemasında 1990 ‘lar film (noir)’in kara filmin canlanmasına şahit oldu. Teknolojinin dijital alanda gelişimiyle birlikte, dijital teknoloji sinemayla harmanlandı. 90’lar yönetmenleri, sinema severleri görsel hamlelerle şaşırtıp nefes kesen filmler yaptı ve bu filmler sinemanın temel unsurlarını oluşturarak günümüze kadar taşındı. 90’lar sineması bizi öyle bir isimle tanıştırdı ki, kendi jenerasyonunun “belki de” değil açık ara en iyi yönetmeni David Fincher’la tanıştık. David
Fincher, psikolojik-gerilim türünün en iyi temsilcisi oldu ve filmlerinde ‘’ağzın açık kalma durumu”nu tam olarak izleyicilerine yaşattı, düşündürttü ve aynı zamanda sorgulattı. Benim gözümde Fincher, bir yönetmenin yapması gereken önemli şeyi gerçekleştirdi; filme kendi karakterini katabilmek! Kendi tarzını bulmaya çalışırken bu süreçte Steven Spielberg, Stanley Kubick ve özellikle Alfred Hitchcok’ un gerilim sinemasından etkilenerek
9
fark ettiriyor ve bunu en iyi başarabilen isimlerden biri de David Fincher.
kendi sinemasının unsurlarını, özgün ve bağımsız bir şekilde oluşturdu. Bildiğiniz gibi bir filmi oluşturan temel elementler için, pek çok faktörün bir araya gelmesi gerekiyor. Özellikle bir filmi oluşturan dört temel unsurun yani; mizansenin, sinematografi, kurgu ve sesin hepsinin birden iyi olması film için çok önemli bir unsur. Aynı zamanda oyuncular, yazarlar ve daha sayamayacağımız daha birçok unsur. Fakat bu noktada yönetme kabiliyeti yani yönetmen unsuru bu harmoniyle birleşince kendini
Sinemasının tipik özelliklerinden bahsedecek olursak, sinemasında karanlık önemli bir unsur oldu. Teknik olarak koyu ve doygun renkler ve aynı zamanda görüntüye gizemli bir hava katan loş ışığı kullandı. Teknik anlamda da zıtlıklardan beslendi. 18 yaşına geldiğinde George Lucas’ın şirketi olan Industrial Light Magicte özel efekt alanında çalışma deneyimi, onu teknik anlamda çok geliştirdi. 80’li yılların ortalarında ise ILM’yi terketti ve Propaganda Films’in kurucularından birisi oldu. Burada dönemin önemli video kliplerine imza attı. Klipler arasında; Madonna’nın “Express Yourself”, “Vogue” ve “Bad Girl”ü. Michael Jackson’ın; “Who is it”i, George Michael’in “Freedom”ı. Billy Idol’ın; “Cradle of Love”’ı. Aerosmith’in; “Janie’s Got a Gun”ı ve The Rolling Stones’un “Love is Strong”u var. Üstelik bu klipler, MTV’nin yaptığı bir ankette yüzyılın en iyi 100 klibi içinde yer aldılar. Video klip estetiğinden gelen bir yönetmen olduğu için, çoğu filminin jeneriğinin bu derece başarı olmasının arkasındaki faktör; küçük yaşlarda edindiği çalışma deneyimi oldu onun için. Aynı zamanda bu süreç içerisinde birçok ünlü marka için reklam filmleri çekti. Kariyerine bu şekilde başladı ve sinemaya doğru olan
10
yolculuğuna bu şekilde çıktı. Fincher’ın filmografisine yakından göz atarsak (IMBD de belirtildiği gibi); İlk filmi “Alien 3” 1992: Ünlü serinin üçüncü filmi. Ancak istenilen film olmadı çünkü hem hasılatı ilk iki filmin gerisinde kaldı, hem eleştirmenlerden kötü tepkiler aldı. Hem de serinin hayranlarından yüz bulmadı. Alien 3, serinin en zayıf halkası olarak görüldü. Ancak her şeye rağmen film içindeki sahnelerde video klip estetiği ve iyi kamera açıları sayesinde iyi bir yönetmenin ortaya çıkacağı beliriyordu. Bu film ile 90’lı yıllarda film sektörün’de hareketlenmeler başladı. Uzun bir süre film yapmadı ve video kliplerine geri döndü. Seven/Yedi (1995): Yedinin senaryosu onu etkilemeyi başardı ve bu film ile gişede önemli bir başarı sağladı. Bu film 90’lı yılların anahtar filmlerinden birisi haline geldi. Polisiye türünün başyapıtlarından biri olarak sinema tarihine adını yazdırmayı başardı. Brad Pitt ve Morgan Freeman’ın unutulmaz
performanslarıyla hayat bulan güçlü bir polisiye – gerilim örneği ortaya çıktı. Filmdeki asıl sürprizini seri katili canlandıran Kevin Spacey’in adını jenerikte dahi geçirmeyip finalde şok etkisi yaratarak gerçekleştirdi. “En İyi Kurgu” dalında Oscar’a aday olan film toplamda 28 ödüle layık görüldü. The Game (1997): “Seven” gibi bir başyapıttan sonra kendisi hakkındaki beklentileri iyice yükselten Fincher, Michael Douglas ve Sean Penn’in yer aldığı The Game ile geri döndü.. Yönetmenlik anlamında kendini ispat etmesine rağmen Seven’dan sonra yine düşüşe geçti. Fight Club (1999): David Fincherı David Fincher yapan filmdir. Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter akıllardan çıkmayacak performanslarıyla sinema tarihine önemli karakterler kazandırıldı bu film sayesinde. Hala filmin içindeki replikler konuşulmaya devam ediyor. *En İyi Ses Kurgusu”
11 dalında Oscar’a aday oldu ve toplamda 7 ödüle layık görüldü. Panic Room (2002): Sinema tarihine geçen bir başyapıtın ardından Panic Room ile filmografisinin en zayıf filmine imza atan Fincher, bu sefer Jodie Foster, Forest Whitaker ve bir hayli küçük Kristen Stewart ile çalıştı. Kimi eleştirmenlerce övüldü, kimileri ise yerden yere vurdu.
66 ödül kazandı fakat Fincher kendisini Fincher yapan unsurlardan ödül uğruna iyice uzaklaşmış oldu. The Social Network (2010): Facebook’un kuruluş hikayesini ele alan biyografik bir filme imza atan Fincher, filme son derece hakim yönetmenliğiyle biyografik filmlerin klasik hikaye yapısını ve monotonluğunu görsel ve kurgusal dokunuşlarla adeta bir sinema şölenine dönüştürdü.
Zodiac (2007): Eski bir karikatürist ve yazar olan Robert Graysmith’in romanından uyarlanan film, gelmiş geçmiş en azılı seri katillerden biri olmasına rağmen kimliği bilinmeyen ve hiçbir zaman yakalanamayan “Zodiac katili”ni eksenine alıyordu. Jake Gyllenhaal, Mark Ruffalo gibe oyuncular hikayeyi derinleştiren karakterler oldular.
Aaron Sorkin’in unutulmaz diyaloglarla dolu senaryosuyla Atti, Trent Reznor ve cus Ross’un filmin etkisini artıran harika müzikleriyle, Kirk Baxter – Angus Wall ikilisinin yenilikçi kurgusuyla ve Jesse Eisenberg’in hafızalardan çıkmayacak derecede etkili Mark Zuckerberg performansıyla hatırlanacak olan bir film oldu.
The Curious Benjamin Button (2008): Yönetmenin Akademi’nin gözüne giren ilk çalışması olan bu film Fincher‘ın her zamanki çizgisinin dışına çıktığı teorisini kuvvetlendirdi. Oscar’a aday olup 3 Oscar ödülü sahibi oldu ve toplamda
The Girl with the Dragon Tattoo (2011): Stieg Larsson’un çok satan karanlık polisiye üçlemesinin ilk halkası olan “Ejderha Dövmeli Kız”, Niels Arden Oplev’in 2009 tarihli oldukça başarılı İsveç yapımı uyarlamasıyla tanınmış
12 ve Lisbeth Salander’le adeta özdeşleşen Noomi Rapace tarafından oldukça iyi canlandırılmıştı. Fincher yine kendine has kasvetli atmosferini güçlü bir şekilde yansıtsa da, film ne yazık ki İsveç yapımının altında kaldı. Daha çok unutulmaz açılış jeneriğiyle ve müzikleriyle hatırlanacak olan “Ejderha Dövmeli Kız”ın en büyük sorunu Rooney Mara ve Daniel Craig arasındaki uyumsuzluktu. “En İyi Kurgu” dalında Oscar ödülü sahibi olan film toplamda 25 ödüle layık görüldü. Gone Girl(2014): Gillian Flynn’in aynı adlı romanından kendisi tarafından uyarlanan ve kaybolan karısının ardından medyanın ve suçlamaların odağı haline gelen bir adamın hikayesi anlatıldı.. Filmin oyuncu kadrosunda Ben Affleck ve Rosamund Pike’ın yanı sıra Neil Patrick Harris ve Tyler Perry de yer alıyor. Filmin kamera arkasında da David Fincher ile özdeşleşmeye başlayan isimler var: Jeff Cronenweth’in görüntüleri, Trent Reznor & Atticus Ross ikilisinin müzikleri ve Kirk Baxter’ın kurgusu. Karakteristik ve konu olarak ise 90’larında etkisiyle popüler kültürdeki duyarsızlık ve tembelliğe değindi. Anarşizm, katil, şiddet, aile, aşk gibi konuları bütünlük içersinde ele alarak biz izleyicilere sundu. Kara filmin temel özelliği olan son anda beliren ya da başından sonuna kadar herkesin gördüğü, gözünün önünde olduğu, fakat kimsenin fark etmediği bireyleri ele aldı. İç ses onun filmlerinde önemli bir unsur oldu. Özellikle Fight Club’da
13
bu özellikleri fazlaca görebiliyoruz. Fincher, bütün bunları yaparken ayrıntıya gösterdiği büyük itina ve titizlikle ve unutulmaz karakterleriyle paylaştığı sinemasını tutkuyla birleştirdi. Amacı izlenebilir film yapmak değildi .Bunun için çabaladı başarılı da oldu başarısızda ama filmlerinde hep mükemmeliyetçi bir tutum sergiledi. Bu da onun sinemaya olan saygısıyla ve aynı zamanda tutkusuyla alakalı olan bir durumdu. Akademi her ne kadar Fincher’ın sinemasını bir türlü benimseyemese de bu tutumun biraz da pek çok başarılı yönetmen gibe David Fincher’ın da film okuluna gitmeden yönetmenliğe atılmış olmasından ve Fincher’ında tıpkı Nolan gibi
fazlasıyla fanı olan bir yönetmen olmasından kaynaklandığı görüşündeyim. Bu kadar popüler olması da popüler olanı sevmeyerek farklı olduğuna inananların tepkisini çekiyor haliyle. David Fincher sinema konusundaki akademik eğitim almak istemediğini de şu sözlerle açıklamış: ‘’Yönetmenlik düzgün bir resim çizip bunu kamerana göstermek değildir. Bir film okuluna gitmek istemedim. Nedenini sorarsanız çünkü bundaki amacı bilmiyordum. Gerçek şu ki; beş çekim yetiştirmen gereken günün sonunda sadece iki tane çekebildiğin ana kadar ne demek olduğunu bilemezsin.” diye bir yorumda bulunmuştur.
14
Sinema’dan Seçkiler Farklı dünyanın farklı polisi... Serpico / Alp Tunçer Bu film 1970’li yıllarda yozlaşmış olan New York polis departmanında dürüst, rüşvet peşinde koşmayan, idealist bir polis memuru olan Frank Serpico’nun gerçek hikâyesine dayanmaktadır. Bu polis memurunun hayatını kaleme
alan Peter Maas, 1973 yılında Serpico adıyla çok satan biyografi kitabını çıkardıktan sonra, bu kitabı Wolda Sallt ve Norman Wexler birlikte senaryoya uyarlamıştır. Sidney Lumet’ın yönetmenliğini üstlendiği ve Al Pacino’nun enfes performansıyla bu ender yapıt ortaya
15
bu durum onu daha da yalnızlaştıracak belki hayatını kaybetmesine neden olacaktır.
çıkmıştır. Filmin konusu kısaca; New York polis teşkilatına yeni girmiş olan devriye polisi Frank Serpico, meslektaşlarının çoğunun aksine, çok bilindik ve normal olarak görülmeye başlanmış rüşvet olayına bulaşmak istemez. Bu rüşvet düzenin büyüklüğü karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve bir şeyler yapılması için amirlerine başvurur. Ama sonuç alamaz. Bütün arkadaşlarını, birlikte çalıştığı insanları karşına alarak, kendi yöntemleriyle bu düzene savaş açar. Bunu meclis komisyonuna taşıyarak yozlaşmış polisler aleyhine şahitlik yapacaktır. Fakat
Serpico filmi 1970 ‘li yılların önemli filmleri arasındadır. Bu filmin odak noktası, Amerika’daki toplum düzenini korumakla görevli olan polis teşkilatının, toplum düzenini korumak yerine, rüşvet karşılığı bazı şeyleri görmezden geldiği ortamda, yozlaşmış, işlevini yitirmiş düzenin eleştirisini ortaya koyar. Frank Serpico adındaki idealist polis hayatını riske atarak bunun önüne geçmeye çalışmaktadır. Bu polisi canlandıran Al Pacino’nun enfes performansı da ayrıca altı çizilmesi gerek bir konudur. Belki de kariyeri boyunca oynadığı en farklı karaktere hayat vermektedir. Bunu filmde çok farklı rollere girerek bize gösteriyor. En açık örneği hippi olan bir polis memuru düşündüğümüz zaman herhâlde aklımızda bizim bile oluşturamadığımız şeyleri ortaya koyar. Bunun ödülünü ise, Baba filminden hemen sonra, böyle etkileyici bir performans sergilemesi sonucunda Hollywood’da yerini sağmalaştırarak ve kalıcı olarak almıştır. Unutulmaması gereken başka bir konuda, düzen eleştirisi olan
16
bu filmin müzikleri ise devrimci, usta müzisyen, Mikis Theodorakise aittir.
Pacino, en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanmıştır.
Serpico, Akademi ödüllerinde en iyi erkek oyuncu ve en iyi uyarlama senaryo dalında Oscar’a aday gösterilmiş fakat kazanamamıştır. Altın Küre ve İtalyan film akademisi tarafından verilen, David di Donatello ödüllerinde, yalnızca Al
Serpico filmi, ödüllerde pek aradığını bulamayan bir film olsa da, izleyen kişiler tarafından önemli bir yeri olmuş ve sinema dünyasına Sidney Lumet ‘ın armağan ettiği eleştirel bir film olarak adını altın harflerle yazdırmıştır.
17
18
19
Hareket Atölyesi’nin Yeni Oyunu:
Kül Kadın “Külkedisi bir pasif agresifti, aynı zamanda da çok sıkıcı!” / Hazal Zeynep Altunal “..dinlenme durma, vahşi ruhu hatırla/ ete kemiğe büründür şarkılarla/çıkar at sahte elbiseleri, seni bekler ezeli, orada vahşi içgüdünün güzeli/bin yıllık çile doldu.” Topluluğun kendi betimine göre; Hareket Atölyesi Topluluğu’nun ortak çalışması olarak sahnelenen “hareket tiyatrosu” Kül Kadın, “Külkedisi” masalından yola çıkıyor. Vahşi Kadın arketipi üzerine tadı damakta kalan analizlerin sahibi “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabından esinlendiği ve beslendiği bir çok nokta var Kül Kadın’ın. Tabii ki “kadınlık” ve “kadın olmak” üzerine sorusu ve sorgusu olan herhangi bir oluşumda Clarissa P. Estes olmaması düşünülemez zaten! Yapacağım yorumlar çok yıllık dramaturji eğitimlerine dayanmıyor ne yazık ki, ama özünde “iyi sanat” dediğimiz şey izleyicisi kim olursa olsun
hissettirdiğiyle de alakalıysa ben bende gerçekten uyanan hislerden bahsedeyim. Oyuncuları Hareket Atölyesi Topluluğu’ndan Zeynep Günsur, Sibel Günsur, Ece Ulutan, Gizem Soysaldı, Gülsu Okay, Aslıhan Erguvan, Deniz Yamanus, Leyla Okan, Nilgün Günsur oyunun. Oyuncuların yaydığı enerji ve tartışılmaz yetenekleri çekingen izleyiciyi bile neredeyse hipnotize ediyor. Yani gerçekten güzel oyunların insanın içindeki bütün ekstrem duygulara hitap etme gibi bir hoşluğu vardır ya, hem korkar hem güler hem ağlarsınız örneğin aynı anda, bu tür bir etkileyicilikten bahsediyorum. Kül Kadın kesinlikle öyle bir oyun. Hayatımda izlediğim en rahat, en açık oyunlardan biriydi, kendimi hem sahnedeki – aslında sahne demek doğru olmaz ‘yer’dekiherkesle hem de bütün izleyicilerle iletişim halinde hissettim. Normalde “kadınlık” sorgusu içeren oyunlardan filmlerden ya
20
da yazılardan sonra kendimi -kendime de aslında pek yakıştıramadığım bir şekilde- ister istemez öfkelenmiş bulurum, ama Kül Kadın bütün yorumlamaları o kadar hassas bir şekilde yapıyor ki, içinizdeki gizli kalmış bir dinamoyu ateşliyor. Oyunda, Külkedisi temasına dair her yaklaşım her detay çok başarılı, ama beni bitiren noktalardan biri sahne geçişlerinde anlatılan kısa öykü parçaları oldu. Mesela bir noktada, yine masal anlatırken oyunculardan biri yüzünün altına aldığı vantilatörle saçlarını uçuşturup “cadı” olduğunda anlatıcı konumdaki oyuncu da şunu anlatıyordu; “Küçüklüğümde gördüğüm rüyalardan birinde, gece vakti kocaman bir evin verandasında koşuyorum. Arkamdan korkunç bir şey beni kovalıyor, kurtulamayacağımı anlayınca olduğum yere çöküyorum. Kötülüğün bana dokunmadan geçip gideceğini mi düşünüyorum?” Bu replik aslında o kadar etkileyici ki, yani işlenen konu yalnızca kadınlığa dair acı ve güç değil, bu dünya üzerinde “insan” ve “birey” olmanın, var olmanın sancıları da aslında. Bunu içini doldurarak sık söyleyemiyoruz ama, Kül Kadın’ı herkese, kesinlikle tavsiye ediyorum. Dekor ve aynı zamanda kostüm de olan prenses elbiseleri kablolardan yapılmış, tam bu oyuna yakışacak yaratıcılıkta süper bir tasarım. Kül Kadın’ın prömiyeri 2013’te yapılmış, çok yakında 2015 Ocak ayında yeniden sahnelenecek.
21
22
BaŞka ŞekilDe DanS etmek mümkün! / İrem Topçuoğlu Sınırsız sıfatlı ve türde House/Elektronik/EDM/Dubstep/Dans müzikleri, dinlediği şarkıda gitar sesi duymak, davul ritimleri ile dans etmek isteyenler için zorlayıcı olabilir. 1973’te New York’ta açılan CBGB kulübünde Ramones, Blondie ve Joan Jett & the Blackheart gibi sanatçılar sahne alıyordu. Kulüpler canlı müziğinde olduğu yerlerken şimdi kulüplerde elektronik müzik hakim. Ancak genel tavrın aksine başka şekilde dans etmek de mümkün! Belki bu şarkılarda “patlama”lar yok ama kim bilir belki Yeah Yeah Yeahs ile kalçalarınızı oynatmaya başlayıp, The Vaccines ile kendinizi masaların üzerinde bulacaksınız. http://goo.gl/G8hJaX Görsel: Jack Vanzet
23
ü
e t e z r e niv
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete