/95
e t e z r e v i n 端
zete
Sayı: 95 / 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri İrem Topçuoğlu Cenk Bonfil Yazılar Alp Tunçer, Doğa Çöl, Bengisu Kepsutlu, İrem Topçuoğlu
EN İYİ FİLM OSCAR’ININ ASIL SAHİBİ: BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ
Ön Kapak: http://seenandmade.tumblr.com/ Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu
HİNT OKYANUSU’NUN İNCİSİ: SRİ LANKA
Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
BU HAFTA TİYATRODA NE VAR?
PLAYLIST
/
v i 端n
e t e z er
4
En İyi Film Oscar’ının Asıl Sahibi: Büyük Budapeşte Oteli / Doğa Çöl (Bu yazı film hakkında spoiler içerebilir.) Bu yazıyı yazdığımda daha Oscar’lar henüz verilmedi ancak tarihte gördüğümüz üzere ve geçen gün yayınlanan The Hollywood Reporter’ın bir Akademi üyesi ile yaptığı röportajı da göz önünde bulundurarak içimdeki umutsuzluk ile Wes Anderson’ın bundan aylar önce seyircilerle paylaştığı pembe ve kek kokan inanılmaz görünüş oranları (aspect ratio) olan filmi büyük ihtimalle, acı bir şekilde ‘En İyi Film’ kategorisinde Oscar’ı kazanamayacak. Bu sonucun güzel olan yanı ise Wes Anderson bu filmi, diğer filmlerin aksine, “Oscar Tarihleri”nde vizyona sürmüş olmaması
ve buna rağmen bu adaylığa layık görülmesidir. Sırf bu yüzden olmasa da Oscar için tasarlanmamış bir film olarak “yılın en iyi 8 filmi” arasında yer alması gururlandırıcı. Oscar’lar her ne kadar prestijli olarak görülse ve sunulsa da ne yazık ki bir çok Hollywood çalışanının ve derin sinema tutkunlarının da bileceği ve bir çok sinemaseverin de tahmin edebileceği gibi filmlerin seçilme ve ödül alma süreci ne yazık ki sanıldığı kadar da prestijli değil. 18 Şubat tarihli bir The Hollywood Reporter’ın “Oscar Voter Reveals Brutally Honest Ballot” başlıklı makalesinde Akademi’nin isim vermek
5
istemeyen bir üyesi kendi ve üye arkadaşlarının görüşlerini paylaşıyor ve tahmin edersiniz ki paylaştığı görüşler pek de iç açıcı değil. Kendisi The Theory of Everything yönetmeni James Marsh’ı sokakta görse tanımayacağı için ödülü hak etmediğini, Selma filminin sadece Amerikalı siyahilerle ilgili bir film olduğunu ve içinde “sanat” bulundurmadığını söyleyerek ayrıca içinde sanat bulundurmayan ve bulundurması gerekmeyen başka bir film The Guardians of Galaxy’yi överek daha çok ödüle aday olması gerektiğini öne sürüyor. Bir çok arkadaşı ve kendisinin de aynı şekilde düşündüğünü ve çoğu üyenin bazı filmleri izlemeden bile sadece “hype” yani popülarite üzerine oy verdiğini paylaşıyor. Bu nedenle zaten hiç bir sene Oscar’lardan ne yazık ki çok bir şey beklemesem de bu sene dışlanmış adam Wes Anderson’ın her filmi gibi “acayip” denilebilecek filmi The Grand Budapest Hotel kesinlikle bu yılın ilginç adayı. Film yarı hayali yarı gerçek olaylar üzerine Budapeşte’de geçiyor. Hikayemizin bir çok ana karakteri olabilse de asıl kahramanımız Zero
Mustafa’nın Büyük Budapeşte Oteli’nde yaşadıkları ve patronu ve akıl hocası olan M. Gustave’dan öğrendiklerine ve bu hikayenin “Yazar” tarafından nasıl yazıldığına şahit oluyoruz. Filmin açılışı yavaşça zihinsel ve fiziksel olarak geçmişe doğru akıyor. İlk başta gördüğümüz genç kız sevdiği yazarın mezarına doğru yürürken kadrajın sağ tarafında gördüğümüz punk çocuk ve “hippie wagon” denilen eski Volkswagen Type 2 muhtemelen 80’lerin sonlarında olduğumuz ipucunu veriyor. Daha sonra mezarının üstünde gördüğümüz sadece “yazar” başlığı yazan büstünden kendisine götürülüyoruz, 1985’e. Burada yazarımız bize konuşmasında şöyle diyor: “İnanılmaz derecede sıklıkla yapılan bir hata var: Herkes yazarların hayal gücünün durmadan çalıştığını ve sürekli bitmeyen öyküler ve anekdotlar yaratabildiğini, bütün bunları bir anda hayal edebildiğini düşünüyor. İşin aslı bunun tam tersi. Halk sizi bir yazar olarak tanıdığında, size hikayeleri ve karakterleri kendileri getirecektir; sadece yapmanız gereken şey dikkatlice gözlemleyip dinlemenizdir ve bu hikayeler sizi hep bulacaktır.”
6
Yavaş yavaş yazarımızın da bize anlattığı üzere, zamanda geriye doğru sürüklenirken görüntü oranının (aspect ratio) değişmesi, daralması ve küçülmesi, filmin trajikomik sahneleri bize hem eski anıları gözetliyormuş hissini veriyor hem de olaylarla bağlantılı olarak “zaman”ın, sinematografi ile, nasıl armoni ile iç içe geçebileceğini gösteriyor. Filmde bulunan dört tane zaman boyutu var: Birincisi genç kızın mezarlığa gidip hikayenin yazarının mezarı önünde olması, ikincisi yazarın kameranın tam içine bakarak kitabını nasıl yazdığını anlatması, üçüncüsü kitabını yazarken yaşadıklarının bize kendi tarafından anlatılması ve son olarak dördüncüsü Zero Mustafa’nın The Grand Budapest Hotel hikayesi ve M. Gustave ile yaşadıkları. Bu dört boyut da bize farklı bir bakış açısı sunuyor, hem zamana hem de bu öyküye. Birinci boyuttaki genç kız bize hikayenin yazarıyla aramızda bir köprü görevi görüyor ve biz hikayenin daha derinini anlamaya çalıştıkça Büyük Budapeşte Oteli’ni ve şimdi ölü olan karakterleri tekrar yaratıyoruz her boyutta, her görüntü oranı değişiminde
ve bu değişimlerle birlikte aynı zamanda gördüğümüz renkler, sesler ve oyunculuklar değişiyor, hikayenin en derininde ise oyunculuk bize artık gerçekçi bir rüya içinde her şey acayip gelse de gerçeklikle yüzleşmek zorundaymışız gibi geliyor. İlk başta bu filmi tanımlarken kullandığım “pembe ve kek” kokusunun formülünü de daha ilk sahneden filmin renklerinin nasıl da yıkanmışçasına pembeye çaldığını görebiliyoruz. Bu renklerin de zaman ve görüntü ile hikaye geliştikçe nasıl değiştiğini ve değiştikçe bu değişimin geçmişe yönelik olarak nasıl da doğruluğunu koruduğunu görüyoruz. Wes Anderson filmlerinin en çok ilgimi çeken üç yanı görüntü, kurgu ve oyunculuktur. Görüntü ve kurgunun armoni içinde olmasıyla birlikte Anderson’ın ilginç yönetmenliği ile bir çok ana karakterinin atmosferi çok benzerdir. Bu biçimsel tercihi Anderson’ın bütün filmlerinde görebiliriz, The Royal Tenenbaums’dan Moonrise Kingdom’a. Wes Anderson filmlerinde komik temaları melankolik atmosfer ile aktörlerini sarmayı tercih eden bir tarz kullanır ve
7
bu tarzının en güçlü noktası da aktörlerine verdiği yönergeler ve onlardan hissetmek istediği bu atmosferin tam doğal ama bir o kadar da acaip ve rahatsız edici dışavurumudur. Her filminde mutlaka karakterlerin dışavurduğu o atmosferin iç içe geçişi ve bunların zıtlığı bizde kara tahtadan tebeşir ile çıkarılan o iğrenç ses ile akşamüstü çay ve çörek kafasında olma hissi uyandırabilir. Kullandığım bu tatlı mecazlar sadece mecaz olarak kalmıyor Wes Anderson filmlerinde, her hikayede olduğu gibi bu hikayesinde de, Anderson, bize inanılmaz sanat yönetmenliği ile birlikte semiyolojik olarak bir orkestra sunuyor ve bu orkestranın en küçük üyelerini bu çöreklerde görebiliriz. Bu kadar basit bir hikayenin bu kadar karmaşık ve bir o kadar da düzenli olarak sunulması ve bu hikayede kek kadar küçük bir öğenin aslında hikayeye nasıl da yol gösterebileceğini gösteriyor bizlere. Zero Mustafa’nın biricik Agatha’sının hikayede bir pasta dükkanında
çalışması hiç de rastgele bir olay olmuyor bu sayede. Yaptığı kekler ve pastalar bir noktada Zero’nun akıl hocası M. Gustave’ı hapishaneden bile kurtarmalarına yardımcı oluyor. Bir değişle Agatha’nın daha sonra ölmüş oluyor olmasının haberi verilse de filmin çok öncelerinde kendisi pasta ve kek kokularıyla (parfüm ayrı önemli bir unsur hikayede), görüntü ve renkleriyle bütün hikayede kendini gösteriyor, bu yorumu doğrulayan da filmin sonlarına doğru Zero Mustafa oluyor; yazar ona neden hala oteli elinde tuttuğunu sorduğunda kendisi “Agatha için” diye cevaplandırıyor. Büyük Budapeşte Oteli, kullandığı betimleme, sanat yönetmenliği, inanılmaz öykü hakimiyeti, yönetmenliği ve oyunculuğu ile Oscar adayları arasında çözümlemeyi, fikrimce, en çok hak eden film. Wes Anderson’ın tarzından çok hoşlanmasanız da tekrar tekrar sadece hissettikleri ve verdiği tecrübe ile izlenmeyi hak eden nadir filmlerden ve böyle bir filmin onca büyük bütçeli sadece para ve ödüller için yapılmış filmlerin yanında boy gösterebiliyor olması gururlandırıcı.
8
Hint Okyanusu’nun İncisi: Sri Lanka Bir zamanların Seylan’ı, hem doğa harikası, hem de kültür mirası, masalsı güzelliğiyle gönülleri fetheden, bir gidenin tekrar gitmek istediği ada Sri Lanka / Bengisu Kepsutlu
Hint Okyanusu’nda bir su damlası. İnci tanesi gibi, küçücük ama parlak. Kızgın güneşten koruyan palmiye ağaçlarının ve ansızın gelip geçen yağmurların, soğuklarda içimizi ısıtan çayın doğup büyüdüğü diyar orası. Orası Sri Lanka.
Özellikle çiçeği burnunda başbakan Ranil Wickremesinghe’nin turizm hakkında vaat ettiği gelişmeleri de göz önünde bulundurmak gerekirse, el değmemiş yerleri tercih eden gezginler için Sri Lanka’ya gitmenin tam zamanı.
2009 yılında sona ermiş olan iç savaş yüzünden bir süredir kapılarını turizme kapalı tutan Sri Lanka, kaybettiği senelerini hızla telafi etmeye kararlı görünüyor.
Hint Okyanusu kenarında bulunan başkent Kolombo, Sri Lanka’nın en büyük şehri. Bu bölgede yüzmenin yasak olması ne kadar üzücü olsa da, adayı fethetmeye
9
başlamak için en iyi yer burası. Ulusal Kolombo Müzesi, ülkeyle ilgili genel bilgi edinmek ile beraber gezilecek yerler hakkında fikir sahibi olmak için de birebir. Sıcaktan bunalanlara belediye binası yanındaki Viharamahadevi parkını, alışveriş tutkunlarına ise Kurtuluş Meydanı’ndaki Arcade alışveriş merkezini şiddetle tavsiye ederim. Okyanus boyunca uzanan Galle Face yürüyüş parkuru yakınlarındaki Grand Cinnamon Hotel Chutneys restoranında yediğim ve ismini söylemeye dilimin dönmediği Hint usulü dev krepin tadını unutamadığımı itiraf etmeliyim. Ne yapın ne edin, bu yemek için kendinize vakit ayırın derim. Adı şeker kokan kasaba Kandy, Sri Lanka’da gezilecek yerler listesinin liderlerinden biri. Burayı ünlü yapan şey, eski
10
11
başkent olmaktan çok, puslu tepelerin yamaçlarına uzanmış uçsuz bucaksız çay tarlaları. Alışkın olmayan gözün canını yakan yeşil, adım başı çağlayan şelalelerin gürültüsüyle buluşuyor burada. Bu güzelliğin içinde mantar misali yayılmış olan çay fabrikaları turistler tarafından pek bir rağbet görse de, 1957 yapımı Bridge On The River Kwai (Kwai Köprüsü) filmine set olmuş nehirde rafting yapmak, Kandy yakınlarında en eğlenceli aktivite. Kent merkezinde bulunan ve içinde Buddha’nın dişi olduğuna inanılan Kutsal Diş Tapınağı’nı da görmeden Kandy’den ayrılmayın. Sri Lanka’da mutlaka görülmesi gereken iki yer, Sigiriya ve Polonnaruwa. İkisi
birbirine çok yakın. İkisi de UNESCO Dünya Mirası listesinde. 1500 yıllık tarihe sahip, devasa bir kaya üzerine yerleşmiş saray Sigiriya. Yağmurlu bir günde üstü sisle kaplı kalıntılara doğru tırmanırken tam 700 mermer basamak saydım. Burası hakkında söyleyebileceğim tek şey, en tepeye ulaştığınız zaman karşılaşacağınız görüntünün tırmanmaktan zaten kesik kesik olan nefesinizi tamamen keseceği. O büyüleyici manzara yüzünden olmalı ki, Sigiriya şüphesiz Sri Lanka’nın en turistik yeri. Polonnaruwa ise Sri Lanka’nın eski başkentlerinden bir başkası. Kendy’den farklı olarak, burası zamanında ihtişamını kaybetmiş ve gün ışığı almayan yağmur
12
13 ormanları tarafından yutulmaya terk edilmiş. İngilizlerin istilasından sonra bulunan ve kilometrelere yayılmış olan bu sit alanını yürüyerek gezmek yürek ister ama merak etmeyin: Tuktuklar, Sri Lanka’nın diğer her köşesinde olduğu gibi burada da turistlerin imdadına yetişiyorlar. Polonnaruwa’daki sayısız saray ve tapınağın arasında en önemli noktalar granit Budha heykelleriyle ünlü Gal Vihara ve Sri Lanka’nın en büyük stupası olan Rankoth Vehera. Futbol maçında atılan bir gol gibi okunan kasaba Galle, tek kelimeyle göz
kamaştırıcı bir yer. Olur da okurlarla zevklerim rast düşmezse, en azından parlak güneşin gözleri kamaştıracağı garanti çünkü burası Sri Lanka’nın en güneyi ve en sıcak bölgesi. Başkent gibi okyanus kıyısında bulunan Galle’de her taş Alman istilasının izlerini taşıyor. Kale içindeki Avrupai binalarıyla Venedik’e benzetilse de bu kent doğu ve batının çok güzel bir harmanı. Altın sarısı kumlara doğru eğilmiş palmiyeleriyle Galle plajları… İşte o tatil rehberinde resimlerini gördüğünüz ama gerçek hayatta bir türlü bulamadığınız yer orası.
14
15
Bu hafta tiyatroda ne var? Şimdi Brecht Zamanı / Alp Tuncer
20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve yönetmeni olarak nitelendirilen; eserleri uluslararası alanda saygı ve kabul görmüş Bertolt Brecht’in Türkiye’de en fazla oyununu oynamış, yönetmiş ve uyarlamış kişi olan Genco
Erkal, yeni oyunu Ben Bertolt Brecht ile tekrardan karşımıza geliyor. Usta oyuncu tarafından Brecht’e ait şiir, şarkı ve öykülerden uyarlanan oyun için “Brecht’in dönüşü olsun” diyen Genco Erkal; insanın gözünü açan, ufkunu
16
17
genişleten, sorduğu sorularla kışkırtan, uyaran, baştan çıkaran yazarı yeniden sahneye davet ederek “Şimdi Brecht zamanı!” diyor. Erkal’ın Tülay Günal ile birlikte rol aldığı oyun; izleyiciyi, dünyanın düzeni, kadının konumu ve savaş gibi konularda eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor. Piyanist Yiğit Özatalay’ın canlı performansı eşliğinde sahnelenen oyuna Kurt Weill, Hans Eissler, Paul Dessau ve Sarper Özsan’ın müzikleri imza atarak, bu değerli oyunun ortaya çıkmasına katkı sağlıyor. Oyunun Yönetmeni: Genco Erkal Dekor Tasarım: Ali Yenel Işık Tasarım: Yüksel Aymaz Kostüm Tasarım: Özlem Kaya Müzik: Kurt Weill, Hans Eissler, Paul Dessau, Sarper Özsan
Müzik Direktörü: Emin Fındıkoğlu Koreografi: Tan Temel, Sernaz Demirel Oynayanlar: Tülay Günal, Genco Erkal Piyano: Yiğit Özatalay
18
playlİst
Bir Alternatif Müzik Dinleyicisinin Şubat Ayı Playlist’i / İrem Topçuoğlu Meraklı bir müzik seven olmak bazen zorlayıcı oluyor. Dinlenilmeyi bekleyen onlarca yeni sanatçı varken aynı şarkılara takılıp kalınabiliyor. Bu ay; ilk albümlerini bandcamp üzerinden yayınlayan, dinlerken yerinde duramayacağınız QUARTERBACKS, “the internet” şarkılarını nereden bulduğumu dahi hatırlamadığım Terror Piegon, hayatta erişmek istediğim rahatlığı şarkılarıyla yaşatan Mac Demarco, üstü açık arabada ellerim havada gezmek istememi sağlayan şarkıları “black soap” ile Ex Cops, grubun Elias Bender Rønnenfelt adlı inanılmaz güzellikteki solisti ile sanki hayatımdaki bir eksikliği dolduran Iceage, filmin kendisi kadar etkileyici olan müzikleri ile I Origins soundtrack albümünden “no time like the present”,
isminin nasıl telaffuz edildiğini hala çözemediğim SBTRKT’in “temporary view”, canlı dinlemeden ölürsem konserlerine hayalet olarak döneceğim Yeah Yeah Yeahs’ın ilk albümünden “black tongue”, bağımsız filmler için evrendeki tüm güçlere teşekkürler dedirten Electrick Children filminin odak noktası olan “hanging on the telephone” şarkısının Flowers Forever gurubunun yorumuyla karlı İstanbul günleri, yorucu metrobüs yolculukları ve pek de fena olmayan Şubat ayı geçti. Dinlerken sizi gülümseten, yerinizde dans etmenizi sağlayan ve müzik varolduğu için mutlu olduğunuz şarkılar bulmanız dileğiyle; http://goo.gl/PxbdcB Görsel: Jakob Gasteiger
19
e t e z r e niv
ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete