/97
端n
e t e z r ive
zete
Sayı: 97 / 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri İrem Topçuoğlu Cenk Bonfil İlgi Özdikmenli Yazılar ADoğa Çöl,
KADINLAR GÜNÜ NE DEĞİLDİR?
Alp Tunçer, İlgi Özdikmenli, Efe Demiralp Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım
AMERİKAN GÜREŞİ OYUN TARİHİ - 2
Erdal Özbek
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
/ifbilgi
@ifbilgi
BİR ŞEY NEYSE ODUR, HAKKINDA SÖYLENEN DEĞİL: BIRDMAN
BU HAFTA TİYATRODA NE VAR?
/
v i 端n
e t e z er
4
Kadınlar Günü Ne Değildir? 8 Mart, burjuvazinin ve kapitalizmin gösterdiği gibi “kadınlara çiçek alma” günü değildir / İlgi Özdikmenli Aslında çoğumuz bu günün tarihini biliyoruz; 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi koşullarda çalışma şartları istedikleri için greve başladılar. Daha sonra polis işçilere saldırdı ve fabrikayı işçilerin üzerine kilitledi. Arkasından çıkan yangında, işçiler barikatları aşıp kaçamadılar ve tam 129 kadın işçi orada yaşamını yitirdi.
kadın-erkek bıktığımız çarpık zihniyetlerin yarattığı ataerkil düzenin içinde kutlandık. Kadınların, kadın oldukları için korunmaya muhtaç olduğu algısından bıktık usandık. Kadınların çok nadide çiçekler olduğunu ve hep birilerinin himayesi altında olmaları gerektiği içerikli yargılardan bıktık. Kadınlar korunacak, muhtaç varlıklar değillerdir.
O günden itibaren 8 Mart, Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanarak uluslararası 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak anılmaya ve kutlanmaya başlandı.
Statikoda hali hazırda varolan haklarını lütfedip vereceğiniz, siz vermeseniz hiçbir hakka sahip olamayacak, ikinci sınıf insan muamelesi yapabileceğiniz nesneler değildir kadınlar. Erkeklerle eşit olduğunu kanıtlamaya çalışmak, başlı başına kadına hakarettir. Çünkü evet, bu eşitlik gerçektir. Çünkü eşitliğin insanın cinsiyet
Kadınlar gününü kutladık. Kadınlar günü için kutlandık. Ama nasıl? Sık sık karşılaştığımız o erkek egemen tavırla,
5
farkı olmadan aynı değere sahip oluşu konuşuldukça tartışmaya açılıyor. Çünkü bu ülkede “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. Bu fıtrata terstir.” diyebiliyor iktidar sahipleri. Ve bu yanlış öylece yer ediyor bazı zihinlerde. Halbuki tartışılacak bir konu değildir kadının değeri. Tartışmaya açık hale dahi getirilmemelidir. Kadın her şeyden önce insandır; herkes gibi “insan hakları”na sahip olan... Kadınlar kendilerinden başka kimseye emanet değildir. Hiç kimsenin koruması altında yaşama zorunluluğu gibi bir acizliği de yoktur kadınların. 8 Mart ise markaların indirim yapacağı, sevgililerden eşlerden güzel hediyeler beklenecek gün değildir. 8 Mart burjuvazinin ve kapitalizmin gösterdiği gibi “kadınlara çiçek alma” günü değildir. Bu gün, dünyadaki tüm kadınların, tüm
emekçi kadınların, cinsel, sınıfsal, ulusal baskı ve sömürüye dur deme günüdür. Bu gün, doğanın tüm eşitlikçi dengesine rağmen, insan ırkının yarattığı yanlış algıya, kadının günümüzde getirilmek istendiği noktaya karşı direnme günüdür. Kadını evinin kölesi, çocuğun annesi, toplumun hiçbir şeyi, sokağın dilsizi yapmaya çalışan zihniyetlerle mücadele etme günüdür. 8 Mart, çarpık algıların değişmesi için konuşmamız, kadın-erkek tek doğruyu savunmamız gereken gündür. Ama bunu yaparken kadını metalaştırmaya son vermek durumunda herkes. Kadını korunmaya muhtaç, erkeğinin himayesi altında yaşamaya mecbur gösterenler utanmalı. Bizler, yaşadığımız korkunç acılardan utanmalıyız. İnsanlığın yüz karası tacizlerden, tecavüzlerden, cinayetlerden; sırf fiziksel kuvvette fazla olduğu için kendinde bunları yapma
6
hakkı gören insan bozuntularından utanıp, uyanıp, direnmeliyiz. Bilinçlenmeli, bilinçlendirmeliyiz. Düşünmeli ve konuşmalıyız. Kadının kendi gücünü bilmeli ve ona inanmalıyız. Bunu yaparken, kadının ve erkeğin pozitif ya da negatif hiç bir ayrımcılığa malzeme olmamasını sağlamak ve bu konuda hassasiyet göstermek akla ve vicdana yatkın olacaktır. Nasıl ki bugüne kadar bu yanlış zihniyet yerleştiyse bundan sonra eşitlik adına, herkesin özgürlüğü adına, insanca yaşanacak bir toplum adına, insanları bir, insanları tek ve değerli görmeliyiz. Özellikle, son yıllarda artan kadın
cinayetleri, kadın istismarlarına karşı direnmeli ve Özgecan’ları, ayrıldığı sevgilisi tarafından vurulan kadınları, kendi evinde tacize uğrayan çocukları, canlarımızın aramızdan birer birer ayrıldığını ve buna sebep olanları unutmamalı, affetmemeli ve sineye çekmemeliyiz. Bizler unuttukça, daha nicelerinin canlarının yanacağına sebep olacağımızı bilerek yaşamalı, konuşmalıyız. Gerçek kadınlar günümüz tekrar kutlu olsun. Kadının, insanın, insanca yaşayabileceği ve kadınlar gününü yalnızca anma günü olarak düşüneceğimiz güzel yarınlarımız olsun.
7
8
Bu Hafta Tiyatroda Ne Var?
Kapı aralığı nedir, kapı aralığı fotoğraftır / Alp Tunçer Amerikan edebiyatının en sansasyonel isimlerinden Gertrude Stein’ın “Ne Oldu” adlı oyunundan ve “Picasso’nun Portresi” adlı metninden yola çıkan avangart bir oyun olan “Kapı Aralığı Nedir, Kapı Aralığı Bir Fotoğraftır” oyunu, alışılagelmiş tiyatro oyunlarının aksine bir öyküye odaklanmak yerine seyirci için kendi fotoğrafını ve kendi öyküsünü oluşturabileceği boş bir alan açmayı hedefliyor. Art arda kurulup bozulan anlarıyla seyirciyi bir imge ormanında dolaşmaya davet ederken, tiyatro sahnesinde, seyircisiyle birlikte herhangi bir fotoğrafın çekileceği anı arıyor. Disiplinler arası sanat topluluğu ba-‘nın sahnelediği oyun “Kapı Aralığı Nedir, Kapı Aralığı Bir Fotoğraftır”, Mart ayında Salon İKSV’de sahneleniyor. Ferdi Çetin (Çeviri ve Dramaturji), Yusef Demirkol (Konsept ve Yönetmen), Burcu Halaçoğlu (Oyuncu) Tom Soloveitzik, Korhan Erel, Kevin Davis (Müzik), Ismayıl Hacıyev (Kamera)
9
10
Amerikan Güreşi Oyunları Tarihi - 2 WWE oyun serisine gelmeden önceki son aşamadayız. Ancak hala belli belirsiz sorunlar var. Gelişme sürecini yakından görmek ister misiniz? / Efe Demiralp En son M.U.S.C.L.E. oyunundan bahsetmiştik. 1986’da çıkan son Amerikan güreşi eğlencesidir. Intergalactic Cage, Mastertronic’in 1987’de çıkarttığı bir oyundur. Sculptured Software geliştirmiştir. Güreşten başka her şeye benzeyen oyun diyebilirim. Güreş demek yanlış olabilir. Vurma özellikleri vardır. Yanı sıra dinazorlarla, böceklerle, canavarlarla ve Vikinglerle güreşebiliyorsunuz. Micro League Wrestling, aynı yıl çıkan başka bir oyundur. Ancak Subway Software tarafından çıkarılmıştır. Bu oyunda da ilk defa bir yenilik gelmişken bir başka hata olmuştur. Oyun aslında oyun değildir. Adım adım ilerler oyun resimlerle.
Hareketin adına tıkladıktan sonra o hareketin resmi çıkar karşınıza. Gerçek resimlerdir. Yenilik demişken de WWE adı altında olmasa da lisans alabilmiş ilk oyundur. Ama ilk WWE lisanlı olmadığı için oyun çok tutmaz. İlk WWF (WWE’nin eski adı) lisansını alan oyun WWF Wrestle Mania’dır. 1989 yılında çıkan bu oyun Acclaim Entertainment tarafından çıkartılmıştır. Hulkster, Savage, Honky Tonky Man ve Bam Bam Bigelov gibi ünlü isimler sonunda oyunla buluşmuştur ve iyi grafikli bir oyundur. Toplamda altı oyuncu vardır. NES platformunda yer alır. Belli başlı hareketler vardır. WWF SuperStars oyunu ise bir başka lisanslı oyundur. Çıkaran Technos’tur.
11
1989’da çıkan bu oyun sekiz yönlü joystick ve iki tuşla oynanır. İlk defa gerçek güreşçiler gibi hareketler yapmaya başladılar. WWE yıldızları bile sahneler yapabiliyorlardı maç dışında. WWE WrestleFest 1991’de çıkan oyundur. Şimdi WWE’nin akıllı telefonlarda çıkardığı oyunu andırır. En iyi grafiklerdendir oyun. İlk defa Royal Rumble maçı yer alır oyunda. Otuz kişilik maçtır. Jetonlarla oynanır. Çok iyi zamanlarda atmalısınız ki kötü bir zamanda durmasın oyun. SEGA’nın çıkardığı başka bir oyun ise WWE Super Wrestlemania’dır. Her oyuncunun sekiz hareketi vardır. Ve teke tek Şampiyonluk modu vardır. On güreşçi vardır oyunda. Grafikleri de oldukça etkilidir. WWE’nin içindeki bir dalı olan RAW’ın ilk defa oyunu çıkıyor. WWE Raw 1994 yılında çıkıyor. SNES, Sega Genesis, Sega 32X, Sega Game Gear ve Nintendo Gameboy platformlarında bulunuyor. İlk defa spikerleri görebiliyoruz oyunda. WWE Wrestlemania: The Arcade Game Mortal Kombat oyununa benzetiliyor. O tarz bir sistemi vardır oyunun. Ne kadar
tekme yerseniz o kadar canınız gider. Playstation 1’le buluştuğu ilk oyundur. 1996’da çıkan oyun ise Power Move Pro Wrestling oyunudur. Playstation 1’e ve Sega Saturn’e çıkmıştır. İlk 3-D oyunudur Amerika’da çıkan. YUKE’s bağlantısının ilk adımlarıdır. Sonra bütün oyunlarını onlara bağlı olarak çıkartıyorlar. WWF War Zone’da (1998) ise ilk kendi oyuncunuzu yapma özelliği geliyor. Bu da önemli bir adım oluyor. İstediğiniz birisini yapma şu anda kendini aşmış durumda ama o zamanlar için büyük bir yenilik. WWF Raw’dan sonra bir başka dalı olan SmackDown’un da ilk oyunu çıkıyor: WWF SmackDown! (2000). İlk defa Yuke’s ve THQ iş birliğiyle çıkan bir oyundur. Yeni bir milenyum olarak adlandırılır oyun. İlk hikayesi olan oyundur. Bir yıldız seçip onunla oyuna devam etme gibi. En çok satan WWF altındaki oyundur. Aynı zamanda Japonya’da bu oyun Exciting Pro Wrestling oyunu çıkıyor. Sadece ad değişimi vardır. Bir sonraki oyunlarında ise Exciting Pro Wrestling 2-3-4... diye gidiyor. 2000 yılında çıkan bu oyun WWE’nin en önemli oyunlarından biri oluyor.
12
Bir Şey Neyse Odur, Hakkında Söylenen Değil:
BIrdman Birdman üzerine düşünceler: hayatta ve sinemada gerçeklikle yüzleşmek / Doğa Çöl
13
14 Dikkat bu yazı spoiler içermektedir! Alejandro González Iñárritu’nun filmi Birdman hem teknik hem de felsefi olarak sinemada çok geniş bir yer kaplamaktadır. Özellikle sinematografisi ile Emmanuel Lubezki, Douglas Crise ve Stephen Mirrione’un kurgusu birlikte muhteşem akıyor. Bir filmi çözümlemek eleştiriyi gerektirmez, bu yüzden ilk önce filmin bize nasıl geldiğini değil, daha çok hem neler hissettirdiğini hem de aklımıza neleri getirdiğini düşünmek yeterlidir. Birdman’de dikkat edilmesi gereken iki önemli unsur: “gerçeklik” ve “cesaret” kavramlarıdır. Film’de de Micheal Keaton’ın karakteri, Riggan Thomson’ın da bahsettiği gibi bu kavramların Icarus mitiyle analojisi açıkça seyircilere sunulmakta. Öncelikle hikaye ve bizim gerçekliğimiz arasında çok ilginç paralellikler var, mesela Riggan Thomson her ne kadar Birdman ise Michael Keaton da o kadar Batman idi. Tam olarak Michael Keaton’ın kendi hikayesi anlatılıyor olmasa bile bu paralellik filmin anlatım biçiminde (narrative) ilginç bir dokunuş oluşturmakta. Özellikle bu rol için Michael Keaton’ın seçilmiş olması tabii bir o kadar da yerinde olmuş. Filmin içindeki oyuncuların gerçekliği, filmin içinde tiyatrodaki gerçeklikleri ve filmin dışındaki gerçeklikleri birbirine karışmış bir biçimde. Birbirine karışmış bu anlatım ve oluşum, kamera hareketlerinde olduğu gibi süzülüyormuş hissini yansıtıyor. Geçmişiyle yarışmaktaymış gibi yaşayan Riggan Thomson’ın sinema kişiliği hikaye
boyunca bir türlü peşini bırakmıyor. Filmde Riggan’ın yaşadığı bu içsel bunalım, sanrılar ve özel güçler arasında, yani gerçeklik ve yanılsama, gidip geliyor gibi gösterilmekte. Bütün karakterlerin yaşadığı bir ego ve kendine değer verme problemi var hikayede. Mike Shiner kendini sadece sahnede doğru olarak kabul edip gösterirken dışarıda içine kapanıyor olması, ve Riggan Thomson’ın kendi geçmişine kendini yakıştıramıyormuşçasına yaptığı tiyatro oyununa dayanmaya çalışıyor olması bu ego problemine değinmektedir. Mike Shiner ve Riggan Thomson, Sam’in Mike ile oynadığı
15
“doğruluk-cesaret” oyununa benzer bir şekilde birbirleriyle yarışmaktalar hikaye boyunca. Doğruluk ve gerçeklik filmin bütününü oluşturuyor. Riggan Thomson kafasının içinde kendi geçmişiyle ve Birdman kişiliğiyle yüzleşirken bir nevi kendi gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu gerçeklikle yüzleşme hissi filmin teknik açısından sinematografisi ve müziği ile destekleniyor. Sinematografik açıdan herkesin gözüne çarpan ilk şey sanki bütün filmin sadece bir uzun plan
üzerine kurulmuş gibi olduğu. Bu illüzyon, kamera ve kurgu teknikleri sayesinde bize inanılmaz akıcı bir şekilde kameranın uçtuğu hissini veriyor. Filmin genelinde de Riggan Thomson’ın sinematik kişiliğinden gelen kalıntılarla uçma fantezisini kamera estetikleri destekliyor. Riggan gibi kamera da adeta uçuyor ve hiç bir zaman tökezlemiyor. Her ne kadar gözümüze gerçek gibi görünse de, hatta dikkat etmesek gözümüzden kaçabilecekmişçesine çekilmiş olsa da, film yine bizi gerçeklik kuramıyla baş başa bırakıyor. Kafamızdaki
16
gerçeklik kuramını bozan başka bir unsur da filmin müziği. Filmin hemen hemen tamamı bir uzun bateri solosu. Sadece bazı kritik yerlerde farklılık gösteriyor: bateri solosu yerine tek bir sahnede (Riggan Thomson’ın Tabitha Dickinson ile karşılaştığı sahne) piyano ve birkaç sahnede de yaylı
sokakta, ikincisi de absürt bir şekilde tiyatro salonunun içinde küçük bir odada. Riggan Thomson iki sahnede de müzik üzerine direkt yorum yapıyor; “müzik başlasın” ya da “müziği sustur” gibisinden. Bu da bize sanki Riggan Thomson bütün müziği kafasında kuruyormuş hissini veriyor.
çalgılar duyuluyor. Uzun bateri solomuz bile bazı etkenler tarafından hem hikaye içinden hem de dışından bir tür meydan okumaya tabi tutuluyor. Müzik unsurunun başka bir ilginç yanı ise, iki sahnede gerçekten bu bateriyi çalan bir adam görüyoruz: birincisi, Mike Shiner ve Riggan Thomson ilk öngösterimden sonra birlikte bara doğru yürürlerken
Müzik gibi Riggan kafasındaki Birdman sesinden sadece sahnede olduğunda uzak kalabiliyor. Mike Shiner gibi Riggan Thomson da sahnede bir tür duygu boşalması ve özgürlük yaşıyor; sanki tek rahatlayabileceği ve kafasındaki karmaşadan kaçabileceği yer sahne ya da kamera
17
önüymüş gibi. Aynı zamanda Mike Shiner da sahne dışında Lesley ile yaşadığı ilişkide ereksiyon problemi yaşarken, sahnede gayet rahat bir şekilde ereksiyon olabilmesinin nedeni de bu. Riggan, tek başına kaldığında kafasındaki müzikten ve kişiliğinin Birdman parçasından kaçamamasına verdiği tepkinin de buna benzer olması ve bunu terapik ve meditatif görmesinin nedeni de bu olsa gerek. Her ne kadar sevgi ile ilgili problemleri olsa da Riggan’ın daha büyük bir problemi var hayatında ve bu da ölüme yaklaşmış olmak. Öldükten sonra insanların onu hatırlayıp hatırlamayacakları, ona önemli geliyor ve bu yüzden hem kendini kendine kanıtlamakta hem de
ölümü kendince çözümlemekte güçlük duyuyor. Filmin başından beri sunulan başka bir tema ise “kan” ve “ölüm,” ki bunlar da gerçeklikten çok da uzak olmayan şeyler. Filmin ikinci sahnesinde Ralph ve Lesley provadayken oyunun bu sahnesinde sonradan duymayacağımız bir replik var Lesley’nin söylediği: “Ağzından kendini vurmaya çalıştı ama onu da beceremedi.” Daha sonra olacakların bir tür temsilcisi gibi bu ikinci sahne. Özellikle Ralph’in başına gelenlerden sonra Jake’in söylediği şu cümle: “Kulaklarından kan geliyor.” Ardından da “basın kan kokusu alacak” demesi Riggan’ın başına geleceklerin habercileri. Filmin sonuna kadar bu unsurlar tartışılıyor ve filmin son hastane sahnesinde Jake’in gazetede okuduğu eleştiri ile bunlar doğrulanıyor. Riggan’ın kendini vurmasından sonra kulağından hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda kan gelmesi gazete eleştirisine göre Amerikan tiyatrosunun kaybettiği gerçekliği geri sunuyor. Riggan Thomson sonunda gerçekliği ile yüzleşmiş, Birdman kişiliğini susturmuş ve tamamen özgür hissetmiş olarak buluyor kendini. Birdman’i izleyen hiç kimse, eminim, bu ikilemi gözlerinden kaçıramaz. “Gerçeklik” kavramının filmin içinde ve içeriğinde başka bir açısı da bulunmakta. Riggan Thomson’ın soyunma odasında aynasının üzerinde Susan Sontag’in bir sözü var: “Bir şey neyse odur, hakkında söylenen değil.” (“A thing is a thing, not what is said of that thing.”) Bu söz hem Sontag’in Against Interpretation (Yoruma Karşı) yazısı ile hem de bazı eski Zen ustalarının hayat konusunda
18 kurduğu koan’larına değiniyormuşçasına dikkatlice yerleştirilmiş aynaya. Susan Sontag birçok yazısında dönemimiz (ki bu yazının yazıldığı 60’lardan beri aynı) eleştirmenlerinin yaptığı sanatsal yorumlar üzerine adeta duyduğu nefretten bahseder. Sontag’e göre sanat eserleri, özellikle filmler, yorumlanmamalıdır (veya anlamlandırılmamalıdır). Filmde olmayan bir şeyi içeriğine dayanarak, eleştirmen kendi anlamını üretir ve filme karşı yorumunu bunun üzerine yapar. Benim de tam olarak yazdığım çözümlemelerde kaçınmak istediğim şey budur. Filmlerden bahsederken anlam çıkarmak yerine o filmlerin (veya sanat eserlerinin) bize neler hissettirdiğini, bizim içimizde bunların ne anlama geldiğini paylaşmak filmleri ölümsüz kılar. Yazarların, yönetmenlerin açıkça göstermediği şeyleri oradaymışçasına yorumlamak Susan Sontag’e göre bir sanat suçudur; eserleri anlamsız kılar anlamlandırma. Bunu da göz önünde bulundurarak, Birdman biraz da olsun bizimle oyun oynuyor. Bariz filmde görünenler ile bizim bildiğimiz gerçeklik çatışmakta ve bunu böyle kabul etmemiz istenmektedir. Filmde gördüğümüz bazı fantastik unsurlar ya filmin bize yalan söylemesi, ya Riggan’ın kafasında kurduğu hayaller ya da sanrıları olabilir. Gerçeklik hakkında ne kadar konuşursak konuşalım, hiç bir şey Riggan’ın sahnede kendisini vurması kadar gerçek olamayacaktır. Riggan; hem seyircilere, hem bize, hem de kendine öyle büyük bir gerçeklik sunuyor ki gerçeküstü gibi gözüken her şey o gerçekliğin içinde eriyor. Gerçeklik
kavramından bahsetmişken filmdeki Budizm/Zen öğelerinden de bahsetmek gerekiyor. Zen ustalarından örneklendirecek olursak; her ne kadar bir çok Budist ve Zen okulu ve öğretisi birbirlerinden inanılmaz derecede farklılık gösterse de Zen ustalarının kabul ettiği bir gerçeklik vardır. Bu anlayış şunu söyler bize: Yazılı ve sözlü ifade edilen hiçbir şey gerçekliğin yerini alamaz. Gerçekliğin ne olduğunu sormadan önce, bu gerçekliği ne biçimde tartışırsak tartışalım hiç bir zaman doğruluğa varamayacağımız düşüncesidir. Beni bunları düşünmeye iten şeyler
19
de filmin sorduğu sorular (özellikle en başta) ve Riggan Thomson kadar despot ve sabit gibi görünen, ki hiç öyle değil, bir karakterin bütün film boyunca Budist mala’sı takması. Mala’lar, Budizm ve Zen’de dua etmek ve meditasyon yapmak için kullanılır ki bunu Riggan Thomson’ın kendini sakinleştirmeye çalışırken kendine söyledikleri ve filmin başında havada süzülüyormuşçasına meditasyon yapar gibi oturması destekliyor. Bu yazıyı yazarken de - hatta Birdman hakkında her hangi bir şey yazarken de - kendimizi Susan Sontag’in ve Zen’in söyledikleri
gibi gerçeklik ile çelişirken buluyoruz. Riggan Thomson bile filmdeki tiyatro eleştirmeni Tabitha Dickinson’a bunu açıkça söylüyor. Sahnenin yakınında bir barda içerken Riggan Thomson Tabitha Dickinson’ın yanına gidip yazdığı eleştiri notlarını okuyor ve şunu söylüyor: “Bu yazdıkların hep etiketleme... Etiketlemeyi gerçeklik ile karıştırıyorsun.” Biz de Birdman ya da herhangi başka bir film hakkında konuşurken etiketlemeyi gerçeklik sanmamalıyız; sadece bir filmin veya sanat eserinin bize neler hissettirdiğini üzerimizde nasıl bir tecrübe yarattığı üzerinde durmalıyız.
e t e z r e niv
ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete