zete
zete
01
Bu yaz yurtdışında gönüllü çalışıp eğlenmeye ne dersiniz?
02
Sezonun ilk turnuvası “Avustralya Açık” başladı
04
2014’te eğlenmeye hazır mısınız?
05
Üç kadın, üç kitap, tek kültür
06
03
Final Stresini üzerimizden atıyoruz!
07
Drone’lar yakın bir zamanda günlük hayatımıza da girecek!
Sonbahar-Kış Koleksiyonlarında gaza basıldı
08
İstanbul arka sokak lezzetleri
09
Antik çağdan günümüze olimpiyatlar
10
Kahve üretmeden, kahvede ‘marka’ olmak...
Genel Yayın Yönetmeni Ayşenur Tuncay Yazı İşleri Huriye Gül - Yasemin Badem Yazarlar Alan Sarp Yılmaz, Alber Koenka, Begüm Gölgeli, İzel Naz Ertan, Meva Akgün, Özge Gel, Tolga Türkkan
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Nurcan AKAD Hocamıza teşekkürlerimizle…
zete
4
Bu yaz yurtdışında hem gönüllü çalışıp hem eğlenmeye ne dersiniz? Huriye Gül “Hem çalışmak hem eğlenmek mi? Hem de yurtdışı mı?” diye sorabilirsiniz içinizden. Hepsini bir arada düşünmek biraz kafa karıştırıcı olabiliyor haliyle. O halde işte cevaplar...
5 Her yıl dünya genelinde 80’i aşkın ülkede yaklaşık 4000 gönüllü çalışma kampı düzenleniyor. Paylaşmayı, hoşgörüyü ve işbirliğini keşfederken, dünyanın bir çok ülkesinden dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin herkese açık olan bu kamplara gelen gençlerle bir arada yaşayıp hayatınıza yeni vizyon kazandırmak için biçilmiş kaftan yaz kampları. Aslında yurtdışında çalışmak için “au pair”, “work and travel” gibi alternatifler de var ama gençlik kampları, hayatı eğlenceli hale getirirken sosyal bir fayda yaratması açısından da ayrı bir ruh barındırıyor içinde. Nedİr gönüllü kamplar? Bu kamplar için, dünyanın değişik ülkelerinden gelen insanların belli bir ortak amaç doğrultusunda iş gücünü ortaya koyduğu yerler diyebiliriz. Bu ortak amaç bazen bir şato restorasyonu, bazen duvar örme, bazen ikinci el ürünlerin satışı, bazen de okul veya
hastane tadilatı gibi sosyal amaçla gerçekleştirilen farklı çalışmalar olabilir. Ben yapabİlİr mİyİm? Sanırım aklınıza bu soru geliyor. Bahsedilen işler görünüşte zor gibi gelse de, kampı düzenleyen kurumlar bunun farkında. Bu yüzden özel yetenek gerektirmeyen çalışmaları gerçekleştiriyorsunuz. Aynı zamanda kampları ilgi alanlarınıza göre seçebilirsiniz. “Bedensel çalışma kampları”, “Kültür-sanat, özel ilgi kampları”, “Sosyal içerikli çalışma kampları” olarak gruplanan kamplar bulunuyor. Bu konuda endişeniz olmasın, burada herkese göre bir şeyler var. Kaç yaşından İtİbaren gİdebİlİrİz? Gönüllü çalışma kampları yaş gruplarından oluşuyor. Bunlar 13-15; 14-17; 15-17; 16 -26 ya da 18 yaş üstü nadiren de 35-55 yaş üstü gruplar şeklinde oluyor.
6 Kamplar kaç kişilik gruplardan oluşuyor? Kamplar 15-20 kişiden oluşuyor ve bir grupta aynı ülkeden en fazla 2 kişi olabiliyor. Kampa yalnızca bir tanıdığınızla gidebilirsiniz. Bunun bir nedeni, ‘aynı ülkeden çok kişi olursa grupta bölünmeler olur’ ihtimali diye düşünebiliriz. Bir taraftan da daha ‘heterojen bir grup yaratma’ düşüncesi de var tabi. Her kampta kamp liderleri bulunuyor. Bunlardan biri teknik lider. Teknik liderler çalışma zamanında organize olmamızı sağlıyorlar. Başka bir lider de sosyal faaliyetleri organize etmek ve kamptaki yaşamı düzene sokmak için çalışıyor. Kamp süresi ve çalışma saati Kamplar genelde 2-3 hafta sürmekle birlikte 2-3 aya kadar uzayan projeler de olabiliyor. Hafif ve kolay olan bu projelerde günde ortalama 5-6 saat çalışırsınız ama çalışırken de fazlasıyla eğle-
nir, kamp arkadaşlarınızla olan bağlarınızı kuvvetlendirirsiniz. Kamplar Nisan ayı gibi başlıyor ve ekim ayı gibi sona eriyor. “Gideceğim ülkenin dilini bilmiyorum...” Bu kesinlikle sorun değil. İngilizce biliyorsanız iletişim sağlamakta zorlanmazsınız, çünkü kampların ortak dili İngilizce. Tabi ülkenin dilini biliyor olmak her zaman avantaj. Fakat şunu da belirtmeliyim ki kampların bazılarında ülkenin dili konuşulmakta. Yemek konusunu nasıl mı halledeceğiz? Yemekler, ya gidilen kampa tahsis edilen bir görevli tarafından ya da kamptaki üyeler tarafından yapılıyor ve genelde ikinci seçenek oluyor. Bu sayede yemek kültürünüz gelişiyor, çünkü yemeklerin birebir hazırlanmasına şahit oluyorsunuz. Bu durum hem sizin arkadaşlarınıza yeni tatlar sunmanızı sağlıyor hem de yeni yemekler öğrenmenizi. Ne kadar Öderim? Aslında işin en güzel yanı bu denilebilir. Kampların ortalama 2-3 hafta sürdüğünü varsayarsak ödenecek miktar ortalama 150€ civarında. Bu miktar kurumlara ve senelere göre değişiklik gösteriyor. Uçak ve vize işlemleri gönüllü adaylarına ait olmakla beraber kampa vardığımız andan itibaren neredeyse hiç para harcamıyoruz, çünkü zorunlu ihtiyaçlarımız olan yemek, kalacak yer vb. kampı organize eden kurumlar tarafından karşılanıyor. Sosyal etkinlikler, çevrede görülebelecek yerlere düzenlenen geziler de cabası... Bu açıdan bakıldığında, aslında kampa başta ödenen ücret 2-3 haftalık bir tatil için oldukça az bile. Bir bakıma bu bedel karşılığı güzel bir tatil yapmış oluyoruz. Kamplara katılmak gençler için çok önemli. Dünya süratle değişirken bu değişime bizim de katkımız olmalı, öyle değil mi? Bu katkıyı sağlamak için harcayacağımız çabayı eğlenceli hale dönüştürmenin yolu aslında bu kamp-
7
lar. Bir süreliğine de olsa hayata başka şekilde bakmamızı sağlıyor. Sahip olunan öz güvenin pekişmesi de işin bonusu... Bunun yanında dilinizi de geliştiriyorsunuz. Rekabetin arttığı günümüzde fark yaratmanın güzel bir yolu bence. Toplumsal fayda sağlamak gerektiğinin farkında olduğunu göstermiş oluyorsunuz. Ben bu deneyimi yaşadıktan sonra pişman olup “Keşke gitmeseydim.” diyen birisiyle karşılaşmadım. Şiddetle tavsiye ediyorum... Sizin için seçtiğim, arkadaşlarımın deneyimlemiş olduğu ve güvenilir olduklarını düşündüğüm gençlik kampları konusundaki dernekler ve aracı kurumlar: http://www.gsm.org.tr/tr http://www.icep.org.tr/ http://kampcilik.genctur.com.tr/ http://www.concordiavolunteers.org.uk/ http://www.apare-gec.org/FR/ http://www.alpes-de-lumiere.org/fre/index.html http://www.volontariat-emmaus.com/?section=chantiersd-ete&lang=en
8
Sezonun ilk turnuvası “Avustralya Açık” başladı Tolga Türkkan Tenis sezonu yeniden başladı ve herkesin dört gözle beklediği Avustralya açık turnuvası start aldı. Her yıl gerçekleşen ve 4 Grand Slam turnuvasından birincisi olan organizasyonla birlikte erkeklerde Nadal, Djokoviç, Federer, Murray ve kadınlarda; Sharapova, Serena, Azarenka, Li Na gibi isimler yeniden sporseverlerin karşısına çıktı...
9
10
Geçen Yılın Şampiyonları ve Rakamlarla Avustralya Açık Geçen yılla ilgili ufak hatırlatmalarla başlayalım; geçen yılın Avustralya açık erkekler şampiyonu ‘ NOVAK DJOKOVIÇ’ ve kadınlar şampiyonu da ‘VICTORIA AZARENKA’. Rakamlarla ifade edecek olursak ; 47 ülkeden 548 oyuncu, 1 milyona yakın seyirci, 200’den fazla ülkede yayın, 1000’e yakın gazeteci, 400.000’e yakın tık… Avustralya Açık başladı ve spor adına heyecanlanmamak mümkün değil! Spor: Evrensel Dil Sporun toplumsal yaşamı, ofis ve eş – dost sohbetlerini bu denli etkilediği, sadece spor olmaktan çıkıp içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve düzeltmek için bu denli büyük bir araç haline geldiği bu sosyal medya çağında, insanlığın ortak paydaları olan bazı spor aktivitelerine kayıtsız kalma seçeneğimiz artık yok. Olur da bir gün dünyanın bir ucuna seyahat eder, hiç tanımadı-
ğınız, dilini, adetini bilmediğiniz insanlarla karşılaşır, bir şekilde bir bağ kurma ihtiyacı hissederseniz, o bağı sağlayacak olan çoğunlukla görkemli spor olaylarıdır. Olimpiyattır mesela, Bolt dediğinizde Kore’de de Türkiye’de de hız akla gelir. NBA finalleridir, bir bakarsınız Lebron James – Kevin Durant kapışmasını uçakta yanınıza oturan bir Afrikalı ile hararetli hararetli tartışmaktasınız... Superbowl’dur, FIFA Dünya Kupası’dır ve elbette tenisin dört büyük turnuvası, Grand Slam’dir. Avustralya Açık Hakkında Bilinmesi Gerekenler Ocak ayında başlayan Avustralya Açık, mayısın sonundaki Roland Garros, yengeç burcu Wimbledon ve yaza elveda anlamına gelen Amerika Açık turnuvalarının ayrı kimlikleri ve renkleri mevcut, buna mukabil ayrı lezzetleri... Ortak noktaları ise var oldukları ülkeleri aşıp köklü gelenek ve tarihleriyle tüm insanlığa ait bir kültürel miras yaratmayı başarabilmeleri. Eğer daha
11
önce bir Grand Slam izlemediyseniz, 13 Ocak 2014’te başlayan sezonun ilk büyük turnuvası Avustralya Açık için Eurosport ekranlarının karşısına geçin; saf sporu, sporun kültürle harmanını, mücadele, tutku ve azmi en derinlerinizde hissedin. Ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Ama yine de neyle karşılaşacağınıza dair ufak bir ipucu olması için Avustralya Açık’ı biraz anlatmakta fayda var. Geçmişi 1905’e uzanan Avustralya Açık bugüne kadar Brisbane, Perth, Adeleide, Hastings, Christchruch, Sydney ve Melbourne olmak üzere tam 7 farklı kentte oynandı. 1972 yılında turnuvanın göçebelikten yerleşik hayata geçmesi kararı alındı ve Melbourne’un banliyölerinden Kooyong ev sahipliği için tercih edildi. Turnuvaya ilgi muazzam boyutlara varınca 1988’de Melbourne Park inşa edildi ve o zamandan beridir bu tesis Avustralya Açık’ın ikametgâhı. 1988’e kadar çimde oynanan sezonun ilk slami, 23 yıldır sert kortta oynanıyor. Ancak bir Avustralya ürünü olan kendine has Rebound
Ace zemin, 2008 yılında daha hızlı Plexicushion ile değiştirildi. 2010 turnuvası sırasında açıklanan proje ile 363 milyon Avustralya dolarına mal olacak bir restorasyon çalışması, dört dev turnuva arasındaki en modern tesislerin açık ara Melbourne Park’ta olacağını garanti etti. 2013 Avustralya Açık’ta toplam seyirci sayısı 684 .457’ydi ve bunun yanında bir slamdeki bir günlük seyirci rekoru 80 .735 ile Melbourne’de kırıldı. Turnuvanın resmi internet sitesi 15 milyon 900 bin tık aldı, Facebook sayfası 886.661 kullanıcı tarafından beğenildi, Twitter hesabı ise hâlihazırda yaklaşık 350.000 kullanıcı tarafından takip ediliyor. Avustralya Açık 200’ün üzerinde ülkede televizyondan canlı yayınlanıyor. Üstü kapatılabilen üç stadyumuyla hangi hava koşulu olursa olsun aksiyonun kesilme riskinin olmaması, coşkulu ama saygılı seyircisi, masmavi pırıl pırıl kortları ile hem iki aylık ölü sezonda tenisi özleyen tiryakiler, hem de yeni başlayanlar için 2014 Avustralya Açık gerçek bir spor şöleni...
12
final stresini üzerimizden atıyoruz! Alber Koenka Finalleri sonlandırdığımız şu günlerde hepimizin büyük bir sabırsızlıkla beklediği yarıyıl tatili için planlar kampüslerde konuşulmaya, şekillendirilmeye başlandı. Bazıları evinde rahat bir tatil geçirme hayali kuruyor, kimisi kayak için can atıyor, bazıları ise yeni yerler görme hevesinde. Aslında kim nasıl geçirmek isterse istesin bu kısa tatil için hayli zengin seçenekler var. Bazılarına birlikte göz atalım.
13 Bu tatili İstanbul’da geçirerek yeni döneme evlerinde dinlenerek enerji toplayacaklar için farklı organizasyonlar, farklı lokasyonlarda İstanbullularla olacak. Dünyaca ünlü Cats müzikali, The Musical is Back gösterisi, Beko-All Star gibi organizasyonlar; Bengü, Duman ve Fazıl Say konserleri İstanbul tatilini renklendiren seçeneklerden bazıları. Kış tatilini kayağa giderek değerlendirmeyi gelenek haline getirenler için ise gezi firmalarının, üniversite organizasyon şirketlerinin sunduğu birçok seçenek var. Bunlardan bazılarında sadece kayabilir, bazılarında kayağın yanı sıra konserler ve aktivitelerle dolu dolu bir tatil geçirebilirsiniz. Uludağ Winterfest 2014 Yurtiçi ve yurtdışı seçenekleri bulunan kar tatillerine göz attığımızda, öne çıkan lokasyonlar Uludağ, Erzurum Palandöken ve Bulgaristan-Bansko. Kayak ve Snowboard bilmeyenlerin de kısa bir eğitim sürecinden sonra çok rahat adapte olabileceği bu yerlerde her seviyeye uygun birkaç farklı pist bulunuyor. Her nerede olursak olalım birkaç arkadaşı topladıktan sonra biz her türlü eğleniriz diyebilirsiniz ama tam bir fikir edinmek için yapılan aktiviteleri incelemekte fayda var. Her yıl binlerce öğrencinin katılımı ile gerçekleşen ve kayak tatili denilince birçoğumuzun aklına gelen ilk organizasyon elbette Winterfest 2014. Her yıl 3 ayrı
dönemde öğrencilere Uludağ’ın zirvesinde keyifli bir kayak tatili vaat etmesinin yanında, daha birçok aktiviteyi sunarak öğrencilerin yorgunluğunu almayı başarıyor Winterfest 2014. 19-23 Ocak, 26-30 Ocak ve 9-13 Şubat tarihlerinde 3 ayrı dönemde ve her dönemde ayrı sanatçıların katılımı ile gerçekleşecek olan festivalde 1.dönemde Model, Hande Yener, Gülşen, Ozan Doğulu’nun konserleri var. 2.dönemde ise Model, Gülşen, Hadise, Zumas&Sol Noir, Ozan Doğulu ve Soner Sarıkabadayı ile Uludağ
14
coşkusu devam ediyor. 3.dönemde ise yine Model, Ozan Doğulu, Hande Yener’e ek olarak Serdar Ortaç da var. Konserlerle geceleri bütün enerjiyi boşalttıktan sonra, Winterfest after ski partiler ve yarışmalarla eğlence zirve yapıyor. Tabii dağda sucuk ekmek keyfini de es geçmemek kaydıyla... Hiç gitmemiş olanlar için hatırlatayım, Uludağ iki bölgeden oluşuyor. Birinci bölge zorlu pistler ve gece partileriyle sporu ve eğlenceyi sevenler için ideal. İkinci bölge ise kalabalıktan kurtulmak ve sakince kayak keyfi yapmak isteyenlerin uğrak adresi. Ama hangi bölgede olursanız olun diğer bölgeye çok rahat geçebiliyorsunuz. Bölge ve kaç kişilik odada kalmak istediğinize göre
birçok farklı fiyat seçeneğinin bulunduğu organizasyona katılmak isterseniz acele etmenizi tavsiye ederim çünkü bazı otellerde şimdiden yer bulmak imkânsız hale geldi bile. Bansko, Bulgaristan Kayak için yurtdışı seçeneklerden öğrenciler için en uygunu kuşkusuz komşumuz Bulgaristan’da bulunan Bansko. Üniversite öğrencileri için yapılan Bansko kayak turları, 2600 m yüksekliğe ulaşan seçenekleri ile daha spor odaklı olarak bir yurtdışı tatili yapmak için elverişli. Schengen vizesi zorunluluğu biraz can sıksa da bu şirin kenti görmek, bu zahmete kesinlikle değer.
15
Bölgenin birçok dağ zirvesine, 75 km olan kayak pistine ve 17 ayrı zorluk seviyesinde pistlere sahip olması turistlerin Bansko’ya olan ilgisini her geçen gün arttırıyor. Ayrıca FIS (Fédération Internationelle de Ski) World Cup Alpine Ski yarışlarının yapıldığı yerde kayak deneyimi yaşamak güzel bir tecrübe sağlayabilir. Sonuçta bizim neyimiz eksik ki? Benim tek isteğim kayağa gidecek olan herkesin tek parça olarak geri dönmesi. Gündüz spor yaptık peki geceler bu kentte nasıl
geçecek diye soranlar için Bansko casinoları, tatilciler için yapılan parti ve organizasyonları, renkli gece kulüpleri yeterince oyalayıcı. Birçok farklı tarihin ve otel seçeneğinin olduğu turlarda fiyatlar da seçeneklere göre değişiyor. Not: Bu tatilin ardından, uzun bir süre böyle bir dinlenme ve eğlenme fırsatımız olmayacağı için herkesin en güzel şekilde tatilini geçirmesini dilerim. Hepimize iyi tatiller...
16
2014’te eğlenmeye hazır mısınız? Begüm Gölgeli Konserler, festivaller derken bir seneyi daha geride bıraktık. Mayıs ayıyla başlayan üniversite gençlik festivalleri, sonrasında yaz boyunca hız kesmeden devam eden müzik festivallerinde bol bol dans ettik, güldük, eğlendik. Bazılarımız, canımız ülkemizle yetinirken, aylar önceden yurtdışı festivallerini kovalayıp biletlerini çoktan almış olanlarımız da vardı. Peki bu sene neler olacak? Avrupa’da da Türkiye’de de “Geçen senekinden daha da iyi ağbi!” diyeceğimiz muhteşem festivaller bizi bekliyor. Hepimiz burada olanlardan sosyal medya sağ olsun öyle ya da böyle haberdar oluyoruz. Peki Avrupa’da neler oluyor? Herkes nerelere gidiyor? Belki bu sene bir değişiklik yapıp bu çılgın festivallerden birine gitmek istersiniz.
17
Glastonbury-Somerset Country, Bİrleşik Krallık 25-29 Haziran 2014 Modern festival anlayışının ‘dedesi’ diyebileceğimiz bu çılgın müzik festivali 1970’ten beri devam ediyor. Çok ünlü müzisyenleri dinleyebileceğiniz bu festival için para biriktirmeye şimdiden başlayın derim. http://www.glastonburyfestivals.co.uk
Fusion Festival-Mecklenburg-Vorpommern, Almanya 26-29 Haziran 2014 Berlin’den 3 saat uzaklıkta Sovyetler’den kalma bir havalimanında düzenleniyor. Hippiler, punklar, nihilistler, Berlinliler, Avrupalı festival fanatikleri... Yani kısacası herkes bu festivalde birlikte dans ediyor. ‘Kafası rahat’ dediğimiz herkesin delilerce dans ettiği bu festivalde eğlence garantisi yüzde yüz. Müziğin dışında tiyatro, sinema ve değişik performanslara sahne olan bu festival kaçırılmaması gerekenler arasında. http://www.fusion-festival.de/en/
18
Roskilde Festival-Roskilde, Danİmarka 28 Haziran-6 Temmuz 2014 Avrupa’nın büyük ölçekli müzik festivallerinden biri olan Roskilde, 1971’den beri tüm Avrupa’yı sallıyor. Günün erken saatleriyle alana gelen katılımcılar kah yüzüyor, kah çırılçıplak kamp alanında koşuyor. Evet bu gerçek! İçinizdeki çocuğu serbest bırakın ve festivali izlerken bir yandan da yaz kampı yapmanın tadını çıkarın. http://roskilde-festival.dk
EXIT Festival-Novi Sad,Sırbİstan 9-13 Temmuz 2014 Yazın en çok aranan festivallerinden olan EXIT’ın en büyük özelliği Danube’nin kıyılarında, 17.yüzyıldan kalma bir kalede yapılıyor olması. Kalenin taş duvarları sayesinde muhteşem bir akustik elde ediliyor, bu da festivali daha olağanüstü kılıyor. Katılımcıları için bir ‘yaşam tarzı’nı ifade eden bu müzik festivalinde birçok farklı müzik türü için kurulmuş sahneler bulmanız mümkün. Ne tarz müzik dinlerseniz dinleyin mutlaka kendinize göre bir sahne bulacağınız kesin. http://www.exitfest.org/en
19
ıcelaNd aİrWaves-reykJavİk, İzlaNda 29 Ekim-2 Kasım 2014 Gece hayatını sevenler, samimi şovların hayranları, ilginç gece kulüplerinden vazgeçmeyenler işte bu tam sizin festivaliniz! İskandinav kültürünün ilginçliklerini ve tüm bu ‘cool’ şeylerini size tanıtan Iceland Airwaves’e soğuk demeden gidin. Björk ve Sigur Ros gibi İzlanda’yı bize tanıtan sanatçıları muhtemelen birçoğumuz tanıyoruz. Alternatif rock haricinde daha önce duymadığınız yerli müziğin de dahil olduğu bu festival ile hem müziğe doyun hem de İzlanda’yı tanıyın.
tomorroWlaNd-Boom, Belçİka 18-27 Temmuz 2014 ‘Yarının partisi bugün oluyor’ mottosuyla yola çıkan, muhtemelen birçoğumuzun en fazla duyduğu müzik festivali olan Tomorrowland! Tartışmasız dünyanın en iyi ‘dans partisi’ bu festival elektronik dans müziğinin tüm dünyada sevilmesinin nedenleri arasında sayılabilir. Biletlerinin internette saatler içinde tükendiği Tomorrowland, bu sene 10. kez düzenleniyor. Gitmek istiyorsanız elinizi çabuk tutmanız gerekiyor! http://www.tomorrowland.com/10th-anniversary/ szİget festİval-Budapeşte, macarİstaN 4-11 Ağustos 2014 Macarca’da Sziget ‘ada’ anlamına geliyor, ama Budapeşte’de Sziget demek festival demek. Daha da iyi tanımlamak istersek, ‘elektronik müzikten güç alan bir eğlence parkı’ diyebiliriz. Yakın bir zamanda ‘Avrupa’nın En İyi Festivali’ ödülünü alarak vazgeçilmezliğini kanıtlamış oldu Sziget. 24 saat kesintisiz müzik, sanat, yemek ve Macar kültürüne ait bir çok farklı şeyi bir arada bulabileceğiniz bir festival. http://szigetfestival.com
20
Üç kadın,
üç kitap, tek kültür
Ayşenur Tuncay Bir dönem bu kadar asil olabilir mi? Ve bir dönem, içinde bu kadar çılgınlığı barındırabilir mi? En güçlü ve en sessiz aşklar. Bu bakışlar da o dönem kadınları kadar derin mi? Aşkı size en iyi onlar anlatacaklar. Viktorya Dönemi İngiltere’sinin üç kadın yazarı: Jane Austen, Charlotte Brontë, Elizabeth Gaskell. Kendileri kadar müthiş eserleri yarım asırlık mücadelelerine rağmen durmaksızın atan yeni yürekler buldu. Her yeni filmde bizi kendilerine yeniden bağladılar. Sevildiler çünkü gerçektiler. Onların gerçekliği kaçırılan her bakışta gizliydi. Bazen Kadınlar susmalıydılar. Ve onlar işte bu üç eserle yeniden bağırdılar. “Kendilerini.” Aynı kültürü, aynı dönemi ayrı açılardan bir o kadar da özgün ve birbirinden farklı tonlarda yorumlayan İngiliz Edebiyatı’nın üç başyapıtı: Pride & Prejudice, Jane Eyre, North & South.
21
Jane Austen’den
Pride & Prejudice
Thomas Hardy, Charles Dickens gibi yazarlarla dolu erkek egemen edebiyat dünyasında bu kadınlar nasıl sıyrılabilirdi? Yaşadığı dönemde kadınların kitap yazıyor olmaları hoş görülmediğinden, Jane Austen’in yayınlandığı 1813 yılında aynı yıl içinde iki kez basılacak kadar başarı yakalayan romanı Pride & Prejudice ve diğer eserlerini “by a lady” adıyla yayımlatması işte bu sebeptendir. Viktoryen dönemin baskılarına nispeten azade yaşam süren yazar, diğer çağdaşlarına nazaran daha şanslı olarak yazma pratiğini destekleyen bir aileye sahip olmuştur. Yarım kalan, yaşayamadığı kendi aşkına karşın Jane Austen tüm kitaplarını okuyucunun düşlediği mutlu sonla bitirir. 19. Yüzyılın başlarındaki toprak sahibi İngiliz soylularının yaşamları çerçevesinde aile, görev, evlilik, eğitim gibi kavramları İngiliz Edebiyatı’nın en sevilen kadın karakteri, orta halli bir ailenin kızı, Elizabeth Bennet’ın bakış açısıyla ön yargı, ilk izlenim ve gurur hislerini ince nükteleriyle harmanlayarak verir. Bir hikâyeye göre; romanın ilk karalamaları önlerinde dururken Austen’lere yakın oturan bir komşuları onları ziyarete gelir. Austen ve annesi ona gerçeği söylemezler, sadece bu çiçeği burnunda eserden kimi yerleri yüksek sesle ona okurlar. Kadıncağız romanı çok eğlendirici ve esprili bulur. Kadın özellikle romandaki Elizabeth karakterini sevmiştir. Ona göre, Elizabeth İngiliz romanları içinde en sürükleyici
ve en karmaşık tiptir. Rekabetin çığ gibi büyüdüğü, kahramanlarının kederleriyle örülmüş ‘gotik’ romanların yazarlarının gerçek adlarıyla ünlendiği yıllarda, Austen hem ince mizah ve kelime oyunlarıyla dolu üslubu hem de olayları ele alış biçimindeki ustalığıyla diğerlerinden ayrılır. Aradan geçen iki asra rağmen gerçekten yaşayan bir kitap olması bu sebeptendir. Geçtiğimiz yıl 28 Ocak’ta kitabın yayınlanışının 200. yılının tüm dünyada The New York Times, The Huffington Post ve The Daily Telegraph gibi medya ağları tarafından anılması eserin hâlâ zihinlerdeki canlılığını koruduğunun, ölümsüzlüğünün bir kanıtı. Bu başyapıtla ilgili biraz araştırma yaptığınızda ortaya çıkan bir başka özellik de ortalama her on yılda bir, ya televizyon dizisi şeklinde ya da film adaptasyonlarının yapılmış olması. 2005 yılında kitabın ikinci film adaptasyonu Joe Wright tarafından, Matthew MacFadyen ve bu filmdeki performansıyla o yıl Oscar ve Altın Küre’ye aday gösterilen Keira Knightley’nin başrolleriyle çekildi. Birçok televizyon dizisi adaptasyonunun içinde en çok övgüyü ise 1995 yılındaki Colin Firth ve Jennifer Ehle’in başrollerini paylaştığı 6 bölümlük BBC’nin çektiği format aldı.
22
Charlotte Bronte’den
Jane Eyre
Başka zamanlarda, dünyanın çok başka yerlerinde geçseler dahi konularını insandan aldıkları, merkezine insanın en saf duygularını oturttukları için zamana meydan okumaya devam edecek eserlerden biri: Jane Eyre. Kitaba ismini veren başkarakterin biyografisi şeklinde kaleme alınan eser 1847 yılında dönemin tutucu şartları altında şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ‘Currer Bell’ mahlasıyla ‘Jane Eyre: An autobiography’ başlığıyla yayınlandı. Kitabın gördüğü büyük ilgiyle Londra’da Harriet Martineau ve yaklaşık on yıl sonra kendisinin biyografisini kaleme alacak yakın arkadaşı olan Elizabeth Gaskell ile tanıştı. Alman Edebiyatı’ndan doğan oluşum romanı türünün 19. Yüzyıldaki öncüsü olan eser, döneminin yaşam biçimini, insan ilişkilerini ve sosyal hayatı Jane Eyre karakterinin çocukluktan yetişkinlik çağına kadarki yetişme sürecinin içine yedirerek, karakter gelişimini ve sonunda ulaştığı ideal durumunu, diğer bir değişle hayatından kesitleri okuyucuya sunuyor. Karakterin yaşadığı her şeyi gerçekmişçesine hissedebilmenizin, İngiliz havasını soluyabilmenizin kaynağı ise ince birer gözlem sonucu oluşmuş detaylı karakter ve mekân betimlemeleri. Ayrıca eserde Viktorya dönemi edebiyatında gittikçe yaygınlaşan gotik kurgunun motifleri de mekân ve karakterlerin fiziksel ve ruhsal tanımlamalarının içine ustaca gizlenmiş. Popülerleşen gotik öğeleri ve romantizm akımının karakteristik özelliklerini eserinde bütünleştiren Brontë bu yö-
nüyle Viktoryen romancılardan ayrılıyor. Jane Eyre’i İngiliz Edebiyatı’nın en güçlü kadın karakteri yapansa Brontë’nin yaşadığı dönemin kadına yüklediği role başkaldırırcasına kurguladığı Jane’in bağımsızlık mücadelesi ve kendi ayakları üzerinde durup kendi kararlarını özgürce vermesi. Yalnızca kitabın olay örgüsü alt alta sıralansa ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ tadında bir ‘Jane Eyre’in Aşırı Acıklı Hikâyesi’ ortaya çıkacak olsa da başkarakterin sizinle sohbet edermişçesine kurduğu diyaloglar, kendi hikâyesini tüm içtenliğiyle size anlatması ara ara okura seslenişi eserin en kuvvetli yönü. Jane Eyre’daki olayların kurgusu başkarakterin küçük yaşta annesinin ölmesi, ağır cezaların uygulandığı yatılı bir okula gönderilmesi, bu okuldaki en yakın arkadaşını kaybetmesi her ne kadar yazarın canlı hayal dünyasının ürünü olsa da Charlotte Brontë’ nin gerçek hayatıyla büyük benzerlik gösteriyor. Yalnızca Uğultulu Tepeler, Agnes Grey ve Jane Eyre gibi İngiliz Edebiyatı’nda klasikleşen eserleriyle değil aynı zamanda kısa ve trajik hayat hikâyeleriyle de Emily, Anne ve Charlotte Brontë kardeşler birçok kitap ve filme de konu olmuştur. Birçok adaptasyonunun arasında popüler kültür tarafından yeniden keşfedilmesi 2011 yılındaki Cary Fukunaga’nın yönetmen koltuğuna oturduğu filmledir. Bu filmdeki performansıyla BAFTA (The British Academy of Film and Television Arts) ve Akademi de dâhil olmak üzere birçok ödüle aday gösterilen Mia Wasikowska’ya bu yılki Altın Küre’nin sahibi ‘12 Years Slave’ filminin ödüllü aktörü Michael Fassbender eşlik ediyor.
23
Elizabeth Gaskel’den
North & South
“Keşke sana burada ne kadar yalnız olduğumu, burasının nasıl soğuk ve merhametsiz bir yer olduğunu anlatabilsem Edith. Burada cehennemi gördüm. Beyazdı. Kar beyazı.” Yaşadığı Viktorya döneminin mücadeleci ortamında erkek egemen edebiyat dünyasında adından söz ettirebilen kadın yazarlarından biri Miss Gaskell. Londra’da doğup büyümüş, yaptığı evlilikle sanayi şehri Manchester’a taşınmış ve bir Kuzeyli. 1848’de tek oğlunun ölümü üzerine alışılageldiği üzere anonim bir şekilde yazdığı romanı ‘Mary Barton’ın yakaladığı başarı Charles Dickens ile yollarının kesişmesini sağlamış ve hayatında bir dönüm noktası olmuş. Eserlerinde, Sanayi Devrimi İngiltere’sinin sosyal hayatını işçi ve işverenler arasındaki anlaşmazlıklarla örülü hikâyeleri konu edinen Gaskell, imalatçıların bencil tutkuları ve düşüncesizliklerinin sebep olduğu yoksulluğu betimler. Sanayileşmiş Kuzey İngiltere’de bir Pamuk imalatçısı olan John Thornton ve ailesiyle buraya taşınmak zorunda kalmış Güneyli Margaret Hale’in kötü ilk izlenim sonucu önyargılar ve yanlış anlaşılmalarla örülü hikâyesi ilk anda akıllara Pride & Prejudice’in ölüm-
süz karakterleri Elizabeth Bennet ve Mr. Darcy arasındaki çatışmayı getiriyor. Bir hikayeye göre Elizabeth Gaskell’e kalsa romanına diğer çağdaşları gibi başkarakterinin ismini vermeyi tercih edip ‘Margaret Hale’ olarak yayınlatacakmış ancak 1855 yılında arkadaşı Dickens’ın tavsiyesine uyarak işlediği karşılıklı mücadele, çatışma ruhunu çok daha iyi tasvir eden ‘The Buth, Mary Barton ve Cranford’ın yazarından: North & South’ isminde karar kılmış. Modernite ve gelenekselciliği, otorite ve ayaklanmayı, kadın ve erkeğin rollerini gerçekçi ve empati kurabilen bir bakış açısıyla işleyen Gaskell’in başkahramanı Margaret Hale, gerek Jane Eyre gerekse Elizabeth Bennet gibi mücadeleci ve sorgulayan, İngiliz Edebiyatı’nın güçlü kadın karakterlerindendir. Türkçe’ye çevirisi halen bulunmayan romanın 1975 yılındaki ilk adaptasyonu pek hatırlanmazken; 2004 yılındaki Sandy Welch tarafından Gaskell’in ‘zamanı yetmiş olsa’ yapacağını düşündüğü değişikliklerle kitaptan uyarladığı Daniela Denby-Ashe ve Richard Armitage’in başrollerini paylaştığı BBC yapımı dört bölümlük versiyonu çok daha büyük kitlelere ulaştı. Bu mini dizide göz dolduran oyunculukların yanı sıra seçilen mekânlar ve sahne geçişleri daha takdire şayan.
24
sonbahar-kış koleksiyonlarında gaza basıldı İzel Naz Ertan Ülkemizde de moda defilelerine sponsor olduğu günden beri podyumlara yeni bir soluk katan Mercedes Benz Fashion Week, sonbahar-kış koleksiyonunun başlangıcını Berlin’de verdi. 14 Ocak’tan 17 Ocak’a kadar süren MBFWB (Mercedes Benz Fashion Week Berlin) kapsamında aralarında Türk tasarımcı Arzu Kaprol ve ekibinin de bulunduğu 50’ye yakın tasarımcının sonbaharkış koleksiyonu için hazırladığı tasarımlar izleyicilere sunuldu.
25
Sunumlar Mercedes-Benz Fashion Week konseptine uygun olarak runway ve stage diye ikiye ayrılıyor. Normal catwalk sisteminden farklı çalışan stage sisteminin kullanılması; sektöre yeni adım atmış ve henüz çok fazla bilinmeyen tasarımcıların da sunumlarını yapabilmesine olanak sağlıyor. Sadece 5 şehirde yapılan MBFW’in her koleksiyonda olduğu gibi sonbahar-kış koleksiyonuna da Berlin’den başlamasının nedeni, Mercedes’in bir Alman firmaolması. Her ne kadar ülkemizdeki moda takipçilerinin aklına yurt dışındamoda haftaları deyince Paris, Milano ve New York gelse de Mercedes firmasının Berlin’deki hafta için gerçekten büyük emek sarf ettiğini ve takip edilmesi gereken bir şov organize ettiğini görmezden gelemeyiz. Bu yıl Berlin’deki moda haftası başlamadan en çok merak edilen konulardan biri; ne tarz tasarımların kullanılacağıydı. Tasarımcıların özellikle sonbahar koleksiyonu için koyu renk kavramının biraz dışına çıkıp açık renklere de yer verileceği bekleniyordu. Sonuçta ağırlıkla siyahın ve bejin kullanıldığı kadınsı, bol dantelli ve şık tasarımlar yanında, buz mavisinin, saks mavisinin, oranj ve yer yer kırmızının da hakim olduğu bir koleksiyon izledik. MBFW kapsamında düzenlenen moda haftalarının bir sonraki durağı şubat ayı başında New York olacak. İstanbul’daki sonbahar-kış koleksiyonunun tanıtım tarihi ise henüz belli değil. Ancak ibre Mart ayını gösteriyor.
sı ki
26
27
28
29
Drone’lar
yakın bir zamanda günlük hayatımıza da girecek!
Alan Sarp Yılmaz Bir süredir çoğu bilim kurgu / ajanlı aksiyon filmlerde gördüğümüz insansız hava araçları (UAV’lar, bilinen genel adıyla Drone’lar ya da Türkçesiyle İHA’lar) çok da uzak olmayan bir tarihte günlük hayatımıza girmeye başlayacak. Peki askeri alanda keşif ve saldırı için kullanılan Drone’lar günlük hayatımızda nasıl yer alacak?
30
31
Bir süre sonra üzerimizde vızır vızır insansız hava aracı uçmaya başlarsa hiç şaşırmayın. Çünkü askeri amaçlı keşif ve saldırı için kullanılan bu minik uçaklar, yakında kapımıza bir siparişimizi getirebilirler. Bu konudaki elle tutulur ilk örnek Amazon’un ortaya çıkardığı Amazon Prime Air projesi. Amazon, bu proje ile siparişin verilmesinden itibaren 30 dakika içinde bile teslimat vaat ediyor. Projenin yapılabilir olduğunu göstermek için bir video hazırlamışlar. Amazon’un deposundan yola çıkan bir teslimat droneu müşterinin kapısının önüne teslimat yapıyor. Amazon’a göre gelecekte havada uçan kargo dronelarını görmek, bugün sokaktan geçen posta arabalarını
görmekten farksız olacak. Bu droneların güvenli olmaları konusu ve yasal çerçeve için ise Amerika’da Federal Havacılık Kurulu (FAA – Federal Aviation Administration) çalışmalar yapıyor. Amazon, 2015 yılında bu çalışmaların sonuçlanmış ve yasaların onanmış olmasını umuyor. Teslimat droneları daha büyük ölçekli olarak Amerikan Ordusu tarafından kullanılmış ve sadece geçen 18 ayda 1300 görevi tamamlamış. Kargo şirketi UPS de bu konuda çalışmalar yapıyor. Amazon gibi drone ile teslimat yapmayı planlıyorlar fakat şu an için Amazon kadar ilerleme kaydedemediler. UPS, kargo için kullanılabilecek droneları araştırıyor. Ancak UPS’nin bu konuda bir sorusu da var:
32
“Teslimat yapılacak yerin sadece koordinatları yetmez, eğer o koordinatlarda arabanız veya çocuğunuz varsa ne olacak?”. Bu endişeden de anlaşılacağı gibi, iş modeli olarak da bu alanda daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. Bakalım tepemizden vızır vızır geçen droneları ne zaman göreceğiz? Amazon örneğine bu linkten ulaşabilirsiniz: https:// www.youtube.com/watch?v=98BIu9dpwHU&feature= player_embeddedG
göre küçük oldukları için tespit edilmeleri bir hayli zor. Aslında insansız hava aracı dediğimizde uzaktan kumandalı uçak ve helikopterler de bu kategoriye giriyor. Fakat bunlar ve dronelar arasında ‘droneların kilometrelerce öteden bilgisayarlarla kontrol edilebiliyor olması ve menzillerinin çok yüksek olabilmesi’ farkı var. Örneğin; ortalama bir uzaktan kumandalı model uçak 2 kilometre menzile sahipken 2.000 feete kadar çıkabiliyor, Global Hawk adı verilen drone ise 60.000 feet’e çıkabiliyor ve 16.668 kilometre menzile sahip oluyor.
Keşfeden, saldıran küçük kanatlılar Günümüzde dronelar askeri amaçlarla kullanılıyor. İnsansız oldukları için tehlikeli olan bölgelerde de güvenli bir şekilde kullanılabilen bu araçlar öncelikli olarak keşif uçuşlarında kullanılıyor. Normal uçaklara
Keşif Droneları Savaş veya çatışma esnasında savaş alanını büyük ölçekte ve detaylı bir şekilde havadan görebilmek için kullanılabiliyor dronelar ve bu çok efektif bir yöntem. Öyle ki karşı menzildeki insanların nerede olduğunu,
33
belki de haberleri bile olmadan, gerçek zamanlı görebilmek mümkün. İçindeki sensörler ve donanımlar sayesinde kocaman bir alan hızlıca taranabiliyor. Böylece bir keşif ekibinin belki de haftalarca arama yapması gereken bir yerin görüntülenmesi, üstelik tüm detaylarıyla mümkün olabiliyor. Büyük alan keşifi dışında da kullanılabiliyor dronelar. Örneğin; küçük boylu bir drone, savaş alanında binaların üst katlarını ve içlerini keşfetmek için kullanılabiliyor. Irak Savaşı’nda ve sonrasında Irak’ta birçok Amerikan Drone’u görev yaptı. “Amerikan Konsoloslukları’nı korumak” için görevlendirilen dronelar 2012 yılının ocak ayında Irak – Amerika arasındaki ilişkilerde krize de neden oldu; İçişleri Bakanı Adnan el Asadi, “Bizim gökyüzümüz bizimdir, Amerika’nın değil” dedi.
Saldırı Droneları Bir de saldırı droneları var. Amerikan dronelarının özellikle 2004 yılında Pakistan-Afganistan sınırında, Pakistan’a yapılan saldırılarla kendilerini ‘gösterdiklerini’ biliyoruz. Bu drone saldırıları hala devam eediyor ve New America Foundation’un raporuna göre 30 Eylül 2013’e kadar bu saldırılarla toplamda 2274 militan, 286 sivil, 270 bilinmeyen, olmak üzere toplamda 2830 kişi hayatını kaybetti. Bureau of Investigative Journalism’e göre ise gerçekleştirilen 370 saldırıda, ölü sayısı 2548-3549 arasında. ABD, hiç bir Amerikan askeri ölmeden binlirce hedefin yok edildiği bu saldırıları ‘büyük bir askeri’ başarı olarak kaydetse de, yüzlerce masum insanın bu saldırılarda hayatını kaybettiğini unutmamak gerekiyor.
İstanbul arka sokak lezzetleri Meva Akgün İstanbul’un arka sokaklarında gizlenmiş lezzetlere ulaşmanın rehberi: İstanbul Arka Sokak Lezzetleri... Büyük bir incelikle hazırlanmış, arka sokaklarda bulunan lezzetleri gün ışığına çıkaran kitap, Ansel Mullins ve Yigal Schleifer’in bir öğle yemeği sırasında akıllarına gelen fikirden doğmuş. Hemen söyleyeyim, İstanbul’da yaşayanların mutlaka edinmeleri gereken bir rehber...
35
İstanbul’un sadece taşı toprağı değil yemekleri de altın değerinde. Herkesçe bilinen kebabın yanında Balkan, Kafkas ve Ortadoğu tatları taşıyan çok geniş, bölgesel bir mutfak kültürü yaşıyor kentte. Tarihinde barındırdığı zenginlik, yemek kültürüne de yansımış olacak ki keşfedilmeyi bekleyen onlarca farklı yemek yanında yüzlerce değişik mekan da cabası. Ben bunları düşünürken girdiğim bir kitapevinde karşılaştım bu küçük rehberle: İstanbul Arka Sokak Lezzetleri. İstanbul’un arka sokakları zaten insanın merakını uyandıran bir güce sahip, üzerine bir de “lezzet” kelimesi eklenince kitabı almamak imkansızlaşıyor. Arka Sokaklarda Lezzet Arayışı Fikri Kitabın yazarları Ansel Mullins ve Yigal Schleifer’in aklına bir öğle yemeği sırasında geliyor bu fikir. “Neden İstanbul’da en iyi yemeği yiyebildiğimiz bazı küçük, geleneksel mekanlar bu kadar göz ardı ediliyor? Neden arka sokaklarında zengin yemek geleneği olan bir şehirde, bu sokaklar ve gizlediği lezzetleri kimse araştırıp övmüyor?” demişler ve bu soruları cevaplandırmak adına Istanbuleats.com’u açmışlar. Rastgele mekanlar değil anlaşıldığı üzere aradıkları. Müdavimleri olan, lezzetli yemeklere ev sahipliği yapan yerler. Mekan denilmesine de pek aldırmamak
lazım, kitabın içinde seyyar Galata salatalıkçısı da var meşhur seyyar Unkapanı pilavcısı da. Dolayısıyla kitabın maddi çıkarlar uğruna yazılmadığı çok belli. Altı Başlıkta Lezzet Turu Arka sokaklardaki lezzet arayışları altı başlık altında toparlanmış; Tarihi Yarımada, Yukarı Beyoğlu, Aşağı Beyoğlu, Galata ve Liman, Boğaz, Anadolu Yakası ve Adalar. Lezzete ev sahipliği yapan her mekanın adresi, telefon numarası belirtilmiş, yerleri harita üzerinde gösterilmiş. Küçük bir kitap gibi görünse de aslında içinde barındırdıklarıyla bir hazine niteliğinde. Her mekanın fotoğrafına ve menüsüne yer verilen kitapta, yazarların özellikle lezzetli buldukları yemekler ve mezeler hakkındaki görüşlerini de okuyabilirsiniz Kitabın indeks bölümü seçiminizi kolaylaştırmak için incelikle oluşturulmuş. Vejetaryen dostu mutfaklar, ızgara, balık, ev yemeği restoranları, alkollü restoranlar ve sokak lezzetleri olmak üzere ayrılan bölümlerde seçiminizi kolayca yapabilirsiniz. Bana kalırsa her İstanbullunun sahip olması gereken bir rehber. Belki yazarların henüz keşfedemedikleri ama sizin bildiğiniz başka lezzetler de vardır. Neden olmasın?
36
Antik çağdan günümüze olimpiyatlar
37
Özge Gel Rusya, harıl harıl önümüzdeki ay Soçi’de başlayacak Kış Olimpiyatlarına hazırlanıyor. Bu vesileyle ülkelerin evsahipliği yapmak için kıyasıya yarıştığı olimpiyat oyunlarının uzun geçmişine ve değişim sürecine kısaca göz atalım..
38
Antik Olimpiyatlar Antik olimpiyatların başlangıç tarihi M.Ö 776 yılı olarak kabul edilse de bu konuda pek çok rivayet var. Yunanlılar tarafından Yunanistan’ın Olympia bölgesinde Zeus onuruna yapılan dini kutlamalar ilk olimpiyat oyunları olarak kabul ediliyor. İlk başta oyunlar bir gün boyunca yapılıyordu ve temelini atletizm oluşturuyordu. Zamanla değişik mesafelerde yarışlar, disk ve cirit atma, uzun atlama, boks, güreş, atlı araba yarışları gibi farklı oyunlar eklenerek; bir gün süren olimpiyatlar beş güne kadar çıktı. Oyunlar ay takvimine dayanan Yunan takvimine göre dört yılda bir düzenleniyordu. Çünkü Antik Yunan inanışına göre ruhlar dört yılda bir diriliyordu. Oyunlarda yarışmacılar çıplak yarışır ve birinci gelenin başına zeytin dalından bir çelenk takılarak o kişinin heykeli dikilirdi. Oyunlarda amaç sadece birinci olmaktı. Çünkü sadece birinci olan kişinin ismi bütün ülkede yayılır, ikinci ya da üçüncü olan kişiler bilinmezdi. Olympia bölgesinde oyunlar 12 asır boyunca düzenli olarak devam etti. Yunanlılar tarafından düzenlenen bu
oyunların en önemli kurallarından sadece Yunan vatandaşlarının katılabiliyor olmasıydı. Kölelerin ve kadınların da oyunlara katılması yasaktı. Hatta kadınların oyunlara seyirci olarak bile katılmasına izin verilmiyordu. M.Ö 146’da Yunanistan, Romalılar tarafından işgal edilince oyunlar Atina’ya taşındı. Yunanistan’ın Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girmesiyle ‘oyunlara sadece Yunan vatandaşları katılabilir’ kuralı; ‘imparatorluk içinde yaşayan bütün vatandaşlar katılabilir’ şeklinde değiştirildi. M.S 393 yılında Hristiyan İmparator 1. Theodosus oyunları yasakladı ve 1000 yıldan uzun süredir devam eden olimpik oyunlar antik çağda sona erdi. Modern Olimpiyatlar İmparator 1. Theodosus’un yasaklamasıyla Roma İmparatorluğu sınırları içinde oyunlara ara verilmiş olsa da olimpiyat oyunları tam olarak bitmedi. İngiltere, Fransa gibi ülkelerde Antik Yunan ve Roma’daki büyük oyunlar kadar olmasa da de daha küçük
39
ve yerel boyutlarda oyunlar düzenledi. 1870-1871 yılları arasında Fransa ve Almanya arasında yaşanan savaş olimpiyat tarihi için dönüm noktası oldu. Bu savaştan Fransa mağlup olarak çıktı. Bu yenilginin nedenlerini araştıran Baron de Coubertin’in çıkardığı sonuç ilginçti: Fransa’da gerçek anlamda fiziksel eğitim verilmiyordu. Bu eksikliğin spor yardımıyla aşılabileceğini düşünen Baron de Coubertin, düşüncelerini 1894’te Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen bir kongrede farklı ülkelerden dinleyicilere aktardı. Kongre, ilk modern olimpiyatların 1894’te Atina’da yapılması kararıyla son buldu. 2016 Yaz Olimpiyatları 1894’ten beri dört yılda bir düzenli olarak devam eden olimpiyatların 31’incisi, 2016 yılında Brezilya’da düzenlecek. Ancak öncesinde önümüzdeki ay Soçi’de Kış Olimpiyatları var. Kış olimpiyatlarının tarihi daha
yeni. 1924’ten beri düzenleniyor ve yaz oyunlarının yapıldığı yıldan iki sene sonra yapılıyor. Elbette olimpiyat oyunları denildiğinde akla gelen, daha popüler olan Yaz Oyunları. 5-21 Ağustos 2016 tarihleri arasında Brezilya’nın Rio de Janeiro’da düzenlenecek Yaz Olimpiyatları için Rio de Janeiro, Tokyo ve Chicago yarışmış; 2 Ekim 2009’da yapılan oylamada ipi Rio de Janeiro göğüslemişti.
40
Kahve üretmeden, kahvede ‘marka’ olmak... Yasemin Badem Tüm dünya tarafından bilinen Türk Kahvesi, bu ismi almadan asırlar önce de insanlar tarafından tüketilirdi. Ancak kahve çekirdeklerinin öğütülmesi ve pişirilmesiyle ‘gerçek kahve lezzetinin’ ortaya çıkmasını Osmanlı sağladığı için dünya kahveyi bu ismiyle tanıdı. Kahve çekirdeklerinin Afrika’da başlayan serüveni Arap Yarımadası’nda devam etti ve Osmanlı vasıtasıyla Avrupa’ya taşındı. Bu serüven sırasında ise kendine has bir kültür oluşturmayı başardı. İşte o kültüre ufak bir bakış...
41
42 türk kahvesİ’NdeN öNcesİ Arapça “qahwah” kelimesinden gelen kahve, ‘keyif veren içecek’ anlamına geliyor. İlk kaynaklarda “Türklerin içtiği siyah renkli, ağır yudumlarla tadına varılan ve Türklerin sohbet ortamlarından eksik olmayan içecek” şeklinde tanımlanıyor. Kahvenin ana yurdu Güney Habeşistan’daki Kaffa yöresi olarak gösterilir ve söylenene göre 14. yüzyılda Kaldi isimli bir keçi çobanının, kahve bitkisini yiyen keçilerdeki canlanma ve hareketliliği fark etmesi ve ardından kendisinin de yemesiyle keşfedilir. Afrika’da başlayan hikaye Arap Yarımadası’na buradan da Osmanlı vasıtasıyla Avrupa’ya taşınır. Kahve yaklaşık beş asır boyunca içecek olarak değil yiyecek olarak kullanılmış. Karın doyurucu ve lezzet verici bir madde olarak; ekmek hamuruna katılmış ya da çekirdekleri yağ ile karıştırılarak tüketilmiş.
kahve osmaNlı sarayı’Na gİrİyor Kahvenin Osmanlı sarayına ise, 1517 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa sayesinde girdi. Ve kendine has hazırlama ve pişirme metoduyla Türk kahvesi olarak ün yaptı. Önceden kaynatılarak tüketilen kahve meyvesini, çekirdeklerini kavrulup öğüterek asıl aromasına kavuşturan Osmanlı, bu pişirme yöntemiyle Türk kahvesini markalaştırdı. Uzun yıllar saraydaki üst düzey yöneticilerin, büyük devlet adamlarının ve halkın ileri gelenlerinin tükettiği seçkin bir içecek olarak kaldı. Öyle ki, sarayda kahve hazırlama ve sunma konusunda çalışan özel görevliler bulunuyordu. İşleri sadece kahve kavurmak ve öğütmek olan bu görevlilerin Kahvecilerbaşı’na bağlı bir kahveciler teşkilatı oluşturduğunu de ekleyelim. Daha sonra kahvehaneler vasıtasıyla halka da ulaşan kahve artık insanların sosyalleşmesini sağlayan bir kültür halini aldı. Osmanlı sarayın-
43
dan sokaklara yayılan kahve kokuları ilk olarak Tahtakale’de açılan kahvehanede halkla buluştu. Elbette o dönemin kahvehanelerinin karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak ve hatta kitap okumak, şiirler eşliğinde edebi söyleşiler yapmak için uğranılan mekanlar olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bugünün okey oynanan mekanlarıyla karıştırmamak gerekiyor. avrupa türk kahvesİ’Nİ taNıyor Avrupa ise kahveyle, Osmanlı’dan tam bir asır sonra, 17. yüzyılda Venedikli tüccarlar aracılığıyla tanıştı. İtalyan gezgin Pietro della Valle, tattığı bu lezzetle ilgili bilgileri arkadaşlarıyla paylaşır ancak din ve tıp adamlarının kahveye olan olumsuz bakışları nedeniyle kahve tüketimi yaygınlaşamaz. Türk Kahvesi’ni Avrupa tüketimine sunansa diplomatik girişimler olur. Bozulan Osmanlı-Fransız ilişkilerinin düzeltilebilmesi için Fransızlar Paris’e bir Osmanlı elçisinin gönderil-
mesi önerisinde bulunur ve Osmanlı da bunun üzerine düşük rütbeli bir subay olan Süleyman Ağa’yı Paris’e gönderir. Dönemin en büyük gücü olan Osmanlı’nın elçisi Paris’te olur da Paris’in ileri gelenleri bu elçiyi ziyaret etmez mi? Her şeyiyle taklit ettikleri Osmanlı’nın elçisinin kahve davetleri Paris sosyetesi tarafından memnuniyetle karşılanır ve bu davetler Fransa’da kahvenin daha büyük ilgi görmesini sağlar. Osmanlı elçisinin davetine katılıp kahvesini içebilmek büyük önceliktir. Kahvenin Paris’in salonlarından sokaklarına çıkması ise Pascal Ha-
44
45 rukyan tarafından gerçekleştirilir ve Harukyan Saint-Germain parkında Café de Procope adında ilk kahvehaneyi 1672 yılında açar. savaş meydaNlarıNdaN vİyaNa sokaklarıNa Kahvenin Avrupa’da yaygınlaşmasını sağlayan diğer dönüm noktası ise 2. Viyana Kuşatması. Kuşatma sırasında iki devlet arasında tercümanlık görevi yapan George Franz Kolschetzky Avusturya İmparatoru’na hediye olarak her seferinde kahve götürür. Osmanlı kuvvetleri bozguna uğrayınca Kolschetzky, ganimet olarak savaş meydanında bulunan diğer değerli eşyalar yerine çuvallar dolusu kahve çekirdeklerini ister ve imparatorun huzuruna çıkarak kahvenin tadına zaten aşina olan imparatordan kendisine kahvehane açma izni vermesi isteğinde bulunur. Böylece ruhsatı alan Kolschetzky, bugün kendi ismini taşıyan ve girişinde heykeli bulunan sokakta Cafe Vien adıyla Viyana’nın ilk kafesini açar. türk kültürüNde kahveNİN yerİ ayrı Türkçede günün ilk öğünü anlamında kullanılan kahvaltı, kahveden hemen önce yenen altlık anlamından doğmuş. Kahve içmek, kahveyi pişirmek ve sunmak ayrı bir maharet gerektirdiği için ‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ gibi hepimizin bildiği atasözleri, deyimler türemiş. Ama unutmayalım; kahveyi pişirmek kadar
sunmak da ayrı bir maharet gerektiriyor. Örneğin beraberinde mutlaka su da getirilmeli. Bu su kahveden hemen önce içilir ki ağız kahvenin lezzetine hazırlanabilsin. Kahve yanında, şekerleme ve reçel gibi ikramlarda bulunulmalı ki kahvenin acısı yerini bu tatlara bıraksın. Kahve içildikten sonra bakılan fallar ise bu seremoninin meraklısı için en özel yanı kuşkusuz...
Not: Telvesiyle tüketilen tek kahve türü olan Türk Kahvesi, espresso ile birlikte tüm dünya genelinde en çok tüketilen kahve türüdür ve hemen hemen her restorantın menüsünde bulunur. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de başlayan UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler arası Komitesi toplantısında Türk Kahvesi Kültür ve Geleneği’nin bu listeye alınması talebi gündeme gelmiştir.