zete
zete
01
Hayatımızı renklendiren kutu adamlar
02
03
ERASMUS’un yolları taştan…
04
06
Bahara günler kala sinema keyfi: Vizyondakiler
METZ: Orası da neresiymiş?
İstiklal Caddesi’nin simgesi: Nostaljik Tramvay
05
07
Apple ailesinin çiçeği burnunda yeni üyesi: CarPlay
Modernizm ve Retrospektif
Genel Yayın Yönetmeni Ayşenur Tuncay Yazı İşleri Huriye Gül - Yasemin Badem Yazarlar Alber Koenka, Beste Eşerler, Sezin Darmar, Yasemin Kaşarcıoğlu
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Nurcan AKAD Hocamıza teşekkürlerimizle…
zete
4
Hayatımızı renklendiren kutu adamlar Huriye Gül Uzun zamandır sosyal medyada profillerimizi süsleyen Danbolar hayatımıza nasıl girdi? Her türlü duyguya, ruh haline hitap eden bu kutucukları yakından tanıyalım
5 Manga kahramanı kendisi. Japonya’da Yotsuba adındaki bir çizgi romandan esinlenilmiş. Adı, Danboru kelimesinden geliyor. Japonca ‘ bükülmüş karton’ demekmiş. İlk olarak 2006’de çizgi romanın 28. bölümünde ortaya çıkmış. Çizgi roman karakterlerinden olan Yotsuba’nın eski arkadaşlarından Miura Hayasaka adındaki bir kız bir okul projesi için karton kutulardan yapılmış bir robot kostümü giyer ve ona göre bu robot içine bozuk para atarak çalışmaktadır. “Attack Robot” adı ile karşımıza çıkan bu sevimli karakter hayatımıza girmeye başlar bu sayede. 2007’de Japon oyuncak imalatçısı Kaiyodo, Danbo
6 oyuncaklarını online olarak satmaya başlar. 200720012 arasında ise Revoltech, her birinde Amazon. co.jp ve 7-11 logoları olan çeşitlerini yayınlar. Ancak, bu ürünler Japonya dışına kargolanmıyor. Ebay üzerinden satın alabilmek mümkün ama fiyatları hiç de azımsanacak gibi değil. Minnacık kutucuklar yaklaşık 30$ civarında. Günümüzde doların kur fiyatını düşünce bana bir hayli pahalı geldi açıkçasıJ 2009’da Arielle Nadel adındaki fotoğrafçının “Danbo’nun 365 Günü” adındaki en ünlü çekimlerinden biri sayesinde karakterimiz bir kahraman gibi internet üzerinden tanınır hale gelmiş. Flickr’da ise 30.000 üzerinden fotoğrafı “Danboard” tagi ile dönmüş. 2012 itibariyle Thai PBS’nin ‘Little Citizen’ gösterisinde maskot olarak kullanılmaktaymış. Günümüzde artık bir sanat haline dönmüş durumda Danbo fotoğrafçılığı. Çekimler de hem özne olarak yardımcı olmakta hem de farklı hava kattıklarını düşünüyorum. Öyle ki 2009’da Flicker’da Danbo Love grubu kurulmuş ve 3 yılda bu grupta tam 3300 üyeye ve yaklaşık 23.000 fotoğrafa ulaşmış. 2010’dan bu yana da facebookta fan sayfaları bulunuyor.
7
8
Bahara günler kala sinema keyfi...
Alber Koenka Cıvıl cıvıl bahara çok az kalmışken ve henüz havalara güvenimiz yokken yapılacak en iyi etkinlik sinemaya gitmek gibi gözüküyor. Vizyonda ne var, hangi film nasıl?, vizyona yeni girecek filmler hangileri sorularına kısa bir cevap için yazıyı okumanızı tavsiye ederim.
9
10
Gittik geldik... Kimimiz gezdik, kimimiz tatilin tadını evlerimizde dinlenerek çıkardık. Kimimiz kendimize ve uzun zamandır yapmak istediğimiz işlere vakit ayırdık. Nasıl geçmiş olursa olsun tatillerimiz bitti ve yılın ikinci yarısı start aldı. Başlayan bu güzel bahar döneminde havaların ve tabii ki bizim de içimizin ısınmasıyla dersler “out” planlar “in” olacak. Ancak şu anda havalar birazcık yalancı. Biz de sinema planları yapar, olmadı evde popcornla DVD izlemenin keyfini çıkartırız. O yüzden sizin için, izlenebilecek filmleri bir değerlendirelim dedik. İlk olarak Oscar bahtsızı Leonardo DiCaprio’nun başrolünü oynadığı, kendisi gelmeden dedikoduları gelmiş olan The Wolf of Wall Street (Para Avcısı) filmine bir göz atalım dedik. Amerikan borsasında komisyoncu olan Jordan Belfort’un biyografisinin bir uyarlaması olan filmde, Leo’nun yanında Jonah Hill, Kyle Chandler ve Jean Dujardin de yer alıyor. Filmin konusuna bakacak olursak benim de sevdiğim türlerden olan klasik bir Wall Street filmi, ancak Leonardo’nun varlığı filmi çekici kılan en önemli unsurlardan birisi olmuş. 90’ların hızlı ve New York borsasında her şeyin rahatlıkla yapılabildiği günlerinde geçen filmde Leo karşımıza 24 yaşında genç ve hırslı bir adam olan Jordan Belfort olarak çıkıyor. Belfort kısa zamanda yatırımcıları kandırarak bir
para kazanma makinasına ve aynı zamanda bir harcama makinesine dönüşüyor ve her gün milyonlarca dolar kazanıp harcarken zamanla çöküş ve kayıplar yaşamaya başlayarak kötü bir sona doğru ilerliyor. Hikayesi herkesi sarmayacak olsa da Leonardo’nun varlığı birçok kişiyi filmin başına oturtacaktır. Benden ufak bir tavsiye isterseniz zaman sıkıntınızın olmadığı ve bol popcornunuz olduğu bir günde izleyin derim, çünkü film 3 saat ve birazcık “Eeee artık bitse de gitsek!” dedirtmeye başlıyor. Filmi tek seferde izlemezseniz ikinci kere başına oturmak insana zor geliyor; benden söylemesi. Sinemalarda hala neredeyse her salonda oynayan ve gişede rekor üstüne rekor kıran bir diğer film Recep İvedik 4. Filmin hem senaristi hem başrol oyuncusu tabi ki her zamanki gibi Şahan Gökbakar. Türk halkının büyük bir kısmının ilgisini çeken ve her filmi yeni bir gişe rekoruna imza atan Recep İvedik serisinin sonuncusu, yine birçok kişiyi gülmekten kırdı geçirdi. Gerek mizahi içeriği gerekse birçok toplumsal alışkanlığı yeniden ele alış şekli ile Recep bu sefer Acun Ilıcalı’nın çok takip edilen Survivor yarışmasına kendine has üslubuyla katılıyor. Filmde Şahan’a İrfan Kangı, Cem Korkmaz ve daha birçok isim eşlik ediyor. Serinin diğer filmlerinde olduğu gibi yine bir sıkıntısından ötürü bu işlere karışan Recep İvedik bu filmde
11
de antrenörü olduğu futbol takımının mali durumunu kurtarmak için Survivor’a katılıyor. Ardından adaya giden Recep güçlü bir takıma karşı vasat bir takımla kalıyor. Bu sürece kadar çok komik olmayan film, bir anda salonda kahkaha tufanı yaratmaya başlıyor. Daha önceden de bildiğimiz gibi Recep yine sokak ağzı ile karşımıza çıkarken bize vizeler öncesi topluca gülerek rahatlama şansı sunuyor. Bir devam filmi niteliği taşımadığı için diğer 3 filmi izlemeyen arkadaşlar gönül rahatlığıyla gidip izleyebilirler. Aynı hazzı tadacaklardır. Plan dediğin önceden yapılır. Milleti ayarlayacaksın, sinemayı, seansı seçeceksin, seçilen seans, sinema, film herkese uyacak... O yüzden, vizyondakilerin yanında bir de vizyona gireceklere bakalım dedik. Türk sinemasının atağa kalkışı ve izleyicilerin Türk filmlerine karşı olan ilgilerinin artması vizyona giren Türk filmi sayısını her geçen gün arttırıyor. 14 Mart’ta vizyona giren filmlerden Gürgen Öz’ün başrolde olduğu “Zaman Makinası 1973” haftanın kahkaha bombası gibi görünürken, Belçim Bilgin ve İbrahim Çelikkol’un rol aldığı “Sadece Sen” haftanın romantizm kaynağı olacak gibi. Bunların yanında “Dursun Çavuş”, “Köksüz” , “Bay Peabody ve Meraklı Sherman: Zamanda Yolculuk”, “Hız Tutkusu”, “Büyük Usta”, “Rüzgar Yükseliyor” ve Ferzan Özpetek’in “Kemerlerinizi Bağlayın” da sizi bekliyor. Cıvıl cıvıl bahar ayında sokaklara dökülmeden önce sinemanın keyfini çıkarın. İyi seyirler...
Erasmus’un yolları taştan…. Sezin Darmar Tamamen gitmemek üzerine yapılmış bir Erasmus başvurusu… Sadece aklımda kalmasın, en azından « başvurdum, gitmeye hak kazandım ve gitmedim » demek için son gün doldurduğum formlar… Bu yazıyı yazdığıma göre evet Erasmus’a gittim. Sonunda defalarca söylediğim tek bir şey vardı: İyi ki gitmişim!
12
13
14 Gitme kararı aldıktan sonra Erasmus hakkında o kadar çok şey duydum ki etrafımdan. Genelde motive edici şeyler, bana ne kadar doğru bir karar aldığımı onaylatan cinsten sözlerdi. Kimi zaman da kafamı karıştırdılar. “Neden Brüksel?” diye sorguladılar. Yok, “Onların aksanı farklı, bir şey anlamayacaksın” dediler, yok “Çok sıkıcı bir yer” dediler. Ama emin olarak yaptığım tek bir şey vardı; Belçika’yı ilk iki tercihime yazmak. Brüksel sıkıcı bir yer değil, ayrıca güzel insanlarla olduktan sonra eğlenebilmek için dünyanın en güzel şehrinde falan olmanıza gerek yok. Zaten biranın, çikolatanın, waffle’ın ve patates kızartmasının olduğu bir yerde ne kadar sıkılabilirsiniz ki? Erasmus, kesinlikle her üniversite öğrencisinin tatması gereken bir deneyim. Hayatınızda ilkleri yapacağınız, yeni insanlar tanıyacağınız, hiçbir zaman unutamayacağınız kadar eğleneceğiniz ve her zaman gülümseyerek hatırlayacağınız anılar biriktireceğiniz bir dönem olacak. Belçika’yı seçmek konusunda ısrarcı olmamın sebeplerinden biri de Belçika’nın konumuydu. Almanya, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda’yı gezmek kolay olacak gibi gözüküyordu. Ki öyle de oldu. Elimizden geldiğince hafta sonları günübirlik Belçika turları yaptık. Sabahın köründe başlayan tren yolculuklarımız, bütün gün gezmenin verdiği yorgunlukla dönüş yolunda kâh uyuyarak kâh gün içinde çektiğimiz yüzlerce resme bakarak son buluyordu. İlk durak Brugge olmuştu. O kadar çok methini duymuştum ki, beklenti büyüktü. Genelde beklentiler büyür ve sonu hüsrandır. Ama Brugge için beklentim ne kadar büyükse hayranlığım da öyle büyük oldu.
Hatta ikinci gidişimde daha çok keyif aldığımı bile itiraf edebilirim. Belçika içinde trenle Liège, Gent, Louvain, Brugge, Namur, Dinant, Antwerpen’ı gezme fırsatı buldum. Belçika dışında da Lüksemburg, Rotterdam, Amsterdam, Köln, Aachen, Lille ve Paris’i gezdim. En güzeli mi? Tabii ki Paris. Büyülenmemek elde değil. Benim ilk gidişimdi Paris’e ve defalarca gitsem hiçbir zaman sıkılmayacakmışım gibi bir hisle Brüksel’e döndüm. 10-15 kişilik bir grubumuz vardı ve hepsi dünya tatlısı insanlardı. Her gezide ve akşam çıkışlarında birbirimizi daha iyi tanıdık ve 5 ay boyunca büyük bir aile gibi olduk. Herkes birbirinin kültürüne saygılı ve meraklıydı. Konuşacak o kadar çok şey vardı ki. Akşam buluşmalarındaki tek engelimiz son otobüsü yakalamaktı. Hafta içi maalesef 11-12 gibi bitiyordu otobüsler, biz de son otobüsü yakalamak için her seferinde koşuşturmak zorunda kalıyorduk. Bazen otobüs şoförü bize acıyordu duruyordu, bazen de koştuğumuzla kalıyorduk. Belçika kralıyla tamamen tesadüfen de olsa el sıkışmayı bile başardım. Yağmurun altında bir saat bekleyip, kameraların önünde kralla el sıkıştık. Kamera fobimi de galiba bu sayede yenmiş oldum. Dilimi geliştirdim, farklı ülkelerden insanlarla tanışıp onlarla ortak noktalar bulabilmenin keyfini yaşadım, yeni şehirlerde kayboldum, keşfettim ve 5 ay boyunca her yerde, her şekilde mutlu olunabileceğini öğrendim. Yeter ki orayı renklendirecek insanlar olsun. Keşfetmek ve öğrenmek güzel şey! Sonuç mu? Erasmus candır…
15
16
Erasmus günceleri-Metz:
Orası da neresiymiş? Yasemin Kaşarcıoğlu Tarihin içinden, Fransa’nın bilinmeyen köşelerinden bir yer; Metz... Erasmusa gitmek için gelişi güzel seçilmiş bir şehir belki ilk etapta ama sonunda “İyi ki de gelmişim.” dediğim bir cennet. Paris’in ününe ulaşamamış bir yer olmasına rağmen en az onun kadar güzel ve eşsiz bir yer Metz ve bence kesinlikle görülmesi gerek.
17 Öncelikle şunu söylemeliyim ki, Erasmus kesinlikle bir öğrencinin hayatı boyunca yaşayabileceği en güzel deneyimlerden. Kaldı ki benim gibi Erasmus’a gitmeyi hiç istemeyen ve bundan biraz da çekinen bir insan söylüyor bunları. Geçen sene bu tarihler olsa, aklımın ucundan geçmezdi böyle bir şey yapacağım. Erasmus’a gitmemek için adını sanını hiç duymadığım Fransa’nın küçücük bir şehrini yazdım ilk tercihime: Metz. Karpuz seçer gibi okul seçmiştim diyebiliriz tabiri caizse J. Bana pek çok şey katacağını biliyor olmama rağmen, 5 ay boyunca tek başıma Fransa’da Allah’ın unuttuğu bir yere gitmek gözümü o kadar çok korkutuyordu ki... Ve en sonunda o lanetli ilk gün geldi çattı. İyi ki de çattı!! Metz’e elimde bir ton valizle geldiğimde pilim bitik vaziyette zar zor bir taksi bulup atladım. Taksi şoförü “hanım” beni şehrin içinden gezdirerek, biraz da etrafı anlatarak kalacağım yurda kadar getirdi. O 10-15
dakikalık yolculuk o kadar hoşuma gitmişti ki.. Ben ömrümde böyle tarihi şehir gördüğümü hatırlamam. Arabanın ufacık camlarından tamamen yabancı olduğum bu şehri anlamaya çalışıyordum ve kendimi nedense mutlu hissediyordum (mutlu olmamam gerekiyormuş gibi). Binalar o kadar eski ve mimari o kadar güzeldi ki büyülenmemek elde değildi. Şehir merkezinde bir tane yeni bina göremezsiniz. 15. veya 17. yüzyıllardan kalma binalarla doluydu her yer; tam bir Orta Çağ kenti anlayacağınız. Aynı zamanda Metz’in, şu zamana kadar gördüğüm en yeşil şehir olduğunu söylersem de yanlış olmaz herhalde. Şehrin içinden geçen Moselle nehriyle birlikte karşılaştığınız manzaraysa, içinizi huzurla kaplıyor. Ne yalan söyleyeyim ilk günler benim için bir hayli zor geçti. Saatlerce seyahat et, üstüne oda anahtarlarını alabilmek için yine saatlerce yurdun kapısında bekle, yok okula kaydol, bilmem nereye para yatır, evrakları imzalat, şuraya koş, buraya git... Ama her şey arkadaş edinene kadar!! Özellikle Erasmus tanışma toplantılarıydı, partileriydi derken pek çok insanla tanışıyorsunuz. Farklı milletlerden ve kültürlerden gelen aynı yaşlardan
18 pek çok insanla ortak bir amaçla birlikte bulunmak, onların farklı düşüncelere sahip olduklarını görmek ve farklı yaşam tarzlarına tanıklık ediyor olmak çok güzel bir duyguymuş, merak duygusunu uyandıran ve insanın ufkunu açan... İnsan arkadaş edinince bulunduğu ortama hemen alışıveriyor. Konuşurken tutukluk yaşadığım da oldu ilk zamanlar; ama anladım ki bu durum, biz Türkler‘in yabancı dilde konuşurken her şeyi kuralına uygun, hatasız olarak söyleme isteğinden kaynaklanıyor. Aslında orada herkes yabancı, sen yabancı... Herkes aynı sorunla karşı karşıya, kimse doğru düzgün konuşamıyor. Oluruna bıraktım ve sonra baktım ki çatır çatır konuşuyorum J. Alsace-Lorraine bölgesi olarak tarih derslerinde pek çok kez duyduğumuz bölgelerden ve Lorraine bölgesinin de başkentiymiş
Metz. Mirabelle dedikleri ve Lorraine bölgesinin bir simgesi olan lezzetli mi lezzetli sarı renkli bir erik olan bu meyve de, dünyada en çok bu bölgede yetişirmiş. Mutfağıyla da çok meşhurmuş aynı zamanda. Vedat Milor da boşu boşuna gelip yaşamamış burada, kısa süreli de olsa J Metz belki Paris gibi çok büyük ve kozmopolit bir kent değil ama gerçek Fransızlara rastladığınız bir şehir burası, çünkü küçük ve bilindik olmaması sebebiyle farklı milletten gelen çok yok. Çok fazla turist çeken bir yer de değil ayrıca. Üstelik yaklaşık 1-2 gününüzü ayırmanız yeterli şehri keşfetmek için. Ondan sonrası her yer tanıdığınız, bildiğiniz sizin mekanlarınız oluveriyor. Olur da yolunuz düşerse, görülmesi gereken yerler arasında “Temple Neuf” ve devasa katedrali “Cathedrale de Saint-Etienne” var. Trenle gelecek olursanız, gardan çıktığınız zaman bir arkanıza dönüp bakın derim. Tarihe meraklıysanız “Musée de la Cour d’Or”u, modern sanat düşkünüyseniz de 2007 yılında açılmış olan ve farklı bir mimariye sahip “Centre Pompidou-Metz” müzesini gezmenizi öneririm. Bir zamanlar Almanya himayesinde olan bu kentin bazı binalarında Alman havasını hissedebilirsiniz; Posta Binası (La Poste) ve Porte des
19 Allemands (yani Almanlar Kapısı) size bu havayı hissettirecek en güzel yerlerden. Place de la Republique de şehrin tam göbeğinde, alışveriş caddelerine açılan ve etkinliklerin gerçekleştirildiği ana meydan. Ayrıca Place de la Comedie, yani Komedi Meydanı olarak adlandırılan bu meydandaki opera binasını ziyaret edebilirsiniz (Opera-Theatre de Metz). Daha yazmadığım ve belki de bilmediğim pek çok yer vardır ancak, bana soracak olursanız şehir merkezinde caddelerin ve dar sokakların arasında yürüyüş yaparak keşif yapmak en iyisi. Yorulursanız da Place de la St. Jacques’ta bir kahve içerek bu hoş meydanın keyfini çıkarmanızı öneririm. Metz konum itibariyle de çok avantajlı bir yere sahip. Fransa’nın kuzeydoğusunda yer alan bu kent, doğusundan Almanya’nın, kuzeyindense Lüksemburg’un sınırında bulunuyor; trenle max. 1saat J ! Paris ve Strazburg’a bir buçuk saatten daha kısa sürede ulaşabiliyorsunuz. Öğrenci olmanız sebebiyle pek çok yerden indiriminiz de oluyor; hatta müzelerin çoğuna ücretsiz giriş sağlayabiliyorsunuz. Hal böyle olunca, bize de bol bol gezmesi düştü tabi. Zaten Erasmus öğrencisinin işi ne? J
20
Apple ailesinin çiçeği burnunda yeni üyesi: CarPlay Ayşenur Tuncay Piyasaya sürdüğü her yeni ürünüyle teknolojiyi ve hayal gücümüzü yeniden şekillendiren dünya markası Apple, beklentileri boşa çıkarmayarak bir ilke daha imza attı ve sahip olduğumuz tüm ekranları birbirine bağlamakla kalmayıp direksiyon başında dahi elimizden bırakamadığımız telefonlarımızı fren, gaz pedalı gibi arabamızın doğal bir parçasına dönüştürdü. İşte karşınızda araçların en “akıllı” parçası Apple CarPlay Teknolojisi.
21
İlk olarak Cenevre Motor Show 2014 / 2014 Cenevre Otomobil Fuarı’nda lüks tüketim otomobillerde tanıtılan CarPlay, Apple’ın tarihinde şirketin kendi üretmediği bir ürüne entegre edilen ilk İOS yazılımı olma özelliği gösteriyor. “Daha akıllı, daha güvenli, daha eğlenceli bir sürüş” sloganıyla yola çıkan ve Apple kullanıcılarının içeriklerinin her an parmaklarının ucunda olmasını sağlayan teknoloji devi; Ferrari, Mercedes-Benz ve Volvo ile yaptığı iş ortaklıkları sayesinde 2014’te satışa sunulacak olan Volvo’nun klasikleşen yeni nesil modeli Volvo XC90 ve
fuarda lansmanı yapılan Ferrari FF lüks model araçlarda bulunacak. Yani fiyatları 100.000 USD’ dan başlayan araçlara sahip olmak bu yeniden yazılan sürüş deneyimi için öncelikli şart. İOS 7’nin bir güncellemesi olarak indirilebilecek bu yeni uygulama İPhone 5, 5C ve 5S modelleriyle uyumlu bir şekilde çalışabilecek. Ve ilerleyen zamanlarda otomobil sektörünün diğer aktörlerini de bu yeni teknolojiyi araçlarına entegre etme konusunda cezbedeceğe benziyor. Peki, araçların doğal bir parçasına dönüşecek olan
22
Apple CarPlay ile neler yapabileceğiz? Tasarım aşamasında yola çıkış amacı, telefonların sürücülerin dikkatini dağıtma oranını en aza indirmek olan CarPlay’in sunduğu en büyük avantaj olan Siri, gerektiğinde telefona dokunmaya bile gerek kalmadan çağrı cevaplayabilmeyi, mesajları sesli komutlarla ya-
zıp, gönderip, yeniden okuyabilmeyi sağlamakla birlikte direksiyondaki küçük bir düğme ile aktive edilebilecek. Sürüş esnasında e-posta ve metin mesajlarından yararlanarak son güzergâhları belirleyen ve olası güzergâh tahminleri yapan bu teknoloji sayesinde istediğiniz yeri sizin için bulmasını da tek bir komutla sağlayabilirsiniz.
23
Müzik seçeneklerinizin yalnızca telefonunuzla kalmadığı bu yeni sistemde istediğiniz radyo istasyonunu, favori radyo programcılarınızı farklı uygulamalar sayesinde sistemden bağımsız bir şekilde dinleme özgürlüğüne sahipsiniz. Tabii, tüm bu yeni dönem ayrıcalıkları dünya ile eş zamanlı olarak paylaşabilmek, tarif edilen benzersiz sü-
rüş deneyimini yaşayabilmek için işte malzemelerimiz: Bir adet İPhone’un en son modellerinden biri, bir adet son model bir lüks otomobil vee Apple CarPlay zaten içerisinde işte buyurun size tadından yenmeyecek, yemeyip yanında yatılacak muhteşem bir karışım. Gerisi hayattan aldığınız keyfe göre değişecek.
24
İstiklal Caddesi’nin Simgesi: Nostaljik Tramvay Yasemin Badem İstanbul’da yaşasın ya da yaşamasın, Beyoğlu dediğimde aklına tramvay gelmeyen var mı? Peki herkesin bildiği, sevdiği tramvay ne zaman geldi ülkeye ve nasıl bir etki yarattı? İşte bu sorunun cevabı bu yazıda, görsel şöleni Rahmi M. Koç Müzesi’nde, gerçek hazzı ise İstiklal Caddesi’nde...
25
26 Osmanlı Toplu Taşımacılığın Temellerini Atlı Tramvayla Atıyor Osmanlı’da batılılaşmanın sembolü, tren yolları ve tramvaylar... Özellikle Sultan Abdülaziz döneminde şehrin uzak yerleşim yerlerini birbirine bağlayacak ulaşım araçlarına önem veriliyor ve tramvaylar Osmanlı halkının hayatına giriyor. 31 Temmuz 1871 tarihinde İstanbul’da toplu taşımanın temelleri olan atlı tramvay hatları oluşturulmaya başlıyor. Hızla geliştirilen ulaşım ağlarıyla İstanbul dışına da yayılıyor atlı tramvaylar... Atlı tramvayların en ilginç yanı da hiç kuşkusuz atların önünden koşarak ellerindeki zilleri çalan ve insanları uyaran vardacılar... 45 yıllık atlı tramvay devri 11 Şubat 1914 tarihinde kapanıyor ve yerini elektrikli tramvaylar alıyor. Elektrikli tramvaylarla beraber Moda Tramvayı da hizmete başlıyor. Ancak hızla gelişen dünyada ulaşım da gelişiyor, değişiyor ve tramvaylar da 1966 yılına kadar hizmete devam edebiliyor. Ve nihayetinde sembolik bir
hatta, bugün herkesçe bilinen nostaljik tramvay İstiklal Caddesi’nde yerini alıyor. Böylece kırmızı beyaz renkleriyle nostaljik tramvaylar İstiklal Caddesi’nin, Beyoğlu’nun, hatta belki de İstanbul’un simgesi haline geliyor. Rahmi M. Koç Müzesi’nde Ziyaretçilerini Bekliyorlar Ulaşım tarihine dair çok zengin bir koleksiyona sahip Rahmi M. Koç Müzesi ve bu eşsiz koleksiyonla ziyaretçilerine çok hoş bir tarih ve kültür yolculuğu yaşatıyor. İstiklal Caddesi’nin mimarı tramvayların ilk örneklerinden olan bir atlı tramvay ve 30 yıllık Moda Tramvayı orijinalliğini korumuş bir şekilde, İstanbul’a elektrikli tramvayın gelişinin 100. yılında Rahmi M. Koç Müzesi’nde 20 Mayıs 2014 tarihine kadar ziyaretçilerini bekliyor. Belki müzeden sonra Nostaljik Tramvay’da bir tur atmak istersiniz, İstiklal’de sizi bekliyor... İşte çalışma saatleri: Hafta içi ve Cumartesi : 07:00 - 22:45 Pazar günü : 07:30 - 22:45
27
28
Modernizm & Retrospektif Beste Eşerler Modernizm hakkında ne biliyoruz ? Bu akım nasıl ortaya çıktı, edebiyatta ve heykeltraşlıktaki yansımaları nasıl oldu?
29
30
Modernizm mevzu bahis olunca birçok bakış açısı, imkansız ve üstü kapatılması gereken her türlü yapıtın halka arzının belli kısıtlamalarla da olsa sağlandığı akım algısına kapılır. Son derece doğal kabul edilebilecek bir yaklaşımdır bu ; zira mevzuya bakılan çerçevenin genişliği ve toplumsal olarak modernizm algısına nasıl yaklaştığımız oldukça aşikar. Zaten modern sanat takipçisinin, tıpkı modern sanatın marjinal algısına uygun olarak sıradışı ve aykırı bir kitle olması beklenir. Oysaki bizim modernizm diye kimi zaman ayaklar altına aldığımız bu akım ; kökeninde, 1880’lerde ortaya çıkan izlenimcilerin ve süregelen nesillerin icraatlarının hala tartışılan eserlerini barındırıyor. Ek olarak da şunu hatırlatmak gerekir ki bu akım, 1970’lerin başında yerini Çağdaş Sanat akımına bırakarak ve yine de etkisini hala sürdüren tarihsel süreçteki akımlardan biri olmuştur. Modernizm ; ‘görülenin biraz ilerisindeki görünmeyenler’i resmetmek isteyen ressamlarıla ortaya çıktı. Etrafımızda gördüğümüz somut kavramların yanı sıra ancak ve ancak zihnimizde canlandırabildiğimiz soyut kavramların da varlığını ve bir şekilde ifadesini amaçlayan bu eğilim aslında hepimizin aşina olduğu klasik çizgilerden ve gerçeği olduğu gibi yansıtan fırça darbelerinden kurtulmak isteyen Manet’in, tablolarında kullandığı renkler, fırça darbeleri ve ona göre resmi oluşturan her öğenin bir yansıtma aracı olmasından başlı başına öz içeriğini yarat-
ması arzusunun bir sonucudur. Bu durumda –hiç şüphesiz dönemin sosyolojik ve psikolojik eğiliminin de etkisiyle- ortaya çıkan bu akımın Modernizm’in en belirgin sonucu olan Bireycilik olgusuna hizmet etmesi beklenir. İzlenimcilik, dışavurumculuk, gerçeküstücülük ve hatta pop-art gibi çok geniş yelpazeye yayılan bu akımın yerini Çağdaş Sanat akımına bırakması ise Post-Modernizm dönemiyle kesişmektedir ki ikisi arasındaki geçiş dönemi de 20 yıl süren bir değişim sürecini içine almıştır. Tabi ki Modernizm akımını resimle sınırlandırmamak gerekir. Yeni her akımda olduğu gibi diğer alanlar da Modernizm’den ya da Modernizm’le gelen alt akımlardan etkilendi. Edebiyat alanında Modernizm’in Bireycilik ve gerçeküstücülük tarafına rastlarken, Minimalizm akımının başlangıç noktası olan heykel alanında ise dışavurumculuk akımının izlerine daha sık rastlamak mümkündür. Sonuç olarak benim ilgimi, gördüğüm ilk günden beri hayranı olduğum Edvar Munch’un «Çığlık» tabosuyla çeken bu akımın, yalnızca boş, geniş, monoform ve monoton yapıtlardan oluştuğunu öne sürmek ; içinde barındırdığı, Nazım Hikmet’ten Andy Warhol’a, Salvador Dali’ye kadar olan muazzam ustaların yapıtlarına burun kıvırmak, geçtiğimiz asrın yarısını yok saymak ve görmezden gelmek olur. Görülenin ardındakini ifade eden bu akımın kendisinin de görüldüğü kadarıyla değil, çok daha derinlemesine ele alınması gerekir.
31