zete
13
zete
Merhaba! Genel Yayın Yönetmeni Oğulcan KELEŞ
Yazıişleri Müdürleri Hazal Tükel İrem Boza
Yazarlar Duygu BALABAN Ece ELMAS Ece YOMRALIOĞLU Ekinsu TAMYÜREK Nil ÖZDİL Mutlu SAÇ
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır.
Baharın ilk günlerinde, içimiz içimize sığmazken, Galatasaray Üniversitesi öğrencileri olarak tüm enerjimizle sizlere birbirinden enteresan konularla bir kez daha merhaba diyoruz! Bahara rağmen kara doyamayanları ama hep aynı kayak merkezlerinden sıkılıp farklı arayışta olanları Avusturya’nın küçük kasabası St. Anton’a götürüyoruz. Kayak gibi adrenalin dolu aktiviteleri seviyorsanız sizi bir de motor tutkunu Onur Tahiroğlu’nun, hayalini 6 günde gerçekleştirerek, Türkiye’yi motoruyla köşe bucak gezişine ve yaşadığı deneyimlere kulak vermeye davet ediyoruz. “…Çünkü müzik; bizim, sevinçlerimizi, acılarımızı, umutlarımızı, özlemlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, aşklarımızı dinleyicilerimizle paylaştığımız ve bu şekilde geleceğe dönük umut ve beklentilerimizi tazelediğimiz bir yoldur” diyen Ezginin Günlüğü’nü biraz daha yakından tanıyacağız bu sayıda. Müzikle kulaklarımızın pasını silmiş, ruhumuzu okşamışken biraz da film seyretsek fena mı olur dedik ve sizlere 8 Mart’ın şerefine birbirinden çok farklı kadınların hikâyelerini konu alan filmleri aktardık. Filmlerimizi de izlediysek artık dışarı çıkıp sergi gezme vakti, ama bu bildiğiniz sergilerden değil Koleksiyoner Huma Kabakçı’nın sergisi! Super Bowl 50’deki şovu ve yeni klibiyle gündemde olan Beyoncé’nin hayatını şöyle kısaca bir hatırlayıp bu kadar konuşulmasına neden olan siyasi mesajları inceledik, siyahi tarihine bir göz attık sizin için. Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi ve Türkiye’deki tek aşk sosyoloğu Feyza Ak Akyol bizlerle aşkın tarifini, toplumsal cinsiyet rolleri ve aşkı, aşkın günümüzdeki durumunu paylaşıyor tam da 14 Şubat’ın ertesi. Son zamanların en çok tartışılan maçı şüphesiz GalatasarayTrabzonspor maçından sonra Salih Dursun’un hakeme gösterdiği kart. Olay gündeme bomba gibi düşünce biz de futbol tarihine, futbolun kırmızı yüzüne bir de bu gözle bakalım dedik. Hepinize keyifli okumalar dileriz!
01
04
AŞKIN TARİHSEL SOSYOLOJİSİ
KIŞIN 7 RENGİ: ST. ANTON
02
05
03
FUTBOLUN KIRMIZI YÜZÜ
BEYONCE’DEN MESAJ VAR
ESKİ ARKADAŞ: EZGİNİN GÜNLÜĞÜ
06
O’NUN HİKAYESİ
07
HASLET
4
Kışın yedi rengi: St. Anton Türkiye’deki kayak merkezlerinden sıkılıp yurtdışını pahalı bulanlar için çok iyi bir alternatif oluşturan küçük ama her köşesi bucağı dopdolu tatlı bir kayak kasabası: St.Anton Ece YOMRALIOĞLU Avusturya’da bulunan St.Anton, AlmanyaAvusturya sınırına yakın olduğundan Almanya havalimanına daha yakın. Trenle 3 saat, arabayla 3.30 saat. Biz hava güzel olduğu için arabayı tercih ediyoruz ve St.Anton’a 5 dakikalık mesafedeki Pettneu kasabasındaki apart otelimize varıyoruz. Apart otel dediğime bakmayın burada büyük evler kiralanıyor ve birçok yatak odalı, teraslı ve mutfaklı inanılmaz güzel dağ manzarasına sahip evlerde St.Anton’a oranla çok daha uygun fiyata kalabiliyorsunuz.
Ayrıca arabanız yoksa bile St.Anton’a otobüsle devamlı ulaşım var. Bu sebeple daha ekonomik bir tatil için kesinlikle St.Anton yerine St.Anton’ a yakın kasabalarda kalmanızı öneririm. Kayak Ertesi sabah kayaklarımızı kiralayıp piste çıkıyoruz. St.Anton çok sayıdaki pistleriyle kayak severlerin bir numaralı adreslerinden. Yoğun kar yağışı pistleri daha da güzel hale getiriyor. Ancak pistlerin
5 zorluğuna ve kayanların profesyonelliğine değinmeden de geçmek olmaz. Kolay pist yok denecek kadar az. Kayabildiğimiz kadar kaydıktan sonra dağın eteklerinde yer alan kafe-barda kalabalık kayak grupları arasında kremalı sıcak çikolatalarımızı içiyoruz. St.Anton ayrıca kayak sonrası partileriyle meşhur. Eğer sıcak çikolatadan fazlasını istiyorsanız dilediğinizce içip dans edebileceğiniz bu partilere katılabilirsiniz. St.Anton’da kayak ne kadar eğlenceli olsa da bir sonraki gün yağmur bastırıyor ve St.Anton’da kayamıyoruz. Onun yerine St.Anton’a yarım saat mesafede yer alan Lech’e gidiyoruz. Eğer çok iyi bir kayakçıysanız burası tam size göre çünkü buranın pistleri St.Anton’dan daha da zor, hatta bu pistler hakkında “burada kayan her yerde kayar” gibi söylemler var. Kalbe giden yol kayaktan değil mideden geçer diyenlere St.Anton’da kayaktan döndükten sonra gidebileceğiniz çok sayıda restoran, kafe ve bar mevcut.
Buranın meşhur yemeği olan “schnitzel”i ve “goulash”ı, tatlı olarak da yine buraya has olan “apfelstrudel”i (elmalı bir tatlı) yemeden dönmeyin derim. Bunları her restoranda iyi bir lezzette yiyebiliyorsunuz. Ancak eğer arabayla gelenlerdensiniz St.Anton’a gelirken veya dönerken Rosenheim adlı küçük kasabaya girip “Happinger Hof” adlı restoranda hem en iyi şnitzeli hem de en iyi goulash’ ı yiyebilirsiniz. Apfelstrudel için ise hem St.Anton’da hem de yanındaki neredeyse her kasabada bulunan buranın bilindik pastanesi “Der Bäcker Ruetz” adlı pastaneyi öneriyorum. Eğer hep et yemekten sıkılanlardansanız St. Anton’ un merkezinde bulunan “Pizzeria Dolce Vita”nın ince hamurlu pizzalarını deneyebilirsiniz. Yemekten sonra alışveriş yapmak isteyenler, kıyafet mağazalarına yaklaşmayın derim. Türkiye’ye oranla tekstil oldukça pahalı. Ancak kozmetik ürünleri de bir o kadar ucuz. Kozmetik için BİPA’ya mutlaka uğrayın (kadınlara duyurulur). Üstelik buranın süpermarketlerinde çok ucuza içki ve çikolata
6
bulabiliyorsunuz. Bu yüzden de birkaç kilo alabilirsiniz demedi demeyin! Buralara kadar gelmişken esaslı bir alışveriş yapmak istiyorsanız, St.Anton’a
bir saat uzaklıktaki Innsbruck şehrine gidebilirsiniz çünkü; bu şehir, ünlü alışveriş caddesi Maria Theresa ve dünyadaki en büyük Swarovski mağazasını bünyesinde bulundurmasıyla tanınıyor. Ayrıca şehrin tarihi dokulu sokaklarında alıveriş yapmak bir başka zevkli oluyor. Geceleri yaşayanlar St.Anton’un küçük oluşuna rağmen oldukça yoğun bir gece hayatı var. Genelde gece hayatı olan barlar 5’te açılırken gece kulüpleri kapılarını 10’da açıyor ve sabah 3’e kadar açık kalıyor. Biz geceleyin önce bar olarak Bobo’su tercih ediyoruz, burası hem çok güzel bir bar hem de Meksika lokantası olma özelliği
7
taşıyor böylece dj’in müzikleri eşliğinde nefis peynirli nachos yiyebiliyorsunuz. Ardından gece kulübü olan Piccadilly’e geçiyoruz. Buranın gece kulüpleri Türkiye’ye göre bir hayli farklı. Piccadilly’de her gece canlı müzik var. Burada canlı müzik eşliğinde ister barda oturup içkinizi içiyor, ister ayakta dilediğinizce dans ediyorsunuz. Ayrıca hem buranın insanları hem de burayı tercih eden turistler devamlı sizinle konuşma halinde oluyor, farklı milletlerden insanların farklı hikâyelerini dinliyorsunuz. Sırf selam vermek için bile insanlar masanıza uğrayıp yerine geçebiliyor. Bu yüzden yanınıza oturan bir yabancıyla kendinizi koyu bir sohbet halinde bulursanız şaşırmayın. Bu güzel geceden sonra St.Anton tatilimiz bitiyor ve geçirdiğimiz en eğlenceli
kayak tatili olarak akıllarda kalıyor. Genç yaşlı hiç fark etmez, herkese uygun mekanların bulunduğu bu tatlı kayak kasabasını herkese tavsiye ederim.
8
9
Beyoncé’den mesaj var Bu sene Super Bowl 50’de devre arasında Coldplay, Bruno Mars ve Beyoncé sahnedeydi. Geceye damgasını vuran ise ABD’li şarkıcı Beyoncé’nin performansı oldu. Daha önceden alışık olduğumuz görsel ve müziksel anlamdaki başarılı performanslarının dışında bu sefer sahnede fazlasıyla siyasi mesaj vardı Oğulcan KELEŞ Geçtiğimiz ay, tam da 7 Şubat gecesi, ABD’nin en çok izlenen ve en pahalı spor organizasyonu olan SuperBowl’un 50’ncisini izledik. Peki ne mi bu Super Bowl? ABD’de her yıl Şubat ayında gerçekleşen, Amerikan Futbolu ligi olan National Football Leauge(NFL)’in şampiyonluk maçı. San Francisco Levi’s Stadium’da Denver Broncos’un Carolina Panthers’i 24 – 10 yenerek şampiyon olduğu gecede, bu sene birçok rekor da kırıldı tabi. Super Bowl 50, 119,9 milyon izleyiciyle ülke tarihinde Super Bowl 49 ve Super Bowl 48’den sonra en çok izlenen üçüncü program oldu. Asıl rekor olansa şampiyonluk maçı sırasında 30 saniyelik bir reklamın tamı tamına 5 milyon dolar olması. Programın yayınlandığı ABD televizyon kanalı CBS’nin geceden kazandığı parayı da siz hesaplayın artık! İpucu: Kanalın bu geceden kazancının 385 Milyon dolara ulaştığı düşünülüyor. Tabi çok sıkı bir Amerikan futbolu takipçisi değilseniz, tüm bu bilgiler sizin için bir şey ifade etmiyor olabilir ve muhtemelen siz de Super Bowl’u devre arasında gerçekleşen, her sene birbirinden ünlü dünya starının 15 dakikaya sığdırdığı Half Time Show’larıyla hatırlayacaksınız. 50 sene boyunca Michael Jackson’ından Stevie Wonder’ına, Whitney
10
Houston’ına birçok kişiyi yeşil sahalarda izledik. Ancak bu seneki ise hepsinden farklı. Farklı olan ne mi? Gelin birlikte görelim… O bir Quuen B! Beyoncé Giselle Knowles Carter nam-ı diğer Diva. Şarkılarında sürekli duyduğunuz H Town yani Houston – Texas’ın nedeni doğduğu şehir olmasından. Kendisinin, kocasının ve evlilik yıldönümlerinin rakamı 4 ise onun uğurlu rakamı. Kızının ismindeki IVy de işte bu yüzden. 90’lı yıllarda bizim henüz çocuk olduğumuz zamanlarda ilk olarak Destiny’s Child ile tanıyoruz onu. Üç siyahi kadından oluşan, ilk R&B kadın grubunun güzel solisti. Bu üç kadın R&B dünyasına yeni bir soluk getiriyor. Onlar birer “Survivor” birer “Independent Woman”. 2000’li yıllarda grubun dağılma vakti geldiğinde, Baby Boy klibindeki kum dansı ve Crazy in Love’daki beyaz üstü, kısa kot şortu ve ince beliyle yaptığı danslarıyla Beyoncé olarak müzik dünyasındaki yerini alıyor. Kim bilebilirdi bu genç ve güzel siyahi kadının ilerde çoğu şeyi değiştireceğini, müziğe ve kadın güzelliğine dair kuralları yerle bir edeceğini... Ben biliyordum tabi ki J
İlk solo albümünden sonra kariyerindeki hızlı yükseliş devam ediyor Beyoncé’nin. Yeni albümler, kazanılan ödüller, daha önce görülmemiş sahne performansları… Peki Beyoncé’yi müzik kariyerinin yanında bir de beyazperde görünce şaşırıyor muyuz? Hayır. Bana göre yaptığı her şeyde zaten çok başarılı diye demiyorum ama oyunculuğun da üstesinden oldukça iyi geliyor. Ayrıca gerçekten başarılı olmasa Dream Girls müzikalindeki performansıyla Golden Globe’a aday gösterilir miydi? Şayet hala izlemediyseniz bu müzikali bir an önce izlemenizi de tavsiye ederim. Milenyumun Sanatçısı 2008’de rapci sevgilisi Jay- Z ile evlenerek hepimizi üzüyor da olsa aşkları o kadar gerçekçi ki tüm şarkılarını kocasına duyduğu aşk ile söylediği aşikar. Güzel, başarılı, aşık, güçlü bir kadın! Tabi bu aşkın yanındaki realite ise Jay- Z’nin aynı zamanda bir iş adamı ve prodüktör olması. Bu da dünyanın en çok kazanan çifti unvanını kazandırıyor Beyonce- Jay-Z ikilisine. Tam da aynı dönemde yayınladığı üçüncü albümünde yer alan şarkısında söylediği gibi Single Ladies olmaktan da kurtuluyor böylelikle. Single
11 Ladies klibindeki dansıyla dünyada başlattığı viral, internet çağının ilk büyük dans çılgınlığı olarak nitelendiriliyor. 2011 Bilboard Müzik Ödülleri’nde 4 isimli yeni albümünün de ilk canlı performansı olan ve feminist duruşunu biraz daha fazla belli eden Who Run The Worl(Girls) performansıyla daha önce yapılmamış bir sahne şovu izliyoruz. Tabi bu törende Milenyumun Sanatçısı ödülünü aldığını düşünürsek tam da ödülüne layık bir performans. Benim de halihazırda en sevdiğim şovu sanırım. Mother B.! 2011 yılında başka bir ödül töreni olan MTV Video Müzik Ödülleri’nde ise Beyoncé, “Bu akşam ayağa kalkmanızı istiyorum, içimde büyüyen aşkı hissetmenizi istiyorum.” diyor ve şarkısının sonunda mikrofonunu yere atıyor, ceketinin düğmelerini açıyor ve karnını ovuşturuyor. Vee Beyoncé’nin hamileliğini öğreniyoruz. Bu sürpriz, o yıl MTV Video Müzik Ödülleri 12,4 milyon kişi tarafından izlenerek tarihindeki rekorunu kırmasını sağlıyor. Hamilelik
açıklaması, Twitter’da saniyede 8.868 tweet ile “saniyede hakkında en çok tweet atılan olay” olarak Guinness Dünya Rekorları’na giriyor. 2012’nin Ocak ayında kızı Blue Ivy’yi dünyaya getiriyor. Şanslı bebek… E annesi Beyoncé babası da Jay-Z olunca altından bebekler, Givenchy elbiseler, Prada ayakkabılar, organik şeker odaları da küçük Blue’nun. Tabi Beyoncé de yaptığı tüm iyi şeylerin yanına bir de anneliği ekliyor. O artık bir Mohther B. Asansördeki Bilyon Dolarlar Bu arada Met Gala Gecesi’nde tüm dünyanın gündemine oturan asansör görüntülerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. O gece ne mi oldu? Asansörün kamerasına yansıyan görüntülerde Beyoncé, Jay-Z, Beyoncé’nin kız kardeşi Solange ve korumalarını görüyoruz. Asansöre bindikten bir iki saniye sonra bir anda Solange Jay’in üzerine atlıyor ve tekmeliyor. Burada bence ilginç olan ve benim de en çok hoşuma giden ise Beyoncé’nin tavrı. Görüntülerin internette yayınlanmasının ardından tüm magazin dünyası bunu konuşuyor doğal
12
olarak. Ama karşımızdakinin Beyoncé olduğunu da unutmamak gerek. Bir sene sonra yayınladığı Flawless şarkısının remix versiyonunda olaylara şu şekilde cevap verip konuyu kapatıyor Beyoncé: “Of course sometimes shit go down, when it’s a billion dollars on an elevator!” Beşinci Stüdyo Albümü: Beyoncé 7 Aralık 2013’te kimsenin beklemediği bir anda i Tunes’dan Beyoncé isimli beşinci albümünü yayınlıyor güzel şarkıcı. Bu durum tüm dünyada yine bir anda en çok konuşulan şey oluyor. Çünkü hem hiç reklamsız, tanıtımsız çıkan ilk albüm hem de albümde her şarkının bir de klibi mevcut. Tanıtımı yapılmadan yayınlanan, görsel bir albüm. İşte bu müzik dünyasında kuralları yıkan, daha önce denenmemiş bir olay. Müzikal açıdan bir elektro-R&B albümü olan Beyoncé, “bulimiya, doğum sonrası depresyon ile evliliğin ve anneliğin korkuları ve güvensizliği” gibi daha önce görmediğimiz karanlık temalarda yazılıyor. Beyoncé’nin kusursuzluğuna dikkat çektiği ve aynı zamanda feminizm vurgusu yaptığı “Flawless”, kadınların tek tipleştirilmesini ve güzelleşmek
uğruna yaptıklarını eleştirdiği “Pretty Hurts”, kızına olan sevgisini yansıttığı “Blue” ve klibinde bu güne kadarki en cesur Beyoncé’yi gördüğümüz “Partition”. Her birininin farklı bir Beyoncé’yi yansıttığını söyleyebiliriz. Bu albümden sonra da son olarak 2016’da SuperBowl’dan bir gün önce yine sürpriz bir şekilde bir single yayınlıyor ve tüm ABD’yi karıştırıyor: Formation! Son bir not: Kendisi aynı zamanda en çok Grammy adaylığı bulunan kadın şarkıcı rekoruna da sahip. Çağdaş feminist, siyasi destekçi Kendisi gibi şarkiları da sıra dışı. Tüm şarkılarında, tüm kliplerinde mutlaka bir mesaj var. Şarkılarındaki ana mesajlardan biri feminizm. Beyoncé feminizmi farklı yorumluyor. Normalden kalın bacakları ve vücuduyla klasik güzel kadın algısına meydan okuyor. “Feminist misiniz?” sorusuna ise; “O sözcük çok aşırı olabilir... Ama sanırım ben çağdaş bir feministim. Eşitliğe inanıyorum” yanıtını veriyor. Küçük bir not: Beyoncé’nin tüm orkestrası kadınlardan oluşuyor. Who Run The World, Flawless, Diva şarkılarında hep kadın gücünü ön plana
13
çıkarıyor. Ayrıca siyahların haklarına, siyahi tarihine oldukça sık göndermelerde bulunuyor. Şiddet ve ayrımcılığa maruz kalan siyahları destekliyor. Jay-Z ile birlikte ABD’nin ilk siyahi başkanını açıkça desteklemesi ve Obama’nın seçim kampanyalarında yer alması da bu yüzden. Kampanya sırasında Obama için 4 milyon dolar topladıkları bir organizasyon düzenlediler, Obama tişörtleri giydiler. Kısacası Beyonce, siyasetle özellikle de siyahilerin yer aldığı siyasetle oldukça ilgili. KLİPLER VE MESAJLAR FORMATION: Dikkat bu klip fazlasıyla siyasi mesaj içermektedir! Yeni bir single, yine sürpriz: Formation. Beyoncé yeni şarkısını sadece Tidal* üzerinden yayınlıyor aynı zamanda da ücretsiz. Eş zamanlı olarak şarkının klibi kendi internet sitesinde clean ve dirty olmak üzere iki ayrı versiyonuyla yer alıyor. Tavsiyem, dirty yani bipsiz versiyonunu izlemeniz. Ancak asıl konumuz klibin içinde verilmek istenen mesajlar. * Tidal geçtiğimiz yıllarda Jay-Z’nin satın aldığı müzik platformu New Orleans Klibin başında, “What happened at the New Orleans” cümlesiyle birlikte suya batmış, üzerinde New Orleans yazan bir polis arabasının üzerinde pembe elbisesiyle Beyoncé’yi görüyoruz. New Orleans ve sel bir arada akıllara ilk gelen şey. Federal hükümetin 2005 yılındaki Katrina Kasırgası
sırasında bu büyük afeti yönetememesi unutulmadı. Beyoncé’nin de şarkıda gönderme yaptığı olay tam da bu. Katrina Kasırgası’nda şehrin tahliyesi için geç kalınmış, özel aracı olmayanlar ise şehirde mahsur kalmıştı. Kalanların çoğunluğunu siyah ve yoksul bölgelerin sakinleri oluşturuyordu. Kasırga 29 Ağustos’ta Louisiana, Mississippi ve Alabama’yı yerle bir etti. Şarkı sözlerinde yer alan “My daddy Alabama, Momma Louisiana, You mix that negro with that Creole make a Texas bamma” yani “Babam Alabama’dan, annem Louisiana, Bu siyahiliği Fransız ile karıştır ve al sana Teksas-bebeği” kısmı da bu yüzden. Aynı zamanda New Orleans’tan başka anlamlar çıkarmamız da mümkün. Siyahi nüfusun yoğun olduğu, iç savaşta önemli yeri olan ve zamanında cadılık ile anılması eyaleti önemli kılan noktalardan. Nakaratta yer alan “I’m Slay” yani “Yakıyorum” sözleriyle birlikte, klipte siyah bir elbise, siyah şapka ve arkasında bulunan siyah takım elbiseli kişileri kullanması da bu yüzden: Cadı avına gönderme… Afro Saç Modeli Klipte iki saniyelik de olsa yer alan ve gerilimi biraz da olsa azaltan tatlı Blue Ivy ise klibin bonusu diyebilirim. Blue, afro olarak adlandırılan siyah kabarık ve kıvırcık saç tipine sahip. Bu yüzden magazin basınının dilinde. Beyonce, kızının saçlarına müdahale ettiği için eleştiriliyor. Bu eleştirileri klibinde, “I like my baby hair, with baby hair and afros” yani “Bebeğimin bebeklik saçını ve afroluğunu seviyorum” diye yanıtlıyor Beyonce. Tabi
14
15
klipteki dansçıların saçlarının afro olması da tesadüf değil anlayacağınız. Polis Şiddeti Klibin bu kadar olay yaratmasının asıl nedeni ise küçük siyahi bir çocuğun beyaz polis ekibinin önünde dans ettiği, sonunda ellerini kaldırdığı ve polislerin teslim olduğu sahneden sonra bir duvarda görünen “Stop Shooting U.S” yazısının
olduğu bölüm. Aynı zamanda polis şiddetine karşı düzenlenen ‘Black Lives Matter’ gösterilerinden görüntüleri de izliyoruz klipte. Beyoncé bu sahneyle ABD’de uzun zamandır gündemde olan özellikle de 2015’te artan siyahilere yönelik polis şiddetini, polislerin siyahi gençleri öldürmesi olaylarına gönderme yapıyor. Freddie Gray’in Baltimore’da gözaltındayken hastanelik hale getirilip ölmesi ve ardından 18
16 yaşındaki Michael Brown ile 25 yaşındaki Kajieme Powell isimli iki siyahi gencin sokak ortasında polis kurşunuyla öldürülmesi ABD’de polis karşıtı eylemlerin yaşanmasına yol açmıştı. Eylemler sırasında da polis eylemcilere sert müdahalelerde bulunmuş ve çoğu protestocu tutuklanmıştı. Beyoncé ile Jay-Z’nin de Gray’in ailesini ziyaret ettiğini ve binlerce dolar ödeyerek tutuklanan protestocuların kefaletle serbest kalmalarını sağladığını sonradan öğrenmiştik. Klip linki: https://www.youtube.com/watch?v=LrCHz1gwzTo En Siyasi Super Bowl Bu seneki Super Bowl Devre Arası’nda her zaman görkemli şovlar sergileyen Beyoncé’nin bu sefer küçük siyasi dokunuşlarını izledik şovunda. Siz benim küçük dediğime bakmayın ABD siyasetinin gündemine oturan küçüklükten bahsediyorum. Öyle ki sonunda polislerin boykotuna, hatta ve hatta Beyoncé’nin kendi konserinde korunmamasına bile neden oldu. Şovdaki detaylara gelecek olursak; Coldplay ve
Partinin asıl adı Kara Panter Öz Savunma Partisi. ABD’de Siyahların haklarını savunan devrimci parti 1966’da Kaliforniya eyaletinin Oakland kentinde Huey Newton ve Bobby Seale tarafından kuruluyor. Partinin başlangıçtaki amacı, siyahların yaşadıkları gettolarda devriye gezerek mahalle sakinlerini polis saldırılarına karşı korumak. Kara Panterler zamanla bütün siyahların silahlanmasını, başta askerlik hizmeti olmak üzere beyaz Amerika’ya karşı bütün yükümlülüklerden bağışık tutulmalarını, hapisteki bütün Siyahların salıverilmesini ve beyaz Amerikalıların yüzyıllardır süren sömürüsünün bedeli olarak Siyahlara tazminat ödenmesini talep eden Marksist bir
Bruno Mars’ın ardından Formation’u seslendiren şarkıcının üzerindeki ceket, 2009’da hayatını kaybeden Michael Jackson’ın 1993’teki Super Bowl konserinde giydiği ve Meksika Devrimi lideri Emiliano Zapata’nın sembol haline gelen kıyafetine benzeyen kostümünü hatırlatıyor. Beyoncé’ye eşlik eden dansçıların siyah kıyafetleri ve şapkaları da 1966’dan 1982’ye kadar faal olan, siyahların haklarını savunmaya yönelik devrimci organizasyon Black Panther Party (Kara Panter Partisi) militanlarını andırıyor, saçlar da afro tabi. Bir de şovdan sonra dansçıların sahne arkasında verdikleri Kara Panter selamlı fotoğraf var elimizde. “Beyoncé’den Kara Panter’lere selam var!” desek yanlış olmaz herhalde. Kara Panter Partisi’nin kurulma amacını düşündüğümüzde tam da yerinde bir gönderme aslında. Hatta belki biraz daha zorlarsak Beyoncé’nin ceketindeki X’in ve sahnede dans koreografisindeki X’in, siyah hareketinin öncülerinden olan Malcolm X’i anmak için olduğunu düşünebiliriz. Performans linki: https://www.youtube.com/watch?v=SDPITj1wlkg
devrimci grup niteliği kazanıyor. 1960’ların sonlarında üye sayısı en yüksek düzeye ulaşarak 2000’i aşan örgüt, ülkenin birçok büyük kentinde etkinlik gösteren şubelere sahip oluyor. Kara Panterlerle polis arasındaki sürtüşmeler, 1960’ların sonları ile 1970’lerin başlarında Kaliforniya, New York ve Chicago’da silahlı çatışmalara yol açıyor. 1970’lerin ortalarında üye sayısı önemli oranda azalan ve ABD’li birçok siyah önderin gözünde saygınlığını yitiren Kara Panter Partisi, şiddet kullanmaktan vazgeçerek geleneksel bir siyasi parti kimliğine bürünüyor ve çalışmalarını siyahların yaşadıkları mahallelere sosyal hizmetlerin götürülmesi üzerinde yoğunlaştırıyor.
17
Super Bowl’un Ardından Beyoncé’nin sahneye çıkmasıyla eş zamanlı olarak bir de The Formation World Tour isimli dünya turnesinin duyurusu da yapıldı. Yeni bir dünya turnesi demek, yeni bir albüm de yolda demek! Tüm Beyoncé severler için heyecan verici olan bu haber, ABD polisini aynı derecede heyecanlandırmamış olsa gerek. Super Bowl şovundan birkaç gün sonra öğrendik ki polis Beyoncé’yi kendi konserinde korumak istemiyormuş… Öyle ki şovdan iki gün sonra bir polis memurunun evi kurşunlandığında, polis memuru olaydan
Beyoncé’yi sorumlu tutuyor. Daha sonra şarkıcı için boykot çağrısı yapılıyor ve Anti Beyoncé gösterisi düzenleniyor. Sonuç: Gösteriye katılan kimse olmadığından yürüyüş gerçekleşemiyo!. İronik olansa Beyoné sevenlerce, Anti Beyoncé gösterisi yerine Anti – Anti Beyoncé gösterisi yapılması. Polisin Beyoncé’yi korumak istememesi üzerine National Islam örgütünden şaşırtıcı bir açıklama geliyor. İslam Ulusu, Beyoncé’nin talep etmesi halinde şarkıcıyı konserlerinde korumaya hazır olduklarını belirtiyor.
18
Futbolun kırmızı yüzü Geçtiğimiz ay oynanan Galatasaray – Trabzonspor maçı, 4 kırmızı karta, 2 penaltıya, verilmeyen gollere, günlerce tartışılacak pozisyonlara sahne oldu. Trabzonspor’un sahadan atılan dördüncü futbolcusu Salih Dursun’un hakeme kırmızı kart göstermesi ise asıl konuşulandı. Ancak futbolun kırmızı tarihine baktığımızda bu tarz olaylara sıkça rastladığımızı söyleyebiliriz Mutlu SAÇ
19
20
Peki Galatasaray – Trabzonspor maçından sonra neler mi yaşandı? Hakem Deniz Ateş Bitnel’in hakemliğini bırakmasına sebep olan maç, Anadolu takımlarının da tepkisine yol açtı. Maçtan sonra kırmızı kart gören Trabzonsporlu futbolcular çeşitli maç cezaları aldılar, takım ise ertesi hafta oynanan Osmanlıspor müsabakasının ilk 30 saniyesinde oyuna başlamayarak kararları protesto etti. Salih Dursun havalimanında Trabzonsporlu taraftarlarca kahraman gibi karşılandı, diğer futbolcular da taraftarlarca teselli edildi. Jübile Maçında Kırmızı Kart Gören Bir Efsane Zidane şüphesiz ki futbol tarihinin bir efsanesi. Herkesin Zidane izlerken bir anısı mutlaka bulunur. Fransa Milli Takım kariyerinde, Real Madrid kariyerinde her türlü başarıyı tatmış olan Zidane’ın
kariyerinin bir de karanlık tarafı var. 2006 Dünya Kupası’nda Materazzi’ye attığı kafayla da futbola veda etti. Herhalde bu denli önemli maçta, böyle dalgalandırıcı bir hareketi bir daha göremeyiz. Zidane, maçtan sonra Materazzi’nin kız kardeşine küfrettiğini söyledi, Materazzi yalanladı, iki futbolcu da para cezası aldı derken konu uzun süre konuşuldu. Zidane ise Fransa’nın turnuvayı kazanamamasına, kendisinin final maçında kırmızı kart görmesine rağmen turnuvanın en iyi futbolcusu ödülünü almayı başardı. Zidane futbolda kafasını gol atmak için kullandığı kadar kırmızı kart yemek için de kullandı diyebiliriz. 2000 yılında Real Madrid forması giyerken Hamburg’a karşı oynadıkları Şampiyonlar Ligi maçında yerdeki Hamburglu futbolcu Jochen Kientz’e sert bir şekilde kafa atan Zidane, kırmızı
21 kart görmüş ve 5 maç ceza almıştı. Yine 1998 Dünya Kupası maçında Suudi Arabistanlı bir futbolcuya yerdeyken bilerek sert bir şekilde basan Zidane, kırmızı kartı görerek oyundan atılmıştı. Bembeyaz Bir Kariyer 50 yaşına kadar futbol oynayan, İngiltere futbol liglerinde forma giyen en yaşlı futbolcu unvanını kazandı Sir Stanley Matthews. Bir Stoke City efsanesi olan Matthews, 1938’de başka bir takıma transfer olmak istediğinde, 3000 bine yakın Stoke taraftarı ellerinde pankartlarla sokaklara dökülerek bu transferin gerçekleşmesine izin vermemişti. Kariyerinde 709 lig ve 54 milli takım olmak üzere toplam 763 maça çıkan Matthews, tüm futbol macerası boyunca tek bir kart dahi görmedi. Ayrıca müzesinde Avrupa Yılın Futbolcusu Ödülü (Ballon d’OR 1956), FIFA Altın Liyakat Ödülü gibi ödülleri de bulunuyor.
22 Tarihin En Erken Kırmızı Kartı Dünya tarihinin en erken kırmızı kartının bir kaleciye ait olmasının altında yatan bazı nedenler var. Guiseppe Lorenzo 9 Aralık 1990 yılında Bologna için sahaya çıktığında takımı Roma’ya karşı oynuyordu. Lorenzo da ilk on birdeydi. Maçın başlama vuruşunu Roma yaptı ancak pas hatası yaparak kaptırdı. Topu kapan Bologna savunma oyuncusu, topu Lorenzo’ya atmak istedi ancak top kısa düştü. Topu kapan Romalı futbolcu kalesini terk eden Lorenzo’nun yanından geçmek isterken yerde kaldı ve hakem Lorenzo’yu oyundan ihraç etti. Burada her ne kadar savunmaya geçip Lorenzo’yu aklamaya çalışsak da, 2007 yılında The Times, Lorenzo’yu dünya tarihinin en sert 50 futbolcusu arasında 12. Sıradan gösterdi. Pek de masum değilmiş anlaşılan.
Dalgınlığın Bu Kadarı Bu kez çok ilginç bir olayla karşı karşıyayız. Brezilya’da Paulo Araujo adlı futbolcu River-Oreiras maçında tam 5 defa kart gördü. Maçın hemen başında sert müdahalesiyle sarı kart gören Araujo, sertliğin dozajını düşürmeyince bir süre sonra maçın hakemi Edmilson Timoteo tarafından ikinci sarı kart ve kırmızı kart ile oyun dışı bırakıldı. Ancak Araujo oyundan çıkmadı. Hakeme çaktırmadan saha dışına çıkmayan ve oynamaya devam eden futbolcu, maçın ikinci yarısında da sert müdahalelerine devam etti. Hakem Araujo’ya yine sarı kart gösterdi ve futbolcuyu tanımadı. Böylelikle uslanmak bilmeyen futbolcu bu sefer direk kırmızı kart görerek 5. defa kart görerek futbol tarihine geçti. Olayın gündeme düşmesinden sonra açıklama yapan hakem Timotheo “Futbolcuların hepsi birbirine benziyordu. Fark etmemişim, üzgünüm” demekle yetindi.
23
24
25
Aşkın tarihsel sosyolojisi “Aşk, aşkınlıkla bağlantılıdır. Yaratıcı enerjiyi temsil eder. Bu nedenle risklerle dolup taşar. Sunduğu gelecek tuhaf, esrarengiz, kaçınılması, hızlandırılması ya da durdurulması imkanız bir gelecektir.” Bu sözlerinin sahibi, Türkiye’de aşk sosyolojisi alanında tek uzman akademisyen olan Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi sosyolog Feyza AK AKYOL’la aşk hakkında konuştuk İrem BOZA Galatasaray Üniversitesi’nde “Aşkın Tarihsel Sosyolojisi” adında bir ders veriyorsunuz. Dersi vermeye nasıl başladınız? Aslında sosyolog olduğum için etrafımdaki her ilişki beni ilgilendiriyor. Sosyolojinin makro incelemeleri kadar mikro incelemeleri de öğrenciliğimden beri ilgimi çekmiştir. Günümüzde bireyselleşmenin hızla yükselişine rağmen kadınlar ve erkeklerin sürekli ötekiyle ilişki kurma çabası içinde olduğunu gördüğümde neden bu ilişki analiz edilmesin dedim. Yaşamın her aşamasında karşımıza çıkan ve modern dünyanın en karmaşık insani ilişkilerinden biri olan romantik aşkın geçmişte nasıl olduğunu, nasıl ortaya çıktığını merak ettim. Dersin içeriği nedir? Aşk da cinsellik gibi sosyolojinin araştırma konuları arasına uzun süre girememiş, daha çok eş seçimi, evlililk, annelik gibi konular çalışılmıştır. Aşk daha ziyade edebiyatın, felsefenin konusu olmuş ama hiçbir zaman araştırma nesnesi olarak ele alınmamıştır. Aşk üzerine yapılmış sosyolojik araştırma mevcut olmadığından tarihsel olarak sosyolojisini yapıyoruz derste. Eski Yunan’dan günümüz toplumuna kadar geçen süre içinde aşkı, cinselliğin, evlilik - evlilik dışı ilişkinin özel hayatın ve eşcinsel aşkın batı dünyasında yaşadığı değişim ve dönüşümü örneklerle anlatmaya çalışıyorum. Örneğin? Eski Yunan’da aşk, tanrılar tarafından gönderilmiş acıya eşlik eden bir durumdu. Ortaçağ’da var olan
“Courtly Love”(zarif aşk) geleneğinde ise aşk, cinsel arzuyla ruhsal birliktelik arasında bir yerdeydi. Şovalyeler evli olan ama asla birlikte olamayacakları kadınlarıa aşık olup savaşa gidip kendilerini feda ederlerdi. Rönesans ile birlikte Katolik kilisesinin mutlak mağlubiyetinin ardından yüzyıllardır süregelen baskının ortadan kalkmasıyla, Avrupa’da birçok aristokrat arasında Roma zamanındakine benzer aşk ilşikileri gözlendi. Örneğin Fransa’da Kraliçe Marguerite’in aynı anda 12 adamla ilişkiye girdiği bilinmektedir. 18.yy’da rasyonalizmin etkisiyle cinselliğe ve aşka dair birtakım toplumsal değişmeler görüyoruz. Duygusal aşkı reddedilip daha entelektüel bir imaja gidilmiş, hatta entelektüel kadın imajı da bu dönemde kabul görmeye başlanmıştır. 19.yy’a gelindiğinde Sanayi Devrimi’nin etkisiyle soyluların ve soylu haklarının güçlerinin azalmasıyla da duygularını kontrol altına alan, kendine güvenen, kibar insan modeli cazibesini kaybederek yerini faydalıya ve değerli olana yönelen ahlak anlayışına bıraktı. Aşk artık önemli bir güç ve soylu bir amaçtı. Bu çağda erkekler kur yapan ateşli bir kadının değil, utangaç ve bakire kadının peşine düşüyordu. 20.yy bizi yeni bir kavramla tanıştırdı: romantik aşk. Herkes tarafından yaşanan aşktır bu, hem sınıfsal hem kültürel bir çeşitlenme söz konusudur. Zihinsel bir güç olarak aşk tercihtir ve bu tercih toplumsal olaylardan bağımsız değildir. Aşkın insan yaşamı üzerindeki uzun süreli ve yoğun etkisi, aşkı bireyin ruhsal dinamiklerini en çok etkileyen yaşam olaylarından biri yapmıştır. Aşk sosyolojisi de genel
26 olarak aşkı bir duygu, düşünme ve davranış biçimi olarak inceler. Öğrenciler ders hakkında ne düşünüyor? Kaydolan çok, herkes merak edip geliyor ancak aradıkları şey her neyse aradıklarını tam bulamadıklarını düşünüyorum (gülüyor). Ben aşklarına çare aramıyorum, toplumsal analiz yapıyorum. Arzulananı ortaya koyan sanat ve edebiyatın aksine sosyoloji var olanı ortaya koyar. Aşk sosyolojisinin başladığına çok mutluyum çünkü tüm bunlar bir kaynakça olarak kalacak. Aşkın bir tarifi var mıdır? Birçok aşk yazarı var, birçok aşk üzerine çalışmış bilim insanı var. Örneğin Stendhal aşkı dörde ayırıyor. Birincisi gerçek aşk yani amour- passion. Bütün şartları yenen, fiziğe aldırış etmeyen, bizi dönüştüren ama başımıza belalar açan, bizi tehlikelere sürükleyen bir aşk. İkincisi, 18.yy Fransa’sındaki amourgoût, menfaatlerimizle çok iyi uyuşan bir aşktır bu. Üçüncüsü ise hayvani içgüdüdür, belki cinselliği kast eder burda, çiftleşir ve geçer.
Dördüncüsü ise övünme vesilesidir, gösteriş için aşk. Bense bir sosyolog olarak şöyle diyebilirim: Aşk toplumsal düzenin içinde toplumsal düzene karşı doğar. Bir tür yapı bozumu ve yeniden yapılandırma sürecidir. Tutkulu bir aşkın temel özellikleri, sonsuza dek birleşme arzusu, gündelik alışkanlıkların, sıradan olayların ötesinde ortak bir yaşam, sürekli fiziksel ve düşünsel yakınlık isteği olarak sıralanabilir. Aşk, tek bir kişiyi diğerlerinden ayırararak onu benzersiz kılmaktır. Bu karşılıklı bir hazza boğma duygusudur. Nasıl aşık oluruz? Önceki ilşkilerimizi sürdürme çabamız başarısız olduğunda -ki burda duygusal bir ilişkiden bahsetmiyorum sadece, ailevi ilişkiler de olabilir- ve değişmeye hazır olduğumuz zaman aşık oluyoruz. Bu noktada içimizde “doğuş hali” diye adlandırılan hızlı bir yok olma ve yeniden yapılanma süreci yaşıyoruz. Bir önceki ilişkimiz parçalara ayrılırken hayatımızı ve geleceğimizi aşık olduğumuz kişi etrafında yeniden kuruyoruz. Kişinin aşık olması, hazır olduğu ana bağlıdır.
27 Kimler aşık olur? Onaylanma ihtiyacıdır aşkı doğuran. Kişi aşık olduğunda benliği onaylanır. Aşk, kendi varoluşunda zahmete değecek bir şeyleri bulmak imkansızlaştığında duyulan depresif bir yükten doğar. Dolayısıyla küçücük bir işaret aşka neden olabilir. Bilinçli bir aşık olma arzusu yoktur. Aşık olma olgusu gençte yetişkinde, erkekte ve kadında, homoseksüel ve heteroseksüelde aynıdır çünkü doğuş halinin yapısı asla değişmez. Toplumsal cinsiyet rollerinin aşk üzerindeki etkisi nedir? Toplumsal cinsiyet rolleri özellikle 19.yy’dan sonra kurgulanan roller oldu. Doğuştan gelen cinsiyet özelliklerimiz değil de toplum tarafından bize atfedilmiş kişilik özellikleri yani. Günümüzde aşk cinsiyet ayrımcılığının kurbanı oluyor diyebiliriz. Toplumda belirlenen kadın-erkek rollerinde, güçlü tarafın hükmetmeye, kadınların sürekli bir hüzün yaşamaya hakkı vardır. Kadına yönelik yeniden üretilen söylem, kadını duygusallığa özendirir. Hatta cazibesini toplumsal bir avantaja dönüştürmesini önerir. Aşk oyunlarına girerek, erkekler tarafından tanımlanan dişi rolünde, o ikinci rolde kalmaya heveslendirilir. Tıpkı diğer rollerde de olduğu gibi, kadınların üzerine atfedilen rol – annelik, sekreterlik vs.- erkeğinki kadar değerli olmadığı için aşkı da kadının üzerine yapıştırarak onu değersizleştirmek istenir. Aşkın günümüzdeki durumu nedir? Tüm dünyada aşkın yeniden keşfedildiğini görüyoruz. Son yıllarda her yanımız aşkla çevrili; diziler, filmler, sevgililer günü… Aşk her yerde ancak “ölüm bizi ayırıncaya dek” türünden aşklar her yerde yaşanmıyor artık, yinelenen bir durum olarak görülüyor. İnsanlara sorduğumuzda defalarca aşık olduklarını söyleyebiliyorlar bu da aşkın ölçütlerini düşürüyor ve metalaştırıyor. Tüketim toplumunda yaşanan anlık tatminler, hızlı çözümler, bütün risklerin güvence altına alınması aşk duygusunun içinin boşaltılmasına neden oluyor. Açıklanamayan haz alma duygusu
yerine aşk acısının psikolojik tedavisini yüklencecek sigorta yardımlarını görüyoruz. Sizce aşkı özgürce yaşayabiliyor muyuz? Duyguların daha rahat ifade edilebildiği gözlenen bireyci toplumlarda aşkın özgürce yaşandığını düşünmüyorum. Burada görünmeyen başka bir baskı var: aşkın kurumsallaştırılması, yani evlilik. Kurumsallaşma aşktan korkar. Çünkü aşk, bizdeki aşkınlık duygusudur. Bu aşkınlık duygusu az ve nadiren hayatımızda olur, kişi bütünüyle karşı tarafla birlikte coşkulu bir sürece girer. Bence artık yaşanılan şey özgür aşk değil; sadece aşk üzerine söylemin özgürleşmesi söz konusu. Sistem hem aşkın dönüşümüne izin verdi hem de beraberinde kurallarını getirdi. Bu noktada sınıfsal farklılıklar yeni bir tür “görücü usulü evlilik” gibi görülebilir. Türkiye’deki tek aşk sosyoloğu olarak sizin aşk hikayeniz nasıl? Sosyolog olarak araştırma nesnesiyle mesafe almak çok zor. Ben güzel bir aşk yaşadım ancak eşim bu kadar güzel bir aşk yaşadı mı emin değilim. Benim aşkım aynı zamanda araştırma nesnem olduğu için sürekli kendimce neyi neden yaptığımı, karşımdakinin değişimini ve dönüşümünü inceler halde bulurum kendimi. Hem güzel hem zor benim için.
28
Eski arkadaş: Ezginin Günlüğü Türkiye’de doksanlarda çocuk olmak güzeldi; sokakta oyunlar oynar, bahar geldiğinde ıhlamur kokusunu duyardık. Tabletlerimiz yoktu ama arkadaşlarımızla paylaştığımız atarilerimiz vardı. Kral TV’de klipler peşi sıra yayınlanırken badi parmaklarımıza kuşlar kondururduk… Duygu BALABAN Ülkede olan biten çocuk aklımıza çok yabancı olsa da; tüm bunlara duyarsız kalamayan sanatçıların, grupların sesleri daha çok çıkardı o yıllarda. İşte Ezginin Günlüğü de o müzik gruplarından bir tanesiydi ve tıpkı anneannemin tarhanası gibi çocukluğumu geçirdiğim evden aşinaydı bana,
babamın kasetlerinin arasında kaybolduğum dakikalarımın yoldaşıydı. Lise yıllarımda, daha bilinçli bir müzik dinleyicisi olmaya çabaladığım zamanlarda bir kez daha karşıma çıktı Ezginin Günlüğü ve içimdeki 5 yaşındaki çocuğu bana yeniden anlattı. Bugünlerdeyse çocukluğumun ve lise yıllarımın
29
“eski bir arkadaşı”. Koşuşturma ile geçen küçük hayatlarımızın büyük coşkularını kendine dert edinen grubun herhangi bir şarkı sözünde ya da bestesinde kaç kişi kendini bulmuştu acaba? Grup üyeleri gerçekten de “içimizden birisi” miydi? Gözümüz olup içimize mi bakıyorlardı da anlayıp bizi bize anlatıyorlardı? Galiba söylediklerinde haklıydılar: “Bazen biz şarkıları söyleriz, bazen ‘şarkılar bizi söyler’.” “Ben artık şarkı dinlemek değil Şarkı söylemek istiyorum.” 1982 yılında, 1980 askeri darbesinin baskılarına
karşı muhalif bir ses olarak doğan grubun ilk albümlerinde geleneksel halk türküleri ve çeşitli şairlerin şiirleri üzerine bestelenen kendi şarkıları yer alıyordu. Emin İgüs, Hakan Yılmaz, Şebnem Ünal, Vedat Verter ve Nadir Göktürk tarafından oluşturulan müzikal altyapı, sahnede 10 kişilik bir ekip tarafından uygulanıyordu. Nazım Hikmet ve onun gibi pek çok şairden güç bularak başladıkları müzik kariyerlerinin ilk konserlerinde baskıya karşı sessiz(!) bir direnişi başlatmışlardı. Nadir Göktürk’ün bir röportajında, o dönemde türküleri gitarla çalmanın aykırı olduğunu söylediğini düşünecek olursak,
30
müziğinin alt yapısını Anadolu’dan da alsa, grubun üyelerinin farklı bir dünya algısına sahip olduğuna inanmak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Yazmayı, müzik yapmayı ve paylaşmayı seven insanlar olarak niteleyebileceğimiz insanlardan
oluşan grubun ismi ise Hakan Yılmaz’ın bir şiirinden geliyor. “Haydi, bak güneş ışıyor, ardıçlar arasından yeni bir türküye başlıyor dünya.” 1990 yılının sonunda, grubun içinde bu ekipten
31 geriye kalan tek kişi Nadir Göktürk’tü ve Nadir Göktürk grubu yeniden oluşturma çabalarına başladı. Hüsnü Arkan’ın katılımıyla grup yeni sürece girdi, 1993 yılında kayıtları tamamlanan “İstavrit” albümünün geride kalan 5 albümden farkı artık grubun kendi şarkı sözlerini de oluşturmaya başlamış olmasıydı. Hüsnü Arkan’ın solistliğinin getirdiği sound değişikliği ve şarkı sözü üretimi günlükte yeni bir sayfa açmıştı, kim bilir belki de sadece yeni bir türküye başlamışlardı. “Anlamak bir ömür sürer, hayat niye kirlenir?” Ezginin Günlüğü sınırlı dinleyici kitlesini özel televizyonlar ve klipler sayesinde artırırken 1996 yılında gruba solist olarak Feyza Erenmemiş katıldı ve grubun 4 albümünde yer aldı. Kendisi bizlere hem “Aşk hiç biter mi?” diye seslendi hem de “Silinir, aşklar da bir gün eskir” diye. Şayet hiç dinlemediyseniz, söz ve müziğin Nadir Göktürk’e ait olduğu Rüya şarkısını bir kere de olsa dinlemelisiniz onun sesinden.
“Kardeşim kadar eski bir sokakta seni gördüm.” Feyza Erenmemiş’in gruptan ayrılan diğer müzisyenler gibi farklı bir müzik yapma isteği sonucu aldığı karar Ezginin Günlüğü’ne Eylem Atmaca’yı dahil etti. 2002 yılında gruba katılan ve 2003 yılında çıkan İlk Aşk albümündeki 1980 şarkısıyla dikkatleri üzerine çeken Eylem Atmaca, günümüz itibariyle grubun en uzun soluklu kadın vokali. Ayrıca bu dönemde grubun dinleyici kitlesini bir kez daha artırmayı başardığını söylemeyi unutmamak gerekir. 2010 yılında Hüsnü Arkan’ın gruptan ayrılma kararından sonra öncelikle Murat Kurt ardından Çağrı Çetinsel gruba katıldı. Çağrı Çetinsel dumanı hala tüten İstanbul Gibi albümünde Nadir Göktürk’ün bestelerini Eylem Atmaca ile birlikte seslendirdi. “Herkes işbaşı yapar Ben düş başına geçerim” Ezginin Günlüğü bunca yıla, bunca değişime rağmen hala müzik yapmaya, albüm çıkarmaya; hem
32 de istedikleri şekilde devam edebilen sayılı gruplardan. Bunun yanı sıra, her değişimle kendine bir renk katan Ezginin Günlüğü yoluna şu an, Eylem Atmaca, Çağrı Çetinsel, Cafer İşleyen, Can Göktürk, Nadir Göktürk, Erkan Gürer ve Cem Gezginti ile devam ediyor. Gruba dâhil olma süreleri birbirinden ne kadar ayrı olsa da konserlerindeki büyülü uyuma hayran olmamak elde değil. “Müzik; özünde, sevgi, barış, dostluk, kardeşlik mesajları taşıyan; insanları dayanışmaya davet eden, yüreklerinin aynı ritimde atmasını sağlayan birleştirici bir unsurdur. Müziği yalnızca göbek havasından ibaretmiş gibi algılayan bir anlayış, en azından bizim müzik anlayışımıza uymaz. Çünkü müzik; bizim, sevinçlerimizi, acılarımızı, umutlarımızı, özlemlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, aşklarımızı dinleyicilerimizle paylaştığımız ve bu şekilde geleceğe dönük umut ve beklentilerimizi tazelediğimiz bir yoldur.” Ölümle burun buruna yaşadığımız bugünlerde Ezginin Günlüğü, konserlerini iptal etmedikleri için kendilerini çirkin cümlelerle itham eden bir dinleyicisine yukarıdaki gibi seslenmiş. Günümüz popüler müzik anlayışının etkisi olacak ki, insanlar artık müziği bir ifade etme biçimi olarak görmese de Ezginin Günlüğü pek çok insanın hislerine tercüman olan şarkılar yapmaya devam ediyor. Grup doğru bildiği yoldan sapmayıp; sevinci, hüznü, umudu müzikle anlatmaya, günlüğe yeni sayfalar eklemeye de devam edeceğe benziyor. Piyasa koşullarına boyun eğmemek için didinen; her daim yenilenen, kendini tekrar etmeyen müzik yapmak isteği midir onları 34 yıldır ayakta tutan, 17 albüme imza atmalarını sağlayan bilemeyiz; yine de kabul etmek gerekir ki her yaştan dinleyicisi olan bir grup bu toprağın insanının gönlüne konmayı başarmış demektir. *Grubun internet sitesinden konserlerini takip edebileceğiniz gibi albümlerle ilgili ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. Ayrıca internet sitelerinde “Kardeş Albümler” başlığı altında grubun eski üyelerinin yeni çalışmalarını da görebilirsiniz. http://www.ezginingunlugu.com.tr/
33
34
O’nun hikayesi Sinema seyircisi olarak anlatılan hikayeleri çoğunlukla eril bakış açısından izliyoruz. Eril tahakkümün yaşamın her anında hissedilmeye devam ettiği günümüz dünyasında birbirinden çok farklı bu kadınların hikayelerinde belki de kendi yaşamımızdaki boşluklarımızı dolduracağız Nil ÖZDİL
35 Bu seçkide 8 Mart’ın şerefine, erkek karakterlerin ve eril imgelerin tahakkümü yerine, kadınların hikayelerine yer veriyoruz. İşte bu filmler: Piano(1993) Jane Campion’un başyapıtı olan 1993 yapımı film babasının ayarladığı evlilik sebebiyle İskoçya’dan ayrılan Ada McGrath’ın kızı ile birlikte Yeni Zelanda’ya gelmesiyle başlar. Yabancı olduğu bir yere hiç tanımadığı bir adamla evlenmek için gelir ve yanında sadece kızı ve piyanosunu getirir. Film boyunca, 6 yaşında konuşmayı kesen Ada’nın kendini piyano ile ifade etmekte olduğunu görürüz. Filmin ilk sahnelerinde tutunduğu tek şey olan piyanosunun sahilde bırakılması ile Ada’nın çatışması başlar. Campion çok başarılı bir şekilde piyanoyu salt müzik aleti olmaktan çıkarmıştır filminde, Ada’nın kurduğu tüm ilişkiler ve yaşadığı çatışmalar piyano üzerinden tanımlanır. Ada’nın aşkı da yıkılışı da hatta cezalandırılması da bu piyano üzerinden olur. “Piano”yu etkileyici kılan yönlerinden biri de diyaloglar yerine Ada’nın sessizliği koyarak başka bir iletişim yolu ile hikayesini anlatmasıdır. Women on the Verge of Nervous Breakdown (1988) / Sinir Krizinin Eşiğinde Kadınlar Almodavar’ın tesadüflerle örülü bu filmini bir melodram olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Sevgilisi tarafından terk edilen Pepa’nın ekseninde gelişen hikayede, “sinir krizinin eşiğinde” olan birkaç kadının hayatlarının kesişmesiyle yaşananları konu eder. Kırmızı ve pembenin hakimiyetindeki bu film bize alışık olduğumuz sinema anlatısından farklı olarak, oldukça renkli karakterleri ve gerçeklikten uzak tesadüfleriyle farklı bir deneyim vaadediyor. Ida (2013) Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski’nin yönettiği film 1960’ların Polonya’sında geçer. Rahibe
36
adayı olan Ana bir manastıra yetim olarak verilir. Yemin törenine çok az kalmışken teyzesi onunla görüşmek isteyene kadar bir akrabası olduğunu bilmeyen Ana için bu karşılaşma bir kırılma noktası yaratır. Katolik eğitim ile büyüyen Ana, ailesinin Yahudi olduğunu ve ona verdikleri ismin Ida olduğunu öğrenir. Teyzesi ve Ana çok farklı iki dünyaya aittir ve Ana teyzesinin dünyasına girdiğinde o dünyayı da deneyimler. Sonucunda yaşadığı değişim belki de Ana ile Ida arasında bir kimlik arayışıdır. Ayrıca yönetmenin yoğunlukla tercih ettiği geniş plan sahnelerin filme kattığı resimsellik göz ardı edilemez. Thelma and Louise(1991) Yönetmenliğini Ridley Scott’ın yaptığı filmde,
farklı karakterlere sahip iki kadının yolculuğunu izleriz. Fakat yolculuk etraflarını sarmış eril figürlerden kaçış hikayesine dönüşür. Eğlenmek için çıktıkları yol karşılaştıkları erkekler yüzünden bir mücadele halini alır. Karşılarına çıkan her erkekle işler daha da karmaşık ve geri dönülemez bir hal alır. Thelma ve Louise ise teslim olmak yerine yolculuklarına sonuna kadar devam etmeye karar verirler ve bu kararı iki kadının özgürleşme yolunda eril tahakküme karşı bir duruş ve direniş olarak yorumlayabiliriz. İki kadının filmin sonlarına doğru silahlanmış sert karakterlere dönüşümünü -giyimlerinden, davranış tarzlarına kadar bunu hissederizerkek egemen anlayışla kendi silahlarıyla savaşma arzusu olarak okuyabiliriz. I am Dina (2002) Ole Bordenal’in yönetmenliğini yaptığı film 1860’larda Norveç’te kuzeyinde küçük bir kasabada geçer. Kuzeyin soğuk renklerinin hakimiyetindeki film çocukken istemeden annesinin ölümüne sebep olan Dina’nın bu olayın sonucunda kendisinin ve çevresinin yaşadığı travma ile başlar. Bu olay sonrasında babası tarafından reddedilen Dina yaşadığı toplumun dışına itilir, bu toplumun normlarından bağımsız bir karakter halini alır ve hiçbir kalıba
37
sığmaz. Film boyunca annesinin hayali ile karşılaşan Dina ölüm düşüncesinden kurtulamaz. Ölüm Dina için hem cezalandırma hem de kurtarma yöntemi olarak yorumlanabilir ve film boyunca sevdiklerinin ölümü ile sınanır. Oldukça aykırı bir karakter olarak nitelendirebileceğimiz Dina, ölüm kavramını bile kendi özgürlük sınırları içine alır. Dina karakterini canlandıran Maria Bonnevie’nin oyunculuğu da filmin başarısındaki en önemli etkenlerden. Ms 45 (1981) Bir moda atölyesinde çalışan Thana’nın bir
günde 2 kere tecavüze uğraması ile başlayan film bir intikam hikayesine dönüşür. Yönetmen Abel Ferrara’nın Thana karakterini dilsiz bir kadın olarak yaratması elbette ki tesadüf değildir. Thana’nın sessizliğini susmak zorunda kalmış kadınların bir temsili olarak düşünebileceğimiz filmde masum bir karakterin bir seri katile dönüşümünü izleriz. Gündüzleri eski hayatına devam eder, geceleri ise karanlık New York sokaklarında 45 kalibre silahıyla rastgele seçtiği erkekleri öldürür. Thana’nın masumiyetini kaybedişiyle ortaya çıkan seri katili, büyük bir travmanın dışa vurumu olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Hours (2002) /Saatler Farklı zamanlarda yaşayan üç kadının Virginia Woolf’un Ms Dalloway eseri üzerinden birbirine değen hayatlarını konu alıyor. Stephen Daldry’ın yönettiği film, Michael Cunningham’ın aynı isimli romanından yola çıkarak beyazperdeye aktarılmıştır. Virginia Woolf, Londra dışında bir kasabada yeni romanı Ms Dalloway’i yazmaya başlar. 1951 yılına geldiğimizde ise Laura Brown, Los Angeles’te
38
ailesi ile mutlu gözüken bir hayat sürmektedir. Clarissa Vaughan, 2001 yılında New York’ta yaşayan bir editördür. Bu üç kadını Ms. Dalloway romanın birleştiren ortak özellik ise üçünün de sürdükleri hayattan memnun olmamaları ve kendi yollarına çıkan engelleri yok etme arzularıdır. Edebi bir eserin hayatımız üzerindeki etkisini bu üç kadın üzerinden izlemek kendi deneyimimize de farklı bir bakış getiriyor.
Camille Claudel 1915 (2013) Bruno Dumont’un Camille Claudel ve kardeşi Paul Claudel’in birbirlerine yazdıkları mektuplardan yola çıkarak yazıp, yönettiği film 1915 yılında Camille Claudel’in Fransa’nın güneyinde bir akıl hastanesine kapatıldığında yaşadıklarını konu eder. Bir daha hiç heykel yapamayacağı bu hastanede tıkılı kalması, Camille Claudel’in ışığının ve
39
yeteneğinin “delilik” damgası ile baskı altına alınışını etkileyici bir şekilde anlatıyor. Bunda Juliette Binoche’un sergilediği oyunculuğun da etkisi de göz ardı edilemez. Camille Claudel’in adının önüne ünlü heykeltıraş Rodin’in sevgilisi tanımını getirmeden bize, Claudel’i akıl hastanesine götüren olayların onun üzerinde açtığı yaraları izleyicilere büyük bir yalınlıkla sunuyor. Adı Vasfiye (1985) Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı eserindeki beş hikayeden beyaz perdeye aktarılan bu film, tüm seçki içindeki diğer filmlerden önemli bir noktada ayrılıyor. Farklı olarak bu filmde biz hikayeyi kadın karakterin yani
Vasfiye’nin gözünden değil, filmdeki erkek karakterlerin gözünden izliyoruz. Yeni eserine konu arayışı içinde olan bir senaristin pavyon şarkıcısı Sevim Suna’nın afişiyle karşılaşması ile başlayan hikaye, gerçek adı Vasfiye olan bu kadının gerçekliğine ulaşma arzusuna dönüşür. Fantastik olarak değerlendirilebilecek tesadüflerle yazarın karşına çıkan, Vasfiye’nin hayatlarında iz bıraktığı erkekler Vasfiye’yi kendi bakış açılarından anlatır ve her defasında ortaya bambaşka bir kadının tasviri çıkar. Bu film, bir kadının erkeklerin keyfi bakış açılarına göre yorumlanışı ve kadının kimliğinin erkekler tarafından baskılanışını gözler önüne serer. Vasfiye’nin sadece adı vardır fakat Vasfiye’nin gerçekliğine ulaşamayız.
40
41
HASLET (yaratılıştan gelen özellik) Bir odaya sığdırılmış hafıza gibi... Başta manasız, alakasız sonra sanki genlerle bize bırakılmış “toplayıcılık” kültürünün modern insana sirayeti Ekinsu TAMYÜREK Saat akşamüzeri dört bilemediniz beş gibi, Taksim metrosunun civcivinde Şişhane’ye varıyorum. Sabahtan beri yemek yemediğimi hatırlayıp, köşedeki simitçiye istemsizce para uzatıyorum: “Abi bi’ simit.” Odakule’den geçip hemen Pera’nın kapısını buluyorum. Halk gününde gelip 10 liramı kendime saklayabilirdim diye düşünüyorum içimden. Bu yeni sergi için 3. kata çıkmam gerektiğini söylüyor görevliler, tüm yorgunların, yorulmuşların yapacağı gibi asansöre yöneliyorum. Başta ne bekleyeceğimi pek bilemiyordum bu sergiden, daha önce hiç tek bir koleksiyonerin parçalarını görmeye gittiğim olmamıştı. Aslında koleksiyonerlikte garip bir iş ya, neyse... Estetik olanı, güzeli (yani sanat eserlerini) toplamayı ve bu
eserleri sadece kendine saklamayı iş edinmek bizim Helenistik dönemden beri alışkanlığımız oysa. Koleksiyoner Huma Kabakçı, sanatı ve güzellik olgusunu birkaç farklı başlığa ayırmış: anı, akışkan kimlikler, modernite, yüz yüze. Biliyorum pek bir şey ifade etmiyor bu isimler. İşin içinde ne bir kronoloji ne bir mana var gibi. Aslında sanırım sanatı zorlaştıran, zorakileştiren de bu, mana arayışı. Bu sergi bir kişisel zevk sergisi. Bir odaya Huma Kabakçı’nın hem en derin acılarını, aşklarını, güzellik algısını, büyüyüşünü, değişen zevklerini, anılarını sığdırmışsınız hem de dönemin sanat anlayışlarını. Koskoca bir hafızada yolculuk ediyor gibi gezin yani bu sergiyi. Bir de “Günceler” adlı mektup kolajının, “Tehlikeli Kırmızı” adlı korkunç fotoğrafın, “Cumaya Gittim
42
Gelicem” yazan koca neon ışıklı yazının, aynı göz, kalp, beyin, güzellik ve estetik algısı tarafından seçilip bir araya getirildiğine şaşırın. Yine ben bir mesaj çıkarma geleneğinden arta kalan mirasla şunları söyleyeyim. Değişimden kaçılmıyor arkadaşlar, engel olunamıyor. Bir süre sonra zevkinizi, renginizi kendi kendinize tartışıyor hale gelip şaşıyorsunuz bu olana. He bu arada, sergi 1 Mayıs 2016’ya kadar açık, varsa birinin hafızasında gezinme isteğiniz, koleksiyonerlikte ne garip şey diyorsanız, buyurun gidin “Anı ve Süreklilik” sergisine. Sergiyle ilgili detaylara ve Pera Müzesinin adresine internet sitesinden ulaşabilirsiniz. Buyrunuz: http://www.peramuzesi.org.tr/Sergi/ Ani-ve-Sureklilik/187
43