zete
5
zete
01
Biri Kahvaltıya mı gidelim Dedi?
02
04
En Çok Kullanılan Uygulamanın Sahibi Olmak İster Misiniz?
05
06
Farklılık Yaratan Her Yenilik iyi Midir?
07
Hayalle Gerçek, Gerçekle Yanılsama Arasında Bir Müze
03
Güneşin Ülkesine Bir Bakış: Makedonya
Herkes bir gün on beş dakikalığına popüler kültürün asi çocuğu ile tanışacak!
Anadolu’dan Cannes’e Giden Yol
08
Belki Gelmem, Gelemem
Genel Yayın Yönetmeni Ayşenur Tuncay Yazı İşleri Huriye Gül - Yasemin Badem Yazarlar Özge TUNCAY Merve ATEŞ Burcu Rüya ORAL Betül AYVAZ (Marmara Üniversitesi) Kerem İNGEÇ (Marmara Üniversitesi)
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Nurcan AKAD Hocamıza teşekkürlerimizle…
zete
4
Biri kahvaltıya mı gidelim dedi? Ayşenur TUNCAY Sırf, yıllardır tanıdığı balıkçısından alışveriş yapmak için birkaç saatlik yola üşenmeyen müdavimleriyle ünlü Balıkçılar Çarşısı, Nevizade’ye rakip sıra sıra fasılcılar, meşhur nam-ı diğer Sosyete Semt Pazarı ve yediden yetmiş yediye herkesin uğramadan geçmediği pasajlar... Bunları duyar duymaz tek bir yerin ismini mırıldandığınızı duyar gibiyim. Evet, Beşiktaş. Son yıllarda İstanbul’un her yerinden sayısız müdavimler edinen bir başka simgeye daha sahip bu semt, Beşiktaş Kahvaltıcılar Sokağı. Peki, nedir bu yeni fenomenin sırrı? İnsanları oluşan kuyruklarda bıkmadan usanmadan beklemeye motive eden küçük esnafları beraber inceleyelim.
Beşiktaş’a yolu yalnızca sahil-
dişimde başka keyif aldığım, gelen
de oturmak için düşenlerin ya da
her arkadaşımı mutlaka götürdü-
Ortaköy’e geçerken en fazla çarşı
ğüm birkaç favorim var. Semtin
içinde bir yerlerde yemek yemek
kalbinde, Ihlamurdere Caddesi’ne
için mola verenlerin bilemeyece-
paralel bir şekilde birbiriyle ke-
ği arka sokak lezzetlerinin boylu
sişen Çelebioğlu Sokak ile Şair
boyunca sıralandığı bir yer Kahval-
Veysi Sokağı, hafta sonu yüzlerce
tıcılar Sokağı. Hani çoğunlukla ağız
kişiyi ağırlayan, birbirinden eşsiz
dolusu “Evet, Beşiktaşlıyım” di-
lezzetleriyle gerçek bir hafta sonu
yenlerin bildiği çok da göz önünde
keyfi vaad eden bu kahvaltıcılara
olmayan küçük ama samimi esnaf-
ev sahipliği yapıyor. Kısacası, “Siz
lardan oluşan bir sokak. Beşiktaş’ta
Ihlamurdere’ye çıkın orada kime
geçirdiğim dört yılın ardından
sorsanız gösterir” dedikleri yerler-
kendimi bir Beşiktaşlı sayarak; bu
den.
bu sokağı tanıtmaya başlayabilirim. Kahvaltıcılar Sokağı’nda her gi-
Bu sokakta ilk denediğim kahvaltıcı olan Reçel Türevleri ile başla-
5
6
yalım. Kapıda bekleyen misafirleri-
mıyla “anne şefkatiyle” hazırlıyor.
tutun da kekiğe kadar 41 çeşit ev
ne çeşit çeşit kanepelerden oluşan
Çömezlik dönemi sayılabilecek bir
yapımı reçel ikram ediyor konukla-
ikramlarla jest yapmayı ihmal et-
sürede bu kadar çok hayranının
rına. Arkadaşlarımla ben, farklı tat
meyen Reçel Türevleri, servis ettik-
olmasının sırrı da anne elinin değ-
olarak havuç, alıç, limon, turunç
leri tek kişilik minik kavanozlarını
miş olmasından geliyor zannımca.
ve katırtırnağı çiçeği reçellerini
da aynı zamanda sattıkları kapak-
32 kişilik bu samimi mekân sabahın
denemiştik. Turunç reçeli ise göz-
ları kumaş ve kurdele ile süslenmiş
yedi buçuğunda başlıyor misafir-
demiz olmayı başarmıştı. Klasikler
kiloluk kavanozlarını da tam anla-
lerini ağırlamaya ve patatesten
arasındaki incir, böğürtlen, karadut,
7
vişne ve çilek reçellerinin lezzetini
sonu kapısında uzun kuyrukları,
10’dan akşam 10’a konuklarını
zannederim söylemeye gerek bile
sıralarının gelmesini sabırla bekle-
ağırlıyor. Saat 15’e kadar çikolata-
yok. Deneyin ve kendi favorinize
yenleri göreceğiniz Pişi, adını bir
lısından, peynirlisine, sosislisinden
siz karar verin derim.
çeşit hamur işi olan pişiden alıyor.
sadesine envai çeşit pişi seçeneği
Gider gitmez boş masa bulmanın
sunan Pişi, bu saatten sonra ken-
neredeyse herkesin en az bir kere
neredeyse imkansız olduğu bu
dilerine has tarifleriyle hamburger
gittiği gitmediyse bile adını çokça
mekân iki elin parmaklarının sayı-
seçeneği de sunuyor.
duyduğu meşhur Pişi var. Hafta
sını geçmeyen elemanıyla sabah
Sırada ünü semt sınırlarını aşmış
Nesilden nesile geçmiş aile ya-
8
digârı minik kahvaltıcı Pando, semtin en eskisi. Diğer bir deyişle Beşiktaş’ın koca
ediyor anlayacağınız. Siz de zincir dükkânlardansa
bir adet yumurta kırılıp fırına verilerek hazırlanıyor. Fırından çıkar
samimi arka sokak lezzetlerini
çıkmaz üzerine doğal zeytinyağı
çınarlarından. Birkaç masası ile mi-
tercih edenlerdenseniz hafta sonu
gezdirilip dağ kekikleri serpilerek
safirlerini ağırlayan bu şirin mekân,
listenizin başına Pando Kaymak’ı
servis ediliyor. Ve ben şu an anlıyo-
misafirlerine süslü tabaklar, envai
yazmanızı şiddetle tavsiye ederim.
rum ki en kısa zamanda eski dostla-
çeşit menüler değil de, aslında ken-
Pişman olmayacaksınız.
rı bir ziyaret edip kendimi ödüllen-
di başına masayı dolduran meşhur
Sokağın bir diğer oyuncusu ise
bal-kaymak ikilisini ya da dumanı
adını kendilerine has pizzalarından
tüten taze bir bardak çay/süt su-
alan Baykuş. Mekana adını veren
nuyor sadece. Öyle ki müdavimleri
özel tarif Baykuş Pizza, bazlama
ev yapımı taze kaymak alabilmek
üzerine rendelenmiş kaşar, onun
nüsüyle Akmaz Çeşme Sokak’ta
için sıraya giriyorlar. Sade ama her
üzerine ince ince dilimlenmiş sucuk
bulunan Çakmak, kahvaltıcılar so-
lokması ayrı leziz bir kahvaltı vaad
veya isteğe bağlı sosis tabakasına
kağında kavurmalarıyla nam salmış
dirmeliyim. Semtin eskilerinden bir diğeri var sırada. Erzincan’dan gelen zengin me-
9
durumda.
hafta sonu kahvaltısına ne kadar
rimden yola çıkarak anlattığım bu
ödeyeceğinize gelirsek fiyatların
mekânlara uğradıktan sonra kararı-
halis muhlis Erzincan tulum peyniri
aşağı yukarı birbiriyle aynı olduğu-
nızı vermenizi öneririm. Bunlardan
ve rakipleriyle yarışır cinsten leziz
nu da hesaba katarak dolu dolu bir
herhangi birini deneyimler dene-
menüler sunuyor. Deneyip vazgeç-
masada en fazla kişi başı 15 ile 20
yimlemez kendinizi içten içe Be-
mek mümkün değil.
tl gibi bir hesapla karşılaşacağınızı
şiktaşlı hissedeceğinizden eminim.
söyleyebilirim. Kendi deneyimle-
Şimdiden afiyet olsun...
Kavurmanın yanında ise başta
Peki, burada geçireceğiniz bir
10
Hayalle gerçek, gerçekle yanılsama arasında bir müze: Alive Museum Huriye Gül Öyle bir müze düşünün ki ne fotoğraf çekmek yasak, ne yüksek sesle konuşmak, ne kahkahalar atmak ne de eserlere dokunmak… En önemlisi evcil dostunuzu da bu keyfe dâhil edebileceğiniz sayılı yerlerden biri burası
11
12 Okullar kapandı, günü gününe uymayan havalar da geride kaldığına göre gezme zamanı geldi çattı. Malum havanın sıcaklığı, nem bir de kalabalık girince işin içine insan şehirde gezmeye çıkarken bile bir kez daha düşünüyor. Birbirinin aynı alışveriş merkezlerinden sıkılıp alternatif yerler ararken yine kendimizi anlamsız alışveriş merkezlerinde buluyoruz. Bu rutin etkinlikten kurtulmak için size önerim Müze gezisi. Ama durun bu bildiğiniz müzeler gibi değil, Vialand’de açılan Museum Alive, canlı bir müze. Hem bu müzede fotoğraf çekmenin ve kahkaha atmanın da bir sınırı yok. Bu müzeyi gezerken size eserlerin bir parçası olmanız ve sonuna kadar eğlenmeniz yani sanatı doya doya yaşamanız söyleniyor. Müzeyi ilk duyduğumda internette araştırma yaparken okuduğum ve çok hoşuma giden cümle şöyleydi: “Hayalle gerçeğin, gerçekle yanılsamanın arasındaki çizgileri ortadan kaldıran bir müze”. Düşününce çok doğru çünkü burası öyle bir müze ki içindeki tüm eserler bir hayal ürününün gerçeğe dönüşmüş, klasik sanatın ışık ve gölge oyunlarının ötesinde dijital tekniklerden yaralanarak üç boyutlu olarak hazırlanmış hali. Resimler o kadar gerçek ki göz yanılsaması olması işten bile değil. Zaten bu sayede de resimlerin içinde, önünde fotoğraf çekebilme imkânı doğuyor. Japonya’da ortaya çıkan ve sonrasında bütün Uzak Doğu’ya yayılan üç boyutlu resim, video ve binaları kapsayan “Trick Art” akımın ilk müzesi 2009 yılında Kore’de açıldı. İstanbul Vialand’da, başta 100 esere ev sahipliği yapması planlanarak açılan bu müze ise Avrupa’da açılan ilk canlı müze olma özelliğine sahip ve şimdilerde eserlerin arttırılması planlanıyor. Müzenin diğer bir özelliği hayvan sever okurlarımızı sevindirecek cinsten, çünkü evcil hayvanlarımızı sergiye getirip bu deneyimi onlarla bir arada yaşamamız mümkün burada.
Van Gogh, Leonardo Da Vinci, Eduart Manet gibi dünyaca ünlü ressamların klasik eserlerinin içinde yer alarak o yaşadığımız anı ölümsüzleştirmek elinizde.
13
14 Düşünsenize örümcek adam gibi duvara tırmanıyorsunuz, bir silindirin altında eziliyorsunuz, incecik köprülerden geçerken bir bakmışsınız arabanız bir fil tarafından eziliyor, tam kurtuldum derken beyaz bir atın altında kalabilir ya da kendinizi birden bir jenerikin parçası olarak bulabilirsiniz. Yaşadığımızdan epey farklı bir deneyim imkânı sunulan bu müzeye gitmekten asla pişman olmayacak hatta belki yeni eserler eklendikçe farklı arkadaşlarınızla bu deneyimi tekrar tekrar yaşamak isteyeceksiniz. Unutmayın Eyüp’te açılan Vialand’in içinde bulunan müze 2014 yılı sonuna kadar ziyaretçilerini bekliyor olacak. Kendinize bir iyilik yapıp tatilin keyfini bu şekilde çıkarın derim. İyi eğlenceler...
15
16
Güneş’in ülkesine bir bakış: Makedonya Merve ATEŞ Bambaşka hayatlardan, bambaşka kültürlerden hatta bambaşka insanlardan tek bir kimlik çıkaran bir ülkenin tek günlük hikâyesiydi yazdıklarım
17
18
Galatasaray Üniversitesi’nin bir grup İletişim öğrencisi olarak, “Çok Kültürlülük” kavramını anlamak için en uygun yer olan Makedonya’yı görmek adına düştük yollara. Üsküp’e iner inmez verdiğim ilk tepki “Nefes almak adına ne iyi bir yere geldim “ demek oldu. Her yeri sarmış yeşillikleri, birbirinden uzağa kurulmuş köy yaşamını andıran müstakil evleri size ilk görüşte huzur vermeye yetiyor. Havaalanında bizi İsmail Abi karşıladı. İsmail Abi 50 yaşında Üsküp’te yaşayan Arnavut bir kuyumcu. Aynı zamanda gruptan bir arkadaşımızın uzaktan akrabası oluyor. Ailesinin bir vergi meselesi yüzünden savaş zamanı göç edememiş ve Üsküp’te kalmış. Misafirperverliği, sıcakkanlılığı, Balkanlı ağzıyla konuştuğu Türkçesi ile gruptaki herkesin gönlünü fethetti. Kalmak için otelimize giderken Üsküp’ü az biraz gözlemlemeye çalıştık. Evleri öyle olmamasına karşın; eski,
hararetli bir savaşın izini taşıyormuşçasına yorgun izlenimi veriyordu. Yolları ise bin yıl kadar eski. Şehir sessiz, dingin ve huzurlu. Boş, eski banklar ve tarihi, yazlık görünümündeki evler... Şehir sanki sadece “Sessizlik istiyorum, beni yalnız bırakın” diyenler için kurulmuş. Şehrin gördüğümüz ucu böyleyken sonradan göreceğimiz öteki ucunda bambaşka şeyler bekliyordu bizi. Diğer tarafın sessizliğine inat büyük ve kocaman heykeller, canlı ışıklar ve renkli bir hayat vardı öteki uçta. Makedonya’da fark edilen en büyük özellik “taraflar” kavramının belirginliği olsa gerek. Taraflardan kasıtsa Makedonlar ve diğerleri. Diğerleri kısmını açmakta yarar var. Ülkenin yüzde 65’i Makedon yüzde 30’u Arnavut geri kalanlar ise Boşnak, Türk vb. milliyetten geliyorlar. Ülke gerçek anlamıyla bir çok kültürlülük diyarı ancak konuştuğumuz insanların çoğu ülkede azınlıklara pek ılımlı yaklaşılmadığını söylüyor. Bunun en belirgin
19
20
örneği Arnavutları ve Makedonları ayıran köprünün varlığı. Bu köprünün bir tarafında Arnavutlar diğer tarafında ise Makedonlar yaşıyor. Arnavutlara göre bu ayrımın temeli Müslüman-Hristiyan ayırımı. Makedonlar ise bu iddiayı reddediyor. Üniversitede derslerin yarısı Makedonca yarısı Arnavutça anlatılıyor, İngilizce zorunlu ikinci dil. Özellikle Arnavutların Makedoncayı mutlaka bilmesi gerektiğinden bahsediyor Arnavut gençleri. Arnavutlar kendi adayları kazanamıyor diye oy kullanmadığı gibi bir zamanlar Arnavut ve Makedonların evlenmesi hatta arkadaş olmasının dahi hoş görülmediğini söylüyorlar: ”Daha arkadaş olamazken nasıl âşık olalım?” Otele yerleştikten sonra İsmail Abiyle beraber Arnavut tarafında yemek yemek için yola çıktık. Arnavut tarafı küçük çarşısı, otantik havasıyla tam bir kasaba izlenimi veriyor. Şirin, herkesin dost olup birbirini tanıdığı küçük bir yer misali.
Çarşıdaki dükkânların adının çoğu Türkçe. Aynı zamanda bu dükkânlarda Türk tatlıları ve yemekleriyle de karşılaşmanız mümkün. Mado’dan tutun da “gelinlikçi, dövizci” adıyla dükkânlar, Ziraat ve Halk Bankası, Zaman Gazetesi de var burada. Türkiye’den ayrılmam zor diyenlerin yabancılık yaşamayacağı bir yer olduğunu söyleyebilirim. İsmail Abiyle yörenin ünlü bir restoranında oturduk. Restoranı Boşnak bir abi işletiyor. Yemekleri ise Türk yemeklerinden farksız lezzette. İsmail Abi’nin önerisiyle Makedonların “Grav” adını verdikleri bizim “Güveçte kuru fasulye”; Makedon kaşarlı köftesi Pleskavitça ve Türkiye’deki ızgara köfteden farksız kebap sipariş ettik. Yanına adını hala öğrenemediğim ve Türkiye’de eşini görmediğim bir ekmek ve Şlivoviça denilen erik rakısını getirdiler. Acaba yurt dışında ne yiyebilirim korkusuyla giderken kendimi evimdekinden farksız bir sofrada buluverdim. Biz yemek yerken bir yandan ezan
21
okunuyordu öteki tarafta ise Hristiyanlar için kilise bulunuyordu. Bunu gördüğümde hem şaşırmış hem de kendi memleketimi andıran bu ülkeyi takdir etmiştim. Kolay değildir bir ülkenin baskın değerlerinden ayrılan yaşamlar sürmek ve kolay değildir bunu yüzyıllar boyu devam ettirebilmek… Benim gördüğüm Makedonya hem kültürel hem de dini anlamda bünyesindeki farklılıklarını taşıyabilen bir ülke. Tekke, kilise, caminin yanı sıra başka kültürleri ve başka hayatları da kucaklıyor. Ülke adeta varlığını aynılıktan değil farklılıktan alıyor. Bambaşka hayatlardan, bambaşka kültürlerden hatta bambaşka insanlardan tek bir kimlik çıkaran bir ülkenin tek günlük hikâyesiydi yazdıklarım. Zaman ne gösterir bilinmez ancak bir gün hem Türkiye‘ye benzer bir kültüre sahip hem de Türkiye’den daha sakin bir yere gitmek isterseniz eğer Makedonya özellikle de başkent Üsküp sizin için en uygun yer. Düşünün derim!
22
23
24
En çok kullanılan uygulamanın sahibi olmak ister misiniz? Yasemin BADEM Akıllı telefon satışının bir yıl içerisinde yüzde 44 büyüyerek 1 milyarı aştığı bir dönemde mobil uygulamalar da rekorlara koşuyor. En genel ihtiyaçlardan en kişisel ilgi alanlarına kadar her türde mobil uygulama store’larda bizi bekliyor. Peki, biz neden bekliyoruz? Neden kendi uygulamamızı yaratıp en çok kullanılan uygulamanın sahibi olmuyoruz?
25
Günümüzde akıllı telefonu olmayan neredeyse yok gibi. Bir milyarlık akıllı telefon satışı da bu savı destekler nitelikte. Birçok insanın maaşından bile fazla ederi olan akıllı telefonu var cebinde ve artık akıllı telefonlar da bir ihtiyaç niteliğinde. Peki, insanlar akıllı telefonlarıyla ne yapıyorlar? Neden bu kadar çok tercih ediliyor akıllı telefonlar? Artık maksat sadece arama yapmak, mesaj göndermek değil. İnsanlar artık akıllı telefonlarıyla sadece iletişim kurmuyor, akıllı telefonlar aynı zamanda eğlence ve kendini geliştirme aracı. İnsanlar kendilerini ifade edebilecekleri, ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri birçok uygulamayı kolayca akıllı telefonlarına indirebiliyorlar ve kullandıkça kendilerini akıllı telefonlarından ayrılamaz hissediyorlar. Facebook’la haberleşiyor, Instagram’la fotoğraflarını paylaşıyor, Pinterest’le çok farklı alanlardaki yeni trend’leri takip edebiliyorlar. Bir zamanlar çılgınlar gibi oynadığımız yılan oyunları gelmiyor artık telefon dendiğinde aklımıza. Yapılan araştırmalara göre insanlar uygulamaları edinmek için en çok AppStore ve GooglePlay Store’u
kullanıyor ve en çok indirilen 10 mobil uygulamanın başında ise GoogleMaps geliyor. GoogleMaps’i Facebook, Youtube, Google+, WeChat, Twitter, Skype, Facebook Messenger, WhatsApp ve Instagram takip ediyor. En genel anlamda herkesin kullanımı için yapılan mobil uygulamaların yanında kişisel beklentileri karşılayan uygulamalar da bulunuyor. Peki, sizin nasıl bir uygulamaya ihtiyacınız var? Sizce store’larda eksik olan, olsa en çok sizin sevineceğiniz uygulama ne? Bu sorulara birilerinin cevap vermesini beklemeye gerek yok, teknolojinin bizlere sunduğu imkânlardan faydalanabilir sizi en mutlu edecek uygulamayı kendiniz yaratabilirsiniz. Tek yapmanız gereken ne istediğinize karar vermek. Bunun için ilk adım çevrenizde tanıdığınız hiç kimseye benzemeyen, hayali bir kullanıcı yaratarak kafanızdaki uygulamanızı önce onunla test etmek. Elinizde parlak bir fikir ve hayali bir kullanıcınız olduktan sonraki ilk ihtiyacınız olan şey, bir kâğıt ve bir kalem ile uygulamanızın neye benzeyeceğini karalamak. İşin en temel kısmı ise kurguyu ve kullanıcıların takip edeceği adımları iyi
26 düzenleyerek en rahat kullanıcı deneyimini en kolay tasarımla sunmak. Bunların ardından da http://balsamiq.com/ gibi internetteki ücretsiz sitelerden birini kullanarak çizdiğiniz kâğıt prototipinizin dijital ortamda nasıl gözükeceğini gerçek boyutlarla tasarlayabileceğiniz “Wireframe Prototipler” oluşturarak mobil uygulamanızın ikinci adımını tamamlayabilirsiniz. Ve sırada hayalinizdeki eserinizin gerçeğe en yakın halini tasarlayabileceğiniz üçüncü aşama “Mock Up Prototip” var. Bu aşamada ister https://cacoo. com/getstarted/ gibi ücretsiz
bir internet sitesi kullanarak isterseniz de http://www. justinmind.com/ sitesi üzerinden bilgisayarınıza ücretsiz olarak indirip kurabileceğiniz bu programla uygulamanızın her bir parçasını gerçek Android ve IOS araçlarıyla donatabilirsiniz. Bütün bu aşamalardan sonra uygulamanızı çevrenizdekilerle paylaşabilir, oların fikirleriyle yeniden şekillendirebilir, ardından da uygulamanızı kolayca hayata geçirebilirsiniz. Kim bilir belki de aranan, beklenen uygulama sizin zekânızın ve yeteneğinizin ürünüdür. Belki de en çok kullanılan uygulamalar listesinde ilk 10’da sizin uygulamanız yer alır. Denemeden bilemezsiniz!
27
28
29
Herkes bir gün on beş dakikalığına popüler kültürün asi çocuğu ile tanışacak! Betül Ayvaz Popüler kültür; insanlığın eleştirse de sevmekten, büyüsüne kapılmaktan kurtulamadığı bir yaşam biçimi değil de nedir?
30
Birçok başarılı sergiye ev sahipliği yapan Pera Müzesi şu sıralar birçoğumuzun aşina olduğu; Pop Art deyince akla gelen ilk isim olan Andy Warhol’u ağırlıyor. 7 Mayıs - 20 Temmuz 2014 tarihleri arası sürecek olan “Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat” sergisi gerçekten de ziyaretçilerine kim olursa olsun bir pop sanat ziyafeti yaşatmayı vadediyor. Sanatçının Campbell’s Soup Cans, Kovboylar ve Kızılderililer, Tehlikedeki Türler, Çiçekler, 20. Yüzyıldan On Yahudi Portresi dizilerinin yanı sıra Mick Jagger ve Lenin gibi ünlü isimleri resmettiği portreleri sergide yer alıyor. Sergiye girer girmez burası tam Warholluk bir mekân olmuş diyorsunuz. Duvarlar pembe, sarı, mavi, yeşil gibi canlı renklerin en dikkat çekici tonuna boyanmış. Böylece uyarılan algılarımızla eserleri incelemeye koyuluyoruz. Karşımıza ilk çıkan eserlerden biri Campbell’s Soup Cans; baktığımız şey yapıldığı dönemde Campbell’s Soup Company tarafından piyasaya sürülmüş çorba konserveleri çeşitlerinin resmedildiği otuz iki tuval. Pop Art ile ilgili bilgisi olmayan birinin bile gözüne güzel gözüken bu tablo bakmaktan görmeye adım at-
tığımız an çok daha güzelleşiyor. Hayal edebileceğimiz her şeyin metalaştırıldığı bu dünyada çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlik teknikleriyle her şeyi nesne statüsüne indiren, içerik ve formu önemsizleştiren Warhol
31
bunu çok güzel bir şekilde anlatmayı başarıyor bize. Popüler kültür; insanlığın eleştirse de sevmekten, büyüsüne kapılmaktan kurtulamadığı bir yaşam biçimi değil de nedir? Kapitalist düzenin hakim olduğu bir dünyada insanlar da dahil her şeyin seri üretim gibi birbirine benzemesinden yakınır, yine de onlardan biri olmaktan kurtulamayız. İşte bu gerçeği yüzümüze en iyi çarpanlardan biri Andy Warhol. Warhol “herkese bir gün on beş dakikalığına ünlü olma” şansını veren Amerikan popüler kültürünü bize en güzel şekilde tanıttı. Popüler, ulaşması ve harcaması kolay, düşük maliyetli bir sanat üretti ve ömrünü vermeye çalıştığı mesajı anlamamızı bekleyerek geçirdi. Peki anladık mı? Burası biraz ironik belki de. Andy Warhol’a ve eserlerine gösterilen ilgi su götürmez bir gerçek fakat hâlâ üstünde düşünmemiz gereken pek çok şey var… “Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat” sergisi düşündürdüğü kadar hayran bırakan pek çok eserle dolu ve kesinlikle gidilmeye değer. Temposuna kapılıp dışarıdan bakamadığımız hayatın küçük molasını kendine armağan etmek isteyenleri bekliyor.
32
Farklılık yaratan her yenilik iyi midir? Burcu Rüya ORAL Neredeyse çoğu iş görüşmesinde ya da staj mülakatında sorulan tüm sorular farklılaşmak, farklılaştırmak ekseninde döndüğü ve nihayetinde hep en farklı ve fark yaratabilecek adayların kabul edildiği günümüzde sadece profesyonel yaşamın değil sosyal hayatın içinde de herkesin kaidesi fark yaratarak diğerlerinden bir adım önde olmak. Biraz durup düşündüğümüzde bunun bizdeki yansımaları da herkeste olanı almamak, farklı olmak adına hep en yeni çıkan ürüne sahip olmaya çalışmak, sırf herkes gibi olmamak için hiçbir popüler müzik ve kitaptan hoşlanmıyormuş gibi yapmak. Konuyu daha fazla dağıtmadan insanların “farklılaşabilmek” kavramı altında neler yaptığına ya da neler yapmaya çalıştığına bir göz atalım.
33
34
Dans Le Noir / Paris Hem sosyal farkındalık hem de sıradışı bir deneyim sunma amacıyla oldukça rağbet gören ve gittikçe yaygınlaşan bir konsept haline gelen tamamen karanlık bir ortamda yemek yenen restoranların ilki “Dans le Noir”. Çıkış noktası ise Fransa’daki Paul Guinot isimli görme engelliler derneğinin 1999 yılında düzenlemeye başladığı özel akşam yemekleri. Buradan esinlenerek 2004 yılında Paris’te açılan ve Londra, Moskova ve Barcelona’da da rastlanan bu konsept restoranın bir diğer özelliği de çalışanlarının tümünün görme engellilerden oluşması. Bu restoranda yiyeceğiniz ortalama iki saatlik yemek her türlü ışık etkisinden arındırılmış bir şekilde geçiyor. Restorana gelenler yemek salonuna geçmeden önce, ceketini, cep telefonunu, hatta varsa içeride ihtiyaç duymayacakları için gözlüklerini çıkartıp vestiyere bırakırken güvenlik konularında da bilgilendiriliyor. Temel kural karanlık yemek salonuna geçildiğinde herhangi bir şekilde sandalyeden kalkmamak veya hareket etmemek. En büyük sorun ise, tuvalete gitmek. Bunun için misafirler görme engelli garsonu çağırıp, eşlik etmesini istemek zorundalar. Zaten yemek boyunca kendilerine eşlik edecek görme engelli garson
öncülüğünde, önündeki kişinin omuzuna dokunarak sıra halinde yemek salonuna giren konuklar, yaklaşık iki saat boyunca farklı bir yemek yeme tecrübesi yaşıyor. Diğer bir deyişle onların gözü kulağı, birbirinden lezzetli menüler ve güleryüzlü servis vaad eden bir restoran olmasından öte sosyal ve insani bir tecrübe yaşatabilme fırsatı bu konseptin en büyük amacı. Farklı bir deneyim yaşayabilmek isteyenler ve kapkaranlık bir dünyada sıra dışı bir gün geçirmek isteyenler için bu konsept Beyoğlu’ndaki restoran ve gece kulübü 360 İstanbul’da ve İstanbul Galata Karanlık İşler Restoranı’nda karşımıza çıkıyor. Dinner in The Sky Event Project Bu sefer gözümüzü ufka çeviriyoruz ve farklı olabilme konusunda deyim yerindeyse çılgın bir çalışma ile karşılaşıyoruz. Brüksel’de yaşayan ve gökyüzü sporlarıyla uğraşan girişimci David Ghysels’ın “Dinner in The Sky” (Gökyüzünde Yemek) adlı projesinin geliştirilmesiyle ortaya çıkan ve şu sıralar Fransa’da Parc du Cinquantenaire semalarında hizmet veren restoranın sonraki durağı ise İtalya. Peki neden? İnsan bunun nasıl mümkün olabildiğin-
35
36
den çok yapılabileceklerin ve pazarlama temalarının sınırsızlığına hayret ediyor. Girişimcinin amacı ise gastronomi alanında etkili, farklı bir aktör olabilmek. Bunu en güzel yine kendisi açıklayarak; “Özellikle gelişen dünya şartlarında, insanlar özel bir şeyler yapmak istediği anda bizler bunu hayata geçirebiliyoruz. Bizim ayrıcalığımız etkinliklerimizi 50 metre yükseklikte hayallerin ötesine taşımış olmako” diyor. Aslında sadece bir etkinlik iken artan talep üzerine 2004 yılında lüks gökyüzü restoranı haline dönüşen, normal bir restorandaki her ayrıntının düşünüldüğü proje ile 8 saatlik seanslarla isteğe göre kaleler, uçurumlar, golf sahaları, yarış pistleri gibi alanlarda konuklar ağırlanıyor. Şimdiye değin Avrupa ülkeleri dışında Avustralya, Hindistan, Dubai, Brezilya, Kanada, ABD, Türkiye gibi ülkelerde de hizmet veren restoranın girişimlerine devam ettiği ülkeler arasında Rusya, Çin ve Karayip Adaları da var. Uygulama ise şu şekilde gerçekleşiyor; 120 tonluk bir vinçle yerden kaldırılan masada koltuklar dört noktadan emniyet kemeri desteği alıyor. Platformda genelde 22 konuk, 1 şef aşçı,
2 asistanı, 1 güvenlik görevlisi ve 1 de fotoğrafçı bulunuyor. Ve bu ilginç deneyim kişi başı 250 Euro gibi bir ücret karşılığında sunuluyor. http://www.youtube.com/watch?v=oIbu3GDSXKE Conrad Maldives Resort / Rangali Adası Restoranlardan başlamışken şimdi derine, okyanusun derinliklerine, su altı restoranlarına iniyoruz. 2004 yılından bu yana fark tutkunu ve seçkin konuklarına Maldivler’de deniz seviyesinin beş metre altında hizmet veren restoran aynı zamanda dünyanın ilk su altı restoranı ve dünyanın en pahalı restoranları arasında gösteriliyor. Fotoğraflarda da görebileceğiniz gibi, Hint Okyanusu’nun altında yer alan ve tamamı camla kaplı olan bu restoranda yemekler, köpekbalıkları, vatozlar ve kaplumbağaların eşliğinde aynı zamanda yoğun ışıktan korunabilmek için özel güneş gözlükleriyle yeniyor. Ayaklarınız dahi ıslanmadan okyanusun tadını çıkarabilmek epey el yaksa da denizi, doğayı sevenler için ölmeden önce yapılacaklar listesine girebilecek cinsten.
37
“Hastane Restoran / D.S. Music” Görenlerin ilk başta hastaneden ayırt edemediği bu restoran gerçekten ilginçlik sınırını zorluyor. Bir restoranın tamamen hastane şeklinde düzenlenmesi ile Tayvan’da oluşan bu konsept restoran, şırıngalar, serumlar ve diğer tıbbi malzemelerle dolu. Başkent Taipei’de hastane koğuşuna benzer bir ortamda, serum, stetoskop ve enjeksiyon aletleri içinde yemek yemek isteyen konuklar hasta yatakları şeklindeki masaların üzerinde yemek yerken, ilaç şişelerine doldurulmuş baharatları kullanabiliyor. Bir diğer ilginç uygulama ise, içeceklerin hemşire kıyafetindeki garsonlar tarafından şırınga ile verilmesi. Asya mutfağından yemeklerin hazırlanıp sunulduğu, fiyatları 20 dolardan başlayan 130 kişilik restoranın bir benzerine Letonya’nın başkenti Riga’da da rastlamak mümkün. Adrese teslim yemek servisi de yapan lokanta, paketleri ise ambulanslarla taşıyor. Tuvalet Temalı Konsept Restoranlar Sadece farklı olmak adı altında düzenlenmiş bir restoran daha. Ve bu restoran yine Tayvan’da, Çin’de ve daha sonra Portekiz ve Los Angeles’ta karşımıza çıkıyor. Koltukların klozet olarak dekore edildiği, masa yerine bir küvetin üstüne cam yerleştirildiği ve peçetelik yerine de tuvalet kâğıdının kullanıldığı bu konseptte içecekler pisuar şeklindeki bardaklarla servis ediliyor. Kurucuları ise bu değişikliğin iştah açıcı olduğunu savunuyor. Evet, başta dediğimiz gibi restoran sırf farklılığı deneyimlemek isteyen bir kitleye sesleniyor. Meraklılar sadece ortamı en azından bir kere denemiş olmak, tuvalet ortamında yemek yemenin nasıl bir his olduğunu keşfetmek için buraya geliyor, yemekleri için değil.
Uzakdoğu kültürünün sınır tanımazlığının bir ürünü olan bu konsept, insanı “burada olsa nasıl olurdu?” diye düşündürtüyor. Hepimiz farklılaşmak adına ilginç şeyleri yapmaya, denemeye o kadar açız ki bunun bedelini görmezden gelerek her an yeni bir şeyler denemeye çalışıyoruz. Biri ötekini kovalıyor, kovalıyor, sonunda yine her şeyi tükete tükete sıradanlaştırmış oluyoruz. Aslında hepimiz bu hızlı, farkındalıksız tüketime neden olup yeni farklı şeylerin oluşmasına katkı sağlıyoruz, tabi farklılık yaratan her yenilik iyi midir tartışılır. İşin sırrı dengede kalabilmekte.
38
Anadolu’dan Cannes’a giden yol Kerem İNGEÇ “Senaryo üzerinde çalışırken hayatımı gözden geçirdim, memleketimle hesaplaşmamı yaptım ve anlattığım bütün karakterleri çok sevdim. Bana insan nedir sorusu için kendimle yüzleşmemde aracı olmuşlardır.”
39
40
Cannes Film Festivali dünyanın en eski, en kaliteli, en prestijli film festivallerinden. 1946 yılından beri genellikle her yılın mayıs ayında düzenlenir ve ortalama yirmi film bu görkemli festivalde “Büyük Jüri”,” En İyi Yönetmen”, “En İyi Kadın Oyuncu”,” En İyi Erkek Oyuncu”,” En İyi Senaryo”, “En İyi Kısa Film”, “Altın Kamera” ve” Jüri Ödülü” ödüllerinden en az birini alabilmek için birbirleriyle yarışır. Ancak bir ödül vardır ki esas büyük balık odur. Altın Palmiye… En prestijli, en çok arzulanan film ödüllerinden biri. Ve ne mutlu ki bu muazzam ödüle kavuşabilmiş sinemadır Türk sineması. Hem de iki kez. Yılmaz Güney 1982 yılında “Yol” ile Nuri Bilge Ceylan ise 2014 yılında Kış Uykusu ile güldürmüştür Türk sinemasının yüzünü. Altın Palmiye’ye layık görülen ilk filmimiz “Yol” kabaca İmralı Yarı açık Cezaevinden izne çıkan beş mahkumu anlatır. Filmin başında cezaevi ortamı ve 12 Eylül döneminde Türkiye’nin atmosferi genel olarak aktarıldıktan sonra bu beş mahkûmun özel hayatları, beklentileri, sorunları, travmaları, özetle dramları ayrı ayrı ele alınır. Güney’in çoğu filminde olduğu gibi sorunsallaştırdığı konular, aktarmak ve izleyicide uyandırmak istediği düşünceler olabildiğince açıktır. Usta yönetmen Yol filminde de devlet, iktidar, töre, gelenek gibi normlarla yaşanan uyumsuzluğu ve bu uyumsuzluğun negatif etkilerini toplumsal gerçekçi bir üslupla eleştirmiştir. Seyit Ali (Tarık Akan), Mehmet Salih (Halil Ergün), Mevlüt (Hikmet Çelik), Yusuf (Tuncay Akça) ve Ömer
(Necmettin Çobanoğlu) filme konu olan beş mahkûmdur. Seyit Ali hapishanedeyken aldığı mektuplar aracılığıyla karısının kendisini aldattığını öğrenir. Hem kendi ailesi hem de karısının ailesi Seyit Ali’nin karısını öldürmesini beklemektedir. İzne çıktığında karısını sekiz aydır kapalı tutulduğu ahırda bulan Seyit Ali’nin içi, onu kendi elleriyle öldürmeye el vermez. Karısını sırtına alıp ahırdan ayrılan Seyit Ali, onu soğuk karlı dağlardan geçirirken vicdanı ile töreler arasında sıkı bir muhasebeye giriştikten sonra tabiatın acımasız ellerine bırakıp donarak ölüme mahkûm eder. Mehmet Salih birlikte yaptıkları bir soygun sırasında yaralanan kayınbiraderini bırakıp kaçmış ve ölümüne neden olmuştur. Bu sebeptendir ki tutkuyla âşık olduğu karısının ailesi tarafından korkaklıkla suçlanmakta ve onunla görüştürülmemektedir. Ailesini karşısına alıp kocasıyla beraber evi terk eden Mehmet Salih’in karısı töre kurbanı olmaktan kurtulamaz. Mevlüt ise nişanlıdır. Nişanlısıyla baş başa kalmak ister ama nişanlısının muhafazakâr ailesi onları yalnız bırakmamaya yemin etmiş gibilerdir. Mevlüt çareyi genelevlerde aramaya başlar. Yusuf karısının resmini göğsünde saklayan ve ona kavuşacağı anın hayaliyle yaşayan biridir. İzin kâğıdını kaybettiği için karısını göremeden, bir daha ne zaman bu kadar yaklaşacağını bile bilemeden tutuklanıp dört duvar arasına geri gönderilir. Son izinli mahkûm Ömer, cezaevine geri dönme-
41
meyi planlamaktadır. Köyüne vardığında jandarma bir evi sarmış, evin içindeki kaçakçıların teslim olmasını istemektedir. Kimsenin kafasını bile çıkaramadığı bu ortamda Ömer, bir an gözüne çarpan Gülbahar’a âşık olur. Kaçakçılardan biri olan ağabeyi vurulanlar arasındadır ve Ömer töreler gereği ölen ağabeyinin karısının kocasıdır artık. Gülbahar’a ve özgürlüğe kavuşma umudu kalmamıştır. Atını bilinmezliğe doğru sürer ve rüzgâr gibi uzaklaşır. Filmde eleştirilen kurum ve normları göz önünde bulundurulduğunda, filmin asıl sorunsalının özgürlük kavramı olduğunu kavramak zor değil. Karakterler adeta bir mahkûmiyetten bir diğerine gitmek için izin almışlardır. Devletin mahkûmiyetinden toplumun mahkûmiyetine… Fiilen ve fikren mahkûmiyet… Karakterlerin öyküleri, bu mahkumiyetin varoluşunu pekiştirmektedir. Başkalarının zorlamasıyla karısını öldüren Seyit Ali, yengesiyle evlenmek zorunda kalan Ömer, kocasının yanında olmak istediği için öldürülen Mehmet Salih’in karısı ve diğerleri… Devletin sıkıyönetimi, töreler, gelenekler, ataerkillik, cahiliyet ve askeri düzen de Güney’in eleştirisinden nasibini almıştır. Filmin genelinde erkeklerin toplum içerisindeki egemen konumunun, kadının hiçbir vasfının olmayışının Yılmaz Güney’i rahatsız eden konulardan biri olduğu gayet net anlaşılıyor. Kadının ölümüne bir erkek karar verirken, kadın kendi ölüm kararına bile itiraz edemez dahası, “erkeğinden ne gelirse” razıdır. ” Yılmaz Güney, ataerkil yapıdan rahatsızlığını, filmi tümüyle erkek sembolleri üzerine inşa ederek izleyicinin yüzüne vurur.
Yol Yılmaz Güney’in haykırışı, isyanı, baş kaldırısıdır. Toplumda yanlış gördüğü; insanı insan yapan nitelikleri engelleyen hiçbir şeyi taşlamaktan kaçınmamıştır. Bir röportajında Yol söylediği şu sözler, filmin başarısını anlamaya yetiyor: “Senaryo üzerinde çalışırken hayatımı gözden geçirdim, memleketimle hesaplaşmamı yaptım ve anlattığım bütün karakterleri çok sevdim. Bana insan nedir sorusu için kendimle yüzleşmemde aracı olmuşlardır.” . Senaryo yazım aşamasında böyle bir süzgeçten geçen filmin Altın Palmiye alması şaşırtıcı olmamalı. Senaryosu Yılmaz Güney’e ait olan filmin yönetmenliğini yapan Şerif Gören’den bahsetmemek haksızlık olur. Senaryodaki ayrıntı bolluğu anlatım dilini zenginleştirmiş, Şerif Gören’in bu zenginliğe kattığı görsel zenginlik (özellikle kar çekimlerindeki vuruculuk) Yol’u doruklara taşımıştır. Yol ile kazanılan Altın Palmiye mutluluğunu yaşayamayan jenerasyonun üzüntüsünü hafifletip bize yeni, taptaze bir Altın Palmiye mutluluğu daha yaşatan Nuri Bilge Ceylan ve filmi Kış Uykusu ise bir sonraki sayıya.
42
‘Belki gelmem gelemem’ Özge TUNCAY Bir şiiri anlamayı bir insanı anlamak kadar değerli görüyorsanız gece yağan yağmuru, bir bardak sıcak çayı ve en çok da Attila İlhan’ı seversiniz. “Belki Gelmem Gelemem” de usta şairin neredeyse çoğu şiirinde olduğu gibi gitmeyi sevdiklerinden
43
44 Neden Attila İlhan okuyunca kaplar gözlerimizi gece saçlılar. Gece saçlı ve yalnız adamlar. Genellikle geri dönmeyi bilmeyendir onlar. Bitirmeyi sevmeyen. Aşk onlarda hep yarım mı kalmış. Biraz da bu yüzden onlar tatlı, bu yüzden umarsız. En güzel anlarda koşup uzaklaşmışlar. Mutluluğa inanmadıkları için mi bu kaçışlar? Elbet bitecek demek için hayat ne yapmış olmalı bir yüreğe? Hangi gözyaşlarına itmeli? Nasıl bir yaşam sunmalı yaşıyla değil de hep yaşanmışlığıyla övünmüş, son gülüşte hapis kalmış o koca yüreğe? ‘Yanımda olmadın mı seni daha birçok seviyorum.’ Attila İlhan’ı anlamak için önce bazı adamlar anlaşılmalı. Düşleriyle yaşamayı daha çok seven adamları bilmek gerek. Onlar hep yitirmişler hayatta. Belki de istesek de bilemeyiz onları, bu yüzden devam etmek gerek Attila İlhan’ a… ‘Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor’ Onları sevgi, onları içlerinde inatla büyüttükleri kin, onları güzel bakmayı bilmemek öldürmüş olmalı. Bir bankı yuva yapmayı, bir evi ise hapis görmeleri yazdırmış onlara böyle şiirler, ya da bu yüzden seviyorlar Attila İlhan’ı yalnız adamlar. Şimdi durup da düşünün size ilk Attila İlhan şiirini kim okuttu. Belki ilk okuduğunuzda benim gibi anlam veremediniz bu durgunluğa. Düşen yüzünüzü pek de sevemediniz. Belki gelmem, gelemem, neden gelemezsin be adam? Nerde ya dediniz benim neşe dolu kahkahalarım. Hayat bu şekilde yaşanır mı ki? Haklısınız. Haklıyız. O kasvet açmış kalbe bir kurşun yarası, akmıyor kan, aksine doluyor kalbe vakur bakışlar. Zamanın yavaş aktığı
anlar daha değerliymiş, işte tam da o anlarda Attila İlhan dokunuyor omuza, gülüp az biraz yavaş diyor. ‘İçimde köpek gibi havlayan yalnızlığım’ Birlikte oturalım hep boş kalacak o banka. Geleceklerin asla dolduramayacakları o banka. Boş kalacak sonsuza kadar. Kim oturup değiştirmek istese, sadece bakacak bank, utanmayacak söylediklerinden, belki de gurur duyacak, nefretiyle birlikte ‘Ben değişemem’ diyecek ve ekleyecek “İstemem de zaten”. Tatlı bakacak size, doğrudur ama yalnızlığı sizden daha çok sevecek. Sizin yalnızlığınız nasıldır bilmem ama bazılarının yalnızlığı sokaklardaki düşmüşlük ve hep orada kalmışlıktan ibaret. ‘Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git.’ Kal demek ister mi ki gidene şiir? Biraz daha kalsan ya yanımda. Neden sevmez ki insan bu denli kendini? Neden hüznün tadı bu kadar mayhoş? Ya da ısrarla kalan olsanız da sevmeyecek mi sizi şu sözüm ona yalnızlar? Attila İlhan’ın da dediği gibi “Beş dakika bekle ve git. Bana belli olmaz çocuk. Belki gelmem, gelemem…” http://www.youtube.com/watch?v=Zey-uKd1mKg
45