zete
3
zete
01
Şehr-i Lale: istanbul Lale Festivali ve İstanbul Lalesi
02
Karanlıkta Diyalog – Görmek Her Şey Midir?
03
Teknolojinin Geldiği Son Nokta: Android Wear by Google
04
“Unutulan”:Modern Çağın Gerçek Bir Simgesi
05
Baharın En Güzel Müjdeleyicisi: Sakura
06
Türk Sineması’nın 100. Yılında Yeşilçam Ruhu Bebek’te
Genel Yayın Yönetmeni Ayşenur Tuncay Yazı İşleri Huriye Gül - Yasemin Badem Yazarlar Alber Koenka, Aşkın Nur Tiftik Burcu Rüya Oral Özge Tuncay
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Nurcan AKAD Hocamıza teşekkürlerimizle…
4
Şehr-i Lale: İstanbul Lale Festivali ve İstanbul Lalesi
5
6
Ayşenur TUNCAY Türk göçleri sırasında Orta Asya’dan Anadolu’ya; Osmanlı zamanında Kırım Yarımadası’ndan İstanbul’a; oradan da tüm Avrupa’ya yayılan, özellikle Doğu kültür ve mitolojilerinde ve edebi eserlerde adından sıkça söz edilen, bir döneme adını veren lale ve günümüzde İstanbullulara o dönemi tekrar yaşama fırsatı sunan “Anavatanına Dönen Sultan: Lale” sloganıyla yola çıkan Lale Festivali, önümüzdeki bir ay boyunca İstanbullularla buluşuyor
Lalelerle Bezenmiş Bir Başka İstanbul “Rengi narçiçeğine meyyaldir. Yapraklan bademi, birbirine müsavi, İnce ve ser-tiz olup tığları sülsani tığdır. Bün nebati ve haricen dahi perverde nebati. Fitilleri sarı, tohum hanesinden yüksek, rişteleri nebati, letafet, nezaket ve kavaid-i hüsn-ü behçet üzredir.” Defteri Lalezar-ı İstanbul 16. yüzyıla kadar yabani bir çiçek olan lale, taşralı olmaktan çıkıp şehirlerde, lalezarlarda yetiştirilen ve bir
döneme adını vermiş, zarafet sembolü haline gelmiş bir çiçeğe dönüşüyor. Osmanlı Lalesi ya da İstanbul Lalesi olarak anılan lale birçok sanatçıya ilham kaynağı oluyor. Toplumun üst kesimlerince saygınlık sembolü olarak kabul ediliyor ve genç kızların en değerli çeyizi konumuna geliyor. O kadar önemli bir sembol oluyor ki “lalezarilik” isimli bir iş kolu oluşuyor ve lale yetiştirmeyenler zevksiz olarak nitelendiriliyor. Bu çağ açmış kapatmış zarif çiçek bugün de ülkemizin sembolleri arasında ilk sıralardaki yerini almış durumda ve her yıl adına festival
7 düzenleniyor. Bu yıl 9’uncusu düzenlenen Uluslararası İstanbul Lale Festivali, 6 Nisan günü Emirgan Korusu’ndaki tarihi Beyaz Köşk bahçesindeki açılış töreniyle birçok yerli müzik grubu, ebru, cam üfleme sanatı ve ressamların performansları eşliğinde açılışını yaptı. Nisan ayı boyunca Lale Heykelleri Sergisi, Kronolojik Lale Festivalleri Fotoğraf Sergisi ve lale temalı ürünlerin satışı gibi birçok etkinliği içeren festivalin gözde mekânları Emirgan Korusu ve Kadıköy Göztepe 60.Yıl Parkı. Ayrıca festival boyunca gerçekleştirilecek etkinliklere İstanbul Lale Vakfı, Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi ve Cemal Reşit Rey Konser salonu da ev sahipliği yapacak. Uluslararası Lale Festivali çerçevesinde düzenlenen “En Güzel Lale Fotoğraf Yarışması” ödülleri ise 11 Mayıs günü Emirgan Korusu’nda düzenlenecek tören ile
sahiplerini bulacak. Festival kapsamında merakla beklenen etkinlikler ise “Kutsal Kelamın Taneleri” isimli Kaya ve Münevver Üçer Tezhip Sergisi ve “İstanbul Lale Kupası” ITF Uluslararası Kadın Tenis Turnuvası... Bir ay boyunca şehrin birçok noktasında lale temasıyla gerçekleştirilecek etkinliklerin yanı sıra şehrin dört bir yanına 5 milyon lira harcama yapılarak dikilen envai çeşit lale ile İstanbullulara Osmanlı zamanındaki Lale Devri atmosferini yeniden yaşama fırsatı sunuluyor. Özellikle Konya’nın Çumra ilçesinde ve İstanbul civarındaki köylerde yetiştirilen 211 çeşit, 20 milyon adet lale soğanı ile ilkbaharın güzelliğini yaşadığımız şu günlerde İstanbul bizlere rengârenk bir seyir keyfi yaşatıyor. Nisan ayı boyunca etrafı süsleyen laleler İstanbullulara zarafeti hissettiriyor.
8
9
10
11
12
13
14
Görmek her şey midir? Rüya ORAL Görme duyunuzu kullanmadan gerçekleştirdiğiniz bir İstanbul turu düşünün. Gözlerinizi kapatıp hiç açmadan İstanbul’u gezebilir misiniz? Hayır mı? Peki görme engelli insanlar nasıl geziyorlar hiç merak ettiniz mi? Ben ettim ve “Dialogue in the Dark” sayesinde bu deneyimi yaşadım. İşte bu deneyimden en etkileyici noktalar...
15
16
Belki bazılarınız izlemiştir, başrollerini Rachel McAdams ve Domhnall Gleeson’ın oynadığı 2013 yapımlı orijinal ismiyle “About Time - Zamanda Aşk” diye bir film çıkmıştı. Bu tür filmleri sevdiğim için hemen izlemiştim ve büyük bir hayal kırıklığıyla karşılaşmıştım. Bu filmle ilgili aklımda tek kalan şey başrolü oynayan iki sevgilinin karanlık bir ortamda yemek yerken
tanışmasıydı. Onlar bu organizasyona yeni birileriyle tanışmak için gitmişti sanırım ama benim için bu daha anlamlı bir olaydı. Oraya giden insanlar tamamen karanlık bir ortamda yemek yemeye çalışıp, birbirleriyle konuşmaya, birbirlerinin yüzlerini görmeden bahsedilen olayı anlamaya çalışıyorlardı. Sonra aklıma gelen tek şey benim de böyle bir deneyimim olması gerektiğiydi.
17
Birgün Gayrettepe metrosundan indiğimde “Dialogue in the Dark” yazılı bir logo gördüm, araştırdığımda bunun filmdekinden daha iyi bir organizasyon olduğunu öğrendim. Yaşadığımız kenti; İstanbul’u bir de görme engelli biri olarak keşfetme fırsatı veriliyordu insanlara. Fırsat demem yanlış anlaşılmasın; göremeyen arkadaşlarımız gibi hissedebilme, onları daha iyi anlayabilme ve daha kolay empati kurabilme fırsatı diyebilirim. Hemen biletler alındı ve gidildi. İlk olarak, görevliler yanımızda olup bize yük olacak eşyalarımızı güvenli bir dolaba koydu ve bu dolabın anahtarı bize teslim edildi. Her seansta en fazla on kişi olabileceğimiz ve orda neler yapacağımız, nelere dikkat
etmemiz gerektiği anlatıldı. Herkes karanlıkta yer zeminini, önündeki arkasındakiyle ne kadar mesafe olduğunu anlayabilsin diye birer değnek verildi. Daha sonra tek sıra halinde gerçekten kapkaranlık bir alana doğru ilerledik. Kapıdaki görevliler bizi, bize bu süreç boyunca rehber olacak görme engelli görevliye teslim etti. Gittikçe ışık azaldı ve biz ilerledikçe kayboldu, hepimiz bir aradaydık ama aslında hepimiz kendimizi kendi karanlığımızda bulduk. Herkes arkadaşıyla gelmişti oysa. Ama bir süre sonra onu kaybedince kimse kalmıyordu yanında, etrafındaki herkesin bir telaşı, bir koşuşturması varken sen tek başınaydın ver her yer karanlıktı. Bizi 1,5 saatlik küçük bir İstanbul turuna çıkarttılar.
18
Görmeden sadece duyarak ve dokunarak nerede olduğumuzu anlamaya çalıştık; sadece kuşların ve rüzgârın seslerini duyarak parklarda gezdik; ağaçlara dokunduk; İstiklal caddesinde hiçbir şey göremeden; ilk defa vitrinlere bakmadan tramvaya bindik; vapura binip sadece dalgaları, rüzgârı ve rehberimizin söylediği o güzel şarkıyı duyabildik, hissedebildik. En çok zorlandığımız an; arabaların arasından karşıdan karşıya geçmek oldu. O kargaşa, o korna sesleri… En önemlisi de biz dışardan daha güvenli bir yerdeydik, asıl korkutucu olan dışarısı, gerçek hayattı. Bu süreçte gruba yetişemeyen arkada kalanlar oldu, ben de bunlardan biriydim. Bir süre hiçbir yerden ses
gelmiyor, dokunduğun şeyler tanıdık gelmiyor ve korka korka ilerliyorsun, arkadaşını arayıp ona sesleniyorsun ki gelip kurtarsın seni, oysa göremeyen insanların yaşadığı hayatın ta kendisi bu ve onları kurtarabilecek tek kişi de kendileri. Neyse ki rehberimiz her birimizle teker teker ilgilendi geride kalanları tutup getirdi, teker teker sohbet etti. Buraya kadar yaklaşık 1 saat 15 dakika olmuştu ama bize bu yaşananlar o kadar kısa gelmişti ki. Sona doğru bir şeyler içip sohbet edebildiğimiz bir kafeye oturduk, çayı sipariş edebilmek, parayı anlayıp uzatabilmek, satıcıyla nerede olduğunu bilmeden konuşmak, oturmak, çayı içebilmek o kadar zor geldi ki... Bunlar bizim her gün defalarca yaptığımız şeyler oysa.
19
Rehberimizle sohbet ederken merak ettiğimiz soruların cevabını öğrenebildik. Örneğin en önemli sorun, göremeyen insanların karşıdan karşıya geçmesi ve beklediği otobüse binebilmesi... Bu durumda ybizim yapmamız gereken tek şey ise yardım isteyip istemediklerini sormak ve yardımcı olabilmek. Bunun ne kadar önemli olduğunu ancak aynı durumu yaşayarak öğrenebildim. Anladım ki çok geç kalmışım. Bir şeyleri yapmak için illa o duruma düşmeye gerek yokmuş aslında. İnsanları anlayabilmek onlara yardımcı olabilmek her şekilde mümkün, yeter ki biz dünyaya sadece gözlerimizi değil yüreğimizi de açabilelim. Kısacası “gözlerinizi kapatın, sezgilerinizi kullanın ve daha aydınlık bir dünyaya adım atın”.
20
Teknolojinin geldiği son nokta: Android Wear by Google Alber KOENKA Artık teknoloji nereye gidiyor diye sormaya son veriyorum. Teknoloji bir yere değil her yere gidiyor, her yere giriyor. Gelişen teknolojiler son yıllarda yeni cihazlar üretmektense hayatımızda sürekli kullandığımız ürünleri akıllandırma ve onları birer cihaza dönüştürme yoluna girmiş durumda. Modellerinin sonu gelmeyen akıllı telefonlar, akıllı gözlükler, akıllı araç sistemleri derken Google son bombasını geçtiğimiz ay patlattı ve işte karşımızda daha piyasaya sürülmemiş ve bir süre daha sürülmeyecek olsa da Android Wear by Google!..
21
22
Google’ın uzun süreden beri rakiplerinin önüne geçmek için giyilebilir teknolojiler üzerine çalıştığı herkes tarafından bilinmekteydi. Google Glass’ı tanıttığı sırada rakipleri kendilerinin de giyilebilir teknoloji ürünleri üzerine çalıştıklarını duyurmuş olsalar da bu adım da sonunda yine Google’dan geldi. Google son ürünün pazarlanmasında da Glass için izlediği ile benzer bir taktik uyguluyor. Ürün şu an için sadece Google’ın sitesi üzerinden ürün geliştiricilere veriliyor. Google belirli belgeler talep ettiği geliştiricilere ürünü gönderiyor. Bu sayede ürün için uygulamalar geliştirilmesini ve ürünün hatalarının seri üretime geçilmeden tespit edilip çözülmesini hedefliyor. Tabi ki bu durum giyilebilir teknolojiyi merak eden kullanıcıları bir pazarlama stratejisinin mağduru yapıyor, çünkü şu süreçte bize ancak ürünün tanıtım videolarını izleyip hayal kurmak kalıyor. Yine de üzülmeye gerek yok; benzer bir süreci tamamlayan ve yaklaşık iki yıllık developer satışının ardından 15 Nisan’da Amerika’da satışa çıkan Google Glass’ı hatırlarsak, akıllı saatimizin de iki yıl içinde bileğimizde olacağını düşünebiliriz. Akıllı saat insanın kulağına Glass kadar yenilikçi gelmiyor çünkü günümüzde piyasada Samsung Gear, İPhone uyumlu saatler zaten var ve bu da ürünün cazi-
besini belli oranda ortadan kaldırıyor. Ama Google bu, illa bir farkı vardır diye düşünmek istiyorum. Saatin sahip olduğu özelliklere bir göz atmak gerekirse; temel farkını yolun başında ortaya koyan Google; model bazlı bir ürün yerine (gear,iphone..) tüm Android işletim sistemleri ile uyum sağlayabilen bir cihaz yaratmış. Bu da İPhone ve Windows’un ne yapacağını merak etmemize neden oluyor. Tüketicilerin bu ürünlerden uzak durmalarının sebebi olan sınırlı fonksiyon gerçekleştirebilme engeli burada ortadan kalkıyor. Android Wear telefonumuzu saatimize taşıyor diyebiliriz. Rakiplerinin aksine telefonumuzdaki bütün uygulamaları saat üzerinde kullanabiliyor, bildirim alabiliyoruz. Aynı zamanda sms alıp yollayabiliyor, telefon görüşmelerimizi gerçekleştirebiliyoruz. Bütün uygulamaları kullanabiliyor olmamız bence giyilebilir teknolojinin bir gösteriş çabası olmasındansa fonksiyonel bir cihaza dönüşümünü ortaya koyuyor. Google’ın birçok telefonda kullandığımız Google Voice’unun da saate aktarıldığını ve sesinizi tanımlayarak kısa mesaj yazıp yollama veya arama yapabildiğini söylersek kimsenin şaşıracağını sanmıyorum. Siri ve Google Voice çekişmesi saatlere de sıçramak üzere gibi görünüyor.
23 Bunlara baktığımızda aslında hepimizin beklediği bir giyilebilir teknoloji ürününün, ihtiyaçlara cevap verecek bir ürünün yolda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü şu anda sunulan giyilebilir ürünlerin fonksiyonellikleri bence çok sınırlı ve tercih edilmelerini zorlaştıran miktardaydılar. Çoğu sadece kısa mesaj arama ve e-posta desteği verebiliyorlardı ve aynı zamanda tüketicilerin artık saatlerini de şarja takmaya biraz mesafeli yaklaştıkları söylenebilir. Aynı zamanda Glass için birçok gözlük tasarımcısı ile iletişimde olan ve Glass’ı tam bir gözlüğe döndürmek isteyen Google’ın Wear için de birçok ünlü saat markası ile kayış ve çerçeve tasarımı için iletişimde olduğu konuşuluyor. Android Wear, telefonu saate taşımanın dışında bence çok önemli bir noktayı da dikkate alarak geliştirilmiş. Uzun yıllardır toplumların obezite ile olan mücadeleleri; insanların sporla olan ilişkileri ve dünyadaki “sıfır beden” trendi de göz önüne alınmış durumda. Android Wear’ın herkesten farklı spesifikleşme noktası bize Nike ile Apple’ın ortaklaşa yaptığı akıllı spor ayakkabı aparat destekli uygulamalarını çağrıştırmıyor dersek yalan söylemiş oluruz. Android Wear gerçek zamanlı ve sizi
birebir takip eden bir spor deneyimi sunuyor. Sizin her türlü verinizi ölçerek nabzınızı dikkate alarak yaktığınız kalori miktarını gösteriyor ve hızınızı ayarlayabilmeniz için en doğru veriyi sunuyor. Bu önemli özelliklerinin yanında QR kodu desteklediğini, hava durumunu verdiğini ve akıllı bir navigasyonu sunduğunu da söylemeden geçmeyelim. Yeni navigasyon varış zamanınızı, yaklaşık yolunuzu ve beklediğiniz ulaşım aracını kaçırıp kaçırmadığınızı söylüyor. Bu özellikleri, navigasyon kullanımının zamanla bir yükselişe geçeceğinin de habercisi aslında. Şu an için net çıkış zamanı bile olmayan bu güzel hayal ürünü için Google, seneye gerçekleşecek olan Google I/O’ı işaret ediyor. Rekabetin giyilebilir teknolojiye kaymaya başladığı şu günlerde Apple’ın bir ses çıkarıp çıkarmayacağı Google’ın bu piyasadaki üstünlüğünü koruyup koruyamayacağı da akıllara takılıyor elbette. Tabloyu biraz daha net görmemiz için şu anda adına açıklama ve videolardan fazla bir şey olmayan Apple Watch’ın piyasaya çıkışını beklememiz gerekecek. Bekleyelim ve görelim...
24
‘Unutulan’: Modern çağın gerçek bir simgesi...
25
Özge TUNCAY Yazma işine derler ki bir sır. Çözülememiş en gizli hatırılar o cümlelere dağılmışlar. Öyle ki kum taneleri gibi, bilinmez sebebi... Sahibi de bilir mi ki? Cümleler amansızdır durmak bilmezler, bazen kolunuza girip devam ederler köhne bir sokakta bazen de sizin yerinize ağlayandırlar. Şu dünyada var mı ki böyle bir sır? Söyleyin bana... İşte usta kalem Oğuz Atay’ın çözülmeyi bekleyen bambaşka bir hikayesi ‘Unutulan’... Tek bir cevabı olmayan nice sorulardan biri gibi karşımızda.
26
‘’ Yalnızlığına iyi bak, sahip çık. Kaç kişinin emeği var onda kim bilir.’’ Oğuz Atay Bir yazar olsaydınız sever miydiniz sizler de yalnızlığı, sizi muhteşem yapanın bu olduğuna inanıp sarılır mıydınız sıkıca? Oğuz Atay edebiyatımıza kazandırdığı post modern öykülerle bu sorunun cevabını içtenlikle verdi aslında. “Her öykü bir yara senden, benden taşıyor içinde cam kırıkları... Sevilesi olması işte bu yüzden.” Oğuz Atay’ ın hikâyelerine şüphesiz pür dikkat bakılmalı çünkü onlar öyle kolay lokma değiller. Ele vermezler kendilerini, yoklanmaları şarttır ki bulunabilsinler saklandıkları yerden, ah o derin acılar...
kendisiyle giriştiği iç çatışmaları anlatır. Çoğu zaman sorgulayandır. Bu, bilmemekten ya da bir şeyler öğrenmeye çalışmaktan ileri gelmez. Aksine, kadın karakter, her şeyin bilinmez olarak kalmasını tercih eder. Sorular sorarken beklediği cevapsızlıktır. Böylece hikâyenin pek çok yerinde ya kendini aklayacak ya da sitemkar bir havayla durağanlığı sağlayacaktır. Aynı, öykünün tümüne yayılan ve modern insanı tanımlayan o kasvet yüklü insan tasviri gibi. Karakter yazarın mutsuz insanını anlatır. Yaşam burada durgun bir çizgi halinde devam eder. Karakter, bir şeyleri değiştiremeyendir. Sadece düşünüp pişman olan, yeri gelince de düşünmeyi bırakan, çaresiz, memnuniyetten başka bir çıkar yolu olmayan insan modeli.
UNUTULAN ‘’ Ne de olsa her birimizin bir tavan arası vardır, tozlanmış ama çürümemiş. ‘’ Oğuz Atay’ın bu hikâyesindeki kadın karakter,
Oğuz Atay bir ailenin insanda yarattığı etkileri inceler sonrasında. Karakterin anne ve babasının onun tüm yaşamına düşürdüğü gölgeyi, hikâyenin büyük bir kısmına yayar.
27 Karakter için anne ve babasının evliliği, şu an kafasında yarattığı evlilik tablosunun temelidir. Birbirlerini sevmedikleri halde devam etmiş olmalarına duyduğu, öfkeyle karışık bir şaşkınlık vardır. Belki de bu yüzdendir ki kadın karakter evlilikten pek de bir şey beklemeyendir. Onların bu hallerine yorumlar yaparken, onları ihmal edişi de gelir aklına. Bunun farkındadır fakat anlaşılan o ki bunu kabullenmek istemez. ‘’Unutmadım, unutmadım’’ diye yinelemesi bundandır. Mezarda dahi yan yana yatmak istemeyeceklerini söyler. Bu da belli ki içinden sökülüp atılamamış yaralardan. Her an her saniye onlar kadar ıstırap çekmiş, belki de onlardan daha çok üzülmüştür bu evliliğe. İlk evliliğine de gider aklı. Düşündükçe karamsarlaşır, ardından hiçbir şey hatırlayamadığını söyler. Şimdi yeniden evlidir nasıl olsa. Tahminlere göre, ilk evliliğinden sonra edindiği düşünülen sevgilisini ölü bir şekilde tavan arasında görür. Karakter apaçık bunun için de pişmandır. Onu da ihmal etmiştir, onu da bırakmıştır ama yediremez kendine bunu kabullenmeyi. Yaşam telaşı der bunun için; ‘’Bilseydim giderdim yanına’’ der ama nafile. Kendini kandırması için işe yaramayacaklarının ve bu inkârın bir kördüğüm gibi çözümsüz olduğunun o da farkındadır. ‘’Dikemediğim söküğünden yemişler kalbini hamam böcekleri’’ cümlesiyle aslında anlıyoruz ki o da kabulleniyor bu durumu. Onu unutmadığını ve unutmayacağını- anne ve babasında olduğu gibi- yineliyor. Son olarak kadın karakter yaşadıklarının bir iç konuşma olduğunu bitiriş cümleleriyle açık ederken bu, bizlere unutulamayan ve durmadan hatırlatılan eski sevgilideki sürekliliği anımsatıyor. Bizler biliyoruz ki öykü için söylenecek pek çok söz var. Ama bunlar yazarın bile nedenini kestiremediği şeyler belki de. Karakter kendine hatırlattığı sebeplerin aslında birer bahane olduklarını bilse de, gerçek onun kendine hatırlatamayacağı kadar ağır.
Bir intiharın, geçmiş çökük aile yaşantısının, bir türlü düzene girmeyen yıpratıcı evliliklerinin –bizler de farkındayız ki –kabullenilmesi zor. Hikâye bütünüyle bizlere bunu betimliyor. Her zihinde, her yaşanmışlıkta unutulanların oraya bilerek itildiğini, anımsanmalarının sadece can yakacağını, her daim insanın da unutmayı daha çok sevdiğini, bu öyküde bir kez daha görüyoruz. Kadın karakterin unuttuğu her şey, unutmayı başından beri seçtikleriydi. ‘’Unutulan’’ modern çağın, gerçek bir simgesi. Yaşam kargaşası, düşünmenin verdiği acı ve ne olursa olsun bizleri çaresizce unutmaya iten nedenler. Unutulan, sil baştan yaşamak isteyen, özgür günümüz insanı için birebir bir öykü. Ne de olsa her birimizin bir tavan arası var, tozlanmış ama çürümemiş...
28
Baharın en güzel müjdeleyicisi:
SAKURA
29
Aşkın Nur TİFTİK Sonbaharın yaz, kışın sonbahar gibi geçmesinin ardından nihayet nisan ayındayız. İlkbahar rengârenk çiçekleri ve sıcak havasıyla yüzünü gösterecek. Ancak Japonya’daysanız ve nisanın başlarındaysanız bahar sizi bambaşka bir güzellikle karşılar: Sakuralarla...
30
Sakuralar; Japoncada ‘’Kiraz Çiçeği’’ anlamına gelen, pembe ya da beyaz çiçek açan kiraz ağaçları... Diğer kiraz ağaçlarından farkı ise meyve vermemesi. Aslında pek çok insan adına ya da özelliklerine dair bilgi sahibi olmasa da bu ağaçları tanır. Uzak Doğu’nun tarihi filmlerinin çoğunda geçen bir sahne vardır: Yaşlı savaşçı ya da bilge öğretisini karşısındakine aktarırken içli Japon ezgisi eşliğinde etrafa beyaz ya da pembe küçük yapraklar dökülür. Müzikle uyum içinde çiçek döken kiraz ağaçları filmi izleyenlerin aklında ‘’Japon Ağacı’’ olarak yer edinir. 47 Ronin filminde bu sahnenin benzeri pek çok sahne görebilirsiniz. Doğanın sunduğu en estetik harika olan bu ağaçlar diğer Uzak Doğu ülkelerinde de yetişmesine rağmen Japonya’nın simgesi haline gelmiş durumda. Öyle ki mart ayının sonlarında Sakura Zensen’in gelişiyle yani Sakuraların çiçek açmasıyla Japonya’da festival başlar ve günlerce baharın gelişi bayram olarak kutlanır. Japonların bir ağacın çiçek vermesini kutlamaları ne kadar duyarlı bir millet olduklarının bir göstergesidir aslında. Bu dönemde Japonya dünyanın pek çok yerinden çok sayıda turisti ağırlar. Sadece Japonya’da değil ABD, Filipinler, Kanada ve Almanya’da da festivaller yapılır. Güzelliğin bir göstergesi olan Sakura filmlerde ve animelerde sıklıkla gösterilirken, şarkılara da konu olur. Japon halk şarkılarında da Sakura geçer. Kiraz çiçekleri günümüzün popüler şarkılarına da konu olmuştur.
Bunlardan beni en çok etkileyen Ikimono Gakari adlı grubun ‘’Sakura’’ şarkısıdır ve aşkı kiraz çiçeklerinin düşüşüyle anlatır. Sakura ağaçlarının bir diğer özelliği ise iki zıt kavramı birden simgelemesi. Kışın ardından çiçek açarak ilkbaharın gelişini müjdeler ve her sene yeniden çiçek açarak hayatı, başlangıcı simgelerler. Ancak Sakuralar yapraklarını en güzel hallerindeyken, çürümeden bir anda dökerler. Bu da ölümün varlığını ve aniliğini, her şeyin birden kaybolabileceğini anlatır. Özellikle Samuraylar için Sakuralar ölümü simgeler, kiraz çiçeklerinin düşüşünü gördüklerinde her an savaşta ölebileceklerini düşünürler. Öyle bir çiçek ki Sakura, hem ölümü hem yaşamı simgeliyor... Dünyanın farklı yerlerine gitmeyi seviyor, doğanın sunduğu güzellikler sizi çekiyorsa ve henüz Japonya’ya gitmediyseniz, Sakuraların pembe ve beyaz çiçekleriyle süslediği sokaklarda dolaşmak için gidilecek yerler listenizin en başına Japonya’yı yazmanızı tavsiye ederim. Ancak bunun için bu sene biraz geç kalmış olabilirsiniz çünkü Sakura ağaçları çiçek açtıktan sonra en fazla iki hafta içinde çiçeklerini döküyorlar. Yine de üzülmeyin hem hüznü hem sevinci bir arada hissettiren kiraz çiçekleri her sene mart ayının sonunda çiçek açmaya devam edecekler.
31
32
Türk Sineması’nın 100. Yılında Yeşilçam’ın ruhu Bebek’te... Yasemin BADEM Türk Sineması’nın 100. yılını kutladığı şu günlerde, Türk Sineması denince benim aklıma Yeşilçam, Yeşilçam dendiğinde ise nostalji kokan 45’lik gelir. Beyoğlu’nda doya doya yaşanan nostalji gecelerine artık Bebek’te yaşanan nostalji geceleri ekleniyor. Bebek 45’lik adına yakışır bir şekilde nostalji kokan bir davetle açılmış, çok da iyi olmuş
33
Herkesin duygularına, düşüncelerine hitap eden, toplumun yaşadığı olumsuz şartlardan uzaklaşmasına, biraz olsun rahatlamasına yardımcı olan Yeşilçam, sinemanın en güzel dönemlerinden birisidir bence. Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın aşkı kadar izleyene geçmiş, kendini iliklerimize kadar hissettirmiş bir aşk, Hababam Sınıfı’nın haylazlıklarına özenmeyen bir sınıf, Hulusi Kentmen’i dedesi gibi görmeyen bir çocuk var mıdır? Annemle izlediğim en güzel filmler Yeşilçam filmleriydi. Hepsini defalarca izler, sonra yine izlerdik. Bugün annemi bile şaşırtacak bir eski şarkılar repertuarımın olmasını ise içimdeki nostalji aşkına borçluyum sanırım. Biraz da antikayım galiba... Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan’ın filmlerini izleyip aşkı, Cici Kızlar izleyip koreografiyi öğrenen birisi olarak 45’liklerin yeri ayrıdır bende. Beyoğlu 45’likte kutlanan bir doğum gününü dünyanın en çılgın eğlencelerine tercih etmem de bundandır. Issız Adam’ı izledikten sonra herkeste oluşan o 45’lik aşkından farklıdır, derindir yani bendeki. 19 yıl önce Beyoğlu’nda doğan 45’liğin yeni bir kardeşi oldu geçtiğimiz günlerde. “Resimdeki Gözyaşları”na
bakarak hüzünlerimizi, “Seninle Bir Dakika”nın özlemiyle hatıralarımızı, bütün gücümüzle “Haykıracak Nefesim” diyerek aşklarımızı yeniden yaşadık ve yaşattık. Bu ruh İstanbul’a sığmadı ve sonunda Beyoğlu’ndan yükselen tınımız Ankara’dan ses verdi. 45’lik Ankara bir yıl önce Başkent’lilerle buluştu. Unutulanlar Ayla Dikmen’i dinledi, unutanları andı, aşık olanlar Ajda Pekkan’ın Hoş Gör Sen şarkısıyla aşklarını yaşadı. Ve şimdi artık Bebek’te. Fuat Akyol’un kurduğu, gazeteci Yavuz Oğhan, cemiyet hayatının ünlü isimlerinden Tolga Cinisli ve Sait Doğan’ın ortaklığı ile beraber Bebek’te boğaza karşı 10 Nisan akşamı Radyo D’nin demirbaşı Hakan Eren’in DJ’liğini yaptığı partiyle açıldı BEBEK 45’LİK. Ortaklardan olan ünlü işletmeci Sait Doğan’ın deneyimleriyle hislerimize tercüman olacak ve sabah yediden sabaha karşı dörde kadar 70’lerin ruhunu yaşatacak. Üstelik boğazın en güzel yerlerinden biri olan Bebek’te... Önünüzde uzanan boğazı izleyebileceğiniz, nostaljinin tadını çıkaracağınız bu mekân İstanbul’un antikalarını, antika severlerini bekliyor. İyi eğlenceler öyleyse…