B A H A R
DİJİTAL DERGİ
AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 07 | 2020.10 | DİJİTAL DERGİ
VITA ENVITA
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
02
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Aşk ve Sevgi Ali Şeriati
“Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır. Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir. Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez. Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer’ın deyişiyle: “Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin.” Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır. Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra “görüşüm-uzaklaşım”la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır. Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. “Öznel bir özcoşu”dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.”
03
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ANKARA BAHAR S.07 | 2020.10
04
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Ligeia – Edgar Allan Poe
“Ligeia ile nerede, ne zaman ve nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Galiba Almanya’da Rhine yakınlarındaki büyük ve eski bir kentte tanışmıştık. Ancak bu uzun bir zaman öncesiydi ve hafızamın da çok iyi olmadığını söylemeliyim. Tanışmamızın ilk günlerinde bana çok köklü bir aileden geldiğini söylemişti. Birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca aile ismini asla öğrenemedim. Başlangıçta sadece arkadaşım, sonra çalışmalarımda yardımcım ve en sonunda da eşim olan bu kadının aile ismini neden mi keşfedemedim? Belki öğrenmemi istemedi, belki de ben hatırlamıyorum. Ligeia uzun ve inceydi. Son günlerinde ise çok zayıfladı. Onun sessiz ve soylu biçimde hareket edişini ya da adımlarının yumuşaklığını nasıl tarif edebilirim ki? Çalışma odama geldiğini ancak sesini duyduğumda ya da beyaz elleriyle omzuma dokunduğunda anlardım.”
05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ARS LONGA RÖPORTAJ
İÇİNDEKİLER
DOSTOYEVSKI’NIN BUDALASI ÜZERINE HERMANN HESSE ÇEVIREN: BAŞAK KORAMAZ
DUR DE!
YAŞAMAYAN VE YAŞATMAYAN ŞEHIR KANUNNAMESI ZELIHA B. CENKCI
06
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
KENDİNİ TUTAMAYAN SLAVOJ ŽIŽEK ABDULHALIM KARAOSMANOĞLU
KIRMIZI BALON PERÇEM UĞUR
KALBIN ATLANTIS’I ERTÜRK DEMIREL
ALI YILMAZ
GENÇ KIZ BJÖRK & TIMOTHY MORTON MEKTUPLAŞMASI ÇEVIRI: EDA YETIM
07
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
KÜNYE
K Ü LT Ü R S A N A T V D . D İ J İ TA L D E R G İ S. 0 7 SAHİBİ: Bahar EDİTÖR: Abdulhalim Karaosmanoğlu TASARIM: Oktay Ay KAPAK GÖRSELİ: Lustige Sprüche – Komm mit mir ADRES: Meşrutiyet Cad. Konur II Sokak 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] 06420 Ankara İLETİŞİM: +90 505 056 57 00 KATKI SAĞLAMAK İÇİN: baharbar2017@gmail.com
08
İstemedim, hiçbir şey söylemek istemedim sana. Gözlerinde iki çılgın ağaç gördüm, gülüşten, esintiden, altından iki ağaç. Kımıldanıp duruyorlardı, istemedim. Sana hiçbir şey söylemek istemedim.
FEDERICO GARCIA LORCA
KATISTORTP
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
09
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
EST ETIAM 010
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
M INNOVO 011
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ARS LONGA
TÜ KE M TIM ÜZ V IK E
Röportaj: Abdulhalim Karaosmanoğlu
012
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
GÜNLERIN ESKISI H A YA L E T R A D Y O [
[ 2020 İnsanların sevdikleri şarkının bile tamamını dinleyemediği bir dünyada, şarkıları atlamamak için skip tuşuna basmayacak kadar nahif bir müzisyen olan Ali Sinan Çulhaoğlu ile yeni teklileri, müzik dergileri ve elbette karantina hakkında konuşuyoruz…
Ars Longa ile ilk tanışmam 2007 yılında lisans öğrencisiyken Rolling Stone dergisi işbirliği ile hazırlanan “Türkiye’den Alternatif Rock” albümünü müjdeleyen promo single’ı edinmemle başlamıştı. Elbette single ile yetinmeyip albümü de bulmuş, huşu içinde dinlemiştim. O dönem bağımsız müziğin yeni yeni açılım yaptığı bir dönemdi ve çölde vaha etkisi yaratmıştı. Bu noktadan hareketle iki sorum olacak: Birincisi kuramsal açıdan değil ama bir müzisyen için “alternatif müzik” ne demek ve neden böyle bir kategori oluşmuş hep merak ederim. Bir de son dönemde benim de kullanmayı sevdiğim “Üçüncü Yeni Ekolü” başlığı var. Siz bu başlıkların neresinde yer alıyorsunuz? Sanırım müziğin bir meta olarak sunumunda, sektörün söyleyecek bir son sözü, bir tahakkümü oluyor. Tüketilmesi için piyasaya sunulan müziğin belirli kalıplarda ve standartlarda olması şirketlerin işine geliyor olsa gerek. Bu kalıpların dışına çıkan işlere de ‘’alternatif’’ deniyor ki bunların ‘’ana dalga’’dan daha popüler olmasına, ben kendi yaşamımda heavy metal, grunge, brit-pop ve yerelde ‘’üçüncü yeni’’ gibi tecrübelerde şahit oldum. Ars Longa’yı da alternatif müzik olarak görüyorum. İkinci paralel soru, adı geçen Rolling Stone gibi, bugün var olan ya da olmayan müzik dergileri, sizin için ne anlam ifade ediyor? Entelektüel birikiminize katkı sağladığını düşünüyor musunuz? Bunu müzik yayıncılığı da yapmaya çalışan dergimiz adına büyük bir merakla soruyorum… Müzik dergileri çocukluğumdan itibaren hayatımda önemli bir yer tuttu. Blue Jean’in sıkı bir takipçisiydim. Ergenliğimle birlikte Roll başucu dergim oldu, ha çıktı ha çıkıyor diye her gün gazeteciye giderdim. Bana katkısı büyüktür, bir sürü ismi Roll’la tanıdım, sevdiğim sanatçıların müzikten bahsedişi bana ilham verdi. Rolling Stone zaten benim yaptığım çevirilerle çıkıyordu :) Bahar’ı söyleşi teklifiniz sonrası keşfettim. Sizinki, Ars Longa’ya iki yıldır gelen ilk söyleşi teklifiydi ve bu kadar iyi bir dergiden geldiği için açıkçası gurur duydum.
013
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Bu söyleşi bizim için de bir gurur kaynağı. Bu sayede Rolling Stone’da çeviriler yaptığınızı öğrenmiş olduk. Belki bizim dergimiz için de katkı sunarsınız heheh :) Bu arada üzücü biçimde şunu fark ettim: İsmi geçen dergilerin hiçbiri artık çıkmıyor. Bir tek Blue Jean yola devam ediyor ama o da K-Pop kapaklarıyla çıkabiliyor ancak. NME ve Q gibi dergiler ise birer birer kapanıyor…
O kadar haklısınız ki… Ama burada yanlış anlaşılmanızın önüne geçmek isterim. Siz, kendini kraliçe ilan eden, bir çantaya binlerce dolar verip, karantinada “geçinemiyoruz” diye ağlayan popçuları kastediyorsunuzdur. Oysa ki madalyonun diğer yüzünde, yeterince ünlü olmadığı için müzisyen sayılmayan yüze yakın insan intihar etti…
Evet, dijital çağ, müzik gazeteciliğini bitirdi biraz. Zaten sanatçılara dair her şey, ama her şey, internette. Bir şey söyleyecekleri zaman da kendileri sosyal medyadan söylüyorlar. Konserler zaten hemen YouTube’a düşüyor. Bu aşırı teşhir işin büyüsünü biraz öldürüyor maalesef.
Aslında daha çok, ilerici, aydınlanmış, hümanist geçinip, daha ilk fırsatta militarist, milliyetçi veya konformist cerahatini ortaya saçanları kastediyorum. Müzisyen olması bir insanı iyi veya doğru yapmıyor maalesef. Kendimi de ayrı tutmuyorum. Hepimiz bataktayız, bari yıldızlara bakalım, diyorum.
[ DİJİ TAL
Eskiden tipini hiç bilmeden dinlediğim müzisyenler vardı. Ya da işte dediğiniz dergilerden methini duyup deli gibi dinlemek istediğim ama müziğine hiçbir şekilde ulaşımımın olmadığı gruplar.
Ars Longa, gökkuşağından renkler barındıran bir topluluk. Sektörde var olmaya çalışırken, hiç bu nedenle zorluklar yaşadığınız oldu mu? Camdan tavan gibi engellemelerle karşılaştınız mı?
Ya bu arada, Q’nun fiyatı neredeyse asgari ücret kadardı :P Tunalı Hilmi’de yabancı dergi satan dükkanda yeni Q sayısına, lokanta vitrinindeki tavuklara bakıp geviş getiren Sezercik gibi bakardım, hahaha.
Evet, grubun değişen kadroları içinde oldukça renkli kişilikler olageldi ama bu yüzden bir engelleme ile karşılaştığımızı ben hissetmedim. Zaten en büyük yıldızlarının neredeyse hepsi gökkuşağından renkler barındıran bir ülkeyiz.
Bu dönemde müzik sektörüne yönelik üstü iyi niyet örtüsü ile kapatılmış bir saldırı gerçekleşti. Bir çok mekan kapanırken, müzisyenler de oldukça zor bir dönem geçirmekteler. Sizin karantina süreciniz nasıl geçti? Şarkılarınızdaki iyimserliğinizi koruyabiliyor musunuz? Anladığım kadarıyla devlet aygıtı herkesi tek tipleştirmek, aptallaştırmak ve böylelikle rahatça yönetmek istiyor. İnsana başka bir dünyanın mümkün olabileceği hayalini kurduran güzel sanatlara yapılan bu saldırılar da, özellikle siyasal İslam cenahından geldiğinde, şaşırtıcı değil. Yerli müzisyenler de birazcık zor bir dönemden geçiversinler bence, belki böylece diğer mazlumların acılarını da sahiplenmeyi öğrenirler.
014
[ TEK TİP
Bu sayımızda Björk’ün de bir röportajı yer alıyor. Kendisi müziğin kolayca erişilebilen bir şey olmasına karşı çıkarak, stream servislerine uzun süre direnmişti. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? Msn kullandığımız dönemde :) My Space sayfanız vardı, peki ya şimdi? Haha, Björk, seni deli karı! Müziğe artık biraz fazla kolay ulaştığımızı ben de düşünüyorum. Dahası, sosyal medyada yaşadığımız katarsislerin, esasında sanata ait olan ve çok daha zenginleştirici, çok daha uzun soluklu tatminler yaşatan bir tecrübenin yerini aldığına inanıyorum. O yüzden müzik eserlerine elimden geldiğince saygıyla yaklaşıp skip tuşuna basmamaya gayret ediyorum.
DEĞİŞİM VE
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
015
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Grubun sound’unda her ne kadar Batı, merkezi öneme sahip olsa da, vokalde aslında bir yerellik, bir taşra dokusu da olabiliyor. Coğrafyamızın müzikal birikiminden de beslendiğinizi söyleyebilir miyiz? Eğer öyle ise, öne çıkan isimler var mı? Evet, tınımız kesinlikle batı merkezli, zaten rock müzikte başka bir şansımız olamazdı galiba :) Bu tınının içinde, melodik olarak yerel tınlayan cümle veya tavırlarda etkilenimimiz dolaylı ya da doğrudan bir şekilde elbette Gomidas Vartabed’dir. Armonik olarak da Ohannes Tunçboyacıyan ve Onur Özdemir hayranlık duyduğum isimler. Ars Longa müzikalitesi çok yüksek olmasına rağmen Türkiye ölçeğinde ‘underrated’ kalan bir grup. Bunun halkla ilişkiler çalışmalarıyla ilgisi var mı, yoksa tercih ettiğiniz bir şey mi? Daha doğrusu sizin için ideal bir dinleyici kitlesi var mı? Öncelikle teşekkürler. Müzikalitemizin yüksek olduğunu ben de düşünüyorum. Herhalde hiçbir müzisyen “underrated’’ olmayı tercih etmez, ama etik ve estetik tercihlerimiz, biraz da belli başlı eksikliklerimiz sonucu ortaya böyle bir durum çıkmış olabilir. Konser vererek ülkeyi gezememek; grubun, beraber çalıştığım müzisyen arkadaşlarım için bir gelir kapısı olamaması; bunlar beni üzen şeyler. Yine de “az ve öz’’ dinleyicimiz olması fena değil. Hepiniz müzik konusunda akademik eğitime sahipsiniz. Peki müzik dışında bir şey yapıyor musunuz? Çünkü karantina süreci hepimiz için maddi kayıplara gebe… Ben üniversite yıllarımdan beri çeviri yapıyorum. Baba mesleği olduğundan mıdır nedir, iyi yapıyorum, oradan bir gelirim var. İşlerin sarpa sardığı anlarda da annemin desteği hiç eksik olmaz. Ars Longa neredeyse hiçbir zaman konserden para kazanmadığı için karantina sürecinde de bir kaybı olmadı.
016
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Istanbul’da zamanınız en çok nerelerde geçiyor? Evde çok vakit geçiririm. Havuzdan çıkmam, hep yüzerim. Tatavla’da yaşıyorum, mahallemizde dolanmayı çok seviyorum. Ara sıra Maçka Parkı’na ya da İTÜ Maçka Kampüsü’ne pikniğe iniyoruz. Yaşlı bir teyze gibi cevap yazdığım için üzgünüm, ama böyle işte :) Gece hayatıyla çok aram yok. Anahit Sahne çok büyük bir şanstı, onun kapanmasına yanıyorum. Müzik çalarınızda bizi çok şaşırtacak bir isim var mı? Malesef :( TSM sevmiyorum, arabeskten ve fantazi poptan nefret ediyorum. Herhalde klasik müzik dinliyor olmam da kimseyi şaşırtmayacaktır. Ve son olarak, bize biraz umut verin: “Deli Yaz” single’ı yeni albümün müjdecisi mi? Eğer öyle ise yeni albümde ne gibi yenilikler olacak? Albüm, benim için de hala bir müzisyenin sanatını ortaya koyması gereken vasıta. Ama çok büyük emek isteyen bir iş ve ne yazık ki şu anda gözüm hiç kesmiyor. Muhtemelen kısa aralıklarla single yayınlamaya devam edeceğiz. Sabırsızlıkla bekliyor olacağız. Sizin de dört gözle beklediğiniz bir albüm var mı? Bu söyleşiyi yaptığımız sırada Fleet Foxes’ın yeni albüm haberini aldım, çok mutlu oldum. Frusciante’nin dönüşü sonrası RHCP’nin ne yapacağını merak ediyorum. Radiohead de son bir tane daha patlatır diye umuyorum.
Ars Longa’ya yoğun tempoları içerisinde bize ayırdıkları vakit için teşekkür eder, yollarının açık olmasını içtenlikle temenni ederiz...
017
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
F.Y.DOST 018
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
DOSTOYEVSKI’NIN BUDALASI ÜZERINE Hermann Hesse
TOYEVSKI Almanca Aslından Çeviren: Başak Koramaz
019
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
FİKİR VE DÜŞÜNCE [
[ 1868
Dostoyevski’nin Budalası, Prens Leo Mishkin genellikle İsa’ya benzetilir. Bunu yapmak çok kolaydır. Düşünmeyi yaşamdan ayırmayan ve böylece kendisini çevreden izole eden ve herkesin düşmanı haline gelen, büyülü gerçeklerden birinin dokunduğu herkes İsa’yla karşılaştırılabilir. Fakat bana İsa ve Mişkin arasındaki karşılaştırma çok doğru gelmiyor. Yine de bir karakteristik bana İsa’yı hatırlatıyor o da Mişkin’in ürkek iffeti. Üzeri örtülmüş seks ve üreme korkusu.
duğumda; gözümde ilk canlanan İsa’nın çarmıha geriliş anı, İsa’nın ıssız boşluğu ya da mucizeler yaratan İsa değil; daha çok eli kulağındaki ölüm ve daha üst bir varoluşa doğru ilerlemenin eşiğinde olmak nedeniyle ruhu paramparça olmuş bir halde o Gethsemane bahçesinde yalnızlığın son kadehini tattığı anlar geliyor.
Oldukça garip bir şekilde, Mişkin ve İsa arasındaki karşılaştırmaya kısmen sempatiyle baksam da, -ben de bu iki resmi birbiriyle bağlantılı görüyorum. Bir gün “budala” hakkında düşünürken fark ettim ki; onunla ilgili ilk izlenimim açıkçası pek önemsiz…Aklımda ilk çakan görüntü kendi içinde çok da anlam ifade etmeyen ikincil bir şey. Savior (Kurtarıcı) hakkında düşündüğüm şey de tam da aynısı.
Ve İsa çok çocukça bir ihtiyaçla, son bir dokunuş, ufacık bir sıcaklık ve insani temas umuduyla müritlerine bakınır. Ama müritleri uyuyor! Hepsi birlikte, değerli Peter, yakışıklı John, İsa’nın hem de isteyerek ve sevgi dolu bir tavırla tekrar tekrar kendini adadığı bütün bu insanlar, fikirlerini paylaştığı -sanki anlayabilirlermiş gibi, sanki olağan gerçeklikte bu fikirler diğer insanlara anlatılabilirmiş gibi, insanlarda bu fikirler için biraz da olsa bir titreşim uyandırmak için, bir şeyleri kavramaya benzer bir şey oluşturmak için, yakın bir ilişki kurabilmek için…
Ne zaman bir çağrışım İsa’nın görüntüsünü aklıma getirse veya İsa’nın adını duy-
Ve şimdi bu şiddetli ızdırap anında, bir umutla yol arkadaşlarına dönüyor ve elin-
020
DO YEN ST ID OY EN EV SK I
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
de olanlar sadece- ki şu an oldukça açık ve tam bir insandır, öyle ki acı çekenlere her zamankinden daha yakın, aptalca bir kelime veya yarım yamalak arkadaşça bir gülümsemede ferahlık buluyor, ama hayır burada değiller, uyuyorlar, horluyorlar. Bu korkunç an, nasıl olduğunu bilmiyorum, çok genç yaşlarımdan beri beynimde yer etmiştir. Ve daha önce de söylediğim gibi, İsa’yı düşündüğümde her zaman hiç şaşmadan aklımda İsa’nın bu görüntüsü oluşuyor. Mişkin’in durumunda da buna benzer bir şey var. Onu yani “budala”yı düşündüğümde, benzer şekilde yine aslında önemsiz bir an geliyor aklıma…Tamamen yalıtılmışlık ve trajik yalnızlıkla dolu bir an. Sahne Lebedevlerin evinde Pavlosk’ta bir akşamüstünde geçiyor. Prens’in epileptik nöbetlerinin üzerinden birkaç güç geçmiş ve halen üzerindeki etkisini atmaya çalışırken, bütün bir Yepanchin ailesi tarafından ziyaret ediliyor. Bu neşeli ve şık olduğu kadar içe dönük çevre genç devrimcileri ve nihilistleri kendine çekiyordu.
021
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Peki bu durum nasıl sona erecek? Heyecanla yaptığı küçük hatalara rağmen, tam da kendi meşrebine uygun davranışlar
022
sergileyen, dayanılmaz olanı gülümsemeyle karşılayan, en utanmaz konuşmaları kendisinden ödün vermek pahasına cevaplayan, her bir hatayı üstüne alarak ve kendisinde olan bütün hataları didikleyen Mişkin’le bitecek. Tüm bu süreçte yaptığı en büyük yanlış nedir bilir misiniz? Tamamen başarısız olmasının sebebi bir tarafa karşı diğerini, yaşlıya karşı genci tutmasından değil. Her iki taraftan da kovulmuştur, her iki taraftan da!
ROGOZHIN II
Geveze Ippolit, sözde Pavlischev’in Oğlu, boxer ve diğerleri içeriye daldıklarında her zaman soğuk ve rahatsız edici olan bu sahne, kısıtlı ve yanlış yönlendirilmiş genç insanların çok sert ve çıplak bir şekilde sanki aşırı aydınlatılmış bir sahnede açıklığa kavuşmuş, ettikleri her bir kelime okuyucu üzerinde çift katlı bir acı uyandırmaktadır; sebebiyse iyi Mişkin üzerindeki etkisi ve sonra da konuşanın maskesini düşürmesidir – bu çok ilginç, unutulmaz, roman içinde çok da önemsenmeyen bir pasaj bahsettiğim. Toplumun bir tarafında elegan ve dünyevi insanlar; zengin, kutsal, muhafazakar öteki tarafta ise isyan etmekten başka bir şey bilmeyen, merhametsiz, geleneklere düşman, gaddar gençlik, zalim, çapkın, sefahat düşkünü vahşi insanlar…İşte tam da bu iki kamp arasında kalmış Prens; yalnız, terk edilmiş, her iki taraftan da eleştirel bir gözle süzülüyor.
Herkes, her şey ona arkasını dönmüştür, herkesin ayağına basmıştır; öyle ki bir an için yılların zıt kutupları tamamen silinir ve aralarında en saf(!) olana karşı hep birlikte sırtlarını dönerler. Peki “budala”yı diğer insanların dünyasında bulunmakta imkansız kılan nedir? Neredeyse herkes onun kibarlığını sempatik bulur hatta örnek gösterir, fakat bir tür sevgi beslemelerine karşı neden kimse onu anlamamaktadır. Onu, bu sihirli adamı; diğerlerinden yani sıradan insanlardan ayıran nedir? Diğerleri onu reddetmekte
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
niçin haklıdır? Ve bu neden kaçınılmaz olarak böyledir? Neden işler tam da İsa’ya da olduğu gibi; tüm dünya bir yana müritler tarafından da terkedilmekle sonuçlanmalı? Bunun sebebi “Budala”nın fikir ve düşünce tarzının diğerleriyle aynı olmamasından kaynaklıdır. Daha az mantık çerçevesinde veya daha çocukça, çağrışımsal düşündüğü için değil. Onun düşünce biçimini ben büyülü olarak nitelendiriyorum. Bu kibar budala tümüyle hayatı, insanların düşünme ve hissetme türlerini (biçimlerini) dünyayı ve diğer insanların realitelerini reddeder. Onun gerçekliği diğerlerinin gerçekliğinden farklıdır. Diğerlerinin gördüğü gerçek onun için bir gölge olmaktan başka bir şey değildir ve bu görme ve tamamen yeni bir gerçekliği talep etme, onu diğerlerinin düşmanı kılmıştır.
DOĞA VE
Aradaki fark diğerlerinin paraya, güce, aileye, devlete vb. değerlere kıymet verip, onun vermemesi değildir. Onun ruhani olanı temsil edip, diğerlerinin etmemesi değildir. Mesele bu değildir. “Budala” için de maddi dünya vardır, bu türden maddi şeylerin önemini bilir, - her ne kadar onları daha az ciddiye alsa da… Öte yandan talebi Asketik bir Hindu gibi kendi içinde bir ruha sahip olup sadece onun gerçekliğinden emin olma ve maddi dünyanın gerçekliğini öldürmek de değildir. Doğanın ve ruhun karşılıklılığı, bunların zorunlu etkileşimi hakkında Mişkin diğerleriyle aynı görüşe sahipti. Fakat diğerleri için birlikte varolma, her iki dünyanın da eşit geçerliliği bir prensipten veya ideadan ibarettir. Fakat Mişkin için bunlar hayat ve gerçekliktir. Tam olarak anlatabilmek için daha farklı bir şekilde açıklayalım. Mişkin’in diğerlerinden farklı olma sebebi hem bir budala hem de bir epileptik olarak aynı zamanda oldukça zeki bir insandır. Başkalarına kıyasla bilinçaltıyla çok daha doğrudan bir bağ kurar. Ona göre en ulvi deneyim yüce kavrayış ve alma yeteneğinin yarım yamalak deneyimlenmesi ve yaşadığını daha önce yaşadığına dair bir iç görü.
RUH
[
Küçük bir anda da olsa, her şeyi yapabilme, her şeyle empati kurabilme, her şeyi
023
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
yapabilme, her şeye karşı sevgi duyabilme ve dünyada olan her şeyi anlama ve kabul etme kabiliyeti. İşte Mişkin’in özü tam da burada yatıyor. Büyü veya mistik erdemi elde etmek için çalışmamıştır Mişkin, onu okumamış onlara özenmemiştir, fakat sadece bu büyüyü (çok nadir anlarda elbette!) gerçekten deneyimlemiştir.
ondan oldukça korkar. “Budala” bazen her fikrin ve karşıtının doğru kabul edildiği sınır çizgisine çok yakındır.
Sadece garip ve büyülü düşüncelere sahip olmakla kalmamıştır fakat her şeyin kabul edildiği büyülü eşiğin köşesinde durmuştur, orası ki her uzun erimli fikrin doğru olduğu fakat aynı zamanda karşıtının da doğru olduğu eşiktir. Bu adamla ilgili diğerlerini haklı bir biçimde ürküten şey budur. Oysa ne tam anlamıyla yalnızdır ne de bütün dünya ona karşıdır.
Bir kutba yerleşmek, dünyanın görülüp düzenlendiği bir pozisyon almak… Bunlar her düzenin, her kültürün, her toplumun ve ahlaksallığın birinci prensibidir.
Hala onu duygusal olarak anlayan çok şüpheli ve tehditkar birkaç insan vardır: Rogozhin ve Nastasya. Kriminal insanlar ve histerikler tarafından da anlaşılmaktadır. Ah o masum, kibar çocuk! Fakat bu kibar çocuk Allah tarafından çok da yumuşak, kibar olarak görülmemektedir. Masumiyeti hiçbir şekilde zararsız değildir ve insanlar
024
Yani öyle bir sezgisi vardır ki; hiçbir fikir, hiçbir kanun, hiçbir karakter veya hiçbir düzenin bulunmasına cevaz vermez; her kutup için bir zıt kutup vardır.
Her kim ki sadece bir an için ruh ile doğanın, iyi ile kötünün birbirinin yerine geçebileceğini hissederse, işte o tüm düzen formlarının en büyük düşmanıdır. Çünkü bu noktada düzen sürekli yer değiştirmekte ve kaos başlamaktadır. Bu şekilde düşünmek bilinçaltı alana ve kaosa götürür, her türlü insani organizasyonu sonlandırır. (Bir konuşmada birisi “budala”ya sadece gerçeği söylediğini, başka bir şey olmadığını ve bunun acınası olduğunu belirtir.) Ki öyledir de. Her şey doğru, her şeye evet denilebilir. Ama dünyaya düzen getirebil-
mek için, hedeflere ulaşabilmek için, doğru kanunları yapabilmek için, toplum, organizasyon, kültür, ahlaksallık için hayır’ın evet’e eklenmesi gerekir. Dünya iki kutba ayrılmalıdır; iyi ve kötü. İlk hayır, ilk kısıtlama ne kadar buyrultusal, gaddar olsa da; kanun haline geldiği an çok yüce bir hale dönüşür ve bir bakış açısı ve düzen haline gelir. İnsanlık kültürünün gözünde en yüksek gerçeklik, dünyayı aydınlık-karanlık, iyi-kötü, izin verilebilir-yasaklı olarak ikiye ayırmaktır. Fakat Mişkin için en yüksek gerçeklik bütün konulmuş kuralların tersine çevrilebilir olmasıdır. Her iki kutbun da varolabilmesini sağlayan bir eşit ölçüm, adalet mekanizması. “Budala” böylece kendi mantıki sonuçlarına göre, bilinçaltının matriarşisine götürür ve kültürü yok eder. O kanun tablosunu kırmaz, kanunları ters çevirir ve kanunların karşıtını arka tarafa yazar. Bu düzden düşmanının, bu korkunç muhribin bir suçlu olarak değil, çocukluk ve zararla dolu, utangaç, sevimli bir kişi, iyi kalpli, bencil olmayan yardımsever bir adam olarak görülmesi bu korkunç kitabın sırrıdır.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Çok derin bir algı sayesinde Dostoyevksi bu adamı hasta biri ve bir epileptik olarak tasvir etti. Yeni, korkunç ve belirsiz geleceğin tüm temsilcileri, sezgisel bir kaosun tüm habercileri Dostoyevski’de hasta, şüpheli ve aşırı yüklenmiş tiplerdir. Rogozhin, Nastasya ve sonra diğer dört Karamazovlar. Her biri raydan çıkmış son derece garip figürler olarak temsil edilir, fakat öyle bir şekilde ki bu raydan çıkma ve akıl hastalığı için (Asyalıların delilere borçlu olduklarına inandıkları) kutsal huşudan bir şeyler hissedebiliriz. Dikkat çekici ve ilginç, önemli ve öldürücü olan, Rusya’nın bir yerlerinde 1850 ve 1860’larda epileptik bir dâhinin bu hayalleri ve figürleri kurmuş olması değil; ilginç olan bu kitapların üç on yılda Avrupalı gençler arasında gitgide kehanetvari hale gelmesidir. İlginç olan Dostoyevski’deki bu kriminal yüzlere, histeriklere ve aptallara, diğer ünlü romanlardaki aptallara ve kriminallere baktığımızdan farklı bir gözle bakıyoruz. Onları öylesine anlıyor ve seviyoruz ki kendimizde ona benzer bir şeyler buluyoruz. Bunlar ezkaza veya Dostoyevski’nin işleri-
ne dışsal, edebi öğelerden kaynaklanmıyor. Davranışları ne kadar can sıkıcı olsa da psikolojik bilinçaltıyla oldukça gelişkin bir bağ kurduğu gerçektir. Dostoyevski’nin bu eserinin iç görü ya da yalnızca aslen bilinebilir bir dünyanın artistik bir temsili olmadığını biliyoruz. Daha çok bunu bir kehanet, çözümden önce bir aynalama ve Avrupa’da son birkaç yıldır süregelen kaos şeklinde deneyimleriz. Bu kurgusal karakterlerin ideal bir geleceği temsil ettiği söylenemez. Buna kimse itibar etmeyecektir. Hayır bizler Mişkin’de ve diğer karakterlerde kopyalanacak örnekler görmüyoruz. Bunun yerine “Bu yoldan geçmemiz gerekiyor, bu bizim kaderimizdir diyen bir çaresizlik görüyoruz. Gelecek belirsiz, fakat buradaki yol gayet açık. Spiritüel yeniden değerlenme. Yol Mişkin’den geçiyor ve büyülü düşünceyi, kaosu kabul etmeyi gerektiriyor.
çok kendimize yeniden doğrultu verebilmek için, varlığımızın köklerinde unuttuğumuz içgüdüleri ve gelişim imkanlarını bulabilmek için, yeni bir yaratımı devreye sokabilmek için, yeni bir değerleme ve dünyanın yeniden bölüşümü için. Bu yolu bulabilmemiz için hiçbir eğitim bizi eğitemez, hiçbir devrim kapıları bu yolu açamaz. Herkes bu yolu yalnız yürümektedir, herkes kendi kendine. Her birimiz hayatımızda gerçekliğin kesildiği ve yenilerinin başladığı Mişkin sınırına geleceğiz. Her birimiz bir anlığına Mişkin’in esinlenme anlarında yaşadığı gibi bir deneyimi yaşayacağız ve tıpkı Dostoyevski’nin idam cezasıyla yüzyüze geldiği anda olduğu gibi tanrının elçisiyle yüzyüze gelip yeniden doğacağız.
Tutarsız, bilinçsiz, formu olmayana, hayvana ve hayvandan da çok her şeyin başlangıcına geri dönmek… Tabii ki o başlangıçta kalmak için değil, ya da bir hayvana veya sümüğe dönüşmek için değil. Fakat daha
025
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ANTIOCHOS
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06
026
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07 BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06
[ NEMRUT [ TAN R I L AR I TAŞL AŞTI
Joseph Flaherty
Burası tanrıların, kralların ve bazı yaratıkların dev heykellerinin insana tepeden baktığı bir mezar. Milattan Önce 1. Yüzyılda günümüz Adıyaman sınırları içinde Kral 1. Antiochus Kommagene Krallığı’nın lideriydi. MÖ 34 yılında öldüğünde Nemrut Dağı’nın Fırat Nehri’ne bakan rüzgarlı tepesinde taş yığınlarının içine gömüldü. Dağın zirvesine çıkan dolambaçlı yoldan tırmanırken Torosları da içeren muhteşem manzarayı izliyorsunuz. Nemrut kalıntılarına Adıyaman ve Malatya’dan ulaşılabilir. Nemrut Dağı’nın doğu yakasında tanrıların taştan gövdelerini yıkılmış kafaları önlerine sıralanmış halde görürsünüz. Buradaki heykeller, Kommagene krallığını çevreleyen farklı kültürlerin ve dinlerin bir sentezi gibidir. Pers ve Zerdüşti figürler Yunan tanrılarıyla karışmıştır. Kral Antiochus heykelinin kafası da gövdesinin önünde dursa da hala heybetli görünüyor. Yanında bir kartal ve krallığının koruyucu tanrısı Kommagene heykeli bulunuyor. Kommagene Büyük İskender’in imparatorluğunun parçalanması üzerine ortaya çıkan birçok krallıktan biri. Güneydoğu Anadolu’daki bu krallık, batısında Roma ile doğusunda Part krallığı arasubda sıkışıp kalmış. Dağın tepesinde Antiochus için yapılan ve tümülüs olarak da bilinen piramit mezar 50 metre yüksekliğinde. Bu yükselti çakıl taşları yığılarak oluşturulmuş. Antiochus, annesi tarafından Yunan, babası tarafından ise Pers krallığıyla bağlantılıydı. Antiochus öldükten 106 yıl sonra 72 yılında Romalılar Kommagene krallığını ilhak etti. Dağın tepesindeki anıt mezarı 1881’de Alman arazi mühendisleri keşfedinceye kadar bilinmiyordu. Kralın mezarı henüz bulunmuş değil. Fakat araştırmacılar bugünkü gelişkin teknolojiye rağmen tümülüse zarar vermekten korkuyor.
027
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
YA Ş A M A YA N V E YA Ş A T M A YA N Ş E H I R KANUNNAMESI
Kireçli topraktan deprem sahasına, peri kâşânesiden bozma ortalık fena, heyt viva la casita! Günahçıbaşılar isyanda, aralarından saydam örümcek sesleniyor sana Ey Konstantinopolis! Sanki diyor “Merhaba, merhaba, kumbaya my lord, mambo jambo kumbaya!”
Zeliha B. Cenkci
Hoş geldi herkes! Bugüne dek yazılan kanunlar edile fesh! Burası Cennet Parlamento Merkez. Ben kayıp uzuvlardanım, kanatlarım protez. Havası oldukça serin. Allah’ı Mikail’in, yarattı etkisini meskalinin. Ağzım, kollarım ve oyulmuş derimin hazzı. Burada dahi tasarruf temelli aksiyonlarımın sebebi tatlı su kıtlığı. Bir mesh uzmanı olarak aldığım teyemmümden kalan beyaz tozlar ellerimde. Günahkârım sizin nezdinizde. Yine de bilirim, sözlerim leziz, siz de bir saniye, şifa niyetine, beni dinler misiniz? Malum sözleşme gündeminde herkesin ve tüm yerli ve milli gazetelere manşetiz. Gibi bir hava var hep mordu sanki rengimiz. Şiddetiniz yasal olarak tanımlanan bir şiddet. Türkün Türke karşı Türk propagandası reenkarnasyon tadında bir etki yarattı, bir ihtimal kıyamet. Hilafet sureleri yağarken üzerine maddelerin, aileler hala bir ilkokul çalışkanlığındaydı, cinnet. On altı kişilik testinden çıkan sonuçlara sümküren balık burçlarının acıklı fısıltıları yaratırken bir burç, çoğaltırken bir kehanet. İsterken giymek dantellerden ilmek ilmek gecelikleri bir heves. Pamphylia’dan çıktı Theodara’yı mezarında ters döndüren saydam örümcek: “Onlar serbest! Yine ve yine sabret!” Ah bu binalar garabet, yırtık sandalye kılıfları, eskimekte her şey. Masada çürüyen meyvedir ve seslenen üzerinden örümcek. Zamanda durmuşum ben sanki, der gibi. Ve sizin önünüzde, yasak lezzetlere dönüşmek ve değiştirmek bir şeylerin yerlerini ah, öldürmek dili, bir ihtimal kıyamet. Öte yanda bir talan, hisse senetleri, şirketlere destek kredisi, virüs testi, yemek servisi,
028
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
yatırım güvencesi ve halka iflas projesi! Yok mantığı diye eskiden beri söylenirdi. Hey gidi Meryemallahçılar sizi hey gidi! İmanınızdan şüphe yoktur, ne de olsa inşaat çamurlarınız abdestli. Ve gül kokar şeyhlerinizin nefesi. Peki ya Ey Konstantinopolis ne yapmalı seni? İşaretli kapını ısrarlı takipten sakınırken sen, iç çekişlerin duyulur mülemma sokaklarında. Bu mega kentin miadı dolmuştur çoktan diyenlere sen, manevi değerleri simülatif neslin kini beni korkutur, Günahçıbaşıların sonu cehennem olur, baş edebilir miyiz onlarla, onların bir adı var, barbar kabilelerden onlar, cebimizde taşıdığımız kılıcı doğrulttuğumuz onlar diyenlerden sen! Sen de mülkün esirisin diyorlar oysa mülk Allahtan, hani bir olan her şeyi kudreti altında tutan! Korkmuyorsun aslında ve biz de korkmuyoruz putlardan. Bedenlerimiz değil sömürgeci güçlerin üzerinde ezan prova ettiği organ! Bunu sen diyorsan sen de utan! Biz bizi yaşatan! Biz keçi ayaklı zift zebanileri, güney şeytanları, cennet iblisleri! Yeniden yazmak için barbarlar tarihini, bütün insanlığı kurtlamaya meyilli. Bir peygamber gibi beyaz ve saydam kılıcımızı sürerek vulvamıza, sürerek beyaz sıvıyı haksız ve ak alınlarına, onların, barbaların ve korsanların hazinesini taşıyorken kambur sırtımızda, gönencimiz gözlerimizde adeta “Devlet Bizden Korksun!” diye bağıran bir pankart. Derken onun yüzüne kezzap! Onun kaburgasına bir yumruk darbesi! Diyenlerin şerhleri değil geçerli. İptal ve müdahale gerçek değil. “Susun, sessizlik, sakin, selim! Burası Cennet Parlamento Merkez Mahkemesi!” Ve sizin, ellerinizde tuttuğunuz Yaşamayan ve Yaşatmayan Şehir Kanunnamesi! Bu çürük feth-i mübin, çekti isyan bayraklarını size karşı duymayanların korku kendinden emin. Yargılanan biz nesil ifsat etmekten toplumu, dilsiz ya da anonim. Onların kirli ihaleleri arasında. İstanbul’dan Samsun’a, istikamet Haiga Sophia! Bizans değil değil düşman! Müzeye muse düşüren dedikleri Perga Pera Mera! Yaşananları yeniden hatırlatma sanatı hafıza. Zorla çalıştırma, taciz ve mülklere el koyma, sürgün, puta tapma, yaygındır. Yaygındır göç kabilesi, protesto silsilesi. Fitne fesat ve veba. Salgındır. Öç almaya gelecektir amazon kraliçesi. Penthesilea, Pancea. Çünkü bu dünya cehennemi, Meryemallahçıların varlığını reddettiği bir har ateş, bir yanar güneş, bir meydan muharebesi, Mikâil konseylerinin insafına bırakılmaz bir hakikat savaşı, bir reddediş, bir an mücadelesi. Ve inanıyorum, yakacağız günü gelince onların kanun hükmünde kararnamelerini! II. “Bu Saçmalığı Okuyunuz” MADDE 2 – (1) Bu Kanunda yer alan falan filan fasa fiso hepsi! Yürütmüyorlar çalışmalarını yedi gün yirmi dört saat esasına göre hiçbiri!
YA S A K H İ K AY E L E R [
ğ) Bir Boka Yaramıyor Tedbir Kararlarınız! diye bağıran sesin, barbar sırtına bir beyaz kılıç saplama arzusu uyandırdı bünyemde bunu hiçbir zaman reddedemezdim Cennet meclislerinin ilgili tertiplerinin hassasiyetleri dahi bizim bedenimize dokunamazdı Birinci şiir fıkrasının a) ve c) bentlerinde yer alan tedbirler kolluk amirlerince alındı Ve yüzüne maskeyle teyemmüm yapan benim doğurduğumu sandığım cinlerden biri, taktığı bütün kolluklara rağmen denizde boğulmaktan kurtarılamadı. Tapu kütüğünde aile konutu hanesi boş bırakıldı. Cennet Parlamento Merkez Mahkemesi yaz tatili sebebiyle kapatıldı.
029
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ÇOCUK
Ç I K [ A ] M A YA N S E S İ O
030
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
KLARIN Z RU ODA NSI N!
OLMAK ZORUNDASIN!
031
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Kendime giden yolu kaybettim. Zaman içinde sesler yükselir, insan sayısı artar, görüntüler birbirine karışırken, kendime giden yol her defasında biraz daha uzuyordu, farkındaydım. Gitgide yokuşlu, puslu ve uğursuz. Eskiden öyle zamanlar vardı ki, öyle sakin ve barışçıl zamanlardı ki onlar, sadece parmağımla sadece havaya sadece kapı çizsem, açıp varabilirdim kendime. Karşılayabilirdim kendimi kapıda. Sarılabilirdim tarihime, terlik verebilirdim ayaklarıma. Ya da anahtar deliğinden izleyip kendimi –ki hak görürdüm bunu– öyle dedektifçe de değil, uyuyorsam uyandırmamanın, tedirginsem ürkütmemenin, sakinsem bulandırmamanın derdiyle parmak uçlarımda dönerdim geriye. Oysa şimdi puslu, uğursuz ve yokuşlu yollarda kırıntıları takip edip kendime varmaya çalışırken, akşam ezanı okunmasına rağmen eve dönmemiş oğlunu bulmak için sokağa inen annenin kalbini taşıyorum avcumda. Çünkü kulaklarımda, sadece parmağımla sadece havaya çizdiğim kapıyı kırmak isteyen boğuk yumruk sesleri patlıyor. *** Zaman içinde yol kısalır sanmıştım. Öyle ya, yaşamak ustalaşmak olmalıydı. En azından bir şeyde. Ama insan, kendine giden yolu bile kaybedecekse çöllerde yıldızlara bakıp harita çıkarmanın ne anlamı var? Ruhum, huysuz alt komşu gibi, süpürge sapıyla durmadan tavana vuruyor. Öyle haklı ki… Gürültüden değil uyumak, kendi düşüncelerini duymak bile mümkün değil. Belki de bu yüzden, bütün düşünceleri, hecelerine ayrılmış uzun bir cümle gibi kesik ve tutuk bir ritimde. Öfkeli olması gerekirdi, ama daha çok kırgın. Onu unuttuğum, onu saymadığım için. Sesleri, rızası olmadan evine soktuğum için. Sesler girmişse her şey girmiş demektir içeri ve rıza, amentüsüdür birlikte yaşamanın. Birlikte… Ne zaman ayrıldık kendimle de birlikte yaşamaya başladık? İçimin alt komşusu. Külüne muhtaç oldu-
032
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
KIRMIZI BALON [ 26.10
Perçem Uğur
ğum, acımadan yaktığım. O süpürge sapıyla tavana vururken benim başım çatlayacak gibi oluyor, göğüs kafesimde bir kuş tüylerini döküyor ve bir bufalo sürüsü tozu dumana katarak koşuyor. Ne zaman birdik de ayrılık acı verir oldu? *** Yol bu defa hiç olmadığı kadar uzun ve çetrefilli. İlk zamanlar dar, doğalında biçimsiz ve güvenli bir patikaydı sadece. Bir çocuğun yolu, bir yolun çocuk hali. Bütün içine kapanıkların sahip olduğu türden, daima açık bir yol. Diğerine, ona, ötekine, onun bedenine, bedeninin sınırına, ruhunun sınırına gelip de aşamadığında, onunla kaynaşamadığında, hemhal olamadığında düştüğü yol. Kırıntıları takip ediyorum. Babaannem geliyor aklıma. Küçükken beni büyülemenin yolunu bulmuştu, “renkli çay” numarasıyla. Bol şekerli soğuk suyun üzerine yavaş yavaş sıcak çay dökerdi de çayla su birbirine karışmazdı. Tabii şekerden bihaberdim o zamanlar, sihirbazın fizik kurallarını altüst eden gizli bölmesi gibi bir sırdı bu da, kimyayı hedef almıştı. Üst üste bindikleri o dalgalı sınır; direnen su, şaşıran çay. Ben de büyülenmiş gözlerle izler,
her defasında bir açıklama arar, bulamayınca da çay kaşığını daldırıp her şeyi normale döndürürdüm. Karışmayan, hemhal olmayan, birbiri içinde eriyip yeni bir şeye dönüşmek varken ayrı duran, durdurulan her şey gibi bu “renkli çay” da asabımı bozardı. Ama daha da önemlisi, bu dünyaya ait olmadığı baştan belli olan hiçbir şeye, gözümle görsem bile, kanamazdım. Gözümden şüphe etmek daha makul gelirdi ve kendine inanmamanın, o büyük kopuşun oralarda başladığını asla anlayamazdım. Babaannem anlayabilirdi belki ama küçük bir çocuğu tek bir numarayla her defasında büyülemenin cazibesine kapılmış ve benim de bir gün büyüyeceğimi unutmuştu. O, evde büyücülük numaralarıyla gökyüzüme yıldızlar işlerken anneannem erişte keser, fasulye toplardı. Besleniyordum yani. Ama sofrada tuhaf mahlûklar, “Hangi yemek daha güzel?” diye soruyorlar. Cevap vermiyorum. Bir taş daha döşüyorum yoluma. Şimdi dönüp baktığımda yolu neden bulamadığımı biraz daha iyi anlıyorum. Yapılanla değil, maruz kalınanla döşenmiş bir yol. O yüzden hep yokuş, hep en baştan caydırıcı, güneş hep yokuşun sonunda, o
tepelerin ardında. Daha baştan vazgeçtiğim öyle çok an olmuş ki unutmuşum yolu. Oysa kendine bir valizin ağzından müşfik bir mektup yazan ben değil miydim? Hayaletlerinden kurtulmuşların, sisini dağıtmışların soyundan değil miydim? Anneannemle birlikte gecenin kuytusunda bir elinde meşale, diğerinde teneke, yaban domuzu kovalayan ben değil miydim? Şimdi “hayvanları kovalamak sıkıntımın ormanında” [Ahmet Oktay’ın Sığınak şiirinden…] neden bu kadar zor? Anneannem su istediğinde üşendiğim için mi? *** Mavi renkte bir taş var yolumda. Her defasında hem minnet hem de utançla geçiyorum üzerinden. Sonbahar sahillerinden toplanan kabuklar gibi, denizini içinde taşıyor. Onu gördüğümde –ya da bulduğumda– on altı yaşındaydım. Lokmalarımızın bir olduğu bir arkadaş grubumuz var, kalabalığız da. İçlerinden birinin ablası evleniyor. Süslenmenin, makyaj yapmanın, üniforma ve kot pantolon arası geçen demode hayatımızın içinde aslında ne kadar da güzel olduğumuzu, içimizde ne kadar güzel kadınlar taşıdığımızı göstermenin meşru bir yolu
033
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
[ 12.45
bu düğün. Birimizin evinde buluşuyor ve bütün güzel kıyafetlerimizi yatağın üzerine döküyoruz. Akşam pazarı gibi kapış kapış. Herkes kendine bir şey seçiyor. Benim mini eteğim şunda, şunun sütlü kahve bluzu diğerinde. Rimeli dağıtmadan sürebilenin rüştünü ispata gerek yoktur artık. Birbirinin ya da bir şeylerin çok da uzak olmayan bir yorumu olarak giyinmiş, süslenmişiz. Damat halk dansları mezunu, amatör tiyatrocu. Şürekası pek bir renkli yani. En sıradan düğün bile akılda kalır, bu düğün adeta bir karnaval. Arkadaşlarımı mahallede kâinat güzeli seçtirmeyi haiz kıyafetleri o düğünde balkabağına dönüşüyor. Yüz ifadeleri, lunaparktaki aynalar gibi; silikleşmenin telaşı ile parıltıların hayranlığı dalga dalga geçiyor gözlerinden. Benimse silikleşmek, görünmez olmak zerre umurumda değil. Olduğum yere çivilenmişim. Çünkü tam karşımda, salonun kolonlarından birine yaslanmış, bir elinde sigara diğerinde bira, kot şortlu, dolgu topuklu, mavi atletinden sutyen askıları görünen, kolları dövmeli, basenleri geniş, saçları bir numara tıraşlı, şu anki halimden yaklaşık on yaş küçük, o anki halimden yaklaşık bin yıl uzakta bir kadın, memnun mavi gözleriyle etrafı süzüyor. Arkadaşlarımı, o geceden neredeyse beş sene sonra neredeyse sabaha karşı beşte, yine bir düğün sonrası, bir daha yan yana gelmemecesine terk ettim. Bu başka bir hikâyedir elbet ama beni o gidişe hazırlayan, gözümü ilk kez kapıya döndüren, ayrılığı başlatan o kadında gördüklerimizdi. Onlar sıra dışılığı gördü, ben ise kendiliği. Ben onlar gibiydim ve yerimi yadırgıyordum, kadın ise en azından bir yerlere aitti ve yerini yanında taşıyordu. O benim mavi taşım; minnetim öğrettiğine, utancım unuttuğuma. Yolumun en güzel taşı, kaldırsam altındaki toprak hâlâ tazedir. *** Seke seke, oradan oraya zıplayarak aldığım yol şimdi devasa bir anahtar deliğine çıkıyor. Üstelik ortada bir kapı yok. Yıkık bir su kemeri gibi karşımda duruyor delik, çatlaklarından otlar fışkırıyor.
034
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Bu kadar küçülmüş olamam. Hayır, büyük olan o. İçinden geçebileceğim kadar büyük ve kapısız bir anahtar deliği var karşımda. Arkasında da ben. Anahtar deliğinin ardı, bombeli yüzeyinde ışıkların kırıldığı bir sabun köpüğüne, camdan bir kar küresine benziyor. İçindeki ben pencereden bakar gibi, kürenin ardından uzay boşluğunu izliyor. Sakin görünüyor, kabullenmiş ama vazgeçmemiş. Kendimi bilirim ben, vazgeçtiğimde ilkin pencereleri unuturum. Şimdi sözcüklerden kırmızı bir balon yapacağım ve onun baktığı yerden uçuracağım. Birbirine kilometrelerce uzakta olanlar, tepelerinde salınan aynı uçurtmayla nasıl sevinirse onunla da öyle buluşacağız.
UÇURTMA ANAH TAR
25.04]
035
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
K A L B I N AT L A N T I S ’ I Ertürk Demirel
036
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
Rıza, ya da komşuların deyişiyle Rıza Dede, o gün çok bunalıyordu: Eylül’ün ortası olmasına rağmen sıcaklar hala azalmamış, güneş kızgın yüzünü ötelere çekmemişti. Cinnah Yokuşu’nun yakınındaki küçük yorgancı dükkanında otururken terliyor, açık kapıdan bir esinti gelmesini boşuna bekliyordu. Hava tüm yaz boyunca o kadar sıcak olmuştu ki küçük saksısı içindeki sardunyası ne kadar sularsa sulasın solmaya yüz tutmuş, dükkânın önündeki bahçenin toprağı hararetten çatlamış ve herkes sıcaktan uyuyamamaya başlamıştı.
[ T E R K- I [ 14.18
Tüm dünya bir alev topu gibi yanıyor, Rıza Dede de geceleri ansızın kan ter içinde uyanıyor, başını musluğun altına sokuyor, sabah ezanına kadar yatakta dönüp durarak tekrar uykuya dalmayı diliyordu. Ama uyku perisi bir türlü gelmiyor, yükselen güneş gene çok sıcak bir günün habercisi oluyor ve o da çarnaçar yataktan kalkıp kahvaltısını ediyordu. Sonra apartmandan çıkıp alt kattaki dükkânın kilidini besmeleyle açıyor, bir çay demliyor, çiçekleri suluyor ve ortadaki kocaman sedire oturup yorgan kaplıyordu sayıları giderek azalan müşterileri için. Bu mesleğin kendiyle beraber öleceğinin farkındaydı; artık insanlar büyük mağazalardaki hazır yorganları tercih ediyor, onun elleriyle doldurup teyellediği yorganları demode ve hantal buluyordu. Dükkanına gelenler kendi gibi yaşlılardı artık. Eskiden çeyiz için genç kızlar, eskiyen yorganlarını yenilemek için ev kadınları, hatta sünnet düğünleri için ipek kaplama yorganlar isteyen çocuklara bile sunmuştu el işi harikalarını. Bazıları yün isterdi yorganın içinde, daha varsıl olanlar kuş tüyü. Yoksullar için kırpıntıdan doldurduğu yorganları bedava da verdiği olmuştu Rıza Dede’nin; sonuçta kiminin parası vardı, kiminin duası. Eskiden yünleri çırpar, havalandırır, usul usul kılıfa doldurur, atlastan, kadifeye, basmadan popline kadar envaı çeşit kumaşla kaplar, hatta özel müşterileri için üzerine isim bile işlerdi. Artık ipek ve atlas kumaş isteyecek zengin müşteri kalmamıştı. Kuş tüyünden
037
[ D I YA R [ 25.18
038
YORGUNLUK
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
yorganlar da unutulmuş, o upuzun baş yastıkları anılara karışmıştı: “Bir yastıkta kocayın” lafı oradan gelirdi, şimdiki yastıkların iki katı uzunluğunda, sert ve şişkin, nakışlı yastıklardan. Zaman geçmiş ve Rıza Dede de unutulanlar arasına girmişti. Artık seksenini devirmiş, ak sakallı, gözünde gözlüğü olmadan ipliği iğneden geçiremeyecek haldeydi. Can yoldaşı Halime öleli otuz yıl olmuştu, tek çocuğu Can öleli elli. Hala o ilkbahar gününü tüm ayrıntılarıyla hatırlardı: Can zatürre olmuş yatağında yatıyor, hırıltıyla nefes almaya çalışıyor, Halime başucunda ağlıyor, Rıza doktor olan kayınbiraderini dinliyordu çaresizce. “Kalbinde delik var,” diyordu kayınbiraderi, “zatürre de kalbini yoruyor. Çok ömrü kalmadı.” Dışarıda yağmur yağıyordu, içeride gözyaşı. Altı yaşında bir çocuk ölüyordu ve Rıza hiçbir şey yapamıyor, Can’ın yüzüne bile bakamıyor, sadece pencerede yarışan yağmur damlalarını seyrediyordu. Hayat onu tek çocuğunun ölümüyle sınamıştı ve Rıza da içinden isyan ederek bu sınavı geçememişti. O ilkbahar gecesinden sonra Rıza sustu, canından çok sevdiği karısıyla bile gerekmedikçe konuşmadı. Çocuk kahkahalarının silinip gittiği loş evde başka bir gülüşme de işitilmedi. Ama Halime hayatına küsmüş bu suskun adamın yanından ayrılmadı hiç; ilk acısı geçince kocasıyla arasındaki bağ neredeyse ruhani bir hal almış, aynı kederi sessizce paylaşan can yoldaşları olmuşlardı. Sabahları kocasına kahvaltı hazırlar, ev işleri bitince dükkâna inip onu bir çocuk hayaletinin musallat olduğu yalnızlığından korumak için laf açar, onu konuşturmaya, dışarıda hala güzel bir dünya olduğunu göstermek istercesine yeni çiçek açan karanfilden, bahçede meşk eden bir çift kumrudan, günbatımında bulutların renginden bahsetmeye çalışırdı. Kocasının bu halindense alkolik olması yeğdi diye düşünüyordu: Rıza’nın içindeki yaşama isteği de Can’la ölmüş, geriye sadece yorgan dikip susan bir kabuk kalmıştı. Gerçekten de o olaydan sonra Rıza’nın gülümsediği bile vaki değildi. Halime gece
uyurken kocasının mağrur suratını izler, onu taşıdığı bu yükten kurtarmak için ne yapması gerektiğini düşünürdü. Geçen yıllar kocasına olan sevgisini azaltmasa da bu arzuna gem vurmayı başardı: Rıza’nın kalbinde de bir delik değil bir boşluk vardı Can’dan kalan ve bu boşluğun asla doldurulamayacağına kani olmuştu Halime. Onun tek yapabileceği kocasını elinden geldiğince rahat ettirmeye ve onun yalnız olmadığını hissettirmeye çalışmaktı, ki yıllar içinde bunu da bir nebze başarmıştı.
fark etti. Akşam olunca elindeki çuvaldızı bıraktı, dükkânı kilitleyip eve çıktı. Aç hissetmese de bir yumurta kırdı alışkanlıkla, taze soğanla onu yedi. Çay koydu ince belli bir bardağa, balkondaki sandalyeye oturdu, bahçedeki atkestanelerinin yapraklarına vuran güneşin son ışıklarıyla uykuya daldı oturduğu yerden. Rüyasında gene gökte kara bulutlar toplanıyor, aniden başlayan bir yağmur sel gibi akıyordu sokaktan. Ama bu sefer yağmur durmuyor, daha da şiddetleniyor, yolları su basıyordu.
Kocası hala gülmüyordu ama arada Halime’nin elini eline alır, öper öper, bırakırdı. Yirmi yıl boyunca Can’ın odası hiç değiştirilmeden dursa bile Rıza’nın kalbinin manzarası biraz değişmiş, Halime’nin bahsettiği kuşlar, gökkuşakları ve yıldızlar nihayet adamın içinde bir yer etmişti.
O kadar çok yağmur yağıyordu ki gölcükler oluşmaya başlıyor, ta Şaşmaz’ın oradan gelen bir dalga önce Dışkapı’ya kadar ilerliyor, sonra Kızılay’ı geçip Çankaya tepelerini aşıyor, tüm şehri su kaplıyordu. Ta Elmadağ’a kadar her yer deniz oluyor, şehrin tüm gökdelenleri bile suyun altında kalınca geride hiçbir bina görülmüyordu.
Halime ölürken bile Rıza için endişeleniyordu: tek başına o karanlıkla nasıl baş edecek, hayatını nasıl sürdürecekti? Gerçekten de ölümü Rıza için her şeyin geçiciliğinin ve kendisinin önemsizliğinin bir işareti daha olmuş, artık tek başına canı yemek yemek bile istemez hale gelmiş, ancak çok sonraları bir unutkanlığa sürüklenmiş ve dünyayı umursamamaya başlamıştı. Aslında yaşlandıkça bunamaya başlamıştı Rıza ve unutmak onu özgürleştirmişti: artık hayatındaki acılar bir başkasının gibiydi. Şu anda da tek düşündüğü sıcaklardı. Yaşlandıkça zihni dün olanları hatırlamıyor ama çok eskilerden hatıralar çağırıyordu. Çocukluğundaki Kırk İkindileri düşündü özlemle: Gene Ankara’nın yazında gündüz hava çok ısınır, herkes kapı pencere açarak serinlemeye çalışırdı. Tam insanlar sıcaktan fenalık geçirmeye yaklaştıklarında gökte kara bulutlar toplanır, bir rüzgâr çıkar, önüne geleni esip savururdu. Tam ikindi vaktinde gökten gür diye yağmur iner, etraf mis gibi ıslak toprak kokar, dışarıda oyun oynayan çocuklar alelacele evlere kaçışır, çamaşırlar hemen toplanırdı. Sonra başladığı gibi biter ama her yer serinlemiş olurdu. Bütün bunları düşününce yağmuru ne kadar özlediğini
Göz görebildiğince büyük bir deniz, yeşim ve turkuaz renkli suları ile yağan yağmurun altında kabarıyor, köpürüyor, dalgalanıyordu. Sonra yağmur bitiyor ve suların altından yeni bir şehir çıkıyordu: sokaklar tertemiz, etraf yemyeşil ve insanlar ferahlamış, mutluydu. Derken ileriden Can’ın elini tutmuş Halime geliyor, ona gülümsüyordu. Rıza Dede unuttuğu bir şeyi hatırlamışçasına, sanki yeni doğmuşçasına seviniyor, Can’ın gülümseyen suratını öpücüklere boğuyor, Halime’yi belinden tuttuğu gibi döndürüyordu. Sabah olduğunda gerçekten de yağmurla uyandı Rıza Dede. Uyuyakaldığı sandalyede sırtı tutulmuş, boynu ağrıyordu ama yüzüne vuran su damlalarını sevinçle karşıladı. Esen rüzgârda ayılıp hiç kahvaltı etmeden dükkânı açmak için aşağıya indiğinde ıslak bir kedi yavrusuyla karşılaştı: bacaklarına sürtünüp duruyor, miyavlayarak onu selamlıyordu. Kediyi dükkâna aldı, biraz sütlü ekmek yedirdi, sevdi. Yıllardır ilk defa gülümsemeye başladı. Kedinin adını Can koyacaktı. Geri kalan ömründe bir can yoldaşı olsun diye. Hava serinlemiş, yağan yağmurla yeni bir dünya doğmuştu.
039
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
BJÖRK & TIMOTHY MORTON MEKTUPLAŞMASI Çev i ri : Eda Yeti m
BJÖRK & 040
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
MORTON Sendikacı bir baba ve siyasi aktivist bir annenin çocuğu olan Björk, 1965 yılında Kuzey Avrupa’nın harikalar diyarı İzlanda’da dünyaya geldi ve ilk albümünü kaydetmek için çok fazla vakit kaybetmeyerek 12 yaşında bu işi kotardı. Müzikal kariyerine The Sugarcubes ile devam ederken, 1993 yılında Debut albümü ile solo kariyeri başlamış oldu. Siyasi mesajlar vermekten hiç kaçınmadığı videolarında daha sonradan sinemaya adım atarak büyük başarı gösterecek Spike Jonze, Michel Gondry gibi yönetmenlerle çalıştı. Bu videolarından biri olan Army of Me’de kadın gerilla olarak, yoldaşını kurtarmak için bir sanat galerisini havaya uçuruyordu. Siyasi mesajları bununla da sınırlı değildi: Ulusların kendi kaderini tayin hakkına o kadar inanıyordu ki, Çin konserinde “Bağımsızlığını ilan et Tibet!” diye bağırdı ve apar topar gözaltına alındı. Endüstriyel müziğe karşı, bağımsız müziği savunduğu için kendi küçük plak şirketini kurdu ve bir çok sanatçının keşfedilmesine olanak sağladı. Videolarında gösterdiği performans Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in dikkatini çekti ve ikili birlikte Cannes’da ödüle boğulacak Dancer in the Dark filmini yarattı. Son dönemlerde daha içe dönük eserler üreten müzisyenin, çağdaş düşünür Timothy Morton ile e-postalar aracılığı ile gerçekleştirdiği derin sohbeti naklen aktarıyoruz…
041
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
BJÖRK: Selam Timothy! Esasında sana uzunca bir süredir yazmak istiyordum, son zamanlarda kitaplarınla uzun soluklu beraberlikler yaşamaktayım, onları gerçekten çok sevdim. Gelecek yıl MoMA’da içerisinde bir kitabın da bulunduğu işlerimin bir sergisi gerçekleşecek ve ben senin de bu sergide yer almak isteyip istemeyeceğini merak ediyorum. İçtenlikle, Björk. TIMOTHY: Sevgili Björk, Bana yazman çok kibar bir davranış, sözlerin beni çok etkiledi. Yazdıklarımı okuyanlar beni her daim şaşırtmıştır! MoMA kataloğunun bir parçası olmaktan çok gurur duyarım. Zaten senin işlerinin yalnızca düşünce hayatımda değil, aynı zamanda genel olarak hayatımda her daim derin etkileri olmuştur. Bu proje için hazırlayacağım şeyler hakkında bana ödevler verirsen gerçekten çok sevinirim (ne de olsa her daim öğrenciyim!), yani lütfen bana aklındaki şeylerle ilgili bana daha fazla ayrıntı ver. Ben de son dönemlerde ekolojik farkındalık konusunda sahiden bir şeylerin harekete geçmeye başladığını düşünüyorum, üstelik bu yalnızca bilim için geliştirilen halkla ilişkilerin kapsamıyla kısıtlı kalan bir şey de değil. Ben bunu senin müziğini dinlemeye başladığımdan beri duymaktayım. Saygılarımla, Tim BJÖRK: Cevabın için çok teşekkürler... Senin de bu konuyla ilgilendiğini okuduğumda epey heyecanlandım ve üzgünüm, bir süredir çevrimdışıydım. İzlanda’da yaptığım doğa yürüyüşlerim sırasında bir de video çekiyordum. Bu sıralar benim ait olduğum “-izm”in ne olduğunu bulmak için küçük toplulukların peşinden gitmekte ve bu konuda birtakım okumalar yapmaktayım... Sanırım bunca yıl analizlerin odağında tutulmaktan kaçınabilmiştim ama şimdi biraz daha yaş aldığım ve sözüm ona “daha bilgin” olduğum için yeni işbirlikleri kurarak işlerime kuramı da dahil etmek istiyorum. Ve sanıyorum ki ben bunu gerçekleştirmediğim
042
sürece sanat eleştirmenleri adeta beni yanlış anlamaya mahkumlar. bu süreçte kendimi posthümanizm üzerine bir şeyler okurken buldum. Aslında bu tam olarak aradığım şey değildi ama şimdiye kadar okuduklarım arasında düşüncelerime en yakın olanı olduğunu söyleyebilirim. Posthümanizmin insanı dünyanın merkezinde konumlandırmayan ilk “-izm” oluşu onun en ilginç özelliği, ve antroposen hakkında okuduklarım çok heyecan verici! Konuyu yalnızca benim için açıklamakla kalmıyor, tüm arkadaşlarıma hatta tüm jenerasyona da açıklıyor. İzlandalıların birçok açıdan Amerikalı ve Britanyalılardan biraz daha farklı olduklarını hissediyorum. Biz endüstri devrimini, modernizmi, postmodernizmi nasıl olduysa kaçırmışız ve bağımsızlığımızı 1944’te kazanmamızın ardından şimdilerde 21. yüzyıla doğrudan sömürgecilik çağının içinden çıkıp geliyoruz! hala neredeyse hiç dokunulmamış doğamızın keyfini sürmek için bir şansımız var ve bunu da hesaba katarak söyleyebilirim ki biz kendimizi doğrudan yeşil endüstriyel internet çağı içerisinde bulduk. Yani kısacası burada her nasılsa daha az seviyede bir apokaliptik hissin bulunduğunu söyleyebiliriz... Bir ordumuz yok, savaşlarda kül edilmemişiz veya savaşın ardından gelen suçluluk duygusu bizi yakıp bitirmemiş... Yani biz bir nevi 19. yüzyılın romantik dönemini yaşamaya devam ediyoruz ama bu bir doğaya dönüş anlamına da gelmiyor, burada bir dönüşten öte daha öteye bakmak söz konusu! Ben bu durumun nahifliğinin biraz yanlış anlaşılmakta olduğunu düşünüyorum (Werner Herzog’un Grizzly Man filmindeki gibi veya daha da ileri gidersek yunuslarla ve diğer hayvanlarla olan ilişkilerdeki gibi) nitekim bu “-izm”in daha olgun bir ses bürünmüş formuyla batı medyasında pek karşılaşmadım. Sonra sanırım bir de matriyarka faktörü söz konusu. bu konuya doğurgan partiyarka karşısında doğurgan olmayan bir rocknroll kafası yaşayarak değinmek süper olmaz mıydı? tek bir erkeği bile aşağılamadan!
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
TIMOTHY: Vay canına, bu benim için bir zevk, bana böylesine zengin içerikli bir cevap verdiğin için çok teşekkürler. Sanırım sözlerini ve müziğini yıllardır içimde taşıyorum. Yani mesela kitabımda kullanmış olduğum “hipernesne” kavramı kulağa sanki sana ait bir kelimeymiş gibi geliyor. İşlerinde insan olmayan, hem açıkça canlı hem de aynı kesinlikle canlı olmayan çok fazla varlık var. Şeyleri animist bir tarzda görme eğilimi taşıdığımı söyleyebilirim. Nitekim çalışmalarımda her şeyin canlı olduğunu (veya ölü olmadıklarını – ki bu da en az canlı olmaları kadar heyecan verici) ele almaya gayret ediyorum. Cümlen beni gülümsetti. “Bana ait olduğum “-izm”i bulmamda yardımcı ol” cümlesi de aslında kendi tarzında bir “-izm” ve oldukça şiirsel bir ifade (şiir yazma konusunda hiçbir fikrim olmasa da okuyabilirim...). Ve tabii ki ait olduğun “-izm” hakkında gerçekten hiçbir fikrim yok (Timothy bunu dürüstçe ve samimi bir şekilde söyledi), ve esasında benim “-izm”im de kendini açıkça ortaya koymuyor. Zaten bu da bizim neredeyse 200 yıldır içerisinde bulunduğumuz tüm “-izm” dinamiğinin bir parçası... Sanatın gelecekten geldiğini savunuyorum (ve bunu kanıtlayabilirim?!) her ne tarzda olursa olsun sanatın düşüncenin ötesinde olduğunu düşünüyorum. Ve onu şimdinin içerisine kelimeler formunda sokmak da benim işim. Senin sanatın da açıkça gelecekte olduğu için (ve geleceği biçimlendirdiği için) 2015’teki projende sana yardım etmeyi aklımdan şu an geçirmekte olduğumu sana söylemek istiyorum. Bence sanat şeylerin genelde oldukları biçimler hakkında konuşmanın bir yolu: bir şemsiye, Sagittarius A yıldızı (Sgr A), mercan, ekmek kırıntıları, fotonlar. Sanatın gerçeklik olan şeye, ki bu acayip bir gerçeklik, uyum sağlamanın bir yolu olduğuna inanıyorum. “Acayip” bir gerçeklikten kastım bu kelimenin İzlandalı ve Eski İskandinav köklerine inildiğinde karşılaştığımız “urth” kelimesi. Şeylerin oluşu görünüşleri itibariyle içinden çıkılamayacak bir biçimde iç içe geçmiş haldedir. Ama bu birbirine
dolanmışlıklarına rağmen birbirlerinden farklı oluşlarını da sürdürmektedirler – yani şeyler acayiplerdir ama aynı zamanda çok kırılgandırlar da, kara delikler bile kırılgandır. Elbette şimdi bunu kanıtlamak için beş saatini almayacağım! Benim işlerim ve yaptığım çalışmalar bariz bir şekilde bu kelime, “urth”, ile ilgili, ki bu göz önünde bulundurulduğunda bana yazmış olman çok acayip bir tesadüf. Buna dair senin işlerinde bir milyon örnek bulabilirim. Aurora’daki karın tanımı karın kendisini olduğu gibi bırakırken, aynı zamanda bahsettiğim bu baştan çıkarıcı duyumsal görünüş de varlığını sürdürüyor, ancak bu tam olarak ele geçirilemeyen bir şey, ki esasında onu güzel yapan şey de bu (“Eriyiş biçimi...” ). Kant da yağmur damlalarıyla ilgili kendine özgü olan ağır aksak komik ifade tarzıyla buna benzer bir şey söylüyordu. Bir sanatçı şeylerin oluşuna uyum sağlar, ki bu da bir nevi geleceği dinlemektir, basitçe ifade etmek gerekirse şeyleri şey yapan da budur. Bence zaman şapka iğnelerinden, yeraltı metrolarından, tuz kristallerinden akan
bir çeşit sıvıdır. Söz gelimi bir sanat eseri kendisini dinlemektedir, çünkü esasında olduğu şey nasıl görünüyor olduğuyla asla örtüşmez. “Kulağa ne isen o gibi gelmen için uzun bir süre çalman lazım” (Miles Davis). İşte tam da bu noktada senin işlerinin esrarengiz bir şekilde gerçekçi olabileceğini düşünüyorum. Sürekli bahsedip durduğum şu insan olmayanların yer aldığı her bir işin diğer işlerin etkinlik alanlarıyla kıyaslandığında kendi özelinde oldukça benzersiz ve şaşırtıcı. Ve işte bu yüzden de bir “-izm”e tam olarak uymuyorlar çünkü şimdiye kadarki “-izm”lere tarihsel olarak bakıldığında onların gerçekliği gözardı etmekten ibaret oldukları söylenebilir, başka bir deyişle bu “-izm”ler insan olmayan varlıkları gözardı etmektedirler. Kitaplarımı okuduğunu yazmıştın. Senin Realist Magic’i (Gerçekçi Büyü) okumuş olduğun gerçeğiyle birdenbire yüzleşmek beni şaşkına çevirdi ve daha da çok heyecanlandım. Yapmış olduğum her şeyi önemsiyorum ama diğerlerinden farklı olarak bahsettiğim bu kitap benim özümle yazıldı. Ona
043
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
ilgi duymuş olman beni çok mutlu ediyor. O kitaptaki kelimeler adeta senin gerçekleştirmekte olduğun şeyin bulanık bir kopyasından ibaret. Doğa yürüyüşleri yapan ve çevrimiçi olmayan birinin var olduğunu duyduğuma çok memnun oldum. BJÖRK: Büyü: Film çekiyorum: Yakın bir zamanda yazdıklarına düzgün bir cevap vereceğim ama yine de seninle paylaşmak istediğim şeyler var. Bundan yaklaşık 10-15 yıl önce icatçılar ve toplayıcılar arasındaki farklar hakkında konuşan bir mimarla ilgili bir röportaja denk gelmiştim: Kendisinin bir düşünceler koleksiyoncusu olduğunu söylüyordu ve düşünceler toplamak için Hindistan’a gerçekleştirdiği sık seyahatlerden bahsediyordu, kendisini bir sabah kalktığında orijinal şeyler düşündüğünü iddia eden kişilerin gerçek tehdidi altında hissediyordu ve bunu “ihmalkarlığın tiranlığı” olarak adlandırıyordu. Bunu son derece ilginç bulmuştum. o zamanlar daha yeni New York’a taşınmıştım ve bir yandan müzik bestelerken bir yandan da yeni doğmuş bebeğimi emziriyordum. 11 eylül daha yeni olmuştu ve Michael Jackson’ın davasını takip ediyordum: Kamusal bir infaz gerçekleşiyordu. Bu kadar tatlı ve cömert bir şeyin böylesi bir tehdit olabilmesi çok inanılmaz geliyordu. TIMOTHY: Umarım çekimler harika gidiyordur! “Büyü” benim için çok olumlu bir kelime. Yeni doğmuş bir bebeğin babası olmak başıma gelen en psikedelik şeylerden bir tanesiydi. “Çocuklar gelecektir” ifadesi son derece klişe olsa da bir haklılık payının bulunduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Gelecekten gelen bu koca aydınlık, sonsuz derinlik aslında tam da yanı başında... Michael Jackson’ın davası gerçekten de öyle olmuştu değil mi ya? Ölüm haberini o sıralarda vermekte olduğum bir dersin tam ortasında almıştım ve ağzımdan çıkan ilk kelimeler “Elbette bundan hepimiz sorumluyuz,” olmuştu (bunu söylerken onu mükemmel bir pop kuklası konumuna falan koymuştum). En muhafazakar öğrencilerimden biri bile
044
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
alaycı bir şekilde homurdanıyordu ama sanırım onun tepkisi de yalnızca kendi korunaklı kırılgan egosunaydı... Yaratımı ortaya çıkartan kırılganlıktır değil mi? Sen olmayan bir şeye bir çeşit uyum sağlama hali. Duyarlılık. Sen de sesinin kırılganlaşmasına izin veriyor gibisin, ki bence bu oldukça güçlü bir duruş: kırılganlığı hükümsüzleştirmek. Bazen kendini ağlamayla kahkaha arasında açığa çıkarıyor. Veya haykırış şeklinde. Açığa çıkan bu oldukça fiziksel, içgüdüsel varoluşun kendisi olmasına müsaade etmek. Bu konuda senin sesin bana hep bir yaratım alanında kalmayı sürdürüyor gibi geliyor, ki bence bu şeylere yakın olmak anlamına geliyor. Virus’ı sevmemin sebebi de bu. Yaşıyor olmak demek virüs vb. her türlü şeye açık olmaktır. Ve çok daha genel bir bakış açısından konuşacak olursam da, virüsler, biçimler, görünüş, çiçekler, sanat – bunların hepsi gereksiz olmaktan hayli uzak şeyler, onlar bir şey olmanın en özünde bulunan parçalardır. Bir kere nedenselliğin kendisi büyülü cazibe ile ilgili bir şeydir (beş saatlik tartışmayı sıkıştırdım bu cümleye!)
cu birlikteliği tamamiyle kendisi olan şeyin en temel özelliği. Sahici olan tamamen boş olan bir hiçlikten (“nisyandan”) ortaya çıkmaz, aksine elektromanyetik bir duyarlılıktan, hatırlamadan ortaya çıkar. Biophilia’nın mobil uygulamasında şarkılarının dinleyicileri tarafından yeniden düzenlenmesine olanak tanıyorsun, ki bence bu oldukça cesur bir hareket ama aynı zamanda gerçekçi de, çünkü bana göre varoluşların kendilerinde barındıkları tüm olasıklıklar kullanılma veya tercüme edilme biçimleri tarafından asla tam olarak tüketilemez. Şarkılarının yeniden düzenlenmesine oldukça açık görünüyorsun ve aslına bakarsan bunun sebebinin az önce bahsettiğim şey olup olmadığını da merak ediyorum. Bir varoluş olarak şarkı kendi özünde maddesel bir oluştur ve şarkıyı ortaya çıkarmak da onu oluşuna bırakmak demektir, ki bu da daha önce de bahsettiğim gibi fikir toplayıcılığının tam tersidir, çünkü burada şeylerin zaten birbirine uyum sağladığı bir
hal söz konusudur. İşte şarkı bu şekilde tam da kendisi olur, çünkü değiştirilebilir, yeniden düzenlenebilir ve yeniden duyulabilirdir. Bu çok gizemli bir şey. Dünyanın bu duyarlılığa ihtiyacı var – bence duyarlılık ve üzüntü, eğlence, arzu, özlem, korku (hilekar olanı), kahkaha, melankoli, acayiplik arasında bir çeşit kaynaşma söz konusu. Bu kaynaşma da ekolojik duyarlılık hissinin ta kendisi. BJÖRK: Bunu belki komik bulabilirsin ama yine de söyleyeceğim, ben geçen gece birkaç kadeh viski yuvarladıktan sonra mailde bir arkadaşa OOO’yu açıklamaya çalışıyorum, ha ha seninle de yazdıklarımın bir kısmını paylaşmak istiyorum: “OOO’yla ilgili bir şeyler okuyorum, sana şu bahsettiğim Timothy Morton’la ilgili daha önce de bir link yollamıştım. Galiba kendisi apokaliptik açıyı YOLUNDAN SAPTIRARAK onu umuda dönüştürmüş ya da en azından dönüştürmeye kalkışmış. Dünyanın sonunun çoktan gelmiş olduğunu ve bizim bu felç
Bunların hepsinin “tiranlık”ta toplanması beni şaşkına çeviriyor. Bana göre gerçeklik kelimenin tam anlamıyla bir anarşidir. Sanatçılar tiranlar değillerdir, olamazlar da. Bir bakıma sanat fikir toplayıcılığının zıttıdır, çünkü sanat daha çok tam olarak duyulamayan şeyi dinlemek gibidir – onu kanal bulmanın eski hali gibi düşün. Yani bir nevi şeylerin kendisinin şiddete başvurmaksızın bir noktadan diğerine ışınlanmasına müsaade etmek gibi. Örneğin, Biophilia’yı ortaya çıkaran emek yaşamın nasıl önceden imal edilemeyeceğini, fakat kristalleşme, virüsler, aylar gibi şeyleri barındırabileceğini ustalıkla ortaya koyuyor. Ve aslında bu benim senin işlerinin her bir noktasında rastladığım çok basit bir şey: Sen (varsayalım ki) gökgürültüsü ve yıldırım oluyorsun, ama aynı zamanda olmuyorsun da, bu aslında sesinin enstrümanı sarıp sarmalaması gibi bir şey, yani bir enstrümanın tek başına bir olayın aktörü olamayacağı gibi, sadece birinin (diyelim ki bir insanın) hikayesini de anlatamayacağını gösteriyor. Sesin ve enstrümanın bu oyun-
045
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
olmuş halimizinden bir an önce sıyrılıp tepki vermemiz gerektiğini söylüyor. Yazılarında epeyce mizah da var, ki bu çok inanılmaz. Galiba ben en çok OOO’nun ses dalgaları kısmıyla ilgiliyim, yani sicim kuramıyla, atomun çekirdeğindeki her şeyin nasıl titreştiğiyle ve birbirlerinde yarattıkları etkileriyle, 20. yüzyılın neden-sonuç ve element cetveli yüzyılı oluşuyla bağlantı kuruyorum. Ama şimdi bu daha çok güneşin magnetik gücüyle ve bunu bizim daha yeni nasıl keşfettiğimizle bağlantılı : Atomu oluşturan en mikro boyutlardan başlayarak makro boyulara kadar bu durum böyle : Güneş sistemimizin magnetiğinin nasıl yıldızlarımızın izlediği yollardan daha etkili oluşuyla bağlantılı. Pardon ya, iyice saçmalıyorum ama eğer bunu bir ses olarak düşünürsen yolumuzun sonunda yankılaşıma varması çok heyecan verici... hmmm Belki de böylesi bir konuyu kısa bir mailde açıklamada fazla inat ettim (hepsi viskinin suçu)” Ha ha ha daha da ileri gidersem: Benim en en favorim de bu bahsettiklerimin animizme bağlandığı kısım, her nesnenin ruhu vardır ve bu sebeple de animizm ekolojiye farklı cevaplar temin edebilir? Her bir laptop, her bir kuş, her bir bina. TIMOTHY: Beni yakaladın! Yakalanmak ne kadar güzel bir şey anlatamam. Ben elbette umudu canlı tutmanın yollarını arıyorum ve tüm bu bahsettiklerimizin üzerimize tuttuğu far ışığına tamamen yakalanmamanın yollarını bulmaya çalışıyordum. Ayrıca yazdığın liste tam da OOO tarzı bir liste: laptop, kuş, bina. böylesi listeler yapmayı seviyorum. Kaşık, gökcismi, demir bir trabzan üzerindeki buz. Mizah – teşekkürler! ben de senin işlerinde çok fazla mizahla karşılaşıyorum, oralarda farklı tarzlarda kimi zaman da üst üste binmiş şeylerin bir karışımı var. Yankılaşım: 10 defa evet. dur durak bilmeksizin ses ve bir de her şeyin birbiriyle bağlantılı olması üzerine yazıyorum. bence şeyler telepatikler, cidden. kurbağalar,
046
ip yumağı, auroralar ve kabin memurları. nedensellik telepatik. Senin sanatın da her şeyin arasındaki bu telepatik telleri birbirine bağlamaya çalışmak gibi. Şimdi şimdi eko toplumun büyüyü tamamen bilime dayandırarak nasıl yeniden keşfettiği ve şiir hakkında arkadaşımla konuşuyorduk, bu keşif bir savaşımın kazanımı değil, adeta ortaya çıkarılan bir şey üstelik. yankılaşım olayının korkusuz keşfi. Elfler ve ruhlar hakkında konuşmayı arzulayan bir tarafım olsa da benim katı değişmez şeylere inandığımı düşünenler çıkabilir diye bu tarafımı saklıyorum. ya da muhtelemelen bu kişiler akademinin havalı çocuklarıysa bana gülerler... İngiltere’nin kuzeyinde bu varlıkların kayaların arasından, havzalardan ve su kaynaklarından çıkıverdiğini hissedebilirsin. ister hoşuna gitsin ister gitmesin, ister inan ister inanma. bir keresinde bir irlandalı kadın şöyle diyordu “tabii ki onlara inanmıyorum ama bu onların orada oldukları gerçeğini değiştirmiyor,” kesinlikle... Her nasıl oluyorsa ne kadar kuzeye gidersen bu his de o kadar hayat buluyor. sanırım izlanda’da bu his çok daha canlıdır? Bohemler, punklar, şeylerin içerisinden dışarıya püsküren düşe imkan tanıyan ve ona karşılık veren herkes, üstelik bu düş bir çekiç veya bir şişe kola gibi tamamen gündelik bir şeyse, bu kişiler hiçbir zaman tam olarak farkına varamasalar da aslında birer şamanlar. Bence bu sanat bilgisinin neredeyse son 200 yıldır çoğunlukla korkudan dolayı önünün kapatılmasıyla ortaya çıkan sanatın hikayesi. Bizim görevimiz belki de insanların bu hissi yeniden duymalarına ve bunu tamamen kesin bir netlikle düşünmelerine olanak yaratmak. mantıktan bir saniyeliğine bile ayrılmaksızın içimizdekilerin çılgınca patlamasına olanak yaratmak. bu eski totem inançlarına geri dönmek anlamına gelmez, daha çok şeylerin tamamen atıl olmalarındansa büyü olmalarına izin vermektir değil mi? Diğerlerini bilmem ama bu en azından benim görevim haha. Dünyanın daha fazla büyücüye ihtiyacı var. Bilim insanları, haklılığınıza yanlış insanları ikna etmeyi
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
bırakın! onları biraz büyüyle hezimete uğratın... Biz beraber küresel ısınma ile ilgili bir basın toplantısı yapmalıyız insanlar da yakında razı olurlar hahahaha.
Bitki / insan / ses / hayvanlar. Buradaki kelimemiz “yalınlık”
BJÖRK:
Ben de o dünyanın sonu muhabbetinden çok sıkıldım! Bu kadar baskın olduğundan hiç haberim yoktu ama evet şimdilerde epey “havalı” bulunuyor ve genelde listenin başlarına oturuyor o türdeki filmler. Bu esasında yaşayan kırılgan gerçekliğin önünü kesmenin bir biçimi... Yani mesela evet, acı yıkım ızdırap. evet. Şimdi, kendini yerin dibinden çıkart. Haydi sevme eyleminin nasıl gerçekleştiğini keşfe çıkalım.
Yazdıkların ne kadar da güzel ama! Nasıl minnettar oldum anlatamam... Şu an İzlanda’nın dağlarında koyun otlatıyorum. Onlarla koşmak, boynuzlarını çekiştirmek ve kalçalarda puantiyeleri andıran bereler edinmek lazım : Muhteşem ya! Bugün adeta büyülüydü. Hava hem soğuk hem de güneşliydi ve hiç rüzgar yoktu, ağır çekimde izlediğim bir olağanüstülük, kafada hiç pürüz yok. Koyun yünlerinin ve nihayet batıya ulaşan volkan patlamasından gelen sisin kokusu ile her şey biraz daha flulaştı, ama bu sis öyle bulanıklaşma yapmıyor, doğası gereği metalikleştiriyor! Akşam yemek yerken en son keşfettiğim parçaları kurcalıyordum: Punk tarzında İrlandalı house müzik (taze gençlik belli ki böyle şeyler üretiyor). Bu arada hazır bu taze genç jenerasyon hakkında konuşuyorken, onlara olan hayranlığımdan da bahsetmeden edemeyeceğim: Ve katılıyorum: “Bilim aracılığıyla büyüyü yeniden keşfetmek” nihayet çok çok çok büyü dolu şeyler oluyor! Geçen yıl çekilen Hollywood filmlerinin büyük çoğunluğunun dünyanın sonuyla ilgili olduğunu anlatan bir makale görmüştüm ve tepkim aynen şöyle oldu: Umut etmekten vazgeçme Amerika! Bu tek olası sondan gerçekten çok sıkıldım. Çoook kısıtlı. Tam da bununla ilgili senin kitabında yazmış olduklarını seviyorum: “Nihilizm ceplerin içindeki boşluk da dahil olmak üzere her şeyin cebini boşaltma peşinde – bir şeyin istikrarsızlığından kendisini kurtarmak için cebin kendisinden hiçliği çekip çıkarabilirmişçesine yapıyor bunu. hiçliğe “inanmak” hiçliğe karşı bir savunmadır, Varlığın metafiziğinin kılık değiştirerek tüm mevcudiyetleri sofistike bir hükümsüzleştirilmeye sürüklemesidir.” Bu net bir iflas? Merhaba? Ha ha ha ha. Kuzeyi daha sonra tartışabiliriz : konuşulacak çok şey var. ama genel olarak burada bulunan alana yeteri kadar değer verilmediğini gözlemliyorum.
TIMOTHY:
BJÖRK: Evet! TIMOTHY Bu benim felsefedeki sloganım: Düşünme eylemi nasıl gülüneceğini ve ağlanacağını bilmeli. Şimdi hatırlayamadığım bir sebepten dolayı 2008’de ölüm hakkında konuşmaya başladım, cidden. bilindik akademik oyunu oynamak yerine: “Çok zekiyim ve duygunun ötesindeyim, kinizm ve umutsuzlukla doluyum, bu sebeple de haklıyım.” “Benim korkum seninkinden daha büyük olduğu için haklıyım” tarzındaki bir değerlendirme mekanizmasına sahip 20 küsur çocuğu anlıyorum... Her şeyin ne kadar da umutsuz olduğunu göremediğim için aptal olduğumu düşünüyorlar haha. Belki de bu nihilist çocukların böylesine hiçliğe takıntılı olmasının sebebi de kişilerde ve gerçeklikte halihazırda bir şeylerin eksik olduğunu sezinlemeleridir? Maddesel ötekiliğin dünyasının sözcüleri bizleriz? Burası aynı zamanda neden-sonuç ilişkisinin korkutucu dünyası da. namı diğer ses okyanusu... Bir başka deyişle duyumsal okyanus... Hegel bu gerçekten harikulade olan görüşe sahipti. Bu görüşünde fikirlerin ve felsefenin onlara kodlanmış olan tutumlarla birlikte ortaya çıktığını söylüyordu. Virüslerin belli başlı yaşam formlarını seçmesi gibi, fikirler ve felsefe de tutumları seçiyordu. Tutumun sana hükmetmesine müsaade etmektense, bir nevi “sahiplenme” ile onun çözülmesine sebep olarak bir tutumda takılı kalmadan
047
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
diğerine geçmeyi mümkün kılarsın. yani fikirler her daim hareket halindedir. Hegel’in bu tutuma yaklaşımı gerçekten harikadır, ona güzel ruh demektedir. Güzel ruh (ben kısaca gr diyorum!) dünyayı (ve diğer her şeyi) kötü olarak görür. ben, bu yandaki “saf”; dünya, öte yandaki “kötü”dür. Her şey doğru yoldan sapmıştır. Kısacası az evvel bahsettiğim nihilist çocuklardır bunlar. “Şeyler konumundaki eksiksiz korkumda tamamiyle safım”Yani bu gerçekten de çok muhteşem bir numara: Hegel diyor ki işte tam da bu tutumun kendisi KÖTÜ OLAN. yani dünyayı kötü olarak görme tutumunun kendisi KÖTÜ. Bunun “mantıksal” çözümü: ya kendini ya da dünyayı öldür veya hiçbir şey yapmadan yüzüne ışık tutulmuş bir canlı gibi öylece donakal. Ekolojik paniğe yönelik cidden çok bağımlılık yaratıcı bir tutum değil mi bu? Yani kişi tutumu “sahiplenir” – ileride bir yeri gördüğünü düşünerek doğrudan yönelttiği bakışın kendisinin kötü olduğunu kabul eder. dünyayı görme biçiminin dünyanın içinde gördüğün kötü olduğunu fark etmek. bu cidden korkunç derecede çılgınca bir şey ve kesinlikle vaaz verici cinsten değil. özünde bu gotik hileciyi de barındırıyor. Sen ne düşünüyorsun?? BJÖRK: Tam da üstüne bastın! TIMOTHY: İyi bir alıntı seçmişsin! Bu konuyu kurcalayacağını biliyordum. Şimdiye değin söylemiş olduğum en önemli iki şeyi alıntılamış olduğun gerçeğini hala tam olarak kavrayamıyorum. Her neyse, şu minik parlak güzel boşluğa bak. bu hiçbir şey değil, çok güzel. Wordsworth bunu başarmıştı, evine giden yolun ıslaklığının önünü açmaktan bahsediyordu. BJÖRK: Bu çok OOO, bizim buralardan yeraltı yaşamını seçmiş bir şelaleyi yolluyorum sana: Olmayan nehir.
048
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
TIMOTHY: Olmayan nehir! Bu görmeme hali çok canlı. Bir şelale hakkındaki bir dağın haikusu. Yeni umudun tohumlarını ekiyoruz. hüzün, özlem, umut, duyarlılık, kahkaha. bu iyi bir ekolojik tarif. O zaman şuna ne dersin: müzik ve kelimeler arasında konuşulamaz olanın açığa çıkmasına müsaade ediyorsun. Bu “konuşulamaz” kelimesini seviyorum. Egoyu delip geçiyor, yine de çok güzel, enteresan, büyüleyici ama tekin değil, maddesel olarak insan olmayan ama yine de insan olan bir şeyler var onda. Bataille’ın tinsellikle ilgili fikirlerini andırıyor biraz. BJÖRK: Yazışmalarımızı en başından yeniden okudum, her bir kelime daha bir içe dokunuyor şimdi! Sanırım şarkı söylerken bana yardımcı olan şeyleri maddesel olarak özümseme alışkanlığım var. Benim bu alışkanlığımı aktarabilmek için izleyeceğim tek acemice yöntem galiba sadece kuram çevresinde kendisine bir yol bulabiliyor. Ve bu bizim küçük maceramızın alt temasını oluşturabilir: zaten kaygan olan elin ondan daha kaygan olan kuyruğu yakalaması. Ayrıca dünyadaki tutumumu şimdiye kadar özenli ifadelerle allayıp pullamamış olmamın da bir sebebi var. galiba süsleyip püslesem ondan iyi şarkılar çıkmazdı! Evet “konuşulamaz” olan konusunda haklısın... benim şarkı sözlerim daha çok müzik ambiyasının üzerindeki yön levhalarını andırıyor, bir nevi müziğin getirdiği hisse giden kestirme yolları gösteriyorlarmış gibi. TIMOTHY: Gönderdiğin metinde kuram ve sanatı zaten kaygan olan bir elin ondan daha kaygan olan kuyruğu yakalaması olarak ele almışsın, muhteşem gerçekten. Gerçekliğin her zaman İskandinav mitolojisindeki Jörmungandr gibi olduğunu düşünüyorum ve gerçekliğin içindeki her şey de kuyruk ısırtan döngüler, bu döngülerin sebebi de yine iskandinav mitolojisindeki kader tanrıçası Urth... Ya da senin kelimelerinle ifade
049
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
etmek gerekirse her şey bir Isabel mi??? benim “nesne” kavramımdan çok daha iyi bir kavram. BJÖRK: Ha ha ha! Benim Isabel’im belki de kısmen bir şarkı yazarı olma görevinin alaya alınışının üstesinden gelmekle ilgiliydi, kendi hikayeni anlatmak neden böylesine sana musallat olan bir ihtiyaca dönüşsün? Şarkı sözlerimin çoğunluğunu kendim yazıyorum ama aşağı yukarı her albüm için bir şarkının sözlerini en eski arkadaşım yazar Sjón’la oturup birlikte yazdık ve bu ayrık mitolojik karakter Isabel’i de beraber araştırdık... Ama dinleyicilere ne kadarının ulaştığından emin değilim, bu durum biraz altına kaçırmak gibi, bana komik geliyor! İsmi de biraz büyülü gerçekçi dramayı andırıyor, bir nevi duyumculuk, aşırı romantik, ha ha. Ve sürekli çözmeye çalıştığı bir köy-kent çıkmazı içerisinde ha ha. Güya!
TIMOTHY: Ha ha ha evet evet! Yani elbette! “Benim adım Isabel” diyen bu mısra numara yapıyor olabilir. Hikayeyi anlatanla hikayesi anlatılan arasında her zaman bir boşluk kalır. Ayrıca gotik-lik bir ifşa – salt kurgu artı ciddiyet olan ve birinin diğerinden nerede ayrılıp birleştiğini söylemenin imkansız olduğu bu durumu seviyorum... Tıpkı Robert Smith’in saç modeli gibi. “Nesne”ler de böyle komik: Tamamiyle oldukları şeylerler ama asla tam olarak göründükleri şeyler değiller... Her daim hokkabazlık peşindeler. Bu böylesine aptalca bir şey değil. Bence senin işlerinde hem kendine hem de diğer canlılara yönelik bir özen var, ki bu özen de ekoloji: All Is Full of Love’ı düşün ve onun müzik videosunu veya Unison’dan bir satırı: “Bir el diğerini seviyor/çoğu benden” “Öz” veya beden arasındaki duyumsal
ilişki batı ideolojisinin büyük çoğunluğunda eksik olduğu için bu sözler benim için gerçekten çok önemli ve bence güçleri de epey yıkıcı. Nietszche: “Komşunuzu kendiniz gibi sevin ama önce kendinizi sevin.” Isabel’in bildiği bir şey vardı. Yalnızca yaralı bir narsisist narsisizmin ötekisini suçlar, tıpkı bir zorbanın sana zorbalık yapmadan önce “zorbaları sevmiyorum” demesi gibi. insanlığın doğayla ilişkisi de devasa narsisist bir yara. Onu iyileştirmemiz gerekiyor – ama bunu süperegonun çok da hakimiyetine bırakmaksızın, pasaklı bir hippie kılığında yapmak lazım. birinin “özünü” bir öteki olarak sevmesi: Döngüde olmak. her zaman en az iki şey vardır, asla bu bir değildir. narsisizmin kötü bir özelliği var. Solipsizmle aynı şey değil. BJÖRK: Evet ama narsisizm çoooook önemli “süperegonun çok da hakimiyetine bırakmaksızın, pasaklı bir hippie kılığında” Ha ha ha ha ha ha ha ha. Bu bizim başarısızlığımıza sebep olabilir. Bu çukura düşmekten kaçınmalıyız. Şunu sevdim: “kendini sevmek = ötekini sevmek = ekolojik özenin başlangıçları” TIMOTHY: Dikkati hep “-izm” konusu üzerine çektiğim zamanlarda anlayışına sığınıyorum. İlk olarak günümüzde tanımlanan biçimiyle ele alındığında seni herhangi bir “-izm” kapsamı dışında tutmayı gerçekten çok istiyorum. Ürettiğin işlerin ortaya koyduğu halihazırda tamamen farklı bir tarzları zaten var, bu sadece benim söylediğim bir şey değil – dayan! Sanatında sen olmayan varlıklar kontrolü ele alıyor ve sen onların içine karışıyorsun. bunun pasif olmakla hiç alakası yok. aksine onlarla sevişmek gibi bir şey. onların kendi bakış açılarından var olmalarına müsaade etmek gibi. Onlarla sarmaş dolaş olmak gibi???? Bunu tanımlayabilecek bir “-izm” yok! olabileceğini de pek sanmıyorum çünkü dediğim gibi “-izm” mevcudiyetlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bir sistemin haritasını
050
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
çıkarmak demek. sence PANEROTİZM kavramı nasıl? Bu bile aslında tam olarak karşılamıyor. Seni bir kutunun içine koymaya gönlüm razı olmuyor. Olmuyor! “Sofistike” modern kültür diğer yaşam formları için gösterilen korumacılığa veya korkuya gülmek istiyor gibi. ama ekolojik bir çağda umursamaz olmak bile özen göstermenin bir başka biçimi sayılabilir. Sen küresel ısınmayı umursamadığını düşünsen bile, tenin çok yüksek güneş ışınları altında kaldığında yanıyor olmayı önemsiyor. Depresyona çok aşinayım ve bunun bir tuzak olduğunu biliyorum, adeta zekanın kendi zavallı evsahibinin varlığına karşı geliştirdiği alerjik bir tepki gibi. arzuyu öldürmeye çalışmak modern bir spor, bunun içine plastik “cinselleştirilmiş” (ki esasında tam tersi) her ne ise ona doğrudan geçiş yapmak da dahil. “Narsisizm” yaralı birinin favori ithamı – özellikle kasti ve kişinin kendi kendisine yaptığı “havalı” olma takıntısının açtığı yara söz konusu olduğunda. Wagner’in Tristan ve Isolde’sinin başlangıcını düşün, talihsiz aşkın acılı hissiyatını. Trajedi. Birbirlerine karıştıklarında herkes ölür vb. bir nevi korkmuş bir çocuğun erotizme karşı tutumu. Dün dersimde Wagner’i senin Unison’ın ile karşılaştırdım. güçlü, amansız, nazik. biribirine karışma ama ölüme varana kadar değil. Ki bu ne birdir, ne de iki (seni birazdan gelecek olan iltifat konusunda şimdiden uyarıyorum). Eğlenceli, komik, muhteşem. Son karşılaşma sonuçları: Wagner 0 Björk 10 (İltifatlarım için beni bağışla lütfen). BJÖRK: Bir gönderinin mucizesi! Şimdiye kadar okuma şansı bulamadığım için özürlerimi sunuyorum. Okumuş olmak ne büyük keyif ama! Cümlelerinin tonu, sakınma ve mizah, tezavu ve hafif ukalalık arasındaki o küçük atışmalar: Kesinlikle bayıldım! Nasıl da tam yerinde bir ruh hali: Evet: İçine karışıp kaybolup yine de hayatta kalabiliriz. 1 + 1 üç eder, biliyorum. Benim yazar/filozof arkadaşım Oddný Eir Ævarsdóttir bir keresinde bana içerisine kuramın da dahil olduğu bir website gösterdi: Eğer elyapımı bir terazinin karşıt uçlarına dinleri koyarsan, bir
051
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
uçta “feminen duygusallığın” yoğunluğu, diğer uçta da “maskülen soyutluğun” yoğunluğu (ki biz her ikisine de sahibiz) ölçülebiliyor, Zen Budizmi en uçtaki soyut noktada konumlanıyor, burada kişi kendisini gösterişten kurtarıp hissin kendisine uzaktan bakarak kendisini boşaltabiliyor. Boşalta boşalta bütünün içine daha da çok karışıp Nirvanaya ulaşıyor! Ve diğer uçta da sufilik var, gününle, narınla, çay fincanınla, sevgilinle, kendini bıraktığın şarkıyla aşk yaşadığın uç bu: Buradaki amaç ise daha çok karışıp gitmek ve eğer yeterince karışıp gidersen kendini “boşaltırsın” ve bütünle bir olursun. Yani özetle senin karakterine hangisi daha çok uyuyorsa o yöne gitme meselesi bu... Sonunda ne de olsa aynı noktaya varıyor. Yazdıkların hakkında düşünüyordum: “Bu benim felsefedeki sloganım: düşünme eylemi nasıl gülüneceğini ve ağlanacağını bilmeli” Nasıl da hisleri felsefe içerisine dahil etmeye kararlısın. Benim yukarıda bahsettiğim iki uçtan ikincisine dahil olduğumu tahmin etmek büyük beceri gerektirmiyor. Çok sufiyim (ama belki de içimdeki bazı karanlık kalp atışları budisttir ve ondan çıkan melodi de sufi?) Böyle bakıldığında aslında belki de buradaki meselenin çok daha basit olabileceğini düşünüyorum: Daha önce bana çocukken çevrenin müzikle dolu olduğunu söylemiştin, benim evim de her zaman olduğu gibi oldukça sesliydi ve böylece bu ortam benim içerisinde yaşadığım okyanus haline geldi, fizik gibi, ses dalgalarının sıvılaşması. Ve diğer her şey hayatın kendisi gibi, ağacın tepesindeki meyveler gibi. Ve o benimle olmadığı zaman kayboluyorum. Kelimenin tam anlamıyla sudan çıkmış balık gibi oluyorum. Onu bu derece ileriye götürmesem de bu düşünce bir şekilde olmayan nehire ve Wordsworth’ün su bendine, hatta senin şu nihilist çocuklarına ve benim coşkulu maderşahilerime de eşlik etti? Hmm.... Suyun içine ettim! TIMOTHY: İnsanlar için kaçış yolları buluyorsun değil mi? Bu yolları başkalar için bulabileceğimi biliyorum ama bazen kendim için böylesi yollar bulmakta zorlanıyorum. Fedakarlık.
052
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
bir öğretmenin veya bir insanın mutlaka sahip olduğu bir şey değildir, bir çay fincanının, bir aşığın, şarkının, dansın da yaptığı fedakarlıklar olabilir. Kestiğinde suyunu parmaklarına akıtan bir nardan bahsetmiyorum bile. Bu aydın bir şehvet gibi bir şey. Bu evrenin en temeldeki tutkusu gibi ve onu delirmek veya üçüncü dünya savaşını (ya da dördüncü dünya savaşı çoktan başladı bile mi demek lazım?!) başlatmak istemediğin zamana kadar saklı tutmalısın. Entelektüel budistler bunun tam soyutlanma ile ilgili olduğunu düşünüyorlar. Bir nara dokunmaya veya meditasyon yapmaya asla ihtiyaç duymayacaksın. O noktaya anlayarak ulaşabilirsin. Zen duyguya uzak bir mesafeden bakma eğilimi gösterebilir, bu mesafeden dolayı duygular bir çeşit mahmurluk içine girebilirler, oldukça maskülen ve özenli. Ama bana göre “anlamak” = olmayan nehrin derinliklerine dalmaktır. Ah evet “kendisini duygu dalgalanmalarının dışına çıkaran kişi hislerine ve diğer her şeye uzaktan bakar ve kendisini boşaltır, boşaltır ve kişi eğer kendisini yeterince boşaltabilirse bütünün içerisine karışır ve nirvana!” Yaptığım tüm çalışmalar diyor ki: Asla tam anlamıyla bu duygu dalgalanmalarının dışında kalamazsın... 1988’de house müzik sahnesinden anonim bir kişi şöyle demişti: “Egon her yere sıçrayıncaya kadar dans et ve sonra onun üzerinde de dans et,” çünkü aslında durum içten içe şu şekilde olabilir: ego asla yok, yalnızca dans eden bir ateş var. titreme, titreşim... Yani amaç içini ortaya dökecek veya onu sarsacak şeyler yapmak. bir çeşit özne sarsıntısı. Almanca’da ifade etmek hoş oluyor: Einschütterung. İç titremesi... Tarif etmesi imkansız – “bir dilsizin şekeri tatması gibi”. nasıl ki ırmak kayayla kaynayıp gidişini dile getiremezse bu da öyle bir şey işte. Bu yaşam formunu seviyorum. Yakında kendini bir dansın içerisinde bulacaksın. Bu dansın içerisinde, partnerin ve sen bir değilsiniz ama iki de değilsiniz. bir nar var, bu sadece bir illüzyon değil ama bu nar [konuşulamayan]la dolup taşan periler ülkesine ait bir nar. Ah Björk karşılaştırman çok iyi, boşalt boşalt boşalt | kaynaş karşısında karış | bo-
şalt. Benim için de uygun olan yol ikincisi. Sanırım boşluk kelimesi aslında bu his için biraz soyut kaçıyor. Felsefenin ağlayıp gülebileceği fikri olmadan, oyun bilgelik aşkı olmaktan çıkarak salt buz gibi bir “bilgelik” haline gelir. Sadece bütünüyle doğru olmak haline gelir, ki bu da aslında tamamiyle yanlış olmaktır. BJÖRK: “İnsanlar için kaçış yolları buluyorsun değil mi?” Birçok şeyde acemiyim aslında ama haklısın, şimdiye kadar duygusal strateji konusunda iyi oldum : Belki de her şeyi bir şekilde duygusal kronoloji olarak görüyorumdur. Bu benim tutunduğum senaryo, nabız atışlarını tut ve bu emo dna’ya doğru dalış yap... Zamanın omurgası, ha ha ha ha ha ha bir şey anlatırken asla başka şekilde anlatamıyorum, arkadaşlarımın başlarına gelen şeyleri anlatırken de bir spor spikerine dönüşüyorum... Ama bir buçuk yıl önce başıma şu geldi, o zamana değin bildiğim her şey: artık öyle değildi, gitmişti, yok olmuştu. Kendimi bu kayboluş içerisinden bir derviş olarak çıkartmaya çalıştım, yani magma pıhtılaşmadan önce içindeki o avare serseriyi evirip çeviren döndüreci sıkıştırmaya çalıştım ama hiçbir şey artık işe yaramıyordu... Böylece kendime yeni bir anahtar seti tasarladım. sanırım bir nevi bu patriyarkadan kovuluşum ve çevremi esrik nabız atışlarıyla sarmış olan matriyarkanın çobanları arasına katılışımdı... Ve bahsettiğim bazı kara kalp atışlarının Budist, onların melodilerininse sufi oluşu hakkında epeydir kafa patlatıyorum... Yorumun beni koparttı “bu mesafeden dolayı duygular bir çeşit mahmurluk içine girebilirler, oldukça maskülen ve özenli”... Ha ha ha ha ha, çok fazla mesafe almaktan dolayı mahmurluk içerisine girmek... ha ha ha ha ha. Şimdi geçen birkaç yılın favori buluşlarından biri geliyor... Rus bir minimaliste ait, Vladimir Martynov. Ama kimi Amerikalı minimalistlerin aksine: postmodern, genelde ironik ve mesafeli olmak yerine fazlasıyla tutku dolu! Henüz çocukken ailesinin ona çaldığı favori par-
053
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
çaları seçmeye karar veriyor: Onlardan küçük kesitler alıyor ve bu kesitleri birbirine bağlıyor (ebevenylerimizin okyanusu hakkında konuşuyor!) yani bu iddialı bir duruşu olan bir iş olabilirdi ama asıl müthiş olansa tam aksine hiç de iddialı olmaması. Bu eserinde Gustav Mahler’in Der Abshied’inden 10 dakikalık bir kesit almış ve kesitleri döngüsel şekilde 40 dakika içerisine yayarak yeniden yeniden ve yeniden birbirlerine bağlamış. Güncel klasik müziğin en aşırı dramatik olanlarından birini seçiyor ve onu adeta 138457 kez büyütüyor! Benim için bu işteki birbirine bağlama onun çocukluğuna giden gerçek bir tünel görevi görüyor, yani hiç de başka bir eserden aşırıyormuş gibi hissettirmiyor. Teleskopu meydana koyuyor. Hem sonra ortaya koyduğu eser de saklı değil. yeniden düzenleme ve işçilik elbette rötuşlara ve işin kalitesine ekleniyor. Oldukça dramatik, dikkatli olmanı öneririm ama tünelin sonuna vardığında ışıkları göreceksin: Eğer sonuna kadar gidebilirsen çok tatlı bitiyor...
[MP3 dosyası – Vladimir Martynov – Der Abschied] Her neyse: Bu örnek bana minimalistlerin çoğunun budist olduğunu düşündürttü... Minimalistler arasından benim favorimse budist olmayanlar: Tutkulu olanlar. Steve Reich Tehillim gibi. Herkesin bir tür hakikatin dj’liğini yaptığı rave müzik döneminden bahsettiğin kısımları çok sevdim “egon her yere sıçrayıncaya kadar dans et” O zamana değin yapılmış TÜM müziklerin dans edilebilir ve dans edilemez olanlar olarak iki gruba ayrıştırıldığı rave dönemini çok iyi hatırlıyorum... ha ha ha ha ha. Yalnızca çok fazla düşünce müziğe dahil oldu... Yani klasikleşmiş şeyler veya dünya müziği bile hangi tür müzik olduğwuna bakılmaksızın eğer swing yapamıyorsa silindi gitti... Ama sonra daha da iyiye evrildi: SANATÇI Dronlar gibi, binalar veya budist şeyler? Birbirlerine bağlandılar ve bir ağ oluşturdular.
054
BOŞLUKLAR
TIMOTHY:
Düzene konuldular ve soyut türbülanslı sufi tarzları da senin her yanına yayıldı.
Harika haritanı ve üzerinde yaptığın yakınlaştırmaları sevdim. “havada fırıl fırıl dönen hortuma bindik” – hala o hortumdayız! Eğer hala bundan yapılmış paralar varsa, benimkinin yaşam formlarına, hatta belki de mercanlara gitmesini isterdim? Mercanları seviyorum ama ölüyorlar ve beyazlıyorlar, öylesine bir dünya var ki oralarda, OOO’yu çoğu filozofun fark edemeyeceği kadar derinde parıldayan devasa bir mercan kesifinin keşfi olarak tasavvur ediyorum. Çevresinde köpek balıklarının turladığı, denizşakayığının filizlerinin oraya buraya saçıldığı.
FİLOZOFLARIN Bu ikiyi birleştirmeliyiz, Tim! AKLI TIMOTHY: Yolladığın müziği dinliyorum şu an – ah yolladığın için teşekkürler! Daha şimdiden çok sevdim ve yalnızca ilk 7:06 dakikasını dinledim. Tüm o aşırı dram beni içerisine çekti ve ruhum nefes alamıyor. Elbette Martynov o kadar müziğin içerisinden gerçekten de acıtan parçayı seçti. E yani, Martynov çevresinden soyutlayarak aldığı o küçük kesitle sen bu egosuz duyguyla kalana değin tüm insanlığın ego dramasını eritiyor gibi. Bu çok [küfür küfür] dahice. Daire çizdiği ve aynı zamanda Mahler egodan arınana kadar içinde kalmayı sürdürdüğü için eseri “inceleyebilirsin” de. Neticesinde bu dünyanın şarkısı, Mahler’in boğduğu Tim’in şarkısı değil. Ya da daha iyisi bile olabilir: Salt acı, içerisinde hiç ıstırap barındırmayan? Teşekkürler Martynov, ego-striptizcisi, dünya barışına katkıda bulundun. BJRÖK: Bu maile bayıldım.. Özellikle de Martynov’un Mahler’den egoyu söküp aldığından bahsettiğin zaman... Ve salt acı, içerisinde hiç ıstırap barındırmayan... Bu dramda ihtişam yok, ha ha ha ha ha, kuş tüyleri yok. Neyse ki tasavvufi birleşme ve zen soyutluğunun kutuplaşması çok da sıkıcı değil. Pardon ya kendimden geçtim, bu havada fırıl fırıl dönen hortuma biner binmez bir haritaya ihtiyacım oldu... Nedense yönümü bulmaya ihtiyaç duydum... Ve bana çok yardımcı oldun! Özellikle de bu harita üzerinde kendi özgün koordinatlarımı adlandırmada doğal kaynaştırıcıyı keşfetme konusunda. Bu kez dalgalanmaları harekete geçirmeyeceğim...
Canlı olabilen, ölü olabilen, bitki olabilen, hayvan olabilen şeyler. asla topyekun olamayan, her çeşit şeyden oluşmuş bütün bir varlık olabilen şeyler. bilimsel yüzeyden sualtı ufka bakan illüzyonlu yansımalarımıza bakarken burun deliklerimizi temizleyen palyaço balığıyla birlikte bu kesifin içinde bir yerde duruyoruz. Maillerini her yeniden gözden geçirişimde harikulade şeylerle karşılaşıyorum. Eğer “sen” ve “ben”i cümlelerden çıkarırsan çok çok net iki şeye erişirsin. İlki sanat, siyaset, ekoloji, nesneler vb. ile ilgili çok net ifadelerden oluşuyor, ama hepsi birleşik ve fazlasıyla anlamlı! Sonra şu inanılmaz şeylere ulaşıyorsun: Koyun boynuzları, barajlar, hendekler, sesler, geyik boynuzları, İskandinav mitolojisinin kader tanrıçaları, manyetik kalkanlar, güneş, atomlar... Liste böylece uzuyor! Birbirlerine karışmış ama yine de ayrı olan bu iki “kanalı” görebiliyorum, tıpkı bir paradoksta olduğu gibi: Bir manifestonun ortaya çıktığı sanatla ilgili “insanca” ifadelerimiz; ağlayan, gülen, insanı destekleyen, onun kuyusunu kazan ve itiş kakış ilerleyen insan olmayan varlıklar. Gerçekten bir şey yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz. Gerçekten çok şey yaptık. BJÖRK: Daha yeni İzlanda’ya geldim. Ne mucizevi bir mektup! Çok çok çok duyumsal ve bağlantılı, parmak uçlarındaki her bir takım yıldızı! Evet, işi mercanlara bırakalım!
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
07.06]
055
Abdulhalim Karaosmanoğlu
KENDİNİ T U T A M A YA N S L AV O J ŽIŽEK
056
YÜCE NESNE
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
71 yaşındaki, Slovenyalı filozof Zizek, felsefe ve psikanaliz eğitimi görmüş olsa da politika ile de oldukça içli dışlı. Hatta kendisi, 1990 yılında ülkesinin cumhurbaşkanı adayıydı. 1989 yılında yayımlanan “İdeolojinin Yüce Nesnesi” isimli eseri ile uluslararası tanınırlığı artan düşünür, kuramsal olarak konumunu çok sık değiştirmekte, bu yüzden de sürekli olarak tutarsız olmakla suçlanmaktadır. Başka bazı düşünürler ise, entelektüel düzeyindeki eksikliğin bu karmaşayı yarattığı yönünde fikir beyan etmektedir. Aslına bakarsanız, Zizek’ten neyi almak istiyorsanız, yani neye inanmak istiyorsanız, size onu verir. Çünkü filozofumuzun tarzı, okuyucunun kendi ideolojik ön kabullerini sorgulaması yerine, tam tersi biçimde sorularını yanıtsız bırakarak, ona eleştiriler yöneltmektir. Diyalektik materyalizm geleneği içinde düşünce üreten Zizek, “her şey”in aslında “her şey olmadığını” anlamlandırma çabasına girişerek, gerçeğin açık biçimde “orada durduğunu” yalnızca farklı insanlar olduğumuz için onu farklı biçimlerde algılıyor olduğumuzu savunur. Son eseri “Kendini Tutamayan Boşluk” isimli kitabında, düşünürün bu metaforla üzerini örtmeye çalıştığı konu cinselliktir. Sınıf mücadelesi ile eş değer gördüğü cinsel farka dair Zizek, iki karşıt sınıfın ve dolayısı ile iki karşıt cinsel kimliğin olduğu fikrine karşı çıkar. İkili karşıtlığa indirgenemeyen, ikilikler içinde konumlandırılama-
yan, üçüncü bir unsur mutlaka vardır. Eğer sınıf mücadelesini bir ikiliğe indirgersek, bunun artık bir mücadele olmaktan çıkacağını söyler. Zizek, “Gerçeğe ulaşmanın başka bir yolu var mıdır?” sorusuna Lacan’ın verdiği yanıtı hatırlatır: Evet vardır, o yol da cinsiyetlenmenin açmazlarıdır. Tekil gerçekliğimiz, kendi imkansızlığından doğduğu için çökmeye mahkumdurlar. Zizek bu durumun karşı cinseller için de geçerli olduğunu ifade der: Onlar da kendi imkansızlıklarının ürünüdür. “Eğer karşı cinsellik mutlak bir mümkünlük olsaydı, iki değil yalnızca bir cinsiyet olurdu” der. Kitabı da ismini bu imkansızlıktan almaktadır. Kendini tutamama teriminin iki anlamı vardır. İlki cinsel arzuya hakim olamamak iken, ikinci anlamı idrar boşaltımını kontrol edememektir. Zizek’in refere ettiği üzere Hegel, yüksek ifa organı dediği üreme organı ile işeme organını birleştiren doğanın safça ifade ettiği bağlantıyı göstermek istemektedir. Buradan hareketle, evrenimiz bir antagonizmadan doğmamaktadır, evren kendi imkansızlığından doğmaktadır. Onu ayakta tutan da bu engeldir. Lacan da arzu nesnesi ile arzu nedenini irdelerken, aynı nesnenin aniden töz değiştirerek, arzu nesnesi haline gelebileceğini söyler. Başka biri için sıradan olan bir nesne, bir diğeri için libidinaldir. Bu akıl sır ermeyen durum, ancak manzaraya “yamuk bakmak” ile seçilebilmektedir. Zizek bunu şu örnekle
daha net biçimde ifade etmektedir: “Aşkın sebebi sevilen kişideki ele avuca gelmez bir “ne olduğunu bilmiyorum”dur. Sevilen kişinin algılanabilen herhangi bir özelliğine iliştirilmesi mümkün olmayan bir X’tir; ama bu X kendi başına mevcut değildir. Arzumun nesne içine nakşedilmesidir. Bir insanın sadece ona aşık olan özneye yüce görünmesi bundandır.” Zizek’e göre, gerçeğin içine düştüğümüz anda o gerçeklik dağılmaktadır. Kalıcı toplumsal cinsiyet kimliği biçimlerini baltalayan bu yeni gerçeklik, cinsiyetleraşırı bir evrene tekamül etmektedir. Bu yeni evren, cinsiyetin farklı tarihsel biçimlerini harekete geçirmektedir. Düşünür burada önemli bir uyarı yapar: toplumsal cinsiyet kuramcıları, radikal bir tarihçilikle, tarihsel olmayan biçimde hareket etmemelidirler. Çünkü ona göre, cinsel kimliğin akışkan bir hale gelmesi tarihaşırı bir olgu değildir. Post-patriarkal kapitalist toplumlarda, cinselliğin ayırt edici bir özelliği vardır. Bu olumsuzlanmanın olumsuzlanması gerekir. Cinsiyet rollerinin biyoloji tarafından belirlenmeyip, toplumsal olarak inşa edildiği gerçeğini, özgür bir seçim meselesi olarak görmek ve öznenin farklı kimlikler tercih edebileceğini tasavvur etmesi durumu ideolojiye kaymaktadır. Serbest piyasanın, tüketimi ayakta tutan “özgür seçim ideolojisi” bir yadsımadır Zizek için. Özne, bilinçdışı yoluyla ebedi karakterini seçerken, hayatına geri dönüp
057
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
baktığında karakterini mecburiyet biçiminde deneyimler ve “ben hep böyleydim” der. Düşünürün diyalog halinde olduğu ve bir tür münazara yürüttüğü bir isim olan Dean’ın cinsel farka dair düşüncelerine yer veren Zizek, bilinçdışının cinsel farkı bilmediğine dikkat çekmek istemektedir. Bu yüzden de fallus cinsel farkın imleyeni olamaz. Bir imleyenin olmaması da düz cinselliğin mümkün olamayacağı anlamına geleceği için, cinsel farkın arzuyu düzenleyip, belirlediği fikri kabul edilemez. Klasik / ataerkil versiyonda cinsel fark, erkeğin saf tümel özne olmasını gerektirmekteydi. Bu nedenle de İngilizcede man kelimesi, hem genel olarak insan anlamına gelirken, ayrıca da erkek anlamında kullanılmaktadır. Kadın ise farkı, tikelliğin kirlettiği tümelliği temsil etmektedir. Bu yüzden Lacan’a göre kadın farkı temsil eder, tam da bundan dolayı nesneden ayrılmış saf öznedir o. Kitabın sonlarında Zizek, sağcıların büyük endişesi olan “cinsiyetler yok mu olacak?” sorusuna bir Sovyet fıkrası ile son derece espirili bir yanıt verir: “Politbüro’da bir tartışma yürümektedir. Yeni sistemde para olmalı mıdır, olmamalı mıdır? Solculara göre para kapitalizm demektir, o yüzden olmamalıdır. Sağcılara göre ise para ebediyen var olacaktır. Stalin ise her iki görüşe de karşı çıkıp, reddederken, diyalektik bir sentez önerir: Para olacak ve olmayacak. Politbüro üyeleri şaşkına döner. Stalin ise şöyle der: ‘Kimilerinde para olacak, kimilerinde olmayacak.’ ” Peki ama geleceğin dijital dünyasında özgürlük olacak mı? Zizek’e göre bu sorunun Stalinist yanıtı hem evet, hem de hayır. Kimileri özgür olacak, kimileri ise denetime tabi tutulacak. İnsan türünün geçmişte cinsel kastlara ayrıldığı gibi, gelecekte de biyolojik kastlara ayrılmasının önüne geçip, geçemeyeceğimizin yanıtını ise tarihi yazacak olan kitleler verecek.
058
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
1949 2020
VA R L I K O L M A YA N S L AV O J ŽIŽEK
[ 059
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
FRIDA K MAGDALENA CARMEN F
060
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
KAHLO RIDA KAHLO CALDERON
061
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
GENÇ KIZ Ali Yılmaz
062
Anne kızının elinden tutar kitabevine girer. Kitaplar arasında dolaşırken. Kızının kaza geçirdiği güne, Hafızasını yitirdiği ana dalar. Kitabevinde çalan müzik huzur verirken. Anne, Kızının tuhaf sesler çıkardığını duyar. Hafızası yitik genç kız, Bir şeyler söylemeye çabalar. Anne şaşkın, Anne üzgün. Başlarına gelen o feci kazaya, Neden kızının kurban olduğunu kendine sorar. Kızının gençliğine mi üzülsün. Hafızasını yitirdiğine mi? Kitaplar arasında gezinmeye devam ederken o an. Fonda çalan Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” Türküsü ile kendine gelirler anne ve kızı.. -Uzun ince bir yoldalar. -Bilmiyorlar ne haldeler. Kızının ağzından birkaç cümle ile. Evet evet, Kızının türküyü söylediğini duyar o an. Kızının çıkardığı o ses Bir anda annesini sevince boğar. Uzun yıllar olmuştur. Bir kelime duymamıştır kızının ağzından. Kızı türküyü mırıldanır sessizce. Anne, -Bu günleri de görmek varmış ”der içinden. Kasetlerin olduğu raflara giderler. Karşılarında yılların sanatçılarını görürler. Kasetler. “Anne kızına hoş geldiniz hanımlar” derler.. Yıllardır hafızasını yitiren genç kız ve annesi Kasetlere ellerini sürerler. Kaset kapakların da. Ozanlar, Pir Sultan. Dadaloğlu Aşık Veysel.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
17.12 [ OZANLAR 15.10 063
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
[ 51.32
064
Nazım Hikmet. Yunus Emre’nin şiirleri. Genç kız ve annesi raflarda duran kasetlere, Ellerini sürerler. Genç kız tekrar dile gelir. -Anne şu kaseti versek bizim için çalsalar”. Yunus Emre’nin şiiri kızın sesiyle hayat bulur. Aşkın aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanarım dün- ü günü Bana seni gerek seni Ne varlığa sevinirim Ne yokluğa yerinirim Aşkın ile avunurum Bana seni gerek seni Yunus’tur benim adım Gün geçtikçe artar odum İki cihanda maksudum Bana seni gerek seni. Genç kız Yunus’un okuduğu şiiri ile, Gözlerinden akan yaşlarına bakar. Kitabevindekiler konuklar, Döner genç kıza bakar. Kız kendinden geçmiş halde. Yunus ile coştukça coşar. Anne kilitlenmiş kızına bakar. Gözyaşları sel olup akar. Kızı yorulup bir anda ateşler içinde yanar. Kitapçıyı dolduran müşterilerden, Büyük alkış tufanı kopar. Anne kızının gözlerinden akan yaşlara bakıp, Yanağını okşar. Kızı nefes nefese -Anne anne bak konuşmaya başladım. -Hafızama yeniden kavuştum”. Bir süreden sonra da kitabevinin sahibi Anne kızın yanına koşar. Genç kıza, -Bu güzel şiir sunumundan sonra isteseniz, -Sizinle burada akşamları şiir geceler” teklifini sunar”. Anne kız mutlulukla birbirlerine sarılıp coşar. Hayatları yeniden başlar.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 07
065
B A H A R
DİJİTAL DERGİ
AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 07 | 2020.10 | DİJİTAL DERGİ