Bahar Dergi 08

Page 1

B A H A R

DİJİTAL DERGİ

AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 08 | 2020.11 | DİJİTAL DERGİ


SCOPE OR TH

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

02

Dönem Kapanıyor ya da Kapandı mı?


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

İtiraflarımdan Lev Tolstoy

İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. içimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından kat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. “Yanlış olan bir şey var!” dedim kendime. “Hayat,” dedim kendime, “Anlamsız bir kötülükten ibaret, bu kesin. Ancak bugüne kadar yaşadım ve hala da yaşıyorum, bütün insanlık da bundan önce yaşadı ve bugün de yaşamaya devam ediyor. Bu nasıl oluyor? insanlık niçin var oldu, var olmamak mümkünken. Hayatın anlamsız ve kötü olduğunu anlayacak kadar akıllı bir tek ben ile Schopenhauer mu var?” Yaşamın anlamsızlığını ortaya koyacak şekilde akıl yürütmek hiç de zor değil. Bu en sıradan insanın bile aşina olduğu bir şey. Gene de bu sıradan insanlar bu zamana kadar yaşamlarını sürdürdüler ve hala da sürdürmekteler. Nasıl oluyor da bunların hepsi var oluşun akla yatkın bir şey olup olmadığına hiç kafa yormadan yaşayabiliyorlar? Bilgelerin bilgeliklerince doğrulanan bilgim bana şunu göstermiştir ki yeryüzündeki her şey – canlı ya da cansız – olabilecek en akıllıca bir şekilde yerleştirilmiş – bir tek, benim kendi konumum aptalca. Ve o aptallar – o muazzam insan kitleleri – canlı ya da cansız her şeyin yeryüzünde nasıl konumlandırıldığı hakkında en ufak bir fikre bile sahip değiller, ama yaşamaya devam ediyorlar ve sanıyorlar ki kendi yaşamları çok akıllıca konumlandırılmış!..

03


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

ANKARA BAHAR S.08 | 2020.11

04


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Bu Kadar mı? – Başka Bir Durum

Popüler kültürün yarattığı bir alan içerisinde yer almak aynı zamanda ifade edilen kültür ile organik olmasa da bir ilişki formunu zorunlu kılıyor. Burada ifade edilen ilişki formunun kendisinin bireyin ölçek ve çabalarını popüler kültürden çekmesine vesile sağlıyor. Yaşamın kendi alanını kurmasına izin verebilecek kimi materyaller popüler kültürün alanını zorunlu kılarken, yaşamın kendi aforizmik paylaşımları bir nesnenin konusu olabilecek kadar darlanmış görünüyor. Var olan kültürel formların aynı zamanda bir yaşam dinamiğini de dönüştüğünü görebilmek mümkün, ancak burada hasır altı edilen patolojik unsur; bir öznenin kendisini konumlandırdığı yer ile ifade ettiği yer arasındaki kategorik ayrım ve netliktir.

05


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

CİNSEL ŞİDDET RÖPORTAJ

İÇİNDEKİLER

BİR BAŞKADIR SAVAŞ ÇAĞMAN

SARAY’DA BİR POPÜLİST ÇE V: MAH M UT AKÇİ N

BJÖRK&ARCA MEKTUPLARI

06


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

O ERTÜRK DEMİREL

KIRILGANLIĞIN ŞALALASI: KIRILGANLIK KUMUN NESİ OLUYOR? NİHAL TANBAY

ÖZGÜR PERÇEM UĞUR

HÜSEYIN DURAN

BETTY BLUE

SONSUZLUK ÜZERINE X ELI L BI RYAR

NERDEYİM SÜMEYRA GÖZTEPE

07


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

KÜNYE

K Ü LT Ü R S A N A T V D . D İ J İ TA L D E R G İ S. 0 8 SAHİBİ: Bahar EDİTÖR: Abdulhalim Karaosmanoğlu TASARIM: Oktay Ay KAPAK GÖRSELİ: Ewa Juszkiewicz – Kız Kardeşler ADRES: Meşrutiyet Cad. Konur II Sokak 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] 06420 Ankara İLETİŞİM: +90 505 056 57 00 KATKI SAĞLAMAK İÇİN: baharbar2017@gmail.com Dergide yayımlanan tüm metinlerin her türlü yasal ve etik sorumluluğu, telif haklarıyla birlikte yazarlarına aittir. Dergi metinler için ayrıca bir telif ücreti ödemez.

08


İçim ve hiçliğim arasında düşünmek ve düşmek arasında dilim ve bildiklerim arasında gördüklerim ve inanmak zorunda olduklarım arasında göz kapaklarım arasında mezarımın başına diktiğiniz taş ile aşkın arasında ayağı kırılan atı vurdukları yer ile kalbi kırılan insanı unuttukları yer arasında heyecandan uyuyamadığım çocukluğum ile hezeyandan uyuyamadığım gençliğim arasında sıkışıp kaldım. sarsıntıdan sonra kalan korku gibi burdayım ben, loş ışıkta can atan parlama size çok fazla şey söylemeyeceğim. kırıldığımın bile farkına birileri beni süpürmeye geldiğinde vardım sizden çok fazla şey beklemeyeceğim. o yangından en son kurtarılması gereken benim sizinle gelmeyeceğim. ben bu dünyadan karanlığına alışmamış iki çift göz gibi geçtim sizi bir daha asla rahatsız etmeyeceğim.

KADIR ZORLU

MENGENE

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

09


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

SANAT 010


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

T VE AN 011


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BILGE ŞAHIN: CINSEL ŞIDDET SUÇLARI VE CINSIYETE D A YA L I G Ü Ç İ L I Ş K I L E R I Röportaj: Abdulhalim Karaosmanoğlu

SEXUAL VIOLENCE CRIMES AND GEN DERED P OWER REL ATI ON S

012


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

FEMİNİST COĞRAFYA GÜVENLİK MİLİTARİZM SAVAŞ VE BARIŞ [...]

Mülkiye’nin değerlerinden biri olan akademisyen Bilge Şahin’in oldukça önemli bir yayın evi olan Routledge tarafından yayımlanan kitabı “Sexual Violence Crimes and Gendered Power Relations” üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbette, toplumsal cinsiyet meselesini hem Türkiye hem de Afrika ülkeleri üzerinden değerlendirmeye çalıştık. Bilge yeni kitabını tebrik ederek başlamak isteriz. Kitabın bizim için de gurur kaynağı oldu. Kitapta Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde yaşanan cinsel şiddet suçlarını ve bu suçlara yönelik uluslararası müdahaleleri inceliyorsun. Bunu yaparken savaştaki cinsel şiddet suçlarını her günkü hayattaki toplumsal cinsiyet ilişkilerinin devamı olduğunu söylüyorsun. Ayrıca Kongolu kadın ve erkeklerle yaptığın görüşmelerden oluşan çıkarımlarla uluslararası müdahalelerin toplumsal cinsiyet güç dinamiklerini nasıl değiştirdiklerine bakıyorsun. Bizim sana yönelteceğimiz sorular, feminist coğrafya, güvenlik, militarizm, savaş ve barış konseptleri ekseninde olacak: A: Genellikle coğrafya dendiğinde insanların aklına dağlar tepeler geliyor. Ama son yıllarda feminist coğrafyanın yaygınlaşması ile Batılı askerlerin, sömürge kıtalara giderek, oralarda yaşattıkları zorunlu dönüşümler gündeme gelebildi. Sen de toplumsal cinsiyet konusunda, hem Türkiye hem de Kongo’ya baktığında bu iki farklı coğrafya arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar görüyorsun?

B: Her ne kadar kadınlara yönelik baskı ve şiddet evrensellik gösterse de farklı coğrafyalarda toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinin farklılaştığını görmekteyiz. Özellikle Afrika kıtasına baktığımızda tarihsel olarak sömürgecilik deneyimi bu kıtaya özgü dinamiklerin gelişmesinde ve toplumsal cinsiyetin de bu dinamiklerden etkilenerek farklılaşmasına neden olmaktadır. Bunun dışında elbette bağımsızlık mücadeleleri, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel dinamikler de bu coğrafyadaki toplumsal cinsiyet ilişkilerini dünyanın geri kalan coğrafyalarından farklılaştırmaktadır. Hatta daha da özele indirgeyecek olursak genel geçer, evrensel toplumsal cinsiyet ilişkilerinden bahsetmemiz hiçbir coğrafya için mümkün değildir. Paralellikler bulunsa da her yerellik kendi içindeki güç dinamikleri özelinde ele alınmalı diye düşünüyorum. Bu nedenle de Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki toplumsal cinsiyet ilişkilerini anlamaya çalışırken genel bir yaklaşımdan ziyade bizzat araştırma konum olan insanlar toplumsal cinsiyeti nasıl tanımlıyor ve nasıl bir performansla bunu gerçekleştiriyorlar onu öğrenmek istedim. Sömürgecilik bu coğrafyada Batılı güçler gelmeden önce kadınların gerek toprak üzerindeki gerekse ticaret üzerinde otonomlarını ellerinden almış ve kadını tam anlamıyla erkeğin sorumluluğu ve yönetimi altına yerleştirmiştir. Belçikalı sömürge otoriteleri kadınların her türlü ekonomik faaliyetlerini yasaklamış ve bu alanları

013


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

014


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

015


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

erkeklere devretmiştir. Erkekler ailenin lideri olarak kabul edilmiş ve ekonomik güç sadece onlar için tanımlanmıştır. Ayrıca evde çıkabilecek sorunları da şiddetle kontrol altına alma yetkisi erkeklere verilmiştir. Bunun yanı sıra çıkartılan yasalarla kadınların yanlarında bir erkek olmadan kamu alanında herhangi bir faaliyette bulunmaları hatta seyahat etmeleri dahi yasaklanmıştır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti 1960 yılında bağımsızlığını elde ettikten sonra kadınlara yönelik bu yasalar devam ettirilmiş ve kadınlara yönelik baskı ve kontrol değişikliğe uğramamıştır. 2016 yılında Aile Hukukunda yapılan değişiklikle bu yasalar ortadan kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra görüşmede bulunduğum Kongolu kadın ve erkekler evliliğin ve evliliğin içerisindeki yapıların toplumsal cinsiyeti belirlemede çok önemli rol aldığını belirttiler. Kadınlar ve erkekler daima evlilik ya da aile içerisindeki rolleri üzerinden kendilerini tanımlamakta ve sahip oldukları sorumluluklar da yine bu roller üzerinden belirlenmektedir. Kadınların rolleri ev içi ile kısıtlanmakta ve aile içerisindeki karar alma süreçlerinde söz hakkına sahip olmamaktadır. Evlilik içerisinde kadının pasif rolü toplumda o kadar içselleşmiş ki bunun dile yansıdığını görmek dahi mümkündür. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğu bölgesinde Svahili yaygın olarak konuşulan dildir. Svahilide evlenmek eylemi eğer eylemi gerçekleştiren kadınsa kuolewa, erkekse kuoa şeklinde kullanılmaktadır. Kuoa evlenmek anlamına gelirken kuolewa pasif bir eylem yani evlendirilmek anlamı taşımaktadır çünkü erkeğin evlenme eyleminde özgür iradesi mevcutken kadının bu konuda herhangi bir seçim yapma özgürlüğü bulunmamaktadır. Ayrıca aile içinde erkek otoritesine yönelik herhangi bir hataya şiddetle karşılık verilmesi oldukça yaygın ve doğal karşılanan bir pratiktir. Bir başka önemli nokta da cinsellik üzerinde gelişmektedir. Erkek cinselliği doğal ihtiyaç olarak görmekte ve kadının rızası sorgulanmadan bu ihtiyacın giderilmesi gerekliliği kabul edilmektedir. Cinsel şiddet suçları savaş dışında

016

barış dönemlerinde de gerçekleşiyor mu diye sorduğumda Kongolu kadınlar büyük çoğunlukta eşleri dışındaki erkeklerden geldiği taktirde yaşanan deneyimi şiddet eylemi olarak değerlendiriyor ancak aile içinde rıza alınmadan gerçekleşen eylemi şiddet olarak tanımlamıyorlardı.

BU ÇABALARIN EN ÖNEMLI KAZANÇLARINDAN BIRI 2000 YILINDA BIRLEŞMIŞ MILLETLER GÜVENLIK KONSEYI TARAFINDAN KADIN, BARIŞ VE GÜVENLIK AJANDASI ALTINDA KABUL EDILEN 1325 SAYILI KARARDIR. BU KARARLA BIRLIKTE KADINLARIN SAVAŞTAKI DENEYIMLERININ GÜVENLIK POLITIKALARI KAPSAMINDA ELE ALINMALARI, KADINLARIN VE KADIN HAKLARININ KORUNMASI VE KADINLARIN GÜVENLIK SORUNLARINA YÖNELIK KARAR ALMA MERCILERINE DAHIL OLMALARI ULUSLARARASI ALANDA KABUL EDILMIŞTIR.

Elbette bazı noktalar kendi coğrafyamızda da benzerlik gösteriyor olsa da Kongo’daki tarihsellik başta olmak üzere ama siyasi, ekonomik ve toplumsal diğer faktörlerle birlikte toplumsal cinsiyetin farklılaştığını söylememiz gerekir. A: Günümüz ulus devletleri güvenlik meselesini hala oldukça ciddiye alıyor. Öyle ki bir çok ülke güvenliğini korumak için askeri güç kullanmaktan hiç çekinmiyor. Lakin feministler sayesinde artık insan hakları meselesi de bir güvenlik meselesi olarak değerlendiriliyor. Sence de ulus devletlerin varlığını sürdürmesi adına kadın yaşamı yapısal şiddetle ıslah edilmeye çalışılıyor mu? B: Geleneksel güvenlik anlayışı savaş ve silahlı çatışma anlatıları içinde insanların savaşta farklılaşan rollerini ve şiddet deneyimlerini görünmez kılmaktadır. Feministler ise güvenlik sorunlarının militarizm ve devlet merkezli bir çerçevede ele alınarak bu sorunların toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinden bağımsız olduğu şeklinde tanımlanmasını eleştirmekte ve toplumsal cinsiyetin uluslararası güvenlik politikalarına içkin olduğunu savunmaktadırlar. Eril söylemin hakim olduğu militarist ve devlet merkezli bir söyleme entegre olmaktansa insan merkezli bir yaklaşımla feminizmin savaşı anlamaya yönelik katkısından bahsetmemiz mümkündür. Buna ek olarak feminizm güvenlikten bahsederken negatif bir güvenlik algısından yani savaşın, silahlı çatışmaların ve fiziksel şiddetin olmadığı bir durumdan ziyade pozitif bir güvenliğin yani görünür şiddete ek olarak güç ilişkilerine içkin şiddetin de olmadığı bir güvenlik oluşumunu savunmaktadır. Bu da beraberinde anti-militarist, eşitlikçi ve insancıl bir anlayışı getirmektedir.


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

017


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BIR BAŞKA ÖNEMLI SORUN DA KADINLARIN SAVAŞ DENEYIMLERI ELE ALINIRKEN TOPLUMSAL CINSIYET GÜÇ ILIŞKILERINE DEĞINILMEMIŞ VE HATTA TOPLUMSAL CINSIYET TERIMI KADINLIK VE ERKEKLIK ARASINDAKI GÜÇ ILIŞKILERINI AÇIKLAYAN IŞLEVINDEN SOYUTLANARAK, “KADIN” KELIMESI ILE EŞ ANLAMLI OLARAK KULLANILAN TEKNIK BIR TERIM HALINE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜR.

018


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

019


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

SAVAŞTA ERKEKLERE YÖNELIK IŞLENEN BU SUÇLAR GENEL OLARAK IŞKENCE SUÇLARI ALTINDA TANIMLANMAKTA VE KURBAN OLARAK KADINLARIN ÖZDEŞLEŞTIRILDIĞI TECAVÜZ SUÇLARINA ERKEKLERIN MARUZ KALABILECEĞI OLASILIĞI DIŞARIDA BIRAKILMAKTADIR.

Feminist akademisyenler ve barış aktivistleri bu güvenlik algısının uluslararası alanda etkili olması için aktif bir şekilde çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de geleneksel güvenlik söyleminde marjinalleştirilen, periferiye itilen toplumsal cinsiyet güç ilişkilerini ve kadınları merkeze alma çabasındadırlar.

larında görünürlüğünü arttırmış olsa da feminist barış aktivistleri ve akademisyenlerinin savundukları pozitif güvenlik anlayışını oluşturmaktan çok uzaktadır. Bu kararlarla birlikte feminist ideolojinin manipüle edilerek geleneksel güvenlik politikalarının içine entegre edildiğini görmekteyiz.

Bu çabaların en önemli kazançlarından biri 2000 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından Kadın, Barış ve Güvenlik ajandası altında kabul edilen 1325 sayılı karardır. Bu kararla birlikte kadınların savaştaki deneyimlerinin güvenlik politikaları kapsamında ele alınmaları, kadınların ve kadın haklarının korunması ve kadınların güvenlik sorunlarına yönelik karar alma mercilerine dahil olmaları uluslararası alanda kabul edilmiştir. 2008 yılından bu yana Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kadın, Barış ve Güvenlik alanında ek kararlar almakta ve bu alandaki yasal çerçevenin güçlenmesini sağlamaktadır.

İlk olarak, kadınların birbirinden farklı savaş deneyimleri söz konusudur ancak Kadın, Barış ve Güvenlik ajandası kapsamında kabul edilen kararlar kadınların savaş deneyimlerini maruz kaldıkları cinsel şiddet suçlarına indirgemişlerdir.

Bu sene 20. yılının kutlandığı 1325 sayılı karar ve Kadın, Barış ve Güvenlik ajandası kadınların uluslararası güvenlik politika-

020

Bu odak cinsel şiddet suçlarının uzun zaman göz ardı edilmesi ve savaşın kaçınılmaz bir sonucu olarak algılanmasının kırılmasında önemli rol oynuyor olsa da kadınların maruz kaldıkları diğer şiddet eylemlerinin görünmez hale gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca kadının pasif, kurban ve korunmaya muhtaç olduğu algısı sadece cinsel şiddetin görünür kılınması ile devam ettirilmektedir. Bu durumda Kadın, Barış ve Güvenlik ajandası kadınların savaştaki deneyimlerini kapsamlı bir şekilde ele alma-


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

KONGO DEMOKRATIK CUMHURIYETI’NDE CINSEL ŞIDDET SUÇLARININ ADALET SISTEMI ÜZERINDE ÇÖZÜLMEYE ÇALIŞILMASI VE BU ALANDA GERÇEKLEŞTIRILEN ULUSLARARASI MÜDAHALELER TOPLUMSAL CINSIYETIN HUKUK SÖYLEMI IÇERISINDE SINIRLI DA OLSA DEĞIŞMESINE NEDEN OLMUŞTUR.

makta ve kadınların deneyimlerini büyük ölçüde marjinalleştirmeye devam etmektedir. Bir başka önemli sorun da kadınların savaş deneyimleri ele alınırken toplumsal cinsiyet güç ilişkilerine değinilmemiş ve hatta toplumsal cinsiyet terimi kadınlık ve erkeklik arasındaki güç ilişkilerini açıklayan işlevinden soyutlanarak, “kadın” kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılan teknik bir terim haline dönüştürülmüştür.

eleştiriler elbette Kadın, Barış ve Güvenlik ajandasının feminizm için tamamen işlevsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Her ne kadar bu ajanda negatif güvenlik algısını ve geleneksel güvenlik politikalarını devam ettiriyor olsa da feministlere uluslararası güvenlik politikalarında etkili olmak için önemli bir alan sağlamaktadır.

Böylece, kadınların savaştaki deneyimlerinin görünürlük kazanması uluslararası alanda toplumsal cinsiyetin dönüştürülmesine yönelik bir etki yaratmaktan ziyade toplumsal cinsiyetin ana akım politik söylemin içine entegre edilerek politik ve ideolojik içeriğinden soyutlanmasına neden olmuştur.

Feministlerin uluslararası güvenlik politikalarını dönüştürme çabası gerekli ve önemlidir. Kısıtlı da olsa uluslararası güvenlik politikalarında görünürlük, koruma ve katılım sağlayan Kadın, Barış ve Güvenlik ajandası önemli bir kazanımdır ve bu ajanda içerisindeki sorunlu alanlar dile getirilmeye ve dönüştürülmeye çalışıldıkça uluslararası güvenlik politikasında önemli gelişmeler elde edilecektir.

Son olarak Kadın, Barış ve Güvenlik ajandasının savaşı sona erdirmek yerine savaşı kadınlar için güvenli bir hale getirme amacına sahip olduğu görülmektedir. Bu çerçevede feminist pozitif güvenlik algısının göz ardı edildiği ve sadece kadın unsuru ele alınarak korumacı politikalar üzerinden savaşın yeniden düzenlenmesi söz konusudur. Bu

A: Sanırım cinsel şiddete zemin hazırlayan bir diğer önemli husus da kadın yaşamını militarize eden milliyetçilik akımları. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde etnik vd azınlıkların kadınlarına uygulanan şiddeti, erkeklik fenomeni üzerinden nasıl değerlendirebiliriz? Kadınları terörize etmek için kullanılan politik bir araç olan teca-

021


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

022


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

vüzün hegemonik erkekler için önemli bir silah olduğunu yaptığın görüşmelerde sen de gözlemledin mi? B: Savaşta gerçekleşen cinsel şiddet suçlarının gerek akademide gerekse uluslararası politikada en genel kabul gören açıklaması bu suçların bir savaş silahı ya da askeri bir taktik olarak stratejik nedenlerle işlenmesidir. Bu şiddet eylemleri silahlı grupların siyasi ve askeri amaçlarına ulaşmalarında etkili araçlar olarak görülmektedir. Cinsel şiddet suçlarının işlenmesi silahlı grup liderleri tarafından doğrudan emredilebileceği gibi askerlerin bireysel olarak işledikleri bu suçlar da yine aynı stratejik amaca hizmet etmektedir. Silahlı çatışmaların nedeni etnik, dinsel ya da ulusal kimliklerden kaynaklanıyorsa cinsel şiddet suçlarının düşman grubun kimliğini bozmak hatta ortadan kaldırmak amacıyla işlendiğini görmekteyiz. 1990lı yıllarda yaşanan Srebrenica ve Ruanda soykırımlarında benzer nedenlerle kadınlara tecavüz edildiği görülmektedir. Aynı şekilde Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin doğu bölgesindeki silahlı çatışmalarda etnik kimlik politikalarına dayalı bir şekilde cinsel şiddet suçları işlenmektedir. Toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinin kadın bedenini toplumun devamlılığının sembolü olarak tanımlaması topluma ya da kimliğe yönelik saldırılarda kadın bedeninin savaş alanı halini almasına neden olmaktadır. Ayrıca taktiksel nedenlerin içerisinde kadınlara tecavüzün o toplumun erkeklerine sembolik bir mesaj gönderme amacı taşıdığını da söylememiz mümkündür. Burada yine toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinin dayattığı kadınlık ve erkeklik algılarının savaştaki stratejik şiddet eylemlerini doğrudan etkilediğini görmekteyiz. Erkeklik, toplumun ve kadının koruyucuları ve liderleri olarak toplumsal güç ilişkileri içerisinde tanımlandığında toplumunu ve ‘kadınlarını’ koruyamayan erkekleri aşağılamak ve güçsüz düşürmek amacıyla düşman gruplar tarafından cinsel şiddet suçlarının işlendiğini söyleyebiliriz. Bunlara ek olarak savaşta gerçekleşen cinsel şiddet suçlarında çok fazla dile geti-

023


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

rilmeyen bir konuya da değinmenin gerekli olduğunu düşünüyorum: erkeklerin cinsel şiddet suçlarına maruz kalması durumu. Erkeklerin cinsel şiddet suçlarına maruz kalması toplumsal yapının içerisinde ve hatta uluslararası politikada görünmez haldedir. Bunun önemli bir nedeni de toplumsal cinsiyetin kurgulamış olduğu güçlü erkek anlayışının yıkılmasına neden olmasıdır. Savaşta erkeklere yönelik işlenen bu suçlar genel olarak işkence suçları altında tanımlanmakta ve kurban olarak kadınların özdeşleştirildiği tecavüz suçlarına erkeklerin maruz kalabileceği olasılığı dışarıda bırakılmaktadır. Erkeklerin maruz kaldığı bu şiddet eylemleri tam da kadınlara yönelik gerçekleştirilen cinsel şiddet suçlarında olduğu gibi toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinden ve hegemonik erkeklik algısından beslenmektedir. Toplumsal cinsiyet güç ilişkileri sadece kadınlık ve erkeklik arasında değil aynı zaman da kadınlıkların ve erkekliklerin içinde de hiyerarşik güç dağılımına neden olmaktadır. Toplumsal cinsiyet ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel dinamiklerden de etkilenmekte ve bu da farklı kadınlık ve erkeklik deneyimlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle de tek bir kadınlık ve erkeklikten bahsetmemiz mümkün değildir. İşte tam da buradan hareketle ortaya çıkan hegemonik erkeklik kontrol ve baskıyı sadece kadınlara yönelik değil, hegemonik erkekliğin dışında kalan ve marjinalleştirilen erkekliklere karşı da gerçekleştirmektedir. Savaşta erkeklikler arasındaki hiyerarşik güç ilişkilerinin bazı erkeklerin cinsel şiddet suçlarına maruz kalmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Bu şiddet eylemleri sadece düşman erkeğin erkekliğini ortadan kaldırma amacı taşımaz aynı zamanda toplumun koruyucusu olarak görülen erkeklerin bu suçlara maruz kalması ile toplumun savunma mekanizmalarının da ortadan kaldırılması söz konusudur. Özetle bu bize şunu göstermektedir: Savaşta kadınlar da erkekler de cinsel şiddet suçlarına maruz kalmaktadır. Cinsel şiddet suçlarının amacı ve kurbanları her ne kadar

024


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

savaşın içindeki stratejik nedenlerle görünürlük kazanıyor olsa da bu şiddet eylemlerinde toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinin esas belirleyici rolü göz ardı edilmemelidir. A: İnsan öldürmenin cinayet sayılmadığı hatta toplum tarafından onaylanabildiği tek alan savaş. Uzun yıllar insan doğasının bir parçası olarak görülen bu olgunun aslında insan değil erkek doğası olduğunu savunan feministlere katılıyor musun? Yoksa Cynthia Cockburn gibi onların doğasında bile bunun olmadığını, öyle olabilmeleri için militer eğitimler aldıklarını mı düşünüyorsun? B: Cinsel şiddet suçlarını işleyen kişiler çoğunlukla erkek olsalar da genel olarak erkeklere ya da erkeklerin doğasına bir suç atfında bulunulmaması gereklidir. Judith Butler, baskı ve şiddetin doğal olmadığını ve bunların daima güç ilişkileri tarafından inşa edildiğini bizlere hatırlatmaktadır. Elbette biyolojik/anatomik farklılıklar mevcuttur ancak bu farklılıkların nasıl tanımlandığı bu farklılıkların görevleri, yapabilecekleri ve yapamayacaklarının belirlenmesi, sınırlandırılması iktidarın varlığını bizzat ortaya koymaktadır. Böylece cinsiyetin kendisi bir durum ya da verili bir statü olmaktan çıkmakta ve kadınlığı ve erkekliği yöneten, üreten bir araç haline gelmektedir. Cinsiyet verili biyolojik kalıplardan ziyade tarih içinde tanımlanmış, farklılaşmış ve hala dönüşmekte olan bir durumdan söz etmekteyiz. Kadın ya da erkek bedeninin bugünkü algılanma biçimi ile yüzyıl öncesi arasında önemli farklılar bulunmaktadır. Bu da aslında kadın ve erkek olmanın doğal olmadığını mevcut güç ilişkileri değiştikçe onlara uygun, onların çıkarına hizmet edecek şekilde tanımlandıklarını görmemizi sağlamaktadır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde yerel bir NGO olan Congo’s Men Network için çalışan Kongolu bir aktivist bana şunları söyledi: “Erkekler şiddet ile olan bağlarını zaman içinde öğrenirler, bunlarla doğmazlar. Eğer bu onların zamanla öğrendikleri bir şeyse, değişmeleri ve erkekliklerini daha pozitif bir yönde inşa etmeleri de mümkündür.” Savaşta meydana gelen cinsel

şiddet suçları erkeklerin doğasından değil toplumsal cinsiyetin tanımlamış olduğu erkeklik algısından kaynaklı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu erkeklik algısı silahlandığında ve militarist söylemin içine yerleştirildiğinde de çok daha şiddetli bir şekilde kendisini göstermektedir. Diğer bütün askeri gruplarda olduğu gibi, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusunda bulunan askeri gruplar, silahlı erkeklere gücü yeniden elde etmek ya da empoze etmek amacı ile erkekliği şiddet ile ilişkilendirmeyi öğrendikleri bir alan sağlamaktadır. Bu konuda Cockburn, erkeklerin vücutlarını nasıl silah olarak kullanmayı öğrendiklerini açıklamaktadır: yumruk, tekme ve nihayetinde penis eril iradenin empoze edilmesi için kullanılan birer araçtır. Bu da ordu ve silahlı gruplarda hegemonik erkekliğin yeniden üretilmesine ve erkekliğe içkin olan şiddetin güçlendirilmesine neden olmaktadır. A: Oldukça karanlık sorular sormuş olabiliriz. Bunun için bizi affet. Bitirirken güzel günlere duyduğumuz bir özlemi dile getirmiş olalım: Barış! Kadınlar tüm dünyada savaş karşıtı kampanyalarda en önde yer alan aktivistler. Farklı kimliklere, inançlara, yönelimlere sahip olsalar bile ortaklaştıkları bir talep bu. Hem Kongo, hem Türkiye hem de tüm dünya için bu umudu taşıyor musun? Barışı nasıl başlatabileceğiz? B: Feminist barış anlayışı savaşın olmadığı bir durumdan çok daha ötedir. Feministler barış dönemlerinde toplumsal cinsiyetten kaynaklanan şiddetin devam ettiğini bu nedenle de tam anlamıyla barışın ancak toplumsal cinsiyet dönüştüğünde ve şiddetten arındığında gerçekleşeceğine inanırlar. Bu nedenle tam anlamıyla feminist barışa ulaşabilir miyiz bu konuda çok emin değilim ancak feminist barış daima ulaşmaya çalıştığımız yer olarak kalmalı ve bunun içinde gerekli her türlü mücadelenin verilmelidir. Bu barış anlayışına yaklaştığımız ölçüde özgürleşebiliriz. Toplumsal cinsiyetin dönüşümü imkansız değildir. Judith Butler bize toplumsal cinsiyetin hatta cinsiyetin verili, statik

olmadığını zaman ve mekan içinde gerek tarihsel gerekse söylemsel dinamikler sonucu sürekli bir devinim ve değişiklik içinde olduğunu hatırlatmaktadır. Bu nedenle de feminist barış doğrultusunda toplumsal cinsiyetin değişimi mümkündür. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde cinsel şiddet suçlarının adalet sistemi üzerinde çözülmeye çalışılması ve bu alanda gerçekleştirilen uluslararası müdahaleler toplumsal cinsiyetin hukuk söylemi içerisinde sınırlı da olsa değişmesine neden olmuştur. Görüşmelerimde Kongolu kadınlar, kadınlıklarını aile ilişkileri üzerinden değil sahip oldukları haklar üzerinden tanımlamaya başladıklarını belirttiler. Aynı zamanda bu kadınlar hukukun kadın ve erkek için sağlamış olduğu eşit haklardan yola çıkarak erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetini kabul etmemekte ve herhangi bir baskı ya da şiddetle karşılaştığı taktirde hukuk aracılığıyla hakkını geri alacağını ifade etmektedir. Kadınlar bu hakların toplumdaki diğer tüm kadınlar tarafından benimsenmesi için aktif rol oynamakta ve toplumu genel olarak kadın hakları ve kadınların şiddet deneyimleri üzerine bilgilendirmektedir. Bu durumun sadece kadınlar için değil ancak erkeklerin ve toplumun genelinde yavaş yavaş kabul gören bir algı olduğu anlaşılmaktadır. Görüştüğüm erkekler de kadınların sadece aile içi değil ancak toplum genelindeki kara verme mekanizmalarında aktif rol oynamasının gerekliliğinden ve kadına yönelik hiçbir şiddet eyleminin erkeğin doğal hakkı olarak kabul edilemeyeceğinden bahsetmektedir. Bunlar önemli değişiklikler olsa da toplumun belli bir kesimi için gözlemlenmektedir. Ayrıca cinsel şiddet suçları ve hukuk söylemi çerçevesinde gerçekleşen bu değişim toplumsal cinsiyetin etkili olduğu her alanı kapsamak için yeterli değildir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetin dönüşümü kadınlık ve erkeklik için şiddet ve baskı içeren her alanı kapsamalı ve hukukun yanı sıra ekonomik, siyasi ve toplumsal mekanizmaları da içermelidir. A: Zihin açıcı yanıtların ve bizimle değerli vaktini paylaştığın için çok teşekkür ederiz…

025


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

NE ZAMAN BAŞLAR?

ÖTEKİ O 026


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

OLMAK 027


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BIR BAŞKADIR... BENIM? MEMLEKETIM? Savaş Çağman

028


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Bir Başkadır Benim Memleketim, sadece bir şarkı olarak mı kulaklarımıza aşinadır. Bu şarkıyı Ayten Alpman’ın sesinden işittiğimizde ortalıkta muhakkak bir hamaset rüzgârı vardır ya darbe olmuştur ya savaş ilan edilmiştir ya hamasi bir milliyetçi goygoyculuğu yükselmiştir. Bu şarkıda çok şey kristalize olur. Şarkının orijinal ismi Rabbi Elimelekh’dir. Şarkı bir Klezmer yani Yiddiş Almancası, Aşkenaz Yahudi Kültürüne ait bir Bohemya şarkısıdır. Aşığı ile karısını bir divanın üstünde basan bir bakkalın, mahalle Haham’ına danışmaya koştuğu komik bir hikâyeyi anlatır. Ne memleketten ne yurttan, ne de milli bir değerle ilgilidir. Şarkı zamanında söz yazılıp Türk Popüler Müziğine kazandırılmıştır. Klezmer ezgilerinin hem Doğulu hem de Batılı tınısı, 1970’lerin kimlik konusunda olabildiğince yansızlaştırılmaya çalışan kültürel ortamında karşımıza çıkar; Türkiye’nin Batılı Yüzü! Kostümlü provamızda fire veren başka biçemler, eğilimler belirmeye başlayan 1980’lerde, kimliklerin tanımı artık aksandan arındırılmış TRT Türkçesi ile kendine ifade bulamamaktadır. Ve olan olur… 1980’lerden itibaren artık tam tersi ayrışan kimlikler kendini belli etmeye başlar… Bu ayrışım, bu senben kavgası, etnik, dini, ideolojik çeşitlemelerle su üstüne çıkar. Son yirmi senede bu ayrışma, ötekileştirme, kendi kimliğinin çirkinleşen teşhirciliği abartılı hale gelir de gelir. Artık çok daha belirgin biz ve onlar söz konusu olur. Taraftar olmayanı bertaraf ederiz diyen bir Siyasal Holiganlık’tan

hepimiz kendi payımıza düşeni aldık. Saf tuttuk, safları sıklaştırdık. Hepimiz ama hepimiz, biz ve onlar tanımı içine kendimizi sığdırmaya çabaladık durduk; peki aslında aklımızı mı kaçırdık? Niçin birlikte yaşamak refleksinden bu kadar kolay vazgeçtik? Onlar değil! Niye biz vazgeçtik? Tüm bu girizgâh, o bildiğimiz şarkı adının tesadüf olmayacak şekilde yarım bırakıldığı Netflix dizisi ile ilgili; Bir Başkadır… Netflix’te Kasım 2020’de gösterime girdiğinde reklamları ile her yerde karşılaştım; Johannes Vermeer’in İnci Küpeli Kız fena halde benzeyen bir tesettürlü genç kız yüzü… İlk duygum “Hah bu sıkmabaşlar Netflix’e dek girdi” oldu. Ve hop tongaya düştüm. Dizinin başarısı da burada başlıyor işte; orada anlatılan yaftalar, önyargılar günlük hayatta yaşıyor ve tüm Türkiye’de yaşayan bizlere ait. Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, yapımcılığını Krek Film adına Ali Farkhonde ve Nisan Ceren Göçen’in üstlendiği dizinin kurgusu Ali Aga’ya Senarist ve yönetmen Berkun Oya’ya ait Bir Başkadır, oyuncu seçimi, müzik kullanımı, konuya yaklaşımı ile benzeşsiz mükemmel bir kurgu bize, kesintisiz sunuyor. Oyuncular; Öykü Karayel [Meryem, Yasin’in kız kardeşi], Fatih Artman [Yasin, Meryem’in abisi], Funda Eryiğit [Ruhiye, Yasin’in eşi, Meryem’in yengesi], Göktuğ Yıldırım [İsmail, Yasin ve Ruhiye’nin oğlu], Cemre Zişan Sağbir [Esma, Yasin ve Ruhiye’nin kızı], Settar Tanrıöğen [Ali Sadi Hoca, Tarikat Lideri], Bige Önal [Hayrunnisa, Ali Sadi Hoca’nın

ILK ON BEŞ DAKIKANIN SIRADANLIĞI ILE TEKRAR BIR TONGAYA DÜŞÜYORSUNUZ. SONRA PSIKIYATRIN GITTIĞI PSIKIYATRIN SORUSUYLA UYANIYORSUNUZ; “NASIL HISSETTIN?” YANIT GECIKMIYOR “BOK GIBI!” İŞTE ONDAN SONRA SIZE RENK SEÇIMI, MÜZIK HATTA TANITMA YAZISI FONTLARI, INSANA BIR YERDEN TÜRKAN ŞORAY ÇIKACAKMIŞ GIBI HISSETMEMIZE NEDEN OLUYOR.

029


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

kızı], Esme Madra [Burcu, Hayrunnisa’nın kız arkadaşı], Gökhan Yıkılkan [Hilmi, Tarikat şakirdi], Defne Kayalar [Peri, Beyaz Türk psikiyatr kadın], Tülin Özen [Gülbin, Kürt kökenli psikiyatr kadın], Derya Karadaş [Gülan, Tülin’in başı bağlı kızkardeşi], Alican Yücesoy [Sinan, plaza çapkını], Nesrin Cavadzade [Melisa, dizi oyuncusu] rollerinde inanılmaz bir performans sergilemekte… Şimdi dilimize geçen deyimle dersek; fazla spoiler vermeden anlatmaya çalışalım; Bölüm I, ilk on beş dakikanın sıradanlığı ile tekrar bir tongaya düşüyorsunuz. Sonra psikiyatrın gittiği psikiyatrın sorusuyla uyanıyorsunuz; “Nasıl hissettin?” Yanıt gecikmiyor “Bok gibi!” İşte ondan sonra size renk seçimi, müzik hatta tanıtma yazısı fontları, insana bir yerden Türkan Şoray çıkacakmış gibi hissetmemize neden oluyor. Hayır, bu Türkan Şoray, Kadir İnanır’ın gecekondu filmi Sultan değil. Burada aksansız TRT veya TDK Türkçesi yok, bazılarımızı dehşete düşürebilecek, yıllarca kulak tıkadığımız bir dilde; Kürtçe replikler bile var. İlk şokumuz bu, aynı Peri’nin Gülbin’in, tesettürlü ablasını gördüğü anki dehşetli yüz ifadesi gibi. Gülbin’in kız kardeşi kocasını arabada Kürtçe azarlarken uğradığımız şokla aynı duruma biz de düşüyoruz. Demek ki bir dizide iki kelime Kürtçe duymakla gökyüzü başımıza yıkılmıyormuş. Netflix and relax insanı Sinan ile Gülbin’in, ilişkisini gözlemliyoruz. İçini dökmek için Gülbin, karşısında ona sadece cinsel obje olarak bakan vücut geliştiren, tipik, çakma Kazanova Sinan ile karşı karşıyadır. Her Salı sabahı olduğu gibi Meryem de gündelikçi olarak eve gelmiştir. Gülbin ile kapıda karşılaşırlar. Ve bölüm sonu kararıyor Ferdi Özbeğen o ajite edici glisandolarıyla söylüyor; Aşkımı bir sır gibi senelerce sakladım, geceleri rüyamda ismini sayıkladım… Bölüm II, aslında modern dansçı Mihran Tomasyan’ın çılgın müşteri dansı yapmaya çabalamasına rağmen modern dansvari performansı ile başlıyor ve kadınlar tuvaletinde âlem yapan Hayrunnisa ve Burcu WC’den tartaklanarak Meryem’in abisi, barda korumalık yapan Yasin, tarafından

030

ASLINDA MODERN DANSÇI MIHRAN TOMASYAN’IN ÇILGIN MÜŞTERI DANSI YAPMAYA ÇABALAMASINA RAĞMEN MODERN DANSVARI PERFORMANSI ILE BAŞLIYOR VE KADINLAR TUVALETINDE ÂLEM YAPAN HAYRUNNISA VE BURCU WC’DEN TARTAKLANARAK MERYEM’IN ABISI, BARDA KORUMALIK YAPAN YASIN, TARAFINDAN ATILMASI ILE SONUÇLANIYOR.

atılması ile sonuçlanıyor. Burada tüm dizi boyunca tüm gördüğümüz karakterlerin birbirine bağlandığını ilerleyen vakitte daha iyi kavrıyoruz. Bu iç içe sık ve bağdaşık kurgu mekân seçimi ve öykünün gidişatı Pedro Almodóvar filmlerini fena halde çağrıştırmakta. Almodóvar’da hep gördüğümüz kitsch estetik çözümlemeleri bu bölümün jeneriğinden sonuna dek bizi alıp götürüyor. Hatta bu bölümdeki bahçe sahnesindeki çocuk oyuncu İsmail [Göktuğ Yıldırım] hemen her küçük esnaf dükkânında gördüğümüz Ağlayan Çocuk namı değer Çiko resmine tıpatıp benzemesi ya da meyve yiyip tükürme sahnesinin Hülya Koçyiğit filmi Susuz Yaz filminde, tecavüzden sonra baktığı saksıyı kırmasını çağrıştırmakta. Ortak Bilinçaltımıza küçük dokunuşlar ilerleyen bölümlerde Jung alıntıları ile daha da kendini belli edecek, az daha sabır izlemeye devam… Bölüm III, Ruhiye’nin, gördüğü bir rüya ile başlıyor. Burada sık kurgu gereği bir karşılaşma köpek ısıran Hayrunnisa ile Yasin’in karşılaşmasını izleriz. Yasin bardan arkadaşıyla yaka paça dışarı attığı Hayrunnisa’yı tanımaz. Ama onu hastaneye götürür. Dizinin yine sembol repliklerinden biri tarikat şakirdi Hilmi’nin ağzından dökülür “Yoksa takdiri ilahidir yani! Ona çok da yapacak bir şey yok yani… Şimdi çoğusu diyor kişi kendini geliştirecek. Eh, din o manada engelleyicidir diye bir laf konuşabiliyor yani. Jung var İsviçreli bir bilim adamı, diyor ki, hani İslam’dır, misal konuşuyorum yani, Tevrat’tır, Hıristiyanlıktır, Kuran’dır gibi değil yani… Bir yüce varlığın olduğuna inanma meselesi gibi söylüyor. O da o manada çok önemlidir yani. Kişinin bireyleşme meselesi, bak dikkat edersen, bireyselleşme demiyorum, ne diyorum? Bireyleşme diyorum. Şimdi toplumsal bilinçaltı olayı var yani orda, kolektif diye söylüyor onu Jung… Hani, hepimizin ortak bir manada bilinçaltı durumları var. Öyle değil mi? Misal konuşuyorum. Biri doğuyor Türkiye’de, biri doğuyor İran’da biri doğuyor Uruguay’da… E şimdi bunlar bir dine, bir amaca tutunmak istiyorsa tutunuyor da. E bunların inandığı inancın bir diğerinden bir farkı mı var? Elbette var! Fıtratı farklı olabilir.


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

031


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

aile hayatının sakinliği üzerine bir dondurulmuş zaman ile sonlanır. Bölüm IV, tarikat şakirdi Hilmi ve Meryem’in karşılaşması ile başlamakta. Meryem psikolojik tedavisi için icazet alacağı hocanın köyüne gittiğini öğrenir, temizlik için Sinan beyin evine gider. Burada dizi oyuncusu Melisa ile karşılaşır. Peri ise Gülbin’in muayenesine gittiğinde, onu bulamaz ama ablası, tesettürlü Gülan’ın orada her şeyi kırıp dökmesine tanık olur. Gülbin’in ailevi durumu hakkında bir şeyler öğrenir. Peri hastanedeki odasının kapısına rahatsız etmeyin yazısı asıp içeride Palo Santo tütsüsü yakıp bir Perulu Şaman edasında odasında havaya dört yön çizerek kendini arındırmaya uğraşmakta ve meditasyon yapmaya tam başlayacaktır ki, cep telefonunu alıp Melisa hakkında internetten araştırmaya yapmaya başlar. Bu görüntüden hemen sonra çocuk bahçelerinin olduğu bir sahneye geçeriz.

RUHIYE’NIN, GÖRDÜĞÜ BIR RÜYA ILE BAŞLIYOR. BURADA SIK KURGU GEREĞI BIR KARŞILAŞMA KÖPEK ISIRAN HAYRUNNISA ILE YASIN’IN KARŞILAŞMASINI IZLERIZ. YASIN BARDAN ARKADAŞIYLA YAKA PAÇA DIŞARI ATTIĞI HAYRUNNISA’YI TANIMAZ. AMA ONU HASTANEYE GÖTÜRÜR.

032

İbadeti farklı olabilir fakat Kolektif Bilinci bugün yok saymak akla mantığa sığacak bir şey değil…” Hilmi’nin kıraathanede bu konuşmayı yaparken yolda, Meryem’i görür ve âşık olur. Meryem ise vejetaryen psikiyatrına kıymalı börek getirmiştir. Meryem artık bu seanslarda açılmıştır. Ama Peri kendi terapisi için gittiği psikiyatr arkadaşı Gülbin’e Meryem konusunda yaşadığı çaresizliği anlatmaktadır. Çünkü Meryem tesettürlüdür ve Peri ona öğretilen değerler ile yapması gereken arasında kalmaktadır. Bu arada Peri ve aynı Gülbin gibi Sinan ile cinsel ilişkisi olan dizi oyuncusu, ünlü olan, Yoga sınıfından arkadaşı Melisa ile arkadaş olarak yakınlaşmaktadır. Yine sıkı düğümler atan Armadovar kurgu tekniğini burada görmekteyiz. Bu karşılaşmalar bölümünde, Hayrunnisa ile Yasin karşılaşması gibi, Sinan’ı bilmeden paylaşan Melisa ile Gülbin karşılaşmasına tanık oluruz. Bu bölümde sevgi istemek, sevgi gösterememek ile ilgili birçok şeye rastlarız hem Gülbin-Sinan hem de Yasin-Ruhiye cephesinde… Bölümün sonu Ali Sadi Hoca, eşi Mesude, kızı Hayrunnisa ve

Hepimizin güvende hissetme duygusuna ama bunun bir oyun, bir oyalanma olabileceğinin de altı harika bir şekilde çizilmektedir. Bölüm IV, dizinin en can alıcı bölümü. Halkalı’dakileri anımsatan o İstanbul’un bildik toplu konutlarının birinin penceresine zoom yapılırken çalınan Batılı chill out müziğin içinde beliren Doğu Anadolu ezgili bir kabazurna namesi, biraz sonra karşılaşacağımız ve önyargılarımızı yerle bir edecek sahneye doğru bizi hazırlıyor. Bir aile dramının adım adım önümüze serildiği bir Türkiye gerçeği… Bu görmezlikten geldiğimiz konu hiç ajitasyon yapmadan öyle yalın ve insanı anlatılmış ki, gözyaşları işte burada akıyor. İki kız kardeş Gülan’ın ve Gülbin’in büyük bir nefret ve şiddetle birbirlerine saldıklarını görüyoruz. Konu; sakat olan erkek kardeşin tedavisinde bir maddenin kullanılması olduğunu görüyoruz. Anladığım kadarıyla bahsedilenin nörolojik rahatsızlıklarda alternatif bir yöntem olarak kullanılan Hintkeneviri Yağı olduğunu düşünüyorum. Ki dizide bundan hiç bahsedilmiyor. Tesettürlü olan ve dindar olan abla Gülan bu tedaviye karşı. Gülbin ise doktor olduğunu, kendinin doğruyu bildiğini söylemesi kavgayı derinleştiriyor. Kavgayı yatıştırmak


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

için anneleri bir şeyler söylüyor, Kürtçe tekrar duyuyoruz. Anadolu’nun dillerinden bir dil, yıllarca duyulmasın diye uğraşılan dil, ama bir dil işte, dünya yüzündeki 7000 küsür dilden biri sadece; her anadil gibi, kendine has güzelliğiyle sanki bir dağ gelinciği gibi baş eğiyor; Êdî bese! Ko bese! [Yeter artık]. Kavga bir türlü bitmez, Gülan “Git o dağdaki dinsiz imansız arkadaşlarına sor!” sözü ile Gülbin ablasına saldırır. O sırada sakat erkek kardeşin sesini işitiriz. İçeri sökün ederler. Kardeşleri babasını istemektedir. Babası Kürtçe bir uzun hava söyler, sakat oğlu ancak bununla sakinleşmektedir. Acı çekmenin ne dini, ne dili, ne milliyeti olduğunu izleriz, buradaki oyunculuk Türkiye’de izlediğim en iyi oyunculuklardan biri. Resimler, fotoğraflar, objeler… O gizli öyküyü, Türkiye’nin hâlâ konuşamadığı öyküyü sessizce fısıldar. Bu bölümde Ali Sadi Hoca’nın eşi Mesude çıktıkları yolculukta vefat eder. Bölüm V, Sadi Hoca’nın eşi Mesude’nin cenaze töreni ile başlar. Yasin’in, Ruhiye’nin köyüne gitme kararı alır. Yolda Ruhiye sinir krizi geçirdiği için geri dönerler. Bölüm

V’de, Peri’nin ailesine göz atarız. Facebook’tan pasif-agresif alıntılar okuyan bir baba, Yılmaz Özdil dinleme rutininde, iletişimsiz, tipik Beyaz Türk bir aileyi izleriz. Televizyona bakarken, gördüğü bir tesettürlü oyuncu için “Şimdi de moda bu illa birisi kafasını kapatacak bütün dizilerde” diyen Peri’nin annesi ile bir yansımamızı daha görürüz. Hayrunnisa ile kız arkadaşı Burcu cenaze evinden uzaklaşır, burada aralarındaki ilişkiye dair ipuçları ediniriz. Bölümün sonunda ölen eşi için ağlayan Ali Sadi Hoca’yı görürüz. Bölüm VI, Meryem’in abine yengesini evde bulamadığını söylemesiyle açılır. Ruhiye küçük oğlunu da alıp evden ayrılmıştır. Meryem psikiyatrı Peri’ye durumu paylaşmak için gider. Hasta doktor ilişkisinin samimiyetine güvenen Meryem teşekkür ettiğinde, Peri “Olur mu Meryem benim vazifem bu” der. Meryem buna çok bozulur, kendini değersiz hisseder. Odadan çıkar gider. Peri onu koridorda bulur, ama ismini yanlış söyler Meryem ikinci kez bozulur. Bir sahne sonra Peri danıştığı psikiyatrı Gülbin’in odasında hüngür hüngür ağladığını

MERYEM, HILMI’NIN HEDIYE ETTIĞI DEĞIL AMA BAŞKA BIR ETI PUF YERKEN GÖRÜRÜZ, SONRA DA TAMAŞASINI TIRNAĞI ILE DÜZELTIR VE GÜLÜMSER. O SIRADA MUTFAĞA RUHIYE DÖNER, DEĞIŞMIŞ, YÜKLERINDEN KURTULMUŞ FERAHLAMIŞTIR.

033


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

TECAVÜZCÜSÜ CEBINDEN BIR SILAH ÇIKARTIP KAYANIN ÜSTÜNE KOYAR VE RUHIYE’YE “AL, AL SIK DA SEN DE RAHAT ET, BEN DE EDEYIM RUHIYE, YIRMI YIL ÖNCEKI BIR HADISE. BIR CAHILLIK ETMIŞIZ, ETMIŞIZ BIR KERE N’APAM. N’APAM RUHIYE. ALLAH’INI SEVERSEN N’APAM. BENIM IKI ÇOCUĞUM VAR RUHIYE…” DER.

034

görürüz; her şeyden nasıl sıkıldığını ve ne kadar yalnız olduğunu anlarız. Gülbin ise terapiye son vermek istediğini söyler. Peri yerle bir olur. Ruhiye onu herkes ararken köyüne gitmiştir. Bir kapıyı çaldığını görürüz. Konuştuğu kadın Semiha, çocukken aynı adam tarafından tecavüze uğradıklarını öğreniriz. Burada öykünün temelini öğreniriz; Ruhiye ona tecavüz eden adamın öldüğünü, topraklarını satmak için köye iki sene önce gelmiş eşi Yasin’den öğrenince tüm dengesi bozulmuştur. Bütün depresyonunun ona tecavüz eden adamla yüzleşmemek temelli olduğunu görürüz. Semiha çocukken onlara tecavüz eden adamın ölmediğini söyler. Meryem’in evinde bekleyiş sürmektedir. İnsanlar nasıl Tarikatlara kapılıyor anlamıyorum sloganımız var ya hani! İşte bu sahnede Yasin’in, Ali Sadi Hoca’nın ziyareti ile içinin nasıl rahatladığı, önemsendiğini, bir yere ait hissettiğini nasıl duyumsadığına tanık oluruz. Spor salonunda Sinan, tesadüfen Gülbin’in aynı salondaki kız arkadaşlarına onun dedikodusunu yaparken kulak misafiri olur. Sinan duyduklarından çok rahatsız olur. Burcu, kız arkadaşı Hayrunnisa’yı ziyarete gelir. Otobüste

Yasin onu fark edip izlemiştir. Evin önünde bir itiş kakış olur, Burcu, Yasin’i bacağından bıçaklar. Bölüm yine bir Ferdi Özbeğen konser görüntüsü ile biter; “Beni böyle yapayalnız bırakmasan olmaz mı?” Bölüm VII, Yasin’in bacağından yaralı olarak hastanede yattığı sahne ile başlıyor. Ali Sadi Hoca’nın kızı olaya karıştığı için polise gitmeme kararı alır. Hayrunnisa ise babasına Konya’ya geri dönme kararını açıklar. Gülbin, ablası Gülan’la yine tartışmaktadır. Tartışma kavgaya dönüşüp yerini suskunluğa bıraktığında Gülbin’in dizi içindeki başka bir sembol repliğini işitiriz; “Otuz beş sene önce gebe anamın karnına o tekmeyi kim attıysa, bugün de birileri atıyor o tekmeyi. Kim sürüklediyse buraya bizi, yerimizden yurdumuzdan edip otuz beş sene önce, adamın yüzü değişiyor, adı değişiyor, ama bir yerlerde birileri yiyor o tekmeyi. Ve sen benim kardeşim, otuz beş sene önce o tekmeyi yiyen kadının evladı, içerdeki garibin kardeşi, bugün kim atıyorsa o tekmeyi gidip ayaklarının altını öpüyorsun. Görmüyor musun? Nasıl bu kadar sağır olabildin, nasıl dönüştü benim kardeşim, buna nasıl


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

dönüştü? Görmüyor musun? Görmüyor musun bizi nasıl birbirimize düşürdüklerini görmüyor musun?” Belki de 1980 sonrası yakılan köylere, bizim kulak tıkadığımız onca işkenceye, olup da olmamış gibi yaptığımız her şeye bir haykırıştır bu. Burada Kürt, Türk o bu değil? İnsanın hikâyesi vardır. Bu yıllardır çözülemeyen soruna ilk kez insan merkezli bir bakışı görürüz. İzlerken gözyaşımızı siler silmez şapkamızı çıkardığımız gibi. Ruhiye ise köyde, olayın vuku bulduğu Roma Döneminden kaldığı belli olan sütun ocaklarına gider. Burada tecavüzcüsü ile karşılaşır. Tecavüzcüsü topallamaktadır ve yüzünde derin yara izleri vardır. Tecavüzcüsü cebinden bir silah çıkartıp kayanın üstüne koyar ve Ruhiye’ye “Al, al sık da sen de rahat et, ben de edeyim Ruhiye, yirmi yıl önceki bir hadise. Bir cahillik etmişiz, etmişiz bir kere n’apam. N’apam Ruhiye. Allah’ını seversen n’apam. Benim iki çocuğum var Ruhiye…” der. Burada belki de en uzlaşamayacağımız durum karşımıza çıkar. Bir tecavüzcüyü görürüz, ama aslında o da acı çeken bir insandır. O bile duyguları olan acı çeken biridir. Tüm hayatı pişmanlık olmuş biridir. Ruhiye, eşi

Yasin’in köye gelip köy meydanında tecavüzcüyü rezil ederek dövdüğünü, ayağını sakat bıraktığını öğrenir. Ruhiye ilerde, köyden ayrılmadan tecavüzcünün diğer tecavüz ettiği Semiha ile evlendiğini de fark edecektir. Sahne tecavüzcünün o dağ başında ağlaması ile son bulur. Bölümün bu kısmında Sinan’ın ev kazası geçiren annesini ziyaret ettiğini, tıkış tıkış dolu bir orta sınıf evi görürüz. Anne oğul ilişkisinin, ailevi bağlarının ne kadar zayıf olduğunu izleriz. Hilmi, Meryem’in yollarını gözlerken, Necmettin Erbakan’ın ünlü Gulu Gulu Dansı yapıyorlar anekdotuna gönderme yapılan hindi sahnesi Hilmi tarafından sergilenir… Bu sırada annesi Peri’yi arar. Telefon konuşması sırasında anne hizmetli kızda Hazal diye seslenir. Peri annesine “Hazal değil anne onun adı Reşide” derken, Meryem’e dili sürçüp Hazal dediğini anımsar. Beyaz Türk Laik kesimin aslında karşı tarafı gündelikçi, cahil, yardımcı, ikinci sınıf, kendilerini de efendi görme kibrine, kendisi de şok olur. Hilmi ve Meryem birlikte otobüs durağına yürürken yine Jung alıntıları görmekteyiz. O güne kadar hep suskun kalan Yasin ve Ruhiye’nin küçük oğlu İs-

TELEFON KONUŞMASI SIRASINDA ANNE HIZMETLI KIZDA HAZAL DIYE SESLENIR. PERI ANNESINE “HAZAL DEĞIL ANNE ONUN ADI REŞIDE” DERKEN, MERYEM’E DILI SÜRÇÜP HAZAL DEDIĞINI ANIMSAR. BEYAZ TÜRK LAIK KESIMIN ASLINDA KARŞI TARAFI GÜNDELIKÇI, CAHIL, YARDIMCI, IKINCI SINIF, KENDILERINI DE EFENDI GÖRME KIBRINE, KENDISI DE ŞOK OLUR.

035


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

MERYEM HOCAYI GÖRMEYE KURAN KURSUNA GELIR, AMA ORADA SADECE HILMI VARDIR. MERYEM, HILMI’NIN HEDIYESINE KARŞILIK ONA ÇORAP ALMIŞTIR. ALI SADI HOCA ISE KARAVANI ILE BIR GEZIYE ÇIKAR, DAĞDA KARŞILAŞTIĞI BIR YABANCI ILE SOHBET EDERKEN KIZI HAYRUNNISA’NIN EVLATLIK OLDUĞUNU, “HANI ÖZ EVLADIM OLSA BU KADAR SEVER MIYDIM, BILMIYORUM” DIYEREK ANLATIR.

036


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

037


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

038


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

mail de konuşmaya başlamıştır. Bölüm VIII, Meryem, Hilmi’nin hediye ettiği değil ama başka bir Eti Puf yerken görürüz, sonra da tamaşasını tırnağı ile düzeltir ve gülümser. O sırada mutfağa Ruhiye döner, değişmiş, yüklerinden kurtulmuş ferahlamıştır. Ruhiye ve Yasin nihayet iletişim kurar, nihayet birbirlerini anlarlar. Dizi oyuncusu Melisa ile Peri de buluşurlar ve aralarındaki gerginliği rahatlatırlar. Ali Sadi Hoca, kızı Hayrunnisa ile kahvaltı ederler, Konya’ya geri dönecek Hayrunnisa, evden çıkarken başını örtmez, babasına “Ben evden çıkmaya hazırım baba” diyerek kararını anlatır. Ali Sadi Hoca da kızının kararına sessizce onay verir. Otogarda Hayrunnisa ve kız arkadaşı Burcu’nun birlikte Konya’ya döndüğünü görürüz. Meryem hocayı görmeye Kuran Kursuna gelir, ama orada sadece Hilmi vardır. Meryem, Hilmi’nin hediyesine karşılık ona çorap almıştır. Ali Sadi Hoca ise karavanı ile bir geziye çıkar, dağda karşılaştığı bir yabancı ile sohbet ederken kızı Hayrunnisa’nın evlatlık olduğunu, “Hani öz evladım olsa bu kadar sever miydim, bilmiyorum” diyerek anlatır. Meryem, Hilmi’nin Eti Puf tamaşasına sarılı hediyesini açınca Hilmi’nin ona tektaş yüzük aldığını görüp bayılır. Az sonra ayılan Meryem’in sevinçle gülümsediğini görürüz. Dizinin sekiz bölümü su gibi akarken en özündekilere dokunuruz; İnsan yanıt arar, çünkü güvenliği için yanıta ihtiyacı vardır. Bu yanıtları; dinle, ideolojiyle, yaşam biçimiyle, her hangi bir yolla varmaya çabalar. Bu en insani şeydir. Yanıt ararken Ali Sadi Hoca, bir yapay çiçek ve bir gerçek çiçekle örnekleme yaparken, iki psikiyatr Gülbin ve Peri, öğrenmişlikleriyle yanıt aramaktadır, Hilmi ise tek bir gelenekte ısrar etmeyip Jung’dan bahsediyor. Ve dizideki herkes bir yanıtın peşinde koşuyor, tıpkı hepimiz gibi. Ve hepimiz gibi kendi bulduğu yanıtı en iyi yanıt zannediyor. Yanıt ne olursa olsun aslında kaskatı kesilmiş. Asla Türkiye’de olup bitene göre akışkan, tekrar üzerine düşünülmüş değil, sadece ezber ve tekrarlanan; hem de her kesim için Kürt olsun, Beyaz Türk olsun, İslamcı olsun, Ülkücü olsun, Atatürkçü olsun, ne olursa olsun! Bir Başkadır işte fena halde bunun üzerine.

Dizinin İngilizce isimi Ethos da bu durumun gayet iyi altını çiziyor. Yani tesadüfi değil bu dizide her şey en ince ayrıntısına dek düşünülmüş. Bu işte çok hayranlık verici… Hepimiz muhakkak birbirimiz ile karşılaşırız, yüzleşiriz, hoşumuza gitsin veya gitmesin. Bir Başkadır, bir olmanın çok başka bir deneyim olduğuna bir sözcük oyunuyken, bu bir olma, ortak değerlerden dem vurmanın unutulduğu bu son yirmi yıla da Neden peki? sorusunu soruyor. Dizide en büyük sorunun iletişimsizlik, yanlış anlama olduğu sessizce belirtilirken, durum komedisini yanlış anlama üzerine kuran Hacivat-Karagöz geleneğimizin, hep kutuplu ama yine de birlikte yaşama refleksi olan bir toplum olduğumuzu anlatıyor. Peki, bu niye unutuldu? Çünkü basitçe düşünüp yaftalama karşımızda insan olduğunu kolayca unutmamamızı sağlıyor. Dizide klişe örnekleri olan karakterler, dizi sonuna dek tamamen gözümüzde insanlaşıyor; hiçbirine bir hıncımız kalmayana dek. O yüzden bu bir şifa dizisi, bence. İyileşmeyi isteyen bir toplumun talebi... En azından ben öyle umuyorum. Olan bitene içten bir yanıt olan Susamam ile başlayan yeni bir yanıt arama, iyileşmek istemeye odaklanan yepyeni bir ruh halinin ürünü; Bir Başkadır… Ve bir başka yanıtlara ihtiyaç var, bir gün bu ülkenin hepimizin ülkesi olmasını sağlayacak yanıtlara…

DIZININ SEKIZ BÖLÜMÜ SU GIBI AKARKEN EN ÖZÜNDEKILERE DOKUNURUZ; İNSAN YANIT ARAR, ÇÜNKÜ GÜVENLIĞI IÇIN YANITA IHTIYACI VARDIR. BU YANITLARI; DINLE, IDEOLOJIYLE, YAŞAM BIÇIMIYLE, HER HANGI BIR YOLLA VARMAYA ÇABALAR.

039


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

S A R AY ’ D A B I R POPÜLIST P R E N S E S D I A N A P O LI TI K AYI N AS I L DÖNÜŞTÜRDÜ? Çeviren: Mahmut Akçin

Netflix’in amiral gemisi dizisi “The Crown”, savaş sonrası Britanya’nın hikayesini monarşi cephesinden anlatarak iyi bir iş çıkardı. Önceki sezon, madenci grevine ve “üç günlük hafta”ya değinmiş, izleyicileri 1970’lerin ortalarında bırakmıştı. 15 Kasım’da yayınlanmaya başlayan yeni sezon, bizi kaderlerinde ülkeyi derinlemesine değiştirmek yazan iki kadınla tanıştırıyor: Margaret Thatcher ve Leydi Diana Spencer. Leydi Thatcher, işinin ülkeyi değiştirmek olduğunu ilk andan itibaren açıkça belirtmişti. Leydi Diana Spencer ise çok başka bir bağın gülüydü. Lise bitirme sınavlarında iki kez başarısız olmuş ve siyasetle ilgilenmeyen utangaç bir kızdı. Sahneye çıkarılmasının tek amacı tahtın [erkek] mirasçılarını üretmekti. Ancak bugün İngiltere, Lady Thatcher’inki kadar Diana’nın siyasi mirasıyla da yaşıyor. Prenses Diana’nın dehası, modern siyasetin en derin güçlerinden ikisini güçlü bir popülist kokteyle karıştırmaktı: duygu ve anti-elitizm. O, duygu siyasetinin modern ustalarından biriydi: insanlar onun acılarını nasıl hissediyorsa, o da insanların acılarını hissediyordu. Uzun “Wales Savaşı” sırasında Prens Charles’ı defalarca gölgede bıraktı çünkü ruhunu topluma açmaya istekliydi. Kasım 1995’te BBC’den Martin Bashir ile yaptığı röportaj, şimdi tartışmanın odak noktasında, çünkü kardeşi Earl Spencer, röportajın sahte belgeler kullanılarak yanlış iddialarla elde edildiğini öne sürüyor. Verme sebebi ne olursa olsun, röportaj duygusal manipülasyon konusunda bir baş yapıttı. Çok önemli bir anda Prenses Diana asla kraliçe olamayacağını kabul etti, ancak “insanların kalplerinin kraliçesi” olacağını umuyordu. Prenses, duygu siyasetindeki ustalığını kullanarak, güçlülere karşı halkın şampiyonu [Tony Blair’in deyimiyle “halkın prensesi”] oldu. HIV hastaları gibi toplumun sıradışı kesimlerine yardım eden hayır kurumlarını yönetti ve balmumu heykellere benzeyen kraliyet üyeleri yerine pop yıldızları ve ünlülerle arkadaşlık kurdu. Cenazesindeki en unutulmaz müzik, tarihi bir ilahi değil, Elton John’un kendisi için uyarladığı,

040


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

ancak aslında kurbana dönüşen bir başka ikon olan Marilyn Monroe için yazılmış bir şarkıydı. [Candle in the Wind - Ç.N.] Onun anti-elitizmi monarşinin zenginliğine karşı değildi, ki Kensington Sarayı’nda mutlu bir şekilde yaşadı ve 17 milyon sterlin [23 milyon dolar] boşanma tazminatının yanında yılda 400.000 sterlin de nafaka alıyordu. Onunki yetersiz duygusal durumuna bir karşı koyuştu. Kraliyet gelenekleri, hanedan mensuplarının halk arasında edepli davrandıkları sürece özel hayatlarında istedikleri gibi yaşamalarına izin veriyordu. Neredeyse tüm kralların metresleri vardı, çünkü uyum sağladıkları için değil, hanedanın devamı için evlenirlerdi. Prenses Diana bunu bir sahtekarlık olarak gördü. O, en sarsıcı zıtlıkları uzlaştırmayı başardı. Üst düzey bir aristokrat olmasına rağmen [ailesi, Spencer’lar, Windsor’ları Alman kilim tüccarları olarak görüyordu], dünya çapında “Di” unvanıyla çağrılıyordu. Bir araba kazasında hayatını kaybetmesi, ona ölümünden sonra kraliyet sarayına

karşı üstün bir zafer kazandırdı. Ölümü, Britanya’nın gördüğü en büyük gözyaşı selini yarattı. Sanki nemli yanak, İngilizliğin tanımı olan sert üst dudağın yerini alıyordu ve kraliyet ailesinden daha fazla duygu sergilemesi isteniyordu. Independent dergisindeki bir başyazıda şunlar yazıyordu: “Monarşiyi gerçekten iyi gösterecek tek şey, Diana’nın popülaritesinden ders aldıklarını gösterecek şekilde Kraliçe ve Galler Prensi’nin kahrolması ve bu cumartesi manastırın merdivenlerinde birbirlerine sarılarak ağlaması olurdu” Ölümünden bu yana, onun duygusal popülizmi siyaseti de yarıp geçti. Tony Blair kendisini halkın başbakanı olarak tanıttı. “Havalı Britanya”yı savundu, etrafını pop yıldızlarıyla çevreledi ve çalışanlarını kendisine Tony demeye çağırdı. Bir sonraki Muhafazakâr başbakan, Prenses Diana’nın uzak bir akrabası olan “Dave” Cameron, bu merhamet gösterisi ve gayriresmiliğin kombinasyonunu benimsedi. Örneğin toplumdan dışlanmış suçlu çocuklara kucak

açtı ve kendisinden önceki muhafazakar liderler gibi sert görünmek yerine daha rahat ve babacan bir imaj çizdi. Her iki adam da duygusal popülizmin devlet işlerine müdahale etmesine izin vermeyecek kadar sorumluydu. İç ve dış politika tercihleri, mantık ve delillerin buzlu emirlerine göre yürütülmeye devam etti. Brexit yanlıları bunun aksine, Diana’nın yolunu takip ettiler. Onlar, argümanlarını savunmak için akıldan çok kalbe hitap ettiler. Ticaret serbestliğinin gerçekleri yerine, vatanseverlik ve kin duygularını kullandılar. Tıpkı Diana’cıların sarayı insanların duygularını önemsenmemekle suçladığı gibi, onlar da elitleri, insanların bilgeliğini hafife almakla suçladılar. İsteklerini boşa çıkarma girişimlerinden şüphelendiklerinde, ülkenin temel kurumlarına [Parlamento, kamu hizmeti, Yüksek Mahkeme] sırt çevirdiler. Akıl yerine duyguları, elitler yerine halkı koyarak, tıpkı Diana’nın yaptığı gibi, müesses nizamı yenilgiye uğratmayı başardılar. Alexander Boris de Pfeffel Johnson, somutlaştırdığı zıtlıkları aynen kendisi gibi uzlaştırdı. Büyükşehir seçkinlerinin kartvizit taşıyan bir üyesi, kendisini halkın adamı olarak satmayı başardı. O, “Di” olduğu kadar, bu da “Boris”ti. “The Crown” un ilk sezonu, Sir Henry Marten’in rehberliğinde Walter Bagehot’ın “İngiliz Anayasası”nı inceleyen genç Kraliçe Elizabeth’i gösteriyor. Sir Marten, bir kafeste evcil bir kuzgun tutan ve genç prensese “beyefendi” diye hitap eden Eton’un yardımcısıdır. Bagehot’ın büyük eseri, anayasanın onurlu kolu [monarşi] ile verimli kolu [seçilmiş politikacılar] arasında ayrım yapar. Bagehot’in bu ayrımla ima ettiği şey, duyguların siyasetin doğru şekilde yürütülmesi için tehlikeli bir tehdit oluşturduğudur. Monarşi, onlar için kontrollü bir çıkış yoludur, böylece sorumlu kişilerin ülkeyi yönetme gibi zor bir görevin üstesinden gelmesini sağlar. Prenses Diana, şaşırtıcı kariyerinin yakıtı olarak insanların duygularını kullanarak bu emniyet valfini kırdı. Britanya, onun açığa çıkmasını sağladığı duygusal popülizmin sonuçlarıyla yıllarca yaşayacak.

041


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BJÖRK & ARCA MEKTUPLARI Çeviri: Abdulhalim Karaosmanoğlu

SIZE ÇEVIRISINI AKTARDIĞIMIZ BU ÖZEL DOSYADA BJÖRK VE ARCA BIRBIRLERINE DUYDUKLARI SEVGIYI MEKTUPLARINDA DILE GETIRIYORLAR.

042


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

043


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Björk, tam altı defa i-D dergisine kapak oldu! Bunlardan ilki 1993 tarihli “Debut” albümü içindi. Dergi onunla ilk defa röportaj yapmaya gittiğinde Björk “üç dört albüm daha yapana kadar gerçekten iyi bir albüm yapabileceğimi sanmıyorum” demişti. Ama hayranları buna karşı çıktı çünkü albüm gerçekten de çok iyiydi. “Bir pop yıldızı olacağımı asla tahmin etmiyordum çünkü ben inek bir öğrenciydim” diyordu röportajlarında. Onlarca albüm ve konser turlarının ardından Björk ait olduğu yere i-D’nin kapağına geri döndü. Ama bu kez Arca ile beraber. İkili ilk defa Biophilia turu için bir araya gelmiş, daha sonra Grammy adayı olan Vulnicura albümü için ortak bir prodüksiyon gerçekleştirmişti. İkilinin bu işbirliği Utopia albümünde de devam etti. Size çevirisini aktardığımız bu özel dosyada Björk ve Arca birbirlerine duydukları sevgiyi mektuplarında dile getiriyorlar. Björk’ten Arca’ya: Benim kıymetli dostum, Belki de konuşmamıza başlamak için en iyi yer şarkı sözleridir diye hissettim. Başka başlangıç koordinatlarına da açığım, bir şeyleri atlayabilir ya da ekleyebiliriz…

tıyorsun Dünyaya verdiğim şeyi bana geri veriyorsun Aşk için kaleyi sonsuza kadar koru

“Daima Gelecek” Bir gelecek hayal et ve içinde ol Bu inanılmaz beslenmeyi hisset ve onu emdir Geçmiş döngüde, onu kapat Bu olası geleceği gör ve içinde ol Aşk için kaleyi sonsuza kadar koru Biz sadece anlık gemileriz Biz sadece taşıyoruz Kafana güven Bakışını başka bir yere yönlendir Aşk zaten bekliyor Zaten içindesin Aşk için kaleyi sonsuza kadar koru Yeni yuvalar kurarken beni izle Anaerkil bir kubbe ör Uyku ile uyanıklık, gündüz ve gece arasında müzikal bir yapı inşa et Gece ve gündüz arasında İnsanların görevlerini onlara yansıttığımı söylüyorsun Şimdi bana eskiden kim olduğumu yansı-

Ama eğer “Future Forever”ın şarkı sözü ile başlayacaksak, Frida Kahlo’nun Mexico City’deki evinin yanındaki o restoranda muhteşem yemeğimizden sonra yazılmıştı, hatırladın mı? 2017 yazıydı. Umuttan ve kadınların hayatlarında yuva yapma kapasitesinden bahsediyorduk.

044

Ailelerin etrafında örülmek - kan olsun ya da olmasın - tüm bağlantıları, üyeler arasındaki ipleri örmek nasıl kadınsı bir yetenek. Ve sonra içinde yaşadığımız kumaş oluyor. Sonra annelerimizden ve kadınların nasıl bir şekilde sınırlı miktarda duygusal bağlara sahip olduklarından bahsetmeye başladık; bazen bir kadının hayatında sadece bir veya iki yuva için lif vardır, bazen üç, ancak bazılarının sınırsız olduğu görülmektedir. Ama belki de ipliğin daha farklı güçlere sahip olabilmesi mümkündür. Ve sonra, erkek enerjisinin ‘ziyaretçi’ olmasının ve hızlı bir şekilde girip çıkmanın

bazen nasıl daha kolay olduğunu konuştuk, burada kadınlar için yeni ipler bükülmeden önce acı verici bir onarım süreci başlıyor - haksızlık veya yanlışlık yok, sadece farklı bir zaman deneyimi var. Şarkı sözlerini okuduğumda, içinde pek çok küçük ipucu da görüyorum [sözlerime sık sık koyduğum gibi], örneğin “sadece taşıyoruz”, bir iltifat olarak defalarca söyleyecek tanıdığım bazı kraliçelere bir göndermedir: Yaptığı inanılmaz bir vuruş, bir dans hareketi, bir film veya bir ev inşa edip etmediği hakkında. Ve kap olmanın da çok kadınsı bir referans olduğunu hissettim. Tutkulu olmak, girişmek, vurmak ya da en sert sert yumruğu atan, en iyi gitar solosunu atan kişi olmak değildir. Tutkulu olmak, taşıyıcı olabilmektir. Yani mesele, kimin en büyük kaseye sahip olduğudur. Ayrıca şarkı sözlerinde bu şarkının “gece ve gündüz arasındaki müzikal yapı iskelesi” ruh haliyle ilgili olduğunu ve travmada ya da onarımda uykuya dalma ile uyanma anı arasındaki boşluğun devasa bir kanyon haline geldiğini görüyorum. Ve müzik, iyi do-


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

doğurganlığın mümkün olduğu aşırı verimli bir ekosistem yaratmakla ilgilidir. Yaratma sürecinde her ikisinin de bir yeri ve zamanı olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu hatırlıyorum.

kunursa, çok yararlı bir “taşıyıcı” olabilir. Ve bu şarkı bir girişimdir. Ayrıca son mısra konusunda çok duygusalım. Muhtemelen benim için albümün geri kalanının toplamından daha fazla anlam yüklü. Heceleme konusunda biraz utangaçım ama basitçe söylemek gerekirse: Seni çok seviyorum ve bana bir müzisyen olarak hediyen için sonsuza kadar minnettarım. Hayatımda tek eşliliğin benden alındığını hissettiğim ve müzik yapımında tek eşliliğin bana sunulduğu bir dönemdeydim. Bir mucize gibi. Zamanlaması akıllara durgunluk veriyordu. Coşkuyla, Björk *** Arca’dan Björk’e: i-D’nin bu yıl dönümü sayısında bu hikayeyi benimle paylaştığın için çok teşekkür ederim. Bu çok sembolik. Bir seferinde bir konuda anlaşamadığımızı hatırlıyorum, -bizi korusun- çatışma orada gerçek bir ilişki olduğunun bir işareti olabilir. Sana annelik yaptığımı ve buna kızdığımı neredeyse kızgın bir şekilde söylediğim zamanı çok

iyi hatırlıyorum. ‘Birbirimize annelik yaptık’ diyerek karşılık verdin ve gözlerimden bir göz bağı düşmüş gibi hissettim ve o zaman sana hayran olmak zorunda olduğum fikrine tutunmak yerine seni bir kız kardeş olarak gördüm. Sanırım anneliği yeni bir şekilde anlamama yardımcı oldu; seçilmiş bir aile tarzında. Hayatımda şimdi yin ve yang’larında eşit olarak gördüğüm başka anne figürleri de oldu. Mexico City’deki o yemeği hatırlıyorum. Çok güzel bir lokantadaydı. O gece eğlendim. Farklı liderlik türlerini tartıştığımızı hatırlıyorum. Fallik liderlik, bir hedefe ulaşmak, yaratıcı bir projeyi tamamlamak için bir araya gelmek ve onu gerçekleştirmekle ilgiliydi; bir vizyon taşıyan, ekibi yönlendirme ve ısrarla yönlendiren, açık duruşlu. Sonra, diğer varlıkların kendilerini projede daha işbirlikçi bir şekilde projede açıp ifade etmek için kendilerini güvende hissettikleri bir amniyotik ruh hali yaratmakla ilgili, daha rahim benzeri bir liderlik var. Fallik olan daha çok auteur benzeri bir figürün vizyonuyla ilgilidir, diğeri ise daha çok içinde yaratıcı gebelik, işbirliğine dayalı

Mektubunuzun aile nedeniyle, daha fazla ya da daha az taşıma ya da barındırma, ziyaret etme ve duygusal ipleri örtme kapasitesine sahip olduğu kısmına yanıt olarak: Bunu siyah beyaz olarak görmüyorum. Hiç yaptığımı sanmıyorum, ama şimdi her zamankinden daha azdır. Her geçen gün, ikili bir tanımlayıcı olarak yararlı olabilecek bir şey olarak görüyorum, ancak bir bireyin psikoseksüel yaşamı üzerinde ille de önemli bir anlamı olmayan bir şey. Birey, anima ve animuslarından ne kadar çok haberdar olursa, belirli zevklerin sınır dışı olduğunu, utanmaya daha az borçlu olduğunu düşünmeye o kadar az güvenir. Anima ve animus ile, her erkeğin içinde hem erkek hem de kadın olduğu ve her kadının içinde hem kadın hem de erkek olduğu fikrine dair Jung terimlerini ödünç alıyorum. Analizde, babayı öldüren ve anneyle sevişen Ödipal kompleksi vardır; bir de anneyi öldüren ve babayla seks yapan Electra kompleksi var. Yeni bir arketip öneriyorum, daha önce hiç duymadığım bir örnek: hem anneyi hem de babayı öldüren ve kendisiyle seks yapan Electra Rex figürü. Bence Electra Rex itaat ve hakimiyet arasında geçiş yapabilen, nüfuz edebilen ve aynı zamanda nüfuz edilebilen bir varlığa izin verebilir. Biyolojik bir rahim pahasına iç içe geçme imkanı sunar, cinselliği kendine aittir. Merak ediyorum, örneğin penisli bir annenin, hamile bir babanın çevresinde ortaya çıkan aile çekirdeği nasıl olurdu. Bundan bahsediyorum çünkü bu zaten mümkün. Hepimiz Electra Rex’e erişebilir ve mutant bedenlerimizde özgür zevki arayabiliriz, her birimiz kaçınılmaz olarak doğumdan ölüme geçiş yapıyoruz. Bilinmeyenler karşısında aşk, Arca

045


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

O Ertürk Demirel | Kasım 2020

SONBAHARIN PASTEL RENKLERINI GÖSTEREN AĞAÇLAR RENGARENK YAPRAKLARLA DONANMIŞ, NADIREN GEÇEN TRENLERDEN ÜRKEN KARGALAR ŞIMDILIK DALLARA TÜNEMIŞ VE HER YER MAHMUR BIR RUH HALINE BÜRÜNMÜŞTÜ.

046


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Polatlı’da güzel bir sonbahar sabahıydı; hava biraz serin ama güneşliydi ve Ahmet o gün evden erken çıkmış, fırından aldığı poğaçaları yiye yiye istasyona gelmişti. Karısı Ayşe bir süreliğine hasta annesine bakmak üzere Mersin’e gitmiş, Ahmet’i bir haftadır yalnız bırakmıştı. Ahmet de daha yeni evlendiği karısını özleyerek evde yemek ve ütü yapmayı öğrenmeye çalışıyordu. Saat tam sekize beş kala Ahmet istasyondan içeri girdi, bilet gişesinde duran Sait’le selamlaştı, İstasyon Amiri’nin ofisinin kapısını açıp masasına oturdu. Hemen sonra da Hatice Teyze geldi, ona çay verdi. Ahmet çayını yudumlayarak imzalaması gereken belgelere göz attı, birkaç evrak işini halletti, iki telefon konuşması yaptı, sonra Hatice Teyze’ye çayını tazeletip odasından çıktı. Raylarda yansıyan güneşin parıltısından gözünü kısarak cebinden bir sigara çıkardı, yakıp çay eşliğinde içmeye başladı. Burası ağaçların çevrelediği küçücük bir istasyondu; Polatlı gibi bir az nüfuslu bir ilçeden Ankara’nın merkezine giden banliyö trenleri geçer, sabah ve akşam saatleri haricinde çoğun-

lukla boş olurdu. Yüksek Hızlı Tren faaliyete geçti geçeli yolcular iyice azalmış, Ahmet de bu sakin ve asude istasyonda çoğunlukla pencereden ağaçların yaprakları dökmelerini izleyip kendi düşüncelerine dalmayı yeğler olmuştu. Sonbaharın pastel renklerini gösteren ağaçlar rengarenk yapraklarla donanmış, nadiren geçen trenlerden ürken kargalar şimdilik dallara tünemiş ve her yer mahmur bir ruh haline bürünmüştü. Ahmet rayları kontrolden gelen bir teknisyene selam verdi, çayını yudumladı, sigarasından çıkan dumanların mavi gökyüzüne yükselmesini izleyerek bir an huzur buldu. Hayatından memnun sayılırdı: eline çok para geçmese de Demiryolu’nun lojmanında kalıyor, akşamları gözü gibi baktığı Ayşe’siyle el ele tutuşup televizyon izliyor, yeni kurduğu sobanın ateşinde mayışırken kendini şanslı sayıyordu. Evlerinde mutluluk olduğu sürece geçinir gider, belki birkaç yıla da bir çocuk yaparlardı. Aileler aslında dünden razıydı bir torun sahibi olmaya ama ikisi de henüz çok gençti: Ahmet yirmi üç, Ayşe ise daha yirmi yaşındaydı ve Ahmet tüm dün-

AHMET SIGARASINI BITIRDI, KÜLLÜĞE ATTI VE AKŞAMA NE YIYECEĞINI DÜŞÜNE DÜŞÜNE ODASINA GERI DÖNDÜ. AYŞE’NIN GITMEDEN HAZIRLADIĞI YEMEKLER DÜN AKŞAM BITMIŞTI VE BUNDAN SONRA AHMET’IN BIR ŞEYLER PIŞIRMESI GEREKIYORDU.

047


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

yasını çocuklara vakfetmeden önce karısıyla biraz güzel zaman geçirmek istiyordu. Çok büyük hırsları yoktu adamın: sadece karısına çok düşkündü ve onu mutlu etmek için elinden geleni yapardı. Ahmet sigarasını bitirdi, küllüğe attı ve akşama ne yiyeceğini düşüne düşüne odasına geri döndü. Ayşe’nin gitmeden hazırladığı yemekler dün akşam bitmişti ve bundan sonra Ahmet’in bir şeyler pişirmesi gerekiyordu. Daha önce hiç yemek yapmamıştı Ahmet ama bir yolunu bulurdu. En kötü ihtimalle bir makarna haşlar, onu yerdi. Tüm bunları düşünürken Hatice Teyze gene içeri girdi, “Bir çay daha ister misin amirim?” diye sordu. Ahmet başını salladı, “Almayayım Hatice Teyze, sağ el,” dedi. Kelimeyi yanlış söylediğinin farkındaydı ama düzeltmeye gerek duymadı. Basit bir dil sürtmesi, işte diye düşündü. Bir süre odasında tek başına çalıştı, tren tarifelerini düzenledi, bilet irsaliyelerini yazdı ve muhasebeye götürmesi için Raşit’i çağırdı. “Günaydın amirim,” dedi Raşit içeri girdiğinde, “Nasılsınız bugün?” “İyiyim, sağ el,” dedi Ahmet, “sen neler

yapıyersin?” Raşit onun özellikle komik konuştuğunu düşünüp güldü: “Ben de iyiyim, şu Korona önlemleriyle ilgili yeni bir düzenleme gelmiş. Size getirdim.” Ahmet Raşit’in önüne koyduğu belgeye bakıp başını salladı: “Tamam, ben e işi hallederim, sen de şu irsaliyeleri muhasebeye götürür müsün? Bir de gene seni yereceğim ama e tarifeler elmemiş, baştan düzenlemek gerekiyer.” Niye böyle konuştuğunu anlayamıyordu Ahmet; sanki tuhaf bir lehçe kazanmış gibiydi bir anda. Raşit’in anlamadan yüzüne boş boş baktığını görünce utandı, “tarifeleri diyerim,” diye ekledi, “hani bakanlığa yelleyeceğimiz tarifeler.” “Yellemek mi?” diye sordu Raşit ağzı açık. Ahmet hem utandı hem de kızdı: “Canım göndermek diyecektim, ağzımdan öyle çıktı.” Raşit başını salladı, bir şeyler mırıldanıp irsaliyelerle birlikte odadan çıktı ama Ahmet endişelenmişti; niye böyle tuhaf konuşuyordu? Sanki bazı kelimeleri söyleyemiyor gibiydi. Acaba inme falan mı geçiriyordu? Bir süre kendini dinledi ama sakince atan kalbinin sesinden başka bir şey duymadı. Herhalde dili sürçüyordu tuhaf bir şekilde. Tam biraz rahatlayacak-

ken telefon çaldı. “Aleee?” diye cevapladı arayanı. “Alooo? Ahmet Bey?” diye gürledi karşı taraf. “Buyurun, benim,” dedi Ahmet her harfi düzgün söylemek için aşırı çaba göstererek. “Ahmet Bey, ben Numan, Ankara Bölge Şefi,” dedi adam, “nasılsınız?” “Çek iyiyim, sağ elin,” dedi Ahmet gayrı ihtiyari, “Siz?” Artık utancından terlemeye başlamış, “adam dalga geçtiğimi düşünecek,” diye konuşmaya cesaret edemez olmuştu. Neyse ki Numan Bey hurdaya çıkması gereken birkaç tren vagonuyla ilgili evrakların eksik olduğunu ve hemen tamamlanması gerektiğini söyleyip kapattı ama Ahmet artık kendine bir şeyler olduğundan emindi. O günü mümkün olduğunca az konuşmaya çalışarak geçirdi ve akşam da erkenden çıktı. Ağzını açmaya korkuyor ve kendine ne olduğunu anlayamıyordu. Bakkal Sezai’ye uğradı, “Bir kile yeğirtle bir makarna” dedi Sezai’ye ama Sezai sadece “ha?” dedi. “Yeğirt, yeğirt” diye haykırdı Ahmet kızgınlıktan kıpkırmızı kesilip, “hani sütten yapılır.” Sezai’nin ağzı şaşkınlıkla tuhaf bir şekilde açıldı ama sonra Ahmet dolaptan işaret edince anladı: “Haaa, yoğurt mu diyorsun Ahmet evladım? Ama niye öyle demedin ki?” Ahmet başını salladı üzgün üzgün, “Bilmeyirim, Sezai Amca, bazı sözleri söyleyemiyirim.” Sonra eliyle ağzını kapattı: “Bak gene eldi, gene eldi!” Sezai başını kaşıdı, “Ne eli?” dedi, sonra “haa gene oldu diyorsun,” diye mırıldandı: “Sana büyü yapmış olmasınlar evladım?” “Ne büyüsü?” diye sordu Ahmet umutsuzca; kendini sefil hissediyor, bir an önce bu konuşmayı bitirip evine gitmek için sabırsızlanıyordu. “Dil büyüsü,” dedi Sezai Amca, “hani eşek dili falan yedirdilerse.” “Yek,” dedi Ahmet, “eşek dili falan yek. Bilmiyirem, anlamiyirem ama kenişemiyorum düzgün.” “Vah vaah,” dedi Sezai Amca, “geçmiş olsun. Bir hocaya falan görün bence.” “Hece istemiyirim, ben inanmiyirim öyle şeylere” diye feryat etti Ahmet. Bakkal başını salladı, Ahmet’in istediklerini verip gene geçmiş olsun dileklerini iletti. Ahmet eve geldikten sonra makarna suyunu koydu, kendine bir

048


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

bira açıp mutfakta sefil bir halde oturdu: “Sağ el, sen de sağ el, çok sağ el,” diye teşekkür etmeye çalıştı kendi kendine ama her şey nafileydi. Düzgün konuşamıyordu ve ne yapacağını bilemedi. Acaba bir doktora mı gitseydi? Belki beyninin konuşma bölümü hasar görmüştü. Ama Ahmet başına bir darbe aldığını da hatırlamıyordu. Böyle şeyler travma geçirmeden olmazdı. Bir an Ayşe’yi çok özlediğini fark etti ve onunla konuşup derdini anlatmak istedi ama Ayşe’nin köyünde telefon çekmiyordu ve bir haftadır sesini duymamıştı karısının. Kendine acıyarak birasını bitirdi, makarnayı kaynayan suyun içine boşalttı. “Sağ el, sağ el,” diye mırıldanarak ateşin altını kıstı, makarna sosunu yapmaya başladı. Yemeği yedikten sonra doktor olan kuzenini aradı, “Ale Necati, bana bir hal eldi, bazı kelimeleri söyleyemiyirim,” dedi. Necati “hangi kelimeleri?” diye sordu. “Sağ el diyemiyirim,” diye cevapladı Ahmet. “İşte dedin ya,” dedi Necati. “Hayır eğlim, ben teşekkür ederim manasında sağ el diyemiyirim,” diye kızdı gene Ahmet. “Haa, tuhaf. Başına bir darbe, sadme falan

aldın mı?” diye endişelendi Necati. “Hayır, bildiğim kadarıyla yek. Öyle bir şey else fark ederdim.” “O zaman belki psikosomatiktir” dedi kuzeni, “yani psikolojik.” “Emin misin?” dedi Ahmet. “Evet, stresten falan olmuştur. Bir tetikleyen neden olmalı ama endişelenme, başka bir sorun yoksa bir süre sonra geçer sen rahatlayınca” diye yatıştırmaya çalıştı onu Necati. Ahmet biraz daha rahatlamıştı ama bu sefer herkes onun deli olduğunu düşünecek diye korkuyordu. “Psikesemetik” dedi kendi kendine, “yani psikelejik.” Ne yapacaktı? Keşke işten izin alabilseydi ama yıllık izinlerini kullanmıştı ve bu hastalık için doktora gitmekten çekiniyordu. İşe gitmesi şarttı ama herkes anlayacak, onun sapıttığını düşünecek ve arkasından gülecekti. Ona çok zor gelse de iştekilerle konuşmak zorundaydı. Belki çoğu işi e-postayla halleder, telefonlara da bir süre çıkmazdı ama nereye kadar? Bunları düşündükçe kaygılanıyor, avuçlarının içi terliyor, “sağ el, sağ el,” diye kendi kendine teşekkür etmeye çalışıyor ama hiçbir zaman “sağ ol” diyemiyordu.

Makarnasını bitirdi, bir bira daha açtı, televizyon yerine pikaba bir Müzeyyen Senar plağı koydu. “Keklik dağlardan aşağı” diye haykırdıkça kadın, gözünden birkaç damla yaş süzüldü. Sonra giysileriyle yatağa girdi ve hemen uyuyakaldı. Rüyasında Ayşe geri geliyordu. Kollarını açmış ona doğru koşarken kendi sesinin “O geliyor. O geliyor!” diye bağırdığını duydu. Bu zafer hissiyle uyandı: anlamıştı. Ahmet “O” harfini söyleyemiyordu çünkü hayatında “O” yoktu. Bu durumu tetikleyen neden Ayşe’ydi, Ayşe ve ona duyduğu özlem. Bu keşifle rahatladı ve sabah uyandığında gerçekten karısını koynunda uyurken buldu. Üzerine çöken rahatlama hissiyle bağırdı “O geldi! O geldi! Sağ ol! Çok sağ ol! Sen de çok sağ ol!” Kadın deli dürtmüş gibi uyandı ve bağıran kocasına hayretle baktı: “Ay Ahmet, ne oluyorsun? Delirdin mi?” Ahmet güldü, karısının yüzünü öpücüklere boğdu: “Hayır kuzum, iyileştim. Sağ ol. Döndüğün için çok sağ ol.”

049


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

KIRILGANLIĞIN ŞALALASI: KIRILGANLIK KUMUN N ESI OLUYOR ? Nihal Tanbay

KIRILMAK KAVRAMIYLA HIÇBIR BAĞLAMDA ÖRTÜŞMEYEN KUMUN DOĞASININ, CAMA DÖNÜŞTÜĞÜNDE ORTAYA ÇIKAN HASSASIYET TALEBINI NASIL YORUMLAYACAĞIZ? KIRILGANLIK KUMUN NESI OLUYOR?

050


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Etrafımızda dolanıp durmakta olan gezici bir cam fanus varmış gibi çarpmamaya çalıştığımız ya da görünmez bir uzvumuzmuş gibi sakındığımız; mesafelerimizin, yabancılaşmalarımızın, uzaklaşmalarımızın da biraz olsun nedeni olan kırılganlık tam olarak neyimiz oluyor? Gitgide artarak istediği çalışkan, biat kâr, sorun çıkarmayan, uyumlu ve tek tip bireyleri yaratırken büyük bir iştahla sistem; yarattığı normlarla bizleri tabir yerindeyse kare Japon karpuzlarına çevirirken, bir yandan da biz sürekli kırılıyoruz! Ve bizler birbirimize benzedikçe zayıflıyor, güçsüzleşiyor, hevessiz, umutsuz, sevgisiz insanlara dönüşüyoruz; “karpuzlara” demek istediğimi itiraf etmeliyim hemen şimdi! Modern toplumun normatif, şekillendirilmiş, uyumlanmış, bir arada duran, renksiz, tatsız kokusuz hayatlar yaratıp derinlerine serpiştirdiği kırılganlıklarımız! Özellikle bu sorunun gündelik hayattaki karşılığından beslenen cevaplara değmek, yaklaşmak, olmadı uzaktan da olsa görmek kırılganlığımıza biraz su verebilir. Çelikten yapılmış olmasak da! Peki öyleyse bizden koparılan o her şeyin yerine ikame edilen kırılganlık

tam olarak neyimiz oluyor cidden? Bizim kadim kırılganlığımızın rizonlarında hangi dövülemeyen tunçlar, bükülemeyen demirler, işlenemeyen topraklar var acaba? Ve onlar artık direnemeyip tunçtan heykeller, demirden baltalar, topraktan patates olarak çıkmaya mecbur kaldıklarında tam olarak ne oldu? Bütün bu benzetmelerin elbette karşılığı olarak kendi varoluşunu korumaya direnmek ile değiştiği formu korumaya gönüllü olmak arasındaki sarmal yaylar sürekli bir sıkışma halinde. Kırılmak kavramıyla hiçbir bağlamda örtüşmeyen kumun doğasının, cama dönüştüğünde ortaya çıkan hassasiyet talebini nasıl yorumlayacağız? Kırılganlık kumun nesi oluyor? Mühendislik disiplini etrafında dolaşıp duracağım bir süre fakat çok rahatsız olduğumu söyleyemem; bilakis hayatın matematiğini yorumlamak için muhteşem bir enstrüman olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan sosyal hayatı modernizm eliyle hizaya sokmaya çalışan kapitalizmin de en iyi enstrümanlarından biridir mühendislik doğası itibariyle maalesef. Kırılganlığın tek başına sadece kırılabilen anlamına gelmediğini en iyi anlatmanın yolu sanı-

rım karşıtına başvurmak yani süneklik! Bu sıfat, büyük mekanik deformasyonları kabul eden veya kolayca deforme olabilen bir şeye işaret edebilir. Buna karşılık, bu özelliğe sahip olmayan malzemeler kırılgan olarak sınıflandırılır; tabir yerindeyse çıt diye kırılanlar! Tıpkı bizim hayatla kurduğumuz ilişkilerde edindiğimiz bağları, attığımız köprüleri, döşediğimiz yolları ya da gizlendiğimiz kalelerimizi de aynı kırılganlık üzerinden inşa ettiğimiz; duygularımızı, arzularımızı, isteklerimizi, kaygılarımızı yine aynı kırılganlık üzerinden kurduğumuz gibi! Kişisel tecrübelerimizde de hemen her gün bir şeylere kırılıyoruz biz esasında. Peki biz neden sürekli kırılıyoruz? Ya da bizi neden sürekli kırıyorlar? Tekil kırılganlıklardan çoğula uzanan bir kırılganlıklar silsilesi içerisinde aidiyet ve kimlik meselelerinin kırılganlığın şiddetini artırdığını görmek hiç zor değil. Kadın olmak, Kürt olmak, mülteci olmak, alevi olmak, eşcinsel olmak, feminist olmak, vegan olmak diye de hatta etnik ve kültürel ayraçlardan düşünsel ayraçlara varıncaya kadar genişletebiliriz, çeşitlendirebiliriz kırılganlığın sınırlarını. Bütün bu ayraçların beraberinde taşındığı

051


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

esas organizma yani sistemin sürekli olarak güvencesiz bir hayatla tehdit etmesi ve beraberinde getirdiği mutsuzluğun ve umutsuzluğun sonucu olan bu kırılganlığı da tıpkı Covid 19 meselesinde olduğu gibi herkese eşit kırılganlıklar tahsis edildiğini söyleyerek eşitleyemeyiz kişi kişi. Bütün ilişkilenme biçimlerinin ortak bir sonucu olarak kümülatif bir etkenler zincirinin sonucu oluyor biraz da kırılganlık. Aşağı çekiliyoruz! Bu benzeşmenin doğal sonucu olarak kendimizin farkında olamadığımız ya da farklılıklarımızı koruyamadığımız her an kırılma noktamızı biraz daha aşağı çekiyor. Uyumdan uzaklaştığımız her an kırılmaya daha çok yaklaşıyoruz çünkü uyumsuzlukları kırmak üzerine kurulmuştur her şey. Yalnızlaştırılır ve sonra da dünyaya, insana ve hayata kırılırız. Oldukça kullanışlı bir mekanizma. Farklılıkların kriminalize edilişi de yine aynı mekanizmanın kullanışlı bir çarkı oluyor sonuçta. Bauman’ın Akışkan Modernite’de bahsettiği gibi “zorunlu olarak dengesiz olan kimliklerin hammaddesinin kasıtlı olarak dengesiz bırakılan şeylerin olduğu bir dünyada kişinin sürekli bir teyakkuz durumunda olması gereklidir; fakat bunun da ötesinde dışardaki dünyanın değişen düzenine hızla ayak uydurabilmek için, sahip olduğu esnekliği ve uyum hızını koruyup kollamak durumundadır.”[1] Nihayetinde akışkan derecede uyumlu olamayanları kırıyor hayat. Ve devam eder; “İnsanlar bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlara riayet ettiriliyor gibi [buradaki riayetin, son derece esnek standartlara karşı, değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte olabilen, yumuşak bir boyun eğme olduğunu eklememe izin verin]. Ve bu boyun eğme, dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok, özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.” Doğasından koparılan kum gibi, başka bir amaca hizmet eden başka bir forma dönüşüyoruz; daha işlevsel, daha gösterişli, estetik ve kırılgan.

052

Zygmunt Bauman – Akışkan Modernite. Çev. Sinan Okan Çavuş; Can Yayınları, 3. Basım Kasım 2018; syf 134


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BU BENZEŞMENIN DOĞAL SONUCU OLARAK KENDIMIZIN FARKINDA OLAMADIĞIMIZ YA DA FARKLILIKLARIMIZI KORUYAMADIĞIMIZ HER AN KIRILMA NOKTAMIZI BIRAZ DAHA AŞAĞI ÇEKIYOR. UYUMDAN UZAKLAŞTIĞIMIZ HER AN KIRILMAYA DAHA ÇOK YAKLAŞIYORUZ ÇÜNKÜ UYUMSUZLUKLARI KIRMAK ÜZERINE KURULMUŞTUR HER ŞEY.

053


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

SON EV 2021

054


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

VRE MI? 055


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

ÖZGÜR Perçem Uğur

056


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

[...] ÖLDÜ ANNEM ÖLDÜ KIMSESIZIM ARTIK SAHIPSIZIM AMA BENI SEVMIYORDU ELLERINI SEVIYORDU YONTAN BUDAYAN ELLERINI SEVIYORDU BENI SEVMIYORDU ANNEM ÖLDÜ BEN ARTIK ÖZGÜRÜM ÇOK ÜZGÜN VE ÇOK GÜZELIM HER ŞEYE HAKKIM VAR HER ŞEYE HER ŞEYE BEN ARTIK ÇOK YALNIZ VE BÜTÜNÜM KIMSE BENI PARÇALAYAMAZ.

İki yanı ağaçlarla kaplı, başı ve sonu görünmeyen yolda döne döne dans ederek ilerliyordu. Onu uzaktan gören biri, şanslı bir deli olduğunu düşünebilirdi. Delirişi mutlu bir ana denk gelmiş de hep o anı yaşıyor gibi. Sağ salim yaklaşabilen biriyse yüzüne baktığında hayatın tüm karmaşasını, dehşetini ve saadetini aynı anda ve aynı hızda idrak edebilirdi. Yine deli derdi ona, ama mutlu diyemezdi. Mutsuz da diyemezdi. İki yanı ağaçlarla kaplı, başı ve sonu görünmeyen yolda döne döne dans ederken gözyaşları kahkahalarına, elleri saçlarına karışan birine ne denirse onu derdi: Özgür. Ağaçlar rüzgârla aynı yöne eğilip aynı anda doğruluyor. Amansız bir uğultu, kuşsuz bir hava. Deli, hayatında ilk kez böyle. Sakin bir insan aslında. İşinde gücünde. Bir şey okuyacağı zaman taktığı, bir şeye bakacağı zaman burnuna indirdiği gözlükleri var. Gardırobundaki en aykırı renk bordo, gerisi ya siyah ya da kahve. Hiç küfretmemiş, hiç itiraz etmemiş. Kendinden sıkıldığı çoktur ama kendinden taşmamıştır hiç. Ölçülüdür, en iyi bildiği şey sınırı. En iyi öğrendiği, hiç unutmadığı, unutmasına fırsat tanınmadığı… Ne varsa, ne yapmışsa, ne yapmamışsa hepsi bir hudut meselesidir, bir had. Ufku, boy verdiği yerde biter. Açılmak, denize karşı hadsizlik olur çünkü. Annesi öğretti ona bunları. Annesi yonttu onu böyle, annesi budadı. Kusursuz bir heykel, ölü bir ağaç yarattı sonunda. Memnundu eserinden. Memnun da gitti bu hayattan. Günlerce bekledi başında heykel; elini tuttu, saçını sevdi, kitap okudu ona. Annesini memnun etme sanatında mahirdi çünkü. Annesi, onun ya dilsiz ya da kekeme olduğu yerdi. Dördüncü günün sabahında öldü

kadın. Beklenen bir ölümdü, hiç de erken değildi, ama en önemlisi yokluğu bir anneninkine benzemiyordu. *** Hiç uyanmayınca anladı gittiğini. Bir iki sarstı, seslendi, yüzüne eğildi, dinledi. Sakince doğruldu eğildiği nefessiz yüzden, çıktı odadan, nöbetçi hemşireyi buldu. “Şey… Annem öldü. Ne yapmamız gerekiyor?” Ne yapmamız gerekiyor? hızlıca iniyor merdivenleri pata pata pata tırabzanlardan tutunarak alıyor virajları insanlara çarpmamak için makas atıyor koridorda çıkıyor hastane binasından önce küçük bahçe sonra otopark en sonunda da geniş ve tenha caddeye atıyor kendini eteği bacaklarına dolanmasın diye tutuyor koşarken gittikçe hızlanıyor merak ediyor koşmayı şaşırıyor koşmaya bedeniyle tanışıyor koşarken birazdan ciğerlerim patlayacak diye düşünürken kanatlanıyor sanki bir şeyler birikiyordu farkındaydı ama o birikenler kanat mı olurmuş bacak mı olurmuş nefes mi olurmuş gözyaşları iki yandan kulaklarına doğru süzülüyor kendi rüzgârından annem öldü annem öldü annem öldü kimsesizim artık sahipsizim ama beni sevmiyordu ellerini seviyordu yontan budayan ellerini seviyordu beni sevmiyordu annem öldü ben artık özgürüm çok üzgün ve çok güzelim her şeye hakkım var her şeye her şeye ben artık çok yalnız ve bütünüm kimse beni parçalayamaz.

057


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

SONSUZLUK ÜZERINE [OM DET OÄNDLIGA] Xelil Biryar

KIRILMAK KAVRAMIYLA HIÇBIR BAĞLAMDA ÖRTÜŞMEYEN KUMUN DOĞASININ, CAMA DÖNÜŞTÜĞÜNDE ORTAYA ÇIKAN HASSASIYET TALEBINI NASIL YORUMLAYACAĞIZ? KIRILGANLIK KUMUN NESI OLUYOR?

058


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

Bir tabloya bakarken herkes her şeyi söyleyebilir ama hakikat o tablonun renklerinde ve ressamın elindedir. Roy Andersson sineması yaşayanlar üçlemesine dolaylı bir göndermeyle Sonsuzluk Üzerine filminde o resmin devamına aynı tonu ve renkleri kullanarak varoluş kaygısını yine ve yeniden yüzümüze vurarak -hem de hiç çekinmeden- yaşamın büyük bir bölümünü varoluşçuluğun gücünü ve güncelliğini yoğun bir şekilde eyleme yani sinemasına dönüştürerek insanın içinde bulunduğu durumları soyuttan somuta -belki de tam tersi şekildeseyirciye yani insana hakiki bir şekilde sunmuştur. Filmin varoluşçulukla birlikte manzara değişikliklerinin, karakter ilişkilerini şekillendirmesi, İskandinav depresyonu ve trajik melankoliyle karşımıza Roy Andersson’un sinemasını çıkarmaktadır. Peki varoluşçuluk neden Roy Andersson ve İskandinav sinemasında özel bir yer edinmiştir? “Yaşamın kendisi”nin basitliği [!] neden bu kadar zorlaşmıştır? Birbirinden uyumsuz karakterlerle harmanlanmış can sıkıcı gibi görünen anlatım özünde insan varoluşunun doğasını yorumlama çabasıdır: “İnsan, yani varlık nedir?” sorusundan çok incelenen Heidegger’in betimlemesi belki de en doğrusu olacaktır: “Varlığın ne tür bir şey olduğu değil, var olmanın [Varlık’ın] ne anlama geldiğidir.” Andersson tam bu noktada var olmanın ne anlama geldiğine tek karelik çekimlerle tablo niteliğinde bir çalışma ortaya koymuştur, her karakterin gerçekliği onun “özü “olmuştur. Evrensel bir gerçeklik söz konusu değildir. Bu [özne/nesne] paradigmasına dayanan düşünsel anlatım hayat, bencillik, aşk, iman, pişmanlık ve sonsuzluk gibi ögelerle karakterin gerçekliği “insani bir varoluş” arayışında düşünsel bir sadelikle sıradan insanların sıradan ilişkilerini hayata dair sorgular getirerek belki de “birey” tarihselliğinin görselliğini İskandinav tarzıyla betimlemiştir. Burada yönetmenin göze çarpan en büyük özelliği hiçselleştirdiği nihilist “kayıtsızlığıdır”. Hakikati genelleştirmeden özelleştirmiştir, bu da oluşturmuş olduğu varoluş kaygısı içindeki karakterlerin dünyasallığı içinde belirli bir özgürlük kazandırmıştır. Peki bu [özgürlüğü] nasıl açıklayabiliriz filmde? Hitler’in savaşı kaybettikten sonra yaşamış olduğu son bakışındaki pişmanlık, varoluşsal olarak evrensel bir pişmanlık mı veyahut “ben” hakikatinde bireyin pişmanlığı genellemesi midir? İşte varoluşsal olarak bireyin kazanmış olduğu özgürlük[!] insanın kendine özgü varoluşu olarak özü halindedir. Peki bu “öz” filmde nasıl ele alınmıştır? Varlık olarak mı, varoluşsal olarak mı? Sartre Varoluşçuluk kitabında özü tanımlarken “Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür, yani insanda öz denen şey kalıtımdır. Varoluş ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur bu da insanın düşünceleri, yaptıkları, yapamadıklarıyla kendini gerçekleştirmesidir.” der. Tespiti filmimizdeki bütün karakterlerde kare kare anlatılmaktadır. Karakterlerin yaptıkları/yapamadıkları “yalnızlık” teması ile yine Sartre’ı anımsatmaktadır: “İnsan bu dünyada yalnızdır, yaşamının tüm sorumluluğu kendisine aittir. Düşündükleri, düşünmedikleri, yaptıkları ve yapamadıklarıyla kendini oluşturan insandır. Bu yönüyle kendini yaratan insan, fikri hümanizmanın kendisidir.” Öz olarak karakterleri “varoluşsal olarak boğan” Andersson, seyirciye hakikati boğarak provokatörce göstermiştir. Peki gerek var mıdır bu provokatörlüğe? İnsanların öyküsünün anlatılmasının en bayağı[!] olarak nitelendirilen bu serüvene? Elbette vardır. Elias Canetti’nin deyimiyle “insan ölçülür olmaktan çıktığı için, hiçbir şeyin ölçütü kalmadığı bir dünyada” esas olan tutum parçalanmış yaşam estetiğini yazmak, rastlantı değil varoluşun zorunluluğudur.

059


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

060


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BETTY BLUE Hüseyin Duran

YÖNETMEN: JEAN-JACQUES BEINEIX OYUNCULAR: JEAN-HUGUES ANGLADE B É ATRI CE DALLE GÉRARD DARMON 1986 Zorg, Fransa’da deniz kenarında çalışan, ahşap bungalovların bakımını yapan bir tamircidir. Sakin ve huzurlu bir hayat yaşıyor, gayretle çalışıyor ve boş zamanlarında yazıyordur. Vahşi ve öngörülemez olduğu kadar güzel olan genç bir kadın olan Betty’ye aşıktır. Zorg’un patronuyla bir anlaşmazlığın ardından ayrılırlar ve Betty, kız arkadaşının evinde kalacak bir yer bulur. Kız arkadaşının sevgilisi bir İtalyan restoranına sahip ve orada bir iş bulur. Zorg’un kitaplarından birini yayınlatmaya takıntılıdır, ancak reddedilir, bu da Betty’yi öfkelendirir. Betty’nin vahşi tavırları birdenbire kontrolden çıkmaya başlar. Zorg, sevdiği kadının yavaş yavaş delirdiğini görür. Betty’ye olan aşkı, en kötüsüne bile olsa yeterince güçlü müdür? Başlığın Betty’si kayan bir yıldız gibidir; ateşli ve parlak ama yanıyor. Betty Blue, başlangıçta bozuk bir sahil beldesinde, bir garsonla bir tamirci arasındaki şiddetli bir ilişkiyi anlatıyor. Betty hem tutkulu hem de dengesiz, neredeyse çocuksu ve öfkesinin yükünü dışarıdan yükleyenler deniz kenarındaki bungalovların domuz sahibi ya da Zorg’un romanını reddeden playboy yayıncı. Bununla birlikte, Betty daha dengesiz hale geldikçe ve deliliğe inmeye başladıkça, bu öfke giderek kendi kendini cezalandıran ve kendini yaralayan eylemlere dönüşüyor. Cinselliğini ve Zorg’a olan sevgisini yön-

lendiren aynı yoğunluk, nihayetinde onun çöküşü oluyor. Oldukça uzun süren film boyunca [78 dakikalık yönetmenin kurgusunu gördüm], Zorg hem Betty’yi memnun etmek hem de onu kendinden korumak için giderek çılgınca uzunluklara gidiyor. Bu bakımdan, kesinlikle Betty ve Zorg aynı kişiler. Her ikisi de ilişkilerini dış müdahalelerden korumak için kendi yöntemleriyle aşırılıklara gidiyor. Betty Blue, çeşitli düzeylerde okunabilen ve yorumlanabilen bir anlatı sunmanın yanı sıra, sinematografi ve mizansen açısından son derece güzel bir film. Yönetmen, renkleri, nefes kesici bir etki için kullanıyor - piyano dükkanının mavi zeminleri, sarı araba, sanki zamandan bağımsız olarak her zaman öğleden sonra alacakaranlığını andıran sarı ışık. Manzaralar, şehir sahneleri, iç mekanlar oldukça güzel. Filmin başında Betty’nin Zorg’un karalama dediği ama Betty’nin Zorg’u mutluluğa ulaştıracağını ve onun için yazıları daktiloyla temize çıkartıp, tek başına savaştığı sahneleri izliyoruz. Üstelik Zorg bile kendine bu kadar inanmazken. İlişki güçleniyor renkleniyor, parlıyor, her şey kırılıyor ama Zorg ellerini hep Betty’nin vücudunda tutuyor. Betty’nin mavi yönü ortaya çıkmaya başladığında her şey karışmaya ve yön değiştirmeye başlıyor. Sinemanın en iyi filmlerinden olan Betty Blue, benim geç

izlediğim ama sevmekten asla vazgeçmeyeceğim bir yapım oldu. Filmi üç saatlik olarak ya da yönetmenin sahnelerini kestiği 2 saatlik daha kısa bir film olarak izleyebilirsiniz. Ama benim tavsiyem üç saatlik olanı. İnternette biraz araştırma yaptıktan sonra size şunu söyleyebilirim ki, film kitaptaki repliklerin ve cümlelerin tamamiyle sinemaya aktarılmış bir esermiş, en kısa zamanda kitabına başlayacak biri olarak size iyi seyirler diliyorum. Etrafınızdaki mavilikleri görün, belki gökyüzünde, belki denizde, belki de izleyeceğiniz çok güzel bir filmde.

BETTY BLUE, ÇEŞITLI DÜZEYLERDE OKUNABILEN VE YORUMLANABILEN BIR ANLATI SUNMANIN YANI SIRA, SINEMATOGRAFI VE MIZANSEN AÇISINDAN SON DERECE GÜZEL BIR FILM. YÖNETMEN, RENKLERI, NEFES KESICI BIR ETKI IÇIN KULLANIYOR [...]

061


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

NEREDEYİM Sümeyra Göztepe

062


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 08

BIZIM HIKÂYEMIZ BITTI DIYOR BABAM ANNEME AMA HEP GÜLÜMSÜYOR BANA...

Bizim hikayemiz bitti diyor babam Annemin ipe dizdiği çamaşırlar gibi Herkes bir mektup bırakıyor dikenli tellere Bizler en yakınlarıyız yerin altındakilerin Ardına kadar açılan tek kapı; ölüm Bari zeytin gözlü oğullarımızı bağışlasaydın Bari inci dişli kızlarımızı… Bereketli topraklarınız Berrak sularınız Baktıkça bir mezarlığı andırıyor Bizim hikâyemiz artık bitti Sanki şimdilerde varolmayan, Unutulmuş bir dil bizimki Ve geçilmesi gereken hiçbir sınır Kabul etmiyor parolamızı Bizim hikâyemiz bitti diyor babam anneme Ama hep gülümsüyor bana Kalemi dururdu eskiden göğsünde Gömleğinin cebi, şimdi bebeğime elbise Artık ihtiyacı yok çünkü kaleme! Babası çaresiz çocuklar, Bu dünyanın en acıklı şarkısı! Bitmeyen…

063


B A H A R

DİJİTAL DERGİ

AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 08 | 2020.11 | DİJİTAL DERGİ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.