BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ | 2021.06
S.12
ARABESK Uğur Küçükkaplan ZEKÂLARIN EŞTLİĞİ Jacques Rancière SANSÜR ÜZERINE Olcay Bağır SOUND OF METAL Deniz Kahıraman
ARABESK ILE SELF-ORYANTALIZM Uğur Küçükkaplan Bahar Dergi’nin Sorularını Yanıtladı
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06 SAHİBİ: BAHAR EDİTÖR: ABDULHALIM KARAOSMANOĞLU TASARIM: OKTAY AY KAPAK GÖRSELİ: WALLBOX.RU ADRES: KONUR II SOKAK 26/4 KIZILAY [ARKA BAHÇE] ANKARA İLETİŞİM: +90 505 056 57 00 KATKI SAĞLAMAK İÇİN: baharbar2017@gmail.com
telkin et beni bu aşka ya da bırak kirpiklerin parçalasın sinemi ... GITME YÂR Barış Çiçek
RÖPORTAJ - UĞUR KÜÇÜKKAPLAN
06
ARABESK
JACQUES RANCIÈRE
12
ZEKÂLARIN EŞİTLİĞİ OLCAY BAĞIR
24
SANSÜR ÜZERINE DENIZ KAHIRAMAN
26
SOUND OF METAL
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
ARABESK UĞUR KÜÇÜKKAPLAN RÖPORTAJ Abdulhalim Karaosmanoğlu
6
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Peter Mandl, 2012
7
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
B
ahar dergisi olarak ilk günden bugüne kadar sayfalarımızda müziğe hep yer verdik. İlk sayımızda Björk röportajı çevirisi vardı, bir önceki sayımızda Jay-Jay Johanson’a bağlandık -onun yaptığı melankolik müziği de arabesk olarak görenler var bu arada- Yine aynı sayıda klasik müzik sanatçısı Barış Kerem Bahar ile sanata dair güncel meseleleri konuştuk. Ve nihayet sıra arabeske geldi. Türkiye’de en çok dinlenen müziği, önyargılardan uzak biçimde değerlendiren, Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanmış bilimsel bir çalışma olan “Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Analiz” isimli kitabın yazarı, bir müzikolog ve icracı olan Uğur Küçükkaplan sorularımızı yanıtladı.
Arabesk Toplumsal ve Müzikal Analiz
Bahar: Yıllar süren siyasî ve kültürel kutuplaşmaların odağında yer alan arabesk müzik ile sınıfsal bağ hangi dönemde, nasıl kuruldu? Uğur Küçükkaplan: Arabesk müziğin ilk somut ürünlerinin verildiği 1960’lı yıllar, Fransa’da doğan ve kısa zaman içinde Türkiye’nin de aralarında olduğu farklı ülkelerde yankı bulan öğrenci olaylarının patlak verdiği dönemdi. Arabeskin müzikal yapısının ve toplumsal anlam haritasının şekillenmeye başladığı 1970’ler, Türkiye’de sağ ve sol görüşlü öğrencilerin çatıştığı, sınıfsal mücadelenin siyaset sahnesinde tam anlamıyla karşılık bulamasa da gündelik hayatta daha fazla görünürlük kazandığı yıllardı.
1970 1980 1990
İşte böyle bir iklimde, 1980’li yıllar itibarıyla sosyal liberal akımların ivme kazanmasıyla arabesk müzik üzerine ilk çalışmalar da yapılmaya başlandı. Sosyoloji disiplini içinde yapılan bu araştırmalarda, erken Cumhuriyet dönemi kültür politikalarının uzantısında, ilk dönemdeki dinleyici kitlesi üzerinden göçle ilişkilendirilerek sınıf eksenli tartışmaların değişmez öznesi olarak ele alındı. Dolayısıyla bu dönemden itibaren, toplumun bir kesiminin yaşam biçimini yansıttığı yönündeki kanaatin de yaygınlaşmasıyla, giderek politik anlamların yüklendiği bir “joker kavram” hâline geldi.
8
Bahar: Arabesk müziğin sınıfsal temaşası nasıl kurulabilir? Uğur Küçükkaplan: İlk ve orta dönemlerinde, yani 1970’li ve 1980’li yıllar itibarıyla arabeskin ülkedeki sınıfsal yapıyı anlamımızı kolaylaştıran işlevsel bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum, özdeşleştirildiği dinleyici kitlesinin dışına çıkarak, 1990’lı yıllardan itibaren farklı kesimlerce de dinlenen bir müzik hâline gelmesiyle değişmeye başladı. Popülerleşen siyasetle kurduğu yakın ilişki anlam dünyasının değişmesine sebep olurken, toplumsal arka planı daha girift bir hâl aldı. Böyle olunca da sınıfsal tartışmalardaki konumunun tekrar gözden geçirilmesi doğal olarak kaçınılmaz hâle geldi. Bahar: Kitabınızda arabeskin, Türkiye’deki popüler müziğin yapısını besleyen en temel üslûp olduğunu savunuyorsunuz. Arabesk müziğin diğer türlerle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı rockerlar ilişkiye girdiği her türü yok ettiğine yönelik elitist bir tavır sergiliyor. Sırada rapin yok oluşu var diyorlar… Uğur Küçükkaplan: Popüler Türk müziğinde ilk somut örnekleri hemen hemen eşzamanlı olarak görülen
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Peter Mandl, 2012
9
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Pop ve Arabesk
2000
Rock Müzik ve Batı
Seçim ve Kitleler
Arabesk ve Cumhuriyet
10
iki müzik türü var: Pop ve arabesk. İkinci kitabım Türkiye’nin Pop Müziği’nde ikisinin yolunun 1980’li yıllarda nasıl kesiştiğini, pop müziğin arabeskten nasıl ve ne yönde etkilendiğini anlatmıştım. Zaten bu dönemde Türkiye’de münferit örnekler dışında rock müzikten bahsedebilmemiz zor. Rap ise çok sonra, 1990’ların ortasında tanıştığımız bir tür, ki onun da palazlanması 2000’leri buluyor. Arabeskin diğer popüler müzik türleri üzerindeki etkisinin iki temel kaynağı var; biri, arabeskin hem iki köklü geleneksel müzikten hem de çoksesli Batı müziğinden öğeler taşıyan bir müzik olması. Bu da onun müzikal açıdan derinlikli bir potansiyele sahip olduğu anlamına geliyor. İkincisi ise zirveye çıktığı 1970’lerden itibaren müzik piyasasını domine eden bir tür hâline gelmesi. Nitekim 1980’lerde pop müziği yoğun olarak etkileyip şekillenmesinde büyük rol oynamasında bunun da önemli payı vardı.
döneminde ortaya çıkmış bir tür olduğunu söyleyemeyiz. Fakat hem müzikal hem de toplumsal yapısını oluşturan unsurların, erken Cumhuriyet dönemi kültür politikalarının yarattığı iklimde yeşerip olgunlaştığını pekâlâ söyleyebiliriz. Cumhuriyet elitlerinin kurguladığı hegemonya her alanda olduğu gibi müzikte de etkili olmuş ve kurumsal yapılanma sayesinde sistematik hâle gelerek, bugün bile eğitim başta olmak üzere her yerde etkisini hissettiğimiz geniş bir nüfuz alanına ulaşabilmiştir. Popüler Türk müziğinin gelişiminin genel anlamda bu hegemonyanın dışında seyrettiğini söylememiz mümkün. Tabiî bunun, devlet ve onun ideolojik aygıtlarının sağladığı “steril” ve “meşru” ortamda doğup gelişen planlı ve kolektif bir hareket değil de, daha ziyade kendi doğal akışı içinde vücud bulan bir tepki olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
Bahar: Arabesk ile self-oryantalizm arasında bir Hâliyle bu denli hâkim bir uslûbun daha bağ olduğunu düşünüyor musunuz? Arasonraki yıllarda ortaya çıkacak farklı türle- beske yönelik akademik çalışmalar, kori etkilemesi güçlü bir olasılık. Bu noktada nuyu Batılı değerler çerçevesinde mi ele bir hususun daha altını çizmek gerekiyor alıyor? ki rock müziğin burada Batı’daki şekliyle, yani “saf rock” denebilecek içerikte tutu- Uğur Küçükkaplan: nabilmesi oldukça zordu. Bunu yapmaya Self-oryantalizm sadece arabesk konuçalışan gruplar olduysa da birçoğu kısıtlı sunda değil, Tanzimat Dönemi’nden itibabir çevrede kaldı. Dolayısıyla dinleyici kit- ren ucu kültür sanat alanlarına çıkan her lelerini genişletmek ve piyasada tutuna- konuda karşılaştığımız bir yaklaşım. Arabilmek için sayısız grup istemeyerek de beski de içine alan popüler müzik çalışmaolsa sektörün koşullarına boyun eğmek larının çoğunda, Batı’da genel kabul gören zorunda kaldı. Bir kısmı ise başta yola gö- birtakım kuramların ya da fikirlerin eleştinülsüz çıksa da önlerine sunulan değişim rel bir değerlendirmeye tâbi tutulmaksızın reçetesini benimsedi. Özetle bu bir seçim mutlak doğruymuşçasına benimsenmesi meselesiydi; bazıları geniş kitlelerce ta- kabul edilebilir bir yaklaşım değil. nınmama ve müzikten para kazanmama pahasına kendi müzikal tarzlarından ödün Çünkü bunlar çoğunlukla sınırlı bir coğrafvermedi, kimileri ise bunun tersi denebi- yada, belirli bir toplum üzerinde yapılan lecek bir yolu seçti. Bu noktada bir müzik araştırmalara dayalı gözlem ve değerlentürünü/uslûbunu sakıncalı ya da suçlu dirmelerdir. ilân etmek kulağa pek mantıklı ve gerçekçi gelmiyor. Bunu ancak duygusal bir tepki Dolayısıyla bir yaklaşım modeli olarak fiolarak değerlendirebiliriz. kir verebilirlerse de araştırmanın yapıldığı kültürün/toplumun dinamiklerine göre reBahar: vize edilmeleri kaçınılmazdır. Arabeskin Cumhuriyet dönemi müzik politikalarının yarattığı iklimde geliştiği doğ- Nitekim bugüne kadarki popüler müzik ru mu? Bu taşranın, kentin modernizmine araştırmalarının çoğunda bu nokta görkarşı geliştirdiği bir refleks miydi? mezden gelindiği için arabesk başta olmak üzere popüler Türk müziği nesnel şekilde Uğur Küçükkaplan: ele alınamamış ve sürekli maruz kaldığı Arabesk müziğin ilk örnekleri 1960’lı yıl- eleştiriler sonucunda pejoratif anlamlar larda verildiği için doğrudan Cumhuriyet yüklenmek zorunda bırakılmıştır.
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
... [...] Popülerleşen siyasetle kurduğu yakın ilişki anlam dünyasının değişmesine sebep olurken, toplumsal arka planı daha girift bir hâl aldı. ... Uğur Küçükkaplan
11
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
ZEKÂLARIN EŞITLIĞI JACQUES RANCIÈRE RÖPORTAJ Selim Derkaoui ile Nicolas Framont Çev: Haldun Bayrı [medyascope.tv]
12
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Katie Grinnan, 2011
13
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
14
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
15
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Cahil Hoca
Zekâ
Toplumsal Hiyerarşi
Halk ve Mefhum
Sessiz Çoğunluk
16
Yazdıklarınızda sık görülen bir kavram varsa, o da “zekâların eşitliği”. Sizi belki de tanımayan okurlarımız için tanımlayabilir misiniz bunu? Zekâların eşitliği, Cahil Hoca kitabımı ithaf ettiğim, zihinsel özgürleşmenin büyük düşünürü Joseph Jacotot tarafından iki yüzyıl önce ileri sürülmüş bir fikirdir. Bütün zekâların tüm ürettiklerinin eşdeğer olduğu anlamına gelmez bu. Zekânın bir üst biçiminin bir de alt biçiminin olmadığı anlamına gelir. Zekâ bütün işlemlerinde temel olarak aynıdır. Jacotot’nun bu şekilde ileri sürdüğü, bir hakikat değildi. Herkesin eylem rehberi gibi almasını istediği bir ilkeydi; doğrulamaya çabalanması gereken bir varsayımdı. Aynı zekâyla donatıldıkları için bizimle eşit olan varlıklarla, bizi anlama kapasitesinde varlıklarla muhatap olduğumuz fikriyle konuşuyoruz, yazıyoruz, iletiyoruz, dinliyoruz, cevap veriyoruz. Toplumsal hiyerarşiyi en yeteneklilerin yönetimiyle, ama aynı zamanda adım adım eşitliğe götürmek için çocuğun ya da halkın elinden tutarak “eşitsizlikleri azaltma” iddiasında olan o iyi niyet pedagojileriyle de bir tutan hâkim görüşe kökten karşıdır bu. O pedagojiler, kaldırma iddiasında oldukları ayrımı sonsuz bir biçimde yeniden üretirler. Bu yüzden Jacotot köklü/radikal bir alabora çağrısında bulunuyordu: Eşitliği ulaşılacak bir hedef gibi değil bir çıkış noktası gibi görmek; insanların yapamadıklarından değil yapabildiklerinden yola çıkmak. “Halk” mefhumunu neden uygun bulmuyorsunuz? Uygun bulmadığımdan değil. Bunun yanlış biçimde basit bir mefhum olmasından; aslında farklı, muhtemelen de çelişik anlamlara gelir. Hem bütün olarak ele alınan bir nüfustur, hem de bu nüfusun bir bölümüdür. Bütünü içinde sömürülen bir sınıftır ve bu sınıfın, hâkim sınıflara ya da iktidara karşı halk ismini üstlenen bölümüdür. Mazlumlar adına kavga veren kuvvettir bu; kavga veren bu azınlığa karşı ise “sessiz çoğunluk” çıkarılır. Sanki halk büyük bir kolektif bünyeymiş gibi davranılır. Kimileri onun içtenlik erdemlerini ve sağduyusunu över. Kimileri de cehaletini ve gaddarlığını kınar. Ama birilerinin övdüğü diğerlerinin kınadığı bu koca halk bünyesi bir fantazmdır. Gerçekte, “halk” olmanın ve “halk” gibi davranmanın bir sürü şekli vardır.
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Katie Grinnan, 2016
17
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Siyasî, toplumsal ve ekonomik iktidarı ellerinde tutan “yukarıdakiler”i nasıl belirtmeli: “seçkinler” mi, “burjuvazi” mi?
uzak hedeflerin (devrim, “yeni toplum” ya da başka bir şey) ileri sürülmesine bağlı değil. Sadece nesnel zorunluluğun (Margaret Thatcher’ın ünlü no altenative’inin) dayattığını yaptıkları kanaatinden ibaret. Durumu en iyi anlatanın hâlâ hâkim sınıf Benim konsensüs diye adlandırdığım buterimi olduğuna inanıyorum. Halkla arala- dur: Herkesin anlaşması gerektiği fikri derındaki “mesafe” kınandığında aşağılayıcı ğil; şeyler böyle bir durum arz ettiği için ve bir terim hâline gelmesi pahasına, “seçkin”, başka türlü yapmanın yolu olmadığı için düpedüz bu sınıfın kendi için kullandığı bir rıza göstermeye mecbur olunduğu fikri. Bu hüsn-ü tâbirdir. Fakat hükmedenler hiç konsensüs kanununu kabul etmeyenlere, mesafeli değillerdir. durumlardaki küresel gerçekliği görmeyen ve arzularının ya da ütopik ideallerinin kaBizi piyasa kanununun cenderesine almak nununa uyan olgunlaşmamış varlıklar gibi ya da bu kanuna başkaldırdığımızda tepe- bakılmasını getirir bu da tabii ki. mize binmek için yaşamımızın tüm anlarında yanı başımızdadırlar. “Burjuvazi”ye Bazı medya organları, bizi yönetenler, gelince, vaktiyle ekonomik ve toplumsal sosyal bilim araştırmacıları veya hebir dinamizmi, yaşam tarzları, onları toplu- kimler de, hele bu sağlık krizi döneminma model olarak dayatan tüm bir değerler de daha da artan bir şekilde, “pedagosistemi olan bir sınıfı belirten bir terimdir. ji” yapmayı üstleniyorlar. Bu sizde ne Ama bugün av peşinde basit bir sınıfla kar- uyandırıyor? şı karşıyayız. Hükmediyorlar, hepsi bu. Az önce söylediğimizin doğal sonucu bu. Siz ise “entelektüel seçkinler”den biri Yaptıklarını yapmak için, bizi yönetenleolmadığınızı beyan ediyorsunuz. Hangi rin nesnel gerçekliği bir tek kendilerinin nedenlerle? gördüğünü ve yönetilenler kitlesinin bunu görmediğini düşünmeye ihtiyaçları vardır. Kendini “entelektüel” îlân etmek, zekâları- Zekâların eşitsizliğine inanmaya ihtiyaçlanı kullanma konusunda uzman oldukları rı vardır; dolayısıyla da aydınlanmış olmasöylenen bir insan kategorisine koymak- yıp anlamayanlara, korkanlara öğretme tır kendini. Ama herkes zekâsını kullanır. görevinin aydınlanmış kimselerin üzerine Zekâmızı hasrettiğimiz etkinlik tipiyle ta- düştüğüne inanmaya ihtiyaçları vardır. nımlamak zorundayızdır kendimizi. Ben Medya organları eşitsizliğe olan bu inancı öğretmenlik ve araştırmacılık yaptım. Hâlâ paylaşmalıdır tabii. araştırmacıyım; bu sözcük kurgu müelliflerinin az-çok tekeline girmemiş olsa ya- Ne kadar az haberdar ederlerse o kadar zarlığımı da eklerdim. Buna karşılık, kendini çok pedagogluk taslamak, izleyicilerine ya doğrudan doğruya entelektüel tayin et- da okurlarına kendileri olmasa anlayamamek, başkalarından farklı, hatta üstün bir yacakları bir şeyi açıklamak zorundadırlar. zekâya sahip olduğunu îlân etmektir. Bana Sosyal bilimler de eşitsizliğe olan bu inancı göre, zekâyı temsil ettiğini sanmak tam da besler. Onların uzmanlık alanı budur biraz aptallığın tanımıdır. da: İnsanların, nesnel durumları uyarınca davranmaları gerektiği gibi neden davranDurum bu iken, burjuvazi manevi ve madıklarını göstermek. entelektüel üstünlük duygusunu nasıl inşa etmiştir? Kol emeği bilgisiyle en- Hâkim sınıfı sımsıkı kaynaştıran, eşitsizliğe telektüel bilgi arasındaki ayrım bunun bu inanç, pandeminin idaresinde ayan bebir parçası mı? Cevap evetse de: Ne şe- yan döküldü ortalığa. Hükümet ilk hamlede kilde? insanların, maske takmak, test yaptırmak, aşı olmak vs. gerektiğini anlamayacaklaBize hükmedenlerin entelektüel ve mane- rını farz etti; Fransızlar’ın henüz hazır olvi üstünlüklerine içten kanî olup olmadık- mamasını, onlarla yavaş davranılması ve larını bilmiyorum. Bu üstünlük duygusu sabırla onlara açıklanması gerektiğini ileri daha ziyade yöneticilerin ve varlıklıların sürerek her safhada ayak sürüdü. profesyonel ideolojileri gibi bir şey; makinenin çarklarını bu sayede döndürebi- Zaman kaybettiler ve ufak çocuklarmışız liyorlar. Nitekim bugün, iktidarı ellerinde gibi bizi uslu tutmaya yönelik salakça petutanların ideolojisi artık az-çok görkemli dagojik kampanyalara para harcadılar. 18
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Solun bir kısmı da başkaları adına bilhassa ataerkil biçimde konuşma, ya da en çok mağdur olanların mücadelelerini kendine mal etme eğilimi gösterebiliyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Sol, daima toplumsal aktörlerin ne yaptıklarını bilmedikleri fikri üzerine kurulu sosyal bilimler politikasının çok etkisi altında kaldı. Marksizm’in merkezinde vardı bu: Burjuva ya da küçük burjuva ideolojisi tarafından aldatılan emekçilerin kendi çıkarlarını anlayamadıkları ya da bilimsel olmayan kendiliğinden başkaldırılara yöneldikleri fikri. Marksizm’in zevaliyle nöbeti üniversite sosyolojisi devraldı. Sol hâlâ siyasetin sosyolojik bir kavranışının kurbanıdır: Hâlâ, sosyolojik bir çoğunluk oluşturan emekçi sınıfı mensuplarının burjuva azınlığı tarafından hükmedilmeye neden ses çıkarmadıklarını sormaktadır kendine. Neden devrim yapmıyorlardır? Ya da, daha tevazuyla, neden hepsi sola oy vermiyordur? Çıkarılan sonuç daima, onların kendi çıkarlarını anlamadıklarıdır, ya da mücadele yürütmek için gerekli stratejiyi anlamadıklarıdır. Bunun sonucunda da, mücadele edenlere, iyi şekilde ve doğru hasma karşı mücadele etmediklerini vs. açıklamak için iki misli stratejik çaba gösterirler. “Proleterlerin Gecesi”nde (1981), yaşam koşulları hakkında onları bilinçlendirip kurtarmak için yukarıdan gelen kimselerden tamamen özerk işçi sözlerinin 19. yüzyıl arşivine daldınız. Emekçi sınıfının düşünce özerkliği nasıl inkâr edildi ve bunun bugün hangi yolla dile geldiği söylenebilir? Sarı Yelekliler hareketi en çarpıcı çağdaş örneklerden biri midir? Düşünce özerkliği, işçilerin mutlak biçimde kendi sınıflarına ait bir düşünceleri olduğu anlamına gelmez. Onların da başkaları gibi düşünebildiği anlamına gelir. Bu ise, kabul ettirmesi en zor olandır. Geleneksel hiyerarşinin altında, elleriyle çalışan kimseler vardı; üstünde ise, kafalarıyla düşünenler vardı. Modern ilerici gelenek ise, toplumun zenginliklerini üreten emekçileri ve sömürüye karşı dövüşen işçi savaşçıları yüceltti. Ama çalışmaktan ve mücadele vermekten fazlasını yapmalarını istemiyordu onlardan. Sadece sınıflarının basit temsilcileri gibi değil, herhangi bir başkasıyla eşit bir zekâya sahip kişiler olarak 19
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Sarı Yelekliler
Öfkeliler ve Sistem
düşünmeye, akıl yürütmeye ve yazmaya koyulduklarında, çabucak onları işçi sınıfına sızmış küçük burjuvalar diye kınıyordu. Marksist gelenekte ise, işçilerin “sınıf bilinci”ni oluşturması gerekenler âlimlerdi. Gerçekten de Sarı Yelekliler vakasında bunun uzak bir yankısını bulabiliriz. Onlara basit bir sosyolojik kimlik verilmek istendi; sadece işlerinde ve yaşamlarında arabanın rolü sebebiyle benzin fiyatlarındaki artışı protesto eden, şehir merkezine uzak mıntıkalarda oturan yurttaşlar çerçevesine alındılar. Ama sahada, topluma ve toplumsal adaletsizliğe toplu bir bakış sahibi kimseler olduklarını gösterdiler. Ve kısmen militan işçi geleneğinden, kısmen öğrenci hareketleri ve öfkeli kent gençliğinden alınmış mücadele biçimlerine başvurdular. Hiçbir özel toplumsal sınıfa ait olmayan bir zekâyı, bizzat eşitsizliğe karşı mücadele pratiği içinde gelişen o zekâyı hayata geçirdiler. Avrupa anayasasına “Hayır”ın zaferine rağmen Nicolas Sarkozy’nin bize daha sonra Lizbon Anlaşması’yla emrivâki yaptığı, 2005 Referandumu’ndan 16 yıl sonra, yönetici sınıfımızda hâlâ Demokrasi Nefreti (2005) mi var? Hâlâ aynı şekilde mi dışa vuruluyor bu? Yoksa o zamandan beri evrim geçirdi mi?
2005 Alışılmadık
Demokrasi nefreti sadece kurumları hedef alan bir nefret değildir; düpedüz eşitlikten nefret etmektir. 2005 Referandumu bu bakımdan anlamlı bir an olmuştur; sadece olumsuz sonucu anlamında değil, çünkü bu sonuç, sıradan yurttaşların, bir tek uzmanların alanına girdiği iddia edilen anayasa hukuku sorunları üzerine düşünme ve gerekçelendirme yeteneğinde olduklarını gösterdikleri bütünüyle alışılmadık bir tartışma sürecinden sonra gelmişti. Bir defalığına da olsa, seçim süreci gerçek bir demokratik sürece mahal vermişti. Siyaset sınıfı ve onun ideologları, bu seçimde seçmen kitlesinin düşüncesizliğini ve ciddi meselelerde hüküm verme yetersizliğini göstermiş olduğunu haykırdılar. Ama tam aksidir: Bu meseleler üzerine herhangi birinin düşünebiliyor olması, tahammül edilmez gelmiştir onlara. Bu konuda tabii ki değişmediler.
Pandemi ve Çatlaklar
20
Pandemi ise, ortak davalarla, âlimlerin otoritesinden de destek alarak sadece hükümet zekâsının uğraşabileceği fikrini güçlendirme fırsatı oldu elbette.
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
... Kendini doğrudan doğruya entelektüel tâyin etmek, başkalarından farklı ve üstün bir zekâya sahip olunduğunun îlânı. Bana göre, zekâyı temsil ettiğini sanmak tam da aptallığın tanımı ... Uğur Küçükkaplan
21
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
2002 seçiminden ve Ulusal Cephe’nin ikinci tura kalmasından beri, bir “Cumhuriyetçi cephe” mantığı yerleşiyor; yani “cumhuriyetçi” diye telakki edilen bir partiye oy vererek Ulusal Cephe’nin önüne set çekilmesi gerektiği. Emmanuel Macron’un beş yıllık görev dönemi özel olarak felâketi andırdığından, bu sefer ikinci turda bir kez daha Macron/ Le Pen düellosuyla karşı karşıya kalırsak Cumhuriyetçi Cephe’nin kazanma şansının daha da azaldığı söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Geçerli bir akıl yürütme mi bu? 2017’de Le Nouvel Observateur’deki bir söyleşinizde, “Faşodan kaçınmak için dolandırıcıya oy vermek, ikisine de müstahak olmaktır. Ve başınızda ikisinin de bulunmasına hazırlanmaktır” diyordunuz. 2002’de “faşo”ya (Le Pen’e) değil “dolandırıcı”ya (Chirac’a) oy verme çağrısında bulunan bir “sol” slogana atfen diyordum bunu. Ehven-i şer politikasıydı güya bu. Ama gerçekte bundan fazlasıydı: Cumhuriyetçi denen partilerin aşırı sağı alt etme bahanesiyle git gide daha fazla aşırı sağa benzedikleri bir süreçteki belirleyici safhaydı. 2002’de Le Pen’e karşı cumhuriyetçiliğin surları gibi sunulan o sağ, ırkçı partinin etkisini sınırlamak için ırkçı önlemleri bizzat almaktan ibaret bir sürece girmişti zaten.
2022 Cumhuriyetçiler
Marine Le Pen
22
Bu hareket o zamandan beri sadece hızlandı; ama aynı zamanda Valls gibi sosyalistlere ve Macron diyarının “ne sağcı ne solcu”larına doğru da yayıldı. 2022’de ırkçı aşırı sağın önüne güya sur çekecek olan “cumhuriyetçiler”, aslında onunla aynı konumdalar; hatta bazen, İçişleri bakanımız bugün Marine Le Pen’e gevşeklik siteminde bulunduğundaki gibi, onu bile aşıyorlar. “Cumhuriyetçi” entelektüellerin kotardığı ideoloji, eski sol değerleri (halk eğitimi, laiklik, cinsiyet eşitliği, Yahudi aleyhtarlığıyla mücadele) seferber edip onları tamamen tersine çevirerek eşitsizlik tutkusunun ve en çiğ ırkçılığın hizmetine koşmak gibi dâhiyâne bir işi becermiştir. Böylece “cumhuriyetçilik” yeni tipte bir aşırı sağ, “solcu” bir aşırı sağ hâline gelmiştir. Marine Le Pen’e karşı bir cumhuriyetçi cephe mi? Ama sözcüğün bugünkü anlamıyla, yüzde yüz cumhuriyetçi o. Kadın-erkek karma olmayan toplantılar yüzünden Fransa Üniversitelileri Ulusal Birliği UNEF’i fesh iradesinin
sergilenmesi, ırkçılık karşıtı mücadelelerin “ayrılıkçılık” diye damgalanması, üniversitelerdeki “İslâmî solculuk”, her hafta yenisi çıkan İslamofobik polemikler… Yöneticilerimiz doğrudan aşırı sağdan esinlenen bir politikayla, her gün büyüyen bir sefalete yol açan toplumsal sorunları unutturmaya mı uğraşıyorlar bize? Yoksa yabancı işçi göçüyle oluşan ahalinin kendi başına ve kendi için özgürleşmesine karşı çok yerleşik bir sömürgeci düşünce biçiminin sürdürülmesi ve onun doğrudan sonucu mu bu sadece? İktidar bir şey yaptığında daima bunun başka bir şeyi gizlediğini düşünen komplocu görüşten kurtulmak gerekir. Bu azgın ideolojik kampanya hiçbir şeyi gizlemiyor. Aynı anda iki şeyi hedefleyen bütünsel bir anti-demokratik sürecin parçası: ilkin, nüfusun en yoksul ve en kırılgan kesimini daha da gettolaştırmak, ona karşı daha geniş bir katılım sağlamak için onu tabiatıyla fanatizme ve terörizme yatkın geri kalmış bir ahali gibi göstermek; ikinci olarak ise, her tür toplumsal mücadeleyi ve yabancı işçi göçüyle ortaya çıkan nüfus gruplarını o terörizmin yardımcısı gibi göstererek kanun dışı îlân etmek. Sadece sömürgeci politikanın sürüyor olduğu gibi aşırı basitleştirici bir fikirle yetinilemez. İslâmî solculuğun kınanması, bütün eşitlik mücadelesi biçimlerini sırayla kanun dışı îlân ederek eşitsizliklerin güçlendirilmesine eşlik eden bir ideolojik kampanyanın son safhasıdır: Fransız Devrimi Terör’le özdeşleştirilir, işçi devrimleri sadece Sovyet Gulagı’na indirgenir, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler’e direnişin idealleri sadece Nazi işbirlikçisi kadınların saçlarının sıfıra vurulması üzerinden okunur, ırkçılık karşıtlığı “21. yüzyılın totalitarizmi” olarak kınanır, sömürgecilik karşıtlığı “beyaz ırk karşıtı ırkçılığa” dönüştürülür ve zulüm altındaki Filistin halkına destek vermek terörist bir İslam’ı savunmakla bir tutulur. İlerici ve devrimci bütün geleneğin böyle uzun süredir kanun dışı îlân edilmesinin “ilham kaynağı aşırı sağ” olmamıştır. “Liberal” burjuvazinin ve sol ile aşırı soldan gelen “cumhuriyetçi” bir entelijensiyanın bağrında gelişmiştir. Toplumsal adaletsizliğe karşı her mücadelenin hunhar bir terörle bitmeye mahkûm olduğunu söyleyen, tuzukuruların eski nakaratının modernleştirilmiş biçimini o entelijensiya kotarmıştır.
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Akira Hojo, 2019
23
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
CENSOR SANSÜR ÜZERINE OLCAY BAĞIR
Sinema ve Kitleler
Fransızlar ve Sansür
24
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Yasaklar hayatımızın her alanını kuşattı. Yasak türleri arasında toplumu en çok etkileyen de sansür... Elbette sansür deyince ilk akla gelen hedef öncelikle kitle iletişim araçları, sonra da sanat eserleri. Sinema ise hem kitlelere yönelik olmasıyla hem de sanat eseri olmasıyla sansürün en özel kurbanıdır. Sinemanın kitleler üzerindeki etkisi anlaşılmaya başlayınca, sinema filmleri için çeşitli düzenlemeler ve yasaklar getirildi. Kamu otoritelerince sansüre uğrayan ilk film, bir ölüm cezasının infazını gösteriyordu. Film sansürü ilk olarak 1911’de İsveç’te, merkezi bir sansür örgütünün yetkisine verilmişti. İsveç’i 1913’te çıkardığı sansür kanunuyla Norveç izledi. 1920’de çıkan Alman Sansür Yasası, Germen ırkı aleyhinde olan ve sarsıcı nitelikte bulunan filmlerin yasaklanmasını öngörmüştü. İkinci Paylaşım Savaşı ile birlikte filmlerin eğitici ve propaganda yanlarının daha çok önem kazanması, “sinema filmlerinin denetlenmesine ilişkin” sistemlerin doğmasına yol açtı. Bu sistemi, ‘Sansür Sistemi’ ve ‘Kendi Kendini Denetleme’ yani ‘otosansür’ olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
rün belirlediği kriterlere uygun olmayan filmler çektikleri için sansür kuruluyla ciddi çatışmalar yaşadı. Sinema tarihimizde o kadar komik gerekçelerle filmler budandı ki… Örneğin; Metin Erksan’ın Âşık Veysel’in hayatını anlattığı 1952 tarihli ilk filmi Karanlık Dünya’nın sansür kurulu tarafından yasaklanması… Sansürün nedeni ise cılız olan ekinlerin filme alınmış olması! “Türkiye’nin yoksul bir ülke olarak gösterilmesi” gerekçesiyle yasaklanmıştı bu film. Sansür, Türkiye’de bütünüyle kültürel yapıyı tek düze hâle getirerek siyasal otoriteye bağımlı nesiller yetiştirilmesi için kullanılmıştır demek yanlış olmaz sanırım. Edebiyat, tiyatro, resim ve heykelde de yasaklamalara gidilmiş olmasına rağmen hiçbir sanat dalı özel hüküm ve tüzüklerle sansür edilmemiştir.
1952 Âşık Veysel
Edebiyat ve Tiyatro
Sinema ise özel yasa ve tüzüklerle adeta boğulmaya çalışıldı Türkiye’de. Son dönemde sinemanın yaşadığı talihsizliğin aynısı, hatta kat be kat fazlası basın dünyasında yaşanıyor. Medyanın hâli sinemadan vahim!
Türkiye sinemasında sansür olayına da değinecek olursak… Sinemanın bu topraklara gelmesiyle birlikte Türkiye sinemasında da sansür uygulamaları görülmeye başladı. Osmanlı döneminden başlayarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze kadar Türkiye sinemasında çeşitli sansür uygulamaları görüldü. Sinema tarihimizdeki ilk sansürün, Fransızlar tarafından uygulandığını öğrenmek şaşırtıcı olsa gerek! Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, aynı adlı eserinden uyarlanan 1919 tarihli “Mürebbiye” filmi, sansür engeliyle karşılaşan ilk yerli film olma talihsizliğiyle sinema tarihine geçti. Filmde, çocuk bakıcılığı yaptığı evdeki bütün erkekleri baştan çıkaran Fransız Anjelik’in hikâyesi anlatılıyordu. Mürebbiye filmi, İstanbul’daki gösterimi sırasında Fransız Generel Franceht d’Esperey’i çileden çıkarmıştı. Bir Fransız kızının böylesine “düşük ahlaklı” gösterilmesine kızan General, filmin İstanbul’daki gösterimini bir süre sonra durdurdu. “Mürebbiye”, Anadolu seyircisine ise hiç ulaşamadı. Sinemamızdaki birçok yönetmen, sansü25
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
SOUND OF METAL DENIZ KAHIRAMAN
26
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
27
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
A
merikalı metal müzik davulcusunun hayatı sağır olunca tepetaklak oluyor. Kimlik meselesine odaklanan film her ne kadar drama olsa da realizmin dozu nedeniyle kurgu belgesel gibi geliyor. Blackgammon isimli metal grubunda şarkıcı-gitarist olan Lou ile aynı grupta davul çalan Ruben sahnenin dışında da ortaklardır. Bir kayıt stüdyosu olarak kullandıkları karavanda beraber mutlu mesut yaşayan sevgililerin hayatı, bir konser esnasında Ruben’ın sağır olmasıyla altüst olur. Yüksek sesten uzak durmasını söyleyen doktorun tavsiyesine uymayan Ruben, bir bağımlıdır ve yaşadığı işitme kaybının nedeni de kullandığı maddelerdir. Dört yıldız temiz olan Ruben’e danışmanlık veren Hector onu Joe adında, sağır anne babalar tarafından yetiştirilmiş bir Vietnam gazisine yönlendirir.
Sağırlık ve Müzik
Sağırlığı bir engellilik olarak görmeyen Joe, Ruben’e yeni bir yaşam imkânı sunar. Ama Ruben’in işitme duyusunu geri kazanıp, sahne ışıklarına geri dönme hırsı, büyümesi yönündeki en büyük engeldir. Ruben’in gürültülü rock performanslarından, işaret dilinde yürütülen hararetli tartışmalara kadar, şaşırtıcı biçimde gerçekçi çekilen filmde, oyuncuların kökenlerine dayanan ayrıntılar evrensel bir cazibe sunarken, adanmışlıkla sergiledikleri performanslar izleyiciyi heyecanlandırıyor.
Riz Ahmed
Umutsuzluk Umut
28
bir inanç krizi için bir metafor haline getiriyor. Ruben, Vietnam gazisi Joe tarafından yönetilen, radikal bir terapötik topluluğa başvurmak zorunda kalıyor. Bu komünün ilginç bir hikayesi saklı filmde.
Çünkü Joe, işitme engelli insanların “nasıl sağır olunacağını öğrenmeleri” gerektiğini düşünüyor. Bu komünde yaşayacak sağırların en temel görevi, durumlarını geçerli bir alternatif varoluş olarak nasıl kabul edeceklerini öğrenmek ve bu öğrenme sürecinin hayati ön koşulu olan kendi içlerindeki sükuneti bulmak. Ancak kızgın, şaşkın Boşroldeki Riz Ahmed, tüm bedeni bir Ruben, komünün kurallarına aykırı biçimde ifade aracı olarak kullanmanın fizikselliğini işitme duyusunun bir kısmını eski haline şöyle açıklayor: “Sağırlar topluluğu bana getirecek maliyetli, riskli bir ameliyat için dinlemenin ne demek olduğunu öğretti” parayı bir şekilde bir araya getirmeyi planAhmed gibi kalibreli bir sanatçının, bu yeni lıyor. Üstelik bunun için karavanını ve müdili öğrenerek sanatını güçlendirip, bir son- zik ekipmanlarını satıyor. Tıpkı bir bağımlı raki seviyeye çıkmasını izlemenin olağa- gibi… nüstü bir yanı var. Metalin Sesi, çok uzun bir hikâyeyi iki Ruben’in tüm tavsiyelere karşı gelerek saatlik süresine sığdırmak için sanki ameliyat olma arzusu ile bu sahnelerde kamera ile değil de teleskopla çekilmiş seslerde yaşanan ton bozuklukları ve hat- gibi. Konu her ne kadar kasvet verici olsa ta filmin adı arasında muhteşem bir bağ- da, filmin akışındaki bu olağan üstü hız salantı var. Filmin ses mühendisleri, Ruben’in yesinde izleyicinin sıkılacak bir saniyesi yaşadığı iç çatışmayı muhteşem biçimde bile olmuyor. bestelemişler. İlk başta, sanki Ruben ve Joe arasındaki Seslerdeki sert elektronik uyumsuzluk, öğrenci/öğretmen çatışma ve fikir ayrılıkbağımlılığın ana tema olması, Ruben’in larıyla ilgili bir film olacakmış gibi görünen umutsuz ameliyat arzusu… Tüm bunlar Sound of Metal, uyuşturucu sorunu yaçok katmanlı ses tasarımında somutla- şayan sağır bir davulcuyla mı ilgili? Hayır. şarak bir kimlik mücadelesini, daha geniş Sound of Metal başka bir şey, daha kar-
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
maşık bir şey yapmaya çalışıyor. Ancak sakatlık ve bağımlılık tedirgin bir şekilde birbirine karışmış gibi görünüyor ve film finali de dahil olmak üzere ipleri asla tam olarak çözmüyor. Bu türden iyileşme hikayeleri, genellikle içimizdeki sosyal hizmet uzmanına seslenir. Bu nedenle bazı insanlar bu filmi sağırlar topluluğuyla ilişkilendirebilir. Ama hiç de öyle değil. Film, kendi kendimizi kurtarmak, kendimizi olduğumuz şekilde kabul etmek, iyisiyle kötüsüyle hatta bağımlılıklarıyla kendimizi kucaklamakla ilgili. Ve bir de belki de en önemlisi film kendimizi iyileştirmemize yardımcı olan insanlarla da ilgili. Üstelik yalnızca Joe, Ruben’i iyileştirmiyor. Ruben, sevgilisi Lou’yu intihar etmekten alı koyarken, Lou da onun maddelerden uzak kalmasını sağlıyor. Herkes birbirine iyi geliyor gibi. Uzun lafın kısası bu bir iyileşme hikayesi. Filmde sakatlık/engellilik üzerine iki ideolojinin çatıştığını görüyoruz. İlk grup sağırlığı bir kimlik olarak görürken, diğer grup bunu düzeltilmesi gereken bir hastalık olarak değerlendiriyor. Ruben ise kendi kurtuluşunun aslında kendi durumunu kabul etmede yattığını film boyunca idrak edemiyor. Eski hayatını, sahneleri ve sevgilisini geri kazanmak için gözünü pahalı operasyonlara diktiğinde izleyici bu tercihin doğru bir tercih olup olmadığı konusunda ikileme düşüyor. Filmin izleyici yorumlarında da bu ikilemi gözlemleyebiliyoruz. Bir
taraf Ruben’i yaptığı seçim konusunda cezalandırmak için fazla hevesli davranıyor. Film daha henüz senaryo aşamasındayken bile yazılı biçimde sessizleştirilmiş. Daha ilk sahneden beri Ruben’in kulaklarını ödünç alıyor, o ne duyuyorsa onu duyuyoruz. Bu film anlatımında o kadar zor bir şey ki. Ve ne yazık ki Ruben’in kulaklarıyla duyduğumuz şey aslında onun geleceği kadar belirsiz… Yönetmen, izleyicilerin Ruben’in çektiği ızdırabı anlayabilmesi için yenilikçi bir tasarım geliştirmiş. Bu yüzden tüm film hem sağırların hem de sağır olmayanların anlayabileceği şekilde açıklayıcı altyazılarla tasarlanmış. Sanki filmi izlerken, aslında filmin senaryosunu okuyor gibiyiz. Peki film nasıl daha iyi olabilirdi? Eğer Ruben duyma yetisini filmin daha ilk sahnesinde kaybetmeseydi, karakterin endişesi filmi daha sürükleyici yapabilirdi. Tabi bir de Ruben neden daha önce tıbbı tedaviye yönelmedi, umursamadı mı, yoksa inkâr mı etti gibi sorular yanıtsız bırakılmasaydı, belki en iyi film Oscar adaylığı ile kalmayacak ve ödülü alacaktı.
Ruben ve Endişe
SESSİZLİK EN GÜÇLÜ SESTİR Oscar demişken… Güncel tartışmalardan bahsetmemek olmaz. Son dönemde birçok eleştirmenin ve hatta profesyonel izleyicilerin dilinde gittikçe artan biçimde “Oscar yemi” ifadesi dolaşıyor. Kendini beğenmiş bir edayla, filmleri küçümseyen bir kesim,
Oscar Yemi
29
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
Ayrımclık ve Karalama
Akademi ve Ödül Kritiği
30
özellikle belirli türdeki filmlere yönelik bir tepki geliştirmekte. En başından beri değilse de Oscar üyeleri son dönemlerde çeşitli zorluklarla mücadele eden karakterlerin yer aldığı yapımlara kucak açmış gibi görünüyor. Tabi burada neyi kastettiğimizi açıkça söylememiz gerek: Bir filmin içinde bir siyahi, bir eşcinsel ya da hatta düzcinsel bir kadın karakter varsa, uzun lafın kısası bir ezilen hikayesi söz konusuysa, belirli bir kesim gözlerini devirerek filmleri karalama yarışına girişmekte. Ödülün hakkedildiği için değil, “gey filmi” olduğu için verildiğini düşünen insanlara sinema tarihi boyunca Oscar’dan Cannes’a kadar tüm ödüllerin beyaz heteroseksüel erkeklere gittiğini hatırlatmak isteriz. Dolayısıyla Sound of Metal de tepkilerin hedefi olmaktan kaçamadı. Akademi’nin engelli bireylere ilham vermek amacıyla –sanki bu yanlış bir şeymiş gibi- filmi daha olumlu değerlendiği yönünde iddialar gündeme
geldi. Yıllar boyunca “Oscar’ı kucaklayan” hep yapmacık zaferler anlatan hikayeler oldu. Akademinin eski kalıplardan sıyrılıp, masal anlatmadan rahatsız edici gerçeklere odaklanan bir filmi aday göstermesi bizim olumlu karşıladığımız bir şey. Filmin bir diğer muhteşem ayrıntısı ise Joe karakteri ve bu karaktere hayat veren Oscar adayı Paul Raci. Başarılı oyuncu kamuoyunda önemli bir meseleyi gündem haline getirmeye vesile oldu. Raci bir CODA. Yani Sağır ebeveynlerin çocuğu. Oyuncu, performansını empatik bir zerafetle adeta ilmek ilmek dokuyor. Sabır ve anlayışın edilgen bir şey olmadığını, aksine etken bir şey olduğunu, oyuncunun final sahnesinde çok net anlıyoruz. Joe, ameliyat olarak komünün en temel kuralına karşı gelen Ruben’i komünden kovarken, aslında içi kan ağlıyor. Filmin en hararetli anında ve elbette en sessiz sahnesindeki
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ S.12 2021 | 2021.06
bu yol ayrımı, oldukça kalp kırıcı. Filmde dikkatimizi çeken bir diğer şey, alttan alta hissedilen sınıf farkı. Filme dair tüm eleştirileri okusak da bundan bahsedildiğini ne yazık ki görmedik. Sınıf meselesi filmde özellikle iki yerde açığa çıkıyor. İlkin Ruben ameliyat parasının 80 bin dolar olduğunu öğrendiğinde açığa çıkıyor. İkinci ve örtük olmasına rağmen en önemli olanı ise, sevgilisi Lou’nun aslında çok zengin olması. Lou, gıcık edici derecede entelektüel Avrupalı bir ailenin kızı. Yaşadığı ergence sayılabilecek sorunlar yüzünden serserilik etmek üzere Amerika’ya geliyor ve burada Ruben’i buluyor.Ruben sağır olup, konser turları mahvolduğunda kabul edelim ki Lou, Ruben’den daha çok üzülüyor. Onu komüne teslim ederken, kendisi Avrupa’da solo konserler vermeye devam ediyor. Ruben tüm bunları Joe’nun bilgisayarından gizlice –çünkü komünde dış dünya
ile iletişim kurmak yasak- takip edip hayal kırıklığı yaşıyor. Lou, operasyonun masrafını üstlenmekle hiç ilgilenmediği için Ruben birlikte yaşadıkları karavanı ve tüm müzik aletlerini satmak zorunda kalıyor. Ameliyat olup, Lou’yu geri kazanmak için Avrupa’ya gittiğinde ise şaşırtıcı bir manzara ile karşılaşıyor. Eski Punkçıdan eser kalmamış biçimde, Avrupa entelijansiyası ile içli dışlı olmuş bir Lou pek de sevinmiş görünmüyor.
Lou Ruben Punk Avrupa
Burada sınıf kadar, kültürel bir şok dalgasıda çarpıyor izleyiciye. Ruben Avrupalıların içinde taşralı bir Amerikalı olarak çok yabancılık çekiyor. Lou’nun babası konuklara hitap etmek için çatalını kadehine vurduğunda çıkan çınlama sesi… O ses öyle büyüyor ki Ruben’in kafasında, işte o an ait olduğu yerin Lou’nun yanı olmadığını, komünün olduğunu ve bir hikâyenin de böylece bittiğini anlıyor. 31
BAHAR, AYLIK DİJİTAL DERGİ | SAYI 12 | 2021.06