Bahar Dergi 02

Page 1

S .02 | 2020.02 ANKARA


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

2

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

B E Nİ M ADIM İN SAN LAR IN H İ Z A S I NA YA Z I LM I ŞT I R . . .


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

3


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

KONUR II SOK |

4

26/4

KÜNYE bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği, işi gibi özelliklerini gösteren kayıt. Bu bilgilerden isim gibi bazısının yazılı olduğu bilezik, kolye vb. metalden eşya. Süs amacıyla bileğe takılan ve altın gümüş gibi değerli madenlerden üretilmiş takı, bileklik. [künye n TDK] Sahibi: Bahar Editör: Abdulhalim Karaosmanoğlu | abdolhaliym@gmail.com Tasarım: Oktay Ay Kapak Görseli: Miriam Espacio, Paris | Sculpture Adres: Meşrutiyet Cad. Konur II Sokak, 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] 06420 Ankara İletişim: +90 505 056 57 00 Katkı Sağlamak İçin: baharbar2017@gmail.com


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

ANKARA

5

ÇANKAYA

YA SİZ? KİMİZ BİZ?

YENI BIR ALGI


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

DEVIR FILMININ ALTAY - TÜRK ŞAMANIZMI NEZDINDE OKUNMASI Savaş Çağman FOLKLORİK GELECEK BJÖRK & KAWAKUBO Çeviri: Abdulhalim Karaosmanoğlu

6

EL ELE TUTUŞMAK Ali Yılmaz SİNEMA VE MÜZİK Olcay Bağır FEMİNİST SANATA YAMUK PERSPEKTİFLE BAKMAK Abdulhalim Karaosmanoğlu

IÇINDEKILER bir kitabın, bir derginin başında ya da sonunda yer alan ve içindeki konu başlıklarını ve bunlarla ilgili kimi ayrıntıları sayfa numaralarıyla belirten liste. [içindekiler n TDK] Destek Sunanlar, İçeriden Olanlar, Dışarıdan El Uzatanlar, Okuma Zahmetinde Bulunanlar, Okuma Zahmetinde Bulunup, Eleştirilerini Esirgemeyenler, Gelenler Gidenler..., Haberdar Olanlar, Haberi, Olmayanlar, Bakanlar Görmeyenler, Görüp İlgilelenmeyenler... Teşekkürler

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

ESKİ PUNKLAR’DAN KİM KALDI Savaş Çağman NOAM CHOMSKY, NIETZSCHE, TEZER ÖZLÜ Seçme Metinler ORHAN PAMUK Ben Şeytan ÖLDÜREBILECEĞIM YAŞ Bülent Çiftçi BOARDWALK EMPIRE Akol Yasağı LA RÉVOLUTION SURRÉALISTE Antonin Artaud YILIN EN İYİ ALBÜMÜ / #1 / JAY JAY JOHANSON / KING CROSS Editörün Seçimi

GÜNYÜZÜ // UFUK ASLANDOĞMUŞ TAYFA

KİTAPLIK

ANKARA 2020 ŞUBAT ETKİNLİKLERİ

7


8

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Dolayısıyla burada, bu törenin, suya girme, sürüleri suyla yıkama töreninin çok önceleri Şamanlar tarafından yönetildiği anlaşılmaktadır. Su, Eski Türkler’de tabu idi. İbn Fadlan, henüz İslam’a girmemiş Oğuzlar arasında yaptığı yolculuğu kaleme aldığı seyahatnamesinde; “Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini kim olursa olsun […] cezayı verirler” demektedir.

Savaş Çağman

Derviş Zaim, 1964 Gazimağusa, Kıbrıs doğumlu bir sinema yönetmeni, senarist, kısacası bir yedinci sanat sanatçısı. Bilenler, onu tanıyanlar 1996 yılında çokça ses getiren Tabutta Röveşata filminden ona aşinadır. Bu filmin müzikleri için Zen deneysel müzik grubu Baba Zula denilen alt grubu kurmuş, bu filmi müziklendirmiş, daha sonra bu film Türk Alternatif Müzik ortamına yeni bir ses kazandırmıştı. Derviş Zaim, eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletme okuyarak 1988’de tamamlamıştı. Daha sonra, 1994’de İngiltere’de, Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar dalında master yapmış. Yönetmen, bu arada edebiyat konusunda da üretimlere sahiptir. 1995’te ilk romanı Ares Harikalar Diyarında ile Türkiye’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Onun kariyerindeki birçok değerli işten benim için en önemli olanı Devir filmi olacağa benziyor. Bir değil, sonrasında defalarca bu filmi izlediğimde, muhakkak bu konuda bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü film, asla göze sokmadan Anadolu’ya Oğuz Göçü ile bu topraklara ulaşan, yerleşen Altay-Türük yaşam biçimi ve Avrasya Şamanizmi’nin inanılmaz yansımalarını taşıyordu. Filmden affınıza sığınarak, popüler değimle, çokça spoiler vererek bahsedeceğim. O yüzden Youtube’ta bulunan bu filmi izleyip sonra yazıyı okusanız çok yerinde olur… Ama öncelikle filmin bazı özelliklerinden burada övgüyle bahsetmek gerekiyor. Öncelikle anlatılan konu Burdur ilinin Tefenni Hasanpaşa Köyünün yerel âdeti ve en az 750 senedir süren olan bir festivalle ilgili… Filmin oyuncuları bu köyde, bahsi geçen yarışmaya katılan gerçek kişiler… Bu şenlik Selçuklu ve Osmanlı döneminden beri uzun yıllardır süre gelen, kökenlerinin de Orta Asya olduğu su götürmez olan Yünüm Böğet Şenlikleri’dir. Yünüm Böğet kelimesinde koyun yıkama âdeti olduğu, bunun da bir tür yarışmaya dönüştüğü gözükmektedir. Şenlik her 6 Eylülde, saat 5:00 civarı gün doğumunda yapılır. Bir gece öncesi halk şarkılı türkülü eğlenceler düzenler ve seher vakti yarışmanın yapılacağı akarsu kenarına inerler. Sözcüğün etimolojisine bakıldığı zaman, Ortaçağ Türkçesi’nde [Orhun-Yenisey bengü taşlarının yazı dilinde] yunmak yıkamak anlamına gelirken, böğet kelimesinin ettiren, yaptıran çekimine uğramış türeme sözcüğünün kökü olan böge, böğü, bügü sözcüğü ise dirayetli olan, büyücü, Kam [Şaman] gibi anlamlara gelmektedir. Bunun ilk kökü olan büg ise eğmek bükmek anlamındadır. Kam veya müdahaleci büyü bilen Şaman evreni şekillendiren, büken kişi olduğu için bu kökten türetilmiştir.

DEVIR FILMININ ALTAY-TÜRÜK ŞAMANIZMI NEZDINDE OKUNMASI

Şaman ve Gelenek...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Suya, hele ki akan suya toplu halde girmenin, suyu kirletmeme ve arı bırakma halinin bu inanç dünyasında önemini kolayca görmekteyiz. Ayrıca bu sürüleri sudan geçirme âdetinin saya gezmek olarak anlatılan, bir nesne veya olayı kutlu, uğurlu kılmak için yapılan bir dizi uygulamadan biri olduğunu göstermektedir. Âdetin temeli otlatmanın bittiği mevsimin sonunda toplumsal dayanışmayı, çobanlar arası yardımlaşmayı artırmayı amaçlar. Bu sabah vakti yapılan yarışmadan önce sürüye önderlik yapacak elcik denilen koyun seçilir. Bu koyunlar aşı taşı denilen kırmızı taştan elde edilen doğal toz ile kırmızıya boyanır ve gelin gibi süslenir. Burada Orhun-Yenisey Kök Tamga Yazısında karşımıza çıkan Al Tamgasının simgeledikleriyle karşılaşırız. Bu tamga, Altay-Türük Astrolojisinde [Yulug-Kut] Kürüt Yıldızını [Mars gezegeni] anlatır, aynı zamanda bu yıldızın uğuşu [enerjisi] olan kırmızı renk spektrumu, kişinin bencillik ve eril durumu, saldırganlık, savaş ve mücadele kavramlarını ve en önemlisi küçükbaş hayvan sürülerini simgelemektedir, bunun yanında Oğız Ükek [Koç Burcu] bu yıldızın yönetimi altındadır. Kırmızı renk her zaman Eski Türklerde canlılığın, hayatın, hayatta kalma refleksinin bencilliğini ve zorunluluğunu anlatır. Gelelim filme… Devir filmi, belki de tüm filmin ana teması olan ve bizim Altay-Türük Şamanizm’inde toşmak olarak anlattığımız, tamamlama-birleşme kavramına işaret eden tahta boynuzlu bir alageyik ile açılmakta. Alageyik, Altay-Türük inancında kutsal bir hayvan. Burada filmin ismi olan Devir, tesadüfen seçilmemiş olduğu ve bir zaman algısına işaret ettiği gözden kaçmaz. Altay-Türük dünya görüşünde zaman sonlu değil, tekrar edendir.

BU YÜZDEN DÖNGÜLERIN HEMEN TÜM BIREYLER TARAFINDAN BENZER ŞEKILLERDE TAMAMLANDIĞINA, BUNUN HER TOPLUM FERDI TARAFINDAN AYNEN YAŞANDIĞINA IŞARET EDILIR. AN KÖK TAMGASI ILE ANLATILAN SOYUT VE DONUK ZAMAN KAVRAMI, KIŞI TARAFINDAN AKIŞKAN OLARAK ALGILANIR, BUNUN DA BIR YANILSAMA OLDUĞU BILINIR. ÖZELLIKLE BIR MASAL BAŞLANGICINDA KARŞIMIZA ÇIKAN “BEN DEDEMIN BEŞIĞINI SALLAR IKEN” IFADESINDE OLDUĞU GIBI ZAMANIN BIR SAÇINTI OLARAK ALGILANMASI DÜŞÜNCESI VARDIR.

Filmin başkişisi ve yaşlısı [aksakalı] olan Ramazan Dayı’nın bir rüyadan uyandığını filmdeki zamansal ve uzamsal devir-daimin ilk imgesi olacak tahta boynuzlu geyik görüntüsünün, onun rüyası olduğunu, o uyanınca anlarız. Burada hemen tüm filmde, bir sinematografik zorunluluk olan bu düş mü gerçek mi ikilemi tümden belirtilmemiş olması son derece Altay-Türük Şamanizm’inin hayat görüşünü çağrıştırır ve aynı soruyu sorar; Bu rüya mı?

âdetler ve izlekler...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

9


rüya ve gerçek

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

10

Sinema dilinde kahramanın rüya gördüğü bir şekilde belirtilir, ama filmde karşımıza çıkan iki rüya; Ramazan Dayı ve Ali’nin rüyası gerçekle rüya arasındaki sinematografik geçkiye yer vermez. İşte bu da tam anlamıyla Kamlık İnancı ile ilgilidir. Çünkü bu inançta rüya-gerçeklik, yaşam-ölüm ikilemlerinin aynı şeyin yansımaları olduğuna inanılır. Bunlar arasında kategorik bir farktan bahsedilmez. Hem Ramazan Dayı’nın, filmin ilerilerinde göreceğimiz hem de Ali’nin rüyası izleyene sonradan “hım bu rüyaymış” dedirtir. Bunun muhteşem bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Ramazan Dayı, bir suyun yanında Arapça yapılan yağmur duasına katılmak için uyanır. Apar topar duaya katılır. Burada şu anda nasıl bir inanç çerçevesine sığdırılmaya çabalansa da kutlu alageyik rüyasına giren bu kişinin atalarla olan bağının kesintisiz devam etmiş bir yaşlı [aksakal] olduğunu duyumsarız. Bu kısım bana birçok şey anımsatır... Onuncu yüzyılda Orta Asya’yı, dolayısıyla Oğuzları ziyaret eden Arap gezgini İbn Fadlan seyahatnamesinde şöyle aktarır; “İçlerinden biri, Bana Kuran oku dedi. Okuyunca hoşuna gitti. Tercümana dönerek, ona susmamasını söyle dedi. Bir gün bu adam tercüman vasıtasıyla bana Bu Arap’a sor. Rabbinizin karısı var mı? dedi. Ben ise, onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. O da, benim gibi tövbe etti ve estağfurullah dedi. Türk’ün âdeti böyledir. Bir Müslümanın tekbir ve tehlil getirdiğini duyarsa onun söylediğini tekrarlar” demektedir. Burada anlatılan psikolojiye katkıda bulunan İbn Fadlan kitabında şöyle bir ek yapıyor; “Türkün âdeti böyledir. Müslümanı tesbih ve tehlil derken duyarsa onu gibi yapar”… Filmin başlangıcında böyle bir katılma halini sezeriz, saplantılı bir dindarlığı değil. Ki Arap gezgin İbn Fadlan; “Bir dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda oturan ve konup göçen yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibadet etmezler,” de demektedir. Burada İbn Fadlan’ın da altını çizdiği gibi, Eski Türklerin Ortadoğu’da göze çarpan yalın putperestliğe veya dinlere benzer bir görüşte olmadıklarını anlamaktayız.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Daha sonraki sekansta, neşeyle erkeklerin birbirini suya attığı bir şakalaşmaya tanık oluruz. İbn Fadlan seyahatnamesinde; “Oğuzlarda, Cürcenlerde, Moğollarda su tabu idi. Onu kirletmemek gerekiyordu. Vücudu, elbiseleri suda yıkamak yasaktı. Onlara göre suda yıkanma kötü ruhları celp eder, şimşeklerin, yıldırımların boşanmasına sebep olurdu. Suyun yere dökülmesi suçtu” der. Suya çok nadir temas edildiği, bunun akan su olmasının tercih edildiği anlaşılıyor. Sadece bu şenlik gününde şaka olarak suya atılmaya izin olduğunu düşünebiliriz. Zaten suya atılan kişi en çabuk biçimde sudan çıkıyor. Ayrıca bu şakalaşmada erilin, dişil olan su ile buluşturulması, yukarıda bahsettiğimiz Kürüt Yıldızı [Mars] simgeleri ile donatılmış eril unsuru yönetimindeki sürünün su unsuru yönetimindeki ırmakla buluşturulmasının bir sinematografik girizgâhıdır.

YARIŞMA ÖNCESINDE ADETTEN OLDUĞU GIBI SABAH HERKES YEMEK YEMEKTEDIR. RAMAZAN DAYI, DAHA SONRA NASIL BIR EYLEM OLDUĞUNU KAVRAYACAĞIMIZ BIR HAREKETTE BULUNUR; YEDIĞI ETIN KEMIKLERINI AYIRIP TOPRAĞA GÖMER.

Yarışma öncesinde adetten olduğu gibi sabah herkes yemek yemektedir. Ramazan Dayı, daha sonra nasıl bir eylem olduğunu kavrayacağımız bir harekette bulunur; yediği etin kemiklerini ayırıp toprağa gömer. Bundan sonra diğer iki yarışmacı olan Mustafa ve Ali’nin mermer sahasından aşı taşı [kırmızı taş] bularak aldıkları-


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

11

modernizm...

nı izleriz. Mermer ocağı açılmış bu açık alanda Mühendis ile karşılaşırlar. Genç Mühendis onlara, şimdilik kırmızı taş alabileceklerini, ama bir dahaki gelişlerinde izin almaları gerektiğini söyler. Motosikletle bu iki genç namağlup Ramazan Dayı ile buluşmak için köy meydanına gelir. Köy meydanında, hemen her köyde karşımıza çıkan bir Atatürk Büstü vardır. Ama bu büstün çevresi Altaylarda en kutsal olan çember şekli oluşturulacak şekilde Ardıç Ağacı dikilmiştir. Çok daha şaşırtıcısı, bu ağaçların yine kutlu sayı olan dokuz adet olmasıdır. Ardıç çemberinin içinde oturup çay içen Ramazan Dayı, gençlere artık yaşlandığını, onun zamanının geçtiğini artık gençlerin zamanının geldiğini anlatır. Gençlerin onun nasıl defalarca bu yarışmayı kazandığını kavrayamamış olduğu da anlaşılmaktadır. Burada aksakalın, toplumun en gencine töreyi aktarma isteğindeki alçak gönüllüğü görürüz. Ama çağın gereği gençler acelecidir. Gençler aldıkları kırmızı taş boyasından bir kısmını Ramazan Dayı’ya verirler. Filmin burasında gençlerden Ali ve diğer sekansta gelenekle bağı devam eden Ramazan Dayı’nın seçtikleri koyunları nasıl boyadıklarını görürüz. Ramazan Dayı, kırmızı taşın tozunu [aşı taş boyası] koyunun yününe döker, ağzına bir miktar su alıp koyuna püskürtür ve eliyle ıslanmış boyayı koyuna yayar. Ali ise döktüğü toz boya üstüne plastikten kullanılmış bir camsil şişesine koyduğu suyu sıkmaktadır. Ramazan Dayı buna bedenini, tükürüğünü ruhunu katarken, Ali daha pratik bir şekilde bu sprey fışkırtma yöntemini yeğlemiştir. Bu sahne beni çok çarptı. Çünkü özellikle Altay-Türük şifacılığında tükürmek kullanılan bir yöntem. Ayrıca efsanelerde anlatıldığı üzere insan yaratılırken, yaratmaya müdahale eden Erlik insan bedenine tükürmüştür. Suyun tükürükle birleştirilmesi ve boyaya katılması, ruhun sürü-

nün lideri kızıla boyanan koyuna geçirilmesi için törensel bir anlam taşır. Oysa Ali bu ayrıntıyı kavramamış gözükmektedir. Hazırlanan koyunlar ve sürü tostos denilen yürüyüşe çıkarılır. Tostos kavramının töz, tös, töstös gibi son derece Altay-Türük kavramlarıyla örtüştüğünü söyleyebilirim. Bu kavram Altay-Türük Şamanizmi’nde dublelemek, ikilemek, ikizlemek kavramına işaret eder. Bu dünya görüşünde dublelemek, ikinci bir kopya yapmak evreni taklit etmekle ilgili bir eylemdi.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

Agnus Dei...

12

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Rus dilbilimci ve antropolog A. V. Anohin, aktardığına göre Altaylarda yukarı kategorideki ruhlar ve bunlar için Erlik, tös temel-esas olarak daha aşağıdaki daha temiz ruhlar aru-körmösı ise tayganım yani desteğim olarak açıklanmaktadır: Her temiz ruh kendi tös’üne sahiptir. Altay dilinde toro-tozo fiili meydana gelmek, doğmak anlamına gelir. Tös hem esas, hem başlangıç hem de öz kavramlarına denk gelir. Bu kavramın devamı olan anahsıt tördö Altaylarda boynuzlu hayvanın kökü anlamına gelmektedir. Türkiye’deki bazı Yoz Şamanist çevrelerde tös’lerin put olduğu, dolayısıyla Eski Türklerin putperest olduğu propagandası yapılmasına karşın, Altay-Türük toplumlarında diğer toplumlarda rastlanan put, idol, inşa edilmiş tapınak kavramlarına rastlanmaz. Filme dönersek, şenlik başlangıcında göğe silah atışını görürüz. Savaş hazırlığında göğe ok atmak çok eski bir Oğuz âdeti olduğu bilinmekte, yeniçağda ok ve yayın yerini silah almış diyebiliriz. Sürülerin hazırlığı tamamlanır. Gece olunca ozanların konser verdiği bir eğlence düzenlenmektedir. Sabaha karşı nehre doğru inerlerken yaşlı bir kadının “Seherde uğradım ben bir geline” demesi oldukça manidardır. Seher vakti ilk sürünün suya girmesiyle yarış başlar. İlk sürü nehri geçemiyor. Sonraki sürü Ramazan Dayı’ya ait ve nehri geçip yarışmayı kazanıyor. Burada suyun dişiliği, sürülerin erilliği ile birleşiyor, burada tüm filmdeki toşmak [evrensel tamamlanma, birleşme] kavramının ilk görünüşü karşımıza çıkar. Ramazan Dayı yarışmayı yedinci defa kazanmıştır. Eve dönüp eşine haber verir ve olanları televizyonda izlemek için açmak ister. Televizyonun uydu dekoderinin bozulmuş olduğunu düşünür. Bozulmuş dekoderi alıp kasabaya iner. Ama açma kapama düğmesinde kapandığı için çalışmamıştır. Eve dönen Ramazan Dayı televizyonda şenliklerin haberini ve onunla yapılan röportajı dinleyerek keyiflenir. Bu sırada yarışmada üçüncü olan Ali duruma kahrediyor ağıla giriyor, kızıl koyun ondan kaçıyor, Ali içki içmekte ve üzgündür. Ali yarışmayı kaybetmesine neden olduğu kızdığı kızıla boyanmış koyunu ağıldan çıkarır. Hayvanı kapı dışarı ettiği için koyun başıboş uzaklaşır. Birden karda kışta sahipsiz kalan koyunu yabancı iki kişi alıp kestiğini görürüz. Aynı filmin başında olduğu gibi sinematografik hazırlıkla belirtilmeyen bir rüyadır. Ali yatağından kalkar, o sırada odanın duvarda İsa’nın çoban kıyafetinde koyun sürüsü güttüğü bir duvar halısını görürüz. İşte tam burada yine Eski Türklerin adetleri, başka inançlara bakışları ile ilgili eşsiz yaklaşım kendini gösterir. Daha önce İbn Fadlan alıntısında olduğu gibi, eğer başka bir inançtan bir objenin uğuruna inanılıyorsa, bu konuda tereddüt edilmeden kullanılır. İsa’nın Agnus Dei ikonografisi, sürülerin çobanı olması gibi Eski Ahit kökenli bir görsel, sadece Ali’nın hem kendi hayatına eş görmesi ile bu halıyı benimsemiş olabilir, onun için bunun başka bir dinin objesi olasının hiçbir önemi yoktur. Bu Eski Türk inancında dua, sunak, tapınak olmayışı. Duaların alkış [ululama] veya tileg [dileme] şeklinde oluşu psikolojisinin güzel bir anlatımıdır. Aslında tüm Eski Türk İnancı, aynı Ön-Taoizm’inde [Wu Şamanizmi] olduğu gibi bir dizi uğur, sakınma ve saygı duymaktan ibaret olduğu görülebilir. Ayrıca burada sinema dili olarak birinci ve ikinci rüyanın tasarı mı, öngörü mü olduğu belirtilmeden sunumu, tamamen Altay-Türük düşünesinde rüyaya ve gerçeğe ilişkin bakış açısını eşsiz bir biçimde betimler. Rüyasının etkisinde kalan Ali hemen dışarı çıkıp kızıla boyalı koyunu bulur, sever. Onu geri almaz ma bir başkasının çitini açıp diğer sürüye katar.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Ali akşam yemeği için Ramazan Dayı ve Mustafa’nın yanına gelir. Burada Ramazan Dayı’ya şehre çalışmak için gideceğini sürüsüne bakıp bakamayacağını sorar. Ramazan Dayı evet yanıtı verir. Yemekte kemikli et yerler. Ramazan Dayı kemikleri ayırmalarını, atmamalarını söyler. Bu ısrarı diğerleri anlamaz. Ramazan Dayı topladığınız kemikleri gömün der. Nedenini sorarlar, Ramazan Dayı da; “hayvan sağlam doğsun” der. Bu sözler binlerce yaşındadır. Konuyu anlamayan Ali sorar; “İyi de dayı kemiklerin hepsini bulmayız ki der”. Ramazan Dayı “bulabildiğin kadarını koy eksik kalan olursa yerine tahta koy” der. Rus Antropolog Andrey Markoviç Sagalyev, Ural-Altay halkları hakkında; “Ağacın kökleri gövdesi dal ve yaprakları üç boyutlu evrenle ideal olarak uygunluk gösterir ve onun doğal zaman döngüsüne dâhil olması, insan varlığının süresi ve onun döngüsü hakkındaki düşüncelere sebep olur” diye yazar. Sagalyev, tös kavramı için Şaman’ın kopyası olan gerçek boyutta tahta bir kukla yapılması, Şaman ölünde bu kuklanın kayın ağacının içindeki bir kovuğa gömüldüğü anlatılır. Bunun yanında yine Sagalyev, hayat ağacı görünümünün bir önemli yönü de insan kemiğiyle ağacın özdeştirilmesini belirtir. Altaylarda soy kelimesi aynı anda kemik anlamına da gelir. Özellikle Saha-Yakut halkında ağacın insan bedenine benzetildiğine de rastlanır. Burada tahta, kemik yerine tamamlayıcı büyüyen ve yaşayan, ölüme karşın arta kalan sonsuz yaşam ilkesine atıfta bulunur.

Ali şehre çalışmaya gitmeye karar vermiş, şehre giden dolmuşa biner. Dolmuş yolda bozulmuş bir araba ile karşılaşır. Filmin başında kırmızı taş aldıkları genç Mühendis bu arabanın sahibidir. Adama yardım edip arabasını çalıştırırlar. Ali İstanbul’a varıp bir kesim ve besi çiftliğinde çalışmaya başlar. Koyunları kesim için bir bir ağıldan çıkarmaktadır. Burada otomatik hareketlerle çalışanlar hayvan keser. Ali mola sırasında gidip sürüdeki koyunlara adeta büyük bir ihtiyaç duyarak dokunur, şehirdekilerin hayvan ile ilişkisinin kopukluğu ve soğukluğu burada görünür hale gelir. Burada ikonografik olarak Ali kırmızı renk giymiştir, ama bu sürü ile insanın ilişkisi olmayan soğuk ve donuk bir durum söz konusudur. Ali’nin koyunlara dokunuşu şefkat değil, doğal bir reflekstir. Aynı Altay-Türük inancındaki atalarımızı doğaya karşı oglagu [dikkati nezaket] ve aya [saygı, hürmet] hissinde oluşu gibi. Diğer çalışanlarda böyle bir bu refleks yoktur. Otomatiğe bağlayarak söylenen bir tekbir ile hayvan keserler. Bu yabancılık ve kabul görmeme Ali bir kafeye girmek isteyip içeri alınmayınca daha da açığa çıkar. Bu arada neredeyse bir yıl çalıştığını düşünürüz, çünkü bir yıl sonraki şenlik zamanı gelmiştir. Ama aynı zaman kavrama algısı yüzünden sinematografik zaman geçti betimlemesi ile karşılaşmayız.

konu ve biçim!

13


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

RAMAZAN DAYI, ALI’YI TELEFONLA ARAR. KIRIMIZI TAŞ BOYA ALMAYA GELDIKLERINDE MADENCILER YASAKLAMIŞ DER BIR ÇITLE SAHA KAPATILMIŞTIR. RAMAZAN DAYI, “OLMAZSA SEN ŞEHIRDEN TOZ BOYA AL” DER.

zaman ve değişim...

14

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Bu arada başka yerlerde kırmızı taş aramak için Mustafa ile gezinen Ramazan Dayı dağda akkuyruk otunu gösterir, “bu ot koyunların yarasını iyileştirir” der. Genç Mustafa’ya bunu kaynatınca koyunun yarasına iyi geleceğini anlatır. Kırmızı taş bulamazlar ama otu alıp geri dönerler. Burada çok ilginç bir şekilde her sene işlerine yarayan bu kırmızı taşı depolamadıklarını, her sene bulup alıp uyguladıklarını anlarız. İstifçiliğin bir Avrasya Göçebesi için hiçbir anlamı yoktur. Şehirde ise Mustafa kırmızı taşı ararken karlı bir yere gelir ve bir geyikle karşılaşır, geyik kaçar. Mustafa “taş bulamadım” der, yaşlı Ramazan “buluruz, buluruz” der. Bunları konuşurken bir yandan akkuyruk otunu kaynatmaktadır. Kırmızı taş aramak, amaç değil adeta bir reflekstir. Onların önlerine çıkan engel bu refleksi engelleyemez. Yani töre tümüyle içten gelen bir reflekstir. Ali şehirde boyacıdan kırmızı boya alır. Otel odasında bir post üstünde boyayı dener, o sırada TV’de genetiği ile onanmış koyun ve sakatlığı hakkında bir haber vardır. Hayvancılık üzerinde aslında kristalleşen bu duygu durumu Ali’nin nihayetinde sıkılıp köye geri dönmesine neden olur. Bu arada dağ balına hala kırmızı taş arayan Mustafa, yolun kenarında önüne taş yığılmış bir ağaç görür, yanına gider, eline aldığı taşları oraya atar ve el açıp dua okur. Duası bitince bir örümceğin ağını bozmadan atlar, bu refleks bu insanlara sevapla gidilen cenneti pazarlamak mümkün müdür diye düşündüğüm andır bu an. Ali dönmüş ve işe koyulmuştur. Şehirden aldıkları boya ile koyunları boyamaya başlarlar. Bu arada Mustafa ve Ramazan Dayı koyunların memelerindeki yaralara iyi gelsin diye akkuyruk otunun haşlama suyunu sürmektedir. İşlevsel olarak baktıkları hayatta çözüm olarak kullandıkları sentetik boyanın sonuçsuz kaldığını görmektedirler. Şenlik başlar, sürülerini Mustafa sudan geçirmeyi başarır. Ramazan Dayı tekrar birinci olur. Diğerleri üzülürken, o yıl üç birinci seçildiği ilan edilir. Mustafa da birincilerden biri olmuştur. Sevinçle bunu kutlarlar. Şenlikten sonra genç Mühendis bir şoföre bulmak umuduyla köye gelmiştir. Ali şoför olmayı kabul eder. Ali çalışmaya başlar sofrada otururken çalışan kadından bir bardak ister. Kadın bardağı kırar, Ali “bardak kırmak uğur getirirmiş” der. Kadın da “cana geleceğine mala gelsin” der.


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Kadın merakla “neye mesela” der. Ali de, önceki sahnede Mustafa’nın dua ettiği yeri anlatır; “bizim orda mesela, yaylada bir ağaç vardır onun dibine taş atarız, ailede kaç kişi varsa ona göre taş atarız” der. Bunun uğur getirdiğini belirtir. Gördüğünüz üzere sevap için değil uğur için yapılan eylemler bütünüdür inançları, aynı Altay-Türük Şamanizmi’nde olduğu gibi. Onuncu yüzyılın Arap Gezgini İbn Fadlan seyahatnamesinde bir Oğuz Yabgusu için; “Bir gün hükümdara sordum. Ülken geniş, malın çok, vergilerin fazla... Niçin, Halife’den bir kale yapmak için önemsiz miktarda para istedin? dedim. O da Halife’nin parasından uğur gelmesini beklediğim için bahsedilen parayı istedim” diye aktarmaktadır. Görüldüğü üzere uğurlu, kutlu kabul edilen eylemlerin tekrarı ile var olan bir inanç dünyası görülmektedir. Ali ile Mühendis yaylaya çıkar. Elinde silah olan Mühendis’in avlanmaya niyeti vardı. Karların üstünde bir alageyik ile karşılaşırlar. Burada iki rüyada olduğu gibi yerde ince bir kar vardır. Şaman inancındaki rüya ve gerçekliğin iç içe oluşu burada güzel yansıtılmıştır. Mühendis alageyiği vurur. Alageyik yere düşer düşmez koşarak yanına gider ve boynuzlarını keser. Bedeni orada bırakarak arabaya dönerler. Ali olaya bir anlam verememektedir. Oldukça sarsılmıştır. Arabada İngilizce bir Pop şarkısı çalmaktadır “Gonna be strong baby” [Güçlü olacaksın bebeğim], Ali oldukça gergindir. Ali, Ramazan Dayı’nın evine gelir, telaşla geyik boynuzu olup olmadığını sorar. Nedenini soran yaşlı adamı geçiştirir. Sonra ondan tahta ister. Aldığı tahtaları keserek geyik boynuzu şeklinde bir birine çalar. Ali tahta geyik boynuzu yapma işine devam ederken Mühendis’in alageyik boynuzlarını mermer ocağındaki barakasının önüne astığını görürüz. Ali ormana geri döner. Yaptığı tahta boynuzları geyiğin yanına bırakır atar. Öyle üzülerek falan değildir davranışı bir tamamlama telaşı vardır. Burada kutsallık yoktur. Sadece tamamlanması gerekliği duygusu vardır, çünkü kişi evrensel düzende eksik bırakamaz. Dağda dolaşan Ali o sırada büyük bir kayaya rastalar. Eliyle dokunduğunda ve biraz karla ovuşturduğunda bunun koyunları boyamak için kullandıkları aşı taşı olduğunu fark eder. Taşı orada bırakır ve bir an durur, yürümeye devam eder. Bu anda, Ramazan Dayı’nın yağmur duasındaki düşü, Ali’nin düşü, alageyiğin vurulması ile oluşan üçlü görüm tamamlanır. Mermer ocağının kırmızı taş kullanma yasağına, şehirlilerin unutmuş ve uzaklaşmış duyarsızlığına rağmen, Kut nedir anlayan kişi eğer tamamlarsa [toşmak] hayat ona yeni alternatifler sunacaktır. Bir inancın yansıması işte bu kadar muhteşem anlatılabilir.

Derviş Zaim’e teşekkürü borç bilirim.

duraksamak...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

15


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

gördüm...

16

aslında sadece bunu diyecektim. burdayım! burası dövülmüş bir yüzün yüz üstü düşme hâlleri [...] S E Y Y I D H A N

K Ö M Ü R C Ü

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

en büyük hatasıdır baba...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

17


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

unutulmak...

EL ELE TUTUŞMAK Ali Yılmaz

18

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Onun elini ilk tuttuğumda içimde fırtınalar koptu. Sıcacık çok güzel bir duyguya kapıldım. Kelebekler uçuştu vücudumun ve kalbimin sesleri ile birlikte. Dünyanın en mutlu kişisiydim. Sevgilimin elinden tutmuştum. Ne kadar el ele yürüdük bilmiyorum. Dünyanın merkezi ben olmuştum. Sevgilimle dünyanın etrafını defalarca yürürdüm bu sevgi ve mutlulukla. Gördüğüm herkese gülücükler dağıtmak, onları sevmek, merhaba demek, bakın bu elinde tuttuğum sevgilim demek harika bir duygu. Sevgimiz uzun yıllar devam etti. El ele aşk ile tutuşmanın meyvesini yıllar sonra evlenerek bir çocuk ile taçlandırdık. Çocuğumuzun doğduğun da elleri yumuk yumuk. Pamuk gibiydi. Ellerini Öptüm öptüm doyamadım. Sevgilimin şimdi karımın ellerini tuttuğum günkü sevgi değildi bu sevgi ve heyecan. Bu sevgi başımdan ayaklarıma sıcacık inen bir duygu seliydi. Bu sevginin sahibi. Savunmasız, yardıma muhtaç ve dünyaya yeni merhaba diyen mini minnacık bir cana duyulan sevgi idi. Uyurken bir parmağıma sıkı sıkı sarılıp uyması, dünyaları bana verseler bu kadar sevindirmezdi. Yıllar geçti yavrumuz yürümeye başladı. Bir eli benim avuçlarımın arasında diğer eli annesini avuçları arasındaydı. İki elinde tutup havalara kaldırmak uçurmak oyunumuz çok hoştu. Yavrumuzun gülücükler dağıtan bu halleri bizim için paha biçilmez bir duyguydu. Minik sıcacık elini tutmak hep en büyük ödül ve gurur oldu. “Bakın bu minik ellerin sahibi bizim çocuğumuz ”demek istiyordum. Okul yolunda, tatil bölgelerinde sıkıca elimizden tutması bize güvenmesi. Bu görüntü bizim için henüz çizilmemiş mutlu bir tablo. Yıllar geçti bizler yaşlandık her şey yaşlandı. Çocuklar büyüdü büyük büyük insanlar oldular. Anne babalar, yani bizler belki de bir çoğumuz. Evlerde, yaşılar yurdunda, bakım evlerinde tek başına kalmış olarak. Gelecek bir telefonu bayramlarda seyranlarda çocuklarını torunlarını beklemeye başladık. Özene bezene büyüttüğümüz çocukların gözünde çekmecede unutulmuş telefon, elektrik, su faturası gibi olduk. Her an çalacak kapı zilindeydi kulağımız.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

AYDA BIR HAFTADA BIR YA DA HASTA OLDUĞUMUZDA HIÇ IZIN ALAMAYAN, ZAMANLARI OLMAYAN ÇOCUKLARIMIZ BIR ANADA NASIL OLDUYSA IZIN ALIP BAŞUCUMUZDA OLDULAR. BÜYÜTÜP ADAM ETTIĞIMIZ ÜZERINE TITREDIĞIMIZ ÇOCUKLARIMIZIN GÖZÜNDE BIR YABANCIYA DÖNÜŞTÜK. HER SABAH AKŞAM KARDA KIŞTA KÖPEĞINI GEZDIREN ÇOCUKLARIMIZ, ELLERINDE POŞET ILE KÖPEKLERININ BOKUNU YERDEN TOPLAYIP GEZERKEN. YATALAK ANNE BABASININ ALTINI TEMIZLEMEKTEN GOCUNUR HALE GELDILER. BU SONU BIZMI HAZIRLARIZ DOĞANIN GEREĞIMDIR BILEMEDIK. Minicik ellerini tutup gezdiğimiz yavrularımızın elleri kaktüs çiçeğine nasıl dönüşmüştür bilmedik. Elinden tutup parklara, gezilere götürdüğümüz yavrularımız günü gelmiştir onlar bizim elimizden tutup karşıdan karşıya geçirmeye başlamışlardır. Âmâ o sıcak ellerinin de duygularının da hisleri kaybolmuştur. Soğuk bir hal almıştır. İnsan bedeni ağırdır “derdi benim babamda. Babam hiç elimden tutup gezdirmemişti. İçimden bir gün elimden tutup gezdirirse ne hissederim diye çok düşünmüştüm. Ama elimden hiç tutmadı babam. Ben çocuğumun elinde tutarken ne hissediyor diye korkudan soramadım hiç. Âmâ her anını hissederek yaşadım minik elleri sıcaklığını mahsumiyetini hiç unutmadım. Çocuklar büyüdüler iş güç sahibi oldular. Ne hazindir ki. Unuttular o sımsıcak tutan ellerimizi.

temas ve tema...

Ayda bir haftada bir ya da hasta olduğumuzda hiç izin alamayan, zamanları olmayan çocuklarımız bir anada nasıl olduysa izin alıp başucumuzda oldular. Büyütüp adam ettiğimiz üzerine titrediğimiz çocuklarımızın gözünde bir yabancıya dönüştük. Her sabah akşam karda kışta köpeğini gezdiren çocuklarımız, ellerinde poşet ile köpeklerinin bokunu yerden toplayıp gezerken. Yatalak anne babasının altını temizlemekten gocunur hale geldiler. Bu sonu bizmi hazırlarız doğanın gereğimdir bilemedik.

19


Sinemanın doğduğu yıllarda ses, sinemaya dâhil değildi. Filmlerin gösterildiği salonlardaki makine gürültüsünü saymazsak elbette! Seyirciler büyülenmiş halde filmi izlerken bu gürültünün farkına bile varmıyorlardı muhtemelen. İşte durum bu iken, müzik giriverdi sinemaya. Evet müzik insan sesinden önce girmiştir sinemaya. Filmler gösterilirken perdenin önünde bir orkestra duruyordu ve sahnenin duygusuna göre müzik parçalarını doğaçlama çalarak seyircinin algısını da yönlendiriyordu. Belli sahneler için seçilen müziklerle izleyiciler; gülmesi, duygulanması ya da korkması gereken yeri anlıyordu. Sinema ve müzik ilişkisi denilince dünyada akıllara ilk gelen isimlerdendir Ennio Morricone. 1928’de Roma’da doğan usta besteci Morricone, 20. yüzyılının en tanınmış ve eleştirel takdir görmüş film müzisyenlerindendir. Müziklerini yaptığı film ve televizyon dizilerinin sayısı 500’ü geçer. Usta, özellikle kovboy filmlerine yaptığı müziklerle bilinir. Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Sergio Leone’nin Dolar Üçlemesi [Bir Avuç Dolar, 1964; Birkaç Dolar İçin, 1965; İyi, Kötü ve Çirkin, 1966] için yaptığı müzikler, tüm sinemaseverlerin hâlâ belleğindedir mesela. Sanırım Ennio Morricone’yi ölümsüz kılacak ezgilerden biri de, 1984 yapımı Bir Zamanlar Amerika filmine yaptığı müziktir. Yönetmen koltuğunda yine Sergio Leone’nin oturduğu film, New Yorklu 4 Yahudi gangsterin çocukluklarından başlayarak hayatlarını anlatır. Amerika’da bir zamanlar yürürlükte olan içki yasağının etkisi de görülmektedir bu filmde. Robert De Niro’nun ayakta alkışlanacak performansıyla taçlanan filmin soundtrack albümü, dünyanın en iyi soundtrack albümlerinden biri olarak görülüyor. Dünya sinemasında olduğu gibi Türk sinemasında da müzikleriyle bütünleşmiş, müzikleriyle hatırlanan, müzikleriyle ölümsüzlüğü yakalayan filmler vardır ve bu filmlerin büyük çoğunluğunun müziklerini Cahit Berkay yapmıştır. İnternette kısa bir araştırma yaparsanız, Berkay’ın 200’e yakın film, dizi ve belgesel müziğine imza attığını hayranlık ve şaşkınlıkla görürsünüz. En bilinenleri Selvi Boylum Al Yazmalım, Devlerin Aşkı, Bodrum Hakimi, Dila Hanım, Çiçek Abbas gibi film müzikleri olsa da, aslında hemen hemen hepsine bir kulak aşinalığımız vardır.

Olcay Bağır

20

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

SİNEMA VE MÜZİK

Sinema ve...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SANIRIM ENNIO MORRICONE’YI ÖLÜMSÜZ KILACAK EZGILERDEN BIRI DE, 1984 YAPIMI BIR ZAMANLAR AMERIKA FILMINE YAPTIĞI MÜZIKTIR.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

CAHIT BERKAY, ANADOLU ROCK GEÇMIŞI, TÜRK ROCK MÜZIĞINE KATKILARI VE EMEKLERI OLMASAYDI BILE SIRF YAPTIĞI FILM MÜZIKLERIYLE ÖLÜMSÜZLÜĞÜ HAK EDIYOR OLURDU. FILM FESTIVALLERIMIZDEN BIRI, FILM MÜZIĞI DALINDAKI ÖDÜLÜNÜN ADINI, “CAHIT BERKAY EN İYI FILM MÜZIĞI ÖDÜLÜ” OLARAK DEĞIŞTIREMEZ MI? ELBETTE YAPAR. YAPILACAKTIR DA. AMA ÖNEMLI OLAN BUNU, “O” ÖLMEDEN YAPMAK SANIRIM. USTAYA UZUN ÖMÜRLER DILEYEREK BITIRELIM…

müzik...

21


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Editörün Seçtiklerinden...

Eski punk’lardan kim kaldı? Tabii ki punkşinas Savaş Çağman. Bugüne kadar Ankara’dan Istanbul’a önemli mekanlarda sahne almış, ilk albümünde Erkan Oğur ile çalışmış; Brenna MacCrimmon’a beste vermiş; kaydettiği dokuz stüdyo albüm ile Naim Dilmener, Sevin Okyay, Murat Meriç gibi eleştirmenlerden tam not almış; kurmuş olduğu topluluklarla yurtiçi ve yurtdışı albümler yayınlamış Savaş Çağman şehre ve sahnelere geri döndü! Şubat ayında Bahar sahnesinde ağırlamaktan onur duyduğumuz müzisyenin repertuarında 70’ler 80’ler ve 90’ların gizli kalmış hitleri yer alırken, Istanbul şehir müziğinden, Anadolu halklarına, Doğudan Batıya, kantodan tangoya, roman havasından film müziklerine dokunduğu tüm repertuarlardan çok dilli, çok kültürlü bir eğlenceye ek olarak kendi bestelerini de çalarken; siz dinleyicilerdeki ışığı görmesi halinde Bahar’ı naçizane bir kabareye dönüştüreceğinin sözünü de aldık. Siz de bu şovda yerinizi hemen alıp, masalar tükenmeden rezervasyonunuzu yaptırınız!

ESKI PUNK’LARDAN KIM KALDI?

22


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

23

çok sesli çok kültürlü

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

özgürlük...

ANTONIN ARTAUD; [D. 4 EYLÜL 1896, MARSILYA – Ö. 4 MART 1948, IVRY-SUR-SEINE, FRANSA], GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞÜN KURAMCILARINDAN OYUN YAZARI, ŞAIR VE OYUNCUDUR. KLASIK “BURJUVA” TIYATROSUNUN YERINE, BILINÇALTININ ÖZGÜRLEŞMESI VE INSANIN KENDINI ANLAMASI IÇIN ILKEL BIR AYIN NITELIĞINDEKI KENDI YARATTIĞI VAHŞET TIYATROSUNU KOYMAYA ÇALIŞMIŞTIR.

Antonin Artaud

SÜRREALIST DEVRIM, NO.3, 15 NISAN, 1925

24


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

protesto ediyoruz...

Baylar, Hukuk ve gelenek, sizlere insan aklını değerlendirme hakkı tanıyor. Bu muazzam ve haşmetli yetkiyi muhakeme yeteneklerinizle kullanmanız gerekmektedir. Lütfen gülmeme izin verin. Uygar toplumların, alimlerin ve yöneticilerin bu bönlükleri, psikiyatriye sonsuz bir doğaüstü bilgelik ihsan ediyor. Mesleğinizin konumu önceden karara varmakla ödüllendiriliyor. Burada biliminizin geçerliliğini de, akıl hastalığının varlığına dair şüpheleri de tartışma amacımız yok katiyetle. Fakat, akıl ile maddenin arasındaki karışıklığın at koşturduğu yüz tane afra tafralı patolojik tanıdan, hâlâ kullanıldığı belirsiz yüz tane sınıflandırmadan kaç tanesinde, sizin bir çok esirinizin yaşadığı aklın dünyasına yaklaşmak için içtenlikle çaba gösterilmiştir? Örneğin, sizden kaç kişi bir şizofrenin kendisine dadanmış rüyaları ya da imgelerinin karmakarışık bir kaç kelimesinden yakın? Çok az kişiye nasip olacak bir görev için sizi eşit bulmamamız şaşırtmıyor. Fakat sizi, darkafalı ya da değil, sadece belirli insanlara verilen bu yetkiyi, araştırmalarını aklın tahakkümünü müebbet hapisle cezalandırmayı tüm coşkunluğumuzla protesto ediyoruz.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

FAKAT SIZI, DARKAFALI YA DA DEĞIL, SADECE BELIRLI INSANLARA VERILEN BU YETKIYI, ARAŞTIRMALARINI AKLIN TAHAKKÜMÜNÜ MÜEBBET HAPISLE CEZALANDIRMAYI TÜM COŞKUNLUĞUMUZLA PROTESTO EDIYORUZ.

HEM DE NE HAPIS! HEPIMIZ BILIYORUZ KI –HAYIR, Tımarhaneler, akıl hastaneleri olmaktan uzak, yatanların bedava ve kullanışlı işgücü sağladığı ve vahşetin tek kural olduğu, sizlerin de buna izin verdiğiniz korku dolu hapishaneler. Bilim ve adalet kisvesi altındaki bir tımarhane, kışlalarla, hapishaneyle ya da köle kolonisiyle karşılaştırılabilir ancak. Keyfe keder mahpusluğa dair bir şüpheyi de dile getirmiyoruz burada. Böylece sizleri telaşlı inkar derdinden korumuş oluruz. Fakat kesinlikle belirtiyoruz ki, resmi tanımla deli diye tanımlanmış olan hastalarınızdan birçoğu keyfe keder içeride tutulmaktadır. Hezeyanın serbest gelişmesine her türlü müdaheleyi protesto ediyoruz. Hezeyan da insana ait diğer tüm fikir ve davranışlar kadar makul ve meşrudur. Anti-sosyal eylemlerin baskı altına alınması prensip olarak kabul edilemez olduğu gibi saçmadır da ayrıca. Çünkü nütün bireysel eylemler anti-sosyaldır. Hepsinden öte, deliler toplumsal diktatörlüğün bireysel kurbanlarıdır. Özellikle insana ait olan bireysellik adına, duyarlılıktan hüküm giymiş tüm bu kişilerin özgürlüğünü talep ediyoruz. Hiçbir kanunun düşünen ve eyleme geçen insanlar kadar güçlü olmadığını sizlere bir kez daha hatırlatırız. Bir kısım delinin tezahürlerinin muhteşem biçimde coşkulu mizacına değinmeden kendilerini takdir etmiş olamayız. Basitçe belirtmek isteriz ki, onların gerçeklik konsepti de, davranışlarının doğurduğu sonuçlar da tamamen yasaldır. Yarın sabah turunuzu atarken şunu asla unutmayın: Dillerini bilmeden konuşmayı denediğiniz tüm o insanlara karşı tek avantajınız, kabul edin ki, elinizdeki güçtür.

25


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

BEN DE BÜYÜYEMEDIM...

Bülent Çiftçi

telaş...

26

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

övgü; ama...

YAŞATAMADIM DA...

27

Öldürebileceğim yaşa geldiğimde hala hayatta olsaydı babamı ben öldürürdüm. Yaşatabileceğim yaşta hastalansaydı onu hayatta tutmak için elimden geleni yapardım. Onu yitirdiğim yaşım, kabuğumun tutmaya başladığı yaşımdı. Tutar tutmaz soyulup canımı yakan bir kabuktu. Hiçbir zaman yaram bütünleşmedi… Babamı öldüremedim. Yaşatamadım da. Ben de büyüyemedim.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

feminizm...

28

Giriş 13. Istanbul Bienali, doğrudan bir kamusal alan yaratma gayesi ile kamusal alanın toplumsal mücadele açısından gücüne odaklandığını ispat etmek istercesine kapılarını ilk defa herkese ücretsiz olarak açmıştı. İki yıllık hazırlık süresi içerisinde Gezi Direnişi ufuk açmış, bienale şekli verilirken sanatın üretildiği yerin toplumsal bağlamından koparılamayacağı fikri galip gelmişti. Bienalin kavramsal çerçevesi böylece şekillenmiş, çağdaş sanat açısından kültürel altyapının yetersiz olduğu coğrafyamız yeni sanatçılarla tanışmıştı. Bienale yönelik eleştirilerin temelinde kapitalist kültür mekanizmalarının bünyesinde gerçekleştirilen muhalefetin özgünlüğünün burjuvazinin himayesinde olduğu fikri yatmaktaydı. Sermaye sahte katarsis etkisi ile sanatsal başkaldırıyı sağaltacak, eleştiriyi kapsayarak yok edecekti. Gerçek sanat, Gezi’nin ateşi ile artık sokaklardaydı. Her ne kadar sermaye ile görünmez bir işbirliği içerisinde olsa da bienal sayesinde bir çok çağdaş sanatçı ile tanıştığımız da bir gerçek. Bu sanatçılardan biri de Jananne Al-Ani’dir. Jananne Al-Anı 1966 yılında Kerkük’te doğan Janenne, ByamShaw Sanat Okulunu bitirmesinin ardından Royal College of Art’da master yapmış, Londra’da yaşayan ve Londra Sanat Üniversitesinde akademisyenlik yapan bir kadın. Daha çok fotoğraf ve video işleri olan sanatçı; tanıklığın gücünden, belgesel geleneğinden, samimi hatıraları irdelemek yoluyla varlığı ve yokluğu incelemekten, tarihi olayların resmi hesaplarını aramaktan ilham alıyor. Batı medyasının Orta Doğu’yu betimleyiş biçimini çarpıtıcı bulduğu için Gölge Bölgeler II adlı eserinde bölgeyi geçmişi, geleceği ve halkı olmayan bir yer olarak gösterirken savaş araçlarını kullanan Janenne şunları söylüyor: “Dijital teknolojinin 1991 Çöl Fırtınası harekatında yaygın kullanımısavaş taktikleri tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu ve bu tarihten sonra savaşa bakış değişti. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sadece birkaç saat sonra, Batı’nın medya makinesi güçlerini harekete geçirmiş ve bakışlarını kararlılıkla bölgeye çevirmişti. Bu medya, bölge halkını, kültürünü ve en önemlisi bölgenin coğrafi yapısını resmediş biçimiyle, 19. yüzyılın

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Abdulhalim Karaosmanoğlu

FEMİNİST SANATA YAMUK PERSPEKTİFLE BAKMAK

Araplarla ve çölle ilgili kalıplaşmış Oryantalist imgelerinin Batı’nın bilincinde hala son derece yerleşik olduğunu gösterdi. Savaşın gerçekleştiği yer bir çöl, yani ne bir tarihe ne de bir halka sahip bir mekan olarak sunulacaktı. Boş bir mekandı burası. El değmemiş bir tuval…” Eseri ilk izlediğinizde, sanatçının izleyiciyi Tanrı olarak konumlandırdığını düşünüyorsunuz. Bir süre izledikten sonra bir savaş aracının içerisinde hapsedildiğinizi fark ediyorsunuz. Bu boş tuvali bombalayan Tanrı mı, yoksa barış için savaşan Tanrı’nın askerleri mi? Nasıl bakmalıyız? Perspektif Batı uygarlığında görselliğin merkezi olduğu söylenir. Aydınlanma projesi, dünyaya ait bilgilere dolayımsız olarak ulaşabileceğimizi söyler. Bilimsel gözlemle hakikate ulaşabileceğimiz, karanlıkta olanı aydınlığa çıkarabileceğimiz söylenir. Bu yaklaşımın sanattaki yansıması perspektif tekniğidir. Perspektif, Rönesans öncesinde de var olan, ama gerçekliğin taklit edilmesi nedeniyle kullanılmayan bir yöntemdi. Çizgisel perspektif bize tek bir bakış açısı sunmaktadır. Bu durumun felsefedeki yansıması Kartezyen’dir.


PERSPEKTIF, RÖNESANS ÖNCESINDE DE VAR OLAN, AMA GERÇEKLIĞIN TAKLIT EDILMESI NEDENIYLE KULLANILMAYAN BIR YÖNTEMDI.

YAPI SÖKÜMCÜLER, GERÇEKLIĞIN ÇEŞITLI OLDUĞUNU REDDEDIP, BIR KURGU OLDUĞUNU IDDIA EDERLER. ONLARA GÖRE TEMSIL DÜNYA HAKKINDA BILGI ÜRETMEK IÇIN GÖRSELLIĞI KULLANMAKTIR. BU BAĞLAMDA [1] YANSITMACI YAKLAŞIMA GÖRE GÖRÜNTÜ GERÇEKLIĞI YANSITIR. [2] AMAÇÇI YAKLAŞIMA GÖRE GÖRSEL OLAN SANATÇININ BAKIŞ AÇISINI YANSITIR, DILIN TOPLUMSAL YÖNÜ GÖRMEZDEN GELINIR. [3] INŞACI YAKLAŞIMA GÖRE ANLAM DIL IÇINDE KURULUR, BÖYLELIKLE ŞEYLERIN TOPLUMSAL YÖNLERI ORTAYA ÇIKAR.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Kartezyen perspektifte izleyici / gözlemci dünyanın bilgisine oturduğu noktadan erişebilmektedir. Öznenin, üstün olana –Tanrısala- dair bilgiye erişebileceği varsayılmaktadır. Kübizm, bu bakış açısına karşı çıkıp, yapı söküme uğratmıştır. Kartezyen bakış açısına karşı çıkan bir başka sanat anlayışı da performans sanatıdır. Kartezyen bakış, özneleri nesnelere çevirmekteydi. Kartezyen göz, Batılı, beyaz, erkek ve heteroseksüeldi. Bu bakış açısına sahip erkekler sanat eserlerinde aşkın varlıklar olarak konumlanırken, feminist performanslar kadınlar ancak nesne olarak konumlanmaktaydılar. Performans sanatı, Kartezyen düşüncenin dayattığı özne/nesne ilişkisini yapı söküme uğrattı. Kartezyen göze feminist eleştiri, 1970’lerde erkek özneyi görmenin merkezine yerleştirilmesinin reddedilmesi ile ortaya çıktı. Geleneksel yaklaşım kültürü yüksek ve aşağı olmak üzere iki kategoriye ayırsa da kültürün sabit bir şey olmadığını savunan kültürel çalışmalar alanı bu kategorizasyonu reddeder. Görsel kültür çalışmaları sanat tarihi analizine de karşıdır, politik analizler yapılmasını savunur. Çünkü görsel olan, görsel olmayanı temsil eder. Bir sanat eserini incelediğimizde toplumsal bir kuramı tartışıyoruzdur. Yapı sökümcüler, gerçekliğin çeşitli olduğunu reddedip, bir kurgu olduğunu iddia ederler. Onlara göre temsil dünya hakkında bilgi üretmek için görselliği kullanmaktır. Bu bağlamda [1] yansıtmacı yaklaşıma göre görüntü gerçekliği yansıtır. [2] amaççı yaklaşıma göre görsel olan sanatçının bakış açısını yansıtır, dilin toplumsal yönü görmezden gelinir. [3] inşacı yaklaşıma göre anlam dil içinde kurulur, böylelikle şeylerin toplumsal yönleri ortaya çıkar. Jananne’nin perspektifi şüphesiz ki cinsiyet körüdür. Tıpkı Tanrı’nınki gibi… Farklı Bir Görme Biçimi Olarak Yamuk Bakmak Görme konuşmadan önce gelir. Çocukken konuşmayı öğrenmeden önce bakmayı öğreniriz. Bu nedenle görme, sözcüklerden önce gelir. Dünyadaki yerimizi görerek buluruz. Dünyayı sözcüklerle anlatsak da her akşam güneşin batışını gözlerimizle görürüz. Gördüğümüz şey aslında dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunun bilgisidir ama bu bilgi ile gördüklerimiz uymamaktadır. Düşündüklerimiz ya da

kartezyen...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

29


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

Lacancılık...

30

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları ortaçağda ateşin bugünkünden değişik bir anlamı vardı. Sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkimede bulunma sorunu değildir. Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakma ise bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne ulaşabileceğimiz alana getirilmiş olur. İmge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş, ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan kopmuş ve saklanmış bir görünümdür. Her imgede bir görme biçimi yatar. Bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz görme biçimimize bağlıdır. İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri canlandırmak için yapılmıştı. Zamanla imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı. Böylece imge bir nesnenin ya da kişinin bir zamanlar başkalarınca nasıl göründüğünü anlatmaktadır. Perspektif geleneğinde her şey bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenir. Geleneklere uyularak bu görünüşlere gerçek denmiştir. Perspektif tek bir gözü, görünen nesneler dünyasının merkezi yapar. Her şey sonsuzluktaki kayma noktası gibi gözün üstünde toplanır. Görünenler dünyası seyirciye göre bir zamanlar evrenin tanrıya göre düzenlendiği biçimde düzenlenmiştir. Berger’e göre Fotoğraf makinası bu algıyı yıktı, çünkü onunla anlık görünümler birbirinden ayrıldı, böylece imgelerin zamana bağlı olmadıkları fikri yok oldu. Makine, geçen zaman kavramının görünen şeylerin algılanışından ayrılamayacağını gösterdi. Görüşümüz neyi nerede gördüğümüzle bağlıydı. Gördüğümüz şey de zaman içinde bulunduğumuz duruma bağlıydı. Her şeyin kayma noktası olarak kabul edilen insan gözü üzerinde toplandığını düşünmek artık imkansızdı. Bir şeye doğrudan bakarsak, onu gerçekte olduğu gibi görürüz. Ama arzu ve endişelerin karıştığı “yamuk bakış”, bize çarpık, bulanık bir görüntü verir. Bir şeye dosdoğru ve nesnel biçimde bakarsak şekilsiz bir noktadan başka bir şey göremeyiz. Nesne ancak ona belli bir açıdan, arzunun nüfuz ettiği ve çarpıttığı şahsi bir bakışla baktığımız sürece açık seçik özellikler kazanır. Lacancı “gerçekteki bilgi” kavramı, ilk bakışta günlük deneyimden uzak bir abartı gibi görünür. Doğanın kendi yasalarını bildiği ve ona göre


davrandığı abestir. Tıpkı çizgi film örneğindeki gibi: Kedi ileride bir uçurum olduğunu fark etmeden çılgın gibi fareyi kovalar, ama ayaklarının altındaki zemin ortadan kalktığı zaman bile kedi düşmez, fareyi kovalamayı sürdürür ve ancak aşağıya bakıp, havada yürüdüğünü gördüğü zaman düşer. Sanki gerçek uyması gereken yasaları bir anlığına unutmuş gibidir. Kedi aşağıya baktığında gerçek yasaları hatırlar ve ona göre davranır.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

sayılan bu kadınların izlerini sürebiliyor, neden yaşamamış sayıldıkları üzerine düşünüyoruz. Feminist eleştiri, kadınların ve erkeklerin ürettiği sanat yapıtları, kurduğu sanat ortamları, tarihselleştirdiği üretim kesitleri üzerinden, kadınlarla erkekler arasındaki ayrımın nedenlerini sorgular. Kadınlığın everensel bir kategori olup olmadığını, kadınlara özgü bir estetikten söz edilip edilemeyeceğini irdeler.

İMGE, YENIDEN YARATILMIŞ YA DA YENIDEN ÜRETILMIŞ, ILK KEZ ORTAYA ÇIKTIĞI YERDEN VE ZAMANDAN KOPMUŞ VE SAKLANMIŞ BIR GÖRÜNÜMDÜR. HER IMGEDE BIR GÖRME BIÇIMI YATAR. BIR IMGEYI ALGILAYIŞIMIZ YA DA DEĞERLENDIRIŞIMIZ GÖRME BIÇIMIMIZE BAĞLIDIR. İMGELER BAŞLANGIÇTA ORADA BULUNMAYAN ŞEYLERI CANLANDIRMAK IÇIN YAPILMIŞTI. ZAMANLA IMGENIN CANLANDIRDIĞI ŞEYDEN DAHA KALICI OLDUĞU ANLAŞILDI. BÖYLECE IMGE BIR NESNENIN YA DA KIŞININ BIR ZAMANLAR BAŞKALARINCA NASIL GÖRÜNDÜĞÜNÜ ANLATMAKTADIR. Zizek’e göre, eril ve dişil sadece antropolojiyi ilgilendirmez. Evrenin yapısını bu kutuplaşma belirler. Evren hakkındaki bilgimiz, gerçeği simgeselleştirme biçimimiz her zaman dilin kendisine özgü paradokslarla bağlantılıdır, onlar tarafından belirlenir. Eril ve dişil ayrımının olmadığı bir dilin imkansız oluşu, simgeleştirmenin tanımı gereği belli bir merkezi imkansızlık etrafında, bu imkansızlığın yapılaştırılmasından başka bir şey olmayan bir çıkmaz etrafında yapılaşmış olmasıdır. Simgeleştirmenin bu temel çıkmazından atomaltı fiziği bile kaçamaz. Sanat Tarihinin Feminist Eleştirisi Bu noktada devreye giren Feminist sanat tarihi eleştirisi, kadın bedeninin seyirlik bir nesne haline getirilişini dünyanın en doğal durumu gibi sunan bir tarihin cinsiyet ayrımcı bakışını ortayı koymayı amaçlamış ve bunu başarmıştır. Feminist eleştirinin meselesi yalnızca tarihin görmezden geldiği kadın sanatçıları yeniden keşfetmek ve onları erkek egemen sanat tarihi içerisine eklemlemek değildir. Esas mesele, normal sayılan seçkileri şüpheli hale getirecek yeni stratejiler belirlemek ve yeni görsel okuma önerileri getirebilmektir. Yakın geçmişe kadar müze koleksiyonlarına ve sanat tarihi kitaplarına baktığımızda, tarih boyunca hiç kadın sanatçının yaşamamış olduğu, yaşamışsa da herhangi bir önemli sanatsal katkısı olmadığı kanısına varırdık. Kırk yıla yayılan feminist mücadelenin sonunda yaşamamış

eleştiri ve yöntem...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

31

Kadınlık deneyiminin sanatsal dışavurumlarında yalnızca doğanın değil, toplumun izlerini arar. Sanat yapıtlarında açığa vurulan tarihsel kültürel kurgularla ve bunların neden/sonuçlarıyla ilgilenir. Kadınlığın mekanlarını araştırır, somut ve soyut sınırların yarattığı kültürel ve psikolojik algıların yaratım sürecindeki etkilerine bakar. Feminist perspektife dayalı sanat eleştirisi ve sanat tarihi geçtiğimiz otuz yılda ortaya çıkmış bir olgu. İlk kuşak, kadın olma halini ve deneyimini vurgularken, yetmişli yılların sonundaki ikinci kuşak, diğer disiplinlerdeki feminist eleştiriden etkilenerek, sanat üretimini, sanata değer biçen ölçütleri, sanatçının rolünü sorgulayarak hem sanata hem de kültüre yönelik bir eleştirinin doğmasını sağladı.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

her bakış bir perspektif sağlar...

Feminist eleştiri sonrasında sanat tarihindeki değişimi görmek için geleneksel sanat tarihi kitaplarının yeni baskılarına, müze koleksiyonlarına ya da bugünlerde gerçekleşmekte olan Jananne Al-Ani’ninki gibi sergilere bakmamız yeterlidir.

32

Sonuç Yerine Leviathan gün be gün büyürken, iktidar da her hücreye sızdığı gibi sanatı da ele geçiriyor. Bize düşen; olanca gücüyle direnen Jananne Al-Ani gibi kadın sanatçıların eserlerine tanrı gibi yukarıdan bakmak değil, hakikati görebilmek için yamuk bakmaktır.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

çok sesli çok kültürlü

33

Seçili Kaynakça Slavoj Zizek; Yamuk Bakmak; Metis Yayınları John Berger; Görme Biçimleri, Metis Yayınları Der. Ahu Antmen; Sanat/Cinsiyet; İletişim Yayınları


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

empire...

34

Tarihler 18 Aralık 1917’yi gösterdiğinde ABD Senatosu On Sekizinci Anayasa değişikliğiyle alkolün yasaklanmasını teklif etti.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

boardwalk

Prohibition era, bir diğer adıyla yasaklama dönemi, Amerika’da 1920 ile 1933 yılları arasında uygulanan içki yasağı dönemine verilen addır.

BOARDWALK EMPIRE

35

1922 yılında [yani yasaktan 2 yıl sonra], sadece New York şehrindeki yasadışı organize teşkilatlarının sayısı 5000 idi, bu sayı 5 yıl içerisinde 6 katına çıktı ve 1927 yılında bu teşkilatların sayısı 30.000’e ulaştı hatta geçti.

Yüz yıl önce bugünlerden bir foto, History Channel tarafından günyüzüne çıkarıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1920 yılında yürürlüğe giren yasa ile sarhoş edici tüm içeceklerin üretimi, satışı ve taşınması resmi olarak yasaklandı. Fakat bu yasaya rağmen, teetotalizm denen alkollü içecek kullanmama veya kullanmamaya özendirme ile ilgili davranış yaygınlaşamadı. Aksine, alkol ticareti merdiven altına ve yer altına indi. Amerikan halkları, modern yaşama tahammül edebilmek adına, sağlıklı olmayan ürünleri kaçakçılardan, haraççılardan ve benzeri organize suç örgütlerinden temin etti. 13 yıl süren bu karanlık dönemi anlatan, Martin Scorsese’nin yönettiği Altın Küre ödüllü dizi Boardwalk Empire’ı izleme listenize almanızı öneririz…


artık...

36

BEN, ŞEYTAN

Orhan Pamuk

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Zeytinyağında kızarmış kırmızı biberin kokusunu, şafak vakti durgun denize yağan yağmurları, açık pencerenin kenarında bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim. Kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmanı. Ama bu akşam, bu kahvehaneye nakkaş ve hattat kardeşlerimi bazı dedikodular, yalanlar, söylentiler yüzünden uyarmaya geldim. Elbette, ben söyledim diye tam tersine inanmaya hazır olduğunuzu biliyorum. Ama benim söylediğimin tam tersinin her zaman doğru olmadığını sezecek kadar da akıllı ve kanmasanız da söylediğim her şeye ilgi duyacak kadar da hassassınız: Kuranı Kerim’de elli iki kere geçen adımın, en çok anılan adlardan biri olduğunu bilirsiniz. Peki, Allah’ın kitabından, Kuranı Kerim’den başlayalım. Orada hakkımda söylenenlerin hepsi doğrudur. Bunu söylerken bir alçakgönüllülük ettiğim bilinsin isterim. Çünkü bir de üslup meselesi var. Kuranı Kerim’in beni aşağılayışı bana hep acı verdi. Bu acı benim hayat tarzımdır. Bunu tartışmıyorum. Evet, biz meleklerinin gözleri önünde Allah insanı yarattı. Sonra bizden ona secde etmemizi istedi. Evet, Araf suresinde yazıldığı gibi bütün melekler secde ederken ben itiraz ettim. Adem’in çamurdan, benim ise, çok daha üstün bir madde olduğunu hepinizin bildiği ateşten yaratıldığımı hatırlattım. İnsana secde etmedim. Allah da beni “mağrur” buldu. “Cennet’ten in,” dedi. “Orada büyüklük taslamak senin haddin değil.”

“KIYAMETE, ÖLÜLER DIRILENE KADAR YAŞAMAMA IZIN VER,” DEDIM. VERDI. BEN DE, BÜTÜN BU SÜREDE ONA SECDE ETMEDIĞIM IÇIN CEZALANDIRILMAMA SEBEP OLAN ÂDEM’IN SOYUNU, YOLDAN ÇIKARACAĞIMI SÖYLEDIM. O DA, YOLDAN ÇIKARDIKLARIMI CEHENNEM’E YOLLAYACAĞINI SÖYLEDI. BUNLARI KARŞILIKLI YAPMAYA DEVAM ETTIĞIMIZI BILIYORSUNUZ. BU KONULARA EKLEYECEK ÇOK FAZLA BIR ŞEYIM YOK. BAZILARI, O SIRADA YÜCE ALLAH ILE ARAMIZDA BIR ANLAŞMA YAPILMIŞ OLDUĞUNU ILERI SÜRDÜLER. Bu mantığa göre, ben yüce Allah’a kullarını sınamak için yardımcı oluyor, onların aklını çelmeye çalışıyordum: İyiler iyi karar verip yoldan çıkmıyor, kötüler nefislerine yenik düşüp günah işliyor, Cehennemi de boyluyorlardı. Herkes Cennet’e gidecekse kimse korkutulamayacağı, dünya ve devlet işleri yalnız iyilikle yürütülemeyeceği ve âlemde iyilik kadar kötülük, sevap kadar günah da gerekli olduğu için yaptığım çok önemliydi.


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Allah’ın düzeninin benim sayemde ve yüce Allah’ın [niye kıyamete kadar yaşamam için bana süre vermişti?] izniyle gerçekleştiği halde, benim “kötü” olmam, hakkımın hiçbir zaman teslim edilmemesi benim gizli açımdı. Benim hesabıma bu mantığı sonuna kadar götüren Hallacı Mansur, veya meşhur İmam Gazzali’nin kardeşi Ahmet Gazzali gibiler, demek ki, Allah’ın izni ve isteğiyle yapıldığına göre, aslında benim işlettiğim günahların da, Allah’ın istediği şeyler olduğunu, iyi ile kötü olmadığını, çünkü her şeyin Allah’tan geldiğini, hatta benim de Allah’ın bir parçası olduğumu yazıp söylemeye kadar vardırmışlardır işi. Bu akılsızların bazıları, haklı olarak, kitaplarıyla birlikte yakılıp öldürülmüşlerdir. Çünkü, tabii ki, iyi ve kötü vardır, bu ikisi arasında bir sınır çizmek hepimizin işidir, ben hâşa Allah değilim ve bu saçmalıkları da bu akılsızların kafasına ben sokmadım, onlar kendileri düşündüler. Bu da beni ikinci itirazıma getiriyor: Âlemdeki bütün kötülüklerin, ve günahların kaynağı ben değilim. Pek çok insan benim kışkırtmam, kandırmam, vesveselendirmem olmadan kendi hırsın, şehvetleri, iradesizlikleri, alçaklıkları ve çoğunlukla da aptallıkları yüzünden günah işliyorlar. Bazı okumuş yazmış mutasavvıfların, beni bütün kötülüklerden arındırma gayretleri ne kadar saçmaysa, her kötülüğün benden çıktığını sanmak da Kuranı Kerim’e o kadar aykırı. Müşterisini kazıklayıp çürük elmayı hileyle satan her manavı, yalan söyleyen her çocuğu, her dalkavukluk edeni, edepsiz hayaller gören her ihtiyarı, otuz bir çeken her oğlanı ben kandırmıyorum. Hatta, yüce Allah, bu son ikisinde beni anmalarına yol açacak bir kötülük bile bulamaz. Elbette vahim günahlar işlensin diye çok uğraşıyorum, ama ağzı açık esneyenleri, hapşıranları, hatta osuranları da benim kandırdığımı yazıyor bazı hocalar. Beni hiç anlamadıkları anlamına geliyor bunlar. Anlamasınlar, sen de onları daha kolay kandırırsın, diyebilirsiniz. Doğru. Ama benim de bir gururum olduğunu, zaten yüce Allah ile aramı bunun açtığını hatırlatmam gerekir. Her kılığa kolaylıkla girebildiğim, özellikle şehvet uyandıran güzel kadın olarak dini bütünlerin yoluna çıktığım on binlerce cilt kitapta kaç kere yazıldığı halde, buradaki nakkaş kardeşlerim beni niye hâlâ yüzü et benleriyle kaplı, eciş bücüş, boynuzlu ve kuyruklu bir korkunç mahluk gibi çizdiklerini açıklayabilirler mi? Asıl konumuza böylece geldik: Nakış. İstanbul sokaklarını dolduran ve sizleri daha sonra üzmesin diye adını anmayacağım bir vaizin kışkırttığı bir kalabalık, makam ile ezan okumanın, tekkelere toplanıp kucak kucağa zikredip çalgı eşliğinde kendinden geçmenin ve kahve içmenin Allah’ın sözüne aykırı olduğunu söylüyormuş. Bu vaizden ve kalabalığından korkan aramızdan bazı nakkaşlar, Frenk usullerince nakşetmenin benim işim olduğunu söylüyorlarmış, işittim. Bana yüzlerce yılda sayısız iftira edildi. Hiçbiri, hakikatten bu kadar uzak değildi. Her şeyin başına dönelim.

anladım...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

37

BU VAIZDEN VE KALABALIĞINDAN KORKAN ARAMIZDAN BAZI NAKKAŞLAR, FRENK USULLERINCE NAKŞETMENIN BENIM IŞIM OLDUĞUNU SÖYLÜYORLARMIŞ, IŞITTIM.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

secde etmek...

Herkes Havva’ya yasak meyveden yedirmeme takıldığı için bu başlangıcı unutuyor. Hayır, başlangıç yüce Allah’ın beni mağrur bulması da değildir. Her şeyin başlangıcında O’nun bana ve diğer meleklerine insanı gösterip secde etmemizi istemesi ve öteki melekler insana secde ederken çok yerinde bir kararla, BENİM İNSANA SECDE ETMEMEM var. Beni ateşten yarattıktan sonra, daha değersiz bir malzeme olan çamurdan yapılmış İNSANA SECDE ET demesi sizce yerinde mi?

38

BUNLARI HER ŞEYE MUKTEDIR YÜCE ALLAH DAHA IYI BILIR. AMA, INSANA SECDE ETMEYI REDDETMIŞ, BU YÜZDEN NE ACILAR, NE YALNIZLIKLAR ÇEKMIŞ, BU YÜZDEN ALLAH’IN GÖZÜNDEN DÜŞMÜŞ, KÜFÜRLER EDILMIŞ OLAN BENIM, BU RESIMLERIN FIKRINI VERDIĞIMI ILERI SÜRMENIN NE KADAR SAÇMA OLDUĞU ANLAŞILMIŞTIR SANIYORUM. Vicdanınızla söyleyin kardeşlerim? Peki, biliyorum, burada hiçbir şeyin aramızda kalmayacağını, O’nun her şeyi işiteceğini ve birgün de sizden hesabını soracağını düşünüp korkuyorsunuz. O zaman size o vicdanı niye verdi diye sormuyorum, korkmakta haklısınız, diyorum ve bu sorumu ve ateş-çamur ayrıntısını unutuyorum. Ama hiç unutmayacağım, evet gururla hatırlayacağım bir şey var: BEN İNSANA SECDE ETMEDİM. Oysa yeni Frenk üstatları, şimdi tam bunu yapıyorlar. Beylerin, papazların, zengin tüccarların ve hatta kadınların bile gözlerinin rengini, tenlerinin dokusunu, dudaklarının benzersiz kıvrımını, göğüslerinin arasındaki güzel gölgeye, alanlarındaki kırışıklara, parmaklarındaki yüzüklere, hatta kulaklarından fışkıran iğrenç kıllara kadar her şeyi olduğu gibi resmedip göstermekle yetinmiyorlar, sanki insan secde edilecek bir yaratıkmış gibi onları resimlerinin tam merkezine yerleştirip bu resimleri tapılacak put gibi duvarlara asıyorlar, insan, gölgesi bile bütün ayrıntısıyla resmedilecek kadar önemli bir mahluk mudur? Bir sokaktaki evler insanın gözünün yanlışlıkla gördüğü gibi gitgide küçülüyormuş gibi resmedilirse âlemin merkezine Allah değil, insan yerleştirilmiş olmaz mı? Bunları her şeye muktedir yüce Allah daha iyi bilir. Ama, insana secde etmeyi reddetmiş, bu yüzden ne acılar, ne yalnızlıklar çekmiş, bu yüzden Allah’ın gözünden düşmüş, küfürler edilmiş olan benim, bu resimlerin fikrini verdiğimi ileri sürmenin ne kadar saçma olduğu anlaşılmıştır sanıyorum. Bazı mollaların yazdığı, bazı vaizlerin söylediği gibi, bütün çocukların benim yüzümden otuz bir çektiğine, herkesi benim osurttuğuma inanmak bile daha mantıklıdır. Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum, ama sözüm kafası kendini gösterme hevesleri, şehvet ve para düşkünlüğü ve abuk sabuk tutkuları yüzünden her zaman bulanık olan insanlara değil! Sınırsız aklıyla beni yüce Allah anlar ancak: Meleklerini insana secde ettirerek onlara mağrur olmayı sen öğretmedin mi? Simdi de senin meleklerinden öğrendikleri şeyleri kendileri yapıyor, kendi kendilerine secde edip kendilerini âlemin merkezine yerleştiriyorlar. Herkes, senin en sadık kulların bile, Frenk üstatlarının tarzında resmedilmek istiyor. Bu kendine hayranlığın sonucu, yakında seni unutmaları olacak, bunu kendimi bilir gibi biliyorum. Üstelik, seni unutmalarının bütün suçunu yine bana atacaklar. Bütün bunlara sanıldığı kadar aldırmadığımı nasıl anlatabilirim size? Tabii ki yüzler-


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

ce yıldır acımasızca, taşlanmama, küfürlere, lanetlere, beddualara rağmen sağ salim ayakta durduğumu göstererek. Kıyamete kadar yaşama iznimi bana ulu Allah’ın verdiğini, bana olur olmaz küfür eden öfkeli ve yüzeysel düşmanlarım hatırlasalar hepimizin işi kolaylaşırdı. Onların ise, Allah’tan alabildikleri ömür altmış yetmiş yılı ancak geçer. Bari kahve içerek bunu uzatmaya çalışın, desem, aman Şeytan böyle istiyorsa tam tersini yapayım diye bazılarının hiç kahve içmeyeceğini ya da baş aşağı dikilip kıçına kahve döktürmeye çalışacağını da biliyorum. Gülmeyin. Düşüncelerin içeriği değil, biçimi önemlidir. Nakkaşın ne resmettiği değil, üslubu. Ama bunların da hiç belli olmaması gerekir. Son olarak bir aşk hikâyesi anlatacaktım, geç olmuş. Beni bu gece seslendiren üstat meddah, yarın değil, öbür gün, çarşamba gecesi duvara bir kadın resmi astığında bu aşk hikâyesini tatlı diliyle seslendirmeye söz verdi.

aşk hikayesi sonludur...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

39


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

FOLKLORİK GELECEK BJÖRK & KAWAKUBO

Çeviri: Abdulhalim Karaosmanoğlu

kültürel referanslar...

İçinde folklorik öğeler barındıracak bir geleceğin talebi içinde olan müzisyen Björk ile tasarımcı Kawakubo arasında geçen e-posta yazışmaları, Interview dergisinin 50. Yılı özel sayısında yayımlanmıştı. Bizler de gezegenin en yaratıcı iki insanının zihin açıcı muhabbetini Türkçeye kazandırmanın mutluluğunu yaşamaktayız.

40

BJÖRK: Sevgili Rei, bu sohbeti gerçekleştirdiğimiz için onur duyuyorum. Sen en çok ilham aldığım insanlardan birisin ve sonunda konuşabileceğimiz için çok heyecanlıyım. İkimizin ilgi alanlarının da ortak olduğunu düşünürken; bir nedenden dolayı kökler, folklor veya eksikliği üzerine odaklandım. 80’lerdeki bir röportajınızda Japon folklorik öğelerinden uzaklaşmayı tercih ettiğinizi söylenmiştiniz. Bu oldukça ilgi çekici. Çünkü ben Japon kültürü ile İzlanda kültürünü birbirine çok yakın buluyorum. Budizm ve Hıristiyanlık geldiğinde, diğer ülkelere göre daha az şiddet uygulandığını; şinto ve nordik mitoloji gibi daha önceki “pagan” inançların kapısının açık tutulduğunu düşünüyorum. Yani “medeniyet” denen şey icat edildiğinde, doğaya hala tam anlamıyla erişimimiz vardı. Yani bu iki şey arasında daha az suçluluk bağı vardı. İzlanda’da teknoloji ve doğa düşman değil, bir arada var olabiliyorlar... Ben sizin çalışmalarınızda mitoloji, doğa ve folklor hakkında ne hissettiğinizi merak ediyorum. KAWAKUBO: Doğadan veya doğal dünyadan hiçbir şekilde somut biçimde etkilendiğimi düşünmüyorum. Doğa olduğu gibi güçlüdür. Doğa aynı zamanda, “tasarlanması” gerekmeden, varlığı ile güçlüdür, ben de güçlü tasarımlar yapmaya çalışırım. Ama bu çok zor bir şey. Ben Japonya hakkında bilinçli düşünen hiçbir şey yapmadım. Her gün yeni bir şey, kültürel referansların ötesine geçen ve bulunduğum yerle ilgisi olmayan bir şey aramak için zaman harcıyorum.

DOĞA OLDUĞU GIBI GÜÇLÜDÜR. DOĞA AYNI ZAMANDA, “TASARLANMASI” GEREKMEDEN, VARLIĞI ILE GÜÇLÜDÜR, BEN DE GÜÇLÜ TASARIMLAR YAPMAYA ÇALIŞIRIM. AMA BU ÇOK ZOR BIR ŞEY. BEN JAPONYA HAKKINDA BILINÇLI DÜŞÜNEN HIÇBIR ŞEY YAPMADIM. HER GÜN YENI BIR ŞEY, KÜLTÜREL REFERANSLARIN ÖTESINE GEÇEN VE BULUNDUĞUM YERLE ILGISI OLMAYAN BIR ŞEY ARAMAK IÇIN ZAMAN HARCIYORUM.


BJÖRK: Anlıyorum… Tüm hayatım boyunca klişe ulusal amblemlerden kaçıyormuş gibiydim: İzlandalı kazak, viking şapkaları ve elfler ha ha ha ha ha. Dürüst olmak gerekirse, İzlanda’daki doğadan etkilendiğim en güçlü yol aslında romantik çiçekli bir yol değil. İzlanda’daki peyzajda neredeyse hiç bitki, insan ve çok fazla hayvan yok, en azından tehlikeli olanlar veya varlığınızı engelleyen herhangi bir hayvan yok. Diğer ülkelere, özellikle de şehirlere seyahat ettiğimde çok klostrofobik oluyorum ve normal yürüyüşlerimi şarkı söyleyerek yapamıyorum. Bir sürü müzisyen ve bestecinin, ses kirliliğinden uzaklaşmak için kırsal alanlara bir kurbağa gibi zıpladığını ama bu boş tuvalin içinde yitip gittiklerini görüyorum. Yani bunun görsel alanda çalışan sanatçılar için çare olmadığını fark ettim. Belki neden, kulakların ve gözlerin farklı çalışması kadar basittir. Ses bütün bir odayı okyanus gibi doldurur ama bir tablo veya heykeli yalnızca baktığınızda görürsünüz. Yani daha çok bir fikir haline geliyor. Bunların hepsi teori pek tabii. Peki ya siz, çalışma ve yaşam alanı gibi mekan konusu üzerine ne düşünüyorsunuz? Ne kadar ve ne tür bir alana ihtiyaç duyuyorsunuz? KAWAKUBO: Bu soru için çok teşekkür ederim. Sanatçıların mekanlarında nasıl çalıştığını ve bunun eserleri ile nasıl ilişkili olduğunu düşünmeyi çok ilginç buldum. Müzisyenler etraflarını nasıl duyuyor ve görsel sanatçılar gözlerini nasıl kullanıyor? Şüphesiz işlerini duyamıyorlar. Kendi işlerimi duyabilmeyi çok isterdim. Seksenlerde bir dergiye, alıncı hissin, tüm diğer beş duyunun toplamı olduğunu söylemiştim. Ama şimdi yeni bir şey bulmaya çalışırken gittikçe artan mücadelem, kafamda çok dolu olan alan haricide, herhangi bir fiziksel alanla ilgisiz bir durumda. İhtiyacım olan alan, elli yıllık deneyimimi yok edilebileceğim bir alan. Ancak mekanın kendisi önemlidir. Havanın serbestçe akmadığı çirkin bir alanda çalışmam veya çalışamam. Ayrıca sizin müziğinizin görsel bir yönü olduğunu düşünüyorum. Müziğiniz, videolarınızda nasıl göründüğünüzle çok ilişkili. Hepsi ayrılmaz bir bütünün parçaları. Bu durum benim için de geçerli. Ben de tasarım yaparken, düşüncemin hangi ortamda, hangi bağlamda, nereye gideceğini kontrol edemiyorum. Senin için de böyle mi: bütün, parça kadar önemli mi?

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

anlıyorum...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

41


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

MÜZIĞINIZ, VIDEOLARINIZDA NASIL GÖRÜNDÜĞÜNÜZLE ÇOK ILIŞKILI. HEPSI AYRILMAZ BIR BÜTÜNÜN PARÇALARI. BU DURUM BENIM IÇIN DE GEÇERLI. BEN DE TASARIM YAPARKEN, DÜŞÜNCEMIN HANGI ORTAMDA, HANGI BAĞLAMDA, NEREYE GIDECEĞINI KONTROL EDEMIYORUM. SENIN IÇIN DE BÖYLE MI: BÜTÜN, PARÇA KADAR ÖNEMLI MI? BJÖRK: Ha ha ha ha! “İhtiyacım olan alan, elli yıllık deneyimimi yok edilebileceğim bir alan.” Bu ifadenize bayıldım! Sanırım ben geçen süre zarfında, görsellik konusunda daha belirgin olmayı öğrendim. Yavaşça müziğimi görüntülerde ne şekilde temsil edebileceğimi keşfettim. Şimdi her yeni albümümde, çalıştığım görsel sanatçılarla paylaşabileceğim bir referans paletim var. Bu, duygular, dokular ve tınılardan oluşan çok sıkı bir renk paleti. Sanırım tam da bu yüzden haklısınız. Her albümün karakteri gerçekten de güçlü. Hatta benden bile daha güçlü. Ben de size tasarımlarınızda yarattığınız karakterleri sormak istiyorum. İşleriniz, kadınların aldatıcı ve “folklorik” olmasına izin verdiği gibi oldukça şakacı da. Eserleriniz, tipik batılı “uygar” kadın arketipinden oldukça uzak, daha cinsiyetsiz, hatta yeni bir tür gibi. Belki de bu günümüzün folklorudur. Yoksa geleceğin folkloru mu? KAWAKUBO: Giysi yapmayı düşündüğüm zaman, onları giymeyi veya birisi giydiğinde görüntünün ne olacağını düşünmüyorum. Onları bedenin veya kişinin kıyafetlerden ayrı olduğu yerde yaratırım. Daha sonra bunun sonucu olarak kıyafet olurlar.

imaj ve ideoloji...

42

TARTIŞMAK ISTEDIĞIM BAŞKA BIR KONU DA, TASARIMLARINI SEMT PAZARLARINDA SATIŞA SUNMANA HAYRAN OLUŞUM. BUNU DAHA ÖNCE MEDYADA SÖYLEDIM AMA BAKIŞ AÇINIZI DUYMAK ISTERIM.

BJÖRK: Bu muhteşem! Tartışmak istediğim başka bir konu da, tasarımlarını semt pazarlarında satışa sunmana hayran oluşum. Bunu daha önce medyada söyledim ama bakış açınızı duymak isterim. Bunu sadece başkalarının da kendi isimleriyle büyümesini arzulayan anaerkil vizyona sahip birisi yapabilirdi. Büyük erkek tasarımcıların başkaları için böyle bir şemsiye yaratmaya gayret ettiklerini hayal etmek bile zor… KAWAKUBO: Farklı imajları, hedefleri, kişilikleri ve karşıt stilleri bir araya getirmenin sonucundan zevk alıyorum. Hiçbir şeyin sonucunu düşünmek için hiç çaba harcamadım. Son 50 yılımın her günü tüm bunların birikimi olmuştur. Bu gerçekten de bir seçim değil. Farklı yaratıcı güçlerin bir araya gelmesindeki sinerji ve kaza olasılığı tüm taraflar için ilginç olan şeydir. Bilinçli bir gündem söz konusu değildir.


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

BJÖRK: Bu cevaba hayran kaldım! Ben de bu enerjiyle gelişiyorum. Üstelik bunun bencillikten çok uzak olduğunu söylemeliyim. Şunu da eklemeliyim ki, anaerkillik ve ataerkilliğin dualizmi kadar tehlikeli [elbette hiçbir şey o kadar siyah ve beyaz değildir] bir şey yoktur. Ancak erkek sanatçının egosu yüzyıllar boyunca asistanlarına, yardımcılarına ya da iş arkadaşlarına büyümek için fırsat vermedi. Onların isimlerini nadiren duyuyoruz. Durumu son derece basitçe ifade ettiğim için özür dilerim ama kabul etmenizi umduğum derin ve anlamlı bir iltifat sunma şansını yakaladım. KAWAKUBO: İltifatlardan her zaman rahatsız olduğum doğru. Ama size alçakgönüllü bir şekilde teşekkür ederim, gerçek bir sanatçısınız ve yürekten teşekkür ederim… Çalışmalarımın bir parçası olarak kelimeler her zaman küçüktü… Ben kısa ve güçlü mesajlardan hoşlanıyorum... Özellikle gazetecilere çok fazla şey söylemek istemiyorum. Kadın olmanın işimi nasıl etkilediğinin bilincinde olmadım. Tabii ki herhangi bir tür ayrımcılığı sevmiyorum ve Japonya’da bir iş kadını olmak da hiç bu kadar kolay olmamıştı, ama düalizm hakkındaki görüşünüz çok ilginç… Bence sadece erkek veya kadın olmanın ötesine geçmeliyiz. Saf yaratılışın en iyi ve gerçek özgürlüğüne; sağ ve sol, sağ ve gerçek, gerçek ve gerçek dışı, erkek ve kadın vb. kalıpların dışına taşılabildiğinde varılabilineceğini düşünüyorum. BJÖRK: Yüzde milyon katılıyorum!!! KAWAKUBO: Şaşırtıcı derecede derin düşüncelere sahip sorularınız için size teşekkür etmek istiyorum. En derin saygılarımla. BJÖRK: O şeref bana ait. Saygı ve şükranlarımla…

Kaynak: www.interviewmagazine.com

yakın zamanda...

KADIN OLMANIN IŞIMI NASIL ETKILEDIĞININ BILINCINDE OLMADIM. TABII KI HERHANGI BIR TÜR AYRIMCILIĞI SEVMIYORUM VE JAPONYA’DA BIR IŞ KADINI OLMAK DA HIÇ BU KADAR KOLAY OLMAMIŞTI, AMA DÜALIZM HAKKINDAKI GÖRÜŞÜNÜZ ÇOK ILGINÇ…

43


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

YILIN EN İYİ ALBÜMÜ / #1 / JAY JAY JOHANSON / KING CROSS

Editörün Seçimi

kings cross

44

İsveç’in naifliği sesine yansımış, melankolik müzisyeni Jaje, havaların sertçe soğumaya başladığı günlerde, sırtımıza depresyon hırkası veriyor. 1996 tarihinde kaydettiği debutu Whiskey ile bütün nitelikli müzik eleştirmenleri tarafından yılın -ve hatta on yılın- en iyi albümlerinden birine imza attığı söylenen Jaje, çıtayı bir hayli yükseltmiş, buna rağmen hiçbir zaman milyon takipçili ilgi budalası instagram fenomenlerinden olmadan sanatını icra etmişti. Müzisyenin onüçüncü albümü olan King Cross, onun en iyi işi olan Poison kadar başarılı. Duyguları kadın gibi düşünerek kavrayan şarkı sözlerinin hakim olduğu albüm King Cross’a solist Jaje’in nefes alış verişleri, dokunsanız kırılacak gibi duran ıslak vokali, sözleri tane tane, ipe inci dizer gibi söylemesi, arada bir patlayan gitar slide’ları, huysuz davul vuruşları ve uçurumdan aşağı iten piyano nağmeleri hakim. Albümün sound’undan kısaca bahsettiğimize göre, asıl meseleye; albümün dinleyicide yarattığı hisleri anlatmaya gelelim: Kara sevdaya kapılmış bir halde, evde tek başına, hüzünle kahvenizi yudumlayıp, derin düşüncelere dalmışken fonda dönen King Cross ile ilk aşk travmanızı düşünüp, ruhunuzu deşiyorsunuz. Kulağınız, karşılıksız –ama koşulsuz- aşk hakkında aydınlatıcı sonsuz gerçekliklerden bahseden şarkı sözlerinde. Karanlık ile aydınlığın ideal dengesine ulaşmış müzisyen dinleyiciyi zen bir moda sokuyor. Acıdan mı zevk alınıyor, yoksa zevkten acı mı duyuluyor karar veremiyorsunuz. Çağımızın en önemli filozoflarından biri olan Zizek, “bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler”den bahseder; işte Jaje sanki bu bilinmezliği bestelemiş gibi. Şarkıda söylediği gibi; Jaje “annenizin tehlikeli olabileceği konusunda uyardığı kişi” olabilir, ama siz yine de peşinden gitmekten çekinmeyin. Umarım kendisini en yakın zamanda Bahar’da ağırlarız da konserden sonra sahneden inip çok sevdiği Ankaralı seyircilerle kucaklaşır.


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

j.j. johanson

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

“EVE DÖNÜŞ YOLUNDA ÖNÜNDEN GEÇTIĞIM MÜESSESELERDEN BIRINDE JAY JAY JOHANSON’UN ‘TELL ALL THE GIRLS THAT I’M BACK IN TOWN’U ÇALINIYORDU. İÇIM IYI OLDU. ÖYLE PARÇALAR VAR IŞTE. ÜSTÜNDEN ÜÇ SEKIZ YIL DA GEÇSE, HEP IÇINIZI IYI ETMEYE MUVAFFAK OLANLAR. AYNI INCE BELLI KÜÇÜK CAM BARDAĞINDAKI TÜRK ÇAYI GIBI.” | PERIH A N M AĞDEN

45


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

ah bu şarkıların gözü kör olsun....

YILIN EN İYİ 5 ŞARKISI

46

FOALS / IN DEGREES Foals’ın destansı yeni albümü, modern yaşamda karşılaştığımız yabancılaşmayı kastederek “korumadığımız her şey kaybolacak” gibi inkar edilemez bir sloganla, yıl boyunca duyduğumuz en iyi disco-rock albümünü yayınladı. Konserlerinde yeni düzene layık görsel sentezlerle, kıyameti diskoda karşılayan Oxford’lu ekip, funky basların kışkırttığı titreyen davullar ve cennetten gönderilen synth melodileri ile, artık eşine pek rastlamadığımız rock diskolarda göbek atmak isteyen serseriler için oldukça ideal bir şarkı kaydetmeyi başardı.

POST MALONE / CIRCLES Hatırlıyor musunuz? 2015 yılında Post Malone ilk defa müzik piyasasına girdiğinde, bir çokları onu bir küçük bir tüketici grubunun ihtiyaç ve isteklerini daha iyi karşılamak amacıyla geliştiren dar kapsamlı, küçük bir pazarlama stratejisi olarak tanımlamıştı. Şimdi ise Posty, Amerikan rapinde ana akıma yön veren bir isim haline geldi. New York’ta doğup, Texas’ta büyümek gibi bir talihsizlik yaşayan bu güneyli delikanlı, kareoke barlarda en çok söylenen şarkıyı kaydediverdi.

HAIM / SUMMER GIRL Kızkardeşler çetesi Haim’den Danielle, bu muhteşem melodinin, eşine kanser teşhisinin konulmasından esinlendiğini açıkladı. “Umutsuz hissettiğinde umudu olmak istedim,” diyor Danielle. Şarkı belki de bu yüzden bu kadar pozitif bir titreşim yüklü. Enstürmanlarda, harikulade bir güneş ışığı yağmuru var ve üstelik basslar Lou Reed referanslı. Bu, sadece yılın en iyi şarkısı değil, aynı zamanda Haim’in en iyi şarkısı. Bunlar yetmediyse, şarkının video klibini Paul Thomas Anderson’ın yönettiğini ekleyelim.

COLDPLAY / ORPHANS Coldplay’in “Gündelik Yaşam” ismini verdiği son albümü, Batılı insanların sadece haberlerde gördüğü Doğunun insanları için insancıl bir hayat resmi çizmeyi amaçlıyor. Suriye’de patlayan bombalar içinde Rosaleem ismindeki bir genç soruyor: “Ne zaman geri dönüp arkadaşlarımla sarhoş olabileceğimi bilmek istiyorum”. Batı için gündelik olan bu talebinin gerçekleşmesi Coldplay’in elinde değil belki ama, ana akım bir topluluğun anti-kariyerist tutumu hoşumuza gitmedi değil.

BILLIE EILISH / BURRY A FRIEND Bu yıl şüphesiz ki ilimunati prensesi Billie’nin yılıydı! Plak şirketine kendi kurallarını dayatmayı başarmakla kalmayıp, üstüne bir de gelecek on yılın pop müziğinin nasıl olacağını planlayan homo-ergenus, “uyuduğumuzda nereye gidiyoruz?” sorusuna yanıt aradığı albümünde yatak odalarımızın yıkıcı ve garip köşelerini bir bir yüzümüze vurdu. Şarkının video klibini karanlıkta izlememenizi tavsiye ediyoruz. Şu askıdaki şey kazak mı, yoksa..?


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

5 BEST SONGS OF THE YEAR

dinlenesi...

47


gayri resmi...

48

MUHALİF KÜLTÜR

Noam Chomsky

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

1960’lardan itibaren oldukça büyüyen muhalif kültür, 1960’larda aşırı derecede yavaş bir gelişim hızına sahipti. Öyle ki, Birleşik Devletler Güney Vietnam’ı bombalamaya başladıktan yıllar sonrasına kadar kimse Çinhindi Savaşı’ını protesto etmemişti. Bu kültür büyümeye başladığında ise çoğunluğu öğrencilerden ve genç insanlardan oluşan, çok dar bir muhalif hareketti. 70’lere gelindiğinde bu durum epey değişti. Başlıca toplumsal hareketler gelişti: Çevresel hareketler, feminist hareketler, nükleer karşıtı hareketler ve diğerleri. 1980’lerde ise dayanışma hareketlerinde yayılma oldu ki bu, en azından Amerikan, belki de tüm dünya muhaliflerinin tarihi açısından çok yeni ve önemliydi. Yalnızca protesto etmekle kalmayıp kendilerini, başka yerlerde acı çeken insanların yaşamlarına samimiyetle soktular. Bundan o kadar çok şey öğrendiler ki Amerika’daki ana eğilime, medenileşmek adına epey katkı sağladılar. Tüm bunlar büyük bir değişimi beraberinde getirdi. Yıllar boyunca benzeri eylemlere katılan herkes bunu fark etmiş olmalı. Kendimden biliyorum. Bugün ülkenin en tutucu yerlerinde -Georgia’nın merkezinde, Kentucky’nin taşrasında, vb.-yaptığım konuşmalar, o zamanların en ateşli barış eylemlerinde, en aktif katılımcılara yapamayacağım türden. Şimdi bu konuşmaları her yerde yapabilirsiniz. İnsanlar size katılır ya da katılmaz ama en azından neden bahsettiğinizi anlarlar ve hiç değilse izleyebileceğiniz ortak bir payda vardır. Bunların hepsi, her türlü propagandaya, bütün rıza üretimine ve düşünceyi hâkimiyet altına almak için sarf edilen çabalara rağmen var olan medenileşme etkenlerinin belirtileridir. Aynı zamanda insanlar, düşünerek bir şeylerden sonuç çıkarmak için gerekli olan yetiyi ve isteği kazanıyorlar, iktidara karşı duyulan şüpheler büyüdü ve birçok konuda sergilenen tutumlar değişti. Bu değişimler, bir buzdağının erimesi kadar yavaş ilerlese de oldukça hissedilebilir ve önemlidir. Ancak bunun, dünyada olup bitenlerle ilgili dikkate değer bir değişim yaratmaya yetecek kadar hızlı olup olmadığı başka bir soru. Bilindik bir örnek verebiliriz buna: Şu meşhur cinsiyet ayrımı. 1960’larda kadın ve erkeğin, “savaş değerleri” gibi konularla ilgili düşünceleri ve askeri güç kullanımına karşı aldıkları hastalıklı tutumları aşağı yukarı aynıydı. 60’ların başlarında kimse, ne kadınlar ne de erkekler, böyle hastalıklı tutumlara bulaşmamıştı. Tepkiler aynıydı. Herkes, oralardaki insanların bastırılması için şiddet kullanmanın kesinlikle doğru olduğunu düşünüyordu. Yıllar geçtikçe bu değişti. Tüm gruplarda, hastalıklı tutumlar iyice gelişti. Ancak bu arada bir ayrım da gitgide büyüyerek bugün oldukça belirgin bir hale geldi. Yapılan anketlere göre bu oran yüzde yirmi beş civarında. Ne olmuştu ki? Olan şuydu: Kadınların oluşturduğu, en azından yarı-örgütlü toplumsal bir hareket vardı: feminist hareket. Örgüt, kendi etkilerini içinde taşır. Bu, yalnız olmadığınızı keşfetmeniz anlamına gelir. Diğerleri de sizinle aynı düşüncelere sahiptir. Düşüncelerinizi kuvvetlendirebilir, inandığınız ve düşündüğünüz şey hakkında daha fazlasını öğrenebilirsiniz. Bunlar oldukça gayri resmi hareketlerdir, yani insanlar arasında karşılıklı etkileşimi gerektiren sendikal örgütlenmeler gibi değildir. Çok göze çarpan bir etkisi vardır. Demokrasi tehlikesidir bu: Eğer örgütlenmeler gelişebiliyor, insanlar yalnızca koltuklarına yapışmış halde aptal kutusuna bakıp kalmıyorlarsa, akıllarına, askeri güç kullanımına karşı gösterdikleri hastalıklı tutumlara benzer böylesi komik düşüncelerin ve daha nicelerinin gelmesi mümkündür. Bunun üstesinden gelinmeli ama henüz gelinmedi.


49

nietzsche...

Özgür tinliler için yazılmış bir kitapta Laurence Sterne’in adı anılmaz olur mu hiç, o ki, Goethe onu yüzyılın en özgür tini olarak onurlandırmıştır! Burada başka herkese katı, kaba saba, hoşgörüsüz ve yontulmamış görünene kıyasla, tüm zamanların en özgür yazarı olarak anılmakla yetinsin. Ondaki tamamlanmış, açık olan değil, “sonu gelmeyen ezgi” övülmelidir: bu sözle, belirli bir biçimin sürekli kırıldığı, ötelendiği, aynı zamanda hem bir anlama hem de başka bir anlama gelecek bilimde belirsiz olana geri tercüme edildiği bir sanat biçimi anlatılıyorsa. Sterne çift anlamlılığın 20 büyük ustasıdır, – bu sözcüğü haklı olarak, cinsel ilişkiler düşünüldüğünde genellikle kabul edildiğinden daha geniş bir anlamda alıyorum. Sterne’in bir konu hakkında aslında ne düşündüğünü, suratını mı astığını yoksa gülümsediğini mi her zaman tam olarak bilmek isteyen okur şaşırır kalır: çünkü onun yüzünün bir kırışığında her iki anlam da vardır; kendisi de böyle anlar bunu ve hatta aynı zamanda hem haklı hem haksız olmayı, melankoliyi ve kaba komediyi harmanlamayı ister. Onun konu dışına çıkışları aynı zamanda öykünün sürdürülüşleri ve geliştirilişleridir; onun özdeyişleri özdeyişsel olan her şeye yönelik bir ironiyi de içerirler, aynı zamanda ciddi olana karşı isteksizliği, hiçbir konuyu sadece sığ ve yüzeysel olarak ele alamama eğilimiyle bağlantılıdır. Böylece gerçek okurda yürümesi mi, ayakta durması mı yoksa uzanıp yatması mı gerektiği konusunda bir belirsizlik duygusu uyandırır: havada asılı kalma duygusuna en yakın duygudur bu. En kaygan yazar olarak okuruna da bulaştırır biraz bu kayganlıktan. Evet Sterne rolleri aniden değiştirir ve bir anda yazar olduğu kadar okurdur; kitabı oyun içinde bir oyuna, bir tiyatro izleyici kitlesi karşısındaki bir başka tiyatro izleyici kitlesine benzer. Sterne’in keyfine kayıtsız şartsız boyun eğmek gerekir – ve ayrıca merhametli, her zaman merhametli olması beklenebilir. – Tuhaf ve öğreticidir ki Diderot gibi büyük bir yazar, Sterne’in bu genel muğlaklığına teslim olmuştur: elbette yine muğlak bir biçimde – işte budur gerçek Sterne aşırı humoru. Diderot, Kaderci Jacques’ında bu humoru taklit mi etti, ona hayranlık mı duydu, onunla alay mı etti, onun parodisini mi yaptı? – tam olarak anlamak olanaksızdır – belki yazarı tam da bunu istemişti. Tam da bu kuşku Fransızları ilk ustalarından [hiçbir eskinin ve yeninin önünde utanması gerekmeyen] birinin yapıtına karşı adaletsiz kılıyor. Fransızlar tam da mizaha karşı –özellikle mizaha böyle mizahçı yaklaşımına karşı– çok ciddidirler. – Sterne’in tüm büyük yazarlar arasında en kötü örnek ve aslında örnek alınamaz bir yazar olduğunu ve Diderot’nun bile bu cüretkârlığını ödemek zorunda kaldığını eklemeye, bilmem gerek var mı? İyi Fransızların ve onlardan önce birkaç Yunanlının düzyazı yazarı olarak istedikleri ve yapabildikleri şey, Sterne’in istediği ve yapabileceğinin tam tersidir: tüm yazı sanatçılarının kendilerinden beklediklerinin üzerinde ustalıklı bir istisna olarak yükselir o: terbiye, bütünlük, karakter, niyetlerin sürekliliği, kestirilebilirlik, sadelik, yürüyüşündeki ve bakışındaki eda. – Ne yazık ki insan Sterne, yazar Sterne ile akraba görünüyor: tek boynuz ruhu dizginlenemez bir huzursuzlukla daldan dala sıçrıyordu; yüce ile aşağılık arasında yer alanı o biliyordu; her yerde oturmuştu, her zaman küstah sulu gözüyle ve duyarlı mimikleriyle. Sterne –eğer dil böyle bir birleştirmeden dehşete kapılmayacaksa– katı yürekli bir iyi kalpliydi ve barok, hatta süfli bir hayal gücünün hazlarında âdeta masumluğun budalaca zarafetine sahipti. Böyle bir kanlı canlı çift anlamlılık, bedenin her bir lifine ve kasına işlemiş böyle bir özgür tinlilik, onun bu niteliklere sahip oluş biçimiyle belki de bir başka insanda yoktu.

Nietzsche

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

EN ÖZGÜR YAZAR

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN


AKINTIYA KARŞI

Tezer Özlü

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

burası bizim değil...

50

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Türkiye’de yetişmek ve yaşamakla ne denli doğru bir “çağdaşlık” düşüncesine varabildiğimi daha bilinçle kavradım. Türkiye’de aralarında yaşadığım sanatçı çevresinin ve insancıl halkın önemini yurtdışında daha derin değerlendirdim. Yurtdışında kişiliğimin bir boyutunu oluşturan “çağdaşlık” inancımı yitirmemek için çaba harcıyorum. Yurtdışında yazmakta önemli bir ayrım var. Bir yazarı çocukluk algıları, ilkgençliği, içinde yaşadığı toplumsal ve ekonomik koşullar etkiler. Okumuş olduğu, sevdiği yazarlar etkiler. Ama yazarken anlık koşullar da etkileyici oluyor. Türkiye’de günlük yaşam son yıllarda o denli soyut, gerçekdışı ve gene öylesine acı boyutlara ulaşmıştı ki, yazı yazmak anlamı yitmiş bir eylemdi. Bütün bu gerçeküstü acı gerçeğe uzaktan bakmak, yazı yazmaya belli bir özgürlük ortamı hazırlıyor. Olumlu bir ortam. Federal Almanya’daki iletişim zenginliği yazdıklarımda biçim ve öz değişikliği getirmedi. Yazar, kanımca ne yayınevi ne de iletişim araçları için yazar. Yazmak zorunda olduğu için yazar. Yazar, bulunduğu toplumun, yaşadığı çağın akımları ve iletişim araçları içinde, onlar yönünde davranan kişi değil, aksine bütün bu kuruluşlara yeni yollar arayan, akıntıya karşı yol alan yalnız insandır. İşgücümüzün Avrupa’ya iki milyona varan insanımızla akışı, Türk edebiyatına doğal olarak yansıdı. Yalnız yurtdışında yaşayan yazarlar değil, Türkiye’de yaşayanlar da bu konuya zaman zaman yaklaştı. Sürgün edebiyatı, edebiyatımızda çok yıllar öncesi de vardı. Türkolog Wolfgang Riemann’ın yakında Federal Almanya’da yayımlanacak olan “Türk Edebiyatı’nda Almanya” konulu doktora tezi bu olguya eğilen ilk bilimsel çalışma olacak sanıyorum. Kendimi genellikle yeryüzünün her yerinde sürgün sayıyorum. Ve hiçbir yerinde göçmen saymıyorum. Yazdıklarım göçmen yazını değil. Somut anlam da sürgün yazını da değil. Ben kendi kendimi her an, her yerde için için sürüyorum. Son çalışmam Almanca yazdığım ve Marburg Edebiyat Ödülü alan Bir İntiharın İzinde [Cesare Pavese Üzerine Çeşitlemeler]. Bu kitabımın Türkçesini yazıyorum. Ayrıca iki senaryo çalışması yapıyorum. Bunun dışında özdeyişler, günlük, anı ve kısa paragraflardan oluşan ve Berlin’de “Literarisches Colloquium” tarafından yayımlanacak bir kitap hazırlıyorum. [Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, s.110]


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

TÜRKIYE’DE ARALARINDA YAŞADIĞIM SANATÇI ÇEVRESININ VE INSANCIL HALKIN ÖNEMINI YURTDIŞINDA DAHA DERIN DEĞERLENDIRDIM. YURTDIŞINDA KIŞILIĞIMIN BIR BOYUTUNU OLUŞTURAN “ÇAĞDAŞLIK” INANCIMI YITIRMEMEK IÇIN ÇABA HARCIYORUM. YURTDIŞINDA YAZMAKTA ÖNEMLI BIR AYRIM VAR. BIR YAZARI ÇOCUKLUK ALGILARI, ILKGENÇLIĞI, IÇINDE YAŞADIĞI TOPLUMSAL VE EKONOMIK KOŞULLAR ETKILER.

51


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

GÜNYÜZÜ

günyüzü...

Her Cuma Bahar Sahnesinde

52

BIZ YENI BIR HAYATIN ACEMILERIYIZ BÜTÜN BILDIKLERIMIZ YENIDEN BIÇIMLENIYOR ŞIIRIMIZ AŞKIMIZ YENIDEN SON KÖTÜ GÜNLERI YAŞIYORUZ BELKI İLK GÜZEL GÜNLERI DE YAŞARIZ BELKI.


“Ateş nehirlerinden geçtik, buzul vadilerden. Karanlık gecelerden geçtik, zifir günlerden yankısız vadilerden, yarlardan geçtik, serden geçtik de, düşlerimizden geçmedik. Sordu bilici ne ararsın katran gecelerde? Yanıtladı serüvenci “IŞIK” arıyorum dedi ışık. Bilici, yeraltından beslense de yeryüzündedir ışık, suyun kaynağına git su da ara ışığını dedi. Aynı yolları yeniden yürüdüler ve su da gördüler suretlerini anladılar ki ışık kendileriydi.” Söz ve ezgi Anadolu’nun kadim halklarının bize emanet ettiği ışıktan başka bir şey değildir... Hattilerin, Palaların, Hititlerin, Friglerin, Kelt halkının, Amazonların, Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin, Lazların emanetiydi şarkılar ve sürdürülmeliydi. Notaların en uyumlusu, sözcüklerin en dövüşkeni ve seslerin en çağıldayanı ile. Sevinçte, aşkta, kederde, umut da yürümeli damar damar yeraltı nehri gibi ve karışmalı yeryüzünün tüm sularına, tüm gülen yüzlerine. Şarkılar, türküler ve ezgilerdeki sahicilik, içtenlik adını vermeliydi bize “GÜNYÜZÜ” olmalıydı adımız. Çünkü tüm halklarla aramızdaki tek şey ışık olmalıydı. Gölgede bırakılmış aşklar, özlemler gün ışığına çıkarılmalı ve günün aydınlık yüzünde yeniden dillendirilmeliydi. İmkansız aşkların, dağlara taşlara dil veren sevdaların ya da İnanna’nın tutkulu sevdası ya da Ninatta’nın bitimsiz bekleyişi, evimize, kalbimize, düşümüze yeniden konuk edilmelidir. Yeşile ve maviye kesmiş Karadeniz dağlarının asi kadını Aşela dün Kazım’a seslenmişti bugün biz söylüyoruz şarkısını.

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

Her şeyden önce bizi bir araya getiren ve harekete geçiren belli bir idealden çok herkesin aynılaştığı, kişilerin birbirine hatta kendine yabancılaştığı günümüzde farklılıkların sesi olmak, paylaşmayı hatırlatmak, yüreklere seslenme gerekliliğini hissetmemizdendir. Bunun için yaşamın her alanında sesimizi yankılatabilmeliyiz. İnsanın olduğu her yerde sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz. Marsyas’ın flütü bizim soluğumuzdadır ve bu gün klarnet, kaval, duduk, tulum, saksafon ya da obua’dır, “tanrılara” rağmen çalmayı sürdüreceğiz. Şarkılarımız, türkülerimiz, ezgilerimiz Anadolu halklarının, kadın ve erkeklerin, sevdalarının, yaşamlarının öyküsü, bizim öykümüzdür. Herkesin yapabileceği bir şey olduğuna inanıyoruz hayatı güzelleştirebilmek adına. Yeni işler yapmak, üretmek ve çoğalmak istiyoruz. Kendi bireysel hayatlarımızın ve toplumsal sorumluluklarımızın bizden beklentisi ezgili bir ses, bir soluk, bir ışık olmaktır. Hiçbir şey büyük yada küçük değil hiçbir şey az yada çok. Bizler günebakanlar gibi güneşe çevirdik yüzümüzü ve ezgilerimizi müziğin o sonsuz ışığını sizlere yansıtmaktır hedefimiz … Cemal Süreya’nın da bir şiirinde dediği gibi; Biz yeni bir hayatın acemileriyiz Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor Şiirimiz aşkımız yeniden Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki.

53

deniz gibi...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

UFUK ASLANDOĞMUŞ&TAYFA

Her Cumartesi Bahar Sahnesinde

ufuk aslandoğmuş

54

BAK IŞTE YAKLAŞIYOR FIRTINA BAK YINE YÜKSELIYOR DALGALAR YOLLARDAN SONRA YILLARDAN SONRA ŞARKILAR SÖYLÜYOR ÇOCUKLAR YOLLARDAN SONRA YILLARDAN SONRA YENIDEN YANYANA ONLAR


SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

tayfa...

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

Müzik sevdalısı bir grup arkadaşın bir araya gelerek kurduğu Tayfa, ismini müzik denizinin üzerinde özgür yorumlarıyla bir gemiyi yüzdürmeye çalışan insanların kendilerine yüklediği sorumluluktan alır. Her biri diğerinin yerini doldurabilecek kapasitede olan Tayfa; Ufuk Aslandoğmuş, Onur San, Ramazan Korkmaz, Cem Gerçeker’den oluşan çekirdek kadrosuyla beraber içinde dünden bugüne birçok müzisyeni barındırıyor. Aslında bu anlamıyla kuruluş tarihi belli olmayan tam bir mozaik Tayfa.

Tayfa geçmişten bugüne Anadolu coğrafyasındaki tüm ozanların ezgilerini kendi yorumuyla çağdaşlarına aktarmayı görev edinmiş bir müzik grubudur. Aslında acı çekmeyi özgürlük saymış insanların ezgilerini havalandıran bir grup da diyebiliriz. Şimdilerde yorumlarıyla Bahar Kafe’de yer alan Ufuk Aslandoğmuş ve Tayfa, müzisyenliğin engin okyanuslarında bir gemi içerisinde sizleri de yeni keşifler için bu yolculuğa bekler.

55


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

BAHAR KİTAPLIK 2020 ŞUBAT 01

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

MARX & FOUCAULT: OKUMALAR, KULLANIMLAR, YÜZLEŞTIRMELER Derleyenler: Ferhat Taylan, Christian Laval, Luca Paltrinieri

kitaplık...

56

Kapitalizmle ilişkili iktidar biçimleri üstüne düşünme sürecini ilerletebilmek için sadece Marx’ı veya sadece Foucault’yu değil, Foucault’nun Marx’tan yola çıkarak gerçekleştirdiği çalışmayı temel almak daha uygun olacaktır. Bu sayede mücadelenin ikinci bir yolu daha olduğu ortaya çıkar: Henüz kendini arayan, pratik anlamda taslak halinde, teorik olarak da elbette pek az tartışılmış bir yol. Ekonomik zeminde kapitalizme karşı verilen mücadele ile bütün iktidar ve baskı biçimlerine karşı verilen tüm diğer mücadelelerin aynı hedefe yönlendirilmesini amaçlayan bir yol... Marx ve Foucault, eleştirel teorinin görmezden gelemeyeceği iki büyük kaynak; farklı zamanların, birbirine yakın ve bir o kadar farklı meselelerini gündemlerine almış düşünürler... Bu iki büyük mirasın yorumlanışına dair tartışmalar hâlâ hem güncel siyaset hem de düşünce dünyasının ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. Bu çalışma iki düşünür arasındaki karmaşık ilişkileri aydınlatmak, bu ilişkilere yeni bir gözle bakmak isteyen yazarların düşüncelerini bir araya getiriyor. Yanıt aranan sorular muhtelif: Foucault, Marx’a nasıl bakıyordu? Onu geliştirmek, “aşmak” ya da ona karşı çıkmak niyetinde miydi? Yoksa onu yok mu sayıyordu? Çağımızda Marxçı anlamda sınıf mücadelesi ile Foucaultcu anlamda yaygın iktidar mücadelelerini birlikte ya da birbirine karşıt olarak düşünmek bize ne kazandırabilir? Ve nihayetinde, Foucaultcu bir Marksizm ya da Marksist bir Foucaultculuk mümkün mü?


WALTER BENJAMIN YA DA BIR DEVRIMCI ELEŞTIRIYE DOĞRU

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

EĞITIM ÜZERINE Zygmunt Bauman

Terry Eagleton Terry Eagleton, bu çalışmasında Walter Benjamin’in eserlerini, devrimci bir eleştirinin imkân, sınır ve sorunlarını açığa çıkarmak üzere ele alıyor. Önce devrimci eleştirinin karşı karşıya olduğu kilit sorunları aydınlatmak adına Benjamin’in eleştiriye dair ortaya koyduğu temel meseleleri görünür kılıyor; ardından da hem yazım süreci hem de nihai ürün bakımından sosyalist kültür teorisi ile kültürel pratik arasındaki ilişkileri ve bunların devrimci siyasetle ilintisini araştırıyor. Walter Benjamin ya da Bir Devrimci Eleştiriye Doğru, bir burjuva aydını olarak yetişmiş olmasına karşın kendisini tarihsel eleştirinin devrimci dönüşüm gücüne adayan Benjamin’in geliştirdiği kavramlara, fikirlere ve eserlerine dair özgül tartışmalara da bir müdahale amacı taşıyor. Her dönem okurunu şaşırtmış ve heyecanlandırmış Benjamin’e, edebiyat eleştirisinde altına bakılmadık taş bırakmayan Eagleton’ın tuttuğu ışık yepyeni ufuklar açıyor.

TERRY EAGLETON, BU ÇALIŞMASINDA WALTER BENJAMIN’IN ESERLERINI, DEVRIMCI BIR ELEŞTIRININ IMKÂN, SINIR VE SORUNLARINI AÇIĞA ÇIKARMAK ÜZERE ELE ALIYOR. ÖNCE DEVRIMCI ELEŞTIRININ KARŞI KARŞIYA OLDUĞU KILIT SORUNLARI AYDINLATMAK ADINA BENJAMIN’IN ELEŞTIRIYE DAIR ORTAYA KOYDUĞU TEMEL MESELELERI GÖRÜNÜR KILIYOR;

Bu kitap çağımızda gerek kendisinin gerek ailesi ve çocuklarının geleceği için kaygılanan sayısız insan için değerli tartışmalar içeriyor. Çağımızın en önemli düşünürlerinden Zygmunt Bauman söyleşilerinden oluşan bu derlemede, çağdaş eğitimin krizine odaklanılıyor. Küreselleşme, özelleşme, göç olgusu gibi önemli dönüşümlerin teknolojik gelişmelerle birlikte eğitim üzerinde nasıl etkili olduğu irdeleniyor. Kitapta bahsedildiği gibi bu eğitim krizi tuhaf bir kriz çünkü ilk kez farklı insan toplumları ile aralarındaki farklılıklara evrensel ve genelgeçer bir model önerilemez durumda. Bugün ne kendisine sığınanları asimile etmek isteyen muktedir güçler ve modeller ne de kendi farklılıklarını ekonomik refah için teslim etmeye gönüllü insanlar var. Ama Bauman’ın tabiriyle hiç değişmeyen bir şey var: “Çocuklar nadiren yalnız yürüyorlar; genelde arkadaş gruplarıyla yürümeyi tercih ediyorlar. Bu alışkanlık hiç değişmedi. Yine de pencereden baktığımda gördüğüm şeyler yıllar içinde değişti. Kırk yıl önce nerdeyse her grup ‘tek renkteydi’. Bugünse nerdeyse hiçbiri öyle değil.” İşte bu eser, tek renkli olmayan ve bu farklılıklarla ortak yaşam örmesi zorunlu olan toplumumuzu anlamak için eşsiz bir fırsat sunmakta...

eagleton....

BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

57


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

BAHAR KİTAPLIK 2020 ŞUBAT 02

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

YINE / HALA Jacques Lacan

Editörün Seçtikleri

58

Jacques Lacan, arzu ile bilgi arasındaki ilişkiyi odağına aldığı bu seminer boyunca, beden ve cinsel ilişki, ruh ve aşk, erkekle karşıtlığı içinde kadın, Öteki ve Tanrı gibi önemli konu başlıklarını kendine özgü düşünce tarzı ve üslubuyla irdeliyor. Aristoteles’ten Marx’a çeşitli düşünürlerle, dinle, matematikle ve elbette Freud’un teorisiyle tartışarak ilerleyen metinde, felsefeyle hesaplaşırken, eleştirmekten geri durmadığı bilimsel söylem ile psikanaliz arasındaki ilişkiye dair ipuçları da veriyor. Analitik söylemin ancak “cinsel ilişki yoktur” sözcesi üzerinde ayakta durduğunu söyleyen Lacan, özne olarak değil de “konuşan varlık” olarak her birimizde cinsel ilişkiden sürgünümüzün izini bırakan karşılaşmaların peşine düşüyor ve soruyor: “Varlığın ancak birbirini ıskalayarak ayakta duran bir şeye dönüşmesine neden olan şey, varlığa aşk yoluyla yaklaşmakta ortaya çıkmaz mı?”

lacan...

“VARLIĞIN ANCAK BIRBIRINI ISKALAYARAK AYAKTA DURAN BIR ŞEYE DÖNÜŞMESINE NEDEN OLAN ŞEY, VARLIĞA AŞK YOLUYLA YAKLAŞMAKTA ORTAYA ÇIKMAZ MI?”


BAŞKA BIR MEKAN MÜMKÜN

ÇOCUKLUĞUN SONU Henry Handel Richardson

SADECE BAR DEĞIL! | ANKARA BAHAR

80’LI YILLARDA TÜRKIYE: SAZLI CAZLI SÖZLÜK-YAPRAK DÖKER BIR YANIMIZ Derya Bengi

Kocası Richard’ın ölümünden bir ay sonra Mary Mahony, oğlu Cuffy ve kızı Lucie’yle başka bir kasabaya taşınır. Çocukları için her şeyi göze alan anneye göre dokuz yaşındaki oğlu aklı havada, hayalperest bir çocuktur. Ancak yaşamın acı sürprizleri karşısında kendisini ve kız kardeşini ayakta tutabilmek için Cuffy çocukluğunu bir günde geride bırakacaktır. Bir ailenin başından geçenlerle bir dönemin hikâyesini çıkaran Çocukluğun Sonu, dört bölümlük bir öykünün içine bütün bir romanı sığdırıyor.

İRENE NEMIROVSKY’DEN AILE BAĞLARI. SIRADAN BIR PAZAR GÜNÜ DEMESTRE AILESININ YETIŞKIN ÇOCUKLARI, ANNELERI ANNA’NIN EVINDE BIR ARAYA GELIR. ÜÇ OĞLU, GELINLERI VE BOŞANMIŞ KIZININ TOPLANDIĞI SOFRADA HER ZAMAN OLDUĞU GIBI KARDEŞLER ARASINDAKI GERGINLIKLER TEKRAR SU YÜZÜNE ÇIKAR. ÖLÜMÜN NE KADAR YAKIN OLDUĞUNU FARK ETTIKLERINDE, BU KARDEŞLER ANLAŞMAZLIKLARINI UNUTUP BARIŞABILECEK MIDIR? YAZARIN 1936 TARIHLI ÖYKÜSÜ, AILE DINAMIKLERINDE INSAN ILIŞKILERINE DAIR EVRENSEL ŞEYLER BULAN, SARSICI BIR TEK PERDELIK HIKÂYE.

Yapı Kredi Yayınları, Derya Bengi’nin hazırladığı dönem kitaplarına devam ediyor. Daha önce yayımlanan 50’li, 60’lı ve 70’li yıllar sözlüklerinden sonra bu yıl da tatlısıyla, acısıyla 80’ler Türkiyesi’ni anlatan “Yaprak döker bir yanımız” çıktı. “Yaprak döker bir yanımız” – 80’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük kitabı, A’dan Z’ye 1980’li yılların Türkiyesi’nin ritmiyle şarkılar, türküler mırıldanıyor. Müzikten yola çıkarak, siyasi ve kültürel boyutlarıyla bu ilginç dönemin labirentlerinde geziniyor, anılar ve anekdotlar derliyor. O günlerin bakışına, mizacına, lisanına, sesine sadık kalmaya, renklerini yansıtmaya, serüvenine ortak olmaya çalışıyor. Türkiye’nin her bakımdan belki de en süratli, fırtınalı yıllarını gözler önüne seriyor. 1980’li yıllar, o dönemin gazete, dergi, kitap, plak, kaset, televizyon yayınlarının rehberliğinde dile geliyor. Derya Bengi’nin hazırladığı kitabın “Sazlı Cazlı Sözlük” olmasının nedeni, dönemin müzikleri üzerinden sosyal hayatı ele alması. Acısız Arabesk’ten Züğürt Ağa’ya, Ahmet Kaya’dan Müjde Ar’a, Madonna’dan Michael Jackson’a, Mazhar Fuat Özkan’dan Sezen Aksu’ya pek çok sanatçı ve eser kitabın ana malzemesini oluşturuyor. Öte yandan sosyal, siyasal, kültürel gelişmeleri de bu kitapta, hem de en renkli yönleriyle okumak mümkün: Bob Dylan, Joan Baez ve Miles Davis konserleri, video ve walkman çılgınlığı, nostalji salgını, breakdance, heavy metal, “E.T.”, “The Wall” ve “Dünyayı Kurtaran Adam” filmleri, “Firuze”, “Maskeli Balo” ve “Mavi Mavi” şarkıları, “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Evita” ve “Şahları da Vururlar” gibi sahne eserleri, Kenan Evren, Turgut Özal, demokrasiye geçiş döneminin sancıları…

59


S .02 | 2020.02 ANKARA

Meşrutiyet Cad. Konur 2 Sokak, 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] Ankara 0505 056 57 00 | issuu.com | 09:00 - 02:00


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.