Bahar Dergi 06

Page 1

B A H A R

DİJİTAL DERGİ

AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 06 | 2020.08 | DİJİTAL DERGİ


UN HOMME

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

02


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Tehlikeli Oyunlar Oğuz Atay

Durmadan başımıza uzak mesafelerden vurmak suretiyle kafamızı sakatlayan vahşi ve cinsel sapık olan bütün insanlara, bizi bu sanatoryuma düşüren ahlak düşkünü kardeşlere, derslere biz çalıştığımız halde bizim yerimize diploma alan ve sorumlu yerlere getiren arkadaşlara elimizden geldiği kadar saldırmak amacıyla bu mektubu düzenlemiş bulunuyoruz. En küçük bir memur olmak için bile sağlık muayenesi şart olduğu halde, bu deliler nasıl oluyor da kaderimize hükmeden yerlerde bulunabiliyorlar? Bu soruyu açıkça sormak gerekir. Yıkılan binalardan, çöken yollardan, bakımsızlıktan ölen insanlardan, salgın hastalıktan, sellerden, depremlerden sorumlu kimdir? İnsanlık bu delilerin eline mi bırakılacaktır?

03


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

ANKARA BAHAR S.06 | 2020.08

04


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Karamazov Kardeşler – Fyodor Dostoyevski

Bu komediyi biliyoruz: Örneğin ben, doğrudan doğruya ve açıkça kendimi yok etmek istiyorum. Hayır, yaşa, diyorlar, çünkü sen olmadan hiçbir şey olmaz. Şayet dünyadaki her şey akıllıca olursa hiçbir şey de olmaz. Sen olmazsan hiçbir olay da olmaz, oysaki olay olması gerekir. İşte olay olsun diye istemeden çalışıyorum ve verilen emre uyarak akılsızca şeyler yapıyorum. İnsanlar, tartışılmaz zekalarına rağmen bu komediyi ciddi bir şey sayıyorlar. Yaşadıkları trajedi de bundan kaynaklanıyor. Acı çekiyorlar elbette, ama… yine de hayallere kapılmadan gerçekçi biçimde yaşıyorlar; çünkü acı çekmek yaşamın ta kendisidir. Acılar olmasaydı yaşamdan hoşnutluk olur muydu? Her şey kutsal, ancak sıkıcı sonsuz bir dinsel ayine dönüşürdü. Peki ya ben? Ben acı çekiyorum, ama yine de yaşamıyorum. Ben belirsiz bir denklemin bilinmeyeniyim. Ben, her şeyin başını ve sonunu yitirmiş, hatta sonunda kendi adını bile, unutmuş bir yaşam hayaletiyim. Gülüyorsun… hayır, gülmüyorsun, yine kızıyorsun.

05


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

KÜNYE

K Ü LT Ü R S A N A T V D . D İ J İ TA L D E R G İ S. 0 6 SAHİBİ: Bahar EDİTÖR: Abdulhalim Karaosmanoğlu TASARIM: Oktay Ay KAPAK GÖRSELİ: Lustige Sprüche – Komm mit mir ADRES: Meşrutiyet Cad. Konur II Sokak 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] 06420 Ankara İLETİŞİM: +90 505 056 57 00 KATKI SAĞLAMAK İÇİN: baharbar2017@gmail.com

06


“Selamsız saygısız yürüyelim sokakları, belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar, geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar, adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız, yüreğimize alırız onları, ısıtırız, gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam...”

SEMPER AD

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

07


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

EXULTANT 08


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

T LUSIBUS 09


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Ankara’da “sadece bar” olmayan bar |

Google’da Ara

010


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Kendimi Şanslı Hissediyorum

011


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

VETUS DIO

C A M D A N D U VA R

012


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

AD A

[ 02.18.

Abdullah Ezik www.artfulliving.com.tr

Çek romancı, yazar ve düşünür Michal Ajvaz’ın modern bir Avrupalı gezginin isimsiz bir adada başından geçenleri anlatan romanı Altın Çağ, okura içerisinde bulunduğumuz dünyada sıra dışı başka evrenlerin de olabileceğini hatırlatıyor. İlk kez 2001 yılında Çekçe olarak yayımlanan, Türkçede ise geçtiğimiz aylarda Çınar Yayınları’nın 200’üncü kitabı olarak yayımlanan Altın Çağ, okuyucuya yakın dönem bir büyülü gerçekçilik romanı vadediyor. Derrida hakkındaki incelemeleri ve Borges üzerine kaleme aldığı kitabıyla da tanınan Michal Ajvaz, dünya edebiyatını yakından takip eden ve dönemini iyi analiz eden bir yazar. Georges Perec, Jorge Luis Borges, Italo Calvino gibi yazarların edebî çizgilerini yakından takip eden Ajvaz, Altın Çağ ile de bu paralelliği devam ettiriyor. Altın Çağ’dan bahsederken üzerinde durabileceğimiz ilk konu günümüz için daha da önemli bir anlam ifade eden yaşamların izolasyonudur. Zira roman, ana hatlarıyla ana karadan uzak bir adada geçer. “Atlantik Okyanusu’nun yengeç dönencesine denk gelen noktasında, Yeşil Burun ile Kanarya Adaları arasında” bulunan bu ada, herkesten ve her şeyden uzakta sakin bir yaşam süren insanların yaşadığı bir yerdir.

Bu adanın en önemli özelliği olaraksa aslında bunca uzaklığına rağmen insanlar tarafından bilinen ancak buna rağmen kendi dünyasına terk edilen bir yer oluşudur. Zira Avrupalılar tarafından keşfedilen ve kolonizasyon sürecinde misyonerlerin de uğradığı bir yer olan bu ada, her ne olursa olsun kendi kimliğini koruyarak gününe dek varlığını sürdürmeyi başarıyor. Kendi içerisinde iki farklı dünyanın söz konusu olduğu, bu dünyalarda da iki farklı yaşam kültürünün hüküm sürdüğü ada, okuyucuya aslında içinde bulunduğumuz hayatın kendi sınırları içinde bile ne denli farklı kimliklere sahip olabileceğini hatırlatıyor. Öyle ki ada halkı her ne olursa olsun kendi kimliklerini terk etmiyor, yaşadıkları toprakların ötesine gitmiyor, hiçbir aidiyet, sahiplenme, değer ve kutsalı benimsemiyor. Bu da aslında insanlığın en eski çağlardan günümüze kadar işleyerek oluşturduğu değerler sistemine vurulmuş büyük bir darbe olarak ön plana çıkıyor. Dolayısıyla kendi izolasyonu içerisinde kimliğini koruyabilmeyi başarmış bu ada ve onun kadim halkı, bize başka bir dünya hayali sunarken aynı zamanda mevcut değer yargılarımızı da gözden geçirmemiz konusunda uyarılarda bulunuyor. Altın Çağ’ın eklemlendiği yazar ve metinler de düşünüldüğünde onu ilginç kılan yanlarından biri, mevcut dünyamıza paralel başka bir (alternatif) dünya ve (yeni) dünya anlayışı öne sürmesidir. Öyle ki okur için bu adada maddi olarak ulaşılabilecek, ziyaret edilebilecek, görülebilecek çeşitli yapılar söz konusudur. Bunlar, alabildiğine maddi unsurlardır ve genel ziyaretçiler için özel bir anlam/değer ifade etmezler. Ancak tam

da bu noktada, her şeyi sıradan olduğu bu yerde Ajvaz, okur için yeni bir dünyanın kapılarını açar. Tıpkı Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri’nde, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sunda, Austin Tappan Wright’ın Islandia’sında, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inde olduğu gibi. Bu ada, kendi içinde farklı bir dünyaya daha sahiptir ve onun derinlerine inmek gereklidir. Bu yeni dünya, içinde halihazırda bulunduğumuz dünyanın içerisindedir. Ancak ona giden yol, bir geçit gerektirir ve bu geçit herkes için görünür değildir. Bunun için uzun bir seyahat ve bu seyahate bağlı olarak farklı bir anlayış gereklidir. Bu sözgelimi hayal gücü de olabilir, çocukluğun masumiyeti de, yolculuğun kendi hazzı da. Metne göre değişebilen bu unsur, Altın Çağ’da daha kapsamlı ve aslında tüm bu unsurları içeren bir hâl alır. Öyle ki nihayetinde bu isimsiz ada, içerisinde yaşayanlar için saklı bir cennete dönüşür ve bu cennet, kapıları herkese açık olmasına rağmen herkesi içine kabul etmez. Zira turistik gezilere dahi açık olan bu ada, herkesin ilgisini çekmez. Onu anlamak için onu keşfetmek, onda saklı olan şeylerin ayırdına varmak gerek. Bu da herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şey değildir ve görünen o ki, öyle olamayacaktır da. Genel olarak kimliği belirsiz anlatıcının serüvenini anlatan Altın Çağ, ona paralel olarak birçok farklı hikâyeyi de içerisinde barındırır. Sözgelimi anlatıcı uzun bir yolculuk sonrasında adaya varır, bu “ikinci yolculuk”tur; onu keşfeder, anlamaya çalışır, yerlilerle ilişkiye girer, onları tanıma fırsatı bulur ve nihayetinde onların yaşantısına tanıklık eder.

013


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

etmediğini görebiliriz. Sözgelimi adada Yukarı ve Aşağı Kent olmak üzere iki yerleşim yeri var. İnsanlar ağırlıklı olarak Yukarı’da yaşıyor ve Aşağı Kent ziyaretçilerin veya orada yaşamak isteyenlerin inisiyatifine bırakılıyor. Herkes dilediği gibi gidip istediği evde yaşama hakkına sahip. Kimsenin ne iş yaptığı bilinmiyor. Öyle ki ada, ada halkı tarafından “seçilen” bir kral tarafından yönetiliyor. Ancak kral seçimi de tamamen rastlantılar sonucu gerçekleştiriliyor. Sözgelimi adalılardan birisi, birinin kral olabileceğini söylüyor ve bu dilden dile yayılarak seçimlerin sonucunu belirliyor. Aslına bakılırsa kimin kral olacağının bir önemi de yok, zira kral da bir unvandan ibaret. Her şey adalılar nasıl isterse öyle gerçekleşmeye meyyal, ama zaten adalıların istediği herhangi bir şey de yok. Başka bir örnekte mesela adada evlilik hukuku diye bir şey yok. Herhangi “evli” bir kadının bir süre ortadan kaybolması, daha sonra hiçbir şey yokmuş gibi evine dönüp hayatına devam etmesi de olağan. Bu adalılar için çok olağan bir durum. Burada her şey “partner”lik ilişkisi üzerinden ilerliyor. Biz tüm bunları adayı ziyaret eden anlatıcıdan öğrenirken onun kız arkadaşı Karael ile olan ilişkisinin de bu eksende devam ettiğini öğreniyoruz. Bu da aslında ada halkının yaşamıyla dışarıdan bir göz olarak anlatıcının hayatının nasıl kesiştiğini, bir anlamda birbirlerini bütünlediklerini gösteriyor. Dolayısıyla ikisinin de benzer bir kadere sahip olduğu söylenebilir. Öyle ki anlatıcının adanın bir parçası hâline geldiğinden ve bu kimliği üzerine aldığından bile söz edebiliriz.

MARIA NOS

Bu süreçte çeşitli dostluklar/ilişkiler kurar. Bir de adadan bir kız arkadaşı olur: Karael. Onunla bu süreci daha yakından tanır. Genel olarak bu serüvenin notlarını içeren roman, bir ansiklopedik roman olarak da değerlendirilebilir. Zira kitap içinde anlatıcının dikkatini çeken birçok unsur dile getirilir. Aslında yazar burada yeni bir dünya kurmaya ve bu yeni dünyaya bir biçim vermeye girişir. Bunun için de çeşitli metotlara ihtiyaç duyar. Bu noktada her bir unsur anlatıcı tarafından başka bir olay ve karakter bağlamında gün yüzüne çıkarılırken aynı zamanda geniş bir tarihi skala da oluşur. Roman, burada ansiklopedik bir yapıya bürünür ve bu yeni dünyanın tüm uzantılarını detaylı bir şekilde ele alır. Bu noktada kitabın ansiklopedik yanını güçlendiren bir başka unsursa romanın temel olarak kitap içinde kitap örgüsüyle meydana getirilmesi olur. Zira Altın Çağ, kendi içinde başka kitapları da barındırır. Adalılar için önemli bir yeri olan Kitap, bunlardan en önemlisi ve en güçlüsüdür. Bu alt metinler kitabın felsefi yönünü güçlendirirken anlatıcıya/yazara istediği konuyu rahatlıkla ele almasını sağlamak adına yeni olanaklar da tanır. Tüm insanlık belirli değerler sistemi üzerinden hareket eder ve tüm yasaların kökeninde de bu vardır. Evlilik hukukundan mirasa, iş ilişkilerinden devlet yapılanmasına kadar her şey işte bu örgüsel değerler sistemi üzerinden hareket eder. Platon’un Devlet’i de, Thomas Hobbes’un Leviathan’ı da bu değerler sistemi üzerinden hareket eder ve geçmişten günümüze sistemlerin nasıl oluştuğunu, bir anlamda da nasıl oluşması gerektiğini açıklar. Michal Ajvaz’ın Altın Çağ’ı da işte tam bu noktada devreye giren metinlerden. Bir roman olmasına rağmen Altın Çağ, bugüne kadar tartışılan tüm bu sistemleri farklı bir eksende masaya yatırıyor. Metnin kökeninde insanlığın bugüne kadar ilmek ilmek işleyerek meydana getirdiği bu sistem yer alıyor. Bu noktada felsefi bir boyut kazanan roman, bize yeni bir dünya modeli öneriyor, en azından bunu gösteriyor. İlk olarak ada halkının yaşantısına baktığımızda onların herhangi bir yasa veya etik bir kurala bağlıymış gibi hareket

014

Birçok felsefi düşünceyi yeniden tartışmaya açan Altın Çağ’ın mimariyle de yakından ve ilginç bir örtüşmesi var. Buna aslında şehir yapılanması kapsamında yaklaşmak ve konuya başka bir boyut eklemek de mümkün. İlk olarak iki şehirden oluşan adadaki Aşağı Kent’in oldukça turistik bir şekilde meydana getirildiği ve buranın onlar için terk edildiğini söyleyebiliriz. Bu noktada ilgi çekici hiçbir şey yoktur. Ancak metindeki asıl hikâye Yukarı Kent’tedir. Yukarı Kent, bir nehir yatağına kurulmuş ve şehir tamamen doğa ile uyumlu bir şekilde inşa edilmiştir. Öyle ki evlerin temeli ve


sırt kısmı kayalıklara dayanmış, ön yüzü ise nehir sularının evlerin üstünden akması sağlanarak doğal ve saydam duvarlarla meydana getirilmiştir. Böylelikle ortaya çıkan görüntüde saydam duvarlarla, suyla, birbirlerinden ayrılmış evlerden oluşan bir şehrin göründüğü söylenebilir. Bu duruma çok şaşıranlardan birisi olan anlatıcının durumu Karael’e sorduğunda aldığı cevapsa yine bir o kadar derindir: “Bu evlere bakanların dışarıdan gördüğü içerideki insanlar değil, onların yansımalarıdır.” Bu yansıma, onlar için bir anlam ifade etmez zira gölge, aslın bir uzantısıdır sadece, kendisi değil. Yine bu şehrin bir başka tamamlayıcı unsuru olarak diğer doğa unsurları, adanın bitki örtüsü, coğrafi değerleri de bu algıyı devam ettirir ve bize, oldukça doğal değerler üzerine kurulmuş sıra dışı bir şehir izlenimi verir. Tıpkı adalıların yaşamı gibi, her şey doğal ve herhangi bir kural ile sistemden uzaktır. Yine Ajvaz’ın tüm sorunları felsefi bir boyuta taşıması gibi tüm bu unsurlar da onun zihin dünyasının birer parçasına dönüşür. Her roman kendi içerisinde çeşitli konuları yeniden tartışmaya açar. Michal Ajvaz’ın Altın Çağ’ı ise insan hayatını ve dünyamızı derinden etkileyen tüm değerleri ele alış biçimimizi yeniden gündeme getiren özel bir eser. Borges’ten Marquez’e kadar birçok yazarın sesini duyabildiğimiz roman, büyük bir coşkuyla kendisini kucaklayacak ve bu tartışmalara ortak olacak okurunu bekliyor. “Bana öyle geliyor ki tam da durulacak bir nokta burası. Tuhaf denizlerdeki bu isimsiz ada, kendine veda eden bir insanın uykusuz gecelerini hak ediyor şüphesiz, adadaki yaşamın motifleri üzerine kendi yorumlarının şarkısını söylediği bir kitap yazmasını da elbette. Fakat hak ettiği başka bir şey varsa o da üzerine çok uzun düşünülmemesi, vakti geldiğinde unutulmanın kollarına bırakılması, topraklarında doğan görüntülerin enkazlara saçılması ve hakkındaki düşüncelerin, yeni düşünceler ve yeni yolculuklar eşliğinde anonim bir müziğe dönüşmesidir.” Ve bu müzik, metnin okuruyla yeniden canlanır ve yükselir.

[ AY R I K S I

PRIORES OID

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

015


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

“ÖYLECE OTURMAK VE HER ŞEYI BOŞ VER Foals / Yannis Philippakis Röportaj: Andrew Trendell Çeviri: Simge Yazıcı

016


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

R M E K G E R Ç E K T E N M Ü K E M M E L” [ 06.58

FO AL S

Foals’ın frontmani Yannis, NME Dergisi ile tur planlarını, yeni müzikleri, karantinadan sonra gelecek ve yaşama dair tahminleri hakkında konuştu: “Güzel bir geceydi!” Foals’un solisti Yannis Philippakis gülerek, grubun Şubat 2020’deki NME Awards sırasında yaşadıkları fırtınalı deneyimi hatırlıyor… “Çok fazla şey oldu. Ertesi gün provamız vardı. Oraya geç vardım ve kendimi küçük düşürdüğüm çeşitli durumlar hakkında bilgilendirilmem gerekti. O sene yapılan hiçbir parti bu kadar hedonist olmamıştı.” Eğlenceli parti başlamadan önce Foals, En İyi Canlı Grup Ödülü’nü alarak gecenin açılışını yaptı. Koronavirüs salgını ortaya çıkana ve tüm dünya karantinaya girene kadar, geriye sadece birkaç konserlerinin kaldığını bilmiyorlardı. Şu anda, geçen yılki büyük beğeni toplayan albümleri “Everything Not Saved Will Be Lost- Birinci ve İkinci Bölüm”ün İngiltere arenalarındaki zafer turuna hazırlanmalıydılar. Şimdiyse, 2021 İlkbaharı için programlarını yeniden düzenlediler. Yannis, “Bu yıl herhangi bir sahnede olamayacağız,” diyerek iç çekiyor. “Daha geçen hafta, turu Kasım ayında başlatmaktan bahsediyorduk. Bu karardan yana geçen beş gün içinde kendimizi, “Kasım iyimser bir tahmin bile değil, saçmalık bu.” derken bulduk. Şimdi bu yıl tam anlamıyla kafa yapımızı değiştirme zamanı. “ Zaman dışında elinde hiçbir şey olmadan ve yapmayı düşündüğü çok şey varken; Foals’un bir sonraki hamlesinden bahsetmek, ilham almak, geleceğe dair tahminlerini öğrenmek ve tam anlamıyla hiçbir şey yapmamanın güzelliğinden bahsetmek için Yannis’i Londra’daki dairesinde, Zoom’da yakaladık. Merhaba Yannis. Yolda olmayı özlemişsindir sanıyoruz? Evet, şimdi resmen evlerimizde alkışsız kaldık! Bu, o kayıt tamamlama duygusunu hissetmek için şovlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu açıkça ortaya koydu. Göle bir çakıl taşı atmak ve bir dalgalanma görememek gibi. İptal etmek yerine yeniden planlamak istedik ki böylece bir şeyi tamamladığımızı düşünebilelim. İzleyicilerle olan bağlantının yeniden kurulacağını bilmeliyiz. Gösteriler için planladığınız şeyler hakkında bize neler söyleyebilirsin? “Bölüm 2” de tüm renk paletini ve çizimleri katıyoruz. “Bölüm 1” turu çok fazla yeşillik ve sert kırmızı ağırlıklı olduğu için; “Bölüm 2”, Meksika Ölüler Günü tasvirleriyle daha fazla hareketli olacak. Artı; daha büyük, daha cesur ve çok daha fazla video içeriğiyle hazırlanacak.”

017


EFFUGIUMO

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

018


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Şu anda içeride mahsur kalan sanatçılar arasında nasıl bir ortam var? “Fark ettiğim bir şey, üretken olma baskısı. Sürdürülebilir bir karantina olacağı belli olduğu anda, konuştuğum herkes ‘Ah, biraz müzik yazmak için harika bir zaman olacak değil mi?’ diyordu. Bense ‘Size işinizi ne zaman yapacağınızı ben söyleyemem!’ diyorum. Şu anda içimde hiçbir şey yok. Günü yakalamak için neredeyse bir sporcunun yaşadığının benzeri bir baskı var. İlk birkaç haftadır, sadece dinlenmekten çok memnun kaldım. Zaman geçtikçe, eminim bu değişecek ve biraz müzik yazmaya başlayacağım.” Yani mevcut durumdan ilham almıyorsun o zaman? “Yaratıcı bir bakış açısıyla, ilk cevap mutlaka en iyisi değildir. COVID hakkında bir şarkı yazan ilk kişi olunca ödül vermiyorlar. Hayatın bu bölümü sona erdiğinde, kimsenin onu şarkı biçiminde duymak isteyeceğini sanmıyorum. Jamie T ile biraz sohbet ettik, örneğin o yeni müzik yazıyor ve üretken kalıyor, bu harika. Benim için bu bir durağanlık yılı olacak ve ondan gelecek iyi bir şeylerin yansımasının zamanı.” Gerçekten yansıtabilmek için mi internette offline kalmaya çalışıyorsun? “Pek çok insan daha etkileşimli olmak için sosyal medyanın büyüttüğü baskıyı hissedecek. Harika şeylerin ortaya çıkmasının birçok yolu vardır. Örneğin; Laura Marling gitar dersleri veriyor ki bu gerçekten müthiş. Hepimiz evde hapsolmuş durumdayız, bu yüzden hayatımızı eskiden meşgul olduğu şekilde doldurmak için bazı yollar denemek güzel. Ama üretken değilseniz kendinizi suçlu hissetmeniz gerektiği inancına da sahip değilim. İhtiyacınız olduğu sürece sadece boş oturmak da çok iyi.” Foals karantinadan önce yeni materyaller üzerinde çalışıyor muydu? “Aslında hayır, çünkü Kasım ayına kadar turneye çıkmaktan bahsediyorduk. Şimdi ve önümüzdeki Mayıs ayı arasında kesinlikle yazmaya başlayacağız. Henüz ne ola-

cağını bilmiyoruz. Bir süre hazırda bekletmek istiyorum. Bundan sonra -çok da uzak olmayan bir gelecek- kendimizi ‘Everything Not Saved Will Be Lost’tan farklı kılmak için nasıl bir yol bulduğumuzu görecek. Gereksiz yere seslere eklenmediğimizden emin olmak istiyorum. Bundan sonra gelen her şeyin değerli olmasını istiyorum.” Peki, başka planlar? Üzerinde çalıştığım başka bir projeyi bitireceğim, biraz da kelimeler karalarım ve bu yaz bol bol bahçeye çıkacağım. Karantina kalktığında, Balkanlar’da uzun ve çetin (bir yürüyüş tatili gibi) bir tür seküler hac yapmak istiyorum. Kendimi süper-insan gibi hissettiğim, toprağa bağlı olduğum ve seyahat edebilmenin ve hepsinin tadını alabilmenin ne kadar güzel olduğunu yaşayabileceğim, gerçekten acımasız bir yürüyüş istiyorum.” Tüm bunlardan sonra müzik endüstrisinin ne durumda olacağı konusunda endişeli misin? “Kariyerinizin o ilk aşamasındaki yeni bir grupsanız ve ancak ivme kazanıyorsanız, gerçekten zorlu bir yer. Kültür ortamının bir yıl içinde aynı olup olmayacağını bilmiyorsunuz. Bu, ivmenizi zorla durdurmanız için gerçekten garip bir zaman olmalı. Bu aynı zamanda turunuzda çalışan ve genellikle aydan aya canlı şovlar düzenleyen tüm ekipler için de yıkıcı.Müzik endüstrisinde perde arkasında çalışan insanları unutmak kolaydır. Elbette müziğin ötesinde, kendi muhitinizle ve cephede çalışan diğer insanlarla bir ortaklık duygusu oluyor. Bu kalıcı bir ders olacak: Toplumu çalışır durumda tutmak için en çok çalışan insanlar, genellikle en çok ihmal edilenler.”

durduruyor ve güvendiğimiz sistemlerin ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar kırılgan bir tür olduğumuzu fark etmenizi sağlıyor.” ‘Everything Not Saved Will Be Lost’ taki apokaliptik temalı konuların sonuç vermesi gerçekten çok garip… “Laura Marling’in bir röportajını okudum ve orada şarkıları yazdığınız zihnin genellikle bilinçli zihninizi nasıl yapılandırdığı hakkında bir şeyler söyledi. Şarkı sözlerinde bir önsezi niteliği vardır. Son iki plağımızda, insanın kırılganlığıyla ilgili bir endişe vardı. Çevre hakkında daha çok düşünüyordum ama orada da bir sürü distopik çizgi vardı. Exits’e bakın- parçalanmaktan, yeraltında yaşamaktan ve dışarıdan bir tehdit almaktan bahsediyorduk. Kaydın şimdi olanlarla rezonansa girmesi garip.” Sonunda tekrar sahne aldığınızda son iki kaydınız yeni bir anlam kazanacak mı? “Evet, serbest kalışımız volkanik patlama gibi olacak. Bunun şimdiye kadar çıkacağımız en duygusal sahne olacağını düşünüyorum. Bu günleri aşma hissi, müziğin ve canlı atmosferin ne kadar özel olduğunu hatırlatıyor. Akılları uçuracak.”

Kriz bittiğinde toplum olarak zihniyetimizin nasıl değişeceğini düşünüyorsun? “Umarım doğadaki yerimiz ve alçakgönüllülük duygusu ile ilgili iyi dersler alınacaktır. İnsanlığın son 100 yıl boyunca nasıl işlediğine dair bir kibir vardı ve böyle bir şey sizi gittiğiniz raylarınızda gerçekten de

019


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Ertürk Demirel

Küçük Zafer çikolataların saklandığı yeri bulmuştu. Her bayram annesi Uzungil’den iki tane çikolata ve şeker sepeti alır, sonra hemen bitmesin diye bayram geçinceye kadar evin muhtelif köşelerine saklardı. Ve her bayram Zafer daha ilk günden çikolataların yerini keşfeder, evdekilere çaktırmadan karnı ağrıyıncaya kadar yerdi. Bu bayramda annesi süslü sepetleri buzdolabının üstüne kaldırmış, orada Zafer’in küçük hırsız parmaklarından güvende olacağını düşünmüştü. Oysa Zafer önce tüm köşeyi bucağı hızlıca karıştırmış, sonra da bir sandalye çekip buzdolabının üstüne bakmıştı. Beş yaşında olmasına rağmen boyu yaşıtlarına göre uzundu; sürmeli gözleri, kirpi gibi saçları ve haylaz gülümsemesiyle ailedeki hiç kimsenin karşı koyamayacağı masum bir şeytandı o. Hınzır planlar yapar, dekesi dua ederken onun önüne geçip suratını şekilden şekle sokar, bir yerlerden bulduğu el feneriyle kedileri Duman’ı kovalardı. Tüm dünya bir düş perdesiyle gizli gibiydi onun için. Sabah uyanıp gece uyuyuncaya kadar tüm düşündüğü oyun, eğlence ve yaramazlıktı. Annesi arada kızınca terliğini eline alıp tehditkâr biçimde sallar, “Ah cigeram, bu çocuk benim sonum olacak!” der, ama gene de kıyamaz, küçücük poposuna bir türlü terliği yapıştıramazdı. Babası eve gelince annesi Zafer’in tüm gün yaptığı

020

haylazlıkları anlatır, ama babası sadece bıyık altından güler, oğlanın başını okşardı. “Deka mi, deka mi, bana lokum mu vereceksin?” diye bağırarak öğle uykusundan kalkan anneannesinin peşinden koşturur, nihayet kadını bezdirir, tespihli bir elin bismillahlarla açtığı sandığın içine gizlenmiş fındıklı paşa lokumlarından bir tane kapardı. “Anne, lokum verme şu xortoya! Dişleri çürüyecek,” diye itiraz eden annesine aldırmaz, dekesinin buruşuk yanaklarından öper, onun temiz lavanta sabunu kokusunu içine çekerdi. Dekesiyle bayram öncesi hayvan pazarına gitmişler, çitlerin arkasında geviş getiren koyunları, insanın üzerine düşse ezecek kadar ağır boğaları, boynuzlarına kurdeleler takılmış koçları seyretmişlerdi. Sonra babası bir adamla uzun süre el sıkışmış, tam Zafer dekesine ne yaptıklarını soracakken anlaşmışlar, pazardan süslü bir koçla çıkmışlardı. Kınalı koymuştu Zafer adını: tam alnının üzerine kına yaktıkları için. Duman da tatlı hayvandı ama insana pek yaklaşmaz, hele delişmen Zafer’e hiç sokulmazdı. Oysa Kınalı tatlı tatlı meliyor, Zafer’in elinden ot yiyordu. Küçük haylaz anında hayran kalmıştı o yüzden heybetli koça. Bir taksiye atlayıp hep beraber Ayrancı’daki eve dönmüşler, Yazanlar Sokak’ın başında inmişlerdi. Zafer Kınalı’nın ipinden tutup, onu apartmanın bahçesine sokmuş,

hamaratça hemen eski bir yoğurt kabına su doldurup içirmişti. Kendisini anımsatıyordu Kınalı sürmeli gözleriyle. Sonra hayvan biraz cılız çimenlerden otlanmış, onu açık gözlerle seyreden Zafer’e aldırmadan arkasından ufak toplar dökmüştü. “Ne yapıyor baba?” diye sorunca Zafer, babası gülmüş, kakasını yaptığını söylemişti. Zafer hiç böyle şirin kaka görmemişti ve bu durum onu çok eğlendirdi, kıkır kıkır güldü. Sonra babası koça biraz tuz yalatmış, toplayabildiği kadar otu önüne yığmıştı. Zafer tüm akşamı yeni arkadaşıyla geçirdi: onunla uzun uzun konuştu, dekesini, annesini, hatta kediyi anlattı. Nihayet koç da ona ısınmış, elini yalamıştı. Zafer yeni bir oyun arkadaşı bulduğu için mutlu, uykudan gözleri kapanarak eve çıkmıştı. Şimdi de şeker sepetini iyice karıştırmış, çok sevdiği jöleleri birer birer ağzına atıyordu. Bir anda gözlerinden yaşlar süzüldü: jöleyi sepete atıp kaldırdı. Dekesi dün gece ölmüştü. Ölümün ne demek olduğunu bilmiyordu ama iyi bir şeye benzemiyordu: dekesi susmuş, sürekli tespih çeken elleri durmuş, boylu boyunca yatağa uzanmıştı Zafer gördüğünde. Yaşlı kadının gözleri kapalıydı, elleri göğsünün üzerine kavuşturulmuştu. Sonra odadan kovalanmış, ne olduğunu sormak istediği büyükler kaçamak cevaplar vermişler, babası “Deken şimdi Hüda’yla semah dönüyor,” demişti.


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

GOTIK [ 11.14 ZAFER

B AY R A M L A R

021


Bir anda eve tüm tanıdıklar doluşmuş, kalabalıktan sıkılan Zafer odasına kaçmış, yatağına yatmıştı. Bütün bu kargaşa onu korkutmuş, küçük zihninin içinde baş edemediği sorular belirmişti. Evlerinin balkonunun duvarında bir koç boynuzu vardı. O ölüydü. Dekenin paltosu da koyun postuydu. O da ölüydü. Şimdi Deke de ölmüştü ve Kınalı da ölecekti. Bu düşünce onu kızdırdı: ölüm bir haksızlık, bu dünyada yeri olmaması gereken bir utançtı. Kimseye zarar vermeyen dekesi niye ölmüştü? O da tanrının balkon duvarında mı asılı duracaktı? Küçük yumruklarını sıktı, dekesinin gene ona Ali’nin kılıcıyla maceralara atılmasını anlatmasını istedi. Sonra mevlit okuyan hocanın sesi evi doldurdu: Zafer anlamadığı bu nameli sözlerden daha da korktu. Hocanın duasını berbicilerin ağıtları takip etti: parayla tutulan bu kadınlar ne kadar çok ağlayıp yırtınırsa o kadar çok para alırdı. Sonra tören bitti, annesiyle babası dekesinin başında oturdular. Zafer onları dinledi, uyumak istemiyordu. Babası Dersim’deki adetleri anlatıyordu: gene herkes ölünün evinde toplanır, sonra kazma, kürek, ağaç dalı ne varsa getirdikleri, onunla mezarı kazmaya giderlerdi. Ölü eller üzerinde taşınır, musalla taşına yatırılır, son istirahat yerini hazırlayanları izlerdi. Mezar hazır olunca, herkes ağlaşır, ceset çukura yerleştirip üstü toprakla örttükten sonra katılanlar oradaki masaya ceplerinde ne varsa boşaltır, bu yolla ölü evine destek olunurdu. Babasının üzgün sesine annesinin iç çekişleri eşlik ediyordu: “Kimselere bırakmayacağım annemi. Gusülhaneye kendim girip yıkayacağım.” Zafer sonunda olup bitenleri anlamış gibiydi: ölüleri bir çukura gömüyorlardı. Kollarındaki tüyler diken diken olmuştu: dekesi toprağın altında karanlıkta yatacaktı. Sonsuza kadar mı? Önce onu topraktan geri çıkarıp yaşatacağını hayal etti ama bu küçük zihninde bile ona mantıklı gelmedi. Bir mendile sarılı, torununa verilmeye hazır lokumu elinde tutan, gülünce yüzü harita gibi çizgilerle dolan ninesi artık gitmişti. Onu hiçbir şeyin geri getiremeyeceğini sezinledi kalbinde. Bu, onu çocukluktan çıkarıp yetişkinliğe adım attırdı. Ölümün

022

AĞUSTOS 2020

PROELIUM A

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

ANKARA

karanlığıyla yüzleşmiş, artık büyümüştü. O anda kararını verdi: dekesi için artık çok geçti belki ama yaşayanların hala yardıma ihtiyacı vardı. Annesiyle babası susup odalarına çekilinceye kadar bekledi. Yavaş yavaş bastıran uykuya direniyor, gözleri kapanacak gibi olduğunda kolunu çimdikliyordu. Sonunda el ayak çekildi, evdeki tüm sesler sustu. Zafer gizli bir amaçla kalktı, karanlıkta zorlanarak ayakkabılarını giydi. Kapıyı gıcırdatmadan açtı, sonbahar gecesinde dışarı çıktı. Sokakta hiç ses yoktu. Bu mahalle köşesinden geçen bile olmazdı bu saatte. Zafer hemen bahçeye seğirtti. Kınalı yatmış uyuyordu. İpinden tutup çekiştirince döndü, şaşkın şakın baktı çocuğun yüzüne. Zafer onu okşadı, korkusu geçsin diye biraz ot uzattı. Hayvan ağır ağır çiğnedi otları, sonra masum bir ifadeyle geviş getirmeye başladı. Zafer önce ipini çözdü hayvanın, sonra sürükleyerek bahçeden çıkardı. Hayvan ağır ve tembel ama neyse ki uysaldı. Sokağa çıktıklarında önce ne yana gideceklerini kestiremedi Zafer. Güvenlik Caddesi aydınlık gözüküyordu ama orada daha çok insan bulunurdu ve Zafer görülmek istemiyordu. O yüzden o da yokuş yukarı çıkmaya karar verdi. Peşinde Kınalı ile ağır ağır, hayvanı çekmekten zorlanarak ilerledi, sokağın Paris Caddesi’yle kesiştiği yere geldiklerinde yokuş bitmiş ama çocuk da yorulmuştu. Arjantin Meydan’ındaki parka oturup dinlenmeyi düşündü ama o taraf da çok aydınlıktı. Gene Yazanlar Sokak’tan ilerleyerek merdivenli yola geldi, konsoloslukların arasındaki yol hep karanlık olurdu. Kınalı’yı bin bir zorlukla merdivenlerden indirdi ve artık nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Atatürk Bulvarı’nda araba olmamasını fırsat bilerek karşıya geçtiler. Kuğulu Park’ın Arnavut kaldırımı döşeli yoluna adım atınca biraz rahatladı. Parkta bira içen birkaç gençle öpüşen bir çiftten başka kimse yoktu. Madem burası kuğulara adanmış bir sığınaktı, o zaman bir koç da rahatlıkla yaşayabilirdi burada. Parkta bir banka oturdular: tatlı gece rüzgârı terleyen çocuğu serinletirken Zafer de Kınalı’nın parkta otlamasını seyretti. Dekesi gitse de en azından koçu kurtarmıştı. Artık kimse ölmemeliydi: ölüm utanç verici bir yanlışlıktı.

023


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

S O K R AT E S ’ I N ÖLÜMÜ Jacques-Louis David

[ 1978 Sokrates’in Ölümü tablosu, 1787 yılında Fransız ressam Jacques-Louis David tarafından yağlı boya olarak tamamlandı. Diğer eserlerinde Napoleon gibi ünlü tarihsel figürlere yer verdiği gibi bu tabloda da Plato tarafın yazılmış Phaedo diyalogunda anlatılan Sokrates’ın infazını Neoklasist tablosunda konu edinmiştir. Sorguya çekildiği Atina mahkemesi tarafından öğretileriyle gençleri yozlaştırdığı ve şehrin inandığı tanrılara saygısızlık yaptığı gerekçesiyle M.Ö. 399’de Sokrates’in infazına hüküm getirilir. İki seçenek sunulur Sokrates’e: Ya öğretilerinden feragat edip sürgüne gönderilecektir ya da zehir dolu bir kupayı içip yaşamına son verecektir. Kaçma fırsatını kullanmak yerine öğrencilerine son bir ders vermeyi tercih eder. Ona göre bilinmeyenden korkmanın bir faydası yoktur ve bir filozof ölüme korkuyla değil, ruhun yüceliğiyle kucak açar. David, tablodaki figürleri betimleme kısmında sağ üstte çapraz kestiği ışığı ve müritlerin olduğu kısımda renkleri daha koyu kullanarak dikkatimizi çekmektedir. Sokrates’in arkasında yas tutan müritlerinin elemini dindirdiğini görürüz. Bir elini zehir dolu kupaya uzatırken bir eliyle gökyüzünü, ünlü idealar dünyasını gösterir ve onun için yas tutanlara ruhun ölümsüz olduğunu anlatır. Bu kısımda ressamın Sokrates’i nasıl ustaca tabloda öne çıkardığını da atlamamız gerek. David, çoğunlukla koyu ve solgun tonlarda kullandığı renklere zıt bir şekilde Sokrates’e beyaz bir ölüm elbisesi giydirir. Sol üstten vuran ışıkla parıldayan Sokrates, kendisine zehri uzatan celladının “tutku”yu simgeleyen kırmızı elbisesine gücün ve gerçeğin rengiyle karşı gelir. Tablodaki en ilginç figür, Sokrates’in öğretilerinin günümüze dek gelmesini sağlayan fakat hocanın ölümünde olay yerinde bulunmayan ve o zamanlarda oldukça genç olan

024


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

[ ALEGORİ Platon. Sokrates’in öğrencisi tablodaki en sakin figürlerden, yahut en sakin figür olarak gözümüze çarpıyor. David’in Platon’u yaşlı, başı öne eğik ve sırtı olayın gerçekleştiği yatağa dönerek oturur bir şekilde betimlemesi, belki de tüm sahnenin Platon’un kafasında düşündüğü bir anının resmi olduğunu düşündürüyor. Diğer bir deyişle, yaşlı bir adam olarak Platon, olaya şahit olmamasına rağmen öğretmeninin zindandaki infazını bize diyaloglarıyla aktarır ve David de bir teşekkür olarak, “Sokrates’in Ölümü”nü değil de, “Platon’un Sokrates’in Ölümü Betimlemesi”ni resmeder. Ressamın Platon’a başka bir teşekkürünü de Platon’un oturduğu taşa adının baş harflerini yazmasında görüyoruz. Ancak David’in teşekkür ettiği, ya da daha doğrusu, kendini ilişkilendirdiği başka önemli bir figür daha saklıdır. Sokrates’in yanı başına oturmuş, öğretmeni ve dostunun son anına tanıklık eden Kriton. Öğretmeni Sokrates’i kaçmaya ikna etmeye çalışmasına rağmen Sokrates erdemli bir insan olarak ölmeyi tercih eder. Tabloda elini bacağına koymuştur, son anda bile ikna etmeye çalışıyormuş gibi durmaktadır. Kriton’un oturduğu taşın altına da kendi adını yazmıştır David. Buradan David’in Sokrates’in öğretilerine ve ahlak anlayışına Kriton kadar bağlı olduğunu çıkarabiliriz. Peki David için bu tablonun önemi neydi ve neden resmetti? Jacques-Louis David resmi tamamladığında FransızDevrimi’nde ikinci yıla girilmişti. Sokrates, onun için soyut prensipleri uğruna haksızca kurban edilen bir baba figürü gibiydi. Fransız Devrimi ise prensiplerin mücadelesiydi. Nitekim devrimler düşünebilme özgürlüğün olduğun kadar devrimdir. Düşüncelerinden dolayı ölüme “şehit” giden Sokrates, David’in yozlaşmış ve baskıcı Fransız hükümetine belki de en güzel karşı geliştir.

025


SOCRATES

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

026


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

[ AKTAR AN P L AT O N

SavunmaSokrates

Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bile bile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü—hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum. Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz—ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum?

027


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

MORTUUM

JACQUES L O U I S D AV I D D E AT H O F S O C R AT E S

028


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

M MORTE 029


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

PARA Z IT Abdulhalim Karaosmanoğlu

BONG JOO SONG KAN PARK SOWOO-SIK 030


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

SI NI FS AL

ON HO NG-HO -DAM CHOI

Yeteneğini bir yana bırakırsak, ödül kazanma takıntısı olmadan, Hitchcock’un izinden giderek gerilim ve suç psikolojisini incelikle tasarlayıp, karmaşık bir film şeridi haline getiren Bong Joon Ho, izleyicilerin sempatisini kazanmaya devam ediyor. Olağandışı biçimde derinlikli tasarladığı kötü karakterleri ile, hayatın ahlaki ikilemlerini absürd bir mizah anlayışıyla filme alırken, sınıf savaşı gibi son derece ciddi meseleleri bile eğlence haline getirebiliyor yönetmenimiz. Oldukça olumsuz koşullar altında, zorlanarak tamamlanmış Parazit. Düşük bir bütçe ile neredeyse son dakikada çekilen filmin bir çok sahnesi planlananın dışında, doğaçlama biçimde seyretse de, sonuçta ortaya çıkan iş yine bir şaheserdi. Filmlere bakmadan önce, onları üreten sanatçının arka planına bakmak son derece önemlidir. Bong Joon Ho da, 1969’da grafik tasarımcı bir baba ile politik olarak acı çeken öğretmen bir annenin oğlu olarak savaş ortamında büyümüş. Okul hayatında hep yalnız takılan, içe dönük fakat başarılı bir çocukmuş. Boş zamanlarında çizgi romanlar okurken, orta okulda sinemaya merak salmış ve TV’de sansürlü biçimde Hollywood sinemasını izlemiş. Ardından, Parazit’teki sahte diplomada adı geçen Yonsei Üniversitesi’nde sosyoloji okumuş. Bu dönemde devlet karşıtı, demokrasi yanlısı bir aktivist haline gelen yönetmen, bu arka plandan hareketle filmindeki “küçük suçlular” karakterlerini oluşturmuş. Üniversiteden mezun olamasa da, okulda hayat arkadaşı ile tanışmayı başarabilmiş. Kore Film Akademisi’ne geçiş yaparak, sosyo-politik filmlerini üretmeye en nihayet başlayabilmiş. Muhafazakar toplumun, sosyal ahlakını tartışmaya açtığı filmleri, muhalefeti şiddetle bastırma eğiliminde olan ülkesinde hatırı sayılır bir kitleye ulaşmayı başarabilmiş. Seksenler boyunca alt sınıflar için bol miktarda göz yaşartıcı gaz vadeden ülkesinde eylemliliklerine devam etmiş. Seksenli yıllarda ülkesinin olimpiyatlara ev sahipliği yaptığı dönemde bazı kısıtlamalar kaldırılmış, tarım arazilerinden modern bir metropol inşa edilmişti

031


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Herşey Sınıfsaldır, Ancak Sınıfsal Olan Herşey Politik midir? Asıl Soru bu... Kim ve Park ailesi, ülkedeki eşit olmayan gelir dağılımının temsili iki aile modeli. Kim ailesi fakir olmalarına rağmen çocuklarına zengin evlerinde ders verdirtecek kadar bir eğitim payına dahil edebilmiş. Yani eğitim seviyesiyle gelir düzlemi arasında organik bir bağ yok. Önce oğulları, sonra kızları Park ailesinin çocuklarına ders veriyor ve zekalarıyla işin içine anne ve babalarını da dahil ederek adeta evi ele geçiriyorlar diyebiliriz. Film ilk bölümdeki olağan ve yayılmacı akışa karşı ikinci bölümde yarattığı öfkenin acısını çıkartıyor. Bu da aynı hayatı yaşayamayan insanların birbirlerine karşı yükselttikleri bir öfke patlamasına yol açıyor! Kim ailesi camlarına işeyen sarhoşlardan sonra Park ailesinin salonlarından yemyeşil ve yağmurlu bir geceye uzanan bir değişimi iyice sorgular hale geliyorlar. Evde tuvaletin tepesine tüneyip bağlandıkları internetin aslında evin her yerinde çekiyor olması da onlar için kafalarını aydınlatan başka bir gelişme! Tabii Kim ailesinin kendilerine açtıkları yolu diğer emekçiler için kapamaları da ayrı bir sosyal ve etik sorun! Sonuçta aile arasında kopmayacak bir bağ var ve bu her anlamda işlerini kolaylaştırıyor. Batmışlık ve kokmuşluk halinde bile yaşamsal durumlarından taviz vermiyorlar. Bir de tüm bunların karşısında pırıl pırıl olduklarını sandığımız Park ailesi var ki, onların bağları daha kopuk duruyor. Birbirleri için yarattıkları özgürlük alanlarını çoğu zaman görmezden gelerek yaratıyorlar. Bir arada gördüğümüz tek bir sahneleri yok neredeyse. Evin büyüklüğünden dolayı evin sırlarına vakıf olma şansları da yok. Küçük çocuğun gece gördüğü şeyin hayalet olduğunu düşünmek istiyorlar. Çünkü öylesi onlar için daha kolay geliyor. Karı koca arasındaki kopukluk da taa ki kanepede, sıkıştırılmış bir alanda yalnız kalıncaya kadar devam ediyor. Biraz daha kendi konforlarından çıkıp, bahçede çadır içinde uyuyan oğullarına bakarken rahatlıyorlar, özlerine dönüyorlar. Ama evde dönen dolapların yine de farkında olmayacak kadar kapalılar dış dünyanın kurnazlığına…

032


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

fakat “aşağıdakiler” için tek seçenek hala sokakta süregiden sınıf savaşı idi. Doksanlı yıllarda ülkede iktidar el değiştirse de, yolsuzluklar ve diğer tüm olumsuzluklar hızla devam etti.

salonunun lobisinde Altıncı His’si görmeyi bekleyen izleyicilere “Bruce Willis bir hayaletmiş” diye bağırmak gibi yıkıcı bir şey olur, diyordu yönetmen filmini Cannes’da tanıtırken.

Bu nedenle, Bong’un Parazit ile doğup büyüdüğü ülkesi Kore’yi anlattığını anlamalıyız. Yönetmen her ne kadar toplumsal eşitsizlikleri ve sınıf savaşını daha spesifik biçimde Kore üzerinden aktarmaya çalışsa da, filmin etkileri tam da aynı sebeplerle tüm dünyada hissedilebildi.

Yönetmenin çizgi romana olan ilgisi ve amatör bir karikatürist olarak geçirdiği yıllar onun titizlikle film şeridi oluşturmasını sağlamış. Bong, Parazit için 200 sayfa storyboard hazırlamış. Temel olarak, yalnızca iki farklı mekanda -zenginlerin evi/fakirlerin evi- geçen filmi tasarlarken, yönetmenimizin aklındaki ilk şey bunu bir tiyatro prodüksiyonu olarak çalışmakmış. Ama senaryo yazıldıkça, imkansız olacağını görüp, beynini sinema filmi için optimize etmiş.

Örneğin filme çok uzak olmayan biçimde, Kore’de -ve her yerde- bodrum katlarda yaşamak zorunda olan bir çok yoksul ailenin evini her yağışta kanalizasyon suları basmaktadır. Filmdeki yoksul ailenin, eğitimli iki çocuğunun da devrimci öğrencileri temsil ettiği oldukça ortadadır. Yönetmenin başka bir filmi olan Host’ta filmin odağında yer alan yoksul ailenin kızı Namju’nun okçuluk becerileri ile, oğulları Namil’in çabucak hazırlayabildiği Molotof kokteylleri, üçüncü dünya ülkelerinin gerilla geleneğini yansıtmaktayken, aynı imaları Parazit’te de görürüz. Bong’un bazı ilhamları, doğrudan kişisel hayatından aldığını da gözardı etmeden, Parazit’te gözlemlediğim öznel bir değerlendirmede bulunmak isterim. Film her ne kadar aşağıdakiler-yukarıdakiler kutupları arasında geçiyor gibi görünse de, aslında bir de orta kat mevcuttur. Daha açık biçimde ifade edecek olursak, üst katta üst sınıf yer alırken, onlara hizmet eden aile bir aşağıki kattadır. Ama unutmamak gerekir ki, onların da altında, yaşadığı dahil bilinmeden yaşamak zorunda olan bir sınıf daha vardır. Bence Bong’un en dahiyane fikri, bu üç sınıfı bir araya getirmektir. Sosyal piramidin en alt katmanı, adeta dipsiz bir kuyu gibidir. Dibin de dibi vardır. Yönetmen, Cannes 2019’da sinema eleştirmenlerine spoiler vermemeleri için yalvarmıştı. Çünkü film, klasik Hollywood yapımlarındaki gibi filmin sonunda yaşanan büyük bir bükülmeye dayalı çember çizmiyor, aksine bir spiral biçiminde ilerliyor. Yani örnek verecek olursak, sinema

Spoiler vermemeye çalışarak filmin konusunu kısaca aktaralım: Küçük bir bodrum katında yaşayan, anne-baba ile bir kız, bir de erkek çocuktan oluşan fakir bir çekirdek ailemiz var. Düşük ücretli işlerde çalışarak, ayın sonunu getirmek için savaşan bu aile, varlıklı bir ailenin İngilizce öğretmeni aradığını öğrenince çeşitli hilelere başvurarak bu işi almanın peşine düşer. Fakat aile sadece oğullarının İngilizce öğretmeni olması ile yetinmez ve her biri tek tek yine hileye başvurarak zengin ailenin hayatına sızmayı başarır. Zengin ailenin bir gün kamp yapmak için evden ayrılması ile fakir aile onların evinde felekten bir gece yaşamak için kolları sıvar. Fakat bodrumda unutulan “bir şey” hayatlarını altüst edecektir. Ertesi gün zengin ailenin küçük oğulları için düzenlediği spontane doğum günü partisinde ise dananın kuyruğu kopacak, sınıflar arasındaki savaşın sonunda kan akacaktır. Evin minimal dekoruna kadar titizlikle planlanıp tasarlanan film, Bong’un ustalığının açık bir işareti iken, filme kalbini ve ruhunu veren oyuncular da ekstradan bir başarı sağlıyor. Kore’ye ilk Oscar’ını kazandıran film, Cannes dahil daha bir çok festivalden kucak dolusu ödülle döndü. 11 milyonluk bütçesini, 170 milyonluk hasılatla açık ara geçen filmin süresinin 130 dakika olması gözünüzü hiç korkutmasın, zira korkacağınız çok daha başka unsurlar olacak…

BONG JOON HO [

[ 2019

033


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

K İ TAP L I K: AM CAM DONAL D TR U M P HAK K I Çeviri: Abdulhalim Karaosmanoğlu

Büyümek Trump için kolay olmadı. Tahta kaşıklar, kan davaları, kin ve şaplaklar vardı. Şimdi ise, isminin bir ağırlığı var. “Too Much and Never Enough”ın önsözünde Mary Trump şöyle yazıyor: “Donald’ın ailesinde, çocukları, damadı ve şu anki karısı dışında hiçbirinin tüm kampanya boyunca ona desteği olmadı.” Başkan’ın 1981’de ölen abisi Freddy’nin kızı, aynı zamanda oldukça yetenekli bir klinik psikolog olan yazar, bazı önemli sırlar paylaştığı kitabında, ailenin kirli çamaşırlarını sadece havalandırmıyor, aynı zamanda yıkayıp, katlayıp, bir de ütülüyor! Donald Trump’ın kampanyası sırasında söylediği hiçbir şey Mary Trump’ın ondan beklentilerinin dışına çıkmamış: “Katıldığım her aile yemeğinde, Donald tüm kadınlardan çirkin, şişman serseri olarak bahsediyor veya genellikle başarılı ya da güçlü erkeklerden daha aşağıdaki kaybedenler olarak adlandırıyordu” diye yazıyor. “İnsanların insanlıktan çıkarılması, Trump’ın yemek masasında olağandı.” “Clinton’ın zaferi ilan edildiğinde duyduğum coşkuyu engelleyemeyecektim ve kaba davranmayacaktım” Amcasının göreve başlamasını izleyen aylarda, Donald’ın yüzünü görmek ya da kendi ismimi duymak - her ikisi de günde onlarca kez oldu - beni babamın zulüm ve aşağılama altında solup öldüğü zamana götürdü. Donald’ın zulmünün yarattığı dehşet, eylemlerinin artık milyonlarca insanı etkileyen ABD’nin resmi politikacısı olması gerçeğiyle büyüyordu.” Mary Trump’a göre, babasının kardeşleri birkaç temel inançla büyümüştü: Yalan söylemek sorun değildi, hatta bir yaşam biçimiydi. Özür dilemek ve duygu ya da savunmasızlık gösterileri ise kesinlikle yasaktı. Teşvik edilmese de zorbalık tamamen kabul edilebilirdi. Küçük kardeşinin en sevdiği oyuncak kamyonları parçalamakla tehdit eden genç bir Donald Trump söz konusuydu. Oyuncaklarını kurtarmak isteyen, yazarın babası Robert annesine koşuyordu. Anne Mary’nin çözümü, kamyonları tavan arasına saklamak, yanlış bir şey yapmayan Robert’ı etkili bir şekilde cezalandırmak ve Donald’ı yenilmez hissettirmek oldu. Donald, henüz bencillik, inatçılık veya zulüm için ödüllendirilmiyordu, ama bu kusurları için cezalandırılmıyordu da. Donald Trump’ın babası Fred, yazarın annesi olan Linda’yı uçuş görevlisi olduğu için zengin koca avcısı olarak görmüş ve bu nedenle onun çocuklarından biri yani torunu olan William’ın hastalığına karşı kör numarası yapmış. Mirasından mahrum bıraktığı bu insanlar, Trump şirketi büyüme gösterirken dahi, sağlık sigortasından mahrum bırakılmışlar. Birden fazla kalp krizi geçirmiş ve hala nöbet geçirme riski bulunan, suni teneffüs cihazı olmadan hayatta kalma şansı olamayan bu hasta çocuk için Trump şirketinin avukatı, aileye yalnızca kalp masajı yapmayı öğrenmelerini tavsiye etmiş. Yazarın kitabındaki son sözleri ise şöyle: “Donald, büyükbabasının önderliği ve kardeşlerinin suç ortaklığı ile babamın ve bizim hayatımızı mahvetti. Ama ülkemi yok etmesine izin vermeyeceğim!” Bu yazı: The New York Times, Book Review Bestseller listesinde yer almaktadır.

034


CONSTERNA

BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

I N DAK I K I TAPTAN 7 ÇI K AR I M

035


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

PAUPERTĀ 036


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

ĀS CRISIS 037


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Environmental Research Letters’da yayınlanan bir makaleye göre; Güneybatı Çin buzullarındaki erime, binlerce ekosistemi tehdit ederken aynı zamanda ulaşım ve turizmi olumsuz etkileme riski taşıyor. Journal of Climate’ta yayınlanan bir analiz; Cebelitarık’tan Ortadoğu’ya kadar tüm Akdeniz bölgesinde gözlemlenen kış kuraklıklarındaki sıklaşmanın ana sebebinin insan kaynaklı iklim değişimi olduğunu gösteriyor. Bilim insanları elbette bilimsel şüpheciliği de elden bırakmıyorlar. Berkeley Earth tarafından yapılan bir araştırma; (bugüne kadar yapılmış tüm analizleri doğrulayacak şekilde) ortalama yüzey sıcaklıklarının 1950’lerden itibaren 1°C artmış olduğunu güçlü kanıtlarla bir kez daha gösteriyor. Hâlâ kürenin ısındığına (hem de hızla ısındığına) dair şüpheleriniz varsa okuduğunuz gazeteyi değiştirmenizi öneriyoruz. Dünya sularında sıcaklık artışının, depolanmış karbonun serbest kalmasıyla sonuçlanacağı ve sera etkisini daha da arttıracağı önceden de öngörülüyordu. Nature Geoscience’ta yayınlanan bir makale; bu öngörüyü ABD’deki nehirler ve akıntılar için doğrudan ölçümlerle destekliyor. Gothenburg Üniversitesi’nde hazırlanan bir tez ise; benzer biçimde, Baltık Denizi’nin de artık hapsettiğinden daha fazla karbon salmakta olduğunu hesaplıyor. Peki hiç mi iyi haber yok? Kararı okuyucuya bırakıyoruz: Science dergisinde yayınlanan bir araştırma, Avrupa’da bulunan Arabidopsis thaliana bitki türünün iklim değişimiyle baş edebilecek genetik esnekliğe sahip olabileceğini gösteriyor. Eğer bu haber size rahat bir soluk aldırmaya yettiyse, okumaya devam edin. Her araştırma, sonuçların sandığımızdan daha da tehlikeli olduğunu söylüyor. Veriler birikiyor ve her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor. Canlıların küçülmekte olduğuyla başlayalım. Nature Climate Change’de yayınlanan bir araştırma; küresel ısınma sebebiyle, dünyanın dört bir yanından birçok türde, beden küçülmesi olduğunu gösterdi. İklim değişiminin bu beklenmedik sonuçları, birbirine hassas dengelerle bağlı birçok türü olumsuz etkileyecek ve biyoçeşitliliğe zarar verecek boyutlarda.

038

[ PAR IS


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

[ 01.20 LE MONDE: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KONUSUNDA AM E R İ K A TAH TTAN İ N İYOR Çeviri: Abdulhalim Karaosmanoğlu

Donald Trump’ın Amerikası, Paris Anlaşması’ndan çekilerek iklim savaşını terk ederken, aynı zamanda taahhütlerinden ve sorumluluklarından, hatta muhtemelen dünya liderliği iddiasından da vazgeçiyor. Dünya şu anda benzeri görülmemiş bir dizi sismik diplomatik değişime tanık oluyor. Amerika, gezegenimizin geleceği için söz konusu olduğunda en yakıcı sorunlardan birinden çekiliyor: küresel ısınma. ABD artık dünya ulusları için bir rol model veya yol gösterici ışık işlevi görmeyecek. Bir zamanların görkemli ülkesi küçülüp, kendi içine çekiliyor ve başka ülkeleri kendi çıkarlarına zarar vermekle suçluyor. Donald Trump’ın imzasıyla ABD uluslararası toplumu 1 Haziran Perşembe günü Washington DC’de yarı yolda bıraktı. Barack Obama’nın üstlendiği ve hararetle savunduğu taahhütlerden vazgeçen Amerika, şimdi de sera gazı emisyonlarını kesmemek için Paris anlaşmasından çekiliyor. Diğer 194 imzacı ülkenin ortakça kararlaştırdığı çabalarda kendi payına düşeni yapmayı reddederek iklim savaşını terk eden Trump’a göre, Amerika’nın küresel ısınmayı yavaşlatmak için teknolojik veya finansal hiçbir yükümlülüğü yok. Trump’ın bu çocuksu davranışı

ile birlikte, 20. yüzyılın aksine 21. yüzyıl, Amerikan hegemonyası altında geçmeyecek gibi görünüyor. Hepsini daha dikkate değer kılan şey ise, Avrupa’nın Amerikan liderliği olmadan yolunu buluyor oluşu. NATO ve G7 zirvelerinde Trump’ın kavgacı, mesafeli ve izolasyoncu bir duruş sergilemesine karşın Alman şansölyesi Merkel, Avrupalıların bilimin bariz sonuçlarını kabul ederek, kaderimizi kendi elimize almamız gerektiğini vurgulamıştı. Amerika’nın tahttan çekilmesinin ardından devam eden şaşırtıcı olaylar dizisindeki bir sonraki hamle ise Macron’dan geldi: Uluslararası anlaşmaya ev sahipliği yapan Fransa, şimdi iklim savaşının öncü konumunda yerini aldı. Daha önce görülmemiş biçimde, ilk defa bir devlet lideri başka bir gezegenin yani B planının olmadığını kabul ederek, anlaşmanın müzakere edilemeyecek denli önemli olduğunu vurguladı. Yaptığı basın açıklamasında tüm üye ülkelerini anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırarak, Avrupa’da başlayacak çevre hareketinin öncülüğünü üstlenmiş oldu. Macron’un ardından Beyaz Saray’daki gül bahçesinin büyülü ortamını tercih eden Trump da bir basın açıklaması yaptı: Karikatürize

bir yalancı üslupla Başkan, diğer ülkelerin aç gözlülüğü ve nankörlüğü yüzünden ABD’nin kurban edildiğini söylerken, Çin ve Hindistan gibi yükseliş ivmesinde olan ülkeleri suçlayıp, özellikle de Almanların, zorlu ticaret uygulamaları ve askeri ittifaka gevşek katkıları nedeniyle Amerika’ya trilyonlarca dolar zarar verdiğini söyledi. Trump, ABD ekonomisini savunduğunu iddia ediyor ve dünyanın en büyük ikinci sera gazı yayıcısı olarak, aslanın küresel ısınmadan aldığı paydan tarihsel olarak ABD’nin sorumlu olduğu gerçeğine sırt çeviriyor. Fakat buna rağmen, ABD şirketleri ve ülkenin en büyük şehirlerinden bazılarının belediye başkanları mesajı aldı. Beyaz Saray’a meydan okumayı ve kendi adlarına Paris İklim Anlaşması hükümlerine uymayı planlıyorlar. Anlaşmanın şartlarını uygulamak oldukça zor olacak. Bu bir siyasi güç, liderlik meselesi. Kısacası, dünyanın en eski demokrasisi, en büyük ekonomik gücü ve teknolojik lideri olan Birleşik Devletler, iklim değişikliğine karşı mücadelede eksikliğini hissettirecek. Bu yazı: Le Monde gazetesinin editöryal bölümünde yer almıştır.

039


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

[ A S YA [ ROMA TAV Ş A N Olcay Bağır

040


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

Tavşan korkak, ürkek bir hayvandır. Belki de bu kadar korkak olduğu için çok hızlı koşabiliyordur! Suya sabuna dokunmayan insanlar için kullanılan “tavşan b.ku gibi, kokmaz bulaşmaz” sözünde de bu korkaklığı aramalıyız belki de… Tavşanın cinselliğin, daha doğrusu cinsel performansın simgesi olması üzerine ne söylenebilir? Bilindiği gibi tavşan üst üste defalarca sevişebilen bir hayvandır. Bu bilginin ışığında Playboy dergisinin simgesinin neden tavşan olduğu ya da erotik/pornografik filmlerde, ürünlerde, görsellerde vs. kadınların tavşankulağı ve tavşan kuyruğu takmış olmaları daha bir anlam kazanıyor. Yani seks objesi bu kadınların erkeklere “tavşan gibi sevişirim” mesajı vermeye çalıştıkları anlaşılıyor. Masalların ve mitlerin sembollerle yüklü olduğu bir gerçek. Mesela kırmızı renk cinselliği simgeler ve mesela Pamuk Prenses’in kırmızı bir elma yiyerek ölmesi bu cinsellikle açıklanabilir. Yani cinselliğin tadına bakan genç kız masalda cezalandırılıyor. Aynı şekilde “Kırmızı” Başlıklı Kız ve kurdu aklınıza getirin. Alice Harikalar Diyarında masalı da bu bakımdan ilginçtir. Alice Harikalar Diyarında masalında da yine simgeler devrededir. Küçük Alice, gördüğü tavşanı takip ederek Harikalar Diyarı’na giriyor. Yani Alice’in tavşanı takip etmesini, ergenlik çağındaki bir genç kızın bekâretten kurtulup cinsel zevklere ulaşma arzusu olarak yorumlarsak ne kadar yanılmış olabiliriz? Yani “Harikalar Diyarı neden harikadır?” sorusu belki de Alice’e rehberlik eden tavşan sayesinde daha net cevaplanabilir (masalın yazarı Lewis Carroll’un “bastırılmış pedofil” olduğu iddialarını hatırlayın)! Anadolu Alevilerinin tavşan eti yemediğini de bilirsiniz. Bunun nedeniyle ilgili kelimenin tam anlamıyla “her kafadan bir ses çıkar.” Bazı kaynaklara göre kutsal olduğu için, bazılarına göre ise lanetli ve uğursuz olduğu için yenmez. Bir inanışa göre Hz. Ali ölünce dünyaya tavşan halinde gelmiştir, bu yüzden yenmez. Kimi kaynaklara göre de Yezit’in ruhu bir tavşana girmiştir, bu yüzden yenmez.Bazı-

ları tavşanın Ali’nin atı Düldül’ü ürküttüğü için, bazıları Hz. Hüseyin’in yerini düşmanlara gösterdiği için lanetlendiğini ve bu yüzden yenmediğini söyler. Bir başka görüş de, tavşanın eski Türklerde yani Orta Asya zamanındaki Türklerde kutsal sayıldığını ve bu yüzden yenilmediğini, Alevilerin da bu geleneği Anadolu’da devam ettirdikleri yönünde. Sadece Alevilikte değil, Musevi inancında da tavşan yemek yasaktır. Bazı kaynaklara göre bunun nedeni, tavşanın adet gören bir hayvan olduğundan yenilmesini “mekruh” sayılması gerektiği inancıdır. Yani haram gibi kesin olarak yasaklanmamakla birlikte, yapılmaması istenen şeylerden biridir. Antik Roma’da ise düzenlenen dini törenlerde çok önemli rolleri vardır tavşanların ve bu yüzden halk tarafından eti yenilmezdi. Tavşanın yuvası yer altında olduğundan, yeraltı dünyasıyla yani ölüler âlemiyle de bir bağı olduğu, bu yüzden uğursuz sayılması gerektiği görüşü de vardır. Antik Mısır’da tanrıça Unut, hiyerogliflerde tavşan başlı olarak gösterilir. Yunan mitlerinde bakire ve doğanın vahşi tanrıçası Artemis’in hayvanı olarak geçer. Budizm’de tavşan kendini feda etmenin sembolüdür. Tavşan Buda’yı açlıktan ölmekten kurtarmak için kendisini ateşe atar. İran’ın eski inancı Zerdüşt dini metinlerinde ise tavşan “suyun bulunduğu yeri bildiği ve koşarak diğer hayvanlara bildirdiği için” kutsal kabul edilmiştir. --Usagi Tsukino’nun anlamı ‘Aydaki Küçük Tavşan’dır. Usagi ve Tsukino gerçek isim ve soyisim olarak Japonya’da kullanılır ve Japon çocuklar için özel anlam taşır. Japonlar dolunaya baktıkları zaman pirinç kekini yiyen bir tavşan görürler. Bir zamanlar, bir maymun, tavşan ve tilki arkadaş olarak birlikte yaşamaktadırlar. Gün boyunca dağda gülüp oynayan üçlü geceleri ormana dönerler. Uzun yıllar bu şekilde devam eder.

041


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

SUSAM SOKAĞI Özlem Kılıç Susam Sokağı çoğumuzun çocukluğuna, kıyısından köşesinden dâhil olmuş bir çocuk programıydı. Birçok nesli derinden etkilemiş çocuk programı, Susam Sokağı’nda Edi ile Büdü, Minik Kuş, Kermit, Kırpık, Kurabiye Canavarı gibi karakterleriyle aklımıza kazındı. Türkiye’de 1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yılların başında çocuk olmuş herkesin ekran karşısında heyecanla beklediği efsane Susam Sokağı’nı ve o eğlenceli kuklalarını hatırlamayan herhalde yoktur. İlk olarak 1969 yılında ABD’de yayınlanan Sesame Street’in; Türkiye uyarlaması olan Susam Sokağı, 140’dan fazla

042

ülkede gösterilmiş ve pek çok ödül almış eğitici bir çocuk programıydı. Onu izlerken okumayı, yazmayı ve sayı saymayı öğrenen ya da komşuluğun ve arkadaşlığın içten dünyasına tanık olan milyonlarca çocuk vardı. Eğitimcilerin ve psikologların; okul öncesi ve erken dönem okul çocukları için son derece yararlı bulduğu program, bir mahalle ortamında geçiyordu ve gerçek insanlarla, Muppet’ın kukla karakterlerinden oluşmaktaydı. Eğitici, öğretici ve eğlendirici ögeleriyle; okul öncesi ve erken dönem okul çocukları için sevilen ve takip edilen bir program olmakla birlikte, o yıllarda bir


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

kültür olmuş, aynı zamanda TRT klasikleri arasına girmiştir. Bu programdan önce televizyon endüstrisi, sosyolog ve psikologların hiç girmediği bir alandı. Susam Sokağı’nın her bölümünde; çocuk eğitimi ve psikoloji konusunda uzman akademisyenlerin emeği vardı. Söz konusu uzmanlar; çocukların maruz kalacağı her türlü etkiyi araştırmışlar, programın her dakikasını da son derece dikkatli hesaplamışlardı. Susam Sokağı’ndaki her şey (farklı karakterler, müzikler) çocukların ilgisini çekmek üzere yaratıldı. Çocukların dikkatini toplarken, bir yandan da onlara içerik anlamında

eğitici mesajlar vermek üzerine, yoğun araştırmalar yapıldı. Bu yönüyle de Susam Sokağı, televizyon tarihinde bir ilkti. Her dakikası özenle hazırlanan program yayınlandıktan hemen sonra, izleyicilerin tepkileri ölçülmeye başlandı. Yapılan anketlerden çıkan sonuçsa; oldukça umut vericiydi: Engelli çocuklar da bu program sayesinde birçok içeriği öğrenmişti. Yapılan başka bir araştırma da Susam Sokağı’nın, çocukların bilgi öğrenimi dışında sosyal yaşamına da katkıda bulunduğu ortaya çıkmıştı.

[ 09.96

043


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

NOMEN ADIURAM 044


BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 06

A CUIUS MENTUM 045


B A H A R

DİJİTAL DERGİ

AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 06 | 2020.08 | DİJİTAL DERGİ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.