8 minute read

Şövalye Ruhlu Çocuğun Karpuz Kabuğunda Yolculuğu Denizhan Gültekin

Balta Dergi'den herkese selamlar, Koronavirüs salgınının hepimizi evlere kapattığı tahammülfersâ zaman boyunca en az sizler kadar bizler de korku ve endişenin esiri olmamak için direndik. Şimdilerde hayatın devam edebilmesi adına normal taklidi yapan "yeni normal" hayatın akışına kapılmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki alışmaya mecbur varlıklarız ve bu zamanlar da geride kalacak.

Balta Dergi ekibi olarak krizi fırsata çevirdiğimiz ve kendimizle baş başa kalabilme fırsatını yakaladığımız karantina günlerinde siz okurlarımız için müstesna bir sayı daha hazırladık. İkinci kez Temmuz ayı sayısını okuyucuya sunma telaşını yaşamak, bizler için Covid19'a olmasa da sadra şifa niteliğinde bir meşgale oldu.

Advertisement

Dosya konusu olarak sevgili Ahmet Uluçay’ı ele aldığımız bu sayıda Fatma Dicle Karabınar yönetmenin biyografisi sizler için hazırladı ve Denizhan Gültekin ilk film incelemesi yazısını yazdı. Makale çevirisiyle Bayram Şafak Arslan, deneme yazısıyla Şaduman Tatlı ve öyküleriyle Alper Şahin, Lavinya Öz, Melik Buğra Karacabay ve Özlem Çelik katkılarını sundular. Burhan Kâzım Çalık, Esma Çaldıran, Hale Beyza, İsmail Özcan, Mehmet Zeki Kılıç, Soner Ataibiş, Suat Çakıroğlu, Tayfun Öztürk ve Ümit Aras Dağlı ise şiirleriyle on dördüncü sayımızda yer aldılar.

Şimdi Ahmet Uluçay Anısına #BaltaGımıldayıvecek.

Şövalye Ruhlu Çocuğun Karpuz Kabuğunda Yolculuğu

Dinlemek için Denizhan Gültekin

Bir yönetmen hayâl edin. Anadolu’nun ücra bir köşesinde sayısız imkânsızlıklarla pençeleşirken çocuk yaşta gönlünü kaptırdığı şeye kendini adayan bir yönetmen… Kurduğu düşün peşinden koşan, ona ulaşmak için bin bir zorluğa göğüs geren bir adam… Güven Adıgüzel’in de deyimiyle sinemamızın Don Kişot’u: Ahmet Uluçay. Tek uzun metrajlı filmi olan “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ile Uluçay; çocukluk düşünü gerçekleştirmiş, resimleri gımıldatmayı başarmıştı. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, her şeyden önce derdi olan bir film. Her ne kadar popülariteye yenik düşse de izleyenlerine farklı bir bakış açısı sunuyor ve kendi derdine seyircilerini ortak ediyor. Yapım, yönetmenin hayatından esinleniyor. Anadolu’nun mütevazı bir kasabasında geçen film, sinemayı çok seven ve eski film şeridi toplayan iki çocuğun hikâyesini saf bir dille anlatıyor. Filmde köylü – kasabalı ayrımı net bir şekilde görülmektedir. Yönetmen bu zıtlığı karakterler üzerinden izleyiciye ustaca aktarmayı başarmıştır. Rejisör olma hayâliyle yanıp tutuşan gençler, sinema sayesinde köyden kurtulmayı ve her gün izledikleri ardında dumanlar bırakarak giden trenlerle büyükşehre gitmeyi düşlemektedir. Tren onlar için daha güzel bir hayatın simgesidir. Recep’in, hayvanlarına yem verdiği Nezihe’nin evine geliş gidişi evin büyük kızını rahatsız etmiştir. Annesinin dul olması sebebiyle Nihal kendini çevreye kapatmış ve yaşı küçük de olsa evlerine gelen erkek onu kızdırmıştır. Köylü Recep de kasabalı Nihal’i görür görmez eli ayağı birbirine dolanmış ve hadsizlik(!) edip ona âşık olmuştur. Arkadaşı Mehmet kasabalı kızın köylü bir genci istemeyeceğini düşünüp ve Recep’i vazgeçirmeye çalışmaktadır.

“Ayıramıyorum. Hayatla sinemayı ayıramıyorum. Hangisi nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor, bilmiyorum.”

Ahmet Uluçay

Karpuzcu çırağı, arkadaşını dinlemeyip Mehmet’in vasıtasıyla Nihal’e bir mektup göndermiştir. Evin büyük kızı, mektubu ilk başta reddetse de sonradan gizlice almış ve her gelişinde ters davrandığı Recep’e içten içe yakınlık hissetmeye başlamıştır. Nihal’in mektubu yerden alırken görünen kırmızı ojeli ayakları, babasız olmanın verdiği korumacı tutum karşısında içinde renkli bir kadın olduğuna işaret etmektedir. Recep, Nihal’e ilk defa kadın olduğunu –farkında olmadan- hissettirmiştir. Nihal, köyden onun için getirdiği cevizlerden bir tanesini gizlice cebine atmış ve herkes uyuduktan sonra gizlice kırıp yemiştir. Yönetmen bu sahnede, genç kızın aşkı ilk defa hissedişiyle kadınlığını fark etmesini izleyiciye çok nahif bir şekilde ve ustaca aktarmıştır. Yine Nihal’in mektubu okuduğu sahnede yere düşen oyuncak bebek, genç kızın artık kadınlığa eriştiği çok güzel bir şekilde yansıtılmıştır.

Recep, Nezihe’nin beğenip okşadığı saçlarını istemeyerek kestirdiğinde kasabalı kızla aralarında bir aşkın mümkün olamayacağını anlamıştır. Onun bu üzüntülü hâli ustasının dikkatinden kaçmamış, Recep bir şey söylemese de Karpuzcu Kemal sebebini anlamıştır. Ahmet Uluçay yaptığı bir söyleşide filmin en önemli karakterinin Karpuzcu Kemal olduğunu söylemiştir.* Önceleri pehlivanlık yapan Kemal, sayısız iş denemiş hepsinde de başarısız olmuştur. Karpuz kabuğundan yapılan geminin eninde sonunda batacağını söyleyen müflis tüccarın aksine Ahmet Uluçay, gemisini karaya sağ salim çıkarmayı başarmıştır. Herkesin karşı çıkmasına ve türlü imkânsızlıklara rağmen çocukluk hayâlini gerçekleştirip filmler çekmeyi başarmıştır. Toparlayacak olursak Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak yönetmen Ahmet Uluçay’ın sinemaya duyduğu tutkuyu, doğup büyüdüğü çevrenin üslubuyla harmanlayarak izleyicisine aktardığı bir başyapıttır. Yönetmen filmini zıtlıklar üzerine kurmuştur. Köylü – kasabalı, kadın – erkek, ışık ve gölge… Sinemamızın şövalye ruhlu çocuğu karpuz kabuklarından yaptığı gemisiyle ebediyete doğru giderken bizlere çok sayıda kısa film, öykü, şiir, dergi ve gazete yazıları bıraktı. Balta Dergi vesilesiyle kendisini okurların huzurunda hürmetle yâd ediyorum.

* Kendi Rüyasında Uyanan Derviş Ahmet Uluçay, Güven Adıgüzel, Profil Kitap, 2017

Bize Sinemadan Fayda Va Akideş

Dinlemek için Fatma Dicle Karabınar

Sinema...

Yüksekokullarda eğitimler alıp teknik bilgilerle harmanlanıp ortaya çıkarılan mekanik bir yapıt mıdır yalnızca? Hayır… İnsanların duygu ve düşüncelerini yönlendirecek kadar etkin olan bir şeyin tanımlaması bu kadar basit olamaz. Bir ucu teknik bakış açılarına dayanırken diğer ucu kaybolmaya yüz tutan değerleri unutturmama endişesine dayanan sinema gündemi günden güne propagandalarla hatta intihallerle dolup taşarak çöplüğe dönüşüyor. İleride “bu filmin yeni versiyonu” şeklinde geri dönüşümlere bile maruz kalabileceğimiz bir çöplük bu. Ekranlara baktığımızda binlerce kez pişirilip önümüze konulan temcit pilavı tadında senaryolara maruz bırakılan gözlerimiz duygularımızı sömüren olaylarla süslenerek kandırılıyor. Hemen ardından izlediklerimiz gerçeklik algımızla dalga geçerek sahte hisler sunuyor tepside. Oysaki bu karmaşanın içerisinde gerçeklerin hülasasının kaskatılığı arasında bozkırdan deniz kabukları toplayacak, karpuz kabuğundan gemiler yapıp yine bozkırdan suya indirecek kadar fevkalbeşer hayallere sahip biri vardı. O kişi küçücük dünyasının yanı sıra içinde ki sanat aşkıyla yaşayan, resimlere bakıp bakıp iç çekerek “ah bi de gımıldayıverse” diyen Ahmet Uluçay’dı. Sinemayla olan bağı bu merakı ile başlayan Uluçay, hem sinema filmi yönetmeni hem yapımcısı hem de senaristi ve oyuncusu olarak hayata geçirdi rüyalarını. Bizlere geride on bir kısa film ve bir uzun metrajlı film bırakarak kalplerimizde unutulmaz bir yere sahip olan Ahmet Uluçay, 1954 yılında Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik köyünde dünyaya geldi. İlkokul eğitimi sırasında 1960 yılında köye gelen seyyar sinemacı sayesinde sinemayla tanıştı. İşte o zaman fotoğrafların hayalindeki gibi kıpırdadığını gördüğünde arkadaşına dönüp “gıynaşıp durula valla napcez” dedi. Bir çocuk şaşkınlığıyla hayran hayran bakakaldı. İçine sığdıramadığı tutkusunun adını öğrenmişti artık, sinemaydı o. Yaşadığı küçük köyde ilkokul eğitimini tamamlamış ve eğitim hayatını burada bırakmak zorunda kamıştı. Fakat bildiği bir şey vardı o da hayallerinin peşinden gitmekti. Okulu bırakmıştı ama öğrenmenin sonu yoktu. Arkadaşı İsmail Mutlu ile beraber bu işi yapacaklardı. İki kafadar bir oldular ve hayal güçleri onların eline ne verdiyse peşinden koştular. Kıyısından trenler geçen bir köydü doğup büyüdükleri yer bu yüzden bozkırda sonu görünmeyen tren raylarına bağladıkları umutları olmuştu. Her gün buluşup planlar yaparlardı. Ahmet Uluçay gece yattığında gördüğü filmleri kafasında tekrar tekrar çekerdi. Hayal etmek bile onun nefes almasını sağlıyordu. Bir pil, bir makara ve sinema çöplüklerinde buldukları filmleri toplayarak ellerindeki şartlarla film makinası yaptılar. Ahmet senaryolar yazıyor İsmail makinaları hayal ediyordu. Her şeyden uzak kalan Tepecik köyü imkânsızlıklarla doluydu, geçinmek için para kazanmalıydı bu nedenle babası tarafından sinemayla uğraşması istenmedi. Eve ekmek getirmek için çalışmalıydı. Köyde bu işlerle uğraşanlara boş gezen gözüyle bakılırdı ve Uluçay’ın babası ancak zenginler uğraşır bu işlerle diyerek önüne geçti. Fakat hayaller o kadar kolay vazgeçilecek şeyler değildi. Arkadaşı İsmail ile beraber rüyalarının peşinden gideceklerdi. Çok geçmeden köyün iki delisi olarak anılmaya başladılar. Zamanla arkadaşı İsmail’in hevesi kırılıp uzaklaşsa da o içinde sinemayı hep yaşattı. Daha sonra Almanya’dan gelen bir gurbetçinin onlara kamera vermesiyle ilk kez kendi çekimlerini yapmaya başlamıştı. İşte o an geri dönülmez bir yola girdiğini anlamıştı. Bu tutku hayatı boyunca o nereye giderse gitsin yakasını bırakmayacaktı. Sevdiği kıza bile hislerini sinema yaparak anlatmak

arzusunu içinde yaşıyordu. Mümkünü yoktu feveran edecek bir tutkuydu bu biliyordu. Bir süre şoförlük, inşaat işçiliği ve tavukçuluk yaptı ama bunları yaparken film çekme arzusundan bir an bile uzaklaşmadı. Girdiği tüm işlerde iflas etti. Bu durumla ilgili sorular yöneltildiğinde hep “Allah yardım etti iflas ettim” diyen Uluçay neredeyse insanın hayatında yaşadığı zor günler sırasında imkânsız bir hayale sarılmayacağı kadar sarılanlardandı. İflas etti, geçim sıkıntısı çekti ama dönüp dolaşıp tutunacak dalı sinema olmuştu. Her battığı noktada intihar edercesine film yapmaya çalışıyordu. Kısa filmler çekerek işe koyulmuş ve 1993 yılında “Optik Düşler” filmini çekmişti. Teknik olarak hatalarla dolu olmasına rağmen Ahmet Uluçay’ın dünyasında kusursuzdu. Hemen ardından 1994 yılında “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak” adlı bir kısa film daha çekerek ortaya koymaya çalıştığı şeylerin değerine güvendi ve 6. Ankara Uluslararası Film Festivali'ne katılarak tanındı. Sancılı bir adamdı, içinde daima sanata dair üretme arzusuyla yaşarken geçindirmesi gereken bir ailesi vardı. Sinemaya olan tutkusu nedeniyle ailesinin yokluk çekmesine sebep olmuştu. Bir yandan bedene ağır gelecek işlerle çalışarak para kazanmak zorundaydı. Yaptı, ama durmadı edebiyat dergilerinde yazılar yazdı hatta o dönem Kütahya’da bulunan yerel bir gazetede çalıştı. Peşi sıra gelen 1995 yapımı Bizim Köyün Orta Yeri Sinema, Minyatür Kosmos’ta Rüya, İnci Denizin Dibinde gibi filmleri ile yüreğinden kopanları ortaya koyarak üretmeye devam etti. Bu filmlerin birçoğu teknik anlamda sıkıntılı olmasına rağmen gittiği her yerde ödüllerle karşılandı. Bunu uğrunda çektiklerine bağlardı, “derdin olmalı, dertsiz sinema yapılmaz” derdi. Tavukçuluk yaptıktan sonra da iflas edince sinemadan başka bir şeye aklım ermiyor diyerek hayalini yaşamak için çabalamaya daha sıkı devam etti. Artık ona “Beyoğlu Berduşu” diyen babasıyla görüşmüyor, konuşmuyorlardı. Kütahya’da sinemanın gözler önünde bulunmadığı bir köyde yaşayarak bir de bu yaşam telaşeleri arasında hala içindeki tutkuyu diri tutabiliyordu. Nahif bir dünyası vardı bunu yansıtmak istiyordu çünkü onun için sinema kendini anlatmakla eşdeğerdi. Şimdi söz bende diyordu Uluçay, benim de bir hikâyem var…

En büyük destekçisi eşi ve çocukları olmuştu. Hayalini kurduğu filmi çekmek için onları da beraberinde yaşayacağı zor günlere sürüklemişti ama ailesi ona inanmaya devam etti. Çekmezsem delirecektim dediği filmini yazmaya devam etti. Bitirdikten sonra köy meydanında gecenin bir yarısı denk geldiği arkadaşını “Allah aşkına kahveye gel senaryom bitti anlatmazsam uyuyamam” diyerek gece evine gitmekten vazgeçirip dört saat senaryosunu anlatmıştı. Bir saat elli dakikalık filmi Uluçay’ın gözünden dinlemek tam olarak dört saat sürmüş ve arkadaşları onun yazdıklarını anlattığı sırada “sanki izliyormuş gibi hissederdik, biz orada yaşıyormuşuz gibi gelirdi o kadar içten anlatırdı” derdi. Kısa filmleriyle tanınmasının ardında İstanbul sinema camiasında bir hikâye olarak dilden dile ismi dolaşmaya başlamıştı. Bir adam vardı masum, sade ve naif görsellerle gerçekçi ve kuvvet dolu sahneleri canlandırıyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı senaryosuyla İstanbul’da kapı kapı dolaşmaya başlamıştı Uluçay, fakat kimse onu ciddiye almıyor onun kusursuz gördüğü kâğıtları okumuyordu. Sağlığım elverdiği sürece bu yoldan dönmem diyerek vazgeçmedi. Oyuncularını bir tren yolculuğunda, kahvede, bakkalda hatta köyünden çocuklarla belirlediği “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filini çekti. 2004 yılında gösterime giren ilk uzun metrajlı filmi ile 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde En İyi Türk filmi se

This article is from: