Kültür, hikmet ve mizahın buluştuğu bu kitapta amaç, ülkemizin eşsiz güzelliklerini kısaca tanıtıp, gez memleketini gör Rabbinin kudretini deyip her yerde tecelli eden sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini akli, mantıki ve ilmi delilleriyle gözler önüne sermektir. Tüm dünyaya hakim olan dinsizlik felsefesinin ne kadar çürük temeller üzerine bina edildiğini ve bir uçurumun kenarından ebediyete göçmeye mahkum olduğunu göstermektir. Türkiye Dünya Mirası Listesi’ndeki asıl ve yedek görmek istediğiniz yerlerin video görüntülerini Youtube’den ismini yazıp TRT 4K, Belgesel, Diyanet kanallarından izleyebilirsiniz. Ülkemizin eşsiz güzelliklerini gezip, dinlenmek ve eğlenmeniz umuduyla hayırlı seyirler…
1 - SELİMİYE CAMİİ – EDİRNE Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başkenti Edirne’de, şehrin siluetini taçlandıran Selimiye Camii, 1568 – 1574 yılları arasında Sultan II – Selim adına yaptırılmıştır. Teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseri olan Cami ve Külliye, Mimar Sinan’ın ustalık dönemi eseri, mimarlık sanatının en görkemli örneklerinden biri ve insan dehasının bir başyapıtı olarak kabul edilmektedir.
2
Şimdi boş bir araziye Selimiye gibi bir cami yapmayı düşünüp, oraya camide kullanılacak tüm malzemeleri yığsak; taşları, demirleri, kurşunları, keresteleri, harçları… Bir kasırganın bu malzemeleri savurarak tesadüfen Selimiye Camii gibi bir başyapıt yapmasını düşünebilir miyiz? Selimiye Camii’nin mimarını, mihrabın önünde ses akustiğini ayarlamak için nargile içerken görmesek de, caminin üstün bir hendese ve cebir ilmine sahip biri tarafından inşa edildiğini gayet iyi biliriz. Nasıl ki inşaat malzeme deposuna isabet eden bir kasırga tesadüfler sonucu bu camiyi meydana getiremiyorsa, tüm evrenin galaksiler, yıldızlar, güneş, dünyamız ve içindeki bitki, hayvan ve insan gibi başyapıtların da tesadüf rüzgârlarıyla, plansız olaylarla ve doğadaki bilinçsiz güçlerle meydana gelmesi mümkün olamaz. Ancak fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş üstün bir akıl sahibi Allah tarafından yaratılabilir. Teleskobumuzla yıldızları seyrederken hâşâ, Allah’ı göklerde bir yerde oturarak görmesek de, tüm evrenin ve içindekilerin üstün bir akıl sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratıldığını gayet iyi anlarız. “Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur.” Prof. Sir Fred Hoyle, matematik ve astronomi profesörü. Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)
3
2 – HARRAN EVLERİ – ŞANLIURFA Şanlıurfa Harran’ın en çok ilgi gören tarafı, bindirme tekniğiyle yapılmış külah biçimindeki konik çatılı kerpiç evleridir. Harran ilçesinin güney kesiminde yoğunlaşan bu evler eski kent kalıntıları üzerine yaklaşık 150 – 200 yıl öncesi yapılmışlardır. Bu bölge 1979 yılında Arkeolojik ve Kentsel sit alanı olarak ilan edilmiş ve böylece sayıları bine yaklaşan bu evler koruma altına alınmıştır. Şimdi bu Harran Evleri’nin önüne samanlı balçıktan insan heykellerini yapıp diksek ve oraya gezi ve incelemeye gelen yabancı profesörlerden oluşan heyete desek ki; “Bu evleri 150 – 200 yıl önce atalarımız yapmış ama
4
heykeller yere toprağa dökülen samanların rüzgarların savurmasıyla, yağmurların ıslatmasıyla binlerce yılda kendiliğinden oluştular!” Heyettekiler diyecektir ki: “Bana bak sen aklından emin misin? İstersen git Mardin Emineddin Darüşşifası’na şadırvanın başında biraz su, bülbül, musiki sesleri dinle belki şifa bulursun!” Ama aynı profesörler dünyanın en önde gelen üniversitelerinde, dünyanın en seçkin beyinlerine kerpiç heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı insan vücudunu anlatırken sık sık “kendiliğinden, tesadüfen, doğa harikası” gibi inkâr kelimelerini söylemekten çekinmezler. Bunların alayını Mardin’e gezi var diye toplayıp doğruca darüşşifaya götürerek “Bana bak siz aklınızdan emin misiniz?” deyip şadırvanının başında su, bülbül, musiki sesleriyle tedavi edilmeleri uygun düşmez mi?
5
HAMUR BEBEK Sanatkâr bir usta hamur teknesine bir lokmalık hamur koyup, üstüne unlar serpeleyerek yavaşça hamuru kabartıp elleriyle şekillendirmeye başladı. Hamur kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar ortaya çıkmaya başladı. Sanatkâr usta maharetli elleriyle kafada göz, kulak, burun, ağız yapıp bebeğin simasını da oluşturdu. Eline aldığı jiletle parmak aralarını kesti, eğri büğrü şekiller verip tırnaklarını da yaparak minnacık parmaklarını da tamamladı. Dış hatların hepsi tamamlanınca fırına pişim için verdi. Neticede uzun dikkat, uğraş ve yetenek sonucu ortaya hamurdan harika bir bebek çıktı. Sanatkâr bir Usta rahim teknesine bir çiğnemlik cenin koyup, hücreleri bölüp çoğaltarak yavaşça cenini kabartmaya başladı. Cenin kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar belirmeye başladı. 4 haftalıkken kafanın her iki tarafına birer oyuk açıldı ama içi boş acaba niye? 6.haftada o boşluklara gözler oluşmaya başladı. Önce binanın pencere boşlukları sonra çerçeveler yerleştirildi, ölçü tam uyuyor, sapma ve yanılma yok. Ha ha bu hamur bebeğin gözleri kadar da basit değilmiş. Hem de 40 ayrı parçadan oluşuyor. 6
Bakın bazı hücreler korneayı, bazı hücreleri göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yapıyor. Adeta biri camı, biri çerçeveyi, biri menteşeyi, biri kolu yapıyor. Her hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde duruyor. Her biri gözün ayrı bir parçasını oluşturup sonra mükemmel bir şekilde birleşiyorlar. Cam, demir, plastik usta olmadan kendiliğinden bir araya gelip pencere olabilir mi ve yerine geçip takılabilir mi? Kim onu yapan ve monte eden? Ey hücreler siz kimsiniz? Kimden emir alıyorsunuz? Tabakaların başlangıç ve bitiş sınırlarına nasıl karar veriyorsunuz? Komutayı size kim veriyor, böyle ki, hiç şaşırıp karıştırmıyor ve unutmuyorsunuz? Örneğin göz merceği olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Ya da mercek ile göz bebeği yer değiştirse göz görevini yerine getiremez. Hangi detayını anlatsam ki, göz, kalp, beyin, karaciğer her birinde binlerce mucizevi sistemler işliyor. Sindirim, solunum, dolaşım, hormonal gibi sistemler her biri kusursuz bir mühendislik harikası ve üstün bir aklın ürünü. "30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah'ın kusursuz yaratışı oldu." Prof. David Menton, Washington Üniversitesi, anotomi profesörü Tüm detaylarıyla ana rahminde şekil ve suretlendirilen insanın yaratılışında, şuursuz hücreler sonsuz bir akılla hareket ederler ve tüm organları ve sistemleriyle bir bebeği ana rahminde inşa ederler. Elbette ki bu olağanüstü olayı başaranlar bu hücrelerin kendileri değildir. Bebeği oluşturan hücreler sonsuz güç sahibi olan Allah'ın ilhamı ile hareket ederler. Allah bir ayetinde insana şekil ve suret veren olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur. Ana rahimlerinde size dilediği gibi şekil ve suret veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 6) 7
3 – NEMRUD DAĞI - ADIYAMAN Kuzey Suriye ile Doğu Toroslar arasında kalan topraklarda kurulan Antik Kommagene Krallığı’nın hükümdarları, arkalarında nefes kesici güzellikte mezar mabetler bıraktı. Nemrud Dağı’nın doruğuna, taş kırıklarından oluşan konik bir tümülüs hakimdir. İç planı bilinmeyen bu mezar büyük yapay teraslarla çevrilidir. Doğu terasında bir tarafında kartal, diğer tarafında arslan bulunan ortada beş adet tanrı heykeli vardır. Teras zemininden 7 m yükseklikte, tahtlarının üzerine oturmuş olan heykellerin her biri 7-8 ton ağırlığındaki taş bloklarından yapılmıştır. Günümüzde depremlerden dolayı heykellerin başları kopmuş ve terasa dağılmış durumdadır. Heykellerin sırası bir arslan ve kartal heykeliyle başlar. Hayvanların kralı olan arslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göklerdeki gücü temsil eder. Şimdi desen ki; “Nemrud Dağı’nın zirvesinde uçuşan kutsal kartallar, dağın eteklerinden pençelerinde taşıdığı taş kırıklarını tümülüsün önüne getirip, üst üste koymasıyla, arslan da tükürük ve çamurla sıvayıp Tanrı Zeus’a sunmak üzere bu harika kafa heykelleri oluştu!” Ona bakarsan kartal ve arslan canlı, eli kolu ve belli bir şuuru var ama yine de üç beş tane kafa heykellerini yapmaktan acizdirler. Oysa tabiat ve tesadüfler ise cansız, akılsız ve şuursuzdur. Eli, kolu ve beyni yoktur. Binlerce defa kartal ve arslanlardan acizdirler. Nemrud Dağı’nda yedi tane kafa sureti duruyorsa, yeryüzünde yedi milyar insan suretleri dolaşıyor ve bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı ama binlerce kez cehalete ve inkâra soyunup, nasıl bunları tabiata ve tesadüflere havale edebiliyorlar?
8
Bari kartallara ve arslanlara verseler de bir tık daha mantık çöküntüsünden yukarı çıksalar! Avrupa ve Amerika’da dinsizlik hakim olduğu için ölünce toprağa gömülmek yerine, kendilerini Hindu gibi fırınlarda yaktırmak moda olmuş. Tibet’in bir bölgesindeki Budistler ölülerini gök defniyle gömüyorlar. Yani ölüyü yüksek bir dağa çıkarıp, rahip balta ve satırla bedenini doğrayarak gökte uçuşan kartallara veriyor. Bu batık Batılılar da hindi gibi kendilerini yakacaklarına gök defniyle gömülseler arslan gibi olmaz mı? Kendilerine bir tık daha iyi alternatif bir ayin sunulmuş olmaz mı? Ne yakıyorsun kendini? Nasıl olsa ölünce cehennemin dibine göçüp yanacaksın. Gel gök defniyle gömül! Kartalların midesine geçip göklerde biraz dolaş ki, sana ufak bir kıyak olsun!
9
4 – EFLATUNPINAR ANTİK HAVUZU - KONYA Konya Beyşehir’e bağlı Sadıkhacı Beldesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Hitit döneminden kalma bir su anıtı olup, yapılışı MÖ 13. yüzyılın son çeyreğine tarihlendirilmiştir. Lahit taşının üstüne işlenen Hitit dönemi kabartmaları ile ünlüdür. Kayalar üzerine kabartma tekniğinde yapılmış tanrı ve tanrıça figürlerinden oluşmaktadır. On adet hayvan başlı hibrit figürler ve gölet çevresinde çeşitli başka heykel parçaları bulunmuştur. Bunların en büyüğü üçlü boğa heykelidir. Şimdi başka antik yerlerde bulunan yunus, köpek, fok balığı, timsah, su aygırı gibi hayvan heykellerini alıp bu antik havuzun duvar taşlarının üstlerine dizsek, heykelleri gören hiç kimse bunları kör tesadüflere havale edemez. Şimdi Beyşehir'de balık pazarını gezerken tezgâhta dizilen hamsi, uskumru, istavrit, çinekop, levrek balıklarını görsek ve onların Sanatkarını hiç düşünmeyip; “Acaba tavada mı daha iyi pişer yoksa ızgarada mı? Yanında çoban salatası mı iyi gider yoksa mevsim salatası mı?”
10
diye sadece mideni düşünsen, aklını çalıştırmasan, yani Yaratıcı’yı hiç akla getirmeyip balık akıllı bir hayat sürdürsen yarın mahşerde; “Tavada mı yanmayı tercih edersin yoksa ızgarada mı? Yanında çoban sopası mı istersin yoksa odun sopası mı?” diye adamın karşısına yemek menüsünü çıkarmazlar mı? Üstüne irmik helvası bekleme gelmez. Korda balık gibi pişip pişman oldukça acılı pişmaniyeyi bolca yersin. Nasıl bu balık heykelleri tesadüfler sonucu oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı olup suda yüzen bu canlılar da ancak alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılabilir. Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat bunların sanatkârı olamaz. Lokantada balığı yedikten sonra üstüne mahşerde çoban sopası yememek için git Beyşehir Eşrefoğlu Camii'ne şükür için vakit namazını kıl ki, yarın Cennet konaklarında şerefli bir bey gibi karşılanıp ağırlanasın.
11
5 – TRUVA ATI – ÇANAKKALE Truva atı, Odysseus’un, Troya kentinin surlarını aşmak ve şehre gizlice girmek için yaptırdığı tahtadan at maketidir. Savaş yaklaşık 10 yıldır sürüyordu. Askerler bıkkın ve yorgundur. Odysseus’un aklına tahtadan bir at yapma fikri gelir. Plana göre Akhalılar yani Yunanlılar savaştan çekiliyor gibi gözüküp sahile, içerisine en iyi ve cesur askerleri doldurdukları bir at maketi bırakıp, gemileriyle birlikte ortadan kaybolurlar yakın bir adaya gizlenirler. Truva’ya bir hediye olarak geldiği sanılan atı, Truva Kenti hâşâ tanrılarının bir lütfu olduğunu düşünür ve maket heykeli şehrin içerisine götürür. Tabi Truva Kenti, Yunanlıları yendiğini sandığından kutlamalar yapılır. Gece yarısına kadar içip sarhoş olunca Truvalılar, attan inen askerler şehrin surlarının kapılarını açarlar, dışarıda saklanan binlerce askerler içeri girerler ve katliam başlar. Şimdi hiç kimse diyemez ki; “Kenti istila için gelen Yunanlıların ahşap kadırgaları, sert dalgalarla boğuşurken kayalıklara çarpıp parçalara ayrıldı. Suda yüzen tahta parçaları dalgalarla tekrar birleşip kendiliğinden bu Truva atını oluşturdu!” Şimdi hiç kimse diyemez ki; “206 kemik parçası tesadüfen birleşip kendiliğinden insan vücudunun iskeletini oluşturdu!” Yine hiç kimse diyemez ki; “Yeryüzü havzasındaki kemik parçaları, sel gibi akan unsurlarla sürüklenip, tesadüf rüzgârlarıyla birleşip at, deve, inek, koyun, keçi gibi yüzbinler mahlûkatın ayrı ayrı iskelet sistemlerini oluşturdu!” Nasıl tahta parçalarının rastgele sürüklenmesiyle bu tahta at oluşamazsa ve onu yapan bir ustası varsa, bu tahta attan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve yürüyen atların, develerin, ineklerin, insanların iskeletleri de kemik parçalarının rastgele dizilmesiyle değil, üstün bir akıl sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından inşa edilmişlerdir.
12
… Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz… (Bakara Suresi, 259)
13
6 – PAMUKKALE ANTİK KENTİ – DENİZLİ Pamukkale’de yerden çıkan mineral yüklü sıcak su, taşlaşmış şelalelerden ve bir dizi teras havuzundan oluşan gerçek dışı bir manzara sunmaktadır. Pamukkale kenti, Türkçe kelime anlamı pamuk kalesi olan ismini, sıcak su kaynaklarının oluşturduğu beyaz kalker çökeltilerinden alır. Oysa, on sekizinci yüzyıl gezginleri buraya “Pambouk Kalesi” yani düzlüğe yayılmış olan binlerce lahite bakarak, “Mezarlar Kalesi” adını vermişlerdir. Çevresi antik yerleşimle dolu alanda birçok bina kalıntıları, sütunlar, tapınaklar, tiyatro, hamam, mezarlar ve heykeller görürsünüz. Şimdi antik tiyatro binasının sahnesinde dikilen mermer insan heykellerini alıp taşlaşmış şelalelerin ve teras havuzların yanına dikseniz; “Bunlar da mineral yüklü sıcak suların taşlaşmasıyla binlerce yılda kendiliğinden oluştu!” deseniz, turistler; “Senin anlattığın bu beyaz yalanlara pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz!” demezler mi? Heykelin hemen yanında havuz sefası yapan Beyaz Rusları görseniz, hemen akla taşlaşmış şeytan gelir. Bakarsan günaha girersin. 14
Ama turiste desen; “Şu havuz sefası yapan insanları görüyor musun? Nasıl sel gibi akan unsurların toplanmasıyla tesadüfen bu heykeller oluşamazsa, onlardan binlerce kez mükemmel ama günahkâr bu et ve kemikleşmiş insanlar da tesadüfen kendiliğinden oluşamazlar. Onlara da şekil ve suret veren bir sanatkâr vardır. O sanatkar da alemlerin Rabbi olan Allah’tır.” Turist taşlaşmış heykel gibi şaşırıp kalmaz mı bu hakikat karşısında. Diyecektir; “Thank you, thank you bana yeni ufuklar açtınız. Saçım başım ağardı, bu yaşıma kadar hiç böyle düşünmemiştim.” Ona deseniz; “Ey Michael amca, senin ülkende ve dünyanın çoğu yerinde tüm okullarda, üniversitelerde, medyada hep böyle beyaz yalanlar anlatılıyor. Evrenin, dünyanın ve içindeki bitki, hayvan ve insanların yaratılışı “kendi kendine, tesadüflere ve tabiata” havale ediliyor. Ama hiç kimse, "hey dur bi dakika senin bu anlattıklarına pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz demiyor." “Neden söyleyeyim mi? Kafanı şu havuza sokup etrafına baksan, herşeyi puslu bulanık görürsün. Aynı bunun gibi dünyanın dört bir yanını gaflet büyüsü, inkâr sisi sarmış, insanlar hakikati göremiyor, düşünüp idrak edemiyorlar. Yani basiretler körelmiş, kulaklar sağır olmuş, inkâr yüklü sıcak yalanlarla kalpler bu şelaleler gibi taşlaşmış.” 15
7 – EFES ANTİK KENTİ – İZMİR Helenistik ve Roma döneminin üstün kentleşme, mimarlık ve dini tarihe ışık tutan simgeleri barındıran Efes’te farklı dönemlere ait en üstün mimari ve kent planlama örnekleri bulunmaktadır. MÖ 8. yüzyıla tarihlenen ve antik dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’nın da ev sahibi olan Efes Antik Kenti, Antik Tiyatrosu, Celsus Kütüphanesi, sütunlu caddeleriyle gizemli, etkileyici ve tarih yüklüdür. Bu antik kenti dolaşırken, Roma döneminden kalma Celsus Kütüphanesi’nin önünden geçerken bir mucize yaşansa; kütüphanenin önünde dikilen heykeller birden yerlerinden çıkıp kütüphanenin içine girseler ve ellerine aldığı rulo halinde el yazmalarını eski Yunanca okumaya başlasalar, yaşanan tüm bu olağanüstü haller karşısında yabancı turistler, dünyanın son yedi günü mü geldi diye Meryem Ana Evi’ne koşup hınca hınç doldurmazlar mı? Antik kentin girişindeki kafeteryada turistler oturmuş çaylarını yudumlayıp gazetelerini okuyorlar. Taştan heykellerin yürümesine mucize diyoruz da etten kemikten oluşan insanların yürüyüp konuşmalarına ne diyelim? Semadan ezan sesleri geliyordu. Selçuk İsa Bey Camii’ne koşan var mı? Yatsı namazında 20 kişi saf tuttu, İbrahim Hoca namazdan sonra vaaz vereceğim dedi yedi kişi dinledi. Aynı saatlerde biraz ötedeki Kuşadası’nda bir diskotek hınca hınç doluydu. Dj mikrofonu eline almış karşısında bin
16
kişi zıplıyordu. Sabaha kadar içip, dans edip kuş gibi uçtular. Biraz öte zamanda kitaplar sağdan soldan verilmeye başlandı. Bir kavimden cennete yedi kişi girdi diğerleri naneyi yedi. Binlerce kişi cehennemde ateş dansı yapıp zıplıyordu. Zebani gittikçe dansın şiddetini artırdı. Tempo yükseldikçe dansçılar tepelerinde dönen ışıklı tokmakların altında kaz gibi tepinip yanıyorlardı.
17
8 – KÜLTEPE TABLETLERİ - KAYSERİ Kaniş Krallığı'nın başkenti ve Anadolu’daki Asur Ticaret Kolonileri sisteminin merkezi olan Kültepe, Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusundadır. Tarihi ve doğal anayolların birleştiği bir noktada yer alması, Kültepe’nin eski dünya ticaretinde önemini arttırmış ve MÖ 2000’in ilk çeyreğinde Anadolu – Suriye – Mezopotamya arasında önemli bir ticaret ve kültür merkezi olmasını sağlamıştır. Kültepe’yi çok değerli kılan ve tarihçiler tarafından “Anadolu’nun hafızası” kabul edilmesine sebep olan özelliği, kazılar esnasında bulunan yaklaşık 23.000 kil tablettir. Akadça’nın eski bir lehçesiyle yazılmış olan bu tabletler, Anadolu’ya ticari amaçlarla gelmiş Asurlu tüccarların ve onların iş yaptıkları yerli tüccarların kişisel kayıtlarından oluşmaktadır. 23.000 tabletin büyük çoğunluğu tüccarların kendi aralarındaki yazışmalar, yerli tüccarlarla yapılan senetler, ticari kayıtlar ve mahkeme tutanakları gibi belgeler oluşturmaktadır. Bunların dışında nafaka, evlenme, boşanma ve miras hukuku gibi konuların da işlendiği az sayıda tablet de mevcuttur. Kültepe’de ticareti yapılan iki önemli mal vardı. Tekstil ve kalay. Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya’da yaşayan Asurlulardan kervanlarla gelen rengârenk ve dayanıklı kumaşlar ve kıyafetler çok rağbet görüyordu. Halk zevkine ve ihtiyacına göre sipariş verebiliyordu. Asurlu kadınlar çoğunlukla dokumacılık işiyle uğraşırlar ve dokunan kumaşları pazarlaması için Anadolu’ya gönderirlerdi. Yazın yeşil ota alışıp kışın kuru samanları yemeyince Kültepeli, koyunların gözlerine yeşil camlar bağlayıp yedirmeye çalışırken, Asurlu bir kervancı onu ağılın önünde görür. Ne yapıyorsun böyle merak ettim der. Yaptığı kurnazlığını gizlemek için hayvanların gözleri şaşı, otları göremiyorlar der. Adam ver bitane de bana deveme takayım kalastan geçerken az kalsın beni dereye atacaktı. Yok yok veremem bunlar şaşı develeri büsbütün kör eder.
18
Kültepeli bakar Asurlu adamın deve, eşek, katır kervanında öbek öbek yüklü renkli kumaşlar. İçinden der acaba bu kumaşları bunlar nasıl yapıyorlar, işi kavrasam da Kültepe’de bir dükkan açsam bu basurlulara da gerek kalmasa. Adamların her yıl çek senet tabletlerini ödemekten kabızlık illetine tutulduk! Asurlu Kültepeli’nin niyetini anlayınca büsbütün ticareti kül olmasın diye der; Hemşerim bizim memlekette tarlalarımızdan çıkan pamuklar, rüzgarların havada savurması sonucu ipliklere dönüşürler. İplikler de ha bu senin ağılın önüne çektiğin çitler gibi tarlalarımızı çevirdiğimiz çalılara takılması sonucu ha bu kumaşlar oluşuyor. Bizler de toplayıp size satıyoruz. Tıpkı tarladan patlıcan toplar gibi. Bana bak ne verimli topraklarınız varmış ki şaşırdım ha bu eşekler de tarlalarınızdan mı çıkıyor? Tıpkı tarladan sıçan çıkar gibi. Ya bu günümüz İpek Yolu’na çıkan tüccarlar, neyin endişesini taşıyorlar da kervanlarında büsbütün yalanlar taşıyorlar. Bir tarlaya pamuk yığınlarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu iplikler kendiliğinden rengarenk desen ve motiflerdeki bu Asur kumaşlarına dönüşebilir mi? Bir yere atom yığınlarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının havada savurması sonucu kendiliğinden eşek, katır, deve, koyun, keçi, kedi, köpek, fare, yerdeki yalanlara gökteki efsanevi simurg kuşlarına dönüşebilir mi? Bu develerin gözlerine Kültepeli’nin taktığı yeşil camları taksak da büsbütün şaşı olup eşekleriyle birlikte uçuruma yuvarlansalar, insanlık da dinsizlik illetinden kurtulabilse! 19
9 – TUZ GÖLÜ - I Yüz yıl öncesine gidelim. Tuz Gölü’nde biriken tuzları toplamak için yörükler gelmişler. Önce küreklerle tuzları kazarak öbek öbek çadırlar gibi bir yere yığdılar. Daha sonra katır ve deve kervanlarına yükleyip uzak diyarlara taşıyacaklar. İşçiler o gün çok çalıştılar gece olunca çadırlarına geçip uykuya daldılar. Havada da rüzgâr vardı. Veysel Usta ise o gece kovalara doldurduğu tuzlarla sabaha kadar ay ışığında çalıştı. Tuz öbeklerinin arasına at, deve, katır, eşek, öküz, manda gibi yük hayvanlarının tuzdan heykellerini yaptı. Sabah olunca yörükler tuz öbeklerinin arasında bu heykelleri görünce; “Allah Allah bunları böyle kim yapmış? Aramızdaki bu sanatkâr ustayı bulalım da tebrik edelim. Eline koluna sağlık ne güzel maharetini göstermiş” dediler. Sanatkârını görmeseler de hiç kimse bunların dün gece esen rüzgârlarla tuzların tesadüfen savrulup kendiliğinden bir araya gelmesiyle oluşacağına ihtimal vermedi. Hatta binlerce yıl geçse de sadece tuz yığınlarından belli belirsiz figürler oluşacağını ama bu heykellerin oluşamayacağını idrak ediyorlardı.
20
Yörükler mesaiye başladılar. Az ötede kazıklarına bağlı duran at, deve, katır, eşek, öküz ve mandalarını çekip sırtlarına tuz çuvallarını yüklediler ve kervanlar uzak diyarlara gitmek üzere yola koyuldular. Ama işçilerin birkaçı hariç çoğu orada bir şey unuttular. Hayvanların kazıklarını mı? Hayır! Keşke o olsaydı. “Allah Allah bu yük hayvanlarını böyle kim yaratmış, şekil ve suret vermiş? Sanatkârını bulalım da tebrik edelim, hamd ü sena edelim. Ne güzel maharetini göstermiş ve bizlerin de hizmetine sunmuş. Gelin şükredelim” demedi ve idrak edemediler. Yaklaşık yüz kişilik kervan Tuz Mescidi’nin yanından geçti. Yedi kişi mescide girdi diğerleri beklerken tütünlerini sarıp sigaralarını tüttürdüler. Yanlarına bir gariban geldi birazcık tuza banmak için ekmek istedi, Allah versin deyip gönderdiler. Yarın ahirette tuzu kuru cennetlikler onları uzaktan görünce, söyle seslendiler: “Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk.” (Müddessir Suresi, 40-44)
21
TUZ GÖLÜ - II Çevremizde gördüğümüz canlı cansız her şey, cansız ve şuursuz atomların bir araya gelmesiyle oluşur. Bir atomun ne kadar küçük olduğunu anlamak için bir misal verelim. Elinizde bir çakmak olsun, kuşkusuz bu çakmağın içindeki atomları görebilmemiz mümkün değildir. Ama elimizdeki çakmağı Atlas Okyanusu boyutunda büyütürsek işte o zaman çakmağın içindeki her bir atom tuz tanesi büyüklüğüne ulaşır ve biz de onları görebiliriz. Nasıl bu tuz zerreleri tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu bu hayvan heykelleri oluşamazsa, öyle de bu tuz zerreleri gibi cansız, şuursuz ve bilinçsiz atom zerrelerinin de tesadüf rüzgârlarıyla kendiliğinden bir araya gelip toplanmasıyla, her biri ayrı bir tasarım harikası olan bu canlı cansız mahlûkatı oluşturması imkânsızdır. Atomları bir araya getirip tüm evreni, galaksileri, yıldızları, güneşi gezegenleri, dünyayı ve içindeki bitkileri, ağaçları, hayvanları, atları, develeri, katırları, eşekleri, insanları yaratan; onların her birine ayrı ayrı şekil ve suret veren tesadüf rüzgarları değil, alemlerin Rabbi olan Allah’tır.
22
Nasıl Tuz Gölü havzasına yayılan tuz yığınları tesadüf rüzgârları sonucu kendiliğinden bu katır ve eşek heykellerine dönüşemezse, kainat ve yeryüzü havzasına yayılan atom yığınları da, yüzbinlerce yıl geçse de tesadüf rüzgârları sonucu sadece savrulup dururlar. Ama kendiliğinden yüzbinlerce farklı bitki, hayvan ve insan suretlerine dönüştüğünü söyleyen Allah’a yabani yabancılar bu katır ve eşeklerden kalpleri daha katı ve şeklerle doludur. Ölünce cehennem havzasında kazıklara bağlanıp, sırtlarında semerleriyle odun taşımaya daha layıktırlar. Ey gafil Cemil! Allah'a iman etmeyenlere katır ve eşek yakıştırmaları yapacağına, yarım yamalak da olsa öğrendiğin bilgileri başkalarına anlatıp yaşamazsan ve evinde sıpa gibi yan gelip yatarsan, kitap yükü taşıyan eşeklerden ne farkın olur senin? Poğça yiyip çay içmekten belindeki kemerini gevşeteceğine, sırtına semer takıp köyündeki poça merasında çayırlarda otlamaya ne dersin? Hayatını böyle semeresiz geçirirsen, semerli eşeklerden daha eşek ve bu yakıştırmalara daha layık olmaz mısın? Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. (Cuma Suresi, 5)
23
TARLAYA DÖKÜLEN UNLAR - I İhtiyar bir köylü eşeğine yüklediği buğdayları değirmene götürür. Dönüşte eşeği tökezleyince un çuvalları yere düşüyor ve tarlaya dökülüyor. Eve boş gelince hanımı diyor, be adam bari toplayabildiğini getirseydin ya, bak yağmur çiseliyor rüzgâr da çıktı unlar telef olmuştur şimdi. Gün doğunca Şükrü dede gidiyor bir bakıyor ki tarlada tuhaf şeyler olmuş: Adamın biri ağaca yaslanmış, inek, koyun, keçi yerde otlar, tavuk eşeleniyor, köpek havlıyor vaziyette ama hepsi hamurdan yapılmış tıpatıp aynı. Eve koşup geliyor, koş hanım tarlada garip şeyler olmuş. Unların döküldüğü yerde hamurdan heykel gibi yapılmış şu şu suretler vardı. Şaşırdım kaldım bu nasıl oluşmuş olabilir? Şimdi tüm ihtimalleri birlikte değerlendirelim: 1- Ya unlar yani un zerreleri mükemmel bir bilinç ve şuur gösterip bir araya gelmeye karar vermişler ve birlikte hareket edip rüzgârın da sırtına binerek bu mahlûkatın ayrı ayrı kalıplarını icad etmişler ve suretlerini oluşturmuşlardır. Bu şık tamamen imkânsızdır. Çünkü un zerreleri cansız ve şuursuzdur. Akledip düşünemezler ve bir araya gelip büyük bir disiplin içinde hareket ederek, bu kalıplara bu şekle ve şemale dönüşemezler. 2- Ya kendi kendine oldubitti. Yani kör kuvvetlerle serseri tesadüflerin bir araya gelmesiyle rastlantı sonucu oluştu.
24
Bu sık da tamamen imkânsızdır. Çünkü sel gibi akan unsurların toplanmasıyla çamur gibi bir hamur yığını oluşur. Mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretler oluşamaz. 3- Ya doğa, tabiat kendi yaptı. Yani tabiat akledip rüzgârlarını gönderdi, yağmurun çiselemesi, şimşeğin çakması depremin sallaması, güneşin ısıtması, suların buharlaşması gibi müşterek hareketler sonucu oluştu. Bu şık da tamamen imkânsızdır. Çünkü kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat yani güneş, hava, su, toprak, mineraller, madenler, ultraviyole ışınları... Hepsi bir araya gelip istişare sonucu karar vererek her biri ayrı ve mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretleri oluşturamazlar. Haydi, yüz derece cehalete soyunup aklı ve şuur var desek bile, tabiatın eli, kolu ve teması mı var ki heykeltıraş gibi eliyle dokunup ince ince rötuşlar yapıp her birine ayrı şekil ve suretler versin? 4- Ya da akıl ve şuur sahibi bir zat tarafından yapılmıştır. Her ne kadar o kişiyi tarlada bağdaş kurup yerde oturarak görmesek de bir akıl tarafından yapıldığı kanaatine varırız.
25
TARLAYA DÖKÜLEN UNLAR - II Tarlaya dökülen unlar misali canlı cansız tüm mahlûkat da un zerreleri gibi çok çok daha ufak cansız ve şuursuz atom zerrelerinden yaratılmıştır. Ha unlar ha bunlar. Hepsi cansız ve şuursuzlukla aynı birbiriyle eşittirler. Sel gibi akan unsurların bir araya gelip toplanmasıyla her biri mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren canlı insan, ağaç, meyve, sebze, çiçek, böcek, inek, koyun, kurt, kuş... kalıpları, şekil ve suretleri kendi kendine, tesadüfen veya tabiatın tesiriyle oluşamazlar tüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ol demesiyle ve emriyle oluşabilir. Nasıl unların rüzgârda uçuşması, yerde sel gibi toplanıp akmasıyla bu hamur heykeller oluşamazsa, bunlardan binlerce kez daha mükemmel canlı suretleri de, cansız ve şuursuz atomların kendi kendine, tesadüflerle ya da tabiatın tesiriyle oluşabilmeleri akıl ve mantık dışıdır. Ancak üstün bir akıl sahibi Allah'ın dilemesiyle olur. Evet, tüm mahlûkatı oluşturan atom zerreleri kendi kendine işlemez, işletilirler. "Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur." İngiliz matematikçi ve astronom Prof. Sir Fred Hoyle
26
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 22-24)
27
10 – BERGAMA ZEUS SUNAĞI – I - İZMİR 1878 yılında başlayan Bergama kazıları sırasında çıkarılan en önemli eser olan Zeus Sunağı, bugün anavatanından binlerce kilometre uzakta, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. Zeus Sunağı’nın çalınarak Berlin’e götürülüşünün başrolünde Carl Human isimli bir Alman mühendis oynar. Carl Human 1865 yılında Bergama karayolunun yapımı için Anadolu’ya gelen Alman bir mühendistir. Sadece bir mühendis değil, aynı zamanda bir arkeoloji meraklısıdır da. Daha da ilginci ise içindeki Zeus Sunağı tutkusuydu. Human, görev yaptığı tüm süre boyunca aslında tüm enerjisini ve dikkatini Zeus Sunağı'na adamıştı. Çünkü Zeus Sunağı ve Antik Anadolu ile ilgili birçok kitap okuyup, araştırma yapan Human, bölgede toprak altında uyuyan bir Zeus Sunağı olduğunu çok iyi biliyordu. İncil’de bile yer alan Bergama Zeus Tapınağı, Human için adeta bir saplantıydı. Human, o yıllardaki tüm çalışma hayatı boyunca her yerde ve hiç hissettirmeden sürekli olarak bu eşsiz tapınağı arayıp durdu. Birçok farklı alanda kazılar yaptıktan sonra neticede sunağın mermer merdivenlerine ulaştı. Human, artık Zeus Sunağı'nı bulduğundan emindi. O tarihe kadar yaptığı kaçak kazılar sonucu ne bulduysa bunları gizliden gizliye Almanya’ya yollamaya başardı.
28
Yol yapımı için sürekli taş ihtiyacını dile getiren Human oluşturduğu kalabalık ekip sayesinde geceler boyunca yol yapımı için taş taşıdıkları bahanesiyle katırlar ve develer ile sandıklanan her tapınak parçasını, Çandarlı Körfezi'ndeki Alman gemilerine taşımayı başardı. Birgün tüm Bergama halkı toplanarak sandık sandık taşınan büyük kervanın önünü kesse ve içinde eşsiz kabartma heykellerini görseler ve deseler; “Bu ne hal be adam, sen yol için taş mı taşıyorsun yoksa yolunu bulup memleketine heykel mi kaçırıyorsun?” Human dese ki; “Yol için taş taşıyordum ama katırların sırtındaki taşlar birbirine sürte sürte kendiliğinden ha bu heykellere dönüşmüş!” diye bir Alman palavrası atsa, halk diyecektir; “Bre beygir hırsızı senin bu anlattıklarına katırlar bile inanmaz!” Aynı yıllarda bir adam çıktı tüm evren ve içindeki tüm canlılar tesadüfen kendi kendine oluştu diye bir İngiliz palavrası attı, sandık sandık saçmalıklar tüm dünyaya ulaştı. Avrupa’daki tüm papazlar ve bilim adamları Darwin’in önünü kesip; “Dur bakalım bu kervanda sen ne taşıyorsun böyle? Bre iman hırsızı senin bu saçmalıklarına katırlar bile inanmaz!” demeleri gerekmez miydi?
29
BERGAMA ZEUS SUNAĞI – II Yine yakın yıllarda kuzeyden başka biri çıktı, din afyondur deyip kızıl yalanlar söyledi beyinleri uyuşturdu. Sandıklar dolusu Rus palavralarını, komünizm zehrini yüklenmiş kervanlar Asya’ya, Uzak Doğu'ya ve tüm dünyaya ulaştırdılar. Halbuki Rusların Lenin’in kervanının önünü kesip; “Stoy! Stoy! Ey yoldaş dur bakalım. Senin bu kızıl vaatlerin Kremlin’in damındaki karlara benzer, eninde sonunda erimeye mahkûmdur. Bizler çarın çarıklarını senin çekiç ve oraklarına tercih ederiz. Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye! Sana bu diyarlarda yer yok, sür eşeğini Sibirya’nın ıssız bozkırlarına. Belki oradaki donmuş ayıları, tilkileri, yaban domuzlarını kızıl vaatlerinle biraz ısıtabilirsin. Bizim senin meşalene ihtiyacımız yok keza bu yangın tüm Rusya ve dünyayı yakıp kavurabilir!” demeleri gerekmez miydi? Yine sonraki yıllarda başka bir Alman çıktı, üstün ırk dedi faşist yalanlar söyledi. Sandıklar dolusu pagan kültürü İtalya’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya yayıldı ve tüm dünyayı kavgaya sürükledi. Halbuki aklı başındaki Almanlar; “Bre boyacı çırağı, senin bu kavgan sonunda tüm Alman ırkını elindeki fırça gibi süpürüp Rus bozkırlarına gömecek!” demeleri gerekmez miydi? İşte böyle tüm dünyayı kırk türlü bela istila etti. Hatırlar kırılmasın diye katırlara yol verildi. Fincanlar kırıldı imanlar kırıldı. Tüm dünyada halkın gönlündeki fincan gibi kırık iman, tıpkı Zeus Sunağı gibi
30
yerinden sökülüp ta uzaklara taşındı. Yerinde birçok ısırganlar dikenler, zararlı otlar çıktı. Tekrar yerine taşınması için çok uğraş, zaman ve çaba gerek. İşte Kırkpınar Er Meydanı! Rakibiyle dövüşecek Kel Aliço, Kurtdereli, Koca Yusuf gibi yiğit pehlivanlar ister. O pehlivanlar ne Amerika ne de Avrupa, Allah’ın izniyle Anadolu’dan çıktı. Son Osmanlı’nın nice yiğit pehlivanları er meydanında dinsizlik cereyanıyla güreşip rakiplerinin sırtlarını yere yatırdılar. Küfür ve inkâr yüklü bu kervanların önünü ellerinde Kuran hakikatleriyle kesip “Bre beygir hırsızları sizin bu anlattıklarınıza katırlar bile inanmaz!” deyip Osmanlı tokadıyla onları eşekleriyle beraber cehennem derelerine yuvarladılar. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Cihan er meydanında nice rakip pehlivanlar ellerini ve kollarını sallayarak peşrev yapıyorlar. Cazgırlar; “Yok mu bunlarla güreşecek pehlivanlar!” diye bağırıyorlar. Ustalarının yetiştirdiği nice çıraklar, kispetlerini giymiş, ibriklerle üstlerine yağları döküp peşrev yapıyorlar. “Hayda bre pehlivan!” diye bağırıyorlar. Kıran kırana güreşe tutuldular. Allah’ın izniyle çıraklar ustaları gibi rakiplerini elense atıp kurt kapanıyla sırtlarını yere serdiler. Ama görüldü ki, yenilen hiçbir pehlivan zembilini duvara asmadı. Anlaşıldı ki ancak İsrafil’in suru bu güreşe nihayet verebilecek!
31
11 – KIZILIRMAK DELTASI – SAMSUN Yaklaşık 350 adet kuş türü, manda, yılkı, balık, sürüngen vb. çeşitleri yanında zengin bitki örtüsüyle korunmaya değer bir habitatı içerisinde bulundurmaktadır. Deniz, ırmak, göl, sazlık, bataklık, çayır, mera, orman, kumul ve tarım alanları gibi farklı yaşam alanlarını (habitatları) bir arada bulundurması, Kızılırmak Deltası’nı eşine az rastlanır derecede önemli kılmaktadır. Deltanın girişine mıcır taşları dökülse, bu mıcırların üstüne bu taşlardan yapılmış deltayı tanıtıcı manda, inek, koyun, at, leylek, pelikan, flamingo, ördek, turna, sazan, kefal, yılan gibi hayvan heykellerini görsek, bunların tesadüfen rüzgârların yerdeki mıcırları savurmasıyla oluşturduğunu iddia edemeyiz. Sonra deltanın içine girip bataklığa giren mandaları, merada otlayan koyunları, çayırda koşan atları, tepede uçuşan leylekleri, gölde yüzen ördekleri, kıvrılan yılanları görsek akıldan istifa edip nasıl bunların yaratılışlarını, şekil ve suretlerini sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah’a vermeyip; kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, cansız ve şuursuz sebeplere isnat edebiliriz?
32
Bir yere pamuk yığınlarını iplik yumaklarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu kendi kendine çeşitli renk, desen ve motiflerde ilmik ilmik kilimler, halılar dokunabilir mi? Bir yere atom yığınlarını, hücre yumaklarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu kendi kendine her biri ayrı ve mükemmel bir ölçü ve düzen içinde bu kalıplardaki manda, inek, koyun, at, pelikan, turna ve ördekler dokunabilir mi? Tabiat ve tesadüfler yani güneş, hava, su, toprak, bulut, rüzgâr, fırtına, şimşek, erozyon, radyasyon… bir araya gelip bu hayvanların basitçe yapılmış daha mıcırlardan heykellerini yapmaktan acizken nasıl oluyor da bu cansız ve akılsız atomların tesadüf rüzgarlarıyla kendiliğinden bir araya toplanarak bunlardan binlerce kez mükemmel canlı, etten ve kemikten asıllarını yarattı deme gafletini gösterebiliyoruz? Evet mıcırlar gibi cansız ve şuursuz atomlar tesadüf rüzgârları sonucu kendi kendilerine bir araya gelip her bir hayvanın muayyen kalıbını düşünsünler toplanıp öylece dizilsinler ve o mükemmel ölçü ve düzen içindeki şekil ve suretlere dönüşsünler? Bundan daha hurafe, batıl ve saçma bir safsata olabilir mi? Çevremizde gördüğümüz her şey, tüm varyasyonları ile yaratılışın birer kopyasıdır ve hepsi çok üstün ve mutlak akıl sahibi bir varlık olan Allah tarafından yaratılmıştır. Prof. Kenneth Cumming, biyokimya profesörü Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
33
12 – DİVRİĞİ MUCİZESİ - SİVAS Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı Mengücek Beyliği döneminde inşa edilmiştir. Ulu Cami, Süleyman Şah’ın oğlu Ahmet Şah tarafından, Darüşşifa ise eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılmıştır. 1228 yılında başlanıp 1243 tarihinde tamamlanan yapı kompleksinin baş mimarı Ahlat’lı Hürrem Şah’tır. Başta taç kapılar olmak üzere, külliyenin bir çok yerinde bulunan, Ahlatlı ve Tiflisli ustaların ellerinden çıkan, taş işçiliğinin en nadide ve en ince örneklerini yansıtan harikulade motifler tüm dünyanın ilgi ve dikkatini çekmektedir. Taş kapılara nakşedilen binlerce yaprak, çiçek ve ağaç motifleri, geometrik şekiller ve büyüleyici eseri görünce Evliya Çelebi şöyle demiştir: “Methinde diller kısır, kalem kırıktır.” Görenleri kendisine hayran bırakan bu muhteşem abide eser, sanat tarihçileri tarafından “Divriği Mucizesi”, “Anadolu’nun Elhamrası”, “Asya’nın Tac Mahali” gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Şimdi biri dese ki; “Cennet Kapı’daki o muhteşem cennet bahçesi gibi taşa işlenmiş çiçek motifleri, sert kuzey rüzgârlarının esmesi sonucu taşları aşındırarak, gökteki güneş ışınlarını yansıtarak, yağan fırtınalı yağmurlar ıslatarak, çakan şimşekler lazer gibi taşları yontarak doğa harikası olarak oluştu!” Buna yeryüzünde hiçbir akıl sahibi mümkün diyebilir mi? Az ötede yemyeşil Divriği Ovası’na gitseniz; ağaçlar pembe beyaz çiçek açmış, erguvanlar, leylaklar, zambaklar, papatyalar, laleler, menekşeler, nergisler, ismini bilmediğimiz daha nice çeşit çiçekleri görüp bu cennet bahçesi gibi toprağa işlenmiş ve taşa işlenenlerden binlerce kez daha mükemmel, renkli, desenli, sanatlı, hoş kokulu ve canlı bu çiçeklerin sanatkârı kim diye hiç düşünüp takdir ettiniz mi? Yoksa kuzey kapıdaki birinin dediği gibi kara toprağın, sarı güneşin, mavi göklerin, beyaz bulutların tesadüf rüzgârlarıyla bir araya gelip bu sanatlara vakıf olabileceğini mi hep düşündük? Cennet kapısının önüne işlenmemiş taştan bir kapı koysak, yüz tane kör, sağır, düşüncesiz ve cahil insanı önüne getirip, ellerine çe34
kiç, keski gibi aletleri versek, haydi cennet bahçesi gibi işleyin desek, herhalde taş kapıyı yıkıp, tuz buz edip cehenneme çevirirler. İşte kör, sağır, düşüncesiz ve cansız, üstelik eli, kolu, çekici olmayan; ilim, irade, kudret, şuur, akıl ve hayattan yoksun olan tabiat ve tesadüfler nasıl bu işlere ve sanata sahip olabilsin? Divriği Ovası'nda açan bu ağaç ve çiçekler ancak Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Hayy u Kayyum bir Zat’ın eseridir. Yeryüzünde özellikle Avrupa, Amerika, Güney Afrika, Rusya ve Uzakdoğu’da bu “Divriği Mucizesi'ne” inanacak bir akıl sahibi hiç kimse yok mu? Dünyanın çoğuna hakim olan bu körlüğün, bu akıl tutulmasının anlatımında diller kısır, kalem kırıktır! 35
SANAT GALERİSİ Geleneksel el sanatlarıyla kumaş üzerine çiçek desenlerinin yapıldığı bir atölyeyi geziyoruz. Bayanlar önce şablon kağıtlara, kimisi de doğrudan keten kumaşlar üzerine kurşun kalemler ile muhtelif çiçek desenleri çizdiler. Sonra paletlerinin üzerine döktükleri kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor renkli boyalara samur fırçalarını sürüp kumaşlara çizdikleri desenleri hassas rötuşlarla boyamaya başladılar. Neticede kumaşlarda harika ve rengarenk gül, menekşe, karanfil, lale, sümbül gibi çiçekler oluştu. Yan taraftaki hanımlar da kumaşlara rengarenk kuşlar, balıklar, ağaçlar, kelebek ve tavus kuşları çizdiler. Daha sonra eserleri bir sanat galerisinde sunmak için sergi açtılar. Gelen ziyaretçiler hayranlıkla tablolara bakıp sanatkarlarının hünerlerini takdir ettiler. Hiç kimse bu harika tablolar için boyaların tesadüfen kumaşların üzerine sel gibi dökülüp kendiliğinden oluştuğunu iddia etmedi. Sonra ziyaretçiler başka bir sanat galerisini gezmeye gittiler. Açık hava galerisinde bir kır gezisine! Yemyeşil otlar arasında lale, sümbül, menekşe, papatyalar rengarenk açmıştı. Erguvan ağaçları, leylaklar, zambaklar ayrı bir güzellik oluşturuyordu. Şu pembe beyaz açan kiraz ağacındaki renkli kuşlar da ne böyle? Kelebekler daldan dala uçuşuyorlar. Ha ha? Şu tavus kuşunun kanatlarındaki ihtişamı görüyor musunuz? Bol bol fotoğraflarını çektiler, dere kenarındaki çay bahçesinde akvaryumdaki renkli balıklara bakarak çaylarını yudumlayıp çekip gittiler. 36
Hiç kimse bu harika tabloların Rabbimizin güneş paletine döktüğü kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor boyaları kudret fırçasıyla yerdeki tuvale aktardığını düşünmedi ve Sanatkâr’ın hünerlerini takdir etmediler. Nasıl bu el sanatları galerisinde duvarlara asılı tablodaki resimler, boyaların tesadüfen kumaş üzerine dökülmesiyle kendiliğinden oluşamazsa, bu kumaştaki desenlerden binlerce kez canlı, parlak ve göz alıcı olan şu kainat galerisinin toprak ve gökyüzü tuvallerine asılı şu tablolardaki canlıların desen ve renklerinin de kendiliğinden oluşması imkansızdır. Canlılardaki bu harika estetiği ve renk sanatını, ortadan Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Cemil-i Zülcelal olan Allah’ı ekarte edip, güneş ışınlarının farklı boylarda kırılıp yansımasına, pigmentlere ve tesadüflere havale etmek, Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşayan Pigmeliler kadar ilkel düşünüp akılsızlıktır ve şirk katmaktır ve renk körlüğüdür. Yarın mahşer gezisinde, Kololo kabilesinin bireyleri gibi suratlarımızı renkli kök boyalarıyla rengarenk boyayıp ateş üstünde yamyam dansı yaptırırlarsa hiç şaşırmayalım. Ardından nağmeler eşliğinde rengarenk cennet bahçelerine gönderileceğini zannetme. Gideceğin yer belli, yerli diliyle Mosi-oa-Tunya! Nedir o bilir misin? Gümbürtüsü tâ uzaklardan duyulan Gümbürdeyen Duman! Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi,106)
37
MİNAREDEKİ İŞARETLER “Işık prizmasına düşen güneş ışınları farklı açılarda kırılarak kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor renkler yansır. Gökkuşağındakine benzer.” “Maddelerde bulunan pigment moleküllerinin farklı atom özellikleri nedeniyle ışıkları farklı şekilde yansıttıklarından farklı renkler ortaya çıkar.” deniyor ders kitaplarında, doğrudur ama; Cam sanatkarı Alim usta farklı açılarda ışığı farklı ama tek renkte yansıtan cam parçacıklarını buldu. Binlercesini ayarlayıp yonttu ve depoladı. Görünürde renksiz ve şeffaf olan bu cam parçacıklarından bir minareyi, bir damın kiremitlerini dizer gibi bir balığın derisindeki pulcuklar gibi boydan boya itinayla dizdi. İkinci minareyi de renk açılarını hesaplamadan rastgele dizdi. Güneş doğduğunda birinci minarenin gün doğumundan yeşil yapraklar arasında kırmızı lale, öğle vakti kuzey tarafında sümbül, ikindi vakti kuzeydoğudan menekşe, akşam vakti gün batımından boynu bükük kırmızı gül, ay ışığında da kuru bir karanfil çiçeği parladı. İkinci minarede ise gün boyu çorba gibi karışık renk cümbüşü oluştu. Şimdi şu birinci minarede farklı zamanlarda açan çiçeklerin sanatkarını kime havale edeceğiz? Sel gibi akan güneş ışınlarına mı? Camların açılarına mı? Yoksa bu açıları tesadüfen değil, bilinçli bir şekilde açılandırıp yan yana dizen sanatkar Alim ustaya mı? Yeryüzünde farklı mevsimlerde farklı sanatkarane açan bu çiçeklerin, bitkilerin, ağaçların, kuşların, balıkların tüm canlıların üzerlerindeki harika estetik ve renk sanatını kime havale edeceğiz? Sel gibi akan güneş ışınlarına mı? Pigmentlerin açılarına, molekül yüzeylerine mi? Yoksa bu pigmentleri rastgele değil, bilinçli bir şekilde yansıttırıp yan yana dizen Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Sani-i Zülcemal olan bir Zat’a mı?
38
Allah’ın sonsuz ilmini, gücünü, kudretini ve sanatını ortadan kaldırıp hâşâ acziyet vererek ve şirk katıp, güneş ışınlarının bu canlılardaki pigmentlere çarpıp yansımasıyla bu harika estetik ve renk sanatının kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek, pigmentleri oraya kimin dizdiğini ve güneşi tepeye kimin diktiğini bilip düşünmemekten, bakmama renk körlüğünden gelir. Yarın mahşerde güneş ışınlarının biz kör camidlerin derilerindeki pigmentlere yakından çarpıp yansımasıyla ne acayip suretler oluşacağını idrak etmemekten gelir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her işi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
39
13 - MANYAS KUŞ CENNETİ – BALIKESİR Kuş Cenneti Milli Parkı, birçok kuş türüne ev sahipliği yapar. Tepeli ve ak pelikanlar, karabataklar, kasıkçı, çeltikçi, küçük balaban, gece balıkçısı, tepeli dalgıç, sakar meke, su tavuğu, yaban ördeği, alacabalıkçıl, erguvani balıkçıl, saz bülbülü, dik kuyruk, flamingolar ve daha niceleri… Milli parkın girişindeki idari binada, kuş türlerinin tanıtım vitrininin yer aldığı bir müze bulunmaktadır. Gölde ölen her tür kuşun içi boşaltılıp mumyası vitrinlerde sergilenmektedir. Şimdi duvarlarda ressamların yaptığı kuş türlerinin resimlerini görüp bunların, boyaların tuvallere tesadüfen dökülmesiyle oluştuğunu hiç kimse iddia edemez. Ancak bir ressam fırçası tarafından bilinçli ve ince rötuşlarla resmedilmiş kanaatine varırız. Ressamını tabloların karşısında, ağzında purosuyla oturarak görmesek de.
40
İdari binadaki müzeden çıkıp az ötedeki gözlem kulesine çıkıp dürbünle göldeki kuş türlerini seyretsek ve bunların Sanatkarını hiç düşünmesek ya da tabiat, doğa harikası desek ne kadar divanelik yapmış olmaz mıyız? Daha duvardaki resimlerin bile kendi kendine boyaların tuvale dökülmesiyle oluşamayacağını bildiğimiz halde, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı asıllarını üstün Sanatkarına vermeyip, sel gibi akan unsurların kendiliğinden oluştuklarını iddia edip, doğa ve tesadüflere havale edersek, yarın mahşerde bizleri “Bre kuş beyinli!” deyip fırçalamazlar mı? Kartal pençesine takıp eşek cennetine uçurtmazlar mı? Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126) O'nun alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı yoktur. (Hud Suresi, 56)
41
14 - ASSOS ANTİK KENTİ – ÇANAKKALE Zeytin ağaçlarının çepeçevre sardığı saklı kent Assos, diğer adıyla Behramkale, binlerce yıllık geçmişiyle pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. En çok da Yunan Uygarlığı’nın izleri kalmış bu kentte. Aristo MÖ 348-345 yılları arasında Assos’ta kalarak ilk felsefe okulunu kurmuş ve bu okulda felsefe dersleri vermiş. Behramkale Köyü olarak anılan Assos Antik Kenti girişine, 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca ilk felsefe okulunun kurucusu Aristo’nun heykeli dikildi. Şimdi şöyle bir mucize yaşansa; Aristo heykeli yerinden çıkıp yürüyerek Akropol’de yer alan Athena Tapınağı’na gelse ve karşıdaki Midilli Adası’na yönelip turistlere eski Yunanca şöyle seslense; “O hominum! Ey insanlar! Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiata değil, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin!” Bu mucize karşısında tapınaktaki turistlerin çoğu belki de iman edecek hemen yakınındaki Hüdavendigar Camii’ne koşup secdeye varacaklar. Behramkale Köyü Camii’nde öğle ezanı okunuyor. İmam, insanları Allah’a iman etmeye davet ediyor. Haydi namaza, haydi kurtuluşa diyor. Üç-beş kişi camiye geldi. Caminin karşısındaki kahvehaneler tıklım tıklım dolu. Kimi okey, kimi pişpirik oynayıp boş vakit geçiriyorlar.
42
Şimdi kim daha gavur? Bir Aristo mucizesi karşısında hemen okey deyip imana gelecek turistler mi, yoksa binlerce Hz. Muhammed (sav)’in mucizelerine tanık olup işitip iman etmeyen bizler mi? Ey kendini Müslüman telakki eden insan! Kafir dediğin elin oğluna bir Aristo mucizesi kafi gelirken, sana Peygamberimiz Hz Muhammed (sav)’in binlerce yaşanmış ve binlerle tasdik edilmiş mucizeleri kafi gelmez mi? Kahvehanede okey oynayacağına turist gibi okey deyip camiye koşman gerekmez mi? Ey ezanı duyduğu halde pişpirik oynayıp boş vakit geçiren! Yarın mahşerde kimin daha fazla kaz gibi pişip hoş vakit geçireceğini Allah bilir! Dikkat! Bu tablo sadece Behramkale'yi değil ülkemizin çoğu yerlerini anlatmaktadır. Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
43
Göstermiş Olduğu Binlerce Mucize, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, “(Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın”1 ayetinin işaretiyle, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması, “Ay yarıldı.”2 ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı? 1 ) Enfal Sûresi, 8;17. 2 ) Kamer Sûresi, 54:1. 44
“Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, O’nun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”
45
15 - SÜMELA MANASTIRI – TRABZON Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı ve Maçka’ya 17 kilometre uzaklıktaki Altındere Milli Parkı içinde, yeşillikler arasında sivrilen Karadağ üzerinde sarp bir tepeye adeta bir kartal yuvasını andırır şekilde kurulan Sümela Manastırı, bu görünüşü ile insanları kendisine hayran bırakmaktadır. Manastırın içindeki tavan ve duvarlar, İncil’de geçen sahneleri anımsatan birçok fresklerle süslüdür ve renk renk değişik konularla resmedilmişlerdir. Birgün Temel ile Dursun Sümela Manastırı’nı gezmeye giderler. Kilise içinde fresklerle süslü duvarlardaki resimlere bakarken Temel Dursun’a der: “Ula Tursun! Ha pu papazlari buraya kim çizdi da? Ula Temel ne pileyum. Bak saaa anlateyum cahil kalma. Ha penum büyük dedem yıllar önce buraya boya badana yapmaya gelmiş. Karşılığında iki tavuk, üç kaz, beş ördek istemiş. Ha pu papaz onların yerine pi domuz saaa demiş. Cemal dedem celallenip bre gavur sen oni kendun ye deyip çarıklarıyla boya kutularına pi tekme atınca, boyalar lapur yere, dedem de köye gelmiş. Anlayacağun kilisenin yarıklarını boyayacağına kendi çarıklarını boyamış. 46
Ula Temel! Ha punlari baa niye anlatiysun da? Ula Tursun hele pi dinle: Yere tökülen boyalar da ha pu kuzeyden poyraz, ha pu güneyden lodos, bizim köyden karayel, fırtına, tipi esmesiyle uçuşup ha pu duvardaki tipitipler oluşmuş. Ula Temel cidenun çarıklarında da ha pu tipitipler oluşmuş mu? Onu sorma pilmeyrum da. Ula Temel lazız ama ha puna kanacak kadar da kaz değiliz. Senin bu anlattıkların bizim doğan uşakları leyleklerin getirdiği masalına benzer. Evet, nasıl bu iki boyutlu insan suretlerinin bir ressamı varsa, manastırın içindeki bu fresklere hayran hayran bakan üç boyutlu insanları da şekil ve suretlendiren bir sanatkarı vardır. O Sanatkar da bizden kendisine iman etmemizi ve başta beş vakit namaz kılmamızı istiyor. Domuzluk yapıp inkar edersek, yarın mahşerde Temel’in dedesi gibi bize celallenmezler mi? Yere dökülen boyalar misali, sel gibi akan unsurların (hava, su, toprak, ışık) toplanmasıyla ve tesadüf rüzgarlarıyla bu kainatın ve içindeki canlıların kendiliğinden oluştuğunu üniversite amfilerinde söyleyen profesörlerin karşısına Dursun’u çıkaracaksın; “Ula proseför! Dur pi dakka, lazız ama ha puna kanacak kadar da kaz değiliz. Senin cidenun çarıklarında da ha pu tipitipler oluşmuş mu?” desin. 47
YAYLA ŞENLİĞİ Bir harmana gitsek, etrafı toz, toprak ve saman yığınlarıyla karışmış olduğunu görürüz. Binlerce yıl geçse de tesadüf rüzgârlarıyla toz, toprak ve samanlar yağmurla birlikte karışıp mükemmel bir insan suretini, heykelini oluşturamaz. Sadece çamurlu bir yığın oluşur. O harmanın yanına on bin kişi gelmiş yayla şenliği yapmaya. Kimisi horon tepiyor yerde testi kırıyor, diğerleri onları izliyor, kimisi de güreşen boğaları izliyor. O harman yerinde birden fırtınalı bir yağmur çıksa, şimşekler çaksa; toz, toprak ve samanlar havada uçuşup birden o meydanda kerpiçten horon tepen insan suretleri ve güreşen boğa heykellerine bürünse ve dirilip horon tepmeye ve boğalar çılgınca böğürüp güreş etmeye başlasalar, o an binlerce kişi yaşanan tüm bu mucizeler karşısında şaşkınlıklar içinde secdeye varmazlar mı? Kıyamet mi kopuyor diye boğalar gibi böğürüp sağa sola kaçışmazlar mı? Az önce yayla camiinde ezan okundu yirmi kişi namazda saf tuttu, binlercesi horon başında saf tuttu. 48
Çamurlu toprak ve saman karışımı kerpiçten suretlere mucize deyip, bunlardan binlerce kez mükemmel ve her an binlercesi etten ve kemikten yaratılan bu mucizeler karşısında hayrete düşüp kulluk vazifemizi yapabiliyor muyuz? Nasıl camit ve şuursuz toz zerreleri, samanlı balçıkla karışıp tesadüf rüzgârlarıyla kendiliğinden kerpiç insan ve hayvan suretlerine dönüşemezse, aynen öyle de bu toz zerreleri gibi camit ve şuursuz atomlar da tesadüfen hücrelere, dokulara, organlara derken bu canlı suretlerine dönüşemez. Yaratanı tanıyıp Yaratanın emri dairesinde yaşayalım. Dünyaya asıl gönderiliş gayemizi iyi bilelim. Saflarımızı sık ve doğru yerde tutalım. Yayladaki testi gibi alışkanlık ülfet perdesini kırıp, hakikatleri görmek için illâ boğa gibi müthiş böğüren İsrafil aleyhisselamın surunu işitmemiz mi gerekecek?
49
16 - UZUNKÖPRÜ – I – EDİRNE Uzunköprü İlçesi’nde Ergene Nehri üzerinde, Osmanlı Devleti’nin altıncı padişahı Sultan II. Murat döneminde, Mimar Muslihiddin tarafından, 1427 – 1443 yılları arasında inşa edilmiştir. 1270 metre uzunluğu ve 174 kemeri ile dünyanın günümüze ulaşan en uzun taş köprüsü olma özelliğine sahiptir. Bu ihtişamlı köprü, Orta Asya’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada farklı kültürleri bünyesinde toplayan Osmanlı’nın, sanat ve estetik anlayışından motifler de taşımaktadır. Köprünün kemerlerinde, genellikle kilit taşı üzerinde yer alan bezeme öğelerinde geometrik motifler, insan başı, fil, aslan, ceylan, kartal, ağaç, çiçek, lale gibi figürler işlenmiştir. Köprüye doğru at arabasına saman sapları yükleyip üstüne oturmuş bir vatandaş yanında içki şişesi, köpeği arkasında geliyorken ona desen; Hemşerim dur bir dakika! Aga bu dolmuş değil. Hemşerim bir şey arıyorum bana yardımcı olur musun? Ne arıyorsun be agam paranı mı düşürdün?
50
Köprünün korkuluklarına eğilip desen gel buraya bakalım. Boşuna arama aga dereye düştüyse bulamazsın. Üstüne bir bardak rakı çek. Hele bir gel, hemşerim be, bu taşlara işlenen bu aslan, ceylan, kartal, lale, çiçek kabartmalarını kim işlemiş onu arıyorum. Az önce sizin gibi biri geçti ona bu köprüyü kim yapmış dedim, dedi hemşerim bunu kimse yapmadı. Ergene’nin hırçın suları taşları sürükleyerek ha burada çarpa çarpa kendiliğinden oluşmuş. Ya bu kabartma heykeller dedim, dedi onları da Trakya’nın sert ayazı yontmuştur. O kafasını taşa çarpmış yontulmamış hergele seninle kafa bulmuş. Hiç bu köprü kendiliğinden oluşur mu? Eski taş ustaları yapmış bunu. Onu diyende benim beygir kadar akıl yoktur. Hemşerim sen diyorsun ki, bu köprünün bir mimarı, bu taşa işlenen insan, aslan, kartal ve çiçeklerin bir yontucusu vardır. Doğru mu? Doğrudur. Peki gördün mü? Görmeye ne hacet be agam her şey ortada gün gibi görünüyor. Hiç bunlar kendiliğinden oluşabilir mi? Peki bu köprüyü kim ve niye yapmış? Aga be onu ecdadımız, bizler manda gibi çamura batmayalım da karşıya geçelim diye yapmış. Peki seni beni, bu beygiri, yanındaki köpeği, havada uçuşan kuşları, şu merada otlayan inekleri, şu çiçek açan ağaçları kim ve niçin yontmuştur diye onların yontucusunu hiç uzun uzun düşündün mü?
51
UZUNKÖPRÜ – II Aga be sen Ergene gibi derin konuşmaya başladın. Bu gibi şeylerle bizi boğma. Kafamız zaten kıyak, kayık gibi bizi iyice batağa batırma. Hemşerim korkma bunlarla batmazsın aksine bataktan çıkıp ayılırsın. Nasıl bu köprünün bir mimarı, taşlarına işlenen kabartma suretlerin bir sanatkarı varsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu kainat, şu dünya ve içindeki tüm mahlukatın da bir Mimarı, bir Sanatkarı vardır. O Yaratıcı her gün şu minarelerden beş defa işittiğin Allah’tır. Niye? Manda gibi çamura batmayalım diye. Yani Cehennem ateşine dalmayıp, Sırat Köprüsü’nden rahat geçelim diye. Buradaki gibi elinde şişeyle mi geçmeyi düşünüyorsun? Bak bu at arabasına tepeleme yüklemişsin samanları geçiyorsun. Ya o köprüden geçerken sırtındaki yükünde bir saman çöpü kadar salih amelin olacak mı, yoksa ısırgan ve diken dolu bir yükle mi geçmeyi mi düşünüyorsun?
52
Aga be yeter! Anlatıp korkutma bizi hortlak gibi, bunları düşünürsek olacağız çaylak gibi! Zaten yaşıyoruz küspe gibi, hayatımız desen sünepe gibi, aklımız olmuş çöplük gibi, yaşıyoruz öyle sümsük gibi, anlayacağın olmuşuz düdük gibi. Bırak atın ölümü olsun arpadan, bunları düşünürsek iyice olacağız kafadan. Korkma kafayı üşütmez, aksine güneşlenir, aydınlanırsın. Muradın ısınmaksa bu köprünün çıkışında Muradiye Camii’ne git tövbe et, namaz kıl, ısınma hareketlerine başla. Aga be yaşlanınca kılarız. Yaşın kaç? Elli. Başın olmuş kelli felli, karnın mekik çekmekten olmuş göbekli, ağzında dişlerin dökülmüş kalmış tekli, yarına çıkacağın ne belli, daha ne bekliyorsun be terelelli? Şimdi bu Murad aga öğüt alıp Muradiye’ye gitmeye murad edeceğine, eski hamam eski taş deyip, bu taştaki yontmalardan bir yontu çıkarmazsa, atın ölümü arpadan olsun deyip saman gibi yaşarsa, ötede odun gibi yontulup Şaman gibi yanmaz mı? Peki tüm dünyadaki insanların çoğunun akılları bozuk para gibi köprüden dereye mi düşmüş ki, çoğu gaflet çamuruna batıp her şeyi bulanık düşünüyorlar, hakikatleri net görmeyip dini bozuk yaşıyorlar. Bir an önce Uzunköprü’deki tarihi hamama götürülüp iman sabunuyla uzun uzun ovulup yıkanmaları gerekir. Meşhur süpürgeyle kalplerindeki kirleri iyice süpürüp, iman halvetlerini ayna gibi parlatıp içinde iman meyvelerini teşhir etmek gerekir.
53
BİR HAKİKATİN KONUŞMASI Günler sonra bu köprüden yeniden geçtim. Karşıdan at arabasıyla gelene sordum, “Murad agayı tanır mısın?” dedim. “Bak derenin kenarında alem yaparlar.” dedi. Yanlarına gittim dokuz kişilerdi. Davul zurna eşliğinde içki içip eğleniyorlardı. “Beni tanıdın mı?” dedim. “Tanımaz olur muyum be, seni köprünün bir ucundan ta öbür ucunda görsem yine tanırım. Arkadaşlar bu size anlattığım köprünün üstünde bana vaaz veren Salih kardeş, ama bizim gibi kazmalara tesir etmedi.” Yanındakilerden biri dedi; “Hoca soframıza geleceksen gel buyur ye, iç, eğlen ama bizlere de karışma. Sen kendi yoluna, biz kendi yolumuza.” Sonra dedi; “Bak şu yakınımızda otlayan ineği görüyor musun? Şimdi ona; “Be inek sen bu dünyaya niye geldin? İçki içmez oyun bilmezsin, pavyona gitmez hovardalık etmezsin. Gündüz çayıra, gece ahıra, söyle niye bu dünyaya geldin be inek, ot gibi yaşamaya mı?” desek dedi ve o sırada da mucize eseri inek dile gelse; “Mooo! Kim demiş ben boşuna gelmişim? Ot yerim Rabbimin izniyle süt veririm. Etimi kesersiniz köfte, biftek, sucuk olur. Otlu peynirimi yerseniz diller tutuk olur. Gübremden mis gibi domates, biber, salatalık olur. Sizin gibi hıyarlar yese ürünler yazık olur. Derimden ayağına papuç, beline kemer, sırtına gocuk olur. Bak ben olmasaydım pantolonların düşer arkan açık olur. Ya sizin gibi sığırcıklardan söyle ne cacık olur?
54
Etiniz yenmez, ızgara kebap olmaz. İşkembe, tuzlama, kelle paça desek bi kap olmaz. Saçınızdan örgü örülmez, kazak, çorap olmaz. Derinizi yüzseler davul, zurna, pikap olmaz. Zurnanın deliği, sazın teli, dümbeleğe çap olmaz. Sizin gibi kalaslardan bir baltaya sap olmaz. Ne işe yararsınız desem suale cevap olmaz. Cürmünüzü saymaya kalksak buna hesap olmaz. “Asıl siz niye geldiniz bu dünyaya be köftehor; sizden ne kaşar olur, ne peynir ne de lor!” dese ve ben de uzun uykudan uyansam.
55
17 - MAHMUT BEY CAMİİ – KASTAMONU Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanmasından sonra kurulan beyliklerden biri olan Candaroğulları Beyliği döneminde 1366 yılında Kastamonu Kasaba Köy’de inşa edilen Mahmut Bey Camii, Anadolu’daki ahşap tavanlı ve ahşap destekli camilerin ender örneklerinden biridir. Özellikle ibadet mekanındaki ahşap bölümlerin hiç çivi kullanılmadan geçme tekniğiyle birleştirilmesi ve ahşap yüzeyler üzerindeki “Kalem işi” adı verilen süslemeler yapıyı benzerlerinden ayıran en önemli özellikleridir. Anadolu Türk Mimarisi’nde nadir görülen alçı mihrabı ile birlikte üstün bir sanatsal anlayışın örneği olan ahşap kapı kanatları, Mahmut Bey Camii’ni öne çıkaran diğer özelliklerdir.
56
Bak senin vücudunda da hiç çivi kullanılmadan kemikler oyma geçme tekniğiyle eklemler ve kaslar vasıtasıyla birbirlerine bağlanmış. Camiyi yapan usta keresteleri tek tek ölçüp biçmiş ve yerlerine geçirmiş. Senin vücudundaki uyluk, kamış, kaval, omur, göğüs gibi 206 kemik de hepsi ayrı ayrı ölçüp biçilmiş ve yerlerine geçirilmiş. Biri uzun bir kısa açıkta kalan kalmamış. Bak kapının menteşelerini yağlamasak gacır gucur öter, sürtünme ve aşınmaması için de eklemler yağlama vazifesi yaparlar. Kemikleri birbirine değdirmezler. İnsanların eklem yerleri bir ömür boyunca yaklaşık 100 bin kilometre yol alıp hareket ettikleri halde, gacır gucur ötmezler, bakıma ve yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Galeriye gidip son model bir otomobil aldın. Motorunu her on bin kilometrede yağlamazsan aşınır ve bozulur. Paran da çöpe gider. Arabanı her on bin kilometrede yağlayacaksın diye selektöre kağıt asıyorsun, kulağına da bu kağıttan asmaya hiç gerek duydun mu? Hayret ve takdir edeceksen, biraz da kendi vücuduna bak ve sanatkarın olan Rabbini hamd-ü sena et. Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. (Yusuf Suresi, 105)
57
18 - AFRODİSİAS ANTİK KENTİ – AYDIN Bir zamanlar Lidya eyaletinin başkenti olan Afrodisias Antik Kenti, Aydın ilinin Karacasu ilçesi sınırlarında yer alır. Ara Güler’in 1958 yılında Aydın’a baraj açılışına giderken, köy yollarında kaybolması sonucu bu antik kentin ortaya çıkmasını sağladı. 1961 yılında Prof. Dr. Kenan Erim tarafından kazılar başlamış ve bu şaheser kent yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Afrodit Tapınağı, Tetrapylon Anıtsal Kapısı, Antik Tiyatro, Stadyum, Sebasteion, Agora, Hadrian Hamamı, Odeon Sarayı, heykel kabartmalarla işlenmiş lahitler ve yüzlerce heykelleriyle tam bir sanat harikası olan kent, dünyanın en iyi on antik kenti listesine girmiştir. Turistler, Antik Tiyatro’yu hınca hınç doldurmuşlar basamaklı taşlarında oturuyorlarken birden bir deprem olsa, yer feci bir şekilde sallanıp gökler şimşeklerle yarılsa, Afrodit Tapınağı’nın sütunları yıkılsa, ören yerindeki müzede sergilenen heykeller yerlere devrilse ve bir mucize yaşansa; heykeller kalkıp kentte yürümeye başlasalar ve “Kaçın! Kaçın!” diye çığlık atıp şehri terk etseler, turistler “Kıyamet mi kopuyor?” diye çığlık çığlığa bağırıp kaçışmazlar mı?
58
Yıllardır toprağın barında saklı kalan ve sonra kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kenti ve içindeki Afrodit Tapınağı, Antik Tiyatro ve Afrodisias’ın usta heykeltıraşlarının hünerli elleriyle yonttuğu yüzlerce heykeli hiç kimse diyemez ki, tabiat depremlerle içindeki taşları parçaladı, volkanlarla eritti, yağan yağmur çakan şimşeklerle yontup, sel sularının taşıdığı alüvyonlarla cilalayıp; fırtına, tipi ve rüzgarlarla en son bu şeklini verdi. Yine hiç kimse diyemez ki; “Bu evren, güneş, yıldızlar, dünya gezegenimiz ve içindeki yüz binlerce bitki, hayvan ve insanların yapı taşları olan atomlar kendiliğinden bir araya gelip, tabiat tarafından depremlerle sallanıp, volkanlarla haşlanıp, yağan yağmurlarla ıslanıp, çakan şimşeklerle parçalanıp, sel sularının taşıdığı alüvyonlarla cilalanıp, fırtına, tipi ve rüzgarlarla son rötuşları verilip bir heykeltıraş gibi her birinin ayrı ayrı şekil ve suretleri oluştu!” Ama diyen ve dinleyen çok demeyen ve dinlemeyen az. Hangisi size tuhaf geldi? Heykellerin kaçışması mı, tabiatın karıştırılması mı, yoksa ikisi de mi? Dünyanın dört bir yanında üniversite amfilerinde bilimsel teori olarak bu saçma ve mantıksız iddiaları dinleyen talebelerin, Afrodisias’taki heykeller gibi “Kaçın! Kaçın!” diye çığlık atıp bu hurafe ve tutarsız fikirleri terk etmeleri gerekmez mi?
59
19 - BODRUM KALESİ – MUĞLA Bodrum Kalesi, Saint John Şövalyeleri tarafından Zephyirion olarak bilinen eskiden ada, ancak günümüzde yarımada konumundaki bölgeye inşa edilmiştir. Bodrum Kalesi, Şövalyeler Dönemi’nin orijinal plan ve karakterini korumakta ve Gotik mimari özelliklerini yansıtmaktadır. Kale, Anadolu’da St. John şövalyelerine ait iyi korunmuş tek örnektir. Ayrıca dünyanın en iyi korunmuş Orta Çağ anıtlarından biridir ve yekpare bir miras olarak ayaktadır. Şimdi denizin ortasında kayalık bir ada görsek, adanın ortasında bu taşlardan yapılmış Bodrum Kalesi gibi antik bir kale görsek ve etrafında surlar bulunsa ve surların üstünde ellerinde kılıç, yay, ok, mızrak tutan taştan şövalyeler olsa, bunların hiçbir zaman sert dalgaların ve rüzgarların adadaki kayaları binlerce yıl aşındırarak; taşları savurarak tesadüfen, kendiliğinden oluştuğunu iddia edemeyiz. Bu kalenin mimarını surların dibinde bir sandalda balık tutarken görmesek de onun taşlarının akıl sahibi biri tarafından özenle dizildiğini gayet iyi biliriz. Evrimciler, günümüzden beş milyar yıl önce bazı atomların tesadüfen bir araya gelerek kusursuz bir plan yaptıklarına
60
inanırlar. Bu hayali senaryolara göre, cansız ve şuursuz atomlar rastgele bir arada bulunurken rüzgarın, fırtınanın, tipinin, şimşeklerin, ultraviyole ışınlarının ve depremlerin yardımıyla her biri kusursuz tasarım harikaları olan canlıları oluşturmuşlardır. Nasıl bu kaleyi, surları ve heykelleri denizdeki dalgaların tesadüfen oluşturması imkansızsa ve bunları yapan bir akıl varsa, öyle de çok hassas ölçülere sahip tüm evrenin; yıldızlar, güneş, gezegenler, dünya ve içindeki bitki, hayvan ve insanların da cansız ve akılsız atomların, unsurların bir araya gelerek kendi kendilerine tesadüflerle savrularak oluşması imkansızdır. Ancak üstün bir ilim, hikmet, güç ve irade sahibi Allah tarafından atomlar hareket ettirilip bir araya gelebilirler. Kusursuz sistemlere sahip tüm kainatın ve içindeki canlıların tesadüfen oluştuklarını iddia etmek, Selimiye Camii, Tac Mahal, Mausoleum gibi mimari eserlerin, taş kütlelerinin rüzgarların etkisiyle zaman içinde kusursuz mimari eserlere dönüştüğüne inanmaktan çok daha mantık dışı ve akılsızcadır. “Çok küçük sayısal değişiklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur. Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.” Prof. Dr. Paul Davies, Fizik Profesörü “İçinde yaşadığımız dünya ve bu dünyanın kanunları; biz insanların yaşamalarına en uygun biçimde Allah tarafından yaratılmıştır.” Prof. Dr. Edward Boudreaux, New Orelans Üniversitesi, Kimya Profesörü Gökten yere her işi O evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)
61
20 - SAFRANBOLU EVLERİ – KARABÜK Safranbolu evleri, Karabük iline bağlı Safranbolu ilçesinde, 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı kent yaşamının ve tarihi dokunun günümüze kadar kaldığı bir ilçemizdir. Genelde iki ya da üç katlı binalardan oluşur. Ahşap çatkılı, taş ve kerpiç örgülü duvarlar beyaz badanalıdır. Geniş ocaklar evde dikkat çeker. Ahşap kapı ve tavan süslemeleri görülmeye değerdir. Evlerde haremlik selamlık bir tasarım vardır. Mutfak ile salona açılan kısımda döner dolap bulunmaktadır. Döner dolap vasıtasıyla mutfakta hazırlanan yiyecekler bu dolaba konur, erkek misafirlerin bulunduğu tarafa dolap çevrilerek yemeğe ulaşılır. Safranbolu evlerinin dış kapısında kalın, büyük ve tok ses çıkaran bir demir tokmak ve hemen yanında ya da içinde daha küçük, ince ve tiz ses çıkarak demir tokmak vardır. Gelen misafir erkek ise kalın tokmağı vurur, ev sahiplerinden erkek olan kapıyı açar. Bayanlar ise ince tokmağı vurur, tiz kapı sesini duyan ev sahiplerinden bayanlar kapıyı açar. Şimdi şehri gezmek için üç tane erkek üniversite talebesi gelse, beş günlük peşin para verip konaklamak için Cinci Hanı’na gitse, han sahibi dese; “Çocuklar bu gece han size emanet, ben Karabük’e gidiyorum, sizden başka kalan yok, girişteki odayı size veriyorum. Allah’a emanet olun.” Dışarıda fırtına, kar, tipi, rüzgar vuvvv! diye felaket esiyor. Kentte elektrikler kesilmiş. Bu gençler de her vuvvv sesini duydukça hanın isminden işkilleniyorlar. O sırada mahallenin delisi, Deli İbram bembeyaz çarşaflara bürünüp hanın kapısını bam güm bam güm diye yumrukluyor ve ağacın arkasına saklanıyor. Gençler korkudan perdenin aralığından dışarıya bakıyorlar ama ortada kimse yok. Tekrar ramazan davulu gibi kapı bam güm bam 62
güm, gençler de cümbüş teli gibi titreyip hafifçe bakıyorlar ortada kimse yok. Sahne 3-5 sefer tekrarlanırken, camın önünde Deli İbram beyaz çarşaflar içinde birden heyt! diye bağırsa, bu beş harfliler de üç harfliler geldi diye korkudan cadı gibi bağırıp odanın dolaplarına kendilerini haremlemezler mi? Geceyi yatay konumda değil, dikey konumda sabahlamazlar mı? Gün doğunca kalan paraları hibe edip handan ve şehirden rüzgar gibi tozattırmazlar mı? Peki ben bunu size niye anlattım? Hep delil mi sunacağım, biraz da size bir deli sunayım istedim hepsi bu! Şaka! Şaka! Şimdi Deli İbram gibi delilik yapsam ve buraya gelen turistlere; Safranbolu evleri şu karşı ormandaki kerestelerin, taş ocağındaki taşların, harman yerindeki kerpiçlerin, kireç taşı madeninde kaynatılan kireçlerin, Rüstem Usta’nın toprak fırınında pişen kiremitlerin vuvvv! gibi esen rüzgarlarla alabora olup buraya istiflenmesiyle kendiliğinden oluştular!” desem, Turistler “Vavvv! Gerçekten mi?” deyip “Siz kafayı mı üşüttünüz? Üç günlüğüne buraya geldik. İyice bizi delirtmeyin. Yoksa gece bizim gibi Cinci Hanı’nda mı kaldınız? İsterseniz gidin bir ruh hastanesine akılınızı çekaptan geçirin!” demezler mi? Bu Çin, Japon, Kore’den gelen Uzakdoğulu turistlere desen; “Nasıl bu görünen harika konak, tesadüf rüzgarlarının değil akıllı bir ustanın eseridir. Öyle de bir konaktan çok daha harika dizayn edilen bu evren, dünya ve içindeki dengeler ve canlılar tesadüflerin değil bir akıl ve tasarımın sonucudur. O tasarım sahibi de âlemlerin Rabbi olan Allah’tır, siz de gelin buna iman edin!” Turistler Vuvvv! deyip benden, Deli İbram’dan kaçan gençler gibi peşin peşin uzaklaşmazlar mı? Ötede han sahibiyle Deli İbram sipaleleri fifti fifti bölüşmezler mi? Deli Cemil sizlere eski bir masal anlatıp Safranbolu şakası yapmaz mı? 63
21 - HATTUŞAŞ ŞAŞKINLIĞI – ÇORUM Günümüzden 5.000 yıl öncesine ait kültürel verilere rastlanan Çorum Bağazkale’de, ilk organize devleti kuran Hititler’in, ilk başkenti Hattuşaş bulunmaktadır. Hitit Uygarlığı en az Mısır Uygarlığı kadar eski ve zengin bir uygarlıktır. Hititlerle Mısırlılar arasında yapılan Kadeş Antlaşması metin tabletleri Boğazkale’de bulunmuştur. Ayrıca, Hattuşaş’ın en büyük ve etkileyici kutsal mekanı şehrin dışında yer alan yüksek kayalar arasında saklanmış Yazılıkaya Tapınağı’dır. Tapınak’ta 90’dan fazla tanrı, tanrıça, hayvan ve hayal ürünü yaratıklar kaya yüzeyine işlenmiştir. Şimdi Hattuşaş Harabeleri’ni gezerken, çok kuvvetli kasırga ve hortumların yerdeki taşları savurmasıyla akropoldeki saray, tapınak, gimnazyum, hamam gibi yapıların temel kalıntıları üstüne bindirmesi sonucu birden asılları oluşsa, tapınağın önünde tanrılara adak sunan rahiplerin heykelleri dikilse, yaşanan bu mucizeler karşısında orada bulunan ziyaretçi; “Ha ha burada acayip şeyler oldu. Az önce geldim ortada bir şey yoktu, sadece temel kalıntıları vardı. Şimdi ise birden 3.000 yıl önceki asılları oluştu. Bu nasıl olur şaştım doğrusu.” deyip Hattuşaş şaşkınlığı
64
geçirmez mi? Beyninin yapı taşları olan nöronlar, bu harabedeki taşlar gibi alabora olmaz mı? Şimdi size biri dünya harabelerinde tesadüf rüzgarlarının esip yerdeki mahlukatın yapı taşları olan atomları savurması sonucu kusursuz işleyen bu evren, dünya ve içindeki bitki, hayvan ve insan yapılarının kendiliğinden oluştuğunu iddia etse, bu şaşkının aklındaki nöronların tıpkı Hattuşaş’taki taşlar gibi alabora olduğunu anlayıp itiraz edecek kimseler yok mu? Şaşıracaksan tapınakların önünde tanrılara adak sunan rahiplerin dikilmesine değil, amfilerde avanakların önünde dikilen ve talebelerine pagan sunan bu delilere hayret et. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın varlığına ve birliğine dair sayısız deliller karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen arkasına dönüp giden bu heykellere şaşır. Dünyanın çoğuna hâkim olan bu akıl tutulması mucizesine bakıp, Hattuşaş şaşkınlığı geçirecek kimseler yok mu?
And olsun cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler… İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
65
22 - KSANTHOS ANTİK KENTİ - ANTALYA Antalya – Fethiye arasında yer alan, Likya’nın en eski başkenti olan Ksanthos Antik Kenti’nde, Likya’nın ünlü mezar anıtları bulunur. Bunlardan en dikkat çekeni MÖ 5. yüzyıla ait Harpy Anıtı ve yanındaki MÖ 4. yüzyıla ait Likya lahdidir. Harpiler Anıtı, adını üzerindeki yarı insan, yarı kuş yaratık Harpiler’den alır. Harpiler Anıtı, 30 ton ağırlığındadır; dikdörtgen ve tek parça (monolit) kayadan yontulur; beş buçuk metre yüksekliğindedir; dört ayak üzerinde yükselen ve kapısı olan gömüt odasıdır. Dört cephesindeki kabartmalarda, mezar sahibinin yaşantısından sahneler sunulur. Kuzey cephesinde taht üzerinde oturan mezar sahibi, savaşçı miğferi uzatır; karşı cephede de benzer bir sahne vardır. Diğer cephelerde, Harpiler yer alır. Pagan inancına göre Harpiler, ölülerin ruhlarını göğe taşır. Başka bir cephede, Tanrıçaya adaklar sunulur; kadınlar ve genç kızlar ellerinde çiçeklerle ilerler. Şimdi yurt dışından gelen antik sanat tarihi profesörü ve asistanlarından oluşan bir grup, bu anıtın karşısına geçip dört cephesindeki kabartmalarda işlenen sanatı ve sahneleri anlatsa, özellikle başları çiçeklerle bezeli kadınlar ve genç kızların ellerinde taşıdığı çiçeklerden bahsetse; “Margit çiçeği bolluğu, leylaklar aşkı, nergis Apollon’a duyulan saygıyı, orkide Leto’nun gücünü, sardunya halkın ‘Her zaman sizin yanınızdayız.’ demesini temsil ediyor.” diye uzun uzun anlatsa… Mezar anıtların bulunduğu alanda asistanlar otların içinde açan sağır kulak, destenbel, tavşan topuğu, pamukluk, morca, lale kovan,
66
karagöz gibi kır çiçeklerinin arasında oturarak hocalarını ilgi ve dikkatle yaklaşık 40 dakika dinlediler. Profesör ve asistanları yerdekilere ot kadar ehemmiyet vermediler, üstlerine basıp geçtiler. 40 dakika lahitteki taşa işlenmiş çiçekleri anlatıp dinlediler, toprağa işlenmiş ve bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı açan yaban çiçeklerine yabani ve destenbel kaldılar, sağır kulak kesildiler, gözlerini kapatıp karagöz oldular! Bir dakika bile bu çiçekler neyi ve kimi temsil ediyor diye düşünmediler! Ey tüm bu hakikatler karşısında yabani ve destenbel kalan, sağır kulak kesilen, karagöz gibi gözlerini kapatan! Ey Allah’ın kusursuz yaratmasıyla toprağa işlediği bu her biri ayrı sanat harikası olan çiçekleri toprağa, doğaya ve tesadüflere havale eden veya hiç alakadar olmayan gafil! Yarın mahşerde Cehennem anıtının önünde Zebaniler tarafından ellerinde sardunyalarla karşılaşırsan hiç şaşırma. Orada zakkumlar ve kaktüslerin neyi temsil ettiğini iyi anlarsın. Girince bolca öksek otu yesen de, bi dünya petunya koklasan da fayda vermez, çörek otu gibi yanarsın! Antik çağda darda kalan insanlar bolca öksek otu yiyip petunya koklarlarmış. Yani “Sorunların üstesinden geleceğim.” “Umudunu yitirme!” demek isterlermiş. Benden sana nasihat! İman zafiyetin var darda kaldıysan gel bu hakikatlerden tavşan topuğu gibi kaçma. Antik çağdaki antikalar gibi bolca öksek otu yiyip petunya kokla. Margit gibi bolca faydalı kitapları oku, kulağına küpe çiçeği olsun!
67
23 - DİYARBAKIR SURLARI VE HEVSEL BAHÇELERİ Bölgede hüküm süren medeniyetlerin, kültürlerin ve dönemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenerek özgünlüğünü ve 7 bin yıllık tarihsel varlığını sürdüren Diyarbakır Kalesi, Surları ve Burçları hâlâ orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşamakta, Dünya tarihi için önemli bir evrensel miras özelliğini korumaktadır. Diyarbakır’ın sebze deposu olarak bilinen tüm şehrin sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi ile nehir vadisi arasında yer alan yaklaşık 7 bin dönümlük verimli topraklardan oluşur. Otuzdan fazla uygarlığın izlerini taşıyan bir bölgede 8 bin yıl gibi çok uzun süredir bahçe olarak var olmasıyla, tarımsal değerinin dışında, kültürel ve tarihi olarak da özgün bir yere sahiptir. Şimdi tanıtım için Hevsel Bahçeleri’nde yetişen domates, patlıcan, biber, hıyar, soğan, marul, karpuz, armut, kabak, mısır gibi ürünlerin balmumundan benzerleri yapılıp surların duvarlarına asılsa bunların tesadüfler sonucu değil mutlaka akıl sahibi biri tarafından yapıldığına kesin kanaat getiririz.
68
Şimdi surların üstünü toprakla doldursak ve tanıtım için Hevsel Bahçeleri’nde yetişen bu ürünleri eksek ve boy gösterseler, gelen turistlere; “Doğanın bizlere sunduğu Hevsel Bahçelerimizde yetişen bu ürünleri afiyetle yiyiniz!” diye ilan assak hıyarlık yapmış olmaz mıyız? Şimdi balmumundan yapılıp surun duvarına asılan domates, biber, patlıcan, kabak, mısır gibi ürünleri görünce “Bunları mutlaka akıl sahibi biri yapmıştır.” diyoruz da, bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı ve yenilebilen asılları için mutlaka ilim sahibi biri tarafından yaratıldıklarına kesin kanaat mi getiririz? Yoksa kabak kafalılık yapıp bunları toprak, tabiat, tesadüfler gibi bilinçsiz güçlere havale ya da taksimat yaparak, gözleri kapalı her yeri sargılı Mısır’daki mumyalardan daha mumya, camid ve şuursuz olup, aklımızı, ruhumuzu ve bedenimizi kendi kendimize mumyalaştırmış olmaz mıyız? Yarın Cehennem kazanlarının içinde bizleri Zebaniler ellerinde odun kaşıklarıyla dövüp, domates gibi salçamızı kaynatmazlar mı? Acı biber gibi yakıp, tatlı canımızı patlıcan gibi kızartmazlar mı? Ey kendini tohum gibi gaflet zarının içine hapsetmiş olan gafil! Ne zaman üzerini saran gaflet zarını delip, iman suyuyla beslenip, Kur’an ahkamıyla yeşerip, sünnet ile filizlenerek Tuba gibi dal ve budak salacaksın?
69
24 - CUMALIKIZIK KÖYÜ – BURSA Osmanlıların Bursa'da ilk yerleştikleri bölgelerden olan Cumalıkızık, 180'i halen kullanılan, bazılarında ise koruma ve restorasyon çalışmalarının yapıldığı toplam 270 ev ile Osmanlı sivil mimarisinin en görkemli köy yerleşimini günümüze ulaştıran Cumalıkızık, son yıllarda ülkemiz yanında tüm dünyada da tanınmaya başlamıştır. Taş döşemeli dar sokaklar boyunca uzanan mor, mavi ya da sarı renklere boyanmış, kerpiç, tahta ve taş karışımı evleri gördüğünüzde, köyün korunmuşluğu karşısında hayrete düşersiniz. Şimdi desek; “Uludağ’ın kuzeyindeki dik eteklerinden gelen sel sularının taşıdığı kütük yığınları, taşlar ve balçık bu alandaki setlerde toplanıp zamanla kendiliğinden Cumalıkızık evleri ve konaklarına dönüştü!” Buna hiçbir akıl sahibi “Mümkündür.” diyemez. Ama sel gibi akan unsurların taşıdığı kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiat yığınlarının zaman setlerinde birleşip kendili70
ğinden bu evler ve konaklardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı Cihan konağını, tavanındaki yıldızlar avizelerini, tabanındaki binlerce bitki ve çiçek motiflerinden oluşan yeryüzü halısını ve üstünde gezinen hayvanat ve insan misafirlerini sel gibi akan unsurların taşıdığı bu camid yığınlarla oluştuğunu dile getiren bu camidleri yarın Zebaniler kızıp toplanarak dillerine kazık geçirip ateş bozkırlarında göçebe gibi diyar diyar gezdirmezler mi? Cehennem yarlarına, derelerine göçüp kayan bu kayıklar nice zaman Uludağ’ın zirvelerindeki karlarda serinlemek için kızak yapmayı hayal etseler, fidye de verseler onlara bu kıyağı hiç kimse yapmaz! Selvilerin altında ayaklar altında çiğnenmeden evvel, gel nefsini çiğne, benliğini kır, Yeşil Camii’nin içindeki nefis çiniler adedince tövbe, istiğfar et, belini kırıp rüku ve secde et! Kubbedeki alem gibi alametin olsun ki, Allah da sana mahşerde selamet versin! 71
25 - ANİ HARABELERİ – KARS Ani Antik Kenti kalıntıları, Kars’a 48 km. uzaklıkta yer almaktadır. Arpaçay Nehri kenarında konumlanan kentin kuruluşu MÖ 350-300 yıllarına dayanmaktadır. Eski kervanların geçit yolu üzerinde olan Ani, zamanın en büyük ticaret merkezlerinden biri olup, kalesi güvenlik amacıyla kurulmuştur. Ani Kenti’nin en parlak dönemi 10. yüzyıldır. Bu dönemde şehir yerli Hristiyan beyliğinin başkentliğini üstlenmiş, pek çok kilise ve sivil binayla donatılmıştır. Bu yapıların bir kısmı hâlen ayaktadır. Kars gibi Ani de jeopolitik durumu dolayısıyla bir çok devletin istilasına ve yıkımına uğramıştır. 1064 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan Ani’yi alarak onarmış, kenti Selçuklu soyundan olan Şeddatoğulları’na bırakmıştır. Şeddatlılar Ani’de Türk Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerini oluşturan camiler, hamamlar, saraylar, konutlar, pazar yerleri ile kenti zenginleştirmişlerdir. Ani, bu dönemde doğunun en güzel kentlerinden biri olmuş, ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir. 14. yüzyılda meydana gelen bir deprem sonucu kent büyük ölçüde yıkıma uğramış, ticaret yollarının da değişmesi sonucu, bir daha eski konumuna ulaşamamıştır. Ani’de Arpaçay’a bakan dik yamacın üzerinde Selçukluların Anadolu’da ilk yaptırdıkları yarı yıkık bir cami bulunuyor. Şeddatoğulları’ndan Ebu Süca Menuçehr tarafından 1072 yılında yaptırılan Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak da kullanılan 99 basamaklı minaresinin külah kısmı yıkık, şerefesi altında renkli taşlarla yazılmış Allah yazısı okunmaktadır.
72
Şimdi Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak kullanılan minaresine çıkıp, Firavun gibi göklere bakarak, hani Allah nerede göremiyorum diyen ey arpa akıllı yabani! Ömür kervanı geçti, uhrevi ticaret yolculuğunda bir arpa boyu kadar yol alamadın. Göklere boşluğa bakma, bak Allah’ın isim ve sıfatları Arpaçay deresinde tecelli ediyor! İçinde yüzen alabalıklarda, üstünde kurulan İpek Yolu köprüsünde, üstünden geçen kervanda, kervancıların taşıdığı ipek kumaşların renkli desenlerinde, çevresinde uçuşan kelebeklerin kumaş gibi desenli ipek kanatlarında, kervanı taşıyan develerde, su içmeden bir ay çölü aşan hörgüçlerinde, kervancıların dilinde, yüreğinde, beyninde, damarlarında uzun yollar kat eden iskelet, eklem ve kas sisteminde, kervancılara gece yol gösteren yıldızlarda… Her nereye baksan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri orada. Yani Allah’ın kusursuz yaratma sanatıyla yarattığı tüm evren ve içinde barındırdığı canlı cansız tüm mahlukat aklî, mantıkî ve ilmî sayısız delilleriyle Rabbimizin varlığını ve birliğini bizlere gökteki yıldızlar gibi parlak gösterir. Bakmasını bilen gözler bu gök kubbenin altındaki her yerde renkli taşlarla yazılmış Allah yazısını okur. Allah’ı görmek için 99 basamaklı gözlem kulesine çıkmaya gerek yok. Her nereye baksan 99 isminin tecellileriyle Allah sana kusursuz yaratma sanatını gösterip, Kendisini tanıtıyor. Sen de O’nu imanla tanı ve ibadetle sev. Bak kervanda deve yük taşıyıp kendi vazifesini yapıyor. Sen de asli vazifen olarak iman etmezsen, O’nun önünde secde etmezsen deveden daha deve olmaz mısın? Yarın mahşerde kervan meşalesini taşıyan Firavunların, Nemrutların arkasında Ateş Yolu kervanına kendini dâhil ettirmez misin? Ateşgede Tapınağı’nda baş rahiplerle beraber konaklamaz mısın?
73
26- ÇATALHÖYÜK NEOLİTİK KENTİ – KONYA Çumra’da Konya Ovası’na hâkim bir noktada yer alan Çatalhöyük, günümüzden 9.000 yıl önceye tarihlenen bir yerleşimdir. 2.000 yıl boyunca kesintisiz yerleşim gören Çatalhöyük, dönemin en büyük ve en kalabalık yerleşimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Mezopotamya’da yer alan Eriha, Çatalhöyük’ten 1.000 yıl kadar daha eski fakat Çatalhöyük, barındırdığı nüfus ve yüz ölçümü bakımından çok daha değerli olarak görülüyor. Dönem içerisinde Çatalhöyük’te en az 8.000 insanın yaşadığı düşünülüyor. Burası sadece nüfus büyüklüğü ile değil, bu dönemde Mezopotamya dışında böylesine büyük bir yerleşimin olması dolayısı ile de oldukça şaşırtıcı bir yerdir.
74
Evlerin en belirgin özellikleri, kümelenmiş şekilde birbirleriyle bitişik olmaları ve içlerine çatıda açılmış bir delikten merdivenle giriliyor olmasıdır. Kentte sokak bulunmamaktadır. Çatılar sokak işlevi görmekte, dolayısıyla ulaşım damlar üzerinden yapılmaktaydı. Tek katlı olan evler kerpiç tuğlalardan ve ağaçtan yapılmıştır. Duvarlara geometrik şekiller, kilim desenleri iç içe geçmiş daireler, yıldızlar, çiçek motifleri yapılmıştır. Ev içi duvarlarda, çizimlerin ve resimlerin dışında, kille sıvanmış gerçek boğa, geyik ve koç başları da yer almaktadır. Evlerin içinde pişmiş topraktan yapılan 5-15 cm büyüklüğünde pek çok kadın figürü bulunuyor. Bu kadın heykelcikleri genellikle genç kadın, doğuran kadın ve yaşlı kadın olarak betimlenmiş. Toplumda prestij elde etmiş yaşlı kadınları temsil ettiği düşünülüyor. Çatalhöyük’ün bitişiğindeki merada çoban eşeğine binmiş koyunlarını otlatıyor. Az ileride kadınlar tarladan patates, kuru soğan, sarımsak, havuç, turp topluyorlar. Toprak altında köstebekler, fareler, yılanlar yuva yapmışlar. Şimdi Çatalhöyük’te toprak altında kazılarda çıkan pişmiş toprak heykelcikleri ve kesik koç başlar nasıl kendi kendine olması, veyahut toprağın oluşturması veya tesadüflerle ya da canlı köstebek, fare ve yılanların iş birliğiyle oluşması imkansızsa; Bu tarlada toprağın altında pişen patates, soğan, turpların, buralara yuva yapan köstebek, sıçan ve yılanların da tesadüfen kendiliğinden oluşmasını iddia etmek tam bir körlük, saçmalık ve yalandır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılabilir. Şimdi eşek kafalılık yapıp, şu merada otlayan, toprağın üstünde gezinen koç başlarını, altında pişen patates, soğan, turpları, içinde yuva yapan köstebekleri kendi kendine veya toprağın icat etmesiyle veyahut tesadüflerle ya da tabiatın tesiriyle oluştuğunu iddia eden bu kütükler mahşerde kesik başlı dirilip, boyunlarına eşek başları aşılanarak kendi kendilerini eşek cennetine sokmuş olmazlar mı?
75
27- GELENEKSEL MARDİN EVLERİ Mardin kenti, temel yapı malzemesi olarak kolay işlenebilen sarı kalker taşının kullanıldığı, çeşitli motiflerle bezenmiş geleneksel evleriyle ünlüdür. Mardin evlerinin en önemli özelliği taş işçiliğidir. Bölgedeki çok sayıda ocaktan çıkarılan sarı kalker taşı, yapı üretimine egemen olmuş, kapı ve pencereleri, sütuncuklar, kemerler… değişik motiflerle süslenmiştir. Mardin’deki evler, kalenin eteklerinden ovaya kadar birbiri üzerine yükselen teraslar şeklinde, tepenin güney tarafına yapılmıştır. Kentin dar ve merdivenli sokaklarına araçlar giremediği için çöp toplama işi sigortalı eşeklerle yapılmaktaymış. Şimdi hep birlikte bir Mardin evinin odalarını geziyoruz. İlk odaya bakıyoruz ki duvarlarındaki raflara kırmızı, mavi, sarı ana renklerle; yeşil, mor, turuncu ara renklerin bulunduğu boya şişeleri dizilmiş. Yere de boydan boya boş bir kumaş serilmiş duruyor. İkinci odaya bakıyoruz, aynı şekilde raflarda boya şişeleri duruyor ama yerdeki bezin üzerinde elma ağacı altında ip atlayan bir kız çocuğu ve yanında kanatlarını açmış tavus kuşu resmi çizilmiş. Acaba hiçbir yönle imkan ve ihtimal var mı ki, o yerdeki harika tablo gibi resim, akıllı bir ressamın fırçasının hassas rötuşlarıyla, ince ince dokunuşlarıyla değil de, boya şişelerinin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu yere devrilip, boyaların akıp gitmesiyle toplanıp kendiliğinden o resmi oluştursunlar. Acaba bundan daha saçma, imkansız ve mantıksız bir şey olabilir mi?
76
İşte bu misal gibi her bir bitki, hayvan ve insan suretleri çok hassas rötuşlarla dokunmuştur ki, eğer kör sebeplere, unsurlara dayandırılsa ve sebepler icat etti denilse, aynen kumaştaki resmin, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derce akıldan uzak, imkansız ve batıldır. Allah’ın hadsiz bir hikmet ve sınırsız bir ilim ve her şeyi kuşatan irade ile vücuda gelen yeryüzü kumaşında nakşettiği resimden binlerce kez mükemmel, sanatlı, üç boyutlu ve canlı sayısız bitki, hayvan ve insan suretlerinin, dünya odasına dizilen hava, su, toprak, ışık atomlarının bulunduğu ana şişelerle; rüzgar, dalga, şimşek, radyasyon sebeplerinin bulunduğu ara şişelerin hudutsuz sel gibi akan yüzlerce maddi unsurların akıp toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden bedbaht, o harika resmin kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp oluşmuştur diyen deli saçmalayıcısı sarhoş ahmak, Mardin sokaklarında çöp toplayan eşeklerden daha fazla eşektir. Şimdi ilk odaya tekrar giriyoruz. Raflarda boya şişeleri, yerde de boş bir kumaş serilmiş duruyor. İçeriye dünyanın en usta ressamları girdiler. Acaba bu canlı, şuurlu ve usta ressamlar, fırçalarıyla beze dokunmadan, hiç temas etmeden sadece uzaktan yakından boyaları yere sıçratarak, hassas rötuşlar ve ince ince dokunuşlar isteyen o harika resmi yapmalarını istesek bunu başarabilirler mi? Kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata, hadsiz bir cehalete bürünüp akıl, şuur, bilinç ve can isnat etsek bile; eli, kolu, fırçası ve teması olmayan tabiat, heykeltıraş gibi nasıl bu hadsiz harika canlıların her biri ayrı ayrı şekil ve suretlerini oluştursun? Akıl ve şuur sahibi usta ressamların yapamadıklarını, resimlerden binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı suretlerini bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata isnad eden bu Mardin evleri gibi taş kafalı bu kör, sağır, düşüncesiz ve camidler, yarın mahşerde daracık sokaklarına cehennem yükü taşıyan sigortalı eşeklere dönüşmezler mi? Primlerinin dolmasını hiç beklemesinler, eşekleri orada, buradaki gibi emekli etmezler! 77
28- KARAİN MAĞARASI - ANTALYA Eski dönemlere ait en büyük yerleşim alanlarından biri olan Karain Mağarası, Antalya ve Burdur kara yolu arasında kalan bir mağaradır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucunda eski zamanlara dair pek çok yerleşim kalıntısı bulunmuştur. Bulunan bu önemli kalıntılar, Antalya içindeki müzelerde sergiye açılmıştır. Anadolu hakkında geçmişten gelen önemli ip uçları veren Karain Mağarası, aynı zamanda Roma dönemine ait kalıntıları da barındırmaktadır. Eski yıllarda var olan mağaralar sadece tek bir katmanı temsil ederken, Karain Mağarası’nda birçok tabaka bulunmaktadır. Karain Mağarası’ndan yerleşim kalıntılarının çıkarılmasının yanı sıra, sanata dair bulguların da ele geçirilmesi, Anadolu sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler vermektedir. Duvarlarına çizilen şekiller de Allah’ın sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler verir, şöyle ki: Uzun yıllar içine girilmeyen bu mağaranın içine girdiğimizde topraktan duvarlarına basitçe çizilmiş elma, portakal, kiraz, muz gibi meyve şekillerini ve incir, dut, mandalina gibi ağaçların resimlerini görsek; bu çizimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın kendisinin üzerine resmettiğini asla düşünmeyiz. Mutlaka mağaranın içine giren şuur ve akıl sahibi biri tarafından çizilmiştir kanaatine varırız. Mağaradan çıkarken hemen bitişikteki duvarlarda çıkan incir ağacı ve sarmaşıkları, az ötede sıra sıra dizilen portakal ağaçlarını görsek bu üç boyutlu ve canlı resimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın bizzat kendisinin üzerine resmettiğini mi düşünürüz? Halbuki bu aciz, cansız ve şuursuz toprağın daha meyvelerin ve ağaçların alelade çizimlerini bile yapamayacağını bildiğimiz halde, aklımız küfür ve isyan sarmaşıklarıyla sarmaş dolaş, inkarcı fikirlerle karışık olduğundan hakikati göremeyip, yine bu aynı toprağın bu meyvelerin ve ağaçların çizimlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı asıllarını bizzat kendileri icat ediyor deyip kütük kafalılık yapabiliyoruz. 78
Kaldı ki canlı ve şuurlu biz insanlar bile ağaçların resmini çizmeye kalksak köklerindeki ve dallarındaki sayısız ayrıntıyı çizmeyi başaramayız. Ama cansız ve şuursuz toprağın bundan bilerce kez mükemmel asıllarını icat ettiklerine inanma gafletini gösterebiliyoruz. Misali şöyle düşünebiliriz: Yeni doğmuş bir bebeğin üstüne küçük hikaye kitapçığı koyup desek: “Bu resimli kitapçığı bu bebek bizzat kendi yazdı.” Çocuk mu kandırıyorsun diye gülümserler. Mutlaka biri yazıp koymuştur diye düşünürüz. Yine yeni doğmuş bebeğin yanına 22 ciltlik Ana Britannica Ansiklopedisi’ni koyup “Bu bebek bunları kendi yazdı” desek, atma Recep din kardeşiyiz demezler mi? Hikaye kitapçığı mağaradaki alelade çizimlere, ansiklopedi ise canlı ağaçlara misaldir. Kör, sağır, düşüncesiz ve cansız toprak icat fiilinde kundaktaki bebekten binlerce kez acizdir. Meyveyi ağaçtan, ağacı topraktan, tabiattan bilen ve şirke düşen bu kundaktaki bebekten daha akılsız ve şuursuz tabiatperest kütüklere, atma Recep din kardeşiyiz denilmesi gerekmez mi? Peki bebeğin yanına o bilgi yüklü ansiklopediyi kim bıraktı? Peki toprağın bağrına o bilgi yüklü tohumu kim bıraktı ve ondan sayfalar dolusu yaprak, çiçek açan ve meyve veren ağacı kim yazdı? “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık…” (Vakıa Suresi, 63-65)
79
PLASTİK AĞAÇLAR Bir çiçek mağazasına gitsek, orada plastikten yapılmış ve Çin’den ithal edilmiş ağaçlar görsek, şöyle ki bembeyaz çiçek açmış kiraz ağacı, yemyeşil yaprakların arasında sapsarı limon ağacı, gelin çiçeği gibi pembe beyaz çiçek açmış şeftali ağacı… Şüphesiz bu süs ağaçları Çinli ustaların maharetlerini gösterir. Diyemeyiz ki plastikler kendi kendine akıp şekillendi, yaprak, çiçek ve meyve verdi. Mağazadan çıkıp az ötedeki orman parkına gitsek, orada sayısız ağaçları görsek, binlerce defa plastik ağaçlardan daha mükemmel, sanatlı, harika ve canlı bu ağaçların Sanatkârını hangi tezgâha havale edebiliriz? Şimdi plastik ağaçların icatlarını rahatlıkla Çinli ustalara verebiliyoruz ama nasıl oluyor da bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı, hikmetli ve canlı sayısız ağaçların icatlarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, şuursuz ve karanlık toprağa havale edebiliyoruz?
80
Bu ağaçların köklerine botanik profesörlerini gömüp bağlantı yapsak, elmayı, armudu, portakalı oluşturmak için toprağın içindeki mineralleri seçip, süzüp toplayamazlar, köklerinden geçirip ağaçlara nakledemezler. Ama şuursuz kökler pardon şuurlandırılmış kökler bunu yapabiliyorlar. Allah dilerse olur. Kökler kendiliğinden işlemez, işletilirler. “Hiç şüphesiz ki, her şey Allah’ın yüce kudreti ile meydana gelmiştir. Her şeye gideceği yolu gösteren ve çizen O’dur. Toprak ve bitkilerle ilgili araştırmalarda derinleştikçe Allah’a imanım da o nispette arttı” (Prof. Dr. Lestergon Simurden, Cochin Üniversitesi Tarım ve Matematik Profesörü) “Asmalı asmasız bahçeleri, hurmaları, tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları-birbirine benzer ve benzeşmez-yaratan O’dur.” (En’âm Suresi, 141)
81
29- AHŞAP KİLİSE - RUSYA Bu bölüm Unesco Dünya Mirası’nda anlatılan diğer kitapdan alınmıştır. Rusya’nın Onega Gölü’ndeki Kizhi Adası’nda “Kizhi Pogost” ahşap kiliseleri, yerel mimarinin başyapıtı olarak tanınır. Hiç çivi kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılan üç yapıdan oluşmaktadır. 22 kubbeden oluşan 37 metre yüksekliğindeki Transfiguration Kilisesi’nin 1714 yılında yapımının bitiminde marangoz başının, baltasını göle fırlatıp zaferle şöyle bağırdığı söylenir: “Böyle bir kilise hiç yapılmamıştır, hiçbir yerde yoktur, asla da olmayacaktır!” Şimdi burayı ziyarete gelen bir Rus’a deseniz; kiliseye ibadete mi geldiniz? Yok ziyarete. Gelmişken ibadet de etseydiniz? O eskilerin masalı, Darwin her şeyi açıklamış, Yaratıcı’ya inanmaya gerek yok, bunlar hayal ürünüdür.
82
Deseniz; “Bence bu kilise yıllar önce şu ormandaki ağaçların çakan şimşekler düşen yıldırımlarla devrilip, sel sularıyla buraya sürüklenmesi sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Yani bir ustası yoktur.” Delikanlı şaka yapıyorsun herhalde. Hiç tesadüfen bu harika kilise kendiliğinden oluşabilir mi? Senin kafa tahtalarının çivisi mi çıkmış? Siz de şaka yapıyorsunuz herhalde. Hiç kendi vücudunuza ya da şu muntazam kainata ibret gözüyle baktınız mı? Bak sizin vücudunuzda da 206 adet kereste gibi kemik hiç çivi kullanılmadan oyma çakma tekniğiyle vücut binanıza muntazaman yerleştirilmiş. Hiç bunun ustasını düşündünüz mü? Nasıl bir kasırganın ahşap malzeme deposundaki keresteleri savurarak kaza sonucu bu kiliseyi oluşturması mümkün değilse, vücudundaki kereste gibi kemiklerin de tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Nasıl ki bir kasırga tesadüfler sonucu bu ahşap kiliseyi meydana getiremiyorsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da plansız olaylarla sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri meydana gelmesi ve üstelik de son derece kompleks yapıları içinde barındırması mümkün değildir. Dahası kainat ve içindeki mahlukat bu kiliseyle karşılaştırma yapılamayacak kadar sayısız detayla donatılmıştır.
83
RUS ADAMIN İTİRAFI Ey tavariş! Senin bu kasırga misalin çok mantıklı ve tutarlı. Zihnimdeki köhne fikirleri rüzgar gibi kasıp savurdu. Keşke bu misalleri sizler yıllar önce Kremlin’in önündeki kilisede Duma’ya karşı haykırsaydınız, baştakiler de duysaydılar bunları. İnkarcı masallarla topyekûn bir milleti dinsizlik bataklıklarına gömmeseydik. Bizler çara kadar dindar bir millettik. Ne zaman çekiç ve orak geldi dinimizi yıkıp biçtiler. Rus milletinin ahlakını enkaza çevirdiler. “Din afyondur” dediler görüyorsun ortada ayık gezen yok. Herkes votka müptelası olmuş. Gençlerimizin çoğu madde bağımlısı, yetişkinler de maddeperest, kalmamış Allah’a iman eden bir hakikatperest. Aklın yolu birdir. Bu millete bir asır boyunca bu kainatın ve içindekilerin kör tesadüfler ve rastlantılar sonucu oluştuğu masalını anlatan bunlar gelsinler bu dört asırlık ahşap yapının kendiliğinden oluşabileceği teorilerini bilimsellik kılıfı adı altında anlatmaya çalışsınlar. Buna muvaffak olabilirlerse ki olamazlar, bundan çok daha zor işlere kalkışıp bu kainatın ve içindeki mahlukatın bir Ustası yoktur desinler. Ey tavariş! Sana eşşed sıpasiba, çok teşekkürler. Ben şimdi anladım ki, bu ahşap kilise gibi bu kainatın ve içindeki mahlukatın tesadüfen oluştuğunu söyleyen keresteler tam bir eşşek sıpasıdır. Ey gospadi! Rus milleti dinsiz de kalamaz, geriye dönüp Hıristiyan da olamaz. Tüm ömrünü komünizm ve dinsizliğin batıl fikirlerine adayan Rus bilgelerinin Kızıl Meydan'da toplanıp keplerini Lenin'in mozelesine doğru fırlatarak; "Böyle bir yalan hiç yapılmamıştır, hiçbir yerde yoktur, asla da olmayacaktır!" deyip hakikate dönme zamanı gelmedi mi?
84
"Ben kendim, evrim teorisinin, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük alay konularından biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşaklar, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır." Malcolm Muggeridge, felsefe profesörü
85
30- ASPENDOS ÖREN YERİ – ANTALYA Antalya – Alanya karayolunun 44. kilometresinde yer alan Aspendos, sadece Anadolu’nun değil tüm Akdeniz dünyasının en iyi korunan Roma Dönemi tiyatrosuna sahip olmasıyla ünlüdür. Aspendos’ta bugün çoğunlukla tiyatro ve su yolları ziyaret edilir. Şehre ait diğer yapıların kalıntıları ise tiyatronun yaslandığı tepenin düzlüğünde yer alır. Yer yer sur duvarları ile çevrili tepenin üzerinde agora, bazilika, anıtsal çeşme, meclis binası ile anıtsal tak, cadde ve Hellenistik tapınak görülmesi gerekli kalıntılardır. Aspendos, Büyük İskender’e hileli yollarla direnme göstermeye çalışsa da sonuçta teslim olup, şehirde yetiştirilen ünlü atlar ve altınlar karşılığındaki vergi borcunu kabul etmişlerdir. İskender’in ölümünden sonra Ptolemaios egemenliğine giren şehrin bilge bir düşünürü Djamilus tarafından Büyük İskender’in ölümüne ithafen taşa kazıdığı grekçe “Kral Mezarı” yazıtı, tiyatronun önüne dikse kimse bunun tesadüf rüzgarlarının taşı yontup şekillendirerek kendiliğinden yazıldığını söyleyemez. 86
KRAL MEZARI Nice krallar gelmiş bu dünya hanına Vaktiyle hepsi katılmış göç kervanına Saraylarının kubbesi altın varak imiş Şimdi yastığı taş, yorganı toprak imiş Bunlar ki beğenmezlerdi nice sarayları Şimdi penceresiz topraktandır dört duvarı Ne ihtişamlıymış mermer sütunlu konakları Şimdi yerlerinden yükselmiş buğday başakları Yüzlerce hizmetçileri varmış yanlarında Şimdi karıncalar nöbet tutar mezarında Nerde köşkünde gezinen o ay yüzlü dilberler Kemiklerinden dahi kalmamış hiçbir eser Emrine tabiymiş Rumu, Yemeni, Çini Şimdi kovamaz üstünde yatan güvercini Nice ülkeler onlar için birer vilayetti Şimdi iki metrelik toprak olmuş mülkiyeti Ordularıyla meydan okurmuş tüm cihana Şimdi sırt üstü yatar yenik düşmüş zamana Nasıl bu anlam ve mana yüklü yazıt, rüzgarların tesadüfen taşı aşındırmasıyla oluşamazsa, yine nasıl mürekkebin tesadüfen aharlı kağıda dökülmesiyle bir hat yazısı oluşmazsa, bu yazıt ve hüsn-ü hattan binlerce kez mükemmel, hikmetli, manalı ve sanatlı her bir canlı mahlukat tesadüf rüzgarlarıyla değil ancak üstün bir ilim ve hat sahibi Rabbimizin kalemi ve hokkasıyla yazılıp şekil ve suretlendirilebilir. Aksini söyleyen hokkabazlar yarın mahşerde derileri aharla cilalanıp mührelenerek cehennem fırınlarında ütülenmeye gönderilmezler mi?
87
31- ASPENDOS TİYATROSU - ANTALYA Aspendos Tiyatrosu, gerek mimari özellikleri gerekse iyi korunagelmişliği ile Roma Devri tiyatrolarının günümüzdeki en seçkin temsilcilerinden biridir. Devrin görkemli yapılarından biri olan Aspendos Tiyatrosu 1520 bin kişi alabilmekteydi. Şimdi içinde yığınla taş ve kayalar olan Mars Gezegeni’ni düşünelim. Çok kuvvetli rüzgârlar ve aylarca kum fırtınalarının hüküm sürdüğü bu gezegeni doğal şartlara bırakır ve milyarlarca yıl beklerseniz, şimdiki şekilsiz ve karışık halinden fazla bir şey göremezsiniz. Ama eğer milyarlarca yıl sonra gezegenin üstünde bu taşlardan yapılmış Antalya’daki Aspendos Tiyatrosu gibi bir yapı görseniz ve bu yapının üstünde ince ince işlenmiş heykeller olsa, bu her bir detayı iyice ölçüp hesaplanmış yapının ve üstündeki sanat eserlerinin kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiatla, cansız ve şuursuz sebeplerle kendiliğinden yapılamayacağına karar verirsiniz. Yapılacak tek açıklama gezegendeki bu yapının bir “akıl” tarafından inşa edilmiş olduğudur.
88
1965’te Nobel ödülü kazanan Arno Penzias, evrendeki olağanüstü tasarım karşısında şu yorumu yapmaktadır: Astronomi bizleri çok olağanüstü bir olaya götürmektedir; hiç yoktan yaratılmış bir evren. Hayatın oluşmasına izin verecek gerekli olan şartları tam olarak sağlayacak hassas bir denge ile kurulmuş, bu amaca yönelik bir plana sahip olan bir evren. Evrendeki hayret verici dengeleri ve düzeni inceleyen her insanın karşısına çıkan bu gerçek son derece açıktır: Tüm evrende üstün bir tasarım, kusursuz bir düzen sergilenmektedir. Bu düzenin sahibi elbette her şeyi kusursuzca var eden Allah’tır. Allah evrenin yaratılışındaki düzene, “belli bir ölçüyle” hesaplanmış dengelere bir ayetiyle şöyle dikkat çekmiştir. “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)
89
32- GÖBEKLİTEPE ARKEOLOJİK ALANI – ŞANLIURFA Dünya’nın en eski “tapınak merkezi” olduğu belirtilen Göbeklitepe, Şanlıurfa’ya 20 kilometrelik bir mesafede, Örencik Köyü yakınlarındadır. Mezopotamya’daki ilk şehirlerden 5500 yıl, İngiltere’deki ünlü Stonehenge’den 7000 yıl, Mısır Piramitleri’nden ise 7500 yıl daha eski. Medeniyetten ve her şeyden önce Göbeklitepe vardı. Göbeklitepe tarihin gelmiş geçmiş en büyük arkeolojik keşfi. Burası insan aklının anlamakta zorlanacağı kadar olağanüstü. Tüm kanıtlar gösteriyor ki burası insanlığın doğduğu yer… Bu ifadeler batılı arkeolog ve bilim adamlarına ait. Göbeklitepe’deki kazılarda elde edilen bulgular, dünyanın bilinen en eski tapınak merkezi olduğunu göstermiştir. Mağara duvarlarındaki hayvan figürleri tek ve kabartma olarak işlenmiş, sanatsal açıdan farklı bir anlayışı etkileyici biçimde yansıtmaktadır. Taşlar üzerinde işlenmiş akrep, tilki, boğa, yılan, yaban ördeği, yaban domuzu, yaban eşeği figürleri yer almaktadır. Bir kısım arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabilelerin sembolü olarak nitelendiriliyor.
90
İnşa edildikten bin yıl sonra üstleri insanlar tarafından kapatılarak gömülen bu tapınak merkezi, 12 bin yıl boyunca doğal çevresi içinde dokunulmadan kaldığından çok önemli arkeolojik buluntuları yeniden gün ışığına çıkıyor. “Şimdi yaklaşık 12 bin yıl boyunca üzeri toprakla kapatılıp gömülen bu taş sütunlar, binlerce yıl toprak altındaki sel sularının taşıdığı erozyonlarla ve mineral yüklü sıcak suların taşları aşındırıp şekillendirmesiyle kendiliğinden bu taşa işlenmiş hayvan figürleri oluştu!” deseniz, bunu 12 bin yıl önce buraya tapınmaya gelen eski insanlara söyleseniz, bu fikirden yılandan akrepten kaçar gibi kaçacaklardır. Ama bu hayvan figürlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlı hayvanları tesadüf rüzgarları ve sel gibi akan unsurların (su, toprak, hava, ışık) toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden neredeyse Avrupa, Amerika, Rusya ve Uzakdoğu’nun tamamına “Bu mahlukatı ve kainatı sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah yaratmıştır.” deseniz, bu taş kafalılar üniversitelerinden sizi yaban ördeği kovalar gibi kovalarlar. Bu insanların görünümleri ve kıyafetleri medeni olabilir ama akıl ve mantıkları, sözüm ona o taş devri insanlarından daha kaba ve tevhid delilleriyle cilalanması gerekir. Yaratıcıyı hiç düşünmeden sadece yiyip içip hiç şükretmeden bir hayat sürdüren bu tabiatperest kel tepeli göbekliler yarın mahşerde, taşa işlenmiş hayvan figürlerine dönüştürülüp, Ateş tapınağında tepinip tapınmazlar mı?
91
33- AHLAT MEZAR TAŞLARI – I – BİTLİS Van Gölü kıyısında yer alan MÖ 900’e uzanan Ahlat yerleşimi, Selçuklu dönemi taş işçiliği, inanışları ve yaşam biçimini en güzel şekilde yansıtan mezar taşları ile yaşayan bir kültür hazinesidir. Ahlat Selçuk Mezarlığı’na ilkbaharda gelirseniz, mezar taşlarının arasında pembe beyaz açan badem ağaçlarını ve az ötede çiçek gibi açan armut, kiraz, dut ağaçlarını görür ve adeta “İşte bak Allah’ın rahmet eserlerine, yeryüzündeki ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum Suresi, 50) ayetini okursunuz.
92
Ama kışın gelseniz ölmüş kurumuş kemik gibi kalan odunları görürsünüz. Evet kışın ölmüş kurumuş kemik gibi odunları, her baharda yaprak, çiçek ve meyve açtırarak yeniden yeşertip dirilten Allah, bu mezar taşlarının altında bekletilen odun gibi kemikleri de, mahşer baharında yeniden yaprak, çiçek ve meyve açtırarak, kaşıyla, kirpiğiyle, parmak uçlarına kadar yeşillendirip hesaba çekmek üzere diriltecektir. Armut piş ağzıma düş yok. Bu hakikatleri kavramak için biraz çabalamak lazım. Put gibi yerimizde boş oturmayıp ayet ve hadisleri okumak lazım.
93
AHLAT MEZAR TAŞLARI-II İbn Mes’ud’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.’’ (T2416 Tirmizi, Sıfatu’l-kıyame,1) Kitabı sol tarafından verilene gelince, o: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! (Hakka Suresi,25-27) Şeddad b. Evs’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah’tan (bağışlanma) umandır.” (T2459 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 25) Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur. (Fatır Suresi, 37) Esma bnt. Umeys el-Has’amiyye’nin işittiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “…(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan,
94
haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!...” (T2448 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 17) Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder; ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş(ve hareketler) yapayım.” Hayır! Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır. (Mü’minun Suresi, 99100) İbn Ömer anlatıyor: “Resulullah (sav) ile birlikte idim. Ensardan bir adam gelerek Hz. Peygamber’e (sav) selam verdi. Sonra şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Müminlerin hangisi daha faziletlidir!’ Hz. Peygamber, ‘Ahlak bakımından en güzel olanları.’ buyurdu. Sonra adam, ‘Müminlerin hangisi daha akıllıdır?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘ Ölümü en çok hatırlayanları ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananları. İşte onlar en akıllı olanlardır.’ diyerek cevap verdi.” (İM4259 İbn Mace, Zühd, 31) Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Hakka Suresi, 19-23) Ben öyle tahmin ediyorum ki, Ahlat Selçuklu Mezarlığı’nda yatan 6 bin 208 kişinin çoğuna kitaplar sağ tarafından verilecektir. Ya biz kitapsız solak salaklar, kitapları malum taraftan görünce; "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" demez miyiz? Allah korusun!
95
34- ALANYA TERSANESİ – ANTALYA 1228 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından yaptırılmıştır. Kemerli beş gözden oluşan tersanenin denize bakan cephesi 56,5 metre, derinliği 44 metredir. Daha önce Karadeniz kıyısında bir tersane yaptıran Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad, Alanya Tersanesi ile “iki denizin sultanı” unvanını almıştır ve o dönemde Venedik ile ticaret anlaşmaları yapılmıştır. Tersane 1960’lı yıllara kadar tersane olarak kullanılmıştır. Alanya Tersanesi’nin önünde denizin dibinde batık bir gemi görsek; demirleri paslanmış, kaportası çürümüş, camları patlamış, mengene direği bükülmüş, her yeri yıkılmış, dökülmüş, çürümüş, yosun tutmuş, balıklara yuva olmuş… Biri dese ki; “Bu gemi, denizin dibinde evrim geçiriyor. Demir, çelik, ham petrol ve madenler binlerce yılda tesadüfen buluşmasıyla ve kimyasal reaksiyonlara girmesiyle şimdilik bu hale geldi. Hele sabret binlerce yıl sonra kendiliğinden Alanya Limanı’na demir atmış, her yeri gıcır gıcır parlayan lüks bir yata dönüşerek… Desek ki binlerce yıl daha beklesek bir Boeing-747 uçağına da dönüşebilir mi? Ona değil uzay gemisine bile dönüşebilir yeter ki zamanın mucizevi ellerine bırakalım. Bataklık içindeki cansız ve şuursuz atomların tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip protein ve canlı hücrelere dönüşüp, kendi içindeki etkileşimlerle yani yağan yağmurlar, çakan şimşekler, ultraviyole ışınlarıyla yıllar sonra bataktan çıkan balıklara, timsahlara, zürafalara, kaplanlara, geyiklere, kuşlara, kartallara, insanlara, bilim adamlarına dönüşmesi aynen bu hurda yığını batık geminin zaman
96
içinde limana demirlemiş lüks bir yata ve diğerlerine dönüşmesine benzer. “İddia ediyorum ki ne tesadüfler ne prebiyotik doğal seleksiyon, ne de fiziksel-kimyasal gereklilik, ilk hücredeki bilginin kaynağını açıklayamaz. Hücrede akıllı tasarımın kanıtlarını görürsünüz.” Prof. Dr. Steven Meyer, Whitewort Üniversitesi, Felsefe Profesörü Soru şudur: Bana evrimle ilgili tek bir şey söyleyebilir misiniz, gerçekten doğru olan bir şey? Bu soruyu Doğa Tarihi Müzesi’ndeki tüm jeoloji ekibine sordum ve aldığım cevap tam bir sessizlik oldu… Sonrasında tüm yaşamımın, evrimin açık bir gerçek olduğuna inanarak aldatılmakla geçtiğini fark ettim. Colin Patterson, İngiltere Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloğu, Evolution (Evrim) adlı kitabın yazarı.
97
35 - KAPADOKYA PERİBACALARI - NEVŞEHİR Vadi yamaçlarından inen sel suları ve rüzgârlar tüflü yapıdaki toprağı aşındırır ve tüfe göre daha sert yapılar aşınmayarak şapka gibi ayakta kalır. Yani alt katman olan konik şeklindeki gövde, üst katman olan sert kayaçlardan daha yumuşak olduğu için binlerce yılda daha fazla aşınarak bu ilginç peri bacaları görünümü olmuştur. Bu geniş vadi içinde ilk Hristiyanlar Roma'nın baskı ve zulmünden saklanıp ibadetlerini yapmak için kayaları oyarak içlerine birçok kiliseler yapmışlardır. Vadideki bir manastırın bitişiğindeki peri bacasının duvarını yontup, kilise duvarlarında resmedilen, son akşam yemeği sahnesinde masanın etrafında dizilen havarilerin kabartma heykelleri yapılsa ve oraya gelen turistlere; "Bu suretler de peri bacaları gibi binlerce yılda vadi yamaçlarından inen sel sularının ve rüzgârın tüflü toprağı ve kayaları aşındırmasıyla kendiliğinden oluştu!" denilse. Turistler demez mi; "Yapma be kardeşim hadi peri bacalarını anladık belli belirsiz şekiller, figürler, ilginç oluşumlar ortaya çıkmış. Ama bu sel gibi akan unsurların aklı, şuuru, mizanı mı var ki burada ikişer çift göz ve kulak, burun, ağız, kafa, gövde, el, kol, bacak,
98
parmaklardan oluşan insan şekil ve suretlerine bürünsün? Baksana adamcağız kızarmış balığı nasıl kesiyor açlıktan içi gitmiş!" Bu turist kafilesindeki kişilerin belki de çoğu ülkelerinde profesördür. Örneğin Oxford Üniversitesi'ndeki kürsü başkanı olan bu tıp profesörü, yüzlerce dünyanın en seçkin beyinlerinden oluşan öğrencilerine konferansta ders verirken insan vücudundaki son derece kusursuz sistemlerle işleyen detaylardan bahsedip gözü, kalbi, beyni, sindirim, dolaşım sistemini anlatırken bunları tabiata ve tesadüflere havale etse, yani sel gibi akan unsurların (Hava, su, toprak, güneş ışığı) binlerce yılda toplanmasıyla bu harika vücut kendiliğinden oluştu dese hiç kimse buna itiraz etmez. Yarın mahşerde o hocaya ve talebelerine; "Yapma be kardeşim haydi peri bacalarını anladık ama sizlere şükredesiniz diye verilen bu gözleri kulakları nasıl sel gibi akan unsurlara verdiniz?" deyip adamın kulaklarını çekmezler mi? Son yemek sahnesindeki havariler; "Baksana adamcağız kızarmış cehenneme nasıl bakıyor, korkudan ödü patlamış" demezler mi? Ey insan; üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertip etti. (İnfitar Suresi, 6-8)
99
TUĞLALAR KENDİLİĞİNDEN BİR BİNA YAPABİLİR Mİ? Varsayalım ki bir gün çorak bir arazide kayaların arasına sıkışmış bir miktar killi toprak, yağan yağmurlar sonucunda balçık haline gelir. Balçık, güneş açınca kayaların arasında kuruyup katılaşır ve şekillenir. Daha sonra, kendisine kalıp görevi gören kayalar bir şekilde ufalanıp dağılırlar ve ortaya düzgün, biçimli, sağlam bir tuğla çıkar. Bu tuğla senelerce, aynı doğal şartlarla yanında kendisi gibi başka tuğlaların oluşmasını bekler. Bu bekleyiş, aynı tuğladan aynı yerde yüzlercesinin, binlercesinin oluşmasına dek asırlarca sürer. Bu arada büyük bir rastlantı eseri, önceden oluşan tuğlalarda hiçbir kayıp olmaz. Binlerce sene fırtınalara, yağmurlara, rüzgârlara, kavurucu güneşe, dondurucu soğuğa maruz kalan tuğlalar, parçalanmaz, çatlamaz, başka yerlere savrulup dağılmaz, aynı yerde ve aynı sağlamlıkta diğer tuğlaları beklerler. Tuğlalar yeterli sayıya ulaşınca, rüzgâr, fırtına, hortum gibi doğal şartların etkisiyle savrulur ve tesadüf eseri yan yana ve üst üste planlı bir biçimde dizilip bir bina kurarlar. Bu arada tuğlaları birbirine yapıştıracak çimento, harç gibi malzemeler de "doğal şartlar“ la oluşup kusursuz bir plan içerisinde tuğlaların arasına girer ve bunları birbirlerine kenetlerler. Bütün bu işlemler başlarken toprağın altındaki demir filizleri de "doğal şartlar” la şekillenip toprağın dışına uzanarak tuğlaların oluşturacağı binanın temelini atarlar. Sonuçta her türlü malzemesi, doğraması, tesisatıyla eksiksiz bir bina ortaya çıkar.
100
Ebetteki bina yalnızca temelden, tuğladan ve harçtan ibaret değildir. Öyleyse diğer eksikler nasıl tamamlanmıştır? Cevap basittir: Binanın ihtiyacı olan her türlü malzeme, üzerinde yükseldiği toprakta vardır. Camlar için gereken silisyum, elektrik kabloları için gereken bakır, kirişler, kolonlar, çiviler, su boruları vs. için gereken demir, toprağın altında bol miktarda bulunmaktadır. Bütün bu malzemelerin şekillenip binanın içine yerleşmeleri de "doğal şartlar'ın hünerine kalmıştır. Esen rüzgâr, yağan yağmur, biraz fırtına ve yer sarsıntısının da yardımıyla bütün tesisat, doğrama, aksesuarlar tuğlaların arasında yerli yerine oturur. İşler o kadar rast gitmiştir ki, tuğlalar, ileride doğal şartlarla cam diye bir şeyin oluşacağını biliyormuşçasına, gerekli pencere boşluklarını bırakarak dizilmişlerdir. Hatta ileride yine rastlantılarla meydana gelecek su, elektrik, kalorifer tesisatlarının içlerinden geçebileceği boşlukları bırakmayı da unutmamışlardır. Dediğimiz gibi, işler o kadar rast gitmiştir ki, "rastlantılar" ve "doğal şartlar", kusursuz bir tasarım ortaya koymuşlardır. Tuğla misali canlıların yapı taşı olan atomların ve hücrelerin de tesadüf rüzgârlarıyla bir araya gelip birleşerek insan vücudunun binasını temelden çatıya, tepeden tırnağa kadar sindirim, solunum dolaşım... tüm tesisatıyla rastlantılar sonucu kendiliğinden oluşturmaları aynen yukarıdaki misal gibi safsatadır. Ancak üstün bir Akıl tarafından inşa edilebilir. De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz? (Mülk Suresi, 23)
101
ASKERİ CELPLER Ana rahmindeki cenin gelişip büyürken, bütün hücreler adeta görev yerine dağılan askerler gibi bölük bölük hareket ederler. Gittiği yerlerde mükemmel bir silah talimi yapar gibi organları oluştururlar. Kemik hücreleri kemiklerin olması gereken yerde toplanırlar. Kas hücreleri kasların olması gereken yerde birikirler. Bazıları da iç kısımlara giderek iç organları yapmaya başlarlar. Bazıları beyni, bazıları gözleri, bazıları da damarları oluştururlar. Askeri celp için akıl ve şuur sahibi biz insanların eline mazbatalar verilse, kimimiz Manisa Kırkağaç’a, kimimiz Mersin Tarsus'a, kimimiz Ağrı Patnos'a gidecek diye. Elinden tutan, yol gösteren, rehberlik eden biri olmadıktan sonra nasıl bulsunlar Manisa, Mersin, Ağrı'yı? Mersin'e gideceğine çoğu gidecektir tersine. Bu hücreler bizim ölçülerimize göre kıyas yapıldığında kendilerinden binlerce kilometre uzakta olan bir başka yeri bulup, örneğin gözü yapan hücreler, nereye kadar gözbebeği yapıp retinayı, göz 102
kaslarını veya göz merceğini hangi büyüklükte ve hangi yapıda üretip sonra da bu üretimi hangi aşamada durdurmaları gerektiğini nasıl anlamaktadırlar? Ya da karaciğeri, böbrekleri ve pankreası yapan hücreler hiç tanımadıkları bu organların özelliklerini nasıl bilip ona göre yapı değiştirmektedirler? Bu hücrelere bu emri kim vermektedir? Kim onların ellerine mazbatalarını verip, idare ve sevk etmektedir? Hiçbir akla, bilinç ve duyuya sahip olmayan hücreler bu emri nasıl anlamakta ve nasıl uygulamaktadır? Çünkü bu varlığın elleri, kolları, gözleri, kulakları, beyni ve şuuru yoktur. O halde bu seçimi ve faaliyetleri nasıl yapmaktadırlar.? Hücrelerin içine genetik programı yapan, yerleştiren ve okutan kimdir? Kimdir bu askerlerin eline navigasyon sistemini kurup veren, gideceği kışlaları işaretleyip programlayan kimdir? Sizleri biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz yoksa Yaratıcı biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59) 103
HÜCREDEKİ BİLİNÇ? Evrimci Alman bilim adamlarından Hoimar von Ditfurth, anne karnındaki mucizevi gelişme hakkında şunları söylemektedir: "Tek bir yumurta hücresinin, bölünmesinin, nasıl olup da birbirlerinden öylesine farklılaşmış sayısız hücrenin doğuşuna yol açtığı, bu hücreler arasında kendiliğinden olan iletişim ve işbirliği, bilim adamlarının akıl erdiremediği olayların başında gelmektedir." Beginning of Life kitabının yazarı G. Flanagan da, bu konudaki soru işaretlerini şöyle dile getirmektedir; "Böyle zor bir organizasyon nasıl başarılır? Hücrelerin nereye gideceklerini, ne olacaklarını ve ilgili yere ulaştıklarında ne yapacaklarını bilmelerini sağlayan nedir? Ve aynı zamanda diğer hücrelerle güzel bir uyum içinde çalışmalarını sağlayan..." Yine vücudumuzdaki 100 trilyon hücre, beynimizde sayıları 10 milyar civarında olan sinir hücreleriyle mükemmel bir iletişim ve uyum içinde bağlantılıdır. 100 trilyon çok büyük bir sayıdır. Bu sayının büyüklüğünü biyokimya profesörü Michael Denton şöyle ifade eder: "100 trilyon elbette algılarımızın üzerinde bir sayıdır. Amerika'nın yarı büyüklüğünde bir arazi düşünün. Eğer bu bölgenin tamamının ağaçlarla kaplı olduğunu ve her ağacın 10 bin tane yaprağı olduğunu kabul edersek, işte tüm bu bölgedeki yaprak sayısı, beynimizdeki bağlantıların sayısına yakın olacaktır."
104
Bu 100 trilyon bağlantının tesadüfler sonucunda oluştuğunu iddia etmek, İstanbul gibi bir şehrin tüm elektrik şebekesinin, bir gece çıkan fırtına sırasında tesadüfen oluştuğunu ve tek bir ev dahi dışta kalmamak üzere tüm evlere ulaştığını iddia etmekten çok daha mantıksız ve akılsızcadır. Tüm bu kusursuz sistemi kuran ve kontrol eden üstün bir gücün varlığı apaçık bir gerçektir. Bu güç hepimizin yaratıcısı olan Allah'tır. Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi sarıp kuşattığını bilip-öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
105
36- ZEUGMA MOZAİKLERİ – GAZİANTEP Gaziantep ili, Nizip ilçesi sınırları içerisinde yer alan Zeugma Arkeolojik Siti, Helen ve Roma dünyasının doğu sınırının en önemli şehri olup, Kommagene Krallığı döneminde benzersiz özelliklere erişen iki adet bütünleştirilmiş tapınak ile çoğu MÖ 2. ve 3. yüzyıllara tarihlenen muhteşem mozaiklerle süslenmiş Roma evleri gibi şekli ve süslemesi açısından ünik olarak değerlendirilen yapıları içinde barındırmaktadır. Zeugma’da çoğu MÖ 2. ve 3. yüzyıllara tarihlenen göz alıcı mozaik ve fresklerle süslenmiş pek çok Roma evi bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi bir villada, yemek odasının 300 m2’lik taban kısmında yer alan “Çingene Kızı Mozaiği” bulunmuştur. İnanılmaz canlı renkler içeren ve paha biçilmez bir değere sahip mozaikteki insan figürü, gözlerindeki hüzün ve bakışlarındaki gizem ile her gün binlerce turisti kendisine çekiyor. Şimdi oraya gelen turistlere; “Bu Çingene Kızı Mozaiği, karşıdaki cam atölyelerindeki renkli küçük cam parçacıklarının tesadüf rüzgarlarıyla savrulup bu tabana muntazam dizilerek kendiliğinden oluştu!” 106
deseniz bunu dinleyen turistler size Çingene Kızı Mozaiği gibi tuhaf tuhaf bakmazlar mı? Şimdi oraya gelen turistlerin önüne plastik boya kovalarını koysak bu mozaiğe bakıp aynısını yandaki odanın boş tavanına fırça kullanmadan, elleriyle temas etmeden uzaktan yakından boyaları bilinçli bir şekilde sıçratmakla resmetmelerini istesek bunu başarabilirler mi? Netice tabanın boyalar ile batması olmaz mı? Haydi cansız ve şuursuz tabiata yüz derece cehalete bürünüp akıl isnat etsek bile; aklı, şuuru, eli, kolu, teması, fırçası, kalemi olmayan tabiat ve tesadüfler nasıl bu insan suretlerinin asıllarını, canlı şekil ve suretlerini icat ediyor deme gafletini gösterebiliyoruz? Aklı ve şuuru olan bizler iki boyutlusunu dahi yapamazken; bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiatın, bundan binlerce kez mükemmel ve kompleks, üç boyutlu siyah, beyaz, sarı, kırmızı ırklarını resmedip hâşâ yarattığını düşünen bu gafiller yarın mahşerde dirilecekleri gün bu ahmaklıklarına, bu saçmalıklarına, bu tuhaf aldanışlarına Çingene Kızı Mozaiği gibi bakmazlar mı? Suçlu günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)
107
37- SELÇUKLU KERVANSARAYLARI Anadolu’da Batı-Doğu yönünde uzanan Denizli-Doğubayazıt güzergâhında 30’dan fazla önemli han ve kervansaraylar bulunmaktadır. Orta Asya’daki göçebe Türk boylarının geleneksel yaşam biçiminden esinlenerek Selçuklu Dönemi kültür ve mimarisinde önemli bir yer tutmuş olan kervansaraylar ve hanlar en çok bu dönemde çeşitlenmiş ve Anadolu mimarisini etkilemiştir. Ülkemiz sınırları dışında Asya’ya da uzanan bu güzergâh üzerinde yer alan 30’dan fazla kervansaray ve hanlar Denizli-Doğubayazıt kervan yolu örneklenerek UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne aday gösterilmektedir. Yıllar önce bu İpek Yolu’na çıkan batılı bir düşünür, Akşehir Konya civarından geçerken Argıt Hanı’ndan konaklar. O sırada eşeğine ters binmiş hanın önünden geçerken Nasreddin Hoca’yı görür, dikkatini çeker. Bu kim der, Nasreddin Hoca olduğunu öğrenince, namını duyduğu bu hocayı gördüğüne çok sevinir, dur bi hocanın dünyevi ilmini ölçeyim deyip sorular sormaya başlar. Ama ne hoca gâvurca bilir, ne de adam Türkçe bilir. Sadece el kol işaretleriyle konuşurlar. (Hoca ile filozofun soru ve cevap konuşmalarını bölümün devamında okuyabilirsiniz.) Şimdi şöyle düşünebilir miyiz? İpek Yolu’na çıkan kervandaki insanlara doğa acıyıp onlara şefkat gösterdi. Gece güven içinde kalacakları, soğuktan korunacakları hanlar inşa etti. Şimdi şöyle düşünebilir miyiz? Ebed Yolu’na çıkan kervandaki insanlara doğa acıyıp onlara şefkat gösterdi. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için uzuvlar verdi. Yürümek için ayaklar, tutup çalışmak için eller, görmek için gözler, duymak için kulaklar, mide için ağız, diş, dil, tükürük salgısı, yutak, mide borusu, asitler, ince ve kalın bağırsak ve müştemilatını verdi. İnsan vücudundaki tıbbi mucizeleri saymaya kalksak 22 ciltli Ana Britannica Ansiklopedisi’ni geçer. 108
Nasıl mürekkebin masaya dökülmesiyle kendiliğinden bu bilgi ve yazılar vücuda gelemezse, yine nasıl bir sanayi bölgesindeki fabrikalar bir hurda yığınına isabet eden bir kasırganın demirleri savurarak kaza sonucu kendiliğinden oluşamazsa, insan vücudundaki bu binlerce fabrika misilli organlar, sistemler ve içindeki olağanüstü bilgiler de kör, sağır, düşüncesiz ve camid doğanın bize acıyıp yaratmasıyla veya tesadüflerle değil, sonsuz ilim, kudret, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin emri ve iradesiyle oluşmuştur. Aksini söyleyenler yarın mahşerde sırattan geçerken hocadan enseye tokadı yiyen şaşkın gibi, ensesine zılgıtı yiyince dönüp eksenini şaşırmaz mı? Cehennemi boylamaz mı? Bre yezit, bre kâfir deyip bu kerizlere döne döne cevizli baklavayı yedirmezler mi?
109
NASREDDİN HOCA İLE FİLOZOF Bir gün ecnebi bir filozof Argıt Hanı'na gelir Sorular sorup Nasreddin Hoca'yı edecek hor hakir Lisan bilmediği için sorar işaretlerle Hoca da onun gibi cevap verir hareketlerle Filozof eliyle yere çizer bir çember Hoca da ortasından bir çizgi çizer Filozof bu sefer çemberden dikey bir çizgi çizer Hoca da eliyle üçü benim biri senin der Filozof parmaklarını sallar aşağı doğru Hoca da parmaklarını tutar yukarı doğru Filozof çemberin üstünde gezdirir avucunu Hoca da üfleyip gezdirir dudağının ucunu Filozof çemberin üstüne yumruklar vurur Hoca da hafifçe sallar gibi yapar durur Filozof çemberin çevresinde gezdirir elini ensesini Hocadan enseye tokadı yeyince döner şaşırır eksenini Filozof parmaklarını açar semaya doğru Hoca da parmaklarını sıkar kafaya doğru Filozof parmaklarını sürter sürter avuç içini Hoca da adamın boğazını sıkar döker içini Filozof memleketine gidince çevresi merakla der Noldu nasıl buldun ilmini der şaştım hoca alimmiş meğer Dünyayı kast ederek yere çizdim bir çember Hoca da dedi ortasından ekvator geçer Dört parçaya bölünce dedim nedir bu Dedi dörtte biri toprak dörtte üçü su Dedim kaynağı nedir neden yağar nisan yağmurları Dedi yeryüzünden sular buharlaşıp çıkar yukarı 110
Dedim kışın neden yeryüzü bembeyaz olur Dedi soğuk rüzgarlar eser atmosfer soğur Dedim peki yer neden sallanır olur depremler Dedi altında olur dahili değişimler Dedim dünya sabit mi yoksa döner mi yerinde Döndürdü beni hem kendi hem feleğin çemberinde Dedim sizin memlekette yıldızlar gündüz de mi doğar Dedi yıldızların yanında kafaya göktaşları da yağar Yani hoca çakınca adamın ensesine Gündüz vakti yıldız saydırmış sorar döne döne Dedim düşüncen nedir kutuplar küresel ısınma deyince Dedi boğazımıza kadar suda kalacaz kutuplar eriyince Bu sefer dostları hocaya der noldu ne dedi filozof Der canı tatlı çekmiş yere çizdi kocaman tepsi kadayıf Ortasından biz çizgi çekip dedim yarısı benim Yok olmaz deyince dedim al dörtte biri senin Dedi üzerine serpsek fıstık ceviz susam darı Dedim iyi olur ha böyle köz köz olursa ateşin ayarı Dedi nasıl olur üzerine tamamen kaymak çeksek Dedim üfff harika olur pişse de çabuk yesek Üstündeki cevizleri ezelim mi dedi herif Dedim şerbetini kaçırırsın sallamalı hafif Dedi hepsini çevirip ben yiyeyim sana kalsın birazcık Dedim aç gözlü olursan böyle döne döne yersin bre zındık Dedi hoca vurma yukarda Allah var tektir Dedim bizde hak yiyenlerin hakkı böyle kötektir Dedi hoca bunu paylaşalım fifti fifti bana iki sana bir Boğazını sıkıp dedim böyle pay mı olur bre yezit bre kafir 111
38- SİLVAN MALABADİ KÖPRÜSÜ – DİYARBAKIR 1147 tarihli kitabesine göre, Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından Artukoğulları Döneminde inşa ettirilen ve 12. yy. Selçuk Dönemi anıtsal, mühendislik-mimarlık başyapıtlarından olan tarihi Malabadi Köprüsü, 40,86 metre açıklığındaki sivri ana kemeri ile dünyanın günümüze ulaşan en büyük kemer açıklığına sahip taş kemer köprüsüdür. Malabadi Köprüsü, üzerinde bulunan insan, güneş ve aslan figürlü kabartmaları ve bünyesinde bulunan barınağı ile özgün ve az sayıdaki köprü örneklerindendir. Bu anıtsal köprünün mimarını altındaki Batman Çayı’nda oturmuş oltasıyla balık tutarken görmesek de onun taşlarının itinayla biri tarafından dizildiğini aklen görürüz. Şimdi delinin biri, bu köprünün üstüne çıkıp; “Ey insanlar! Ben bu köprünün mimarını göremiyorum, öyleyse bunun mimarı yoktur. Batman Çayı’nın taşları taşımasıyla, rüzgârların savurmasıyla zamanla kendiliğinden oluşmuştur. Görmediğinize değil bana inanın!” dese,
112
bu deli saçmalayıcısını bu Artuklular’ın torunları kulağından tutup dereye atmazlar mı? Bu batığı bisküvi gibi çaya batırmazlar mı? Ya da barınağa sokup tutuklamazlar mı? Yarın mahşerde bu aklı tutuk artıkları, Sırat Köprüsü’nden geçerken cehennem batağına boylatmazlar mı? Elleri, kolları boyunlarına bağlı ateş barınağına sokup tutuklamazlar mı? Günümüzde Medeniyetler Köprüsü’nün üstüne çıkmış binlerce basireti tutuk deli saçmalayıcıları, bu kâinat ve içindeki her bir yapı taşı muntazam dizilmiş mahlûkatın Yaratıcısı’nı adeta gözleriyle köprünün altında arayıp görmedikleri için inkar bataklığına saplanmışlar ve tüm bunları sel gibi akan unsurların ve tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu zamanla kendiliğinden oluştuğunu haykırıyorlar. Dünyanın yedi ayrı bölgesinde, yedi milyarı aşkın insana bu hurafeyi bilim kılıfı altında dinletiyorlar. Gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri ölmüş, basiretleri tutuk insanlar gaflet uykusuna dalmış uyuyorlar. Yok mu Malabadi Köprüsü’nün üstüne çıkıp tüm dünyaya ve insanlığa, bu kâinatın ve içindeki mahlûkatın bir Mimarı, bir Yaratıcısı olduğunu haykıracak sesi gür yiğitler!
113
39- SAGALASSOS ANTİK KENTİ – BURDUR Burdur’un Ağlasun ilçesine 7 kilometre uzaklıktaki kentte ilk yerleşim izleri günümüzden 12.000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Sagalassos Antik Kenti, orijinal yapı taşlarının neredeyse tamamının bulunabildiği anıtsal yapıları ile son derece iyi korunmuş durumdadır. Roma İmparatorluğu’nun en ihtişamlı dönemlerine ev sahipliği yapan kentteki kazılar sonucu Roma Hamamı, Heroon’u, Agorası, Neon Kütüphanesi, Antik Tiyatro, tapınaklar ve özellikle Antoninler Çeşmesi ile kent tam bir doğa, kültür ve tarih hazinesini barındırıyor. Antoninler Çeşmesi, MS 161-180 yılları arasında zamanın Roma İmparatoru tarafından prestij göstergesi olarak inşa edilmiştir. MS 650 yılında meydana gelen depremlerle yıkılmış; taşları, sütunları ve heykelleriyle parçalanıp dağılarak enkaz halinde toprak altında kalmış. Yerli ve yabancı arkeologlardan oluşan ekip, yıllarca uzun uğraşlar verdikten sonra, sadece ufak bir duvarı kalan bu enkazın parçalarını, bir yap-bozun parçaları gibi bulup birleştirerek bu anıtsal çeşmeyi ve önünde 3 metre boyundaki parçalanmış heykelleri yeniden dikmeyi başarabildiler. 28 metre uzunluğunda, 9 metre yüksekliğindeki bu anıtsal çeşmenin açılışı 2010 yılında yapıldı. 114
Şimdi hiç kimse diyemez ki; "Bu sanat, mimari ve ihtişam içeren Antoninler Çeşmesi ve önündeki heykellerin rekonstrüksiyonu yani yeniden inşası, Toroslarda esen sert rüzgârların toprak altına göçen taş, sütun ve heykel enkazının parçalarını savurup kendiliğinden birleştirerek tekrar eski ihtişamlı haline dönüştü!" Ey bu anıtsal çeşmeye ve önünde dikilen heykellere hayranlıkla bakıp çekip giden turist! Orada bir şey unutmadın mı? Pasaportunu, ahirete geçiş vizeni! Heykellere bakıp Sagalassoslu heykeltıraşları takdir ettin ama aynanın karşısına geçip hiç kendi heykeltıraşını merak ettin mi? Seni yoktan yaratan, şekil ve suret veren Rabbini hiç düşündün mü? Yoksa Toroslarda esen tesadüf rüzgârlarının bodoslamasına mı havale ettin durdun ya da hiç düşünmedin mi? Bu turist gibi kafasını tabiat bataklığına sokmuş aklı sakat Salagassoslu bizlere yarın mahşerde; “Antoninler Çeşmesi gibi ne kan ağlasun, Afrodisisas çığlığı gibi ne bağrısun? Kendin ettin kendin buldun, sana oradayken gösterilen delillere hep arkanı dönesun. Şimdi de yolun açık olsun, cehenneme gidesun!” demezler mi? 115
40- İSHAK PAŞA SARAYI – AĞRI Doğubeyazıt’ın 7 km. güney doğusunda, Eski Bayazıt’a ve ovaya hâkim, yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş, pek çok bölümleri olan kompleks bir saraydır. 1784’te 99 yılda tamamlanmıştır. Anıtsal taç kapı, avlulara çıkan diğer kapılar gibi kabartma, süsleme ve zengin bitki motifleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini taşır. Saray, tarih ve sanat tarihi yönünden eşsiz bir değere sahiptir. Sarayın kuzey cephesinde dışa sarkan dört ahşap konsolda üstte kanatlı ejder, onun altında arslan, en altta insan figürleri yer almaktadır ki, çok ilginç ve sanatkaranedir. İshak Paşa Sarayı, görkemli özel mimari yapısı, anıtsal taç kapıları, haremi, selamlığı, cami ve yüzlerce odası ile görülmeye değer bir şaheserdir. Sanki bir saray değil, tüm heybetiyle canlı bir tarih, her tarafı sır dolu bir efsanedir. Bu görkemli yapının mimarı meçhuldür, onun için halk, sarayın yapımı ve tarihi hakkında bir çok efsane anlatır. Kartal yuvasını andıran ve çevresiyle ahenk oluşturan bu muazzam yapının oluşumuyla ilgili Kaf Dağı efsanesi gibi bir masal anlatıp desek ki; “Doğa zor şartlarda yaşayan doğunun bu doğru insanlarına bir vefa borcu olarak, Ağrı Dağı’nın eteklerindeki taşları depremlerle sallayıp yuvarlayarak, doğunun sert rüzgârlarıyla savurup yağan yağmurlarla, çamurlarla sıvayarak bu anıtsal yapıyı inşa edip, armağan etti.”
116
Kartal yuvasını andıran ve çevresiyle ahenk oluşturan bu muazzam gezegenimizin ve içindeki mahlûkatın oluşumuyla ilgili evrimciler üstündeki kitabeyi okumadıkları için Kaz Dağı efsanesi gibi bir masal anlatıp dediler: “Günümüzden beş milyar yıl önce bazı atomlar, tesadüfen bir araya gelip, kusursuz bir plan yaparak, rüzgâr, şimşek, radyasyon, ultraviyole ışınları ve depremlerin yardımıyla doğal seleksiyon ve mutasyonlarla her biri kusursuz tasarım harikaları olan canlıları oluşturdular.” Evet, kusursuz sistemlere sahip tüm kâinatın ve içindeki canlıların tesadüfen oluştuklarını iddia etmek, İshak Paşa Sarayı’nın Kaf Dağı efsanesi gibi kendiliğinden oluştuğuna inanmaya benzer. Ha Kaf Dağı efsanesine inanan saflar, ha Kaz Dağı efsanesine inanan kazlar! Netice aynı iki tarafın da akılları efsunlanmış.
117
41- ALAHAN MANASTIRI – MERSİN Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor" diye anlattığı Alahan Manastırı, Mut'un 20 km. kuzeyinde, 1300 metre yükseklikte ve Göksu Vadisi'ne bakan dik bir yamaca oturtulmuştur. Hıristiyanlığın Kapadokya ve Likonya'da (Konya) yayılması sırasında bu yeni dini kabul edenlerin takibe uğraması, inanmayanlar tarafından öldürülme korkusu, Hz. İsa'ya (as) inananları dağlık bölgelerdeki mağara kaya oyuklarında ibadete zorlamıştır. St. Paul ve yine Tarsus'ta yaşamış Hıristiyan öncülerinden Barnabas ile birlikte Hıristiyanlığı yaymak için Konya-Kapadokya ve Antalya-Antakya'ya kadar maceralı yolculuklar yapmıştır. İşte bu iki Hıristiyan Aziz'in gezileri sırasında konakladıkları her yerde anılarına mabetler yapılmıştır. Alahan Manastırı bunlardan biridir. 440-442 yıllarında yapılmış olduğu tahmin edilen Alahan Manastırı Külliyesi, Batı Kilisesi, Manastır, Doğu Kilisesi, kayalara oyul118
muş keşiş odacıkları ve çevredeki mezarlardan oluşmaktadır. Kilise binaları, Ayasofya ile ortak mimari özellikleri taşımaktadır. Süslemesinde usta bir taş oymacılığı görülür. Narteksten ana mekâna geçilen kapının atkı ve yan dikmeleri kabartmalarla süslüdür. St. Paul, St. Pierre figürlerinden başka bir çelengi taşıyan altışar kanatlı Cebrail, Mikail'in simgesel yaratıkları ezişi, kükreyen aslan, kartal ve öküz sembolleri, İncil yazılarının tasvirleri, üzüm salkımları, asma yaprakları ve balık motifleri zengin bir şekilde tasvir edilmiştir. Şimdi, Hz. İsa (as)’ın yolunda giden bu iki azizin aksine bu kâinatın ve içindeki mahlûkatın tesadüflerle oluştuğuna inanıp âlemlerin Rabbi olan Allah’ı inkâr eden Darwin ve yolunda giden komünizm ve faşizmin yoldaşları, insanlığa hakikati gösterdik diye yarın aslan krallar gibi karşılanıp, el üstünde taşınıp kartallar gibi havaya uçurulacağını düşünürlerken, ateş mabedinin sütunlarına bağlanıp, öküz sembolleri gibi kabartmalar ile işlenmezler mi? İncir ağaçlarının koyu gölgeliklerinde asma yapraklarının altında üzüm salkımlarını yerken kendilerini tasavvur ederken balıklama cehennemi boylayıp, nanayı yemezler mi? 119
42- ANTİK LİKYA YOLU Doğal güzellikleri ve tarihi kalıntılarıyla, Fethiye ile Antalya arasında kalan bu uzun yürüyüş yolu “Dünyanın En İyi 10 Uzun Mesafe Yürüyüş Rotası” listesinde bulunuyor. Yaklaşık 535 km uzunluğundaki bu Likya Yolu, tamı tamına 19 antik kenti birbirine bağlıyor. Pınara Antik Kenti’nden geçerken depremleri nedeniyle bu zamana kadar çok zarar görmüş olsa da bugüne ulaşan birçok kaya, lahit mezarı, hamam, tiyatro gibi antik yapıları; Sidyma Antik Kenti’ndeki yüksek anıt mezarları ve muhteşem süslemeli sütunları; Xanthos Antik Kenti’ndeki Harpyler Mezar Anıtı’nı; Letoon Antik Kenti’ndeki Leto, Artemis ve Apollon tapınaklarını…
120
Antiphellos Antik Kenti’ndeki antik tiyatroyu, Phellos Antik Kenti’ndeki Likya’nın ahşap ev mimarisini kayaya yansıtan en özgün ev tipi kaya mezarını, Simena Antik Kenti’ndeki, depremlerden dolayı sular altında kalan kaya mezarlarını görsek hiçbir akıl sahibi bunları, dağlardaki taşların tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu veya kendi kendine ya da tabiatın tesiriyle yan yana dizilip bu harika yapıları vücuda getirdiklerini iddia edemez. Ortalama 60 yıl uzunluğunda Dünya Yolu’na çıkan bizler inkârcı fikir depremleriyle aklımız fena yıpranmışsa da gökler, yeryüzü, vücudumuz, bitki ve hayvanlar kentine, her nereye rastlasak orada mükemmel bir ölçü, düzen, plan ve tasarımla karşılaşırız. Nasıl bu antik yapılar ve lahitlerin üzerindeki kabartma bitki, hayvan ve insan figürleri kendiliğinden değil, usta bir el tarafından nakşedilmişse, bu kâinat ve dünya yapısı ve içine nakşedilen bitki, hayvan ve insan suretleri de usta bir kudret eli tarafından nakşedilmiştir. Bu nakışları nakşeden nakkaş tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Ama Simena Antik Kenti’ndeki depremlerden dolayı sular altında kalan kaya mezarları gibi, taş kafalarımızı gaflet suyuna gömdüğümüzden gözlerimiz bulanık ve kör, kulaklarımız sağır, kalplerimiz ölü ve taşlaşmış. Çevremizdeki yaratılış delillerini göremiyor, işitemiyor ve idrak edemiyoruz.
121
43- HEKATOMNOS ANIT MEZARI – MUĞLA Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve günümüze “Mozole” (Mausoleum) kavramını taşıyan, “Halikarnas Mozolesi”nden (Halicarnassus Mausoleum) daha erken bir dönemde, aynı boyutlarda Mausolus’un babasına ait olan ve günümüze kadar ulaşabilmiş tek örnek olan ve eşsiz bir değer taşıyan Anıt, Karya Bölgesi’nin en önemli kentlerinden olan Muğla’nın Milas ilçesinde 2010 yılında bulundu. MÖ 4. yüzyıla tarihlenir. Lahdin ön yüzünde Hekatomnos bir veda sahnesiyle betimlenmiş. Arka yüzünde ise oğlu Maussollos aslan avındayken betimlenmiştir. Lahdin dört bir yanını çevreleyen frizlerde Kral Hekatomnos’un yaşamına ilişkin sahnelerin, dönemin en usta heykeltıraşları tarafından işlendiği görülmektedir. 122
Şimdi hiçbir zaman diyemeyiz ki, 2400 yıl öncesine ait toprak altında kalan mermer bloklar zamanla çevresel etkilerden etkilenerek dört bir yanında kendiliğinden bu kabartma heykeller oluştu. Anıtın heykeltraşını yanında duruyorken görmesek de kanıtı ortada duruyor. Şimdi hiçbir zaman diyemeyiz ki binlerce yıl öncesine ait cansız ve şuursuz atomlar, zamanla çevresel etkilerden etkilenerek dünyanın dört bir yanında kendiliğinden bu kabartma heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı suretlerine dönüştüler. Bu mahlûkatın Sanatkarını hâşâ bir yerde oturuyorken görmesek de kanıtı ortada duruyor. Yeter ki aklımızdaki mantık ve izan, kalbimizdeki iman, hırsız soyguncular tarafından Hekatomnos’un altın tacı gibi çalınmasın. 123
44- PERGE ANTİK KENTİ – ANTALYA Antalya kent merkezine 17 km uzaklıktaki Roma döneminin önemli şehirlerinden Perge Antik Kenti, aşağı kentin kuzey-güney eksenini oluşturan sütunlu cadde iyi korunmuş günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir. Diğer yandan kuzey-güney doğrultulu sütunlu caddeyi ortasından boylu boyunca kat eden su kanalı ise, bu anlamda önemli bir tasarımdır. Kanal, kentteki dört anıtsal çeşme yapısı ve iki büyük hamam ile beraber, sıcak Pamphylia ovasındaki Perge’ye bir “su kenti” kimliği kazandırmıştır. Antik tiyatronun ön çaprazında yer alan MS 2. yüzyıldan kalma 12 bin kişilik Anadolu’nun en büyük stadyumu bulunmaktadır. Şimdi Perge Antik Kenti’ndeki 12 bin kişilik stadyumun bulunduğu çukuru çok önemli bir deney için kullanalım. İçine canlılığın oluşması için her ne lazımsa koyup atalım. Karbon, fosfor, azot, potasyum, sülfat gibi elementleri, aminoasitleri, proteinleri içine atıp dolduralım. Isı, ışık, nem, dalga, rüzgâr, radyasyon, ultraviyole ışınları hazır olsun. Güneş tepede dönsün, sağanak yağmurlar yağsın, şimşekler çaksın, karışımı çalkalasın.
124
Güneş, hava, su, toprak, ultraviyole ışınları… Yani tabiat bir araya gelip ellerine gaybi kepçeler alıp çorba gibi bu karışımı iyice karıştırsınlar, ısıtsınlar, düşünsünler, taşınsınlar, birlikte istişare yapsınlar; binlerce, milyonlarca yıl beklesinler. Acaba bilinçsiz ve şuursuz atomlar, bir araya gelerek hücreyi ve bunlardan müteşekkil canlıları aslanları, kartalları, zürafaları, yunusları, tilkileri, tavşanları, timsahları, insanları oluşturabilirler mi? Bu bataktan bu mükemmel şekil ve suretlere bürünmüş hayvanatın çıkmasını bekleyebilir miyiz? Bırakın bu canlı hayvanları, bunların tek bir hücresi bile elde edilemez. Ünlü Fransız Biyolog Louis Pasteur, yaptığı uzun çalışma ve deneyler neticesinde vardığı sonucu şöyle özetlemiştir: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.” Bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler bir araya getirilerek canlı bir hücre üretilmezken, nasıl bu ilkel çorbadan, milyarlarca hücrenin bir araya gelip muntazam dizilerek her biri ayrı güzellikte olan; Perge’deki heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı mahlûkatın pişip çıkmasını bekleyebiliriz?
125
İLKEL ÇORBA Ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır: İlkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanın. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın: Kesinlikle hiçbir şey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç aminoasit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında.
126
Evrimci biyolog Andrew Scott ise aynı gerçeği şöyle kabul etmektedir: Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yer çekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi “temel” güçler gerisini halledecektir... Peki, ama bu kolay hikâyenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir.
127
45- AİZANOİ ANTİK KENTİ – KÜTAHYA Kütahya İli, Çavdarhisar İlçesi sınırları içerisinde yer alan Aizanoi Antik Kenti, Zeus Tapınağı, Stadyum- Tiyatro Kompleksi ve Macellumu ile Roma Dönemi’nin en önemli kentlerindendir. Bir tepe üzerine kurulmuş olan ve şehrin önemli dinsel yapısı olarak görülen Zeus Tapınağı dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınaklarından biridir. Etrafındaki sütunla çevrili mekanın üstünün mermer kirişlerle kaplı olması nedeniyle Zeus Tapınağı pseudodipteros plandaki tek örnektir. Şehrin kuzeyinde 13.500 kişi kapasiteli stadyum ve 20.000 kişi kapasiteli tiyatronun bir kompleks şeklinde yapılması antik dönemde Aizanoi’den başka hiçbir yerde görülmemektedir. MS 2. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen Aizanoi Macellumu, dünyanın ilk borsalarından biridir. Macellum’un duvarlarında İmparator Diocletian'ın M.S. 301
128
yılında enflasyonla mücadele için tespit ettiği imparatorluk pazarlarında satılan malların fiyatlarının yer aldığı ve günümüze kadar oldukça iyi durumda korunmuş olan yazıtlar bulunmaktadır. Sürekli artan enflasyona karşı, halkın aynı ürünü her yerde aynı fiyata (zamsız) alabilmesi için aklınıza gelebilecek her şey için fiyatlar saptanmış. Köleden ayakkabıya, asker ücretinden buğday ve arpa fiyatına, cam bardaklardan seramiklere, çivilerden öğretmen maaşlarına kadar her türlü hizmet ve ürünün fiyatı burada görülebilir. Macellum borsa yapıtı etrafındaki taşlar üzerinde imparatorluk pazarlarında satılan kuvvetli bir köle iki eşeğin fiyatına, bir at ise üç köle fiyatına eşit olduğu yazmaktadır. Nasıl bu Zeus Tapınağı, Stadyum-Tiyatro Kompleksi, Macellum, Roma köprüleri ve hamamı çevredeki taş kütlelerinin tesadüf rüzgarlarıyla savrularak kendiliğinden oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel şu kainat ve içindeki canlı yapılar da tesadüfen oluşamaz. Ancak üstün bir akıl sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından inşa edilebilir. Aksini söyleyen aklını yitirmiş inkarcılar, yarın Mahşer Borsası’nda İlahi pazarda bir eşek fiyatına eşit gelebileceğini sanmasınlar. Orada değerleri bir arpa tanesi bile etmeyecektir!
129
46- SARDES ANTİK KENTİ – MANİSA Manisa İli, Salihli İlçesi, Sart Beldesi sınırları içerisinde yer alan Sardes Antik Kenti, Lidya Krallığı’nın başkentidir. Batı Anadolu’yu hakimiyeti altına almış bir imparatorluğun başkenti, sikkenin doğum yeri ve adı hayal bile edilemeyecek zenginlikle özdeşleşen Krezüs’ün (Karun) vatanı olan Sardes, antik dünyanın önde gelen şehirleri arasında yer almaktaydı. Günümüze kadar koruna gelmiş olan dünyanın belki de en görkemli ion düzeni tapınaklarından birine ev sahipliği yapan antik kent, korunmuş Roma yapıları içerisinde anıtsal bir hamam-gymnasium kompleksi ve antik dünyanın en büyük havrasına sahiptir. Lidya tümülüs mezarlık alanı olan Bin Tepeler, dünyanın en büyük tümülüs alanıdır. Lidya tümülüsleri, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda bu peyzajın önemini ortaya koyan unsurlardır. Kraliyet mezarlığı olarak Sardes’e sıkı bir şekilde bağlı olan Bin Tepe, Lidya dönemine ait sadece bir kültürün de devamını gösteren bir anıttır. 130
Şimdi Bin Tepe Tümülüsleri’nde maceraperest amatör mezar soyguncuları gece kaçak kazı yaparken, başka soyguncular tarafından bulunup, kırık içi boş bir lahde ulaşsalar, tam da o sırada jandarmalar tarafından yakalansalar, kolay gelsin ne böyle deseler, hevesi kursağında kalıp tıkandıklarından, şey efendim kem küm, tarladan patates toplamaya gelmiştik. Gece vakti mi? Gündüzler çuvala mı girdi? Şey efendim çok yoğunuz ondan. Bu dedektörlerle mi patates topluyordunuz? Şey efendim kazmaların saplarına dolanıp takılmışlar. Bana bak kazma belli ki burada dolap çeviriyorsunuz, şimdi binin arabaya da ifadenizi alalım deyip bu sapları ciplere bindirip karakolda patates çuvalı gibi tekmelemezler mi? “Nerede lan kralın tacı!” diye bu acemi çaylakları, eşek sudan gelinceye kadar ıslamazlar mı? Patates toplamaya giderken, kabak bunların başına patlamaz mı? Ya hazineyi bulup getirirsiniz ya da bu Lidya yazıtlarını çözüp okursunuz yoksa çivi gibi çakılı kalırsınız buraya deseler kısa sürede ana dili gibi Lidyaca konuşmazlar mı? Karakoldan harabe gibi çıkınca Lidyaca küfürler savurup, tümülüslerden bin tövbe etmezler mi? Nasıl bu antik kent, vadiye yayılan taşların tesadüf rüzgarları sonucu kendiliğinden oluşamazsa, bu kentten binlerce defa antik ve sanatlı şu kainat ve içindeki mahlukatın tesadüfen oluştuğunu söyleyen profesyonel iman soyguncuları, yarın Cehennem karakoluna götürülüp, niye iman edip itaat etmediniz, başkalarının da kalbindeki altın tacı çaldınız deyip ifadeleri alınmaz mı? Antik dünyanın tüm dillerini çorap söküğü gibi sökseler de, deve iğne deliğinden geçinceye dek bunları yaptıkları bu eşekliklerinden dolayı ıslamazlar mı?
131
47- ANAVARZA ANTİK KENTİ - ADANA Tarihi 2100 yıl öncesine giden ve en parlak dönemini Roma İmparatoru Septimius Severus’un ödüllendirmesiyle MS 2. yüzyılda yaşamaya başlayan Anavarza, zaman içinde önemli bir kent haline gelerek 408 yılında Kilikya başkent unvanına kavuşmuştur. Bizans Dönemi’nde önemini devam ettiren, sonraki yıllarda Ermeniler, Abbasiler, Selçuklular, Ramazanoğulları, Osmanlılar gibi çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan Anavarza’da farklı kültürlere ait izleri bir arada görmek mümkün. Stadyum ile tiyatro kalıntılarını gördüğünüzde bir zamanlar sahnelenen oyunlar ve heyecanlı yarışlar gözünüzün önünde canlanacaktır. Antik kentte sütunlu yol, mozaikli havuzlar ziyaretçilerin ilgisini çeken diğer kalıntılardır. 6. yüzyıla ait Kaya Kilisesi ve Havariler Kilisesi Bizans Dönemi’ne, batı kapısının dışındaki bir kulede görülen Arapça kitabe ise Abbasi Dönemi’ne işaret ediyor. Anavarza ören yerini çevreleyen surlar 1500 metre uzunluğunda ve giriş kapılarından 3. yüzyıla tarihlendirilen bir tanesi zafer takı biçiminde tasarlanmış. 132
Kentin yüzlerce yıl stratejik önemini yitirmeyen 11. yüzyıldan kalma 200 metre yüksekliğinde ovaya hâkim bir tepedeki kale, adeta ada gibi yükseliyor. 18. yüzyıla kadar bütün modern ülkelerin tıp fakültelerinde temel eserlerden biri olarak okutulan, De Materia Medica isimli beş ciltlik eserin sahibi, dünyaca ünlü Farmakolog Dioskurides’in Anavarzalı olması da kentin dünya bilim tarihine katkısı açısından dikkate değerdir. Şimdi ahmaklığında zirve yapmış biri, Anavarza Kalesi’nin yüksek burçlarına çıkıp, Çukurova’nın panoramik manzarasını seyrederek; “Bu kale ve görünen antik yapılar, ovadaki taşların tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden oluşmuştur!” dese, aynen mürekkebin tesadüfen kağıtların üzerine dökülüp kendiliğinden “De Materia Medica” kitaplarının oluşması kadar saçma ve mantık dışıdır. Şimdi ahmaklığında zirve yapmış üniversite kalelerinin en yüksek burçlarına çıkan zatlar, kainat manzarasını seyrederek; “Bu kainat ve içindeki canlılar, çevredeki atomların tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden oluştu!” diyorlar. Bu akıl sağlığı arızalı, canavar ruhlu zatlara, Anavarzalı Dioskurides’in beş ciltlik kitaplarını, kalenin eteklerinde açan şifalı bitkiler gibi yedirip okutsak düzelirler mi acaba? Yoksa bu antikaların beyinlerinin yapı taşları olan nöronlar, tıpkı Anavarza’nın antik dünyanın en uzun caddesi olan ve ihya olmayı bekleyen taş ve sütunları gibi yıkık ve dağınık mı? Arkeologların bunlara da el atması gerekmez mi?
133
48- ARSLANTEPE HÖYÜĞÜ – MALATYA Malatya’nın 7 km. kuzeydoğusunda, Fırat Irmağı’nın batı kıyısı yakınındaki Orduzu Beldesi’nde yer alan Arslantepe Höyüğü’nün kültür dolgusu 30 metre yüksekliğindedir. M.Ö. 5000 yıllarından M.S. 11. yüzyıla kadar yerleşim görmüştür. Höyükte yapılan kazılar sonucunda; M.Ö. 3300-3000 yıllarına ait bir kerpiç saray, M.Ö.3600-3500’lere ait tapınak, iki bini aşkın mühür baskısı, kaliteli metal eserler bulunmuştur. Elde edilen veriler göstermektedir ki o dönemde Arslantepe, aristokrasinin doğduğu ve ilk devlet şeklinin ortaya çıktığı resmi, dini ve kültürel bir merkezdir. Sarayın koridor duvarları baskı motif ve duvar resimleri ile bezenmiştir. Binanın çeşitli bölümlerinde çok sayıda mühür baskısının bulunması, idari etkinliklerin yoğunluğunu, duvarlardaki zengin bezeme ve kabartmalar da gücü simgelemektedir. M.Ö.2000 yılında Arslantepe, Fırat Nehri’ne doğru genişleyen Hitit İmparatorluğu’nun bir kenti olarak kullanılmıştır. MÖ 5000’den MÖ 712 tarihindeki Asur istilasına kadar yerleşim yeri olarak varlığını sürdüren Arslantepe daha sonra bir süreliğine terk edilmiş, M.S. 5-6. yüzyıllar arasında ise Roma Dönemi köyü olarak kullanılmış ve daha sonra Bizans Nekropolü (mezarlık) olarak yerleşimini tamamlamıştır. Şimdi ahmağın biri iş makinasına binip, içinde tarihsel kalıntıların gömülü bulunduğu bu höyüğe, yayvan toprak tepeye doğru sürse, içinde hiçbir şey yok sadece tesadüfler sonucu taş ve toprak yığınlarının birikmesiyle oluşan yapıları ben de tesadüf rüzgarları gibi dağıtıp saçıyorum deyip buldozerle höyüğü düzleyip parsellese, insanlık haysiyetini yıkmış olmaz mı? Tarihi mirasa hıyanet etmiş olmaz mı?
134
Şimdi kalbi mühürlenmiş, Bizans Nekroplü’nde yatan ölülerden daha camid biri iş makinasına binip dünya medeniyetleri höyüğüne sürse, içinde ilahi tecellilerin gömülü bulunduğu insan vücudu, hayvanlar ve bitkiler sarayına inkar kepçeleriyle girse, burada hiçbir Yaratıcı yok, kainat ve içindeki mahlukat tesadüflerle oluşmuştur deyip buldozerlerle insanlık haysiyetini, yaratılış amacını darmadağın edip, kendi inkarcı fikrini parsellemeye kalksa, bu kişi önceki ahmaktan bin kat daha ahmak ve zalim olmaz mı? Yarın mahşerde bu zalimler odun yığınları gibi Cehennem’de höyük höyük birikip istiflenmezler mi? Kendi eliyle parselledikleri cehennem konaklarına konuk olmazlar mı?
135
49- İSMAİL FAKİRULLAH TÜRBESİ – SİİRT Siirt İli’nin Aydınlar (Tillo) İlçesi sınırları içerisinde yer alan türbe, İsmail Fakirullah’ın vefatından sonra talebesi İbrahim Hakkı Hazretleri tarafından 18. yüzyılda yaptırılmıştır. İbrahim Hakkı Hazretleri hocası İsmail Fakirullah’ın vefatı üzerine “Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim?” diyerek astronomi ve mimari açıdan büyük bir bilim harikasına imza atmıştır. Hocasının defnedildiği türbenin yanı sıra 8 köşeli ve 10 metre yüksekliğinde bir kule yapan İbrahim Hakkı Hazretleri, türbenin doğusuna harçsız taşlarla bir duvar inşa etmiştir. Gece ve gündüzün eşit olduğu ekinoks günlerinde (21 Mart ve 23 Eylül) kalenin arkasındaki vadiden yükselen güneş bu duvara çarpmaktadır. Işık sadece duvarda bulunan pencereden geçmektedir. İleride bulunan tepeden kırılan ışık, türbenin penceresinden içeri girerek, İsmail Fakirullah Hazretleri’nin mezarının başını aydınlatmaktadır.
Şimdi Tillo’da karanlık bir gecede dürbinli gözleriyle semâvât âlemini temaşa ederken İbrahim Hakkı Hazretleri’ni kulede görsek ve desek; “Ya eyyühel Üstad! Şu karanlık semada gördüğün pırlanta hakikatlerden biraz anlat ki, biz fakirler de nasiplenelim!” Bismihisubhanehu! Bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı … küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz 136
kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvi yıldızları gaz yağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri bu meşher-i a’zam-ı kâinatın sultanını, münevvirini, müdebbirini, sâni’ini, o nurani yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir. Ey semavat âleminin ibretli nazarı! Durma daha fazla anlat ki, kafamızdaki inkar karanlıkları hakikat yıldızlarıyla aydınlansın.
ﻒ ﺑَ َﻨ ْﻴ َﻨﺎﻫَﺎ َو َزﻳﱠ ﱠﻨﺎﻫَﺎ … اﻟﺦ َ اﻟﺴ َٓام ِء َﻓ ْﻮ َﻗ ُﻬ ْﻢ ﻛَ ْﻴ اَ َﻓﻠ َْﻢ ﻳَ ْﻨﻈُ ُ ٓﺮوا اِ َﱃ ﱠ Yani âyet-i kerîme, nazar-ı dikkati semanın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile semanın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak’ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa eğer başıboş olsa idiler birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet süratli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i herc ü merc içinde karışıklık olacaktı ki kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir herc ü merce sebebiyet verdiği malûm. Halbuki küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte sükûnet içindeki sükût-u ecramdan, Sâni’-i Zülcelal’in ve Kadîr-i Zülkemal’in derece-i kudret ve teshirini ve nücumun ona derece-i inkıyad ve itaatini anla. Not: Semâvât âleminin hakikat yıldızlarıyla daha fazla aydınlanmak isteyenleri “Semâvât Âleminin Tefekkürü” adlı kitabı ibret nazarıyla okumalarını tavsiye ediyorum.
137
SEMÂVÂTTAKİ İNTİZAM Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakip kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir. Onun içindir ki küçük bir köyde iki muhtar bulunsa köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz’î bir numunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek, uluhiyet ve rububiyetin en kat’î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bâhir ve şahid-i katı’, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah” der, secde eder. 138
Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi
ﻟَ ْﻮ ﻛَﺎنَ ٖﻓﻴﻬ َِٓام اٰﻟِ َﻬ ٌﺔ اِ ﱠﻻ اﻟﻠﱣﻪُ ﻟَﻔ ََﺴﺪَ ﺗَﺎâyet-i kerîmesinin delâletiyle nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki: ِ ﴫﺧ َﺎﺳ ًﺌﺎ َو َ َ ﻓَﺎ ْرﺟِ ِﻊ اﻟْ َﺒ ُ َ ﴫ ﻛَ ﱠﺮﺗ ْ َِني َﻳ ْﻨ َﻘﻠِ ْﺐ اِﻟَ ْﻴﻚَ اﻟْ َﺒ َ َ ﴫ ﻫ َْﻞ ﺗَ ٰﺮى ِﻣ ْﻦ ُﻓﻄُﻮ ٍر ۞ ﺛُ ﱠﻢ ا ْرﺟِ ِﻊ اﻟْ َﺒ ٖ ٌ۞ ُﻫ َﻮ َﺣﺴري delâletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip onu gönderen münekkid akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok.” demesiyle gösteriyor ki nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’î şahididir. 1 “Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu.” (Enbiyâ Sûresi, 21/22) 2 “(Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin.) Çevir de bak gözünü görebilir misin bir kusur? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bulamadığından bir kusur, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk Sûresi, 67/3-4) 139
50- VAN KALESİ – VAN MÖ 900-600 yılları arasından Van merkez olmak üzere bölgede büyük bir medeniyet kuran Urartuların kralı I. Sardur (M. Ö. 840830) tarafından yaptırılmış, yüzyıl kadar adı geçen krallığın başkenti olan Van Kalesi’nin o zamanki adının Tuşpa olduğunu Asur ve Urartuların çivi yazılı kitabelerinden öğreniyoruz. Dünyadaki sayılı eski yapılardan biri olan Van Kalesi, aradan 3.000 yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen bugün büyük kısmıyla hâlâ ayakta durmaktadır. Şimdi tüm Türkiye’de olduğu gibi burada da yazın bir festival için büyük bir kalabalık, kalenin önündeki düz ovaya toplansa, müzikler dinleyip eğlenseler, namazları hiç önemsemeseler o esnada Van Gölü’nde tuhaf şeyler olmaya başlasa… Dinazor büyüklüğünde canavar gibi bir mahluk kafasını kaldırıp kıyıya doğru yaklaşsa, Dabbet’ül Arz gibi tuhaf görünümüyle kalabalığa doğru yaklaşıp gür sesiyle; “Ey insanlar! Allah’a, ahirete, Peygamber’e, Kur’an’a, ayetlere kesin olarak iman etmiyorsunuz. Etseydiniz namazlarınızı kılar, oruçlarınızı tutar, zekatlarınızı verirdiniz.” dese, bu insanlar panik halinde kaçışmazlar mı? Kıyamet mi kopuyor diye her türlü günahlardan sakınıp istikamet dairesine bu canavardan kaçar gibi koşmazlar mı?
140
Bu dünyaya gönderiliş amacına uygun, Kur’an ve Sünnet rehberliğinde yaşamamız için mutlaka Van Gölü Canavarı mucizesini görmemiz mi icap ediyor? En büyük mucize olan Kur’an ve ayetleri, Resulullah Efendimizin gerçekleşmiş binlerce mucizeleri ve yol gösterici hadisleri biz beyinleri urlu kalpleri virüs sardırmış hakikatleri düşünmeyen turşu akıllılara yetmez mi? Üç bin nüfuslu bir beldeye gittim. Beldenin tek camisinde Cuma namazına seksene yakın insan geldi. Yatsı namazını da orada kıldım. 12 kişiydik. Namazdan sonra yolun iki tarafına sıralanmış kahvehanelere baktım. Hepsi ağzına kadar doluydu. Dedim genel olarak işte ülkemizin tablosu! “Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml Sûresi, 82)
141
51- SAİNT PİERRE KİLİSESİ – HATAY St. Pierre Kilisesi, Asi Nehri’nin batısında, Hac Dağı’nın batı eteklerinde yer alır. Doğal bir mağara olup, eklemelerle kiliseye dönüştürülmüştür. İsa aleyhisselamın 12 havarisinden biri olan St.Pierre (Aziz Petrus), Antakya'ya MS 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hıristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinir. 1963 yılında Papa VI.Paul tarafından Hıristiyanlar için hac yeri ilan edilmiştir. Özellikle Aziz Petrus’un ilk Papa olarak kabul edilmesinden dolayı Katolik inancının Dünya’ya yayılmasında bir merkez konumunu kazanmıştır. Şimdi bu mağaranın derinliklerinde kazılar sonucu İncil’in ilk nüshası bulunsa, Karbon-14 ile yaş tayini yapılıp 2.000 yıl önce İsa aleyhisselamın ağzından çıkan orijinal sözler olduğu anlaşılsa, Vatikan’a incelemesi için verilse; Troya hazinesinden de değerli bu tahrif olmamış İncil’de yıllarca karanlıklarda gizli kalan hakikatler aydınlığa çıksa, 142
“Bir vakit Meryem oğlu İsa şöyle dedi: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın Resulüyüm, önümdeki Tevratın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek bir Resul’ün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’tir.’ Sonra O onlara açık delillerle gelince ‘Bu apaçık bir sihir’ dediler.” gibi yüzlerce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselatü vesselama işaret eden delilleri okuduklardan sonra; Papa eline kılıç alıp tebasıyla Roma’daki Kolezyum’un arenasına girse, gladyatör gibi kılıncını tüm Hristiyan dünyasına karşı kaldırıp dese: “Ey Nasraniler! 2.000 yıl önce Hac Dağı’nın eteklerinden gelen yüce bir sese kulak verin: “Hz. İsa dedi; Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun.” “Benden sonra gelecek bir Resulün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’tir.” “Ey kitap ehli! Ben ve tebam İsa Mesih’i seviyoruz, emirlerini tutuyoruz ve müjdelediği Muhammed aleyhisselatu vesselama inanıyoruz ve O’na tabiyiz. Sizler de gelin hak olan İslam dinine tabi olun!” dese ve kendisiyle beraber tüm tebası şehadet getirse; ardından gök yarılsa İsa aleyhisselam mucizeleri ve nübüvvet delilleriyle yeniden yeryüzüne indirilse, Ruh’ul Kudüs ile desteklenip inkarcı Hristiyanların içinde sakladıkları küfürlerini tek tek söyleyip materyalist, esbabperest, darwinizm ve ateizm fikirleriyle cüzzamlı gibi hastalıklı ruhlarını ve bedenlerini ferasetli dokunuşlarıyla tek tek tedavi etse, dinsizlik batağına saplanmış o kör gözleri basiretli dokunuşlarıyla hakikate açsa, mucizevi nefesiyle, telkinleriyle sağır kulakları vahye aşina kılsa, hayat fışkıran nefesiyle, hikmetli sözleriyle ölü kalplerin dirilmesine vesile olsa, tüm Batı ve Hıristiyan dünyasını İslam dinine tabi olmaya çağırsa. Acaba bu yüce sese bunların çoğu kulak verip tabi olarak İslam inancının tüm dünyaya yayılmasına on iki havari gibi yardımcı mı olurlar, yoksa burun kıvırıp asi olarak bu salih çağrının karşısına dokuzlu çete gibi geçip ellerindeki tüm imkanları kullanarak kitlelere seslenip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya mı çalışırlardı? Allah’u a’lem. 143
Allah'ın lütfu ile yazmış olup ücretsiz dağıttığım kitaplarım: 1- Türkiye Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 2- Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 3- Rabbimizi Bize Gösteren 99 Pencere 4- Semâvât Âleminin Tefekkürü 5- İstanbul Turunda Allah'ı Bulmak 6- Kuran ve Sünnet Rehberliğinde Altın Öğütler 7- Unesco Kültürel Mirasımız Köyname 8- Divan Bahçesinin Gülü Aşk-ı Nebi 9- Peygamberimiz'in (s.a.v) Nübüvvet Delilleri 10- Hadislerle Resulullah'ın (s.a.v) Mucizeleri 11- Ahiretin Kesin İspatı 12- Vücudumuzdaki Mucizeler 13- Dünyamızdaki Mucizevi Dengeler 14- Allah'ı Delilleriyle Görebilmek 15- Allah'ı Akılla Görebilmek 16- Allah'ı Tanıma Kılavuzu 17- Altın İbretler 18- Hayırlarda Yarışmak 19- Yerli ve Yabancılara İman Yolunda İlginç Hatıralar Not: Listedeki ilk 8 kitabın ismini ve Cemil Metin yazıp internetten ücretsiz okuyabilirsiniz. Resulullah'ın (s.a.v) ayağının toprağı Hor, hakir, günahkar, şuursuz, miskin Cemil Metin, 2018 Malkara / TEKİRDAĞ 144
Kültür, hikmet ve mizahın buluştuğu bu kitapta amaç, ülkemizin eşsiz güzelliklerini kısaca tanıtıp, gez memleketini gör Rabbinin kudretini deyip her yerde tecelli eden sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini akli, mantıki ve ilmi delilleriyle gözler önüne sermektir. Tüm dünyaya hakim olan dinsizlik felsefesinin ne kadar çürük temeller üzerine bina edildiğini ve bir uçurumun kenarından ebediyete göçmeye mahkum olduğunu göstermektir.