Selçuk İletişim

Page 1

2

Konyalı Müzisyen

Vedat Sakman

13 15

32 yıl kesintisiz müzik yapan grup:

Ezginin Günlüğü

Azimli bir macera sporcusu:

Meriç Doğan

Selçuk İletişim Kasım 2014 / Sayı: 147

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

KISA-CA 14. Festivalini geride bıraktı Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından bu yıl 14’üncüsü düzenlenen KISA-CA Uluslararası Öğrenci Filmleri Festivali’ne Türk Sinemasının önemli isimlerinden Filiz Akın ile Zülfü Livaneli onur konuğu olarak katıldı

Konya’da bisikletin kullanım yelpazesi genişliyor

T

ürkiye’de bisiklet kullanımının en yaygın olduğu şehirlerden biri olan Konya’da coğrafi yapı ve bisiklet yolları, bisiklet kullanımını kolaylaştırıyor. Konya’da son yıllarda kış mevsiminin çok sert geçmemesinin sonucu olarak bisiklet, yılın 12 ayı kullanılıyor. Konya’da her yaş grubundan insanın yaşamında bisiklet önemli bir yer tutuyor. 12-20 yaş grubundaki vatandaşlar bisikleti daha çok sosyal amaçlı kullanırken, 3040 yaş grubuna mensup vatandaşlar ise şehir içi kullanımına uygun bisikletler tercih ediyor. Konya’da 4 kuşaktır bisiklet sektöründe faaliyet gösteren Sakallıoğlu Velespit İşletmesi sahiplerinden Mustafa Dolmacı, bisiklet kullanıcılarının yeni teknoloji bisikletleri takip ettiğini belirterek, elektrikli bisiklet kullanımında günden güne artış söz konusu olduğunu dile getirdi. / Şehir>06

Karakapıcı, dede mesleğini sürdürüyor

A

bdülhamit dönemine kadar İstanbul’da sarayda yaşayıp terzilik yapan ve 400 yıl önce öşür toplamak için Şanlıurfa’ya gelen Karakapıcı Ailesi fertlerinden Sezai Karakapıcı, Osmanlı’da başladıkları terzilik mesleğini 5 kuşak geçmesine karşın hala sürdürüyor. Dede mesleğini Şanlıurfa’da sürdüren 73 yaşındaki Karakapıcı, terzilik mesleğinin Osmanlı döneminde büyük öneme sahip olduğunu anlatıyor. Bir geleneği sürdürdüğüne işaret eden Karakapıcı, yaklaşık 60 yıldır terzilikle uğraştığını dile getiriyor. Geçmişte terzilik mesleğinin kendisine daha büyük zevk verdiğini anlatan Karakapıcı, hazır giyim sektörünün terziliği olumsuz yönde etkilediğini ifade ediyor. Araştırma/ İnceleme>07

“Kısa film, basamak olarak görülmemeli”

S

elçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından ilk olarak 2001 yılında düzenlenen, KISA-CA Uluslararası Öğrenci Filmleri Festivali’nin 14’üncüsü gerçekleşti. Film festivalinin açılış töreninde konuşan Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, önceki yıllarda Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik’in ardından KISA-CA Film Festivali’ne Filiz Akın’ın da gelmesiyle dört yapraklı yoncayı tamamladıklarını dile getirdi. Geçmişte görsel sanatlara ulaşılabilecek tek kanalın sinema olduğunu hatırlatan Rektör Gökbel, “Yeşilçam döneminde her hafta yeni filmler izlerdim ve bundan keyif alırdım. Çocukluğum Filiz Akın filmleriyle geçti. Ben de Filiz Akın filmleriyle büyüdüm. Şu anda Filiz Akın’ın yanımda olması çok güzel bir duygu” ifadelerini kullandı. 14 yıldır festivali düzenleyen çalışma arkadaşlarını kutlayan Gökbel, İletişim Fakültesi’ne de ortaya koyduğu emekten dolayı teşekkürlerini sundu.

ULUSLARARASI DÜZEYDE BAŞVURU VAR Açılış töreninde konuşan Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kalender de, festivale bu yıl, ulusal ve uluslararası düzeyde 160 filmin başvuruda bulunduğunu anımsatarak, ABD, Fransa, Almanya gibi ülkelerden başvuruların yapıldığına işaret etti. Festivale katılan sanatçılara onur ödülü ile “Selçuk Üniversitesi Bilime ve Sanata Saygı Heykelciği” takdim edildi. Açılış töreninin ardından İletişim Fakültesi’nde Zülfü Livaneli ve Filiz Akın Film Afişleri Sergisi’nin açılışı gerçekleştirildi. Festival kapsamında açılan sergi öğrenciler tarafından büyük ilgi gördü. Sinema Arşivcisi Vadullah Taş’ın koleksiyonundan alınan afişlerle gerçekleştirilen sergide Filiz Akın ve Zülfü Livaneli afişlerini imzaladı.

yarıştığı 14. KISA-CA Uluslararası Öğrenci

Filmleri Festivali’nde kurmaca, belgesel, deneysel ve animasyon dallarında ön elemeden geçip dereceye girmeye hak kazananöğrencilereödülleriverildi.Buna göre, belgesel dalında en iyi film belgesel ödülünüMehmetAliSevimli’nin“Yalnızlık Çağı”adlıfilmi,BelgeselfilmSühaArınÖzel Ödülü’nü Ali Alver’in “Sazende” filmi aldı. YaseminAkıncı’nın“KırmızıIşıkFransaÇok Güzelfilmijüriözelödülünüalırken,KISACA Film Atölyesi Özel Ödülü’nü “Siyaha Bakmak” filminin yönetmenliğini yapan Zeynep Altay aldı. (Devamı sayfa 3’te)

KISA-CA’DA ÖDÜLLER SAHİPLERİNİ BULDU Ulusal ve uluslararası düzeyde 160 filmin

Türkiye’de çekilen kısa filmlerin genelde uzun metrajlı filmlerden önceki bir basamak gibi algılandığını belirten Film Eleştirmeni Fırat Sayıcı, kısa filmin kendine özgü bir kişiliği olması gerektiğinin altını çizdi. Teknolojinin gelişmesinin kısa film çekilmesini kolaylaştırdığını belirten Sayıcı, genç yönetmenlere, “Hikâyeniz yoksa kısa film çekmeyin” çağrısında bulundu. >14’te

www.selcukiletisim.selcuk.edu.tr (0332) 223 37 07


02/ Kasım 2014

röportaj

selçukiletişim

Müzisyen Vedat Sakman:

Fotoğraf: Berkay Göcekli

“Müzik benim yaşam biçimim”

Kıvanç UĞUR

Güzel sanatların pek çok dalıyla iç içe olan Konyalı Sakman Ailesi’nin bir üyesi olan Müzisyen Vedat Sakman, müzik yaşamında 50 yılı geride bıraktı. Grup Doğuş bünyesinde 12 yıl sanatını icra eden Sakman’ın ilk solo albümü ‘Müzisyen’ 1989’da çıktı. Bunun dışında müzik direktörlüğü, film müziği yapımcılığı gibi çalışmalara imza atan Sakman, müzik yaşamının 50’nci yılı anısına yaptığı, ‘En şarkılar’ albümünü dinleyenleriyle buluşturmaya hazırlanıyor Sanatçı bir aileye mensupsunuz. Babaanneniz Hacı Vesile Sakman, irticalen (doğaçlama) şiir söyleyen birisi. Babanız Mazhar Sakman Konya türkülerinin kaynak kişisi. Kardeşiniz Tahir Sakman şair ve yazar. Siz de müzisyensiniz. Tahir Bey ile yaptığımız söyleşide “sazın ve sözün harman olduğu bir ailede yetiştim” demişti. Siz o günlere dair ne anımsıyorsunuz? Kendimi bildiğim gün, “ben buyum” dediğim gün evimizin duvarlarında bir sürü enstrüman gördüm. Çocukluğum Konya’da bir bağ evinde geçti. Babaannemin yanındaydım. Eve gelip giden, saatlerce enstrüman çalan insanlar içinde hayata başladım. Hayatı bu şekilde algıladım. Bunun benim daha ilerideki meslek yaşamımda, müzisyenliğe başlamamda kuşkusuz ki, çok büyük etkisi oldu. Sazı, gitarı alıp profesyonel olarak hayatımı müzikten kazanmaya başlayalı 50 yıl oldu. Çok şükür iyiyim, hala sağlıklıyım. Bu da bir lütuf tabii. Bazen 50 sene yaşamıyor bile insanlar. Kendi kişisel sayfanızda davul çalarak müziğe başladığınızı yazmışsınız. Bu sürece ilişkin neler söylemek istersiniz? Benim öğrencilik yaşamımın bir kısmı Konya’da, bir kısmı ise İzmir’de geçti. Liseyi İzmir’de okudum. O dönem Milliyet gazetesinin yaptığı Liseler Arası Müzik Yarışmaları vardı. Oradan çok müzisyen çıkmıştır. O dönemde davulcu eksikti bizim grupta. Ben de o zamanlar enstrümanlara çok meraklıydım. 5-6 yaşlarından beri şarkı söylediğimi hatırlarım. Müziğin ritim ve melodi olmak üzere iki konumu var. İkisi birden olduğu zaman önem kazanıyor. Profesyonel olarak ‘Grup Doğuş’ ile birlikte mi müziğe başladınız? Daha öncesine dayanıyor. Grup Doğuş benim için bir şanstı. 1970’li yıllarda dünyada müzik çok yükselmişti. Daha öncesinde de gruplarımız oldu. Grup Doğuş, daha olgunlaşmış bir dönemime denk geldi. 1972’de Grup Doğuş ile başladım. 12 yıl bu grup içinde yer aldım. Başka bir mesleğim yoktu. Hep müzisyenlik ile

uğraştım. 12 yıl bir grubu yürütmeyi başardık. İzmir Ticaret Lisesi’nde, Namık Kemal Lisesi’nde okudum. Bir yandan futbolla ilgilendim. Halen futbola merakım vardır. Kolum kırıldı futbol hayatım bitti. Müzik hayatım başladı. Grup Doğuş içinde, hem yurtiçinde hem de yurtdışında konserler verdik. Pek çok müzik ödülü aldık. Haftanın beş günü prova yapan bir gruptuk. İlk albümünüz 1989’da çıktı. ‘Müzisyen’ ismini taşıyan bu albümün oluşum süreci hakkında ne söylemek istersiniz? O dönemde Fikret Kızılok, Aşık Veysel’in türkülerini seslendirdi, hepimizin çok hoşuna gitti. Kendimizi ifade etmek için, bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüm. Gruptan ayrıldım o dönemde. 1989 öncesinde bir Eurovizyon maceramız var. Eurovizyon önemli idi. TRT orkestra kurup herkese şans veriyordu. Erzurum’daki, Ağrı’daki çocuk gelip kendini ifade edebiliyordu. Bir birinci olma tutkusu vardı. Beste yapmaya ilk albümümden önce başladım. 1980’lerin başında beste yapmaya başlamıştım. Müzikte de iyi ya da kötü kişinin bir şekilde kendi şarkılarını yapması düşüncesi beni albüm çıkarmaya itti. Peki, bestelerinizi nasıl bir ortamda yapıyorsunuz? Aklıselim ortamlarda yapıyorum. Dingin bir ortamda yapıyorum. Her şey bir matematiktir aslında. Müzik benim yaşam biçimimdir. Müzik de bir matematiktir. Hayatın kendi matematiktir.

daha yaptık. Körfez Savaşı dönemine denk geldi bir albüm. Türkiye’de de yankıları oldu savaşın. 1994 Ekonomik Krizi’ne giden yolda ekonomi çalkantıya girdi. Huzursuz bir dönemdi sözün özü, çalkantılı bir dönemdi. Bunun dışında Leman Sam ile 4 sene sahne çalışması yaptım.1997 yılında Hümeyra’nın “Beyhude” albümünü, Leman Sam’ın “İlla” albümünü bir de Zuhal Olcay’ın “İhanet” isimli albümünü yaptık. 2001 yılında Sakman Prodüksiyon’u kurdunuz. Sakman Prodüksiyon’un kurulmasında etkili olan neydi? Gençlere daha faydalı olma düşüncesi etkili oldu. O dönemde vahşi pop yükselmişti. Gençler, albümünü çıkaracak yer bulamıyordu. Müzik, 3-5 tane adamın üzerine kurulmuş bir düzeni andırıyordu. 9 tane de albüm bastık. Fakat ekonomik koşullardan dolayı sürdüremedik bu işi. Popüler kültüre karşı direnmek de elbette güç. Ama fiilen devam etmiyor Sakman Prodüksiyon. Toplum tarafından en çok beğenilen veya sizin bir dönüm noktası saydığınız bir çalışmanız var mı? Ben belli düzeye gelmiş bir dinleyici grubuna hitap ediyorum. Bu grup, elit bir grup. Elitten kastım para pul meselesi değil, sanatı takip eden, ona değer veren bir kesim tarafından dinleniyorum. Mesela gençler, şarkılarımı bilirler ama beni pek bilmezler. Önemli olan da odur.

Bunu biraz açar mısınız? Kişinin en dingin olduğu zamanlar beste yapmak için en uygun zamandır. Derbeder olduğum zamanlarda yaptığım çalışmalar vardı ki, ertesi gün aman kimse görmesin diyerek yırtıp atmışımdır. Genç bestekârlara da tavsiyem budur. Beyinlerinin dinlenmiş olduğu zamanlarda çalışma yaparlarsa çok daha verimli olur.

50 yıllık sanat yaşamınızda sizin için esin kaynağı olan sanatçı veya sanatçılar var mı? Ben bu konuda ulusal değil de biraz evrensel düşünüyorum. Dünya’daki klasik müzik beni etkilemiştir. Caz etkilemiştir. Elbette türkülerimize de saygım büyüktür. Yöresel müzik elbette ayrı bir yerdedir. Benim yaptığım daha evrensel bir müziktir. Zaten bu yönde eğitim aldım. Caz müziği eğitimi aldım. Kendimi de evrensel anlamda yenilemeye çalıştım hep.

1990’ların başında Zuhal Olcay’ın bazı albümlerinde beste ve söz yazarlığı üstlendiniz. Bu nasıl bir serüvendi? O dönem, Zuhal Olcay’ın tiyatrosunun ve sinemasının çok yükseldiği bir dönemdi. Zuhal Olcay çok yetenekli bir kardeşimiz. Olcay’ın müzik kulağı çok sağlamdır, hiç detone de olmaz. Zuhal Olcay’ın sinemadan müziğe geçişini anlattık. O albümün şöyle bir özelliği var: Bir öyküdür o. Birinci şarkıdan onuncu şarkıya kadar bir aşkı anlatır. Bunun bir örneği daha herhalde yok. O albüm o zamanlarda çok büyük beğeni topladı. Şaşırdık kaldık tabii. Pazarlarda pazarcıların o şarkıları söylediğini duydum. Daha sonra Zuhal Olcay’a iki albüm

1972’den söz ettiniz. Aradan 40 yılı aşkın bir süre geçmiş. Hiç kuşkusuz, sanat dünyasında da büyük değişimler yaşanmış. Siz sanatın dününü, bugününü nasıl yorumluyorsunuz? Var mı ki sanat? Ben de bir karşı soru sorayım. Siz bu ülkede bir sanat görebiliyor musunuz? Var da ben mi göremiyorum yoksa? İnsanlığa mal olmuş, dünyadaki insan denen varlığa mal olmuş bir sanat ne yazık ki ben görmüyorum. Yanlış anlaşılmasın, ben kendimi de eleştiriyorum tabii. Hepimizin suçu var bu konuda. Demek ki, kayda değer bir şey yapmıyoruz. Hiç fark etmez. Mısırlı bir yazar da dünya çapında eser yazıyor. İranlı bir yazar da yazıyor.

editörden editörden 'Türkçe' bilen gazeteci sorunu Günümüz toplumunda medya, pek çok olumlu ve olumsuz eleştiriye maruz kalıyor. Bu eleştiriler kimi zaman toplumun çeşitli kesimlerinden geliyor. Kimi zaman bizzat gazeteciler, eleştiri oklarını medyaya yöneltiliyor. Sade vatandaşın eleştirileri “tarafsızlık”, “ilkeli ve sorumlu yayıncılık” gibi konularda olabilirken, meslek mensupları arasında veya akademik çevrelerde “sansür”, “oto sansür”, “editöryal bağımsızlık”, “sahiplik yapısı” gibi konular tartışmaların odağını oluşturuyor. Kuşkusuz, bu yönde yapılan tartışma örneklerini çoğaltmak mümkün. Ama ben, bütün bunların ötesinde Türkçenin yanlış kullanımı sorununun medyayı kuşattığı görüşündeyim. Bu sorun, belki yukarıda sıraladığım tartışmaların gölgesinde kalıyor. Ama dilin yanlış kullanımı sorununun asla göz ardı edilmemesi inancındayım. Son yıllarda yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan sosyal medyada dilin kullanımı noktasındaki özensizlik, insanı adeta çileden çıkarıyor. Fakat sorun, yalnızca sosyal medya ile sınırlı kalsa iyi!.. Gazete ve televizyonlarda da benzeri durumlara tanık olmak mümkün. Geçenlerde, bir televizyon kanalını izlerken özel bir ismin sonuna gelen “da” ekinin dahi ayrı yazılmadığını gördüm. Yaygın olarak dağıtımı yapılan, “büyük medya” diye nitelendirilen pek çok basın yayın kuruluşu dilin yanlış kullanımında sanki birbiriyle yarışıyor! “Tematik kanal” veya “haber kanalı” diye tanımladığımız bazı televizyon kanallarında yapılan yazım yanlışları doğal olarak insanı düşünmeye sevk ediyor. Dilin kullanımı konusunda duyarlı okurlar, zaman zaman şikâyetlerini “okur temsilcilerine” bildiriyor. Ama genel olarak duyarsızlık havası hâkim. Tam da bu noktada insanoğlu için son derece önemli olan “özeleştiri” kavramı devreye giriyor. Medyamızın dilin kullanımı konusunda ciddi bir özeleştiri yapması düşüncesi zihinlerde beliriyor. Habercilik yapan kitle iletişim araçlarının zamanla yarıştığını düşünürsek, birtakım hataların yapılması muhtemeldir. Ama sıradan bir hatanın ötesinde öyle haber ve yazılarla karşılaşıyoruz ki, sanki hiçbir kontrolden geçirilmeden, hiç okunmadan yayına verilmiş. İşte bu nedenle, bu konunun es geçilmemesi gerekliliği önem kazanıyor. Kuşkusuz, gazetecinin en az bir yabancı dil bilmesi alanındaki yabancı yayınları takibi açısından büyük öneme sahip. Ama gazetelerde ve televizyonlarda dilin hatalı kullanımının sayısız örneklerini gördükçe, medya kuruluşları “Türkçe bilen” çalışan istihdam etsin demekten de kendimi alamıyorum. Medyamızın dilin kullanımı noktasında daha duyarlı hareket ettiği günlere ulaşmak ümidiyle…

Kıvanç Ugur

Selçuk İletişim Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Adına Sahibi Prof. Dr. Ahmet KALENDER Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Ahmet Yalçın KAYA Yayın Danışmanı Doç. Dr. Caner ARABACI Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Arş. Gör. Emre OLKUN Basım Yılı: Aralık - 2014 Yayın Türü: Yerel, Süreli Sayı: 147

Adres: S.Ü İletişim Fakültesi Kampüs/Konya Tel: 0332 223 37 07 Faks: 0332 241 01 81 e-mail: selcukiletisim@selcuk.edu.tr Baskı: Selçuk Üniversitesi Basımevi Tel: 0332 223 37 44 Kampüs/Konya

E­di­tör Kıvanç UĞUR Editör Yardımcısı Metin KÖSE Sayfa Sorumluları Melike İŞDAR Oğulcan KOÇ Yusuf KARAKAŞ Numan BABACAN Mesut YILMAZ Gökçen BEKTAŞ Muharrem YAĞIZ Gökhan KARAKURT Kübra ABİ Muhabirler Seda CEYLAN Özlem NALBANT Malike ORMANCI Doğan Burak TUNLU Mustafa ESER Ferhat KIZILTAŞ Gamze BAL Gamze UĞRAŞ Serdar KELEŞ Seren BAŞDOĞAN Tuba YÖRÜK Sayfa Tasarımı Doğan Can ÇELİK Şükrü ZENBEL Doğuş KARA Samet YALÇIN


üniversite

selçukiletişim

Zülfü Livaneli: “Selçuk’tan başarılı yönetmenler çıkacak” Bu yıl 14’üncüsü düzenlenen “KISA-CA Uluslar arası Öğrenci Filmleri Festivali’ne katılan Zülfü Livaneli, festivalde çok güzel bir sanat heyecanı olduğunu belirterek, “Selçuk’tan başarılı yönetmenler çıkacak” dedi

Seren BAŞDOĞAN - Seda CEYLAN Gamze BAL - Gamze UĞRAŞ

CNN Türk Televizyonu Haber Spikeri ve aynı zamanda Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu Büşra Sanay’ın moderatörlüğünde gerçekleşen söyleşide öğrencilerle bir araya gelen Zülfü Livaneli, festivali nasıl bulduğuna dair bir soru üzerine, “Kısaca mı anlatayım kısa film festivalini aslında KISA-CA Film Festivali kısa bir şey değil” diye konuştu. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu olan Mehmet Emre Gül’ün yönetmenliğini üstlendiği “Benden Önce” adlı film hakkında değerlendirmelerini aktaran Livaneli, Selçuk Üniversitesi’nden pek çok başarılı yönetmen çıkacağının altını çizdi. “YAŞANABİLECEK EN GÜZEL ŞEY OYUNCULUK” Festival kapsamında Selçuk Üniversitesi’ne gelen Yeşilçam’ın usta oyuncularından Aytaç Arman da, gençlerin sinemaya yeterince ilgi göstermediğini belirterek, “Genelde daha küçük salonlarda ağırlandığım için böyle kalabalıklara alışkın değilim. Bu yüzden hoş geldiniz mi desem hoş geldim mi desem bilemiyorum. Sizin şu anki ilginizden çok memnun kaldım dolayısıyla ev sahibi siz olsanız da sizlere hoş geldiniz demek istiyorum” ifadelerini kullandı. Türkiye’de çok az seyirci olduğunu dile getiren Arman, ödül alan filmlerin seyircilerinin ödül almayan filmlerin seyircilerine göre daha az olduğunu ifade etti. Oyuncu malzemesinin zengin olduğunu ve çok başarılı filmler yapıldığını aktaran Arman, “Bugünün işlerini bugünün koşullarıyla değerlendirmek gerekir. Yeşilçam filmlerinde yönetmenlik asistanlıktan gelirdi. Şimdi liseyi bitirip eli kalem tutan herkes yönetmen olabiliyor. Kısacası, o günler olmasaydı bugünler olmazdı” ifadelerine yer verdi. Arman, “Eğer yaşamak yolculuksa, yaşanabilecek en güzel şey oyunculuktur” dedi. “SİNEMA KUTSAL BİR MESLEK” Yeşilçam’ın unutulmaz simalarından Oğuz Gözen, sinemanın çok sevilmesi gereken kutsal bir meslek olduğunu dile getirdi. Bir daha dünyaya gelse yine sinemacı olmak istediğini ifade eden Gözen, “Sinema, yemeği tencerede pişirip kapağında yemektir. Türkiye’de sanata gösterilen ilgiye baktığımızda bu festivalin büyük çaplı bir organizasyon olduğunu görüyorum. Bugün burada olmaktan son derece mutluyum” ifadelerine yer verdi. “DEVLETİN SEÇİP YETİŞTİRDİĞİ TİYATRO OYUNCUSUYUM” “Çocuklar Duymasın” dizisinde canlandırdığı “Tuna” karakteriyle zihinlerde yer edinen Oyuncu Volkan Severcan da, gerçekleştirilen söyleşide öğrencilerle bir araya geldi. Oyunculuk serüveni hakkında düşüncelerini öğrencilerle paylaşan

Kasım 2014

/03

Ateşbaz-ı Veli Mutfak Kültürü Ödülleri sahiplerini buldu

S

Severcan, son altı yıldır kendi kurduğu sahnede tiyatro oyunculuğu gerçekleştirdiğini belirtti. Kendisini daha çok bir televizyon oyuncusu olarak nitelendirdiğine işaret eden Severcan, “Sinema nereye gidiyor? Televizyon nereye gidiyor? Misali sorulara vereceğim tek cevap, günümüz sineması televizyonda yürüyor. Oyunculuk, şimdilerde herkesin yapabileceği bir iş olarak algılanmaya başladı. Fakat bu doğru bir şey değil. Ben, devletin seçip yetiştirdiği tiyatro oyuncusuyum” sözlerine yer verdi. “SENARİST” FİLMİNİN OYUNCULARI SELÇUK’TA Selçuk Üniversitesi öğrencilerinden, “Senarist” filminin yönetmeni Orkun Eser, yetmiş lirayla işe başladığını belirterek, tüm olumsuzluklara ve güçlüklere karşın filmi çektiklerini ifade etti. Filmde yer alan Mustafa Uzunyılmaz, Oyuncu sözcüğünü her zaman kullanıyoruz ama bu ifade yanlış. Ben kurgucu değil, artistim” ifadelerini kullandı. Kurgulanan şeyi oynadığını belirten Uzunyılmaz, bu yüzden oyuncu sözcüğünü sevmediğini dile getirdi. Orkun Eser’in “Senarist” adlı filmine yürekten inandığını aktaran Orkun Eser, büyük bir heyecanla çalışmaya başladığını beyan etti. “Senarist”in oyuncularından Tuncay Aynur ise, filmde rol alırken hiç zorlanmadığını dile getirdi. Oyunu sergilemeden önce oturup, senaryoya hiç çalışmadığına dikkat çeken Aynur, tamamen doğaçlama oynadığını ifade etti. Bu gibi işlerin samimiyet üzerine inşa edildiğini vurgulayan Aynur, kuru soğan ve ekmeğin de kendilerine yetebileceğini bildirirken, sinemacılığın keyifli bir iş olduğuna vurgu yaptı. KISA-CA’DA ŞAN KONSERİ Yurtiçinden ve yurtdışından 160 filmin başvurduğu KISA-CA Uluslararası Öğrenci Filmleri Festivali’nde ön değerlendirmeden geçen 46 yapım, 4 kategoride değerlendirilip dereceye giren filmlere ödülleri verildi. Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül törenine İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kalender, Dekan Yardımcıları Doç. Dr. Kadir Canöz, Doç. Dr. Ahmet Tarhan, Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı Prof. Dr. Aytekin Can, sanatçılar, öğretim elemanları ve öğrenciler katıldı. Festival, Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı Öğretim Üyeleri Vsevolod Kuzmin ve Olga Bilous tarafından verilen ‘Şan Konseri’ ile başladı. Şan konserinin ardından Oyuncu Mustafa Uzunyılmaz da, bir şiir dinletisi gerçekleştirdi.

Konserin ardından festivalin jüri üyeliğini yapan Polonya Film Okulları öğretim üyeleri ve öğrencilerine, sanatçılara, yönetmenlere, öğretim üyelerine ve sponsorlara protokol üyeleri tarafından teşekkür heykelciği ve plaketi takdim edildi.

elçuk Üniversitesi, Anadolu Halk Mutfağı Derneği ile Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün öncülüğünde, Torku’nun ana sponsorluğunda, Konya Büyükşehir ve Meram Belediyelerinin destekleriyle Hz. Mevlâna’nın baş aşçısı Ateşbâz-ı Velî adına ‘Ateşbaz-ı Veli Mutfak Kültürü Ödülleri’ sahiplerini buldu. Daha önce İstanbul’da yapılan ve bu yıl ilk kez Konya’da gerçekleştirilen törende açılış konuşmalarının ardından Anadolu’da hizmet veren, kendi yöresi-bölgesi ve mutfağının temsilcisi haline gelmiş kişi, kurum ve kuruluşlara 7 ayrı kategoride başarı ödülleri verildi. Etkinlik kapsamında Anadolu Halk Mutfağı Derneği tarafından belirlenen çeşitli bölgelerdeki Anadolu mutfaklarına da plaket ve ödül takdim edildi.

İkinci Uluslararası Din ve İnsan Hakları Çalıştayı başladı

Festivalin ödül töreninde konuşan Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı Prof. Dr. Aytekin Can, bu yıl 14’üncüsü düzenlenen film festivalinin dolu dolu geçtiğini belirterek, ödül alan öğrencileri tebrik etti. DERECEYE GİREN FİLMLER ÖDÜLLERİNİ ALDI Festivalde dört kategoride dereceye giren filmlerin yönetmenleri ödüllerini jüri üyeleri ve protokol üyelerinin elinden aldı. Ayrıca ödül alan genç yönetmenlere Selçuklu Belediyesi tarafından IPAD ve Metraj Film tarafından para ödülü de verildi. Festivalde Kurmaca kategorisinde En İyi Kurmaca Film Ödülü’nü yönetmenliğini Mersin Üniversitesi’nden Murat Kandemir ve Onur Otacı’nın yaptığı ‘Göz’, Aykut Oray Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Marmara Üniversitesi’nden Cevahir Çokbilir’in yaptığı ‘Nar Zamanı’, Jüri Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Beykent Üniversitesi’nden Deniz Özden’in yaptığı ‘Bir Maç Günlüğü’ ve KISA-CA Film Atölyesi Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Selçuk Üniversitesi’nden Eren Uğur’un yaptığı ‘Mami’ isimli filmi aldı. Belgesel kategorisinde En İyi Belgesel Film Ödülü’nü yönetmenliğini Selçuk Üniversitesi’nden Mehmet Ali Sevimli’nin yaptığı ‘Yalnızlık Çağı’, Süha Arın Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Selçuk Üniversitesi’nden Ali Avlar’ın yaptığı ‘Sazende’, Jüri Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Yasemin Akıncı’nın yaptığı Kırmızı Işık ‘Fransa Çok Güzel’ ve KISA-CA Film Atölyesi Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Beykent Üniversitesi’nden Zeynep Altay’ın yaptığı ‘Siyaha Bakmak’ isimli film aldı. Deneysel kategorisinde En İyi Deneysel Film Ödülü’nü yönetmenliğini İstanbul Üniversitesi’nden Oğuzhan Kaya’nın yaptığı ‘Mükemmel Bir Gün’, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran Özel Ödülü’nü yönetmenliğini Ankara Üniversitesi öğrencisi Alper Ayduman’nın yaptığı ‘Yuva’ ve KISA-CA Film Atölyesi Özel Ödülü’nü ise yönetmenliğini Selçuk Üniversitesi’nden Vedat Coşkun’un yaptığı ‘Hafi-Sessiz’ isimli film layık görüldü. Festivalde animasyon kategorisinde ise En İyi Animasyon Film Ödülü’nü yönetmenliğini Anadolu Üniversitesi’nden Murat Kılıç’ın yaptığı ‘Oksijen’ alırken Jüri Özel Ödülü’nü de yönetmenliğini Selçuk Üniversitesi’nden Oğuz Çağrı Kara’nın yaptığı ‘Öz’ isimli film aldı.

S

elçuk Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi ile İsveç merkezli Raoul Wallenberg Enstitüsü tarafından ortaklaşa düzenlenen 2. Uluslararası Din ve İnsan Hakları Çalıştayı başladı. Bu yıl ‘Din Perspektifiyle Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Barış Hakkı’ temasıyla gerçekleştirilen çalıştayda barış, barış eğitimi, barış süreçleri, küresel barışın tesis edilmesi, Ortadoğu’da barış gibi konular ele alındı. Dedeman Hotel’de geçekleştirilen çalıştayın açılışına Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Aksaray Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Acar, Raoul Wallanberg Enstitüsü Türkiye Koordinatörü Ville Forsman ve öğretim elemanları katıldı.

Bağışlayın, bedeniniz tıp eğitiminde yaşasın

U

lusal Anatomi Haftası’nda ‘Bağışlayın Bedeniniz Tıp Eğitiminde Yaşasın’ adı altında tıp eğitimi için kadavra bağışı kampanyası düzenlendi. Kadavra bağışıyla ilgili 2012 yılından itibaren bu kampanyanın düzenlendiğini söyleyen Türk An atomi ve Klinik Anatomi Derneği Başkanı ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kağan Karabulut, “Kadavra tıp fakültesi ve tıpta uzmanlık öğrencilerinin eğitiminde vazgeçilmez bir eğitim materyalidir. Kampanyadaki amacımız, organ bağışı gibi çok kutsal bir hareket olarak insanlarımızın bedenlerini ölüm sonrası tıp eğitiminde kullandırabilmek ve bunun sosyal değerini paylaşabilmektir” dedi.


04/ Kasım 2014

üniversite

Rektör Gökbel ilçe ziyaretlerine tekrar başladı

selçukiletişim

Kasabalı’dan öğrencilere anlamlı destek Hayırsever Aynur Kasabalı Selçuk Üniversitesi’nde açtığı “Vintage Bağış Kermesi” için hazırladığı ürünlerin satışından elde ettiği geliri Selçuk Üniversitesi’nde okuyan ihtiyaç sahibi öğrencilere bağışladı Seda CEYLAN Seren BAŞDOĞAN

S G

öreve geldiği ilk yıl Selçuk Üniversitesi’nin Konya’nın 18 ayrı ilçesinde bulunan fakülte, yüksekokul ve meslek yüksekokullarını tek tek ziyaret eden Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, ilçe ziyaretlerine tekrar başladı. Akademik ve idari personelin yanı sıra öğrencilerle de bir araya gelen Rektör Gökbel, yüz yüze görüşmeler yaparak ilçelerdeki sorunlara çözüm bulma gayreti içinde olduklarını ifade etti. İlk olarak Hadim’e giden Rektör Prof. Dr. Gökbel’e Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan eşlik etti. Hadim Meslek Yüksekokulu’nda yoğun ilgi gören Prof. Dr. Gökbel’i öğrenciler çiçeklerle karşıladı. Burada akademik ve idari personelle ve öğrencilerle iki ayrı toplantı yapan Rektör Gökbel, sorunları dinledi ve kendisine yöneltilen soruları cevapladı.

Selçuk'ta geleneksel Erasmus buluşması

E

rasmus programıyla eğitimlerini Selçuk Üniversitesi’nde sürdüren yabancı öğrenciler için kültürel değişim etkinliği gerçekleştirildi. Uluslararası Erasmus Öğrenci Ağı (IESN) Selçuk Üniversitesi 3’üncü kültürel değişim ve akşam yemeği etkinliğinde, yabancı öğrenciler hazırladıkları sunumlarla ülkeleri hakkında katılımcılara bilgi verdi. Etkinliğin açılışında konuşan Rektör Prof. Dr. Hakkı Gökbel, “Erasmus Student Network (ESN), 1989 yılında kurulan bir öğrenci değişimi programıdır. Avrupa’daki ülkeler arasında öğrencilerin değişimiyle ülkeler birbirleriyle sosyal ve kültürel bağlarını geliştirmeyi ve güçlendirmeyi amaçlamaktadır” dedi.

Uydudan canlı yayınla ameliyat

T

ürk Oftalmoloji Derneği’nin düzenlediği 48. Ulusal Oftalmoloji Kongresi’nde göz hekimlerinin bilimsel çalışmaları sözlü ve poster bildiri sunumlarıyla gerçekleştirildi. Yaklaşık 2 bin 500 göz hekiminin katıldığı kongrede ‘Canlı Cerrahi Toplantıları’ kapsamında bu yıl Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Kamış’ın da yer aldığı canlı cerrahi ekibi, katarakt cerrahisindeki son teknolojik cihaz ve malzemeleri kullanarak katarakt ameliyatı gerçekleştirdi. Büyük ilgi gören canlı ameliyatı, yaklaşık bin 500 hekim uydudan canlı yayınla izledi.

elçuk Üniversitesi öğrencilerine yaptığı bağışlar dışında daha önce başka kurum ve kuruluşlara bağışta bulunan Hayırsever Aynur Kasabalı’nın açtığı kermese Konya Valisi Muammer Erol, Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, öğretim elemanları, öğrenciler ve çok sayıda davetli katıldı. Kermesin açılış programında Aynur Kasabalı’nın şimdiye kadar gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk çalışmaları hakkında bilgi verildi. Kasabalı, 21 üniversite öğrencisine burs olanağı sağlarken, Merkez Karatay ilçesinde Aynur Kasabalı ismini taşıyan bir ilkokul bulunuyor. Konya Kapalı Cezaevi’nde eğitim gören mahkûmların ihtiyacı olan malzemelerin alımına destek veren Kasabalı, Konya Numune Hastanesi Rehabilitasyon Merkezi’nde medikal cihazların alınması ve Selçuk Üniversitesi Giysi Bankası’na giyecek yardımının yapılması gibi pek çok yardım kampanyasına da imza attı. “SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ARTIK BENİM YUVAM OLDU’’ Kermeste konuşan Kasabalı, Selçuk Üniversitesi’nin çok köklü bir geçmişe sahip olduğunu vurgulayarak, duygulu anlar yaşadığını belirtti. Selçuk Üniversitesi’nin artık kendisinin bir yuvası olduğunu ifade eden Kasabalı, satışa sunulan eşyaları öğrenciler için feda ettiğini dile getirdi. Evindeki eşyaların tamamını satışa çıkarttığının altını çizen Kasabalı, “Evimdeki eşyaların tümüne yakınını satışa çıkarttım. Benim hiç çocuğum olmadı. Yaptığım hayırlarla bir sürü evlat sahibi oldum. 18 yıl önce tanıştığım Kon-

ya’da birçok hocam bana öyle bir kucak açtılar ki artık burası benim yuvam oldu” diye konuştu. Satışa sunulan eşyalarına değer verilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiren Kasabalı, öğretim üyelerinin kendisini, sevgi ve hoşgörüyle destekledikleri sürece seve seve bağışta bulunacağını bildirdi.

Aynur Kasabalı

Muammer Erol

“İDAELLERİMİN ÖMRÜMDEN UZUN OLMASINI İSTİYORUM” Konuşmasında, Selçuk Üniversitesi’ne olan sevgisini dile getiren Kasabalı, “Bazı öğrencilerin ablasıyım bazılarının annesiyim. Her zaman güzel şeyler söylemek istiyorum ama bugün daha çok sevgimi dile getirmek istiyorum.

Bu satışlardan gelen gelir çok güzel yerlerde kullanılacak, zannetmeyin ki, üzüldüm. Aksine canı gönülden isteyerek bağışladım. Buradan elde edilecek gelir, mukaddes yere gittiği için çok mutluyum” dedi. Çocuk sahibi olmasa bile kendisine ‘Aynur anne’ diye hitap eden çocukların olmasının kendisini mutlu ettiğini belirten Kasabalı, çocukların gözündeki ışığa bakarak onların annesi olmaya devam edeceğini söyledi. Sağlığı ve maddi imkânları yettiği sürece öğrencilere yardım edeceğinin altını çizen Aynur Kasabalı, eşyaların toplamasında ve taşınmasında kendisine yardımcı olan herkese çok teşekkür ettiğini kaydetti. “BİZ SADECE ARACILIK EDİYORUZ” Kermesin açılış programında konuşan Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, “Aynur abla heyecanlı olunca ben de heyecanlandım. ‘Söyleyeceklerimin çoğunu söyleyemedim’ diyen Aynur abla, aslında hayır diliyle çok şey anlattı. Bazen kelimelerden daha çok şey anlatır insandaki heyecan ve istek. Benim en çok etkilendiğim nokta ise bir insanın yıllar boyunca biriktirdiği eşyaları gideceği yeri bildiği için ve kendi sevap hanesine yazılacağı bilincinde olması, üzülmekten çok sevinmesi beni çok etkiledi. Biz sadece bu hayır işinde aracılık ediyoruz. Kermesin hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı. Açılış programının ardından Konya Valisi Muammer Erol, Aynur Kasabalı’ya imza atmış olduğu yardım ve bağışlardan dolayı teşekkür plaketi takdim etti. Açılışın ardında davetliler kermesi gezerek beğendikleri eşyalardan satın aldılar.

Selçuk, patent sayısında ilk sırada ‘Selçuk TTO Patent Proje Pazarı’ açılışında konuşan Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, en iyi girişimcilik ve yenilikçilik indeksinde Selçuk Üniversitesi’nin sıralamaya ilk 10’da giren tek Anadolu üniversitesi olduğunu belirterek, üniversitenin patent sayısında da ilk sırada bulunduğuna dikkat çekti Seren BAŞDOĞAN

Konya Teknokent/Selçuk Teknoloji Transfer Ofisi, TÜBİTAK, Türk Patent Enstitüsü, Selçuk Üniversitesi, KOP Bölge İdaresi Başkanlığı, Mevlana Kalkınma Ajansı tarafından sanayi ve ticaret odaları işbirliği ile ‘Selçuk TTO Patent Proje Pazarı’ düzenlendi. Dedeman Otel’de gerçekleştirilen proje pazarına, sağlık teknolojileri, tarım, hayvancılık, gıda, makine ve inşaat mühendisliği, bilişim teknolojileri, kimya, enerji ve biyoteknoloji/nanoteknoloji alanında geliştirilen projeler sunuldu. Söz konusu alanlarda geliştirilen 145 proje, ‘Selçuk TTO Patent Proje Pazarı’na kabul edildi. Pazara, Konya’dan 98 başvuru yapılırken, Konya dışındaki 15 ilden 47 buluşla ilgili başvuru yapıldı. Bu kapsamda, İstanbul’dan 14, Ankara’dan 7, Bursa’dan 5, Sakarya, İzmir, Antalya ve İçel’den 3’er, Karaman’dan 2, ve Elazığ, Eskişehir, Malatya, Samsun, Trabzon, Zonguldak’tan 1’er adet proje pazarda yer aldı. Etkinlikte, sağlık teknolojileri tematik alanında 54, makine ve inşaat mühendisliği imalat ve yapım teknolojileri tematik alanında 31, kimya, biyoteknoloji, nanoteknoloji, ve malzeme alanına ait uygulamalar ve tarım, hayvancılık ve gıda tematik alanında 24’er ve bilişim teknolojileri elektrik elektronik uygulamaları tematik alanında 12 adet patent başvurusu sergilendi. Patent başvurusu sahipleri, etkinlikte 5’er dakikalık sunumlar yaparak kendilerine yöneltilen soruları yanıtladı. Ayrıca etkinlikte, ikili görüşmeler yoluyla patentler ve patente dayalı fikirler özel seanslarla yatırımcılarla paylaşıldı. “GELİŞMİŞLİK DÜZEYİNDE PATENT ÖNEMLİ” Etkinlikte bir açılış konuşması yapan Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, ülkelerin

gelişmişlik düzeyine bakıldığında elde ettikleri patent ve bu patentlerin ticarileşmesi seviyesinin önemli olduğunu ifade etti. En iyi girişimcilik ve yenilikçilik endeksinde Selçuk Üniversitesi’nin sıralamaya ilk 10’da giren tek Anadolu üniversitesi olduğunun altını çizen Rektör Gökbel,

Selçuk Üniversitesi’nin son verilere göre 16’ncı sıradan 10’uncu sıraya yükseldiğini hatırlattı. Selçuk Üniversitesi’nin patent sayısı açısından Türkiye’de ilk sırada olduğunu belirten Gökbel, 2023 hedeflerine ulaşmalarında rol oynayacak

en önemli faktörlerden birinin düzenlenen patent proje pazarı olduğunu vurguladı. “TEKNOKENT’İN GELDİĞİ NOKTA GURUR VERİCİ” Etkinlikte söz alan Konya Teknokent Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Bayram Sade, proje pazarının 2009 yılından bu yana birçok ulusal ve uluslararası düzeyde projenin tüm dünyaya açıklanması ve tanıtılması amacıyla oluşturulduğunu ifade etti. TÜBİTAK tarafından bin 513 destek programı ile 128 buluşun desteklendiğini söyleyen Sade, KOP bölgesinde bulunun tüm üniversitelerin projelerini desteklediklerini ve bunun dışında diğer kişilerin buluşlarının desteklendiğini dile getirdi. Etkinlikte konuşan Mevlana Kalkınma Ajansı Genel Sekreteri Ahmet Akman, gerçekleştirilen etkinliklerin bölgedeki rekabet anlayışı ve kalkınma adına büyük önem taşıdığını belirtti. KOP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Babaoğlu ise, Teknokent’in bölgeyi, üniversiteyi ve sanayiyi buluşturan bir yapı haline geldiğini vurgulayarak, bu durumun gurur verici olduğunu dile getirdi. Açılış konuşmalarının ardından patent sahiplerini destekleyen kişi, kurum ve kuruluşların temsilcilerine protokol üyeleri tarafından plaket takdim edildi. Proje kapsamında Konya ve çevre illerden gelen 145 buluş, ‘Genç Mucitler Sergisi’ adlı sergide sergilendi. Dedeman Otel’de gerçekleştirilen açılış törenine Konya Valisi Muammer Erol, Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, KOP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Babaoğlu, Mevlana Kalkınma Ajansı Genel Sekreteri Ahmet Akman, Selçuk Üniversitesi Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Musatafa Şahin, Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan, TÜBİTAK temsilcileri, akademisyenler ve firma temsilcileri katıldı.


şehir

selçukiletişim

Kasım 2014

/05

Büyükşehir’den “Medeniyet Okulu” projesi Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından uygulanacak olan “Medeniyet Okulu” projesiyle toplumun ‘değerler eğitimi’ alması amaçlanıyor. Belediye Başkanı Tahir Akyürek, bu yeni projenin medeniyete ve değerlere yakışan bir proje olduğunu dile getirdi Yusuf Karakaş

Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek

Konya Büyükşehir Belediyesi, Konya’daki çeşitli kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde toplumun tüm kesimlerine değerler eğitimini anlatmayı amaçlayan “Medeniyet Okulu” projesini başlattı. Projenin tanıtım toplantısına ilçe belediye başkanları, il müdürleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, akademisyenler ile gazeteciler ve yazarlar katıldı. Konya Büyükşehir Belediyesi Bilim Merkezi’nde düzenlenen ve müzik dinletisi ile başlayan toplantıda konuşan Konya İl Milli Eğitim Müdürü Mukadder Gürsoy, Büyükşehir Belediyesinin öncülüğünde düzenlenen ve kültürel faaliyetlerle herkesi kucaklamayı hedefleyen “Medeniyet Okulu” projesinin çok önemli olduğunu belirterek, projeye destek vermekten duydukları memnuniyeti ifade etti. “KONYA ‘BELDE-İ MUHAYYERE’ OLARAK ANILIR” Tanıtım toplantısında konuşan Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek de, toplumun her kesimine doğrudan yapılacak bir hizmetin takdiminde olduklarını vurguladı. Projenin, insanların değerlerine sahip çıkmasına ve değerleriyle geleceğe yürümesine katkıda bulanacağını dile getiren Başkan Akyürek, Konya’nın şehircilik geçmişiyle medeniyetin anlamını idrak edebilecek bir şehir olduğunu ifade etti. Başkan Tahir Akyürek, “Konya bazen Belde-i Muhayyere diye anılır. Konya, büyüklerimizin, maneviyat erlerinin, değerlerine sahip çıkmaya çalışan insanların şehridir. Bu yönüyle bu çalışmanın yaygın bir şekilde Konya’dan başlıyor olması hem Konyamıza yakışmaktadır, hem de anlamlıdır” ifadelerini kullandı. Projenin, yeni Büyükşehir Yasası çerçevesinde 31 ilçemizde ve mahallelerde uygula-

nacağını kaydeden Akyürek, “Medeniyet Okulu Projesi, 800’den fazla okulumuzda, sokaklarımızda, caddelerimizde, kıraathanelerde ve diğer mekanlarda uygulanacak yaygınlıkta bir projedir. İnsanımızın tamamına ulaşmayı hedeflemektedir. Aynı zamanda sürekliliği olan bir projedir” diye konuştu. Proje kapsamında tüm vatandaşlara ve öğrencilere aynı anda hedeflemeyi amaçlayan etkinlikler düzenleneceğini dile getiren Akyürek, söz konusu uygulamanın medeniyete ve değerlere yakışan bir bakış açısı olduğa işaret etti. 100 OKULDA 100 KÜTÜPHANE Türkiye’de 21. yüzyılda tüm yeryüzüne kendi medeniyet ışıklarını ulaştırabilecek çalışmaların son dönemlerde yapıldığını vurgulayan Başkan Akyürek, bunun devlet-millet kucaklaşmasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, değer ve bilgi üreten tüm insanlarla birlikte yapıldığını dile getirdi. Konya’da bu çalışmalara paydaşlık eden 40’tan fazla kuruluş olduğunu hatırlatan Başkan Akyürek, katkı yapan herkese teşekkür ederek, Medeniyet Okulu Değerler Eğitimi Projesi’nin Konya ve tüm ülke için hayırlı olmasını diledi. Öte yandan, Medeniyet Okulu projesi kapsamında belirlenen ahlak temelini esas alan 32 temel değer, 4 yıl boyunca başta öğrenciler olmak üzere toplumun tüm kesimleriyle paylaşılacak. Proje kapsamında Mesnevi’den hikâyelerin bulunduğu 400 bin adet dergi ve kitap dağıtılacak. Milli Eğitim Müdürlüğü ile ortaklaşa olarak, hem öğretmenler hem de veliler için eğitim seminerleri gerçekleştirilecek. 100 okulda 100 kütüphane çalışması yapılacak. Çanakkale ve Beyşehir’de kamplar düzenlenerek bu kamplarda gençlerin değerlerle buluşması sağlanırken; şiir, münazara, kompozisyon, resim, bilgi, maket yapımı gibi alanlarda farklı yarışmalar düzenlenecek

Ayhan Tekin: Tüketiciler bilinçli olmalı

Tüketiciler Birliği Konya Şubesi Başkan Yardımcısı Ayhan Tekin, tüketicilerin her geçen gün haklarının bilincine vardığını belirterek, hak arama noktasında daha duyarlı davranılması gerektiğinin altını çizdi Yusuf KARAKAŞ

Tüketiciler Birliği Konya Şube Başkan Yardımcısı Ayhan Tekin, tüketicilerin her geçen gün haklarının bilincine vardığını fakat halen bu bilincin Avrupa ülkeleri düzeyine ulaşamadığını ifade etti. Bu duruma başta sosyolojik ve kültürel etmenler olmak üzere pek çok etmenin yol açtığını dile getiren Tekin, tüketici hakları arasında en önemlilerinin başında yaşama ve bilgilendirilme, haberleşme hakkının olduğunu belirtti. Tekin şöyle konuştu: “Uluslararası geçerliliği olan maddeler var ve bu maddeler bunların sadece birkaç tanesidir. Ancak ortaya çıkan duruma baktığımızda tüketicilerin yeterince bilgilendirilmediği, tüketicilerin yeri ve zamanı geldiğinde haklarını aramaktan kaçındıklarını görüyoruz. Yapılan sözleşmelerde tüketicinin rahatlıkla anlayabileceği bir dil kullanılmalıdır. Özelliklede bankaların geçmişten gelen bir alışkanlıkları olsa da yeni yapılan Tüketici Kanununda tüketicilerin imzaladıkları her şeyi kabul ettiği anlamına gelmediğini açıklayan maddelerde var.” ‘KUSURLU OLAN MAL, AYIPLI MALDIR’ İhtiyaçların temel ihtiyaçlar ve lüks ihtiyaçlar olarak ikiye ayrıldığını belirten Tekin, Mayıs ayı sonunda yürürlüğe giren 6502 sayılı Tüketici Kanununa göre ikinci el ürünlerde de bir düzenleme yapıldığını ancak alıcının aldığı ürünü ne zaman ve ne şekilde aldığını belgelemesi gerektiğini dile getirdi. Çok sık gündeme getirilen “Ayıplı mal nedir?”sorusuna da cevap veren Tekin, satılan malda herhangi bir kusur varsa bunu ayıplı mal olarak adlandırmanın doğru olacağını ifade etti. Satılan ürünlerde Türkçe kullanım kılavuzunun bulunmamasının bile

söz konusu ürünün ayıplı mal olarak sayılmasına yol açtığını bildiren Tekin, reklamlarda ve broşürlerde yansıtılanlarla gerçekte olanların bazen aynı olmadığına işaret etti. Bütün bu hususların geçiştirilecek şeyler olmadığını vurgulayan Tekin, “Tüketici, ayıplı ya da kusurlu

olarak bulduğu ürünü 30 iş gününde belgeleri ile birlikte iade etme hakkına sahiptir. 2014 yılında gelen tüketici şikayetlerinin yüzde 80’i banka hizmetleriyle ilgili. Özellikle de tüketici, konut kredisi denilen şeylerde tüketicilerden dosya masrafı adı altında gereğinden fazla

haksız ücret alınmaktadır. Bankalar neredeyse 500 TL’ye varan dosya masrafı çıkartıyor tüketicilere. Bunu yapmalarını ben kötü niyet olarak görüyorum. Zaten Medeni Kanunumuzun ikinci maddesinde de bu durum düzenlenmiştir. Yine bankaların dışarıdan aldıkları 150 TL’lik bir expertive adlı hizmeti müşterilere 250 TL’den verdiklerini görüyoruz’’ ifadelerini kullandı. ‘VATANDAŞLAR HAKKINI ARAMALI’ Hayat sigortasının her birey için önemli olduğunu ancak bunun bankaların dayattığı bir sigorta olmaması gerektiğini hatırlatan Tekin, vatandaşların uygun gördükleri bir sigorta şirketinden hayat sigortası yaptırmalarının gerekli olduğunu ifade etti. Günümüzde bir vatandaşın borcu olmadığına dair yaptırmak istediği en ufak bir işlem için dahi para alındığını ve bunun kanunlara aykırı olduğunu kaydeden Tekin, tüketicilerin bu konuda gerekli hukuki mücadeleyi vermeleri çağrısında bulundu. Türkiye’de var olan Tüketici Haklarını Koruma Kanununun iyi durumda olduğunu belirten Tekin, asıl meselenin bu kanunların uygulanıp uygulanmadığı olduğunu dile getirdi. Tekin, “Bunun için tüketici mahkemelerinin, hukukçuların, tüketici sorumlu hakem heyetlerinin hem birikimlerinin hem de zamanlarının bu işe uygun olması gerekiyor. Daha önemlisi ise tüketicilerin hak arama noktasında bilinçli olmaları gerekiyor. Vatandaşlarımız herhangi bir hak ihlali durumunda öncelikle o firma ile sözlü olarak sorununu halletmeli veya o firmaya bir bildirimde bulunmalı. Eğer bir cevap alamıyorsa, alacağının miktarına göre ilçe kaymakamlıklarında ya da il adliyelerinde bunu belgeleriyle beraber dile getirmeliler’’ diyerek sözlerini tamamladı.

YUSUF KARAKAŞ

“40 paralık” öğrenciler Selçuk İletişim gazetesinin bu ayki sayısında (Kasım) yer alan bu yazımda Cumhuriyetin öğrencilere sağladığı bir kazanıma değinmek istiyorum. Konuyu Sunay Akın’dan duyduğumda açıkçası şaşırdım ve çok etkilendim. Meselenin özü şu: Cumhuriyet öncesi dönemde İstanbul’daki tramvay işletmesini Belçikalı bir firma üstlenmişti. Ardından Cumhuriyet ilan edildi. Ve artık ülkemizde iş yapan firmalar ile yeniden masaya oturuldu. Atatürk, “Sadece sizin dediğiniz değil; şartnamelere benim de ekleyeceklerim var. Bizim de haklarımız var” diyerek Belçikalı şirketin önüne bazı şartlar koyuyor. “Şartlar Cumhuriyetin şartlarıdır” deniliyor ve şirket bunu kabul ediyor. İlk madde de tramvaya binen ve öğrenci kimliği gösteren kişilerden tam bilet parası alınması yerine yarım bilet parası alınmasıyla ilgili konuyu düzenliyor. * * * İşte, Cumhuriyetin kazanımlarından birisi de budur. Ancak ilerleyen günlerde buna kafası yeterince basmayıp da kraldan çok kralcılık yapan bazı kişiler, “Hayır! Herkes tam ücret ödeyecek diyor. Derken öğrencilerden biri çıkıp, “Siz kendinizi nerede sanıyorsunuz? Burası Cumhuriyet ülkesi ve haklarımıza saygı göstermelisiniz” diyor. “İmzalanan anlaşmaya göre tam biletin yarısı kadar ücret ödemek benim hakkım” diyerek tepki gösteriyor. O yıllarda tam bilet 80 paraydı ve öğrencinin 40 para ödemesi gerekiyor. Günümüzde 40 paralık adam sözü sanki küçümseme ve aşağılama anlamında kullanılsa da tam tersi bir anlamı var ve işte 40 paralık adam sözü oradan geliyor. İlerleyen günlerde büyük olaylar yaşanıyor tramvayda ve Belçikalı şirketin sahibi o yıllarda Sirkeci’de bulunan ve ismi “Sansaryan Han” olan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gidiyor -ki İstanbul Emniyet Müdürlüğü de yani Sansaryan Han uzun yıllar işgalci güçlerin elinde tuttuğu bir kale olmuştur- ve bozuk bir Türkçe ile “Bu öğrenci milleti sorun çıkarıyor, bunlar anarşist bunlar felaket. Lütfen, her tramvaya bir sivil polis koyun” diyor ve isteği kabul ediliyor. Ama öğrenciler haklarını savunmakta kararlı. Takvimler 15 Kasım 1924’ü gösterdiğinde İstanbul’daki tüm öğrenciler şu kararı alıyor: O gün tüm öğrenciler duraklarda tramvaya binecek ve biletçiye 40 para ödeyecek. Yaptıkları eylem sadece bu. * * * Öğrenciler biletçiye 40 para uzatınca biletçi kabul etmiyor ve bir itiş kakış başlıyor. Ancak öğrenciler direnmeye devam ediyor, derken iki el silah sesi geliyor ve herkes sağa sola kaçışmaya başlıyorken o esnada kanlar içinde iki öğrencinin cansız bedeni yerde öylece duruyor. Sözün kısası, eminim birçoğumuz öğrenciyken neden her zaman tam vatandaşın ödediği bilet fiyatının ya yarısını ya da biraz daha az bir bedelle bilet aldığımızı hiç düşünmemişizdir. Süs olsun diye konulmuş bir kural değildir öğrenci indirimi denilen şey. İşte arkasında böylesine büyük bir hikaye var. Cumhuriyetin bize verdiği bu hakları koruyalım.


06/ Kasım 2014

şehir

selçukiletişim

Konya, bisikleti seviyor

Türkiye’de bisiklet kullanımının en yaygın olduğu şehirlerden biri olan Konya’da, arazi yapısı ve bisiklet yolları, bisiklet kullanımını kolaylaştırıyor. Konya’da faaliyet gösteren bir bisiklet işletmesinin sahipleri Yusuf Küçüksakallı ve Mustafa Dolmacı, Konya’daki bisiklet kültürü hakkında değerlendirmelerde bulundu Yusuf Karakaş

İşletme olarak, dört kuşaktır bisiklet sektöründe faaliyet gösterdiklerini dile getiren Sakallıoğulları Velespit işletme sahipleri Yusuf Küçüksakallı ve Mustafa Dolmacı, Konya’nın arazi yapısının uygunluğunun ve toplu yerleşme anlayışının bisiklet kullanımını kolaylaştırdığını bildirdi. Konya’daki bisiklet kültürünün dünden bugüne yaşadığı gelişme hakkında konuşan Küçüksakallı, bisikletin Konya’daki serüveninin 1940’lı yıllarda, ulaşım aracı olarak kullanılmasıyla başladığını belirtti.

Mustafa Dolmacı

Yusuf Küçüksakallı

“BİSİKLET SÜRMENİN KEYFİNE VARILIYOR” Bisiklet kullanımının yüzme sporundan sonra en çok enerji sarf edilen bir spor biçimi olduğunu belirten Sakallıoğlu, “Son zamanlarda uzun mesafeli yolları kat edebilmek amacıyla elektrikli bisikletler de sıkça kullanılan bir çeşit haline geldi. Kullanım arttıkça, bisikletin vatandaş için kolay bir araç olması da düşünülmeye başlandı. Bu amaçla katlanabilir, kolay taşınabilecek bisikletler üretildi. Bisiklet kullanamayan insanlar ya da gözleri görmeyen insanlar da düşünülerek, iki kişilik bisikletler üretilmeye başlandı. Böylelikle herkes bisiklet sürmenin keyfine varabiliyor. Bisiklet aksesuarları da çeşitlendi. Vatandaşlar bunları takip ediyor. Kask kullanımı büyük oranda arttı. Tüm bunlar gösteriyor ki Konya’da bisiklet kültürü iyice yerleşti” ifadelerini kullandı.

“BİSİKLET, YILIN HER AYI KULLANILIYOR” Sakallıoğlu, son yıllarda Konya’nın çeşitli bölgelerinde yapılan bisiklet yollarının da bisiklet kullanım oranlarını olumlu yönde etkilediğini söyledi. Dünyada bisikletin en yaygın kullanıldığı ülkenin Hollanda olduğunun da bilgisini veren Sakallıoğlu, “Konya’da yapılan bisiklet yollarıyla ve gelişen bisiklet sektörüyle aslında amaç Hollanda’nın bir vilayeti gibi olmak. Hollanda’daki bisiklet kültürünü burada da oluşturmak. Bu hedefe Konya olarak gittikçe yaklaşılıyor. Ayrıca son yıllarda Konya’da havaların çok sert geçmemesi de bisiklet kullanımının yılın 12 ayında görülmesini sağlıyor” dedi. “HER KESİMDEN İNSAN BİSİKLET KULLANIYOR” Konya’da artık sosyo-ekonomik durumu her ne olursa olsun her yaştan vatandaşın bisiklet kullandığını da belirten Sakallıoğlu, “Vatandaşın bisiklet tercihleri ise yaş ve kullanım amacına göre şekilleniyor. 12-20 yaş arası vatandaşlar, bisikleti daha çok sosyal amaçlı kullandığı için dağ bisikleti türü bisiklet kullanıyor. 20-30 yaş arası vatandaşlar uzun yol için daha elverişli olan sport türü bisikletler kullanırken 30-40 yaş arası vatandaşlar ise şehir içi kullanımına uygun bisikletler kullanıyor’’ sözlerine yer verdi.

genişlemesi bisiklet üretimi ve satışını da olumlu yönde etkiledi. Konuyla ilgili bilgi veren Mustafa Dolmacı, ilk bisiklet Shop’u (satış mağazası) Konya’da açıldığının bilgisini vererek şu şekilde devam etti: “Biz dört kuşaktır bisiklet sektörünün içindeyiz. Konya’da bisiklet çeşidi en çok olan firmayız. Firma olarak 1940’tan beri bu sektörün içindeyiz. Bu anlamda bisikletin Konya’daki gelişim sürecini çok iyi biliyoruz. Bu gelişime bağlı olarak sektörde de gelişmeler yaşandı. Türkiye’de ilk bisiklet shop, Accell Bisiklet Shop olarak bizim bünyemizde açıldı. Şu an Türkiye genelinde 10’un üzerinde bisiklet shop var.” Bisiklet kullanımının yaygınlaşmasıyla Konya’da bisiklet sektörünün de şubeleşmeye gittiğini belirten Dolmacı, “Sektör, kullanımın artmasıyla gelişti. Artık bisiklet sektöründe şubeleşme yaşanıyor. Biz de bu duruma ayak uydurduk. Bisiklet sektörünün teknolojik gelişmeleri yakından takip ettiğini de belirten Dolmacı şöyle devam etti: “Teknolojik gelişmeler sektördeki üretim çeşidini de etkiliyor. Ayrıca bisiklet kullanıcıları da cep telefonu gibi yeni teknoloji bisikletleri takip ediyor. Yani bisiklet teknolojisi takip ediliyor. Bu yüzden elektrikli bisikletlerin kullanımı günden güne yaygınlaşıyor.”

“ELEKTRİKLİ BİSİKLETLERE İLGİ ARTIYOR” Bisikletin Konya’daki kullanım yelpazesinin

Sofraların vazgeçilmezi: Sac ekmeği Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin vazgeçilmez lezzetlerinden olan sac ekmeği Kulu Karacadağlıların sofrasından eksik olmuyor. Vatandaşlar sac ekmeği yapımının zahmetli fakat zevkli olduğunu dile getiriyor. Yusuf Karakaş

Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nde sıkça tüketilen bir ekmek olarak bilinen sac ekmeği, Konya’nın Kulu ilçesinde de vatandaşların sofrasına lezzet katıyor. Kulu ilçesinde 2000’li yıllarda sac ekmeği tüketen vatandaşlar asırlık bir kültürün de yaşatılmasına vesile oluyor. Sac ekmeği kültürünü yaşatan vatandaşlar, bu geleneği gelecek kuşaklara aktarmak istiyor. Kulu’da sac ekmeği hemen hemen her evde bulabileceğiniz bir ekmek türü. Fırınlara gerek duymaksızın kendi ekmeklerini pişiren kadınlar, aynı zamanda hazırladıkları ekmekleri metropollerde ve Avrupa’da yaşayan çocuklarına ve akrabalarına da gönderiyor. Karacadağlı kadınlar da, yüz yıllardır koruyup bugünlere getirdikleri sac ekmeği kültürünün, damak zevkleriyle bütünlük sağladığını ifade ederek, bu kültürü gelecek nesillere de taşıyacaklarını vurguladı. YURTDIŞINA BİLE GÖNDERİLİYOR Karacadağ Kasabası’nda ikamet eden ve sac ekmeği pişiren Zöhre Akgül (55) adlı kadın, annesinden, ninesinden öğrendiği ekmek pişirme kültüründen asla vazgeçe-

mediklerini ifade etti. Bu kültürlerini aynı zamanda gittikleri Avrupa ve Türkiye’nin diğer kentlerine de götürdüklerini dile getiren Akgül, sac ekmeği kültürünün kendileri için vazgeçilmez bir kültür haline geldiğini ve damak zevklerinin bu ekmekle bütünleştiğini belirtti. Başka ekmek yiyemediklerini vurgulayan Akgül, Avrupa’da yaşayan üç çocuğuna da sac ekmeği hazırlayarak gönderdiğini kaydederek, çocuklarının başka ekmek yemediğine dikkat çekti. ZAHMETLİ AMA ZEVKLİ BİR İŞ Sac ekmeğinin yemek kültürlerinin bir parçası olduğunu söyleyen Esma Akbaş (65) da, yaptıkları yemeklerin, başka ekmekle yenilmesinin imkansız olduğunu kaydetti. Hazırladıkları birçok yemeğin ancak ince ekmek olan sac ekmeği ile yenilebileceğini belirten Akbaş, “Biz nereye gidersek gidelim ekmeğimizi de yanımızda götürüyoruz. Örneğin, bir oğlum İstanbul’da yaşıyor ve yılın birkaç ayını onun yanında geçiriyorum. Orada da bu ekmeği pişiriyorum. Hazırladığım yemekler ancak bu ekmekle yenilir, yoksa çok anlamsız olur” diye konuştu. Sac ekmeği pişirmenin çok zahmetli ve o kadar da zevkli olduğunu ifade eden Meryem

Biçer (54) ise, “Ekmek pişireceğimiz gün, birkaç arkadaşımıza da haber verip birlikte pişiriyoruz. Tek kişiyle olacak iş değil, en az 3-4 kişi toplanıp birlikte pişiriyoruz ekmeğimizi. Dönüşümlü bir birimize yardım ederek pişiriyoruz ekmeğimizi. Birkaç aylık ekmek ihtiyacımızı bir seferde pişiriyoruz. Zahmetli bir iş ama o kadar da zevklidir. Sabah saat 6 gibi uyanıp hazırlıklara başlıyoruz. Hamurumuzu hazırlıyoruz. Sacı, daha önce kuruttuğumuz tezeklerle ısıtıyoruz. Daha sonra da başlıyoruz pişirmeye” dedi.


araştırma - inceleme

selçukiletişim

Kasım 2014

/07

Urfa’da bir Osmanlı terzisi: Sezai Karakapıcı Abdülhamit dönemine kadar İstanbul’da sarayda yaşayıp terzilik yapan ve 400 yıl önce öşür toplamak için Şanlıurfa’ya gelen Karakapıcı Ailesi fertlerinden Sezai Karakapıcı, Osmanlı’da başladıkları terzilik mesleğini 5 kuşaktır sürdürüyor

Numan BABACAN

K

arakapıcı Ailesi, İstanbul Beylerbeyi Sarayı’nda terzilik yaparken öşür vergisini toplamak için Urfa’ya gönderilmiş. 4 asırdır Urfa’da bulunan ailenin son fertlerinden olan 73 yaşındaki Sezai Karakapıcı, saraydan gelen terzilik mesleğini halen devam ettiriyor. Karakapıcı’nın anlattıklarına göre, Fatih Sultan Mehmet zamanında, dedeleri sarayda sultanların son kara kapıcısı olan ve soyadlarını oradan alan aile, sonrasında sarayın en güvenilir kişileri haline geliyor, daha sonra dedeleri Osmanlı’nın son padişahına kadar kıyafetleri dikerek terzilik yapmaya başlıyor. Abdülhamit dönemine kadar İstanbul’da yaşayan büyük bir aile olduklarını söyleyen Sezai Karakapıcı, ailenin bir kısmının İstanbul’da bir kısmının da Üsküp’te olduğunu belirtiyor. Dönemin tanınan ve saygın ailelerinden olduklarını anlatıyor Karakapıcı ve şunları söylüyor:

“Dayıma son yıllarda Birecik’te biri sormuş: “Siz Karakapıcı ailesinden misiniz?” Evet diye cevap vermiş. O da demiş ki sizin atalarınız buraya gelirdi, buradan öşür toplarlardı, İstanbul’a gönderirlerdi. Bu durum, Sultan Hamit’e kadar devam etti. Mahmut Nedim’lerden bir teyzem vardı bana derdi biz saraydan geldik, siz de saraydan geldiniz. Araştırdık aynen dedikleri gibi saraydan gelmişiz hatta elimizde belgeler var. Beylerbeyi’nde adımıza 100 dönümlük arazi çıktı.” “OSMANLI’DA BÜYÜK DAYANIŞMA VARDI” Sezai Karakapıcı, babasından dinlediği ve dedelerinden de miras kalmış hikâyeleri paylaşıyor. Saray’da çok saygı duyulan ve güvenilen bir aile olduklarını, sultanların, şehzadelerin ve diğer saraylıların kıyafetlerini dedelerinin diktiğini dile getiren Karakapıcı, güvenilir oldukları için de Urfa’da öşür toplama görevinin

kendilerine verildiğini söylüyor. Dedesinden ve babasından duyduklarına göre o dönemde Urfa’da Müslümanlar ve Gayrı Müslimler hep bir arada huzur ve dayanışma içinde yaşıyor. Yine anlatılanlara göre, herkes birbirinin dinine ve ırkına bakmadan mesut bir şekilde yaşıyordu. Karakapıcı, o dönemdeki dayanışma ile ilgili babasının bir anısını aktarıyor: “Babam anlatırdı. Urfa’da kar senesi olmuş o kar senesinde Kürt Hacı Ali Efendi vefat etti. Kürt Hacı Ali Efendi ölmeden önce Gayri Müslimler benim cenazeme yardım edecek derdi. O sene Urfa’da 40 gün 40 gece kar yağdı. Ve öyle bir şey oldu ki Kürt Hacı Ali Efendi’nin cenazesi Sarayönü’nden Bediüzzaman’a götürülene kadar Gayri Müslimler karlı yolları küreklerle açmışlardı.” “OSMANLI’DA GİYİM DE BATILILAŞTI” Sezai Karakapıcı, terzilik mesleğinin Osmanlı döneminde şimdiye göre çok daha fazla öneminin olduğuna değiniyor. Yine babası ve dedesinde duyduğu sarayda terzilik

hikâyelerini anlatıyor iç geçirerek. Osmanlı’da modernleşme süreciyle saray kadrolarının, bürokratlarının, memurlarının, öğrencilerin, giyimde değişim gösterdiğini ve terzilerin Avrupa tarzında elbise diktiğini söyleyen Karakapıcı, o dönemden sonra artık kıyafetlerin de Batılılaştığına vurgu yapıyor. Sezai Karakapıcı, özellikle Avrupalı terzilerin önce saraya ve sonra da İstanbul’a gelip yerleşmeleri, İstanbul’da yaşayan farklı milletlerin terzileri olarak çalışıp Avrupa giyim kuşamının üretimine emekler vermeleri, Osmanlı Türklerinin de Avrupalı giyime özenmelerini, modern giyim kuşamı taklit etmelerini kaçınılmaz olarak tetiklediğini kaydediyor. Karakapıcı, bunun yanı sıra o dönemde Avrupa’ya gönderilen aydın kesimin ve öğrencilerin, gittikleri yerlerin ilminden çok giyim, kuşam ve kültürlerini aldıklarını, bunun da terzilerin Batı’ya yönelmesine neden olduğunu dile getiriyor. Karakapıcı, Batılılaşan giyimi şöyle aktarıyor: “Dedemin anlattığına göre Osmanlı döneminde kadınlara çok güzel entariler, fistanlar diki-

lirdi. Makineler olmadığı için o elbiselerin her karışına dokunulurdu, hissedilirdi. Öyle ki, artık ölçüm yapmadan el kararı dikimler yapılırdı. Daha sonra Avrupa tarzı yayılınca elbiselerdeki eski kalite ve saray ihtişamı yerini daha hızlı, pratik dikilen günlük kıyafetlere bıraktı. Belki de Osmanlı’da ilk Batılılaşma, özü yitirme kıyafetlerden başladı.” “GELENEĞİ DEVAM ETTİRİYORUM” Urfa’ya yerleştikten sonra da ailenin terzilik mesleğine devam ettiğini ifade eden Karakapıcı, kendisinin de geleneği devam ettirmek için terzilik yaptığını belirterek şunları söylüyor: “Babam okumaya devam edip etmeyeceğimi sordu. Ben terzi dükkânını seçtim. Sonuçta geçmişten gelen aile mesleği ve geleneği devam ettirmek istedim. Küçük yaşta babamın yanında başladım ve yaklaşık 60 yıldır aynı dükkânda bu mesleği gelenekleriyle devam ettirmeye çalışıyorum.” Babasından miras olarak tarihi bir makas kaldığını söyleyen Karakapıcı, makasın bir asırdan fazla bir hikâyesi olduğunu, makası gururla taşıdığını vurguluyor ancak, kuşaktan kuşağa geçen bu makası kendisinden sonra bırakacak bir kuşak bulama-

dığından yakınıyor. Her zaman Osmanlı kültürünü benimsediğini söyleyen Karakapıcı, aile geleneğini sürdürmek istediğini ve nerelisin diye soranlara “Ben Osmanlılıyım” dediğini belirtiyor. “KONFEKSİYONLAR TERZİLİĞİ BİTİRİYOR” Geçmişte yapılan terzilik ile bugünü kıyaslayan Karakapıcı, geçmişte mesleğin büyük tat verdiğini, her yeni kıyafet dikiminde yeni bir heyecan olduğunu anlatıyor. Kıyafetleri eski tip makinelerde diktiklerini, kendi elleriyle arşınladıklarını ve kömürlü ütülerle ütülediklerini söylüyor. Yarım asırdan fazladır icra ettiği tarihi meslekte oluşan farkı şu kelimelerle anlatıyor: “Eskiden babamla birlikte sabah erken dükkâna gelirdim ve önce çayın altını yakardım gelecek olan misafirler için. Müşterilerimizi de misafir olarak görür, ikramsız bırakmazdık. Daha sonra ütü için kömür

yakardık, elbiseleri arşınlardık. Yani işimiz biraz yorucuydu ama zevkini alıyorduk. Şimdi ise kimse terzide kıyafet diktirmiyor. Herkes konfeksiyon yapımı kıyafetleri tercih ediyor çünkü hem daha ucuz hem de daha pratik. Mesleğimiz de konfeksiyonlardan sonra yavaş yavaş eriyor. Sadece yaşlılar bizde kıyafet diktiriyor. Gençler daha çok batı tarzı özenti kıyafetleri giyiyor. Keşke terzi eliyle dikilen kıyafetlerin tadına varabilseler.” Karakapıcı, durumun böyle devam etmesi halinde terziliğin tarihe karışacağını veya sadece hazır giyimde alınan pantolonların paçalarını yapan dükkânlar olacağına dikkat çekiyor. “ELİMDEN GELDİĞİNCE DEVAM ETTİRECEĞİM” Osmanlı’dan bu yana yaklaşık 400 yıldır süren aile mesleklerini devam ettiren Sezai Karakapıcı, bu mesleğin çok değerli olduğunu, geçmişten kendisine miras olarak bu meslek ve bu mesleğin simgesi bir makas olduğunu söyleyerek, bunu sonuna kadar devam ettirmek istediğini dile getiriyor. Terzilik mesleğinde çok insanla tanıştığını, bunun için de gariban bir işçinin de olduğunu, bürokratların, milletvekillerinin hatta bakanların olduğunu

anlatıyor: “Bu ayna nerden bakarsan yüz, yüz elli senelik, babamın ustasından kaldı. Ben 55- 56 senedir bu aynaya bakıyorum ve daha evvel babam buradaydı. Ne milletvekilleri, ne senatörler, ne valiler, ne belediye başkanları kimler geçmedi ki bu aynanın önünden, şimdi dili olsaydı söylerdi. Kimler geldi kimler geçti. Hepsi yalan oldu. Biz de yalan olacağız.” Türkiye’de bazı mesleklerin kıymetinin kalmadığını söylerken hüzünleniyor Karakapıcı. Dükkânının bulunduğu yerde keçeciler, yemeniciler, ayakkabıcılar olduğunu ama şimdi hiçbirinin kalmadığını kaydediyor. Bu mesleklerin yöredeki insanların farklılıklarını, zenginliklerini yansıttığını, Osmanlı döneminden kalma mesleklerin Türkiye Cumhuriyeti’nde de teknolojiye rağmen korunması gerektiğini belirtiyor ve kendisine Osmanlı’dan miras mesleğini devam ettirmek için kararlı olduğunu vurguluyor.


08/ Kasım2014

araştırma - inceleme

selçukiletişim

Prof. Dr. Ahmet Yaman:

“IŞİD’in hilafet ilanı, heyecan uyandırmadı” Dünyanın kaynayan kazanı Ortadoğu son dönemde yine kaynamaya devam ediyor. IŞİD olayıyla ilgili Selçuk İletişim gazetesine değerlendirmelerde bulanan Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaman, "IŞİD’in hilafet ilanı, Müslümanlar nezdinde hiçbir heyecan uyandırmadı. Aksine birçok ilim kurulu tarafından gayrı meşru addedildi" dedi Doğan Burak TUNLU

P

etrol kaynaklarına yakınlığı nedeniyle dünyanın en zengin terör grupları arasında sayılan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), Irak ve Suriye'de etkinlik gösteren radikal İslamcı silahlı grup ve tanınmayan cihatçı bir devlet. IŞİD, Ortadoğu ve çevresinde yaptığı katliamlar sebebiyle İslam dünyasında pek çok tepkiye neden oldu. IŞİD eylemlerinin İslam Dini açısından durumunu, Türkiye'nin Ortadoğu politikasını, IŞİD tehlikesini ve Irak Türklerinin sorunlarını Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaman, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Davut Ateş ve Irak Türkleri Derneği Başkanı Mahmut Kasapoğlu ile konuştuk.

politikanın temelinde ortak dinin, mezhebin, tarihin ve kültürel bağların kullanıldığını dile getiren Ateş, “Türkiye, Suriye iç savaşı başladığı andan itibaren Özgür Suriye Ordusuna aktif destek verdi ve Esad’ın iktidardan gitmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca bakıldığı

stratejilerini de değerlendirdi. IŞİD’in en başından beri çok acımasız yöntemler kullandığını dile getiren Ateş, bu yöntemin örgütün karşısında bulunan herkesi korkuttuğunu vurguladı. Örgütün son 4-5 aydır bir politika değişikliğine gittiğini ifade eden Ateş,

“HİLAFET İLANI SADECE FANTEZİDEN İBARETTİR” IŞİD’in hilafet ilanının Müslümanlar nezdinde hiçbir heyecan uyandırmadığını dile getiren Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaman, aksine birçok ilim kurumunun bu durumu gayrı meşru olarak adlandırdığını vurguladı. IŞİD’in meşru bir devlet yapılanması olmadığını belirten Yaman, bu yapılanmanın aynı zamanda Müslümanların ortak onayını almadığını ve fikri, maddi temellerinin de bulunmadığını dile getirdi. IŞİD Terör Örgütü’nün ne yaptığını bilmediğini ifade eden Yaman, “IŞİD, içte ve dışta Müslümanların hukukunu savunabilme ve temsil etme gücüne sahip değildir. İslam'ı başarıyla uygulamaya koymuş bir siyasi yapılanma yokken hilafet ilanı sadece bir fanteziden ibarettir” diye konuştu.

“ESAD, IŞİD’E DESTEK VERİYOR OLABİLİR” IŞİD’e destek verenlerin kimler olabileceği konusunda net bir şey söylemenin mümkün olmadığını belirten Doç. Dr. Davut Ateş, bölgeye gazetecilerin gidemediğini ve gittikleri takdirde ölümle karşı karşıya geldiklerini dile getirdi. 'Varsayım olarak' Esad’ın konumunu güçlendirmek için IŞİD’e destek verebileceğini ifade eden Ateş, “Esad, hapishanedeki bir kısım radikal dinci terör örgütü üyesi diye adlandırılan mahkûmları serbest bırakmıştı. Buradaki amaç 'Madem beni istemiyorsunuz o zaman benim alternatifim böyle bir yapıdır' diyerek kendini kurtarmaktır. Böyle bir destek Esad müttefiki İran’dan da gelmiş olabilir. Ancak tekrar söylemeliyim ki bunlar sadece varsayımdır” şeklinde konuştu. Türkiye’nin IŞİD’e destek vermesi konusuna da değinen Ateş, Türkiye’nin IŞİD’e doğrudan destek verdiğine inanmadığını söyledi. Ateş, dolaylı bir desteğin de Suriye iç savaşında yardım edilen Özgür Suriye Ordusu’na giden silahların IŞİD’e geçmesiyle mümkün olacağını sözlerine ekledi. “IŞİD VE PEŞMERGE ARASINDA KALDIK” Irak Türklerinin kendilerine mahsus bir politikasının olmadığını belirten Irak Türkleri Derneği Başkanı Mahmut Kasapoğlu, bu yüzden IŞİD ve Kürt peşmergeler arasında kaldıklarını söyledi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Irak Türkleri üzerinden politika geliştirdiğini ifade eden Kasapoğlu, aynı zamanda Türkiye’nin Irak politikasında da net bir karar veremediğini dile getirdi. Başkan Kasapoğlu, “Mesela Saddam Hüseyin iktidarı yıkıldıktan sonra Türkiye bize merkezi hükümet ile iyi geçinip peşmergelerle çok fazla ilgilenilmemesini telkin etti. Daha sonraki yıllarda ise politika değiştirerek peşmerge ile aramızı iyi tutmamızı söyledi. Bizler bu tür kararları kendimiz vermeliyiz. Kendi politikamızı kendimiz oluşturmadığımız için hep arada kalıyoruz” ifadelerini kullandı.

“IŞİD, RASTGELE YARGILAMALARLA İNSAN KELLESİ ALIYOR” IŞİD’in kendilerince doğru ve adil gördükleri bir İslam devleti kurmak istediklerini dile getiren Prof. Dr. Yaman, örgütün yine Müslüman toplumlara karşı bir mücadele içerisinde olduğunu vurguladı. Yaman, kendilerine tabi olmayan Müslümanları kadın ve çocuk ayırımı yapmadan acımasızca katleden IŞİD’in, Müslüman olmayanları da öldürdüğünü veya göçe zorladığını dile getirdi. Farklı mezhebe mensup kişileri örgütün işkencelerle öldürdüğünü sözlerine ekleyen Yaman, “IŞİD, masum insanları çarmıha gererek işkence ediyor. Aynı zamanda rastgele yargılamalar yapıp insanların kellesini alıyor. Bununla yetinmeyen örgüt yerleşim yerlerini de yakıp yıkıyor” ifadelerini kullandı. “POLİTİKADA TABAN TABANA FARKLILIK VAR” Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Davut Ateş ise, konuyu Türkiye’nin Ortadoğu dış politikası çerçevesinde IŞİD olayını değerlendirdi. Türkiye'nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının 2006 yılındaki politikayla taban tabana farklılıklar içerdiğini söyleyen Ateş, önceki yıllarda Ortadoğu ülkeleriyle resmi düzeyde ilişkiler kurulurken, 2007 sonrası politikanın Osmanlı Devleti zamanındaki siyasal yapıya geçişin zeminini hazırlamaya yönelik olduğunu ifade etti. Yeni

neden olabilir. Fakat halen şiddet yanlısı eylemler yaptığı için insanların tepkisine neden olacakları için kalıcı olma ihtimalleri çok az” sözlerine yer verdi.

zaman aktif bir şekilde diğer Orta Doğu sorunlarında da rol aldı. Bunlar düşünüldüğü zaman politika değişiklikleri rahat bir şekilde anlaşılabilir” dedi. “ÇOK ACIMASIZ YÖNTEMLER KULLANIYORLAR” Doç. Dr. Davut Ateş, IŞİD’in bölgeye yönelik

“Özellikle Musul alındıktan sonra IŞİD düzenli bir ordu kurma ve normalleşerek devlet olma emaresi göstermeye başladı. Eğer bu şekilde politikasını devam ettirebilirse IŞİD’in bölgede kalıcı olabileceğini dahi düşünüyorum. Yapısındaki özellikler sebebiyle Sünni bir devlet kurarsa bu bölgede ki sınırların yeniden çizilmesine

“ATATÜRK SONRASI POLİTİKA DEĞİŞTİ” Devletin ana-baba olarak görülerek kutsal sayıldığını ve bunun devletin kuruluş felsefesi olduğunu ifade eden Başkan Kasapoğlu, Atatürk’ün ölümünden sonra bu felsefenin ortadan kalktığını vurg uladı. Lozan Antlaşması’nda geçen Musul Meselesi’nin sadece Irak Türklerinin meselesi olmadığını dile getiren Kasapoğlu, meselenin Musul’da yaşayan 3 milyon kişiye indirgendiğini belirtti. Musul meselesinde tüm sorumluluğun Irak Türklerine bırakıldığını sözlerine ekleyen Kasapoğlu, “Musul, Musul'da yaşayan mazlum ve yıpranmış Irak Türklerine bırakıldı. Bu konuda bizlere daha fazla yardım edilmeli. Benim kanaatim orada bulunan Türkler üzerinden politika geliştiriliyor” diyerek sözlerini tamamladı.


güncel

selçukiletişim

Kasım2014

/09

“Suriyeli mültecilere seçici davranılmadı” Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Mehmet Mucuk, Suriye krizinin Türkiye üzerindeki ekonomik ve sosyal etkilerinden bahsetti. Gelişmiş ülkelerin Suriyeli mültecileri ülkelerine kabul durumunda seçici davrandıklarını dile getiren Mucuk, Türkiye’nin ise sadece eğitimli-donanımlı kişileri kabul etmediğini, konunun insani boyutunu düşündüğünü belirtti

Serdar KELEŞ

T

ürkiye ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkiler hakkında neler söylemek istersiniz? Bütün bu krizler yaşanmadan önce Türkiye ile Suriye arasında belli bir düzeyde ekonomik ilişkiler yaşanıyordu. Her iki ülke de birbirleriyle belirli ölçekte ihracat-ithalat gerçekleştirirdi. Ama yaşanan bu siyasi problemlerden dolayı ve aradaki çatışmalardan ötürü, söz konusu ekonomik ilişkiler de siyasi ilişkiler gibi bitme noktasına geldi. Dolayısıyla şu anda komşumuz olmasına rağmen orada yaşanan olaylardan dolayı bir ekonomik hareketlilik yok. Ekonominin küreselleşmesinin ve ülkeler arası ilişkilerin ekonomik ilişkiler üzerine kurulduğunu düşünürsek, Suriye krizi Türkiye için bir ekonomik kriz midir? Türkiye, Suriye ile her ne kadar komşu olsa da ekonomik ticaret hacmi bakımından çok ciddi ticaret gerçekleştirdiği bir ülke değil. Çünkü Türkiye, ihracatının büyük bir bölümünü, yaklaşık yüzde 50’sini Avrupa bölgesinde gerçekleştiriyor. Bu bakımdan Suriye’de meydana gelen gelişmeler özellikle o bölgedeki insanların ekonomik hayatlarını olumsuz etkilese de Türkiye açısından ciddi kriz yaratacak bir potansiyele sahip değil. Türkiye ile Suriye arasındaki ticari ilişkilerin sınırı bellidir. Fakat Türkiye ekonomisini hiç etkilemedi de diyemeyiz. Suriye’de gerçekleştirdiğimiz ihracat ve ithalatımız buradan nasibini aldı. Ayrıca Türkiye’ye gelen mülteciler de birer ekonomik sorun. Suriye’de yaşanan siyasi etkiler üzerinde analizler çokça yapılırken meselenin ekonomik ve Türkiye ekonomisi üzerinde ve Türkiye’nin bu ekonomik gelişmelerden nasıl etkileneceği gündemde yeterince konuşuldu mu? Suriye’de yaşanan problemler ağırlıklı olarak siyasi bir düzlemde ele alındı. Olayın ekonomik boyutu ise yeterice gündemde yer bulamadı. Ancak bu mesele özellikle bölge ekonomisi için önemli bir sorun.

Türkiye’de kaç Suriyeli mülteci var. Daha çok nerede yaşıyorlar? Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteciler sayısında bir belirsizlik var. Bu konuda farklı rakamlar telaffuz ediliyor. Ama en az bir buçuk milyon insanın olduğu görüşü ağırlıkta. Çünkü sınırda çok ciddi bir kayıt sistemi yok. Suriyeli mülteciler için ne kadar para harcandı? Suriye’den gelen insanların en azından temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için belli bir miktarda para harcandı. Ama net ne kadar bilmiyorum. Toplam 4 milyar doların üzerinde bir harcama yapıldığı söyleniyor. Peki, uluslararasından bir destek gelmedi mi? Ya da en azından Türkiye böyle bir talepte bulunmadı mı? Sonuçta savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan milyonlarca insandan bahsediyoruz. İstenilen uluslararası bir destek yok maalesef. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu konuda uluslararası desteği talep ediyor fakat bu konuda somut bir gelişme sağlanabilmiş değil. Dolayısıyla Türkiye, Suriye’den gelen bu insanların ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmede tekil hareket etme zorunda bırakıldı. Türkiye’ye gelen Suriyeli mültecilerin, kiralık ev fiyatlarının artmasına sebep olduklarını söyleyebilir miyiz? Kiralık ev fiyatlarının artmasında gelen göçün etkisi olmuştur. Çünkü talep artışı beraberinde fiyat artışını getirir. Gelen bu insanların en temel ihtiyaçlarından biri de barınmadır. Normal olarak bu da kira fiyatlarına yansıyacak. Özellikle belli bölgelerin il ve ilçelerinde bu artış geçerli. Örneğin, Gaziantep, İstanbul, Ankara, Konya. İşverenlerin tercihlerini Suriyeli mültecilerden yana kullanması “Buraya geldiler bizim işimizi elimizden aldılar” söylemini beraberinde getirdi. Bu durum, Türkiye’de ekonomik ve sosyal çatışmaya yol açmaz mı? Her ne kadar bizim devletimiz asgari ücretleri belirlemiş olsa da netice de Suriye’den gelen

insanlar kayıt dışı istihdam ediyorlar ve asgari ücret düzeyinde değil. Daha düşük ücretlerle çalışıyorlar. İş dünyasında amaç maksimum kardır. Maksimum kara ulaşabilmek minimum emek maliyeti gerektirir. Burada tabii ki işverenler böyle bir avantajı değerlendirme yoluna gidiyorlar. Bu insanlar işe alınırken işleri rahatlıkla yapabilecek, eğitimli, becerikli, donanımlı insanlara bakılmaksızın alınıyor. Bu da iş güvenliği açısından çok sıkıntılı. İş kazalarına baktığımızda Suriyeli mülteciler de bu kazalara maruz kalıyor. Emek maliyeti düşük olduğu için Suriyeliler tercih ediliyor. Bu tercih Türkiye’deki işsizlik oranları açısından olumsuz bir durum. Suriye’den gelen insanların tabii ki bir de sosyal sorunu var. Onların kültürel değerleriyle bizim kültürel değerlerimiz çok fazla uyuşmuyor. Bu uyuşmazlıklar beraberinde birtakım sorunlar getirir. Tarafların karşı karşıya gelmesi, kavgalar, güvenlik sıkıntıları gibi. Büyük kentlerde bu gibi sıkıntılar yaşandı. Gerekli tedbirler alınmazsa yaşanmaya da devam edecek gibi görünüyor. Dolayısıyla asayiş önlemlerine burada dikkat edilmesi kanaatindeyim, sonuçta yaşam biçimleri farklı iki taraf var. Sosyal sorunlar, ekonomik sorunlardan bağımsız düşünülemez. Suriyeli Mülteciler ülkelerine dönmezlerse Türkiye’yi ileride ne gibi sorunlar bekliyor, neler söylemek istersiniz? Evet çok haklısınız, bu düşünülmesi gereken noktalardan bir tanesi. Bu insanların fiziki varlıklarını iyi bir şekilde devam ettirmeleri, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamaları için devlet fazlasıyla sorumluluk altına girecek. Neticede devlet gelen bu insanlara sahip çıkacak. Onları açlığa, yoksulluğa terk edemez. Bu ne demek, ekstra kamu harcaması, daha fazla harcama yapması gerekecek. Daha fazla harcama yapması beraberinde bu harcamaları finanse etmek için devletin vergi gelirlerinin arttırılması anlamına gelecek. Dolayısıyla kayıtlı sektörden, kayıtlı insanlardan daha fazla vergi almak durumunda kalacak. Zaten Türkiye’nin kendine özgü bir işsizlik sorunu var. Şimdi bu kadar işsiz insana Suriye’den

gelenleri eklediğimizde işsizlik oranı daha da yükselebilir. Yani buradaki ekonomik problemler sosyal problemlere . Bu da insanları suça itecek. Hırsızlık, kaçakçılık, adam öldürmek gibi aklınıza gelebilecek her türlü suç. Çünkü bu insanlar hayatlarını sürdürmek zorunda. Bu da Türkiye’yi her yönden etkiler. Bu yüzden oradan gelen insanlar için muhakkak uluslararası desteğin alınması gerekir. Bu desteği almak için tüm kanallar kullanılmalıdır. Eğer Türkiye’de kalacaklarsa yerel idarelere de daha çok iş düşecek. Alt yapı harcamalarının arttırılması o insanlara istihdam sağlayacak yeni iş kapılarının açılması sağlanmalıdır. Bunlar yapılmazsa sosyal ve ekonomik sorunlar artabilecektir. Suriyeli mültecilerin hepsi Türkiye’ye mi sığındı? Ayrıca Türkiye bu insanlar arasında eğitimli, donanımlı kişileri ve bilim adamlarını seçmiş olsaydı daha kazançlı sayılırdı. En azından sosyal ve ekonomik sorunları azalırdı, sizce de öyle değil mi? Çok güzel ve akıllıca bir yaklaşım, tebrik ediyorum öncelikle. Suriye’den kaçan insanlar sadece Türkiye’ye gelmediler, başka ülkelere de gittiler. Ama özellikle gelişmiş ülkeler Suriye’de yetişmiş donanımlı, eğitim seviyesi yüksek, kalifiyeli insanları kendi ülkelerine götürdü. Çok seçici davrandılar. Örneğin, Almanya da kendi ülkesine Suriyeli mültecileri götürdü ama herkesi değil. Eğitim seviyesi yüksek olan insanları tercih etti. Diğer gelişmiş ülkeler de bunu yaptı. Ama Türkiye seçicilik yapmadı yapamazdı da çünkü konunun insani boyutunu düşündü. Bunu da unutmayalım bize gelenlerin hepsinin eğitim seviyesi düşük değil. Ama bu insanları en iyi şekilde kullanmıyoruz. Çünkü Türkiye’nin her tarafına dağıldılar. Gerekli yardımlar yapılıyor mu, herkese ulaşılabiliyor mu pek fazla takip edemiyoruz. Ama Suriyeli mültecilere kartlar verilecek. Bu kartlarla artık kayıtlı bir şekilde çalışacaklar. O zaman bunlar içerisinde o eğitimli, donanımlı insanları belirleyip onlardan yararlanılmalıdır. Çünkü eğitim seviyesi yüksek olan insanlar üretime, araştırmaya çok fazla katkıda bulunur.


10/ Kasım 2014

kültür - sanat

selçukiletişim

Konya’yı dünyaya tanıtıyor İzmir’in Selçuk ilçesinde 2000 yılında hizmete açılan “Çetin Maket Köy” unutulmaya yüz tutan kültür mirasımızı ve İç Anadolu kültürünü dünyaya tanıtıyor. Emekli Öğretmen Ayhan Çetin’in mimarı olduğu “Maket Köy” bizi 1950’li yılların Akören’ine götürüyor

S

Kıvanç UĞUR

elçuk ilçesi Pamucak mevkiinde bulunan Çetin Maket Köy’ü eşiyle birlikte kurduklarını ifade eden Ayhan Çetin, “28 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldum. İzmir’den emekli olduğum için Maket Köy’ü Selçuk’ta kurduk. Eşim maketlerin üzerindeki kıyafetleri dikti. Ben, insanların ve hayvanlarının heykellerini yaptım” diye konuştu. Maket Köy’de 1950’li yılların Akören’ini tasvir ettiklerini dile getiren Çetin, “Burada canlandırılan yaşantı Anadolu yaşantısının da bir özetidir” dedi. Maket Köy’ü kurmadan önce Akören’deki kültürel yaşamla ilgili birçok sergi açtıklarını vurgulayan Çetin, eşyalar taşınamaz duruma gelince müzeyi açtıklarını dile getirdi. “EN BÜYÜK SORUNUM YER DARLIĞI” Çetin Maket Köy’ün üzerinde bulunduğu 5 bin metrekarelik araziyi satın aldığını belirten Çetin, önceden bataklık olan bu araziyi canla başla ça-

lışarak şimdiki durumuna getirdiklerini ifade etti. Maket Köy’ü gün geçtikçe büyüttüğünün de altını çizen Çetin, karşılaştığı en büyük sorunun yer darlığı olduğunu bildirdi. Maket yapımına ilgisinin çocukluk yıllarına dayandığını dile getiren Çetin, şöyle konuştu: “Ben aslında Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümüne girmek istiyordum. Fakat o yıllarda resim bölümünü kazanmak gerçekten çok zordu. El yatkınlığı benim çocukluğumda vardı. Uçurtmamızı kendimiz yapardık. Oyuncak arabalarımızı kendimiz yapardık” İvriz Köy Enstitüsünde İş Teknik derslerinin dolu dolu geçtiğini anlatan Ayhan Çetin, öğretmenlik yıllarında öğretmen yokluğu sebebiyle Resim, İş Eğitimi, Ziraat derslerine de girdiğini kaydetti. “YILLARCA USTALARI SEYRETTİM” Babası öğretmen olduğu için yaz tatillerinde tarlada çalışmak yerine köyündeki zanaatkarları izlediğini anlatan Çetin, “Bizim köyümüzde dört tane berber vardı. Onlardan birisini burada canlandırıyorum. İsmi Berber Yakup. Üç dört tane

demirci vardı. Diğer köylerin merkezi konumundaydı. Şimdi nüfus 2 bine düştü. Eskiden insanlar karınca gibi çalışırdı. Babam öğretmen olduğu için tarlada falan çalışmadım. O yüzden yaz tatillerim bu ustaları seyretmekle geçti” sözlerine yer verdi. Maket Köy’de yayla hayatı, kız kaçırma, düğün gibi gelenekleri anlatan Çetin, “Ziyaretçiler ‘bizim köy yaşamımızın aynısı diyorlar” dedi. “MAKET KÖY, GÜNLÜK 15 SAATLİK ÇALIŞMANIN ÜRÜNÜ” Öğretmenlik yaptığı yıllarda günlük 3-4 saat dersi varken arta kalan zamanında 15 saat Maket Köy için çalıştığının altını çizen Çetin, “Burada 4-5 çeşit iş var. Marangozluk işi var. Yapı işi var. Bu binaların hepsi kendi eserim. Heykeltıraşlık var” diye konuştu. Maket Köy’ün bir diğer özelliği de maketlerin bir elektronik devre vasıtasıyla çalışması. Maketlerin elektronik devrelerini de kendisinin yaptığını dile getiren Çetin, “Ben Fizik Öğretmenliği de yaptım Kilis Lisesi’nde. Eğitim Enstitüsünde Fizik, Kimya ve Biyoloji derslerinde

çok iyi yetiştik. Kaldıraç sistemlerini kullanarak doğru akımla bu mekanizmayı çalıştırıyorum. Bunun sonu yok. Devamlı üretmeye çalışıyorum” ifadelerini kullandı. “ALINTERİ DÖKEREK YAPILAMAYACAK ŞEY YOK” Maket Köy dışında, 2003 yılında İstanbul’da Miniatürk’de Çanakkale ve İstiklal Savaşları ile ilgili Zafer Müzesi kurduğunu belirten Çetin, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin isteği doğrultusunda Konya’da, Şehitlik Müzesi kurduğunu ifade etti. 4 bin kişinin yaşadığı Akviran’ı (Akören) 5 bin metrekare araziye sığdırmakta zorlandığına işaret eden Çetin, “Kültür ve Turizm Bakanlığından maddi bir talebim yok. 2 bin metrekarelik bir yer istedim. Olumlu cevap alamadım. Kültürel bir hizmete destek verecek bir babayiğidin çıkmasını istiyorum” dedi. Çetin Maket Köy’ün dünyada eşi benzeri olmadığını da dile getiren Çetin, “Alın teri dökerek yapılamayacak bir şey yoktur” diye konuştu.

Yemeklerden sanat eseri yarattı

Malezyalı Samantha Lee, çocuklarına yemek yemeyi sevdirmeyi amaçlayınca 2008 yılında kendine özgü bir sanat ortaya koydu. Yaptığı çalışmalarla, tabakta adeta görsel bir şölen yaratan Lee, çocuklarına da bu yöntemle sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırdı. Kızları için tasarladığı yemek tabaklarını internet aracılığıyla medyada paylaşan Lee, kısa zamanda beğeni topladı

İ

Gökçen BEKTAŞ

ki çocuk annesi olan 38 yaşındaki Samantha Lee, kızları yemek yemek istemediği için farklı yemek sunumlarına mutfakta inanılmaz görüntülere imza attı. Lee, çocuklarını yemek yemeye teşvik etmek için tabakları süslemeye başlayınca ortaya çok farklı görüntüler çıktı. Lee, tabaklarda kimi zaman masal kahramanlarını kimi zamanda ünlü simaları resmetmeye başladı. Lee’nin yaptığı yemeklerin pişirmesi ve tasarımı toplam bir buçuk saat sürüyor. Uzunçorap.com sitesinin haberinde Samantha Lee’nin daha önce yemekle ilgili hiçbir kursa gitmediğinin bu süreçte sadece hayal gücünü kullandığının altı çiziliyor. Hayal gücüyle resmedilen yiyeceklerde kimi zaman bir Charlie Chaplin, kimi zamanda ünlü çizgi film karakteri Fred Çakmaktaş tabaktaki yerini alıyor. Yaptığı yemekleri Instagram’da paylaşan Lee, kısa zamanda büyük ilgi toplayarak yarım milyon takipçiye ulaştı.

“SAĞLIKLI BESİN SEÇİMİ ÖNEMLİ” Yaptığı çalışmalarla ismini Food Art (Yemek Sanatçısı) olarak duyuran Samantha Lee, yiyeceklerden

oluşturduğu tablolar için sağlıklı besinleri seçmenin kendisi açısından önemli olduğunu söylüyor. Çalışmalarında çok sayıda pişmiş sebze, meyveden yararlandığını belirten Lee, tablo tasarımını basitleştirilmesi gerektiğini belirterek böylece mutfakta saatler harcamak zorunda kalınmayacağını dile getiriyor. Tabloları oluştururken aklındaki kreasyonları tasvir ettiğini ve bunun kendisine ilham verdiğini belirten Lee, “Ne kadar tasvirlersem o kadar çok fikir edinirim, hatta fikirleri tasvirlemek yemek yaptığım zaman beni daha çok organize eder” ifadelerini kullandı. SOMA’YI DA UNUTMAMIŞTI 14 Mayıs günü Manisa’nın Soma ilçesinde yaşanan maden faciasının ardından acımızı paylaşmak adına Instagram’da #prayforSOMA etiketiyle fotoğraf paylaşan Lee, tabağında Soma’ya ithafen madenci resmi yaptı. Lee, bu hassas tavrıyla Türkiye’deki takipçilerinden büyük beğeni toplamıştı.


kültür - sanat

selçukiletişim

Kasım 2014

/11

Bu oyun tam ‘Yaren’lik Konya Devlet Tiyatrosu’nun yeni oyunlarından Misafir’in Yönetmeni Ömer Naci Topçu, yaren geleneğinin kültürümüzde büyük yeri olduğunu, oyunu kendi topraklarında ilk kez sergilediklerini söyledi

Muharrem YAĞIZ

‘Misafir’ adlı oyunda 1980’li yıllarda Türkiye’den Almanya’ya göç edip yıllar sonra memleketine dönen Musa’nın trajikomik hikayesinin anlatıldığını belirten Yönetmen Ömer Naci Topçu, oyun boyunca hem Türkiye’de hem de Almanya’da ‘Misafir’ olarak kalmış bir kişinin başından geçenler üzerine kurulduğunu söyledi. Oyunun Konya için çok özel bir yeri olduğunu dile getiren Topçu, “Misafir, bakarsanız bu toprakların bir oyunu. Akşehir sıra yarenlerini konu ediniyor. Onların geleneksel oyunlarından esinlenerek yazılmış bir oyun. Bu topraklara dönmesi beni çok heyecanlandırdı” diye konuştu.

700 YILLIK GELENEK Topçu, Konya’nın yaren geleneğinin yoğrulduğu bir yer olduğunu, yazar Bilgesu Erenus’un da Misafir oyununu Konya’daki sıra yarenlerini görüp tanıdıktan sonra yazdığını söyledi. Yönetmen Topçu, Yarenlik geleneğinin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşandığını söyleyerek, “Ülkenin çeşitli yerlerinde farklı gelenekler var. Sıra yarenleri 700 yıllık geleneğimiz. Aslında bizim, bize özgü tiyatro geleneğimiz var. Bugünkü tanıdığımız anlamda Batılı tiyatro değilse de bizim kendimize özgü çok ciddi bir tiyatro geleneğimiz var. Bu da işte Yarenlik’ten Sıra Gecesi’ne, Sarayda Musahiplik’ten Dengbejliğe kadar uzun bir yelpazedir. Kültürümüzde oyun

oynama, oyun kurmanın çok ciddi bir yeri var” diye konuştu.. Oyunun farklı illerde farklı kostümlerle sergilendiğinden bahseden yönetmen Topçu, Akşehir yaren meclisinden arkadaşların geleneksel kostümler giydiğini, bunun günümüzde çok önemli olmadığını, çünkü oyunun bugüne seslendiğini belirtti. Sıra yarenlerinin aslında modern sanata da nasıl denk düştüğü gösteren bir oyun olduğunu söyleyen Topçu, “O yüzden modern kıyafetlerle biz biraz değiştirdik. Diğer bölgelerde oynayan oyunlarda bu yoktu. Yelekle, kuşakla… Biraz stilize ederek hem o eskiye atıfta bulunduk, ama modern bir oyun olarak sahnede gösterdik” dedi.

SAGETT ‘Akademi’ ile geri döndü Gökçen BEKTAŞ / Muharrem YAĞIZ

Geçtiğimiz sene ‘Yetenek Sizsiniz’ isimli yarışma programında finale kadar yükselen Selçuk Üniversitesi Sanatçı Gençler Tiyatro Topluluğu (SAGETT) yeni projelerle yeniden ekranlarda. Grup, TV8’de yayınlanan ‘Akademi’ programıyla televizyonda boy göstermeye devam ediyor. Grubun üyelerinden Sefa Hatipoğlu, ilk televizyon programları ‘Akademi’ hakkında Selçuk İletişim’e konuştu

‘Yetenek Sizsiniz’ ile başlayan yayın hayatınız Akademi’yle devam ediyor. Öncelikle bize bu süreçten bahseder misiniz? Televizyonda program yapma öykünüz hakkında neler söylemek istersiniz? ‘Yetenek Sizsiniz’ isimli yarışma programında finale kadar yükseldik. Öncelikli hedefimiz yarışmaya katılıp gidebildiğimiz yere kadar gitmekti. Başarılarımız Acun Medya tarafından fark edildi. Kendilerinin Tv8’de yayınlanmasını düşündükleri skeç programı varmış. Başarımızı gördükten sonra bizi de bu programa dahil etmek istediler. Yarışmada elde ettiğimiz başarı ‘Akademi’ için sebep oldu. Akademi’den bahseder misiniz? Oradaki bütün gruplar, daha öncesinde Yetenek Sizsiniz’e katılıp başarı gösterenler. Tiyatro formatında oyunlar yer alıyor. Akademi, birkaç gruptan oluşuyor. Skeçler yer alıyor. Gruplar arasında oynanan skeçler seyirci tarafından oylanarak program sonunda günün oyunu seçiliyor. Oynanan skeçlerde rekabet söz konusu. Şu anda program biraz amatörce yürüyor. Gruplar kendi oyunlarını hazırlayıp çalışıyor. Üniversitede oynadığınız oyunlar belirli bir kitleye hitap ediyordu. Şimdiyse daha

geniş bir kitlelere hitap eden oyunlar sergiliyorsunuz. Bunun SAGETT açısından artıları ya da eksileri nasıl olmuştur? Biraz da bundan söz eder misiniz? Daha büyük kitleye ulaşmak bizleri tabiî ki, mutlu ediyor. Kitlemiz genişlediği için adaptasyon konusunda zorluk yaşıyoruz. Çünkü alışık olmadığımız bir durum. Zaman geçtikçe bunu da üzerimizden atacağımızı düşünüyorum. Üniversitedeyken 2 ayda bir oyun çıkartırken şimdilerde her hafta ayrı bir oyun hazırlamanız gerekiyor. Bu sizin için zor olmuyor mu? Bu üretim sürecinden bahseder misiniz? Bizi en çok zorlayan konu bu oluyor. Hem okul hem de her hafta prova bizim için ağır oluyor. İleride bu tempoya alışınca daha iyileri de çıkacaktır diye umut ediyoruz. Akademi’de ekibime çok fazla güveniyorum. Oynanan oyunlarda genelde tek bir tipleme üzerinden gidiliyor. Gelecek bölümlerde yazılacak skeçlerde sizin için düşünülen farklı roller olabilir mi? Oyun yazıldıktan sonra karakterler kime uygun görülürse o şekilde dağıtıyoruz ancak üzerimize yapışan tiplemeler de yok değil. Farklı tipler tabii ki, yapılabilir. Uygun görürlerse farklı tipleri de canlandırabiliriz.


12/ Kasım 2014

medya

selçukiletişim

Medyanın çocuklar üzerindeki etkisi araştırılacak Kitle iletişim araçlarının çocuklar üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini ortaya koymayı hedefleyen Çocuk ve Medya İzleme Kurulu’yla ilgili Selçuk İletişim’e konuşan uzmanlar, etki araştırmaları ve çocuk-medya ilişkileriyle ilgili değerlendirmelerde bulundu

Mesut YILMAZ

G

eçtiğimiz yılın Kasım ayında Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da katılmış olduğu Türkiye Çocuk ve Medya Kongresi’nde, basına tanıtımı gerçekleştirilen Çocuk ve Medya İzleme Kurulu, çocuk ve medya ilişkilerini mercek altına alacak. Kurul, medyanın olumsuz etkileri ve medyadan doğru bir biçimde nasıl yararlanılacağı üzerine çalışmalar yapacak. Proje kapsamında farklı ülkelerden akademisyenler gelerek, 4 yıllık bir strateji belgesi hazırlayacak. Hazırlanan bu strateji belgesi hükümete çözüm önerisi şeklinde sunulacak. 4 yıllık bir strateji oluşturulmasının sebebi, etki araştırmalarının uzun vadeli bir süreçten geçirilerek yapılıyor olması. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bünyamin Ayhan, etki araştırmaları ve çocuk-medya ilişkileri hakkında Selçuk İletişim gazetesine açıklama yaptı. Etki araştırmalarının uzun zaman alan araştırmalar olduğunun altını çizen Ayhan, zaman, mekân, kişiler üzerindeki etkiyi tespit etmenin toplumsal farklılık noktasında oldukça zor olduğunu ifade etti. Ayhan, bireylerin davranışlarındaki farklılıklardan ötürü etki çalışmalarının uzun zaman aldığını dile getirdi. “MEDYAYLA SÜREKLİ İRTİBAT HALİNDEYİZ” Toplumsal yapının farklılık göstermesi veya toplumdan etkilenen bireylerin farklılaşmasından dolayı, aktif ve pasif olarak etki araştırmalarının farklılaştığını bildiren Doç. Dr. Bünyamin Ayhan, “Buradaki aktiflik veya pasiflikten kasıt, ‘Birey bunu isteyerek mi yapıyor? Yoksa buna maruz mu kalıyor?’ Konusuyla ilgili. Bunların hepsinin sonuçları birbirinden farklıdır. Etkinin

derecesini, boyutunu, etki sürecinin boyutunu ölçmekte sorun yaşanıyor, bu yüzden net bir şey ifade etmek çok anlamlı değildir” sözlerine yer verdi. Etki araştırmalarıyla ilgili, “Medya, insanları etkiliyor” şeklinde genel bir kanaatin ve oluşmuş bir kamuoyunun bulunduğuna dikkat çeken Ayhan, medyanın toplumsal bütünlükleri kapsadığını ve kitleleşmiş toplumların yaşamını etkilediğini dile getirdi. Medyanın kitleleşmiş toplumların yaşamını kapsadığı için medyayla iç içe yaşadığımızı ve sürekli irtibat halinde olduğumuzu söyleyen Ayhan, her etkileşimin aynı zamanda süreç içinde tepki vermek olduğunu belirtti. Verilen her tepkinin davranışlar üzerinde farklı etkilere yol açtığını ifade eden Ayhan, etki-tepki süreci ele alındığında bireyin, pasif değil, aktif bir biçimde medyaya katılım gösterdiğinin altını çizdi. Ayhan, bireylerin medyaya gösterdiği katılımın sonucunda da bazı noktalarda medyadan etkilendiğini dile getirdi. “MEDYA, BİREYLERİ BİYOLOJİK OLARAK DA ETKİLİYOR” Özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde bireylerin çocuklarına karşı ilgisinin azalması ve boş zamanlarında dahi ailelerin çocuklarına zaman ayırmaması nedeniyle kitle iletişim araçları içinde televizyonunun öne çıktığını vurgulayan Bünyamin Ayhan, “Kuzey Avrupa ülkelerinde 1970’li yıllarda yapılan bir araştırmada çocukların sağ ellerinin sol ellerinden daha güçlü olduğunu gözlemleniyor. Buna neden olan etmenlerin birisinin de kumanda kullanımı olduğu iddia ediliyor. Bununla beraber anlaşılıyor ki, televizyon karşısında geçirilen zamanın bireyin biyolojik yapısı üzerinde de etkilerinin olduğu. Bu konuda yapılan araştırmalar vardır. Ancak daha sonraki süreçte bu etkinin ortadan

kalkıp kalkmadığı veya bu etkinin sürekliliğiyle ilgili net bir bilgimiz yok” diye konuştu. “BOŞLUĞU DOLDURANDAN ETKİLENİYORLAR” Çocukları eğitecek bir mekanizma üretilemezse ve çocuklar kitle iletişim araçlarına teslim edilirse, çocukların doğal olarak kitle iletişim araçlarından etkileneceğini belirten Ayhan, “Çocuklar, boşluğu kim dolduruyorsa, sosyalizasyonu kim sağlıyorsa ondan etkilenecektir. Kitle İletişim Araçları, diğer sosyalizasyon araçlarından daha güçlü bir etkiye sahipse doğal olarak etkileyici unsur olacaktır” ifadelerine yer verdi. Televizyon karşısında geçirilen zamanla etkilenme arasında bağlantı bulunduğunu dile getiren Ayhan, çocukların kardeş sayısı ile televizyon arasında negatif bir ilişki bulunduğuna işaret etti. Ayhan, kardeş sayısı çok olunca çocukların kendi aralarında oynadığını, bu durumda da televizyonun çocuklar üzerindeki etkisinde azalma meydana geldiğini ifade etti. “TELEVİZYONUN OLUMLU VE OLUMSUZ ETKİLERİ VAR” Konuyla ilgili Selçuk İletişim gazetesine konuşan Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda görev yapan Dr. Nursel Akbaba,medyanın çocuklar üzerinde yarattığı psikolojik etkiyle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Televizyonun çocuklar üzerinde olumsuz etkilere sahip olabileceğini bildiren Akbaba, “Televizyon, çocukları pasif öğreniciler haline getirip, kalıp yargıları, saldırganlığı ve şiddet kullanan modelleri öğretebilir. Televizyon, çocukların şişmanlamasına da olanak verir” diye konuştu. Televizyonun çocuklar üzerinde olumlu etkilerinin de olabileceğinin altını çizen Akbaba, “Televizyon aracılığıyla, çocuklara güdüleyici eğitim program-

ları sunulup, dünya hakkındaki bilgileri artırılabilir. Ayrıca uzak yerler hakkında çocuklar bilgilendirilebilir. Televizyon, olumlu davranışlar sergileyen modeller sunabilir” ifadelerini kullandı. “ÇOCUK, NE GÖRÜRSE ONDAN ETKİLENEBİLİR” Çocuklarınöğrenmenin sürekli olduğu yaşta oldukları için, yetişkinler gibi nasıl davranacaklarını bilmeyen bir durumda olduklarını dile getiren Akbaba,“O yüzden aileleri dışında onların bunları öğrenebilecek yerler, okul çevresi ya da izlediği programlardır. Çocuğun televizyon ekranında izlediği bu programlar şiddet içeriyorsa, çocuk karşılaştığı her sorunda şiddet unsurunu kullanmak isteyecektir. Sorunların yalan söyleyerek çözüldüğünü görüyorsa, bunu öğrenir ve davranış haline getirebilir” diyerek, medyanın çocuklar üzerinde yaratabileceği olumsuz etkiye işaret etti. “TELEVİZYON EVİN AÇIK KAPISI” Kitle iletişim araçlarının insan zihninde değiştirici etkisi bulunduğunu söyleyen Nursel Akbaba, bu etkiriskininen çok 0-18 yaş arasında yüksek olduğunu belirtti. Akbaba, “Çünkü söz konusu o dönemde, iyi-kötü, doğru-yanlış konusunda, çocuğun zihninde sosyal normlar ve standartlar gelişmemiştir. Bu dönemde çocuğun önüne bir televizyon konulduğu zaman eğer o bilgi test edilemiyorsa doğru bilgi olarak kabul ediliyor” diye konuştu. Televizyonun evin açık kapısı olarak kabul edilebileceğini vurgulayan Akbaba, “Çünkü çocuklar evin güvenli ortamında sanal dünyanın güvensiz ortamında dolaşıyor” dedi. Çocukların televizyonda izlediği somut ve soyut kavramları 12 yaşında öğrendiklerini belirten Akbaba, bu yaşa kadar duyguların etkisi altında kalındığına dikkat çekti.


müzik

selçukiletişim

Kasım 2014

Ezginin Günlüğü’nden yeni yıla yeni albüm

Fotoğraf: Berfin Beyen

Sevilcan GÜNAY

Ö

nce annelerimiz babalarımız, sonra bizler… Kim bilir ne âşıklar bu şarkılarla ilanı aşk etmiş, ne biten sevdalar için şarkılarla ağlanmıştır.Öyle bir melodi, öyle bir sesti ki, duyduğum an içime işledi. O gün bu gündür dinlerim ve her geçen gün hayranlığım büyür. Aşk bu kadar mı güzel anlatılır:

Aşk hiç biter mi? Kalır adımızda Bir sokak duvarında Bir ağaç kabuğunda, Kalır bir çiçekte Bir defter arasında Bir tırnak yarasında Bir dolmuş sırasında… Böyle diyerek aşkın hep var olduğunu anlatırlar bir şarkılarında. Bir başka şarkılarında, “Yan kalbim yan kaçamazsın sevdadan” derler, aşka illa tutulacağımızı söylerler. Onlar her duyguyu kusursuzca melodilerinde anlatırlar, herkes kendinden bir şeyler bulur onların şarkılarında. İşte biz de bu güzel grupla buluştuk ve sorularımızı sizler için sorduk. Öncelikle biraz eskilere gidip bize “Ezginin Günlüğü” isminin nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız? Grubun ismini Arsen Yılmaz’ın bir şiirinden aldık. Şiirde “Ezginin günlüğü” ifadesi geçiyordu. Sadece kelime olarak hoşumuza gittiği için değil, günlük tutma içeriğinin de grubun çizgisiyle örtüşeceğini düşündük. Melodiyi günlük olarak tutmak esprisi içinde gelişti ve bu isme karar verdik. Medyatik bir grup olmamanıza rağmen yıllardır müzik piyasasındasınız ve oldukça iyi tanınıyorsunuz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında bunu dinleyicilerimizin değerlendirmesi daha doğru olur. Kişisel yorumum ise yaptığımız işin müzik olduğunun bilincindeyiz. Müzik yaptığınızın bilincinde kalır ve dinleyicilerle ilişkinizi

devam ettirmeyi başarırsanız yaptığınız müzikle birlikte siz de kalırsınız. Siz her fırsatta politik amaçlarla müzik yapmadığınızı söylüyorsunuz. Ancak sizce 80’li yıllardan kaynaklanan nedenlerden dolayı mı dinleyicileriniz daha çok sol kesimden oluşuyor? 80’li yıllar, baskıların çok yoğun olduğu bir dönemdi. Birçok müzisyene yasak getirildi, bir kısmı yurtdışına çıktı. Ezginin Günlüğü ’nün 70’li yıllardan çağrışımları olmadığı için o dönem yeni bir grup olarak algılandık ve baskılar olmasına rağmen müzik yapabildik. Bizim tavrımız da hep farklı anlamlar kazanarak algılandı ve Ezginin Günlüğü’nün 80’li yıllarda öyle bir fonksiyonu oldu. Ondan sonra politik kesimler tarafından apolitik kategorisine konulduk. Sağcılar bizi solcu gibi gördü, solcular da sağcı gibi. Bizim solcu olmak gibi bir iddiamız hiçbir zaman olmadı. Müzik işlerinde böyle fikirlere yaslanmak iyi değildir. Biz politik bir müzik yapmıyoruz. Ancak politikanın dışındayız diye de bir durum yok. İnsan olarak bizim de politik görüşümüz var. Politika tüm hayatımızı belirleyen kritik bir unsur ve bizim de bir çizgimiz var. Özgün müziğin öncülerindensiniz ve en son 2010 yılında albüm çıkardınız. Bu kadar aralıklı albüm çıkarmanız nedeni piyasa müziği yapmamanız mı? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 32 yıl kesintisiz biçimde müzik yaptık. Hiç ara da vermedik. “Eski Arkadaş” albümümüzden sonra müziğe değil ama albüm çıkarmaya bir süre ara verdik. Albüm çıkarma pahalı bir şey. Yapımcılar bu işe girmek istemiyor. Çünkü karşılığını alamıyor. Orhan Veli, Nazım Hikmet gibi şairlerin birçok şiirini bestelediniz. Yeni albüm içinde de böyle bir düşünceniz var mı? Evet, birçok şairin şiirini besteledik. Yeni çıkaracağımız albümde de en az 5–6 tane şiir bestelemeyi düşünüyoruz.

32 yıldır bir müzik grubunu ayakta tutmak Türkiye koşullarında çok alışık olmadığımız bir durum. Üstelik birçok grup üyesinin değişmesine rağmen grubun bu kadar uzun soluklu olmasının nedeni nedir? İlk olarak 1982 yılında konser verdik. O dönemde 10 kişiydik. 84’te ise yanılmıyorsam 3 kişi kaldık. Değişen üye sayımız oldukça fazla. Ortalama 100 kişiyi bulmuştur. Bu çok normaldi. Müzik kendini ifade biçimidir. Zevk, keyif aldığımız bir uğraş ve aynı zamanda da bir iştir. Bu yüzden de insanların farklı tercihlerde bulunması en doğal hakkı oluyor. Ancak bu kadar değişen üyeye rağmen gruptaki arkadaşlarımızın birçoğu uzun soluklu oldu. Bunun nedeni insanların bir arada uyumlu çalışmaları diyebilirim. 2007 yılında “Çeyrek’’ adlı bir albüm çıkardınız. O yıl verdiğiniz bir röportajda, “Çeyreği yüze tamamlamayı düşünüyoruz’’ demişsiniz. O günden bugüne 7 yıl geçti. Bu 7 yılda sizce neler değişti, yeni albüm ve gelecek planlarınız nelerdir? 2010’da “Eski Arkadaş’’ adlı bir albüm çıkardık. 1990’dan bu albüm çıkana kadar Hüsnü Arkan ile birlikteydik. 2010’da kısa süre başka bir arkadaşla çalıştık. Ondan sonra da bu güne kadar albüm yapmadık. Ancak şu an yeni bir albüm üzerinde çalışıyoruz. Repertuarı tam belli değil ama albümü yılbaşına yetiştirmek istiyoruz. Yine aynı röportajınızda, “Gelecek 10 yılda müziğin kalitesinin yükseleceğini tahmin ediyorum” demişsiniz. Bu sözlerinizin üzerinden 7 yıl geçti. Sizce söylediğiniz gibi oldu mu ve müzik piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Müzik piyasası anlamında söylemiştim bunu. Piyasada problem var. Önceleri plak vardı, o gitti kaset geldi, kasetten sonra CD çıktı ve şimdi o da bitti diyebiliriz. Müzik artık sadece dijital ortamda dinleniyor. Devlet denetimi çok olmadığından insanlar para vermeden bu müzikleri edinebiliyor.

/13


14/ Kasım 2014

sinema

selçukiletişim

“Kısa film, bir basamak olmamalı” Türkiye’de çekilen kısa filmlerin niteliğinin her geçen gün azaldığını belirten Film Eleştirmeni Fırat Sayıcı, kalite düşüklüğünün nedeninin kısa filmin basamak olarak görülmesi olduğunu dile getirdi Muharrem YAĞIZ

Bağımsızlık mümkün mü? Türkiye’de ve dünyada ticari sinema ve bağımsız sinema ayrımı vardır. Peki, nereden geliyor bu ayrım? Bu noktada bütçe ve amaç olmak üzere iki temel ölçüt var. Eğer, para kazanma amacıyla yola çıkıp iyi para harcanıyorsa bu “ticari sinema” oluyor. Sanat icra etme, herhangi bir mesaj verme, festivallere katılıp, ödül alma amacıyla yola çıkılıyorsa buna da “bağımsız sinema” deniyor. BAĞIMSIZLIKLARINI KAYBETTİLER Türkiye’de bu türler zamanla benzeşebiliyor. Bağımsız diye düşündüğümüz yönetmenin arkasından büyük bir güç çıkabiliyor. Bazen de tam tersi oluyor. Güçlü, paralı bir film olarak düşünüyorsun ama beş tane evi varmış dördünü satmış o da bağımız film mesela. Artık bağımsız dediğimiz çoğu yönetmen bağımsız değil. Nuri Bilge Ceylan çoğu kişi bilmez ama piyasada iş yapan birçok zengin yapımcıdan daha zengindir. Çünkü çok büyük paralar kazanmıştır. Cannes’da en iyi film ödülü aldıktan sonra filmini Norveç’e 100 bin Euro, İsveç’e 50 bin Euro, İspanya’ya ise 75 bin Euro’ya satmıştır. Ceylan, çok büyük bir kazanç elde ediyor bu işten. Aslında bundan dolayı da Türkiye’deki birçok ticari film yapan yönetmeninden daha zengindir. Bu durumda Nuri Bilge Ceylan nasıl bağımsız oluyor orası tartışılır. İlk filmlerde maddi olanaklardan dolayı eş dost akraba çevresinden seçen bağımsız sinemacılar zamanla festivallerden ödüller kazandıkça, para kazandıkça bağımsızlıkları kalmıyor. Bana sorarsanız Nuri Bilge Ceylan da ticari sulara girmiştir. Tabii, bu amacını aşmadan bir yerlere gelmeyi kapsamıyorsa işler değişiyor. Örneğin Rus yönetmen Tarkovsky. Onun yaşadığı dönemde tek güdüsü gerçekçilikten yanaydı. Tabii, onun yaşadığı dönem ve şartlar farklı. Günümüzde ise yaşam şartlarımızın çok çeşitlilik göstermesi ile birlikte her şey birbirinin içine geçmiş durumda. Bu değişim sinema türleri arasındaki farklılıkları da azaltıyor. TEKELLEŞME SORUNU Devamlılık konusunda böyle bir tezatlık varken bağımsız filmlerin başka bir problemi de izlenme meselesi. Zor şartlar altında yapılan bu filmlerin yer sorunu da var. Salonlarımız yok değil var, fakat ülkemizde ciddi bir tekelleşme de var. Bağımsız filmler bu tekelleşen şirketlerde yer bulamıyorlar. Bu sinema açısından çok kötü bu duruma yol açıyor. Evet tahmin edersiniz, Cinemaximum şirketini kastediyorum. Bu şirketin Türkiye’nin hemen hemen bütün büyük AVM’lerinde şubeleri var. Bunu ticarete döktükleri için seyirciyle arz-talep ilişkisi kuruyorlar. Örneğin geçtiğimiz ay vizyona giren yönetmen Kaan Müjdeci’nin ilk filmi ‘Sivas’, ilk haftalarda Konya’da yer bulamıyor. Filmin kopyası 44. Ticari olarak bakıldığında şirketler açısından haklı bir durum, çünkü baktığınızda film Konya’ya gelse izleyeni olmayacak. Oysa bir Recep İvedik örneğini koyduğunuzda salonda boş yer kalmayacak. Bu tip sıkıntılar, çok kültürlü bir millet olmadığımızı gözler önüne seriyor. Bağımsız sinemamızın gelişmesi için, ülkenin seviyesinin yükselmesi gerekir ki, o zaman bir şeyler değişebilsin.

T

Muharrem YAĞIZ Gökhan KARAKURT

ürkiye’de çekilen kısa filmlerin genelde uzun metrajlı filmlerden önceki bir basamak gibi algılandığını söyleyen sinema yazarı Fırat Sayıcı, “Çoğu kişi der ki, ‘Kısa film öyküdür, uzun metraj romandır’ Çok doğru bir tanımlama. Nasıl ki öyküler, bir romanın 10-20 sayfası değilse, kısa film de uzun metrajın ortası olamaz. Kısa filmin, kendine ait bir kişiliği olmalıdır. Özellikle 10 dakikanın altında olmalıdır. Çünkü dünya ortalaması 7 dakikadır. En çok ödül alan filmlerin de ortalaması 7 dakikadır. 10 dakikayı geçince işin biraz rengi değişiyor” dedi. “YURTDIŞINDA KISA FİLM ALGISI FARKLI” Geçmişten günümüze kısa filmin geçirdiği dönüşümleri değerlendiren Sayıcı, kısa film çekmenin yeni teknolojilerle kolaylaştığını dile getirdi. Fırat Sayıcı, bu kolaylığın ülkemizde

kısa film kalitesinin düşmesine sebep olduğunu belirtti. Sayıcı, “Yılda 300-400 kısa film çekiliyorsa bunun 8-10 tanesi gerçekten oturup seyredilmesi gereken işler oluyor. Eskiden böyle değildi. 2000’li yılların başında ortalama 70 film çekilirdi. Bunun 20-30 tanesi gerçekten hakkını veren yapımlardı” diye konuştu. Türkiye’de kısa film konusunda yaşanan nitelik sorununu değerlendiren yazar, Türkiye’de kısa film alanında yapılan çalışmaların genelde öğrenci işi olduğunu, sırf sınıf geçmek veya festivallerden ödül kazanmak için yapıldığını söyledi. Kısa filmin yurtdışında ise farklı algılandığını belirten Sayıcı, oradaki durumun tam tersi olduğunu, teknolojiyle birlikte niteliğin de arttığını vurguladı. Sayıcı, “Yurtdışında tamamen kısa film çeken şirketler var, bunları destekleyen yasalar var. 70 yaşındaki yönetmen bile kısa film çekiyor. Başka hiçbir şey yapmıyor. Hem de bundan para da kazanıyor” diye konuştu.

“HİKAYENİZ YOKSA KISA FİLM ÇEKMEYİN” Türkiye’de kısa filme bir basamak gibi bakıldığını söyleyen Fırat Sayıcı, “Ülkemizdeki uzun metrajlı film çeken 30-40 yaşlar arası yönetmenlere baktığınız zaman bu kişilerin, bundan 10-15 yıl önce kısa film çekmiş insanlar olduğunu görüyoruz. Fakat bu kimseler reklama geçtikten sonra kısa film çekmeyi bırakıyor” ifadelerini kullandı. Geçmişte kısa film yönetmenliği de yapan Sayıcı, genç yönetmenlere tavsiyelerde de bulundu. Sayıcı, “En büyük önerim, eğer bir hikâyeleri yoksa kısa film çekmesinler. Sırf kısa film çekmek için yapmasınlar. Kendilerini geliştirmek için yapıyorlarsa çekimlerini yapsınlar ama bunu montajlayıp bir yerlere gönderip ödül beklemek gibi dertleri olmasın. Eğer kısa filmi basamak olarak kullanacaklarsa bu işe hiç bulaşmasınlar” diyerek sözlerini tamamladı.

The Water Diviner (Son Umut) RussellCrowe’un yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın da rol aldığı TheWaterDiviner, 26 Aralık’ta sinemaseverlerle buluşacak. Filmde Avusturalyalı bir çiftçi olan Connor’un1919 yılında Çanakkale Savaşı’nın ardından Türkiye’ye gelmesiyle onun Gelibolu’da savaşta kaybolan üç çocuğunu bulmak için arayışa koyulması konu ediniliyor.

Kuzu 51. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nin en iyisi seçilen Yönetmen Kutluğ Ataman’ın son filmi ‘Kuzu’, festivallerden sonra 19 Aralık’ta vizyona giriyor. Doğu Anadolu’da bir köyde yaşayan 27 yaşındaki Medine’nin beş yaşındaki oğlu Mert’in sünneti şerefine vereceği yemek için kuzu kesmesiyle başlayan film, ardından meydana gelen olaylar silsilesine neden oluyor.

The Hobbit: The Battle of the Five Armies (Hobbit: Beş Ordular Savaşı) J. R. R. Tolkien’in 1937 yılında yazılmış ‘Hobbit’ adlı romandan uyarlanan üçlemenin son filminde yönetmen Peter Jackson, izleyicilere fantezi, macera dolu saatler yaşatacak. 17 Aralık’ta vizyon yapacak bu filmde BilboBaggins, ThorinMeşekalkan ve cüce grubunun maceralarının sonu işleniyor.


spor

selçukiletişim

Kasım 2014

/15

Bisiklet Topluluğu’nda hedefler büyük Kurulduğu günden itibaren hızlı bir şekilde gelişimini sürdüren Selçuk Üniversitesi Bisiklet Topluluğu, üye sayısını artırarak büyümeye devam ediyor. İlk olarak 20 kişilik bir grupla yola çıkan topluluğun üye sayısı günümüzde 100’e yaklaşmış durumda

Oğulcan KOÇ

G

erçekleştirmiş olduğu sosyal ve sportif etkinliklerle adını duyuran Selçuk Üniversitesi Bisiklet Topluluğu’nun Başkanı Mustafa Şeker, düzenledikleri etkinliklere ve bisiklet turlarına katılımın kendilerini memnun ettiğini ifade etti. Bisiklet Topluluğu büyüdükçe Selçuk Üniversitesi’nin kendilerine daha çok destek olduğuna işaret eden Şeker, “Yarışmalara gidebilmemiz için Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü tarafından ödenek sağlanıyor ve isteklerimiz mümkün olduğu kadar yerine getirilmeye çalışılıyor. Yeni dönemde 3 adet bisiklet hediyesi aldık ve topluluk olarak bundan dolayı çok mutluyuz” diye konuştu. “ÜNİVERSİTEMİZİ BİRİNCİ YAPTIK” Diğer yandan 18 Ekim’de düzenlenen Üniversiteler Arası Bisiklet yarışlarında Topluluk

Başkanı Mustafa Şeker, birinciliği göğüsledi. 30 üniversite ve 150 öğrencinin katıldığı yarışlarda MTB (dağ bisikleti) kategorisinde rakiplerini geride bırakarak 250 TL’lik ödülü alan Şeker, önümüzdeki yıl Selçuk Üniversitesi’nde düzenleneceği tahmin edilen yarışmada da birinci olmayı hedefleyerek çalışmalarını sürdürdüğünü dile getirdi. “KALBİN İÇİN PEDALLA” Bisiklet Topluluğu Başkanı Şeker, ‘kalbin için pedalla’ sloganıyla olabildiğince çok insana bisiklet sürdürmeyi hedeflediklerini ve topluma faydalı olabilmeyi amaçladıklarını söyledi. Bisiklet sürmenin bir hobi olmasının yanında insan sağlığı için de çok faydalı olduğunu belirten Şeker, yaptıkları turlarla insanları eğlendirirken sağlıklı bir aktivite yapmalarına yardımcı olduklarını belirtti. Topluluk Başkanı Şeker, bilgileri dahilinde antrenman yapabildiklerini

ve ilerleyen süreçte Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’ndan yardım alıp, alanlarında daha profesyonel olarak ilerlemek istediklerini dile getirdi. Topluluğa yeni katılan üyeler için kısa bisiklet turları düzenlediklerini kaydeden Şeker, bunun yanı sıra önemli günlerde daha uzun turlar yaptıklarını anlattı. Şeker, 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi anısına 10 kişiden oluşan bir grupla Çanakkale’ye gittiklerini söyledi. Çanakkale’de şehitlik ziyaretinin ardından kendisinin ve 3 arkadaşının bisikletle yaklaşık 7 günlük bir tur yaparak Konya’ya döndüklerini dile getiren Şeker, bu 7 günlük tur boyunca çadırlarda kaldıklarını ve kendi yemeklerini yaptıklarını ifade etti. Ardından Alanya güzergahını izleyerek 2 günlük bir Akdeniz turu yaptıklarını belirten Şeker, bu tur sırasında da yine aynı şekilde çadırda kaldıklarını anlattı. Son olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle 40 kişilik bir grupla şehir

turu yaptıklarını söyleyen Şeker, turlarının hız kesmeden devam edeceğini vurguladı. “SAĞ ŞERİT BİSİKLETE AİT” Mustafa Şeker, bisiklet yolunun olmadığı yerlerde T.C. Karayolları Kanununun 46. maddesine göre, bisikletin karayolunun en sağ şeridinde kullanılabileceğini ifade etti. Konya’da buna cesaret edemediklerini dile getiren Şeker, Konya’da her yerde bisiklet yolunun olmadığını ve bazen taşıt yolunu kullanmak zorunda kaldıklarını belirtti. Birkaç kez trafik kazası olan yerlere çok yakın noktalarda bisikletle bulunduklarını ve bundan dolayı taşıt yolunda bisiklet kullanmaktan çekindiklerini kaydeden Şeker, ülke genelinde bisiklet yollarının yetersiz olduğunu dile getirdi. Selçuk Üniversitesi Bisiklet Topluluğu Başkanı Şeker, toplumun bisiklet ve bisiklet kültürü konusunda bilinçlenmesinin gerekli olduğunu sözlerine ekledi.

Azimli bir macera sporcusu:‘Meriç Doğan’ Dağcılık, yamaç paraşütü, wushu ve diğer dövüş sporlarıyla uğraşan Selçuk Üniversitesi öğrencisi Meriç Doğan, sıradan sporlar yerine ekstrem sporların ilgisini çektiğini belirterek, profesyonel spor hayatına veda ettikten sonra bile spordan vazgeçemediğini dile getirdi Oğulcan KOÇ

K

üçük yaşlarda almış olduğu askeri eğitimden dolayı spor yaşamına erken yaşta başlayan Meriç Doğan, normal sporlarla uğraşan insanlardan biraz farklı olarak ekstrem spor dallarıyla uğraşmaktan zevk aldığını dile getirdi. Adrenalin tutkunu bir insan olduğunu ifade eden Doğan, dağcılık, yamaç paraşütü, wushu ve diğer dövüş sporlarıyla uğraştığını belirtirken, çeşitli spor dallarında dereceleri olduğunu, hayatında spor olmadığı zamanlarda kendisini boşlukta hissettiğine dikkat çekiyor. Asker bir ailenin çocuğu olmasından dolayı askeri bir disiplin ve eğitimle büyüdüğünü anlatan Meriç Doğan, dövüş sporlarında yetenekli olduğunu ve diğer insanlardan daha hızlı aşama kaydettiğini aktarıyor. Annesinin bu durumdan pek memnun olmadığının altını çizen Doğan,Wushu sporuna yoğunlaştıktan sonra daha büyük bir azimle çalışmaya başladığını ifade ediyor.Wushu’daderece yapmaya odaklandığını bildiren Doğan, bu hırsın önceleri, antrenöründen ve kendisinden 10-15 kilogram ağır olan partnerlerinden dayak yemesi-

ne yol açtığını söylüyor. Ancak her şeye rağmen derece elde etme hedefine odaklandığını belirten Meriç Doğan, bu yolda her şeye katlandığına dikkat çekerek, yedinci ayda birinci duan diploması aldığına dikkat çekiyor. Doğan, böylelikle hedefine adım adım yaklaşmakta olduğunu ifade ediyor. SPORDAN VAZGEÇEMEDİ Birinci duan diplomasını alan Meriç Doğan, daha sonra milli takıma girmek için antrenmanlarını hızlandırdığını ve kendini sürekli geliştirmeye devam ettiğini söylüyor.Yaklaşık 6 ay sonra milli takım seçmelerine giren Doğan, takıma seçildiğini ve amacına bir adım daha yaklaştığını ifade ediyor. Milli takımdan sonraki amacının Türkiye ve Avrupa şampiyonası olduğunu söyleyen sporcu, İzmir,Ankara,Kayseri gibi değişik illerde kamplara girdiğini ve müsabakalar için gün saydığını belirtiyor. 2009-2010 yıllarında Wushu Türkiye birincisi ve ikincisi, Avrupa birincisi ve üçüncüsü olarak hayallerini gerçekleştirdiğini söyleyen Doğan, bu maçlardan sonra karaciğerine aldığı darbeden dolayı iç kanama geçirdiğini ve bu nedenle milli takımdan ayrılmak zorunda kaldığını dile getiriyor.

Profesyonel spor hayatına veda ettikten sonra spordan vazgeçemeyen Doğan, MMA’ya (karma dövüş sanatları) başladığını ve çalışmalarına ferdi bir şekilde devam ettiğini sözlerine ekliyor. WUSHU NEDİR? Türkçe’de “Vuşu” diye teleffuz edilen Wushu, Çin savunma sanatlarının genel adıdır. Wushu, Güç iş, zor teknik ve sanat anlamına gelmektedir. Wushu, Kelime anlamı olarak savaş sanatları olarak da bilinir. Wushu, gerçekte, saldırı ve savunmanın yanında akrobasi ve baleye benzer kareografik hareketler ve Uzakdoğu felsefi Wushu adı altında toplanır. Bununla beden ve ruhun uyumu sağlanır. İnsan karakterinin geliştirilmesi iradenin ve öğrenme kabiliyetinin güçlenmesi ve hoşgörülü davranış biçimi sağlanır.1985’de Avrupa Wushu Federasyonu (E.W.F.) kurarak organize oldu. Daha sonra 1988’de Uluslararası Wushu Federasyonu Pekin’de kurularak daha da genişledi. Bugün bu sporun 83 ülkede federasyonu bulunurken, Türkiye’de yaklaşık 50 bin wushu sporcusu var.


Selçuk İletişim Kasım 2014 / Sayı: 147

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

Hayatın Sonbaharı Gökhan KARAKURT

Yaşlanmak insanın aslında hiç istemediği bir şey olsa da elinde olmadan insan her geçen gün yaşlanıyor. Hepimizin hayatında önemsediği, değer verdiği yaşlı bir insan vardır. Hayatımızdaki yaşlı insanlardan öğrenecek o kadar çok şey var ki anlatmak için çoğu zaman duygular ve kelimeler eksik kalır. Hayatın birçok evresini yaşamış ve hayatın verdiği yorgunluğu üzerinde taşıyan büyüklerimizin bizden beklentileri o kadar da fazla değil. Bazen bir tebessüm, bazen sıcak ve sevgi dolu birkaç cümle onları mutlu etmeye yeter. Yaşam, hem yaşlı insan hem de gençler için tabi ki her zaman güzel ve mutlu anlar getirmiyor. Hayatının son demlerini yaşayan bir insanın halen ekmek parası için çalışıyor olması, belki de hayata dair umutların ve yaşama sevincinin yok olmasına neden olabilir. Karaman’da yaşayan Nebahat Teyze 65 yaşında olmasına rağmen halen çalışmak durumunda. Çünkü şartlar onun çalışmasını gerektiriyor. Aslına bakarsak durumundan pek de memnun görünmüyor çünkü bu yaştan sonra çalışmak ağır geliyor. Onun kendisine göre hayalleri var; torunlarıyla vakit geçirip geri kalan ömrünü huzur ve sükût içinde sevdikleri ile ilgilenerek ve ibadetle geçirmek istiyor. Ancak hayat ona beklediğini sunmuyor. Nebahat Teyze, her gün sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda, çünkü hayatını idame ettirmek için bunu yapması gerekiyor. Sadece Nebahat Teyze değil hayatından şikâyet eden. Bolu’dan Mustafa amca 71 yaşını bulmasına rağmen hala çalışıyor. Aslında hayatından çok da şikâyetçi değil, sağlığı yerinde olduğu sürece çalışmak istiyor. Belki o da ister bu yaştan sonra çalışmak yerine dinlenip kalan ömrünü huzur içinde yaşamayı fakat yoksulluk onun da hayallerini gerçeğe dönüştürmesine müsaade etmiyor. Yaşımız ne olursa olsun hep umut ederek yaşarız, yapmak istediklerimiz ve yapmaktan hoşlanmadıklarımızın özetidir hayat. Yaşadıkları ve yaşamak istedikleri çok farklı olsa da hayatın ağır yükünü taşımış yaşlı insanlara karşı gençlerin büyük sorumlulukları var. Kim olduklarını, neyle meşgul olduklarını önemsemeden saygı gösterip toplumda hak ettikleri değeri vermeliyiz. Bunu yaparken de ilk olarak kendi büyüklerimizden başlamamız saygı ve sevginin ilk adımı olacak. Unutmamalıyız ki bir gün biz de onlar gibi yaşlanacağız…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.