Selçuk İletişim

Page 1

08

Türk Edebiyatı yazarı, aynı zamanda eğitimci ‘Saim Sakaoğlu’

12

110 grubuyla adını müzikseverlere duyuran ‘Candan Tezel’

02

Milliyet Gazetesi Ankara Haber Müdürü ‘Gökçer Tahincioğlu’

Selçuk İletişim Şubat 2014 / Sayı: 142

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

Adım adım ilk 500’e doğru Sosyal medyada işlenen suçların cezası var mı?

S

osyal medya ile ilgili hukuki düzenlemenin olmadığını belirten Harun Sabancı, siber suçlarla mücadele çalışmasının olduğunu, sosyal medyayla ilgili düzenlemenin olmadığını, sokakta nasıl bir insan öldürmenin cezası varsa, sosyal medyada da işlenen suçun cezası olması gerektiğini söyledi. Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde yer alan paylaşımları ‘retweet eden, beğenen’ kişilerin bu suçun faili olup olamayacakları sorunu gerek içtihatlarda gerekse doktrinde henüz netleştirilemediğini söyleyen Sabancı, “Kılavuz olarak alacağımız maddeye göre suç oluşturan bir paylaşımı retweet eden, favorilere ekleyen veya beğenen kişinin sunuş şekli ve önceki paylaşımları değerlendirme yapılırken mutlak suretle dikkate alınmalıdır” dedi. / Medya 11

Orta Asya’dan günümüze uzanan ata içeceği: Kımız

T

arihten bu yana önemini korumuş fakat bilinirliği kaybolmuş olan ata içeceği kımız, kısrak sütünün mayalanmasıyla oluşur. Kısrak mayıs, haziran, temmuz ve ağustos olmak üzere senede 4 ay sağılır. Kısrak sütü olan kımız, ana sütü gibi bağışıklık sistemini güçlendirir. Kımız aynı zamanda insan sağlığı açısından çok faydalı olmasıyla da bilinir. Doç. Dr. Sami Kılıç ve Doç. Dr. Ali Albayra’ın, ‘İslamiyet’ten Önce Türklerde Yiyecek ve İçecekler’ isimli makalesinde şu bilgiler yer alıyor: “Eski Türklerde en önemli hayvansal içecek günümüz de çoğumuzun bile neredeyse duymadığı mayalanmış kımız idi. Kımız, kalorisi çok yüksek olduğu için bir öğün yerine geçtiği gibi, tüm gün boyunca sürekli içildiğine de rastlanmaktaydı.”

Herkesin deyimiyle karagül diyarı ‘Halfeti’

D

ünyanın saygın uluslararası üniversite sıralama kuruluşlarından Scimago Enstitüsü, 2009 yılından bu yana yaptığı sıralamaların sonuncusunu yayınladı. Selçuk Üniversitesi, 2012 yılına göre 2013’te Türkiye’de bir, dünyada ise 27 basamak yükseldi. Rektör Prof. Dr. Hakkı Gökbel, “Dünyada ilk 500 üniversite arasına girme hedefimiz 2014-2018 Stratejik Planı’nda yer almıştır. Bu sonuçla hedefimize biraz daha yaklaştığımızı söylemek mümkündür.” dedi. DÜNYADAKİ 20 BİN ÜNİVERSİTEDEN 1996’SI DEĞERLENDİRİLDİ 1996’sı üniversite olmak üzere, 2744 üniversite ve araştırma kurumunu

değerlendiren Scimago Enstitüsünün sıralamasında; Scopus veri tabanından alınan son 5 yıla ait yayın sayısı, ülkeler arası ortak yayın kriteri, normalize edilmiş yayın başına atıf, etki değeri yüksek yüzde 25’lik dilime giren dergilerdeki makale oranı, yayınlarda uzmanlaşma/yaygınlık, en çok atıf alan yüzde 10’luk dilime giren makale oranı ve yayınlarda sorumlu yazar sayısı kriter olarak alındı. Sıralamada üniversiteler ve araştırma kurumları Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Batı Avrupa, Latin Amerika, Kuzey Amerika, Ortadoğu ve Okyanusya olmak üzere 8 bölgeye ayrılarak dünya, bölge ve ülke bazında olmak üzere 3 sıralama yapıldı. Dünya çapındaki yayınların yüzde 80’ini yapan bu 2 bin 744 kurumun arasında 65’inin Türkiye’deki

üniversiteler ve araştırma kurumları olması dikkat çekti. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ 27 BASAMAK BİRDEN YÜKSELDİ Bir önceki yıla göre dünya sıralamasında 27 basamak, ülkemizde ise bir basamak yükselen Selçuk Üniversitesi, 2013 sıralamasında dünyada 678’inci, Orta Doğu bölgesinde 25’inci ve Türkiye’de 8’inci sırada yer alarak ilerlemesine devam etti. Türkiye’nin ilk yedi sırasında üç büyük şehirdeki üniversitelerden İstanbul Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, ODTÜ, Ege ve İstanbul Teknik Üniversiteleri yer aldı.

Giysi Bankası faaliyete devam ediyor Selçuk Üniversitesinde açılan Giysi Bankası’ndan, fakülte dekanları veya yüksekokul müdürleri tarafından tasdik edilen formla ihtiyaç sahibi öğrenciler faydalanabiliyor. / Üniversite 03 Konya’da 5 meslek unutulmaya yüz tuttu Radyo, televizyon tamirciliği, bakırcılık, saraçlık, kalaycılık, kaşıkçılık mesleğiyle uğraşan ustalar, kendilerinin bu meslekleri yapan son insan olduklarını söyledi. / Şehir 07

İLK 500’E ADIM ADIM Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, “İç ve dış paydaşların katılımıyla üniversitenin temel vizyonu olarak tayin ettiği ‘Dünya çapında ilk 500 üniversite içerisine girme’ hedefi, üniversitenin 20142018 Stratejik Planında da yer almıştır. Bu çalışmaların sonucunda Selçuk Üniversitesinin dünya çapında üniversite kriterlerini temel alan yeni stratejik yol haritasında “dünya çapında üniversite olma” vizyonuna ve ilk 500 hedefimize biraz daha yaklaştığını söylemek mümkündür. Araştırma sonuçları ayrıca Selçuk Üniversitesinin Konya ilini yukarıya taşıyan bir misyon üstlendiğini göstermektedir.” dedi. Rektör Prof. Dr. Gökbel, Selçuk Üniversitesi’nin ilk 500 hedefine günden güne daha da yaklaştığını belirtti.

Vücut geliştirme hakkında yanlış bilinenler var Vücut gelişme sporcusu Ankara 1.’si Orçun Yalçın, toplumumuzda hiçbir sporcunun dopingsiz olmadığı algısı var. Gıda takviyeleri doping değildir sedanter insanlar da kullanabilir. / Spor 15

Ş

anlıurfa, tarihiyle, insanıyla, gelenek ve görenekleriyle çok ilginç ve mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Şanlıurfa’da gezilecek çok yer var ama Halfeti, görülmesi gereken yerler listesinde ilk sıralarda olmalıdır. Biz de Şanlıurfa’ya gitmişken bir günümüzü Halfeti için ayırdık... >16’da

www.selcukiletisim.selcuk.edu.tr

(0332) 223 37 97


02/ şubat.2014

üniversite

selçukiletişim

“Selçuk İletişim Fakültesi, bana, bir iletişim fakültesinin yapacağı katkıdan fazlasını verdi”

Editörden Editörden Değişmek, başkası olmak demek midir?

Milliyet Gazetesi Ankara Haber Müdürü, Gazeteci-Yazar Gökçer Tahincioğlu, mezun olduğu Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne ve basının güncel sorunlarına bakışından bahsetti.

Milliyet Gazetesi Ankara Haber Müdürü Gökçer Tahincioğlu: Gökçen BEKTAŞ - Kübra ABİ

Milliyet Gazetesi Ankara Haber Müdürüsünüz, bu noktaya gelene kadar neler yaptınız? Üniversitede henüz okurken, Konya’da Anadolu Manşet gazetesinde çalışmaya başladım. Ardından Milliyet’te staj ve 3 yıl süren bir “kaşeli” çalışma dönemi oldu. Daha sonra kadroya alındım ve yargı muhabirliği yaptım. İnsan hakları, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi alanlara baktım. Sonra haber müdür yardımcılığı ve bu görevde 3 yıl kadar çalıştıktan sonra da haber müdürü oldum. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunusunuz. Sizin için Selçuk İletişim ne anlam ifade ediyor? Size katkıları oldu mu? Selçuk İletişim bana, bir iletişim fakültesinin yapacağı katkıdan daha fazlasını verdi. Üniversiteyi kazandığımda, yeni kurulmuş bir fakülte vardı ve bir sürü imkânsızlığı bulunuyordu. Ancak o imkânsızlıklar içerisinde en iyisini yapma iradesi de vardı. Örneğin, fakülte yeni açılmıştı ama hemen radyo kurulmuştu. Diğer fakülteler de yoktu. Öğrenciler de fakültenin hangi imkânı varsa bunu kullanmaya hevesliydi. Her öğrencinin radyoda program yapmışlığı vardır o dönem. Selçuk İletişim gazetesi ilk çıktığında herkes el birliğiyle çalışırdı. Haber derslerinde sınıfta gelmeyen olmazdı. Ve o imkânsızlıklar içerisinde, doğru düzgün bir binası olmayan fakülte bize, kat etmemiz gereken yolu, göstermemiz gereken emeği öğretiverdi. “Çok az şeye sahibiz ama çok çalışmalıyız ve elimizdekini iyi değerlendirmeliyiz” duygusunu öğretti. O nedenle, ben Selçuk’u diğer fakültelerden ayrı konumlandırırım, benim için farklıdır. Bu okuldan mezun olduğum için mutluyum. Günümüzde iletişim alanında sert bir rekabet ortamı var. Bu rekabet ortamında, sektörde çalışmak isteyen öğrenciler nasıl bir yol izlemeli? Türkiye’deki akademik eğitimle ilgili genel sorun, üniversitelerin meslek

lisesi gibi algılanması. Öğrenciler, ‘bana mesleği, sektörü öğretecek’ diye bakıyor. Oysa üniversite, meslekle ilgili somut bazı bilgiler, akademik bilgi ile birlikte öğretir. Öğrencilerin bu noktada öncelikle ne yapacağına karar vermesi gerekiyor. Eğitimlerini de ona göre yönlendirmeliler. Yeniliklere açık bir kafa gerekli. İnternet medyasınahâkim olmalılar. Bu mesleği yapmak konusunda kararlı olup da mesleğini yapamayanı görmedim ben. Ama öğrenci donanımlı ve çalışma hayatına hazır olarak mezun olmalı. Bunu yaparken de sadece okuldan bir şeyler beklememeli. Donanım ve gerçekten bir şeyler bilerek işe ne kadar hazır başlarsan, diğer mezunların önünde olursun. “Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?” ve “Beyaz Toros”adlı kitaplarınız var. Bize bu kitaplarınızdan biraz bahseder misiz? Kitap konusunda biraz geç kalmış hissediyorum. “Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler” ilk kitabım. Mesleki olarak bizim “gazeteci kitabı” diyebileceğimiz nitelikte.Türkiye’deki öğrenci hareketleri ve öğrencilere yönelik baskı ve politikaların anlatıldığı bir kitap. Beyaz Toros ise biraz daha öyküsel, bir yanıyla akademik, sözlü tarih anlatımı üzerine kurulmuş bir kitap. Cumhuriyet dönemindeki yargısız infazlar, faili meçhuller ve cezasızlık kavramının 12 ayrı öyküyle aktarıldığı bir çalışma. Cezasızlık politikalarıyla nasıl baş edebileceğimiz derdine düşmüş bir kitap. Gazeteci olmasaydınız yapacağınız meslek ne olurdu? Bunu zaman zaman düşünmedim değil, özellikle de bu mesleğe başladığım ilk yılllarda ama o zaman da yerine koyabileceğim bir şey bulamadım gazetecilik mesleğinin. Şu an için bu konu da çok daha netim. Ben Selçuk Üniversitesi iletişim fakültesini de gazeteci olmak için seçtim. Herhangi bir fakülteyi okumak için değil. Ben gazeteciliğin yerine maalesef başka bir meslek koyamıyorum ve “iyi ki bu mesleği seçmişim, iyi ki gazeteciyim” diyorum.

İletişim fakültelerinin verdiği eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz? Sosyal bilimler alanındaki bütün fakülteler gibi iletişim fakültelerinin de kafasının bir parça karışık olduğunu düşünüyorum. Ülke gerçekleri, sektöre adam yetiştirmeye zorluyor. Fakültelerin de vermek zorunda olduğu akademik eğitim var. O yüzden özellikle meslek eğitimi konusunda daha kararlı ve net olmaları gerektiğini düşünüyorum. Uzmanlık derslerinin son sınıflara yayılması, gerçek anlamda bir müfredata kavuşturulması gibi. Günümüzde iletişim mezunları oldukça fazla ancak baktığımızda sektör içerisinde farklı alandan kişiler iletişim mezunlarına göre daha aktif (hukuk, ekonomi, sosyoloji). Sebebi iletişim mezunlarının eğitim yetersizliği mi? Aslına bakarsanız o çizgi değişti. Eskiden yüzde 40-50 civarıydı gazetelerde yer alan iletişimci sayısı. Şimdilerde neredeyse yüzde 80’i iletişimci. Ama sonuç olarak gazetecilik usta-çırak mesleğidir. Buna rağmen iletişim mezunları öncelikli tercih ediliyor şu an. Ben bu konuda fakültelerin seçici olması gerektiğini düşünüyorum. Yapısal düşünmek lazım. Türkiye’de neden bu kadar iletişim mezunu var ve hangi konumdalar. Bu bölüm gerçekten istenildiği için mi tercih ediliyor? Bunları sormamız lazım. Bana göre, iletişim fakülteleri mülakatla öğrenci almalı. Türkiye’yi Avrupa’ya kıyasladığımızda gazete okuma oranı çok düşük. Size göre sebepleri nedir? “Türkiye’de okuyanın başı beladan kurtulmaz” algısı var. Bu algıyı besleyen bir kültür var. Okumak, sadece bir mesleğe kavuşma aracı olarak görülüyor. Okuma alışkanlığı, kültürü küçüklükten kazandırılmalı. En büyük enformasyon kaynağı olmalarına rağmen gazeteler tercih edilmiyor. İnternetten okumayı tercih ediyor halk. Oysa okuma oranının yüksek olduğu ülkelerde gazete okuma alışkanlığı ilkokuldan itibaren ediniliyor. Gaze-

telerle ilgili sorunun bir diğer sebebi yerel medyanın Türkiye’deki güçsüzlüğü. Bu kültürün dönüştürülmesi gerekiyor. Medya okuryazarlığı dersinin farklı bir biçimde verilmesinin, eleştirel düşüncenin yaygınlaşmasının gazete ve kitap okuma oranını artıracağını düşünüyorum. Gazeteler burada en günahsız taraf bana kalırsa. Sizce internet haberciliği günlük gazeteleri nasıl etkiliyor? Sorun internet haberciliğinin yapılması değil ama günlük gazeteleri olumsuz etkiliyor. Şöyle bir ilişki var. İnternet medyası, sürekli olarak artık kendisinin takip edildiğini, gazetelerin edilmediğini söylüyor. Ancak içerik üretmiyor. İnternet medyasının kadrosu yok. Haber üreterek var olmuyorlar. Gazetelerden, ajanslardan haber alıyorlar. Bunlar olmasa yazacak şey bulamaz durumdalar. Hala Türkiye’de haber üreten iki kaynak var, biri ajanslar diğeri gazeteler. Kopyala yapıştırdan ibaret bir düzen. Telif hakları ile ilgili bir düzenleme çıksa içeriksiz kalacak olan ancak kendisine alternatif medya denilen bir yapıdan söz ediyorum. Ancak şu an atıf bile yapmadan, kaba tabirle emek hırsızlığı yaparak var oluyorlar. Gazetelerin olumsuz etkilendiği durum bu. Gazeteleri olumsuz etkileyen internet medyasının gücü ve yaygınlığı değil. Gazeteler bitmez ama bu anlayışla onlar biter. Basın Türkiye’de ne konumda? Basın özgürlüğünden söz etmek mümkün mü? Türkiye’de insan ne kadar özgürse basın da o kadar özgür. Sermaye-iktidar ilişkileri problemli ve bu problemli yapı basını da etkiliyor. Her dönemde basın, yönlendirilmek istenen, kontrol altında tutulmak istenen bir sektör. Bana kalırsa, devlet kültürümüz, özgürlüklerden yana olmadığı için basın için de problemli bir yapı oluşuyor. Her şey yazılmıyor ama hiçbir şey yazılamıyor mu? Hayır, yazılabiliyor. Çok olumsuz olmaya da gerek yok. Basının mücadele alanlarından birisi de bu zaten. Özgürlükleri kazanmak. Ama mevcut durumda, halk ne kadar özgürse basın da o kadar özgür.

Değişim, doğaya aykırı gelememektir. Hiç istemediğin, hep kaçtığın şeydir. Kaçarken de yakalandığın, yakalandıkça içine hapsolduğun şeydir. Daha sonra değiştirmeye çalıştığın, çalıştıkça yıprandığın durumdur. Değişim, hep olan şeydir. Nedir? Her şeydir belki de… Peki, başkası olmak ne demektir? Başkası olmak, içindeki kötü seslere aykırı gelememektir. Çocuk gibi kendine küsmektir. Gözlerinin kendini görmesini istememektir. Kulağının kendi sesini duymasını istememektir. Başkası olmak, kendinden vazgeçmektir, Kendinin katili olmaktır. Şimdi değişmek başkası olmak mıdır? Değişmeyen tek şey değişim bu tamam da değişince başkası mı oluruz? Değişince hata yapmayan insanlar gibi mi oluruz ya da değişince hata yapan insanlar gibi mi oluruz? Hem değişmemek mümkün değil hem de değişmek insanları korkutur. Sorun değişmek değil de başkası olmaktan korkmak olmalı. İnsan kendi tecrübelerine göre değişirse bu olması gereken en doğal şeydir fakat bir başkası olmak için değişirse işte o zaman kendinin katili olur. Siz mesela hiç başka biri olmak istediniz mi? Keşke onun gibi olsam keşke şunun yerinde olsam vb. cümleler kurdunuz mu? Belki küçükken? Anneniz gibi şefkatli olmak istemişsinizdir, babanız gibi güçlü olmak istemişsinizdir. Bunlar başkası olmak değildir bunlar sizin kişiliğinizi oluşturacak isteklerdir. Tabii hala bu isteklere sahip değilseniz… Değişimin kaçınılmaz bir şey olduğunda hem fikir olduğumuza göre ne yönde değişeceğimiz, değişeceğiniz sizin elinizdeyken bunu iyi yönlere doğru kullanın. Herkes kendisini tanır. Mutsuz musunuz? Muhtelemen ruhunuzda kötü duygular yer alıyordur. Hırsınızın her şeyin önüne geçmesi, egonuzun tüm hayatınızı kaplaması, kendi iradenizle karar verememeniz gibi… Bunlardan kurtulun. Değişim olacaksa bunları azaltın. Hırs dozunda olsun, ego orta seviyelerde olsun. Başkalarından öneriler alın fakat son karar sizin olsun. Bu tarz değişimler sizi daha mutlu edecektir. Değişim herkesi günün birinde bulur. Belki de her gün. Bunu iyi yönde kullanmak sizin ellerinizde. Bunu kullanamazsanız, evet değişmek başkası olmaktır…

Aslı Çetin

Selçuk İletişim Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Adına Sahibi Prof. Dr. Ahmet KALENDER Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Ahmet Yalçın KAYA Yayın Danışmanı Doç. Dr. Caner ARABACI Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Arş. Gör. Emre OLKUN Basım Yılı: Mart-2014 Yayın Türü: Yerel, Süreli Sayı: 142

Adres: S.Ü İletişim Fakültesi Kampüs/Konya Tel: 0332 223 37 07 Faks: 0332 241 01 81 e-mail: selcukiletisim@selcuk.edu.tr Baskı: Selçuk Üniversitesi Basımevi Tel: 0332 223 37 44 Kampüs/Konya

E­di­tör Aslı ÇETİN Editör Yardımcısı Kıvanç UĞUR Sayfa Sorumluları Derya YÜCE M. Samet OKUR M. Turan SAPAZ Kübra ÖZBEN Oğulcan KOÇ Melike İŞDAR Muhabirler Metin KÖSE Faruk MERDAN Gökçen BEKTAŞ Doğan Burak TUNLU Malike ORMANCI Numan BABACAN Alsu ZAYNİTDİNOVA Hari PETRİANTOK Gökhan KARAKURT Yusuf KARAKAŞ Kübra ABİ Görsel Yönetmen Veli ÇETİNKAYA Sayfa Tasarımı Şükrü ZENBEL Mehmet ÖRENBOZ Doğan Can ÇELİK


/03

selçukiletişim

üniversite

Selçuk Üniversitesi Genel Sekreteri Fazilet Uyar:

Rektör Gökbel’den Çalışan Gazeteciler Günü mesajı

“Giysi bankası projesi Türkiye’ye model”

şubat.2014

Selçuk Üniversitesi Öğrencileri Giysi Bankası’nın, toplumsal duyarlılık, sosyal sorumluluk ve yardımlaşma gibi erdemleri çatısı altında toplayacağını söyleyen Uyar, projenin Türkiye’ye bir model teşkil edeceğini vurguladı Kıvanç UĞUR

S

elçuk Üniversitesi Genel Sekreteri Fazilet Uyar, Selçuk Üniversitesi Öğrencileri Giysi Bankası Projesi fikrinin Sağlık Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nazan Aktaş’ın giysi bankalarının gerek yurtiçindeki gerekse de yurtdışındaki örnekleri kendileriyle paylaşmasıyla ortaya çıktığını belirtti. Uyar, “Projenin hayata geçme sürecinde Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Hakkı Gökbel, en başından beri bizi yüreklendirdi ve gönülden destekledi” şeklinde konuştu. Giysi Bankası’nın 20 Kasım 2013 tarihinden beri faaliyette bulunduğunu ifade eden Uyar, Giysi Bankası’ndan faydalanma konusuylada bilgi verdi. “İHTİYAÇ SAHİBİ ÖĞRENCİLER YARARLANABİLİYOR” Giysi Bankası’ndan ihtiyaç sahibi öğrencilerin yararlanabileceğine dikkat çeken Genel Sekreter Uyar, “İlk koşul, öğrencilerimizin üniversitemizin fakülte, yüksekokul veya meslek yüksekokuluna kayıtlı öğrenci olması. Yasal öğrenim süresini aşmamış olması, devamlı öğrenci olması” diye konuştu. İhtiyaç sahibi öğrencilerin ilgili fakülte, yüksekokul, meslek yüksekokulu veya enstitü dekanlık ve müdürlüklerinden alacakları formla Giysi Bankası’na müracaat ettiklerini söyleyen Uyar konuşmasında, “Fakülte dekanları veya yüksekokul müdürleri tarafından tasdik edilen formlara istinaden biz giysi yardımı yapıyoruz” cümlesine yer verdi. Selçuk Üniversitesi’nin 70 binin üzerinde bir öğrenci potansiyeline sa-

S

hip olduğunu hatırlatan Uyar, projenin sürdürülebilirliğinin çok önemli olduğuna ve sürekliliğinin olması gerektiğine de değindi. “HAYIRSEVERLER GÖNÜLDEN DESTEKLEDİ” Giysi Bankası açılmadan önce hayırsever vatandaşları ziyaret ettiklerini dile getiren Uyar, “Kapısını her çaldığımız hayırsever vatandaşımız, bizi gönülden destekledi. Projenin sürdürülebilirliği noktasında hayırseverlerimizin çok kıymetli katkılarına ihtiyacımız var” diye konuştu. Bankayı bir mağaza konseptinde hazırladıklarını ve en ince ayrıntısına kadar her şeyi düşündüklerini ifade eden Uyar, “Gelen ikinci el kıyafetlerle ilgili bir tasnif kurulu oluşturduk. Tasnif kurulu, öncelikle gelen malzemeleri kontrolden geçirdi. Ardından bir yıkama odası ve bir ütü odası oluşturduk. Kıyafetler bu süreçlerden geçerek mağazadaki yerini alıyor. İkinci

el kıyafetler bu şekilde organize edildi. Kullanılmamış kıyafetler ise hayırsever vatandaşlarımızdan geldi. Öğrencilerimiz bizim için çok kıymetli onlar için en iyisini yapmak istiyoruz” sözleriyle yapılan çalışmalar hakkında bilgi verdi. “ÖĞRENCİLERİMİZ OLUMLU DÜŞÜNÜYOR” Giysi Bankası’nın Türkiye’ye ve tüm üniversitelere örnek teşkil edeceğinin altını çizen Uyar, bu konuda hedeflerini yüksek tuttuklarını açıkladı. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Konya Valisi Muammer Erol’un eşlerinin Giysi Bankası’nı ziyaretini de hatırlatan Uyar, bu ziyaretlerin kendileri açısından son derece önemli olduğuna işaret etti. Giysi Bankası Projesi’nde tekstil firmalarının konuya duyarlı yaklaştığını ve destek sağladığını kaydeden Uyar, ekonomik durumu iyi öğrencilerinin desteğinin de önemli olduğunu söyledi. Öğrencilerin proje

hakkında olumlu düşünceleri olduğunu söyleyen Uyar, “Öğrencilerimizin büyük bir sosyal sorumluluk bilinci taşıdığını görüyorum” dedi. Kazaktan pantolona, ceketten paltoya kadar pek çok bağış aldıklarını belirten Uyar, öğrencilerin ihtiyacı olanher malzemeyi bağış olarak kabul ettiklerini ifade etti. “BANKA, HAFTANIN DÖRT GÜNÜ AÇIK” Giysi Bankası’nın Alâeddin Keykubat Kampüsü Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nin alt katında bulunduğunu hatırlatan Uyar, bankanın haftanın dört günü açık olduğunu dile getirdi. Pazartesi ve Çarşamba günleri erkek öğrencilere, Salı ve Perşembe günleri ise kız öğrencilere hizmet vereceğini söyleyen Uyar, bağış yapmak isteyenlerin Giysi Bankası Koordinatörü olarak görevlendirilen Sanat ve Tasarım Fakültesi Öğr. Gör. Emine Esirgenler ile irtibata geçebileceğini belirtti.

Sağlık Hizmetleri’nden uygulama odaklı eğitim Selçuk Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu bünyesinde oluşturulan Simülatörlü Eğitim Merkezi’yle öğrencilerin hastalardan önce simülatör üzerinde eğitim alarak özgüven kazanması amaçlanıyor Kıvanç UĞUR

S

imülatörlü Eğitim Merkezi’yle ilgili bilgi veren Yüksekokul Müdürü Doç. Dr. Birol Özkalp, projenin çıkış noktasının Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kul’un yüksekokul müdürlüğü dönemine dayandığını belirtti. Özkalp şöyle konuştu: “Daha önceden Mustafa Kul hocamız yüksekokulumuzun müdürü idi. Ben o dönemde bölüm başkanıydım. Projenin ortaya çıkışı o döneme dayanıyor. O zaman ilk ve acil yardım bölümünün simülatörlerini aldık.” Projenin ortaya koyulmasının en önemli nedeninin öğrencilerin nitelikli eğitim alması olduğunu vurgulayan Özkalp, “Avrupa Birliği’nde öğrenciler beceri laboratuvarlarına geçmeden hastaya direkt müdahale edemiyorlar. En büyük amacımız öğrencilerin simülatörlerde, maketlerde, mankenlerde eğitimlerini tamamladıktan sonra hasta üzerinde eğitime yönlendirmek böylelikle daha nitelikli insanları toplulumuza kazandırmak” dedi. YÜKSEKOKUL BİR İLKİ GERÇEKLEŞTİRİYOR Yaşlı bakım simülatörünü alan 3’üncü üniversite olduklarını söyleyen Özkalp, meslek yüksekokulu bağlamında ilk üniversite olduklarını kaydetti. Simülatörlü eğitim kapsamında teoriden ziya-

de görsele dayanan bir eğitim vermeyi amaçladıklarını açıklayan Özkalp, projenin çalışma arkadaşlarının ortak fikri olduğuna işaret etti. Her bölüm için ayrı uygulama alanları oluşturduklarını da belirten Özkalp, “Bu çerçevede, Odyometri laboratuvarı ile ameliyathane simülatörleri oluşturduk” diye konuştu. Özkalp, şöyle devam etti: “İnsan değerli bir varlıktır. Empati yaptığımız takdirde bir sağlık görevlisinin iğne yapmayı bizim üzerimizde öğrenmesini istemeyiz. Öğrencilerimiz, hastanedeki uygulamadan önce cansız bedenler üzerinde, mankenler üzerinde bu uygulamayı yapacak.” Özkalp, Simülatörlü Eğitim Merkezi’nden Selçuk Üniversitesinin ilgili tüm birimlerinin yararlanabileceğini de söyledi. “ÖĞRENCİLER DERSE DAHA İLGİLİ” Konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Öğretim Görevlisi Ülkü Saygılı ise şunları söyledi: “Benim uzmanlık alanım iç hastalıkları hemşireliği. Proje, öğrenciler için önemli olduğu kadar, öğretim elemanları için de önemli. Mevcut materyalleri en üst düzeyde kullanmaya çalışıyoruz. Böylelikle öğrenciler uygulama imkanı buldukları için derse çok daha ilgili ve istekli oluyor.” Saygılı, simülatörlü eğitimin öğrenciler için ön

elçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle bir mesaj yayımladı. Basının demokratik düzenin sağlıklı işlemesinde önemli rolü bulunduğunu belirten Gökbel, basın çalışanlarının ilkeli ve tarafsız yayın anlayışından taviz vermeden halka bilgi akışı sağlamada değerli bir görev icra ettiğini dile getirdi. Toplumların gündemini etkileyen ve hatta gündem oluşturan medyanın doğru amaçlar için kullanıldığında faydalı bir araç olacağının altını çizen Gökbel, üstün gayret ve zor şartlar altında görev yapan gazetecilerin onurlu görevlerini duyarlılık ve kararlılıkla yerine getireceklerine olan inancını ifade etti. Gökbel, başarı dileklerini sundu.

Afiş ve Kısa Film Yarışması protokolü Selçuk’ta imzalandı

Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ile Selçuk Üniversitesi, Afiş ve Kısa Film Yarışması protokolü imzaladı. Öğrencilerinin katılabildiği yarışmada, çocuk istismarı, gençlik sorunları ve nefret söylemi gibi konular yer alabilecek. Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü Murat Karakaya, öğrencilerin afiş ve kısa film çalışmalarından iyi eserler çıkmasını beklediğini dile getirerek bu çalışmalardan 2 tanesini yayınlayacakları kamu spotlarında kullanacaklarını ifade etti. Rektörlükteki törene Rektör Prof. Dr. Hakkı Gökbel, İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kalender, Basın Yayın Dairesi Başkanı Ali Güneş, Basın-Yayın Enformasyon Konya İl Müdürü Tuncay Karabulut katıldı.

Selçuk Üniversitesi Bilimsel Dergiler Koordinatörlüğü açıldı

hazırlık niteliğinde olduğunu da sözlerine ekledi. Öğretim Görevlisi Emel Doğan ise, simülatörlü eğitim yoluyla yaşamsal pek çok bulguyu değerlendirebildiklerini ifade ederek, “Tansiyon, nabız gibi bulguları öğrencilerimiz kendileri değerlendiriyorlar. Akciğer bağırsak seslerini maketlerimizden alabiliyoruz” şeklinde konuştu. “TÜRKİYE’YE ÖNCÜ OLMAK İSTİYORUZ” Yrd. Doç. Dr. Mustafa Onur Aladağ ise, Odyometri Bölümü için kulak ölçüm cihazlarının bulunduğu bir laboratuvar yaptıklarını dile getirerek, “Simülatör

merkezimizde odyometri ile ilgili maketler var. Bölümümüz yeni bir bölüm olduğu için biz tecrübelendikçe maketlerin sayısı daha da artacak” diye konuştu. Yüksekokul Müdür Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Fatih Sevgi de, Simülatörlü Eğitim Merkezi’ni gezmek için talepte bulunanlar olduğunu ifade ederek, “Bu anlamda öncü olacağımıza inanıyorum. Önümüzdeki tarihte merkezimizi gezmek için gelen heyetler de olacak. Meslek yüksekokullarında bu şekilde simülatörü eğitim yapılmıyordu. Bununla birlikte bazı tıp fakültelerinde yapılıyordu. Meslek yüksekokulu noktasında öncüyüz” dedi.

S

elçuk Üniversitesi’nde yayınlanan 26 bilimsel dergiye teknik alt yapı ve stratejik destek sağlamanın yanı sıra dergileri tek çatı altında toplayarak bilim insanlarına daha kaliteli hizmet vermek için kurulan Bilimsel Dergiler Koordinatörlüğü, yapılan törenle açıldı. Koordinatörlükle bilimsel dergilerin yayından yapımına kadar karşılaşılan tüm sorunlarının önlenmesi amaçlanıyor. Açılışta konuşan Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, akademik dergiciliğe verdiği önemi vurgulayarak, “Üniversitemiz bünyesinde 26 bilimsel derginin çıkması, öğretim üyelerimizin yayıncılık konusunda ne kadar aktif ve istekli olduklarını gösteriyor” dedi.


04/ şubat.2014

üniversite

Tarih öncesi sanat herşeyiyle Antalya’da

S

elçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zuhal Türktaş, ‘ilkel’ isimli primitif tekstil sergisini sanatseverlere Antalya’da Salih Yön Sanat Evi’nde sundu. Türktaş, M.Ö. 14 binlere uzanan ve höyük kazılarından elde edilen kurganları yalın ve karbonlaşmış haliyle eserlerine yansıttı. Türktaş, eserlerinde hammaddenin renksiz ve doğal oluşuyla üzerinde barındırdığı desen ve motif kompozisyonlarının yalınlığını birleştirerek sanatın insan ruhunu dinlendirme özelliği üzerinde yoğunlaştığını ifade etti. Sanatın, ruhu dinlendirmesi gerektiğine inandığını belirten Türktaş, yoğun hayat temposu içinde insan ruhunun dinlenebilmesinde sanatın önemli olduğunu vurguladı.

Güzel Sanatlar Fakültesinden sergi

S

elçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü 4. Sınıf öğrencileri ‘İç Mimari Proje 7’ dersi kapsamında ‘Ekolojik ve Sürdürülebilir Mekân Tasarımı’ konulu projelerini ve Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü öğrencileri de ‘Temel Tasarım Öğrenci Çalışmaları’ adlı projelerinde ortaya koydukları eserlerini sergiledi. Sergi açılışında konuşan Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan, sanat denildiğinde insanın aklına vizyon, görüş ve ufuk geldiğine işaret etti.

Sigara tüketiminde Avrupa’da 3’üncüyüz

Ö

ncülüğünü Selçuk Üniversitesi’nin yaptığı, Türkiye Aile Hekimliği Uzmanlık Derneği’nin ve Tütün ile Mücadele Çalışma Grubu’nun desteklediği “Tütün Kontrolü ve Tütün Bağımlılığı Tedavisi Toplantısı ve Kursu” Tıp Fakültesi Beyhekim Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Etkinliğin açılış konuşmasını gerçekleştiren Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Kamile Marakoğlu, ülkemizin sigara tüketiminde Avrupa ülkeleri arasında 3. sırada olduğunu, Dünya’da ise 7’nci sırada olduğunu belirtti. S.Ü. Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Yaşar Şen ise, tütün bağımlılığının ve bağlantılı hastalıkların azalmasında toplumun bilinçlenmesi gerektiğini vurguladı.

selçukiletişim

Kampüs arazisine 160 bin fidan Selçuk Üniversitesi Ağaçlandırma ve Peyzaj Birimi Sorumlusu Orman Mühendisi Nail Kaklık, Orman Bölge Müdürlüğü tarafından 2014 yılında kampüs arazisine 160 bin civarında fidan dikileceğini söyledi Kıvanç UĞUR

A

ğaçlandırma ve Peyzaj Birimi’nin faaliyetleri hakkında bilgi veren Kaklık, otsu olarak tanımlanan yer örtücü bitkilerin üretimine ağırlık verdiklerini dile getirdi. Fidanlıkta 224 tür bitkinin bulunduğunu belirten Kaklık, “Bunlar yapraklı, çalılar, çok yıllıklar, yer örtücüler. Seramızda bu türlerin bazılarının üretimini gerçekleştiriyoruz. Ateş dikeni, lavanta, levantin gibi türleri üretiyoruz” şeklinde konuştu. Bitkilerin Konya’daki büyüme süresiyle, Yalova, Ödemiş gibi çiçekçiliğin merkezi olarak nitelendirilen yerlerdeki büyüme süresinin farklı olduğunu kaydeden Kaklık, “Bu sebeple, büyümesi uzun zaman alan bitki türlerini Konya’da üretmek çok mantıklı değil. Bu yüzden yapraklı türlerimizi o bölgelerden alıyoruz. Oradan aldığımız birtakım bitkileri Konya’da büyütüyoruz” sözlerine yer verdi. “ÇEVRE BİLİNCİ ARTIŞ GÖSTERİYOR” Ardıç benzeri ağaçları susuzluğa dayanıklı olması sebebiyle tercih

ettiklerini söyleyen Kaklık, susuzluğa dayanıklı bitki türlerini orman fidanlıklarından alarak büyüttüklerini ifade etti. Ürettikleri fidanları yeni yapılan fakülte, yüksekokul ve sosyal tesislerin bahçelerine diktiklerini açıklayan Kaklık, “Eğitim Fakültesi ayrılmadan önce orada da peyzaj uygulamaları gerçekleştirdik. Rektörlük bahçesinin çevre düzenlemesini de biz gerçekleştiriyoruz” diye konuştu. Öğrencilerde yeşil alanları koruma konusunda gittikçe artan bir bilinç olduğunun altını çizen Kaklık, “Öğrenci toplulukları, zaman zaman fidan dikimi için bizden alan talep ediyor. Biz de elimizden geldiğince alan ve fidan konusunda öğrencilere yardımcı olmaya çalışıyoruz” şeklinde konuştu. “KAMPÜSÜN TOPRAK YAPISI ÇOK KÖTÜ” Kampüs arazilerinin genellikle bölgenin en kötü toprağına sahip olan yerlere kurulduğunu ifade eden Kaklık, “Kampüsün toprak yapısı çok kötü. Yer yer 20-30 santimetre sonra halk arasında kist diye tabir edilen, magma adı verilen, kireç oranı çok yüksek bir

toprağa sahibiz. Eğer arazide bu tabakayı kırmazsak, yaptığımız ağaçlandırma faaliyetlerinde başarılı olamıyoruz. Ağaç kökleri kireçten kaynaklı olarak gelişimini durduruyor. Uzun vadede kurumalar gerçekleşiyor” diye konuştu. Ağaçlandırma çalışmalarında bu tabakayı olabildiğince kırmaya çalıştıklarını belirten Kaklık, “Ağaçları dikeceğimiz çukurları geniş ve derin açıyoruz. Çukurdan çıkan toprak yerine, dikimlerde gübre ve bitkisel toprak karışımı kullanıyoruz. Bu da fidanların büyümesinde, su tutma kapasitesinde ve sonrasındaki gübreleme faaliyetlerinde bize kolaylık sağlıyor. Bunu yaptıktan sonra ağaçların gelişiminde ciddi mesafe kaydettik. Zor bir toprak yapısında ağaç yetiştirmeye çalışıyoruz” ifadelerine yer verdi. “TEMEL İHTİYACIMIZ İNSAN GÜCÜ” Ağaçlandırma ve Peyzaj Birimi’nde 65 personelin görev yaptığını belirten Kaklık, “Temel ihtiyacımız insan gücü. Çünkü ağaçlandırma faaliyetlerinde sürdürülebilirlik önemli. Birimimizde çalışan sayısı çok fazla yeterli değil. Arkadaşlarımız ciddi bir fedakârlık yapıyor. Gelecek yıl-

larda çalışan sayısının artacağı sözünü de aldık. Bunun sonucunda da daha yeşil bir kampüsle karşılaşacağız” diye konuştu. Selçuk Üniversitesinin gerek öğrenci sayısı bakımından gerekse de kampüs arazisi bakımından Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden olduğuna işaret eden Kaklık, arazinin 5’te 3’ünün ağaçlandırıldığını, ağaçlandırma faaliyetlerinin ilerleyen zamanlarda da devam edeceğini vurguladı. Damlama sulama sistemiyle diktikleri fidanların yüzde 98’inin tuttuğunu dile getiren Kaklık, arazide bir milyonun üzerinde fidan bulunduğuna dikkat çekti. Kampüs arazisine 2014 yılı içerisinde Orman Bölge Müdürlüğü tarafından 160 bin dolayında fidan dikileceğini de söyleyen Kaklık, “Orman Bölge Müdürlüğü, bu fidanların bakımını bir yıllık süre için üstlenecek. Bakım işlemini daha sonra Ağaçlandırma ve Peyzaj Birimi yapacak. Böylelikle daha organize çalışılacak” diye konuştu. Kaklık, uyguladıkları geri dönüşüm projesiyle, budama artıklarını dal öğütme makinesinden geçirerek, elde ettikleri artıkları fidan üretiminde kullandıklarını da sözlerine ekledi.

Gençlik merkezinden yıl sonu etkinliği Gökhan KARAKURT

K

ılıçarslan Gençlik Merkezi tarafından düzenlenen Kültür Sanat Etkinliği kapsamında Ebru, Resim ve Fotoğrafçılık kursu öğrencilerininortaya koydukları eserler sergilendi. Etkinlik, enstrüman kursu öğrencilerinin konseriyle devam etti. Etkinliğe Konya Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Abdülmelik Ötegen, Kılıçarslan Gençlik Merkezi MüdürüAlper Oral, Gençlik Meclisi Başkanı Muhammed Emin Şahin, Gençlik Merkezi üyeleri ve çok sayıda davetli katıldı. “GENÇLERİN SANATSAL VE KÜLTÜREL ETKİNLİKLERİNİ DESTEKLEYİP ÖNEMSİYORUZ” Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Abdülmelik Ötegen, “Biz, gençlerimizin her türlü sanatsal ve kültürel etkinliklerini destekliyor ve önemsiyoruz. Gençlik Merkezi, öğrenci arkadaşlarımızı destekleyerek önünü açmaktadır. Sergiyi gezdiğimde gençlerimizin kısa zaman diliminde bu kadar güzel eserler ortaya koyduklarını görmek beni mutlu etti. Bu eserleri ortaya koyan arkadaşlarında başarılarını gördüklerinde mutlu olduklarına inanıyorum” şeklinde konuştu. “ÖĞRENCİLERİMİZİN YAPTIKLARI ESERLER BİZİM İÇİN GURUR KAYNAĞI” Gençlik Merkezi Müdürü Alper Oral, “Yaklaşık 23branşta bin 500 öğrenciye hizmet veriyoruz. Dönemlik yapılan

kurslarımız yaklaşık 3 ay sürüyor. Bu dönem 3’üncü Genç Kart Kültür Sanat Etkinliğimizi gerçekleştirmiş olacağız. Amacımız bunu geleneksel hale getirmek. Öğrenci arkadaşlarımızın 3 ay boyunca yapmış olduğu çalışmaları burada beğeniye sunuyoruz. Ebru, resim ve fotoğrafçılık alanındaki öğrenci arkadaşlarımızın çalışmalarını yine kendi gibi öğrenci olan arkadaşlarının beğenisine sunmak bizim için mutluluk ve gurur kaynağıdır. Amacımız her geçen dönem daha çok öğrenciye ulaşıp hizmet vermektir” diye konuştu. “ÖĞRENCİLER İÇİN BÜYÜK ŞANS” Kılıçarslan Gençlik Merkezi’nde fotoğrafçılık kursuna katılan kursiyer Muharrem Yağız, Gençlik Merkezi’nde 3 dönem

boyunca çeşitli kurslara gittiğini ve bu kursların kendi gelişimine çok büyük katkılar sağladığını aktardı. Dönem sonu etkinliğinde kendi fotoğrafının da sergilendiğini belirten Yağız şöyle konuştu: “Çektiğim fotoğraf ilk defa bir sergide gösteriliyor. Gençlik Merkezi’nin böyle bir akşamda öğrencilerin eserlerine yer vermesi biz öğrenciler için büyük şans. Öğrencilerin kendilerini göstermesini sağlamakla birlikte ileriki dönemlerde yapacağımız işlerde bize büyük cesaret kazandırıyor.” Etkinliğin son bölümünde ünlü kanun sanatçısı ve bestekâr Göksel Baktagir ile ses sanatçısı Eda Karaytuğ sahne aldı. Seyircilerden büyük alkış alan konserin sonrasında sanatçılara Gençlik Merkezi yöneticileri tarafından plakettakdim edildi.

Konya Büyükşehir Belediyesi Kılıçarslan Gençlik Merkezi, dönem sonu Genç Kart Kültür Sanat Etkinliği’nin ikincisini Selçuk Üniversitesi Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdi


üniversite

selçukiletişim

şubat.2014

/05

Today, more than 1300 foreign students are receiving their education at Selcuk University. They come from many different countries – from Europe, Asia, the African continent and even from the Western Hemisphere. All of them have one aim which is to be educated in Turkey. But if you ask these foreign students why they chose Turkey or Selcuk University, you will hear a variety of different answers. We separated the students into 5 types or categories . Find yourself or your friend in one of these types

Alsu ZAYNUTDINOVA

THE HAPPY “TURKISH” TYPE (PHOTO FROM SNATCH) Almost all of the people in this type will tell you that they love Turkey and they would never leave it. It was their own decision to come here and build their independent adult life. They are passionate about Turkish culture and the Turkish language. Sometimes you just can’t distinguish them from local Turkish students, they look, sound, think like Turks. Only their faces disclose their ethnicity. Ask them to sing a Turkish song, and they will ask “Which one? I know billions of songs in Turkish.” Or ask them when The Turkish Republic was founded and they tell you the history of Turkey from the Ottoman Empire until today. Usually they are always surrounded by Turkish people and you never see them alone or speaking in their mother tongue. The Happy “Turkish” student is

the favourite among lecturers, the favourite customer in a shop, and everybody knows his name. He always gets a discount or an higher grades, because he is so charming and well-liked. THE YABANCI (FOREIGNER) TYPE As you may know, the meaning of the Turkish word yabancı is closer to stranger than to foreigner. This type of foreign student is an absolute stranger. He is always antagonistic towards Turkey and everything about it. If you go with him to some market, he will comment on everything like, “Look at this! How can they put this here?” or “This is not as tasty here as it is in my country.” or , “I hate this cheese.” and a million other different, negative comments. If you watch a television program with him, you can hear comments such as, “I hate Turkish television.” or “Why are they showing this?” or “Who wants to watch this? or

even “Where is the information about international issues and why I can’t watch it on TV?” People in this type tend to hang out alone or with other foreigners instead of Turkish people. To see them in the company of Turks is very rare. Generally they are in the preparation year or the first class in University. Almost 60% of all foreign students have experienced this period. If you have ever seen individuals of this type don’t judge them, they just have a difficult time accepting differences in mentality and they are going through a hard period of their life. Just wish them the best and leave them alone. THE “HOME SWEET HOME” TYPE This type is looks like the Yabancı type, but don’t confuse them. They also say in markets, “I hate this cheese.” or “It is better in my country.” but they don’t say it with hate. They just miss their

home. The “Home sweet home” type always talks about his or her home country. Sometimes you wonder if he comes from paradise, because in his county the water is tastier, the air is cleaner, people are friendlier, the grass is greener, and the sky is bluer than in Turkey. His country is not only better than Turkey, it is quite simply the best in the world. THE TURKEY? WHATEVER... TYPE They could be in Uganda, they could be in Russia or in Colombia – they just don’t care where they are. Since they arrived in Turkey, they haven’t compared Turkish guts, food, sights, or people with their own country. They will never tell you what they like or dislike about Turkey, because they don’t have this function. If you ask him what he thinks about Turkey, his answers are invariably “Aha.”, “Yeah”, “I don’t know.”, “Anyway, I have to go.” This type is generally

a student in the final year of university or he came here because his parents wanted it. Maybe they are the happiest type after the “Happy Turkish” student , because they really don’t care about immigrant issues in a foreign country. They just live for today and don’t look back. THE “50/50” TYPE This is probably the most common type of foreign student in Turkey. If you ask them if they like living in Turkey, they will be confused as what to say. They usually answer this question in two different ways. Either they say “I don’t know.” or they give a long speech about Turkey’s advantages or disadvantages. They are generally in the second or third year of their stay in Turkey and still have similar thoughts to the Yabancı type but they are also becoming aware of new thoughts about Turkey’s advantages. Yes, they miss their bread at home , but they have

Turkey?

What do foreign students say about

already loved ayran and can’t imagine eating ciğköfte without it. In Turkey they want to eat their own culture’s cuisine but when they return to their country, they miss döner . Check out how much you learned about foreign student types. We caught 4 students on campus and asked them their thoughts about Turkey. Read their answers and see if you can Type them.

Introduce yourself Name: Dyunel Dzhalalova Age: 21 Faculty of Nurse Country: Russia, the Caucasus, AHISKA, Year: 2

Name: Qori Fitrah Ananda Age: 20 Faculty: Medicine Country: Indonesia Year: 1

Why did you choose Turkey? I don’t know, my God told me to. Why did you choose Selcuk University and your particular department ? I didn’t choose Selcuk, my teacher did. I choose medicine because I want to be a doctor. What do you think about Turkey ? Turkey is a beautiful country. There are a lot of historical places here. This country is good for people who love history. What do most like in Turkey and what do you most dislike? I love the ‘misafir perver’ kind of people. They just comfort me. They helped me to live in this country. Sorry to say this. But I hate Turkish people who love to scream. What are your plans for the future? Are you going to stay in Turkey? Make a big hospital for the poor, and be the best doctor. Can you tell us a little bit about your country? There are a lot words that can describe my country but I think I just need one word - ‘AWESOME’

Name: Dilara Ablyatifova, Age: 21 Faculty of Literature, Department of English Language and Literature, Country: Ukraine, Crimea Year: 3 Because I love Turkey and think that education in Turkey is not bad I did not think about reasons for choosing Selçuk university, because in the past I did not know much about the variety of Turkish Universities, but now I am completely satisfied with my university. I chose my department, because I love to learn new languages, Turkish, then English etc. As I said earlier, I love Turkey. I think it will be very long talk if I start describing everything, so briefly, I like the culture, the food and the people. I dislike--- I don’t know, this is a very difficult question. My future? I want to do many things in the future, but I do not want to talk about this, maybe I am going to stay in Turkey, maybe not. Ukraine, you must know what is happening in our country now, so I think that it is very lovely and good place with nice people. and as one good person said, “The most important problem of Ukraine, that is governed by the people who do not love Ukraine”. I love my country.)

Name : Abubacar Agostinho Age : 22 Faculty of Communication Science Country : Mozambique I chose Turkey for my education career, because it is an Islamic country and it gives good education quality. I was eager to study at Journalism Department and i heard Selcuk University has a good Communication Faculty, so i chose it.

Turkish people are kind, friendly and they are so helpful for us. They are known as “misafirperver” people. Turkey has many historical places. I like Turkish cousine also. Adana kebap is my favourite Turkish dish. I don’t like Turkish who looks at me strangely. After finishing study i will not stay in Turkey. Mozambique is a nice country, calm and not having many society. Moslem people are not dominant there.

I am Muslim and Turkey is an Islamic country. Our religion and language are same as in Turkey I consider the country as my motherland. Since childhood I wanted to be a nurse. It was my dream. In my opinion, nurse is one of the best professions for a woman, and I can’t see myself in any other area but Health. It doesn’t matter what city or what University you are studying in. The important thing is your department and of course, your passion about it. I am not sorry that I came to Turkey. I haven’t felt myself to be a stranger or alienated here. I receive help from everywhere concerning every matter. I haven’t felt alone on any issue. I haven’t any problems getting accustomed to Turkey because as I said above, our religion, language and traditions are same. It is so delightful to hear the Azaan in the streets . I heard it in Turkey for the first time in my life. I love the fact that Turkish people are friendly and ready to give help every time it is needed. I am very thankful to my lecturers for their understanding and they help as much as they can. Here in Turkey people are smiling in the markets and cafes. Unfortunately, here many people are prejudiced against unfamiliar people, a country or even a city. I don’t really understand why they say bad things about other people so much and why they hate some other countries. I stay in a dormitory and I can say that I was faced with this many times there. I want to stay in Turkey because I am Turkish, and I really do love Turkey. I think the education in Turkey is good. I would be happy if my children could see all the beauties in Turkey and be educated here. Since I started my education in Turkey, I can’t visit my country very often and I really don’t know how it is now. But I really miss Russia. I am not able to pass on all the feelings that I experience when I go back home. My eyes fill with tears of happiness when the plane lands in my country. I miss our cuisine, but even more I miss that nobody tries to find out everything about your life and your deals, because people live their own lives. I lived out my childhood, and had the happiest moments of life there and that is why I love and miss my home. But at the same time, I now have another life and the happiest moments of my life are here in Turkey, as a student or just as a young woman, and I would like to stay here and take my last breath here.


06/ şubat.2014

şehir

selçukiletişim

Şehitler Abidesi’ne ziyaretçilerden büyük ilgi

Hızlı tren Konya’yı değiştirdi

K

onya Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan İstiklal Harbi Şehitleri Abidesi, şehrin sembollerinden biri haline geldi. Şehitliği 2008 yılından beri 2 milyon 85 bin 235 kişi ziyaret etti. Konya’nın en fazla ziyaret edilen mekanlarından biri olan İstiklal Harbi Şehitleri Abidesi’ni her yıl hem Konya’dan hem de şehir dışından gelen 100 binlerce kişi ziyaret ediyor. Abideyi, açıldığı 17 Aralık 2008 yılından bu yana ziyaret edenlerin sayısı ise 2 milyon 85 bin 235 kişiye ulaştı. Abide de vatanı uğruna canını feda eden şehitlerin isimlerinin yer aldığı iç avlu, Konya’nın İstiklal Savaşı dönemindeki sosyal yapısını ve yaşam tarzını anlatan müze, tarihteki 16 Türk devletinin bayraklarının yer aldığı uzun havuzlu yol ve Gaziler Ofisi yer alıyor.

'Gerçeği farket hayallerini terketme'

K

onya Barosu, Mevlana Kalkınma Ajansı ve Karatay İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, ‘Gerçeği Farket Hayallerini Terketme’ isimli sosyal sorumluluk projesini hayata geçirdi. ‘Gerçeği Farket Hayallerini Terk Etme’ projesi kapsamında öğrencilerde farkındalık oluşturmak için bir tiyatro oyunu sergilendi. İlçe Milli Eğitim Müdürü Ali Ergun, gençlerin lise çağında suç işlemeye eğilimli olduğunu söyledi. Baro başkanı Fevzi Kayacan projenin 400 öğrenciyi kapsadığını, suça itilmiş çocuklara meslek kazandıracaklarını belirtti.

‘Sağlıklı Yaşamda Sır Bitkiler’ konulu konferans

K

onya Büyükşehir Belediyesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi ve Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi tarafından organize edilen şehir konferanslarına, Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu konuk oldu. Konferansta ‘Sağlıklı Yaşamda Sır Bitkiler’ konusunu anlatan Saraçoğlu, Türkiye’de modernleşme adına beslenme kültürünün değiştiğini, hastalıkların da çığ gibi büyümeye başladığını belirtti. Saraçoğlu, Anadolu topraklarında artık eski sebze ve meyvelerin bulunamadığını, dünyada hayır işlemek isteyenlerin tohumları çoğaltması gerektiğini dile getirdi. Saraçoğlu, “İnsanın yaratılmış bu alemde değiştiremeyeceği, oynamamanız gereken konular var. Bunlardan bir tanesi de tohumdur, ” dedi.

Yüksek Hızlı Tren hattının açılmasından sonra Konya’da turizmin ve ekonominin geliştiğini belirten Konya Gar Müdürü Yalçın Tekkalmaz, hızlı trenden önce Mevlana’ya gelen turist sayısının yıllık 20 bin olduğunu, hızlı trenden sonra ise bu sayının 40 bine çıktığını söyledi

Mine KOCABAŞ

Y

üksek Hızlı Trenin hizmete açılmasıyla birlikte ilk olarak İstasyon Caddesi’nin değişime uğradığını belirten Yalçın Tekkalmaz, “Hızlı tren olmadan önce İstasyon Caddesi’nde hiçbir şey yoktu. Şimdi ise gardan çıkıp karşı caddeye girdiğinizde cadde boyunca mağazalar, kafeteryalar ve lokantalar var. Eğer bir fotoğraf çekilseydi -hızlı tren olmadan önce ve olduktan sonrası diye- aradaki farkı o zaman anlardınız. Hızlı tren Konya’yı büyük oranda değiştirdi” diye konuştu. Önceden bu kafeteryaların, mağazaların ve lokantaların olmadığını belirten Tekkalmaz, akşam saat 5’ten 6’dan sonra sokakta kimsenin kalmadığını ama şimdi ise hızlı tren çalıştığı sürece caddelerin hareketli olduğunu ifade etti. “YOLCU PORTFÖYÜ DEĞİŞTİ” Yüksek hızlı tren açılışından sonra yolcu profilinin yüzde yüz değiştiğini belirten Tekkalmaz, “Önceden işi olmayan,

zaman sıkıntısı olmayan, bir de maddi durumu çok iyi olmayan insanlar kullanıyordu treni. Hızlı tren geldikten sonra ise başta öğrenciler olmak üzere, siyasiler, esnaflar, iş adamları yani gelir seviyesi biraz daha yüksek olan ve zaman sıkıntısı olanlar yüksek hızlı treni kullanmaya başladılar” dedi. Ankara ve Eskişehir’den Konya’ya yolcu sayısının neredeyse iki kat arttığını ifade eden Yalçın Tekkalmaz, kurumların, akademisyenlerin, üniversitelerin, Konya’daki otellerde sürekli konferanslar, paneller düzenlediğini ve manevi gezilerin, iş gezilerinin her geçen gün arttığını, bu artışın da yüksek hızlı trenle paralel olduğunun altını çizdi. “YENİ GAR BUĞDAY PAZARINA YAPILACAK” Üniversiteye garın uzak olduğunu ve bu yüzden üniversite öğrencilerinin yüksek hızlı trene pek rağbet göstermediğini belirten Tekkalmaz, “Biz belediyeye bunu anlatamıyoruz. Otobüs seferleri istedik. Belediye tramvay olan yere oto-

büs seferi koymam diyor. En sonunda git gel Genel Müdürlüğün rızasıyla 3 sefer koydurabildik. O da pek faydalı olmuyor. Sadece pazartesi günleri kampüsten gara otobüs var” dedi. Bu yüzden garın ulaşımının zor olması ve kapasitesinin yeterli olmaması sebebiyle yeni bir gar yapılacağını belirten Yalçın Tekkalmaz, “Buğday pazarına yapılacak olan bu gara otobüslerle ulaşım kolay. Belediye diyor ki, “Ben yeni hızlı tren garının oraya tramvay getireceğim.” Projelere göre tramvaya biniyorsunuz, indiğinizde trene biniyorsunuz. Bu gar gelecekte öğrenciler içinde çok kolaylık sağlayacak” dedi. Yeni gar yapıldıktan sonra 2 garın da kullanılacağını belirten Tekkalmaz, trenin eski gardan kalkacağını 4 kilometre gittikten sonra yeni açılacak gardan yolcu alacağını söyledi. Yapıma henüz başlanmadığını belirten Tekkalmaz, ihalelerin tamamlanmasıyla en kısa sürede yapımına başlanacağını ve bu trenin de en kısa süre içerisinde insanların hizmetine sunulacağını dile getirdi.

“HIZLI TREN BAKIM MALİYETİ YÜKSEK” Hızlı tren bakım istasyonunun Ankara’da olduğunu ve trenlere günlük bakım yapıldığını ifade eden Yalçın Tekkalmaz, “Bir gün önceden program yapılır. Ertesi gün sefere çıkacak trenler hazırlanır. Programa verilir. Çalışmayan trenler bakımda olur. Hattın bakımı ise gece yapılır. Çünkü gece tren seferi yok. Yol bakım elemanları gece çalışırlar” dedi. Hızlı tren bakım maliyetinin yüksek olduğunu belirten Tekkalmaz, hızlı trenlerin İspanya’dan geldiğini bu yüzden bakımlarını da İspanyol bir şirketin yaptığını söyledi. İspanyol şirketin ise bakım ve onarımı abartılı rakamlarla yaptığını belirten Yalçın Tekkalmaz, Türkiye’deki mühendislerin bu işi öğrendiklerinde maliyetin çok ucuzlayacağını vurguladı. Hızlı trenin yakıt maliyetinin çok düşük olduğunu belirten Tekkalmaz, “Normal mazot yakan bir tren tek seferde 2 bin lira yakıt yakıyor. Hızlı trenin yakıtı ise 500 lira civarı. Yani dörtte bir düzeyinde yakıt maliyeti var” dedi.

TEDES, can kayıplarını önlemeyi amaçlıyor Son yıllarda artan trafik kazalarının önüne geçilebilmesi için İçişleri Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü Trafik Elektronik Denetleme Sistemi’yle can kayıplarının önüne geçilmesi planlanıyor Kübra ÖZBEN

T

ürkiye’de ilk olarak Konya genelinde faaliyete geçen Trafik Elektronik Denetleme Sistemi (TEDES), karayolu kullanıcıların can ve mal güvenliğini sağlamak, düzenli ve güvenli trafik akışı oluşturmak, trafik kural ihlalinde bulunan veya suça karışan araçları tespit etmek amacıyla kuruldu. Kurulan bu sistemle birlikte ölümlü ve yaralanmalı kazaların önüne geçilmesi hedefleniyor. TEDES’in ölümlü ve yaralanmalı kazaların yoğun bir şekilde meydana geldiği yerlerde kurulduğunu belirten Trafik Denetleme Şube Müdürü Muzaffer Bıyık, sistemin Yeni İstanbul, Beyşehir Çevre Yolu, Adana Çevre Yolu caddeleri üzerinde 5 farklı noktada 10 hız koridoru şeklinde kurulduğunu söyledi. Konya’da 2012 yılında 5 bin 652 ölümlü ve yaralanmalı trafik kazası meydana geldiğini, bu kazalarda 131 kişinin hayatını kaybettiğini ve 9 bin 462 kişinin de yaralandığını belirten Muzaffer Bıyık, bu oranların önüne geçilebilmek için TEDES’in kurulduğunu ifade etti. “TEDES’İN KULLANIMIYLA KAZALAR AZALDI” TEDES kurulmadan önce yüzde 90 hız kural ihlali yapılırken şu anda hız kural ihlalinin yüzde birlere gerilediğinin

altını çizen Bıyık, yaralanmalı ve ölümlü kazalarda 2 ay gibi kısa bir sürede büyük oranda azalma gözlendiğini dile getirdi. Sistemin gerçek anlamda faydasının 2013 yılı sonunda alınan veriler doğrultusunda, 2012 yılı ile karşılaştırılarak net bir şekilde ortaya konulacağını belirten Bıyık, kurulan TEDES’in amacının ceza yazmak olmadığını sadece meydana gelen kazaların oranlarının azaltılması olduğunu vurguladı. Sürücülerin hızlı araç kullanarak gidecekleri yere daha çabuk vardığını şeklinde düşünceleri olduğunu söyleyen Muzaffer Bıyık, “Şehir içerisinde mesafelerin kısa olduğu ve herhangi bir olası kazada görecekleri zararlar düşünüldüğünde hız yapmanın çok akılcı olmadığı anlaşılmaktadır. TEDES’in kurulduğu yerlerde otomobiller için hız sınırı 70 km/saniyedir, sürücülerin bu mesafeyi 100 km/saniye ile gittiklerinde kazanç olarak düşündükleri zaman sadece 3 dakikadır. Bu fark trafik kazası meydana geldiğinde oluşması muhtemel can, mal ve zaman kayıplarının yanında dikkate alınacak bir kazanım değildir” dedi. “SİSTEM 5 FARKLI NOKTADA FAALİYET GÖSTERİYOR” Konya’da 5 farklı noktada kurulan TEDES’in çalışma şeklini de anlatan Muzaffer Bıyık, “Sistem giriş ve çıkış noktalarına yerleştirilen kameralar aracılığıyla

sağlanıyor. Koridorlardan geçiş yapan araçların fotoğraflarını çekerek, girişte ve çıkışta alınan zaman ve plaka kayıtları, Hız=Yol/Zaman formülüne göre hesaplanıyor. Araç sorgulaması yapılıyor ve aracın cinsi ile hız limitine göre cezai işlem uygulanıyor. Her hız koridoru için hız kurallarına uyularak terk edilmesi için gereken azami zaman dilimi saniye cinsinden belirlenmiş durumda bu zaman dilimi altında koridoru terk eden araca, cinsine göre cezai işlem uygulanmaktadır” diye konuştu. Aşırı hızın sürücü davranışlarını ve görme yeteneğini olumsuz

etkilediğinin altını çizen Muzaffer Bıyık, “Hız artışı, sürücünün çevresindeki bilgileri toplama sürecinde ayırt etme ve tanımlama için gerekli süreyi yok etmektedir. Bu durum deneyimli deneyimsiz tüm sürücüleri etkilediği için hız, temel kaza nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaza sonrası ifadelerine başvurulan sürücüler, ‘aniden oldu’, ‘birden bire önüme çıktı’, ‘fark etmedim’, ‘göremedim’ gibi sözler sarf etmektedir. TBu söylemlerin nedeni, hızdan dolayı tehlikenin normalden geç algılanması ya da hiç algılanamamasıdır” dedi.


şehir

selçukiletişim

şubat.2014

Konya’da unutulmaya yüz tutmuş meslekler

Teknolojinin ve endüstrinin gelişmesi, geçmişte hayatımızı kolaylaştıran meslekleri zamanla bir bir bitiriyor. Bu meslekler son ustalarıyla birlikte kaybolup gidiyor. Konya’da radyo-televizyon tamirciliği, bakırcılık, saraçlık, kalaycılık, kaşıkçılık mesleğiyle uğraşan ustalar, “Bizden sonra bu mesleği devam ettirecek kimse yok” dedi

Mehmet ÖRENBOZ

H

asan Altınışık, 40 yıl önce başladığı televizyon tamirciliğine teknolojiye inat devam ediyor. Meslekte yarım asra yaklaşan Altınışık, “Artık eskiye rağbet kalmadı. İnsanlar yeni ürün almak için can atıyor” dedi. 1960’lı yıllardan itibaren hayatımızda önemli bir yere sahip olan televizyon evlerimize girmeye başladıkça yeni iş sahalarını da beraberinde getirdi. Televizyonların yaygınlaşmaya başlamasından itibaren televizyon tamirciliği de önemli mesleklerden biri haline geldi. Meslekte 40 yılı geride bırakan Hasan Altınışık, mesleğinin son örneklerinden. Mesleğe 1973’te başladığını belirten Altınışık, ilk olarak ustasının yanında çırak olarak televizyon tamir etmeye başladığını, ardından da 1980 yılında kendi dükkânını açtığını dile getirdi. Çıraklık dönemlerinde zorluklar yaşadığını ifade eden Altınışık, “Şimdi çıraklık kalmadı. Herkes okumaya yöneldi. Eskisi gibi olmasa da tek tük çıraklar geliyor, eğitim sisteminde herkes okumak zorunda. Bizim mesleğimizi devam ettirebilmemiz için çırağa ihtiyacımız var, çırak da gelmiyor” dedi. Televizyon ve radyo tamirciliğinin yanında artık elektronik cihaz tamiri de yaptığını söyleyen Altınışık, “Şu anda elektronik tamirciliği yapıyorum. Artık işlerim yavaşladığı için uydu montaj ve tamir işine yöneldim. Radyo tamiri de artık kalmadı. Radyo artık cep telefonlarında bile var, bozulduğu zaman yenisi hemen alınıyor. Radyolar da ucuzladı.

Tamir için sadece antika radyoları getiriyorlar. Artık eskisi gibi tamir işi kalmadı. Bu da olumsuz etkileyen diğer bir neden ” diye konuştu. “TEKNOLOJİ BİRÇOK MESLEĞİ BİTİRDİ” Son dönemlerde yeniye rağbetin arttığını belirten Hasan Altınışık, teknolojinin gelişmesiyle sadece kendilerinin değil esnafın da sıkıntıları olduğunu vurguladı. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi eskiye önem verilmediğinin altını çizen Altınışık, “Artık insanlar evdeki televizyon bozulsun hemen yenisini alalım diye bekliyorlar. Bizim Çin’le yarış yapmamız gerekiyor. Şayet yarışamazsak işimiz biter. Ülke olarak üretmeye yönelmeliyiz. Kullanmayı seviyoruz fakat üretmeyi sevmiyoruz. Ülke olarak Çin’le rekabet edebilecek düzen oluşturmalıyız. Halkımızın yeniye rağbeti olduğu için kendi teknolojimizi üretmemiz gerekiyor” dedi. “TELEVİZYON ESKİDEN KIYMETLİYDİ” Usta olabilmek için 8 ila 10 yılını harcadığını belirten radyo ve televizyon tamircisi Hasan Altınışık, “1980 yılında işyerimi ilk açtığımda tam manasıyla yetişmemiştim, dükkânı

Tahta kaşık sanatı Konya’da Selçuklular döneminden bu yana sürdürülen tahta kaşık sanatı artık bitiyor. Eskiden yemeklerde kullanılan tahta kaşıklar da teknolojiye yenildi. Demir ve plastik kaşıkların yaygınlaşmasıyla birlikte tahta kaşıklara olan ilgi azaldı. 45 senedir torna tezgâhında ahşaba biçim veren 52 yaşındaki Ali Işıkçeviren, teknolojinin emeğe gösterilen rağbeti azalttığını ve birçok meslek dalının gelişimini olumsuz etkilediğini belirtti. Üç kuşaktır kaşık ustalığı yapan bir aileye mensup olduğunu belirten Ali Işıkçeviren, kaşık ustalığının sona ermek

açtıktan sonra yapa yapa kendimi yetiştirdim” diye konuştu. Radyo ve televizyon tamirciliğinin kendinde bir hastalık olduğunu sözlerine ekleyen Hasan Altınışık, işlerinin azalmasına rağmen başka bir mesleğe yönelmediğini ama bu meslekten de artık geçimini sağlayamadığını söyledi. Geçimini sağlamak için süt sattığını da ifade eden Hasan Altınışık, “Ben emekliyim, aynı zamanda süt satıyorum. Geçim çok zor, artık bu dükkândan geçim sağlanamaz. Eskiden kalfa çırak çoktu. Şimdi çoğu bu işi bıraktı başka işlere yöneldi. Artık yeni dükkân açılmıyor aksine kapanıyor” diye konuştu. İşyerini ilk açtığı dönemlerde 1978 yılı yapımı bir televizyonun kendisine geldiğini söyleyen Altınışık, “Gelen televizyon sandık biçimindeydi. Televizyonu tamir edebilmek için 3 usta bir araya gelip, ancak yapabildik. Şimdi böyle bir şey kalmadı. Eskisini at yenisini al dönemi var” dedi. Eskiden, yılbaşı yaklaştığı dönemlerde sabahlara kadar çalıştıklarını ifade eden Hasan Altınışık, “İnsanlar eskiden bir televizyonu alabilmek için ne kadar büyük zorluklar çekerlerdi. O zamanlar televizyonun kıymeti bilinirdi, şimdi televizyonun maalesef kıymeti bilinmiyor” dedi.

üzere olduğunu ve mesleğe çırak bulunamadığını söyledi. Devletin ve yetkililerin kendilerini desteklemediğini belirten Işıkçeviren, plastiğin ve cnc torna tezgâhlarının seri üretimi artırmasıyla insanların kaliteli olmasa da ucuz mala rağbet gösterdiğini ve bu durumun kendileri açısından sorun teşkil ettiğini belirtti. Işık çeviren insanların artık daha pratik ve ucuz ürünlerden yana olduğunu dile getirdi. Dükkanlarının kendilerinin olduğunu ve kira vermedikleri için geçimlerini sağlayabildiklerini belirten Işıkçeviren, “Mesleğimiz öldü de ağlayanı yok. Bundan sonra unutulmaya yüz tutacak bu çok kötü bir durum” dedi.

“VATANDAŞIN İSTEDİĞİ ŞEKİLDE ÇALIŞIYORUM” Bakırcılık mesleğinin bitme noktasına gelmesinin sebeplerinden biri olarak, ustaların kendilerini günümüz şartlarına göre eğitememesi olduğunu söyleyen Kemal Aslan, “Maalesef Anadolu’nun birçok yerinde ve Konya’da ustalar kendini yetiştiremiyor. Hal böyle olunca da meslek bitiyor. Biraz da sanatkâr kendini yetiştiremediği için meslek bitiyor” dedi. Bugüne kadar vatandaşın istediğini yaparak ayakta kaldığını vurgulayan Aslan, “Şimdi vatandaş ibrik isterlerse ibrik yapıyorum, kazan isterlerse kazan yapıyorum, işleme isterlerse işleme yapıyorum. Yani vatandaşın istediği şekilde çalışabildiğim için devam ediyorum” dedi. “SADECE NEY ÜFLEMEKLE OLMUYOR” Bitme noktasına gelmiş mesleklerin devamı açısından, Konya kültürünü yansıtan bütün sanatkârlara sahip çıkılması gerektiğini belirten Aslan, bu mesleklerin ihtiyaçları karşılanırsa yeni nesillere özendirilerek devamlılığının sağlanabileceğini ifade etti. Bunun için resmi kurumlara başvurduğunu belirten Aslan, “Valilik hariç, Konya’da

Bakırcılık İnsanların gündelik hayatlarının birçok alanında kullandıkları eşyaların yapımında kullanılan bakır, günümüz şartlarına göre yerini alüminyuma, demire, plastiğe bıraktı. Konya’da son bakırcı olan Kemal Aslan mesleğini severek yaptığını ama kendisinden sonra bu mesleği devam ettirecek kimse olmadığını belirtti. Aslan, “Eskiden bakırın her evde, her alanda kullanım alanı vardı. Her restoranda, lokantada, işyerinde kullanılıyordu. Maalesef, bugün artık eskideki yaygın kullanım alanından hayli uzaklaştı. Bakır artık süsleme, dekoratif amaçlı kullanılmaya başlandı. Haliyle bakırın kullanım alanının azalması bu

bulunan bütün resmi kurumlara, esnaf ve sanatkârlar adına başvurdum. Konya kültürünü oluşturan sanatkârların bir sokakta toplanmasını ve bu sokağın restore edilmesini istedim. Sanatkârların göz önünde olabileceği, hatırlanabileceği bir yer olması gerekiyor. Benim bu fikri dile getirmediğim yer kalmadı. Bundan sonra eğer bir şey yapılacaksa bunu sadece bakırcı olarak düşünmemek gerekir. Bunu kültür olarak düşünmeliyiz” dedi. Konya’nın kültürünün sadece bir ney üflemekten ibaret olmadığını belirten Aslan, “Şimdi Konya’ya gelen birisinin Kule Site’nin önünde durup da “Bu binayı nasıl yapmışlar?” dedirtme şansın yok. Lüks aramaya gelen kişi Roma’ya gider Viyana’ya gider. Buraya gelen kişi Anadolu’nun öz kültürünü görmeye geliyor. Ama yetkililer bazı şeyleri göremiyor” dedi. “ÇIRAK BULMAKTA ZORLUK ÇEKMİYORUZ, BULAMIYORUZ” Mesleğin devamlılığı açısından çırak yetiştirmenin çok önemli olduğunu belirten Kemal Aslan, “Biz bu mesleklere çırak bulmakta zorluk çekmiyoruz, bulamıyoruz. Kendi çocuğum gelmiyor ki, dışarıdan bir çırak gelsin. Şimdi ben öğrendim ne oldum. Sana öğretsem ne olacak. Acı ama gerçek olan bu. Mesleğin geleceği yok” dedi. Konya ve ilçelerinde usta, kalfa ve çırak olarak toplam 15 bakırcının olduğunu ancak mesleği bıraktıklarını ifade eden Aslan, bakırcılık mesleğini şu an Konya’da sadece kendisinin devam ettirdiğini söyledi.

mesleği de olumsuz yönden bir hayli etkiliyor” dedi. Mecburi kullanım alanından çıktığı için ister istemez piyasasının oldukça daraldığını ifade eden Aslan, yeni teknolojiyle birlikte bakırın yerini alüminyumun, plastiğin ve demirin aldığını söyledi.

/07


08/ şubat.2014

portre

selçukiletişim

Türk dilinin ve kültürünün çınarı:

Saim Sakaoğlu

Saim Sakaoğlu, ömrünü Türk Diline, Türk Kültürüne adayan bir öğretim üyesi, eğitimci ve yazar. Türk Edebiyatına sayısız eser kazandıran Sakaoğlu adına birçok kitap ve tez de yazıldı. Saim Sakaoğlu’nun 75’inci yaşında hayatından ve edebiyat hayatından önemli kesitler sunduk Derya YÜCE

S

aim Sakaoğlu’nun elli beşi yayımlanmış, basılmamış olanlarla birlikte 60’ın üzerinde kitabı bulunuyor. Sakaoğlu’nun ayrıca, gazete, dergi yazıları, kendi hakkında basılan kitaplar, kişiliği ve mesleği üzerine yazılan tezler bulunuyor. Sakaoğlu, mesleğini bir ömür boyu sürdüren bir kültür adamı olarak biliniyor. Sakaoğlu’na Türkçe’ye, Türk kültürüne ömrünü harcayan çınar demek daha doğru olur. Türkçe’ye karşı hassasiyet zayıflaması onu üzse de yetişen nesiller onun dil varlığı ile bağımsızlık arasında kurduğu bağ anlaşılmak zorundadır. Sakaoğlu’nu bozkırların ortasında bir asırlık çınar olarak çocukluluğundan, okul hayatına, emekliliğinden miras bırakacağı eserlere kadar kendi dilinden, kaleminden tanımak istedik. Bu bizim için aynı zaman da vefa borcu idi. Sayın Hocam, sizin Konyalı olduğunuzu biliyoruz. Bize, Konya’da geçirdiğiniz çocukluk ve gençlik yıllarınızdan söz eder misiniz? 1939 yılında Konya’nın Fahrünnisa Mahallesi, Çaybaşı Caddesi üzerindeki evimizde doğdum. 28 Şubat asıl doğum günüm olmakla birlikte nüfusa kayıt tarihim 20 Mart 1939’dur. Günümüzde caddemiz yeni düzenlemelere göre oluşturulan Çaybaşı Mahallesi’ne bağlandı; caddemizin adı yine Çaybaşı’dır. Babam, hattat ve hafız Mehmet Sakaoğlu, annem Zeliha Sakaoğlu’dur. Hasan Sakaoğlu (1923) ve Hayriye Karpuzoğlu’nun (1927-1959) kardeşleriyim. İlkokula, o yılların en yeni üç okulundan biri olanHâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda başladım. (1946-1951) Ortaokulu ise Anadolu’nun en eski liselerinden biri olan Konya Lisesi’nin orta kısmında okudum. (1951-1955) Lise öğrenimimi ise aynı okulun ikinci kademesinde tamamladım.(1955-1959) İlkokulda 1’den 5’e kadar hep aynı öğretmende okudum. Öğretmenimin ismi Zekiye İzgi idi. İşin ilgi çekici yanı ise ortaokuldaki

müzik öğretmenimiz Şadiye Akın da onun kardeşi idi. Beş yılda da tekli eğitimimiz vardı. Sakin yaratılışlı bir öğrenci olduğum söylenirdi. Öyleyimdir de... Sınıfın çalışkanlarından olduğumu söylersem övünmüş gibi olmayacak değil mi? Dikdörtgen prizma şeklinde olan tahta çantalarımız vardı. Biz Konyalılar ona çente derdik. Çentelerimizi koçlar gibi tokuşturmak en büyük keyfimizdi. Tükenmez kalem adını verdiğimiz, günün birinde nasıl olsa tükenecek olan kalem de o yıllarda yaygınlaşmaya başlamıştı. Üniversite hayatınızdan da söz eder misiniz? Üniversite hayatımın ilgi çekici bir hikâyesi var, hem de uzunca... Ona hatıralarım arasında yer verdim. Size özet bilgi vereyim. Liseyi, 1959 Haziran ayında, 82 kişilik tek 6 Edebiyat şubesinden mezun olan 16 öğrenci arasında üçüncü olarak bitirdim. Birinci ve ikinci olmam mümkün değildi, çünkü Latif Çakıcı ile Beril Ersoy arasında korkunç bir yarışma vardı. Üçüncülük bile birincilik kadar yüksek not ortalaması getirmişti. O yıllarda bazı fakültelere sınavsız kayıt yaptırılıyordu. Bizim sınıfın eylül dâhil mezun olanlarının büyük bir bölümü Ankara ve İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültelerine kayıt yaptırdılar. Ankara’yı bilmiyorum ama ben İstanbul Hukuk Fakültesi’ne, kayıtların son günü İzmir’den gelerek, 1 Ekim 1959 Cuma günü kaydoldum. Ne yazık ki, derslerimi çok yakından takip etmeme, çok çalışmama karşın bu okula ısınamadım. Şubat’tan sonra okula gitmemeye başladım. Niyetim ertesi yıl Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolmak idi. Bu arada “27 Mayıs” diye bilenen olaylar da patlak vermişti. Neyse, Eylül 1960’ta, yine sınavsız olarak istediğim bölüme kaydoldum. Başarılı bir öğrenci olarak okulumu bitirdim. Ancak, bitirme tezimi yöneten hocam, ünlü dil bilgini Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat’ın uzun süren hastalığı ve sonunda vefat etmesi okulu bitirmemi geciktirdi. (26 Şubat 1965) Ayrıca, varlığını bu bölümün

öğrencisi olduğum aylarda öğrendiğim Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun sınavını da kazanarak Mart 1961’den itibaren Millî Eğitim Bakanlığı adına okumaya başladım. Kültür, sanat ve edebiyat açısından çok zengin bir öğrencilik dönemi yaşadım. Yaşıtlarımın aksine sporla pek ilgilenmedim. Arkadaş sohbetlerindeki spor dedikoduları bana yetiyordu. Sınıf arkadaşım Harun Tolasa (Prof. Dr. 1938-31 Ocak 1983) ile daha öğrencilik yıllarımızda asistan olmayı kararlaştırmıştık ve gerçekleştirdik. Çünkü öğrencilik yıllarımız çok çalışmakla geçmişti. Sırada galiba öğreticilik hayatınız var. Bu çok uzun bir dönem... Özet olarak meslek hayatınızı dinleyebilir miyim? Haklısınız, 1964 yılında başlayıp 2011 yılında noktalanan bir öğreticilik hayatı elbette uzun bir zaman dilimimizi alacaktır; kısa notlarla yeni yetişen meslektaşlarıma aktarmak isterim. Çifte diplomamı aldıktan sonra, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’nde kura sonucu ilk görev yerim olan Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’ni çektim. 1965 yılıydı. Burada 1 Nisan günü başlayan edebiyat öğretmenliğim 1967 Eylül’ünün sonuna kadar sürdü. 27 Eylül 1967 tarihinde Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde göreve başladım. Önce asistan (19671971), sonra sırasıyla asistan doktor (1971-1977), doçent doktor (19771988) unvanlarını aldım. 1988 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne profesör olarak atandım. İki dönem Eğitim Fakültesi Dekanlığı görevinde bulundum (1988-1994). 1994’ten sonra bölümüme döndüm ve emekli oluncaya kadar bölüm başkanlığını da yürüttükten sonra, resmî doğum tarihim olan 20 Mart 2006’da yaş haddinden emekli oldum. Ama arada başka öğretmenliklerim de vardır. Tokat’ta iken yeni açılan Ticaret Lisesi’nin edebiyat derslerine girdim. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılınca ilk yıl alanımla ilgili derslere girdim. Sonraki yıllarda da iki yaz döneminde derslere devam ettim. Erzurum’da iken de Yabanca Diller Yüksek Okulu’nda Türkçe Kompozisyon, Tıp Fakültesinde Türk Dili, Hemşirelik okulunda da Türk Dili ve Edebiyatı derslerini okuttum. Konya’ya geldikten sonra ise Konservatuvarda Diksiyon, dekanlığım süresince kendi bölümümün dışında Müzik ve Beden Eğitimi Bölümlerinde Halk Bilimi derslerine girdim. Bir arada kendi fakültemin Sosyoloji Bölümü’nde Halk Bilim derslerini verdim. Emekli olduktan sonra ise Eğitim Fakültesi’nde haftada 3-5 saatlik derslerim oldu. Yeni açıldığı yılda KTO Karatay Üniversitesinin 3 bölümüne Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdim. Geldiğim yıldan emekli oluncaya kadar da Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora derslerine girdim. Üç yıl önce ise şehrimizdeki bir askerî okulda alanımla ilgili dersleri okuttum. Türk edebiyatı son yıllarda önemli gelişmeler kaydetti. En azından bizim de Nobel’i olan bir yazarımız var. Artık Avrupa’da da bir Türk romanı var. Bu konularda neler söylemek istersiniz? Edebiyatın gelişmesi güçlü yazar ve şairlere bağlı olduğu kadar duyuruya da yani reklama da ihtiyaç duyar. İki yıl kadar oluyor, Konyamızda ilan tahtalarında bir romancının eseri tanıtılıyordu. Bu olağanüstü bir durumdu. İyi yazarın reklama ihtiyacı yok diyemeyiz, mutlaka onların da eserleri hakkında tanıtıcı yazılar kaleme alınmalıdır. Gazetelerin kitap eklerinde bir yabancı eserin reklamı verilirken dünyanın ünlü dergi, gazete ve eklerindeki görüşlerin aktarılması da bunun sonucudur. Evet, Avrupa bizi tanıyor da niçin tanıyor? Kara gözümüz, selvi boyumuz için mi tanıyor? Derim ki, ciddi bir eleştirmenler topluluğu oturup bu şöhretli yazarlarımızın eserlerini bir okusalar. Acaba eserlerinin konusuna mı, üslubuna mı, işleme tarzına mı, neyine göre olumlu veya olumsuz puan veriyorlar?


portre

selçukiletişim

Sakaoğlu, “Türkçemizin kurallarını nasıl öğreteceğiz ki? Tekrar ediyorum, dilimizin geleceğini hiç de iyi görmüyorum. Yakın bir gelecekte kullanacağımız kelimelerin oranı gittikçe aşağı düşecektir. Markalardan vazgeçtik, seçme hakkı bize ait olan iş yeri adlarını bile inadına yabancı kökenli kelimelerden seçmek Türkçemize karşı savaş açmak değil de nedir?”

Türk dili alanındaki çalışmalarınızı da biliyoruz. Son olarak geçen yıl “Konya Ağzı Üzerine Araştırmalar” adlı bir eseriniz yayımlandı. Türkçemizin geleceği için neler söylemek istersiniz? Vallahi bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki... Bunları sıraya koymak bile insanı yoruyor. Bir kere açıkça şunu söylemek istiyorum. Adam diyor ki: “Türkçe de ne imiş, ben malımı pazarlamaya bakarım. İş yerime de istediğim adı koyarım. Sana mı danışacağım?” Bu sözlerin benzerini on yıl kadar önce benim ÜNTV’deki canlı yayınıma bağlanan bir hemşerimiz söylemişti. İşte sözün bittiği yer burası... Ben dilimizin 17, 18 ve 19’uncu yüzyıllarda nasıl boğulma aşamasını geldiğini biliyorum. Şimdi ise Türkçemizi İngilizce boğmaya çalışıyor. Bizler de “İngilizce Muhipleri” olarak onlara çanak tutuyoruz. Artık ok yaydan çıkmıştır, Türkçemizi 1960’lı yıllara bile döndürecek hâlimiz kalmadı. Ben yıllardan beri bu konularda yazılar yazıyor, bildiriler sunuyorum. Son olarak Nisan 2013’te, İstanbul’daki bir bildirimde konuyu dile getirdim. 2014’ün başında yayımlanacak olan bir dergimizin özel sayısında bu konulara değindim. Galiba bunlar da benim son çırpınışlarım oluyor. Dile giren yabancı kelimelerden tutunuz da cep telefonunuza veya bilgisayarınıza gönderilen iletilerin diline bir bakınız. Koca koca insanların gönderdikleri iletilerin diline, üslubuna, yazımına bir göz atınız. Dile saygı kalmamış. Rusya Federasyonu Başkanı V. Putin, okulu için kendisinden bir mektupla bilgisayar isteyen bir öğrencinin, ‘Rus diline karşı gerekli özeni göstermediği’ için notunu düşürtüp cezalandırır. Acaba bizde de böyle bir yöntem uygulanabilir mi? Asla. Trafiğin en basit kurallarını uygulatamadığımız insana Türkçemizin kurallarını nasıl öğreteceğiz ki? Tekrar ediyorum,

dilimizin geleceğini hiç de iyi görmüyorum. Yakın bir gelecekte kullanacağımız kelimelerin oranı gittikçe aşağı düşecektir. Markalardan vazgeçtik, seçme hakkı bize ait olan iş yeri adlarını bile inadına yabancı kökenli kelimelerden seçmek Türkçemize karşı savaş açmak değil de nedir? Bu konuları bir zamanlar çokça dile getirmiş, yazılar yazmış, konferanslar vermiştim. Şu anda elimdeki bayrağın rengi, ne acıdır ki beyazdır. Olmazsa olmazımız olan Türkçemize karşı zafer kazananları kutluyorum. Gitsinler, cafelerindehappy hourlarında wedding partyler düzenleyip ‘Oh myGod’ demeye devam etsinler. Vesselam! Konya’da dün olduğu gibi bugün de kendi çapında bir edebiyat hayatı var. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Konya’mızda gelişen bir edebiyat hayatı olduğu bir gerçek... Şairler, hikâye ve roman yazarları, denemeciler ve daha başkaları... Elbette bunlara Konya dergiciliği konusunu da eklememiz gerekir. Son yıllarda romancılığı öne çıkan, birkaç romanıyla dikkatimizi çeken bir yazarımız var: Duran Çetin. Ayrıca bir bölümü Konya’nın mistik havasından alınan ilhamla yazılan romanlar da görülüyor. Başlı başına aşk konusunu ele alan romancılarımız da vardır. Eskiden daha çok şiir kitabı yayımlanırdı. Günümüzde, ben mi göremiyorum, yoksa gerçekten sayı mı azaldı, pek şiir kitabı yayımlanmıyor. Bir durumu açıklamakta yarar vardır. Bundan 60-70 yıl öncesinin Konya’sında edebî hayat daha canlı idi. Gazetelerimizde Konyalı yazarlarımızınkiler dâhil roman tefrikaları yer alırdı. İnanmayacaksınız, Konya’da çevriler romanlar bile gazetelerimizde okuyucularıyla buluşuyordu. Şimdi ise boyalı fotoğraflardan edebî yazılara pek de yer kalmıyor. Zaman zaman sayıları değişen kültür ekleri de

Sakaoğlunun Türk Edebiyatına kazandırdığı eserlerden bazıları

olmasa bu hayatı sadece kitap ve dergilere hapsetmiş olacağız. Neyse ki, ilgili fakültelerimizde öğretim elemanları unvan yükseltmesi için edebiyat dünyasına ‘araştırıcı’ olarak katılmaktadırlar. Aslında Konya’da yaşayan yazar ve şairler arasında esere yönelik ödüllü yarışmaların düzenlenmesini hem sayıyı hem de kaliteyi artıracaktır görüşündeyim. ‘Mektup’ artık pek önemsenmeyen, sadece belirli kurumların bilgilendirme işlemlerinde kullandıkları eski bir haberleşme aracıdır. Ama biliyoruz ki bu kavramın sizin dünyanızda ayrı bir yeri var. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Ben mektup yazmayı çok severdim, şimdi de seviyorum ama sevgimin boyutu biraz değişti. Anlatayım. Gençlik yıllarımda küçük dayımın büyük oğlu Ayhan ile mektuplaşırdık. Yaşıtım olan Ayhan babasının görev yerleri olan Adana ve Mersin’de yaşıyordu. İşi o kadar ileri götürmüştük ki artık gün gün yazmıyor, mektupları uzatıyorduk. Bazen üç beş mektup kâğıdının yapıştırıldığı da oluyordu. Ayhan’ın gönderdiği bir metrelik mektubu hâlâ saklarım. On yıllarca yazdığım mektuplarım için de, resmî evrak kayıt defteri gibi, gönderilen ve gelen mektuplar için notlar düzenledim ki bu notlar zaman zaman benim imdadıma yetişmişti. Derken, 1991 yılında aklıma nereden geldiyse geldi, dostlarımın hepsine birer bilgilendirme mektubu göndermeye başladım. O yılların elektronik daktilosuyla, arkalı önlü birer sayfa olarak başlayan mektubum yılına göre 16, bazen de 20 sayfaya kadar ulaştı. Son 4 yılın 3’ünde ise (2009, 2010, 2011) mektuplarımı zarflı, pullu olarak değil de, çağa uygun olarak elektronik ortamda göndermeye başladım.

şubat.2014

/09


10/ şubat.2014

araştırma - inceleme

selçukiletişim

‘Otağ ve kımız’ kültürü İzmir’de yaşatılıyor

İ

Enes BALOĞLU

zmir’in Kemalpaşa İlçesinde yer alan Alaş Kazak Vadisi Kımız Çiftliği’nin kurucusu Şirzat Doğru, Türk kültürü için kımız ve otağın çok önemli olduğunu dile getirdi. Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesiyle Türkiye’ye göç ettiklerini belirten Doğru, Türkiye’de karşılaştığı hoşgörüden dolayı unutulmaya yüz tutan otağ ve kımız kültürünü yaşatma kararını verdiğini ifade etti. Otağ ve kımız kültürünü yaşatmak için Kemalpaşa’da 300 dönümlük bir vadi satın aldığını söyleyen Doğru, burada kımız çiftliğini kurduğunu dile getirdi. Otağı yaparken her şeyi aslına uygun olarak tasarladıklarını bildiren Doğru, otağ için yerin çok önemli olduğunu belirtti. Doğu Türkistan’dan Aman Abzalbek adında bir ressam getirdiklerini dile getiren Doğru, 6,5 ay içerisinde otağın içinin çizildiğini ve boyandığını belirtti. Kısa zamanda otağı hazırlayıp kurduklarını dile getiren Doğru, sıranın ata içeceği olan kımızın üretilmesine geldiğini belirtti. Kımız üreterek Türk insanına bir hizmeti sunduğu söyleyen Doğru, Türkiye’de Orta Asya Türk kültürünü yaşatacağını vurguladı. Doğru, bu hayalini gerçekleştirdiği için çok mutlu olduğunu sözlerine ekledi. ‘‘OTAĞSIZ MEKÂN YOK MEKÂNSIZ VATAN YOK’’ Alaş Kazak Vadisi Kımız Çiftliği Müdürü Gülnar Fazılhan, otağ ve kımız olmadan Orta Asya Türklerinin yaşayamayacağını dile getirdi. Göçebe yaşayan Orta Asya Türklerinde otağın taşınmasının kolay olduğunu ifade eden Fazılhan, otağın at yelesinden yapıldığını belirtti. At yelesinin su geçirmediğini bu yüzden çürümediğini söyleyen Fazılhan, otağ çok sağlam ve sağlıklı olduğunu

söyledi. Fazılhan, otağı zelzelenin yıkamadığını ateşin yakamadığını ve fırtınanın uçuramadığını vurguladı. Otağısız mekân olmadığını belirten Fazılhan, mekânsız vatan olmayacağını dile getirdi. Otağın keçe ile kaplağını belirten Fazılhan, otağın sağ tarafı üretim bölgesi, sol tarafının ise yatak odası olduğunu söyledi. ‘‘KIMIZ ÖZÜMÜZDE VAR’’ Fazılhan, kımızın kısrak sütünün mayalanmış hali olduğunu söyledi. Türkiye’de İslamiyet’in yanlış anlaşıldığını, kımızın alkollü bir içeçek olmadığını belirten Fazılhan, kımızın Türk geleneklerinde ve özünde var olduğunu belirtti. Gülnar Fazılhan, kısrakların senede 4 ay sağıldığını ve bu ayların mayıs, haziran, temmuz, ağustos olduğunu ve kısrak değerli oldukça da sağlıklı olduğunu dile getirdi. TÜRKİYE’DE İLK VE TEK Türkiye’de bir benzeri bulunmayan Nif Dağı’nın eteklerinde kurulu olan çiftliğin Türkiye ve Avrupa ülkelerinden ziyaretçi akınına uğradığını belirten Fazılhan, çiftliğin Türkiye için önemli olduğunu ifade etti. Çiftliğin ziyaretçileri arasında birçok önemli devlet adamlarının bulunduğunu ve yurtdışından ziyaretçilerinin olduğunu söyleyen Fazılhan, çiftliğin Türkiye’nin tanınmasına katkısının büyük olduğunu, çiftliğe gelen ziyaretçilere kımız ikramı yaptıklarını, otağda her hafta bir Türk devletinin geleneksel yemeklerini ziyaretçilerine sunduklarını dile getirdi. KIMIZ TARİHTE DE ÖNEMLİ YER TUTUYOR Dr. Mustafa Aksoy, ‘Türklerde At Kültürü ve Kımız’ isimli makalesinde ise şu bilgilere yer veriyor: Bir içecek olarak “kımız” Türk tarihinde ayrı bir

Tarihten bu yana önemini korumuş fakat bilinirliliği kaybolmuş bir ata içeceği olan kımız, İzmir’e bağlı Kemalpaşa İlçesinde Orta Asya’dan göç eden Kazak Türkleri tarafından yaşatılmaya devam ediliyor

öneme sahiptir. Kımızın kimyasal yapısı hakkında ilk bilimsel bilgi, Rus ordusunda görev yapan İskoçyalı Dr. C. Griw’in 1784 yılında yazdığı rapor olmuştur. Fakat bu rapordan önce, Tatar Türklerinin yaşadığı bölgeye 1253 yılında seyahat eden Fransız W. Rubrikas kımızın yapılışı, tadı ve insan sağlığı üzerindeki tesirleri hakkında bilgiler vermişti. Bu bilgilerden önce de, Herodotos İskitlerden bahsederken onların dişi atların sütünden içecek elde ettiklerini belirtir. Toganaa göre de İskitler kımız içerler. Okladnikov’da Paleolitik-Neolitik kültür devrinde Sakalar’ın ilkbaharda “at doğurganlığı” şenliği yaptıklarını ve bu şenlikte kımız içtiklerini belirtir. Kaşgarlı Mahmut da, “kısrak sütü tulumda bekletilir, ekşitilir, sonra içilir” derken eserinin diğer ciltlerinde de kımızın yapılışı ve tadı hakkında bilgiler verir. Dede Korkut Destanı’nda da Dirse Han’ın hanımı şöyle konuşur: “Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdır. İç Oğuzun, Dış Oğuzun beylerinin üstüne yığınak et. Aç görsen doyur, yalıncak görsen donat. Borçluyu borcundan kurtar. Tepe gibi et yığ. Göl gibi kımız sağdır. Ulu toy eyle, hacet dile! Ola ki bir ağzı dualının bereketiyle Tanrı bize bir erdemli çocuk verir” Ebulgazi Bahadır Han ise Oğuz Han’ın yurduna varıp, onun ziyafet vermesinden bahsederken, “Tokkuz ming koy (koyun) ve tokkuz yüz yılkı (at) öltürtdi bulgarıdan toksan tokkuz havz kıldurup tokkuzıga arak (içki) tohsanıga kımız tolturtdı” der. Yukarıda da görüldüğü üzere Müslüman Türkler arasında da eskiden beri at eti yenildiği ve kımız içildiği açıkça belirtilmektedir. Aynı zamanda da Manas Destanı’nda da Han Kögütey, kendi halkına şu sözlerle seslenmektedir: “Benim gözlerim yumulduğu zaman, vücudumu kımızla yıkayın.”

EN ÖNEMLİ HAYVANSAL MAYALANMIŞ İÇİCEK Doç. Dr. Engin Çetin’in ‘Divanü Lügati’t-Türk’teki Yiyecek İçecek Adları ve Bu Adların Türkiye Türkçesindeki Görünümleri’ isimli makalesinde ise kımızın farklı isimlerine yer veriliyor. Bunlar; kımız “kımız”; qimiz “koumiss (=kımız)”; qïmïz “kumıs (=kımız)”; “fermented mare’s milk, koumiss (=mayalanmış kısrak sütü, kımız)”. Kımız “Kısrak sütünün mayalanmasıyla yapılan az alkollü, ekşi, eski bir Türk içkisi” kımız sözcüğü Anadolu’da farklı anlamlarda da kullanılıyor. Doç. Dr. Sami Kılıç ve Doç. Dr. Ali Albayrak’ın ‘İslamiyet’ten Önce Türklerde Yiyecek ve İçecekler’ isimli makalesinde şu bilgilere yer verilmekte: Eski Türklerde en önemli hayvansal içecek mayalanmış kımız idi. Kımız, kalorisi yüksek olduğu için bir öğün yerine geçtiği gibi gün boyunca içildiğine de rastlanmaktaydı. Moğollarda kımız içme işi, askerlik eğitimiyle sıkı bağlantısı olan bir tören şeklinde icra edilirdi. Genel kabul gününde beylere ve halka hanın ikram ve merhamet sofrası kurulurdu. Sakiler ve kadeh tutanlar sofra takımlarını ve kadehleri getirirlerdi. Hanın işaretiyle bir saray odacısı kımızı töresi ile hana sunardı. O da insanların topluluk halinde yaşamalarının temeli olan bu arı ve temiz içecekten biraz içip devletin en ileri gelenine verirdi. O da kadehin tamamını bitirirdi. Beyler ve komutanların içecek içme merasimi bittikten sonra askerler ayakta içmeye başlarlardı. Bu sıra geleneklere göre hep böyle devam etmiştir. Kımız içme işi sırasında yanlışlık yapan asker ceza olarak kapının yanına bırakılırdı. Sakiler ve kadeh tutan tüm kişiler sırada yalnış yapan bu askerlere ceza verirlerdi ve bu, ölüm cezası dışında aklınıza gelebilecek her türlü ceza olabilirdi. Cezanın bitimindeyse sıra devam ederdi.


medya

selçukiletişim

şubat.2014

/11

Sosyal medyada iletiyi beğenmek veya alıntılamak suç unsuru mu? M. Samet OKUR Yerli diziler yersiz uzun

Y

azımın başlığı geçtiğimiz yıllarda yönetmen ve oyuncular tarafından yapılan eylemlerin sloganı olmuştu. Bu duruma ilişkin RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun, uzun zaman önce dizi süreleri konusunda çalışma başlattıklarını belirtmişti. Ancak geçen zamana rağmen Türkiye’de dizi sürelerinde yönetmen ve oyuncuların lehine bir gelişme olmadı. Dizi süreleri hep aynı kalırken, yönetmen ve oyuncularda tabiri caizse işin ceremesini çekmeye devam ettiler. Ancak devam eden bu durum sanırım artık dayanılmaz bir hâl aldı ki, oyuncular tepkilerini sadece sokakta ve sözleri ile göstermekten vazgeçtiler. Bir döneme damgasını vuran Ezel dizisinden sonra Karadayı’da başrolü üstlenen Kenan İmirzalıoğlu, verdiği bir demeçte dizi sürelerinin uzunluğu ve setlerdeki ağır çalışma koşulları düzenlenene kadar hiçbir dizide oynamayacağını ve dizi süreleri 60 dakikaya inene kadar sinema üzerine yoğunlaşacağını belirtiyor. Bu tepki sadece İmirzalıoğlu tarafından değil, “Çalgı Çengi” filmiyle ve “İşler güçler” dizisiyle geniş kitleleri etkileyen oyuncu Murat Cemcir tarafından da ifade ediliyor. Cemcir, Türkiye’de endüstriyel sinema algısını değişmeden ve dizilerin yayın süresi kısalmadan, çekilecek her dizinin Türkiye’de edebiyata ve dizi sektörüne ağır kayıplar verdirmeye devam edeceğini belirtiyor. Dizilerin uzun olması meselesi denilince akla gelen paralel bir mesele de reyting oranları ve reklam kaygısı oluyor. Reyting ve reklam kaygısı nedeniyle Türkiye’de diziler ortalama bir buçuk saat süreyle yayınlanıyor. Tabii, dünya geneline bakıldığında uzun süreli diziler var. Fakat genel anlamda, Batı ülkelerinde yapımcılar süreye 20-60 dakika arası bir sınırlama getiriyor. Ayrıca Batı’da izleyiciye sunulan diziler ile Türkiye’deki diziler arasında sunum noktasında da büyük farklar var. Batı’da yapımcı şirket, seyirciye mekânsal farklılıkları öyle şahane sunuyor ki, izlediğiniz bölüm hiç bitmesin istiyorsunuz. Bu duruma ilişkin olarak başarılı yapım şirketi HBO tarafından yapılan ve başyapıt olarak belirtebileceğimiz Game Of Thrones gösterilebilir. Bizim yapımcılarımız 120 metre karelik bir alanda standart dekor ve anlatımlarla süreyi doldurmaya çalışırken, Game Of Thrones’un yapımcıları sadece tek bir bölümü üç kıtada çekiyorlar. Bununla da yetinmeyip senede sadece on bölüm yayınlıyorlar. Türkiye için reyting ve reklam konusunda ilginç bir tespittir; Radikal Gazetesi’nden Tayfun Atay geçenlerde kaleme aldığı bir yazıda Kanal D’nin başarılı dizisi Yalan Dünya’nın reklam gerçeğini ele almıştı. Atay, “Yalan Dünya’nın reyting sıralamasındaki yerinde başka bir dizi olsa muhtemelen yayından kalkma riski bulunabilir. Ama işte dizi hâlâ ayakta ve kâr, zarar açısından da ‘artı’da ve bunda kaç insanın değil hangi insanın diziyi izlediği belirleyici” demişti. Bu tespitte olduğu gibi eğer dizileri kaç kişinin izlediğinden çok izleyicinin niteliği önemli hale gelirse batı dizilerindeki kaliteyi yakalayabiliriz. Böylece uzun süreli diziler ve sınırlı ve can sıkıcı yapımlar yerine daha kaliteli, hem oyuncu, hem yönetmen hem de reklam ve reyting kaygısı güdenlerin tatmin olacağı herkesi tatmin edecek bir yapı oluşabilir ve oyuncular bu sıkıntıları atlatabilir. Böylelikle Türkiye’de daha kaliteli yapımlar ortaya çıkabilir diye düşünüyorum.

Alternatif medyaya yeni bir mecra: Vivahiba Gazetecilikte yeni bir eğilim olan “Yurttaş Gazeteciliği” “Vivahiba.com” ile yepyeni bir mecraya kavuştu. Gazeteci olmayan insanlara da gazetecilik yapma fırsatı tanıyan Vivahiba, hem WEB üzerinden hem de mobil aygıtlar üzerinden çalışıyor. Yeni bir gelişmeyi, tanık olduğunuz bir olayı kısacası haber olduğunu düşündüğünüz her şeyi kendi kaleminizden çıkan size özgü cümle ve görsellerle Vivahiba üzerinden paylaşabiliyorsunuz. “Kendi haberinizi kendiniz yapın!” sloganıyla yola çıkan site, “Haydi yurttaş gazeteciler Vivahiba ile gazeteciliğin aşınan mesleki temellerini onarmaya başlayalım, gazeteciliğe anlam, değer katalım. ” çağrısı yapıyor.

Milyonlarca insanın günlük hayatının bir parçası haline gelen sosyal ortamlarda, suç oranlarının günden güne arttığına dikkat çeken Avukat Harun Sabancı, yasa ve yönetmeliklerin bu konu da oldukça yetersiz olması nedeniyle birçok hukuki sorunun bu sebepten oluştuğunu dile getirdi M. Samet OKUR

S

osyal medyanın hayatımızın her anında etkisini gösterdiğini ve sosyal medyanınbir yaşam tarzı haline geldiğini ifade eden Avukat Harun Sabancı, insanların hayatlarının önemli bir kısmını bu alanda geçirdiğini, bir kısım ihtiyaçlarını giderdiğini, sosyalleştiğini, siyasi tartışmalara girdiğini belirtti. Sosyal medyanın bu boyutu yanında birtakım hukuki problemlerde getirdiğinisöyleyen Avukat Harun Sabancı, insanların sosyal medya üzerinden birçok suçun faili olabileceğini aktardı. Harun Sabancı, “Hakaret, tehdit, suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve isyana teşvik gibi suçlar, sosyal medya aracılığı ile işlenebilmektedir. Doğrudan bu suçları işleyenlerin suçun tespiti halinde cezalandırılmaları gerekmektedir. Ancak Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde yer alan paylaşımları “retweet eden, beğenen” kişilerin bu suçun faili olup olamayacakları sorunu gerek içtihatlarda gerekse doktrinde henüz netleştirilememiş. Burada çok ince bir çizgi bulunmaktadır. Zira suç içeren her retweeti aynı suç kapsamına alırsak insanların düşünce özgürlüğüne doğrudan müdahale etmiş hale gelebiliriz. Suç oluşturan paylaşımları retweet, favorilere ekleme veya beğenmeyi suç kapsamından tamamen çıkarırsak bu yolla yapılan hakaretlerin, tehditlerin önü açılmış hale gelmektedir” dedi. 5651 SAYILI KANUN BİLİŞİM SUÇLARINDA KILAVUZ Bilişim suçlarında dikkate alınması gereken unsurun 5651 sayılı kanun olduğunu söyleyen Avukat Harun Sabancı, ”Burada kılavuz olarak alınması gereken mevzuat, kanaatimce 5651 sayılı yasanın 4. maddesinin 2. fıkrasıdır. Bu maddeye göre, içerik sağlayıcı, başkasına ait bir içerikten dolayı sorumlu değildir. Burada içerik

sağlayıcıyı, paylaşımda bulunan olarak yorumlayabiliriz. Bu fıkranın bir sonraki cümlesinde içerik sağlayıcının sonuç biçiminde konusu suç oluşturan içeriği benimsediği anlaşılıyorsa, genel hükümlere göre sorumlu olacağı hükmüne varılmıştır” dedi. Sabancı, ayrıca, “Kılavuz olarak alacağımız maddeye göre suç oluşturan bir paylaşımı retweet eden, favorilere ekleyen veya beğenen kişinin sunuş şekli ve önceki paylaşımları değerlendirme yapılırken mutlak suretle dikkate alınmalıdır, paylaşımda bulunmaktaki durumu dikkatlice irdelenmelidir. Sadece bu şekilde sağlıklı bir yargılama süreci geçirilir ve kişinin yaptığı paylaşımın suç olup olmayacağı, genel hukuk ilkelerinin ve normların somut olay ile birlikte irdelenmesiyle hükme bağlanabilir” dedi. SOSYAL MEDYA İLE İLGİLİ DÜZENLEME YOK Sosyal medya ile ilgili hukuki düzenlemenin olmadığını belirten Harun Sabancı,“Siber suçlarla mücadele çalışması var, sosyal medyayla ilgili düzenleme yok. Sokakta nasıl bir insan öldürmenin cezası varsa, sosyal medyada da işlenen suçun cezası olmalıdır. Suç her yerde suçtur. Suç işlendiği sabitse sokakta veya internet ortamında olması fark etmez.Siber suçlarla mücadele çalışması var. Sosyal medyanın özgürlük alanı olarak alabildiğince faaliyet göstermesine hiçbir şekilde karşı çıkmak, engellemek doğru bir şey değildir. Ama ne gerçekte ne de sanal dünyada insanları mağdur edecek faaliyetleri yapma serbestisi de olamaz.Siber suçlarla mücadele etmek için uluslararası işbirliği şart. İnterneti temiz bir şekilde kullanmak için kampanya başlatılmalı” şeklinde konuştu.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü D

Gökçen BEKTAŞ

ünyada tek bir güne sığdırılıp sadece o gün için önemsenen, aslında her zaman değerli günlerden biri olan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Ortaya çıkması sevinçle kutlanacak bir olay değil esasen. 1800’lü yıllarda Amerika’nın New York şehrinde 40 bin dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Polisin işçilere müdahalesi ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine yaklaşık 10 bini kişi katıldı. Bu olaydan sonra

Birleşmiş Milletler Kurulu’nun onayı ile 8 Mart günü kadınlara armağan edildi. Dünyada çeşitli ülkelerde her yıl 8 Mart gününde emekçi kadınlar anılıyor. Türkiye’de 8 Mart Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve sonraki yıllarda daha yaygın kutlandı. Türkiye Kadınlar Birliği’nin yaptığı etkinlikte ise her yıl farklı bir yerde kutlamalar gerçekleşti; 8 Mart 1997’de Mudanya, 1998 Konya, 1999 Trabzon, 2000 Fethiye, 2003 İstanbul, 2004 Erzurum, 2005 Kıbrıs, 2006 Eskişehir, 2007 Bolu, 2008 Eskişehir, 2009 Karşıyaka, 2011 Kahramanmaraş, 2012 Iğdır ve 2013 Tekirdağ.

Maalesef dünyada hep sömürülen bir cinsiyet olan kadın, ne yazık ki ezilmişliğin bir diğer adıdır. (A.K. teknisyen) Elim, ayağım. Biyolojik olarak çoğalma sebebim (C.Y. uzman çavuş) Alışveriş, kapris, trip. (D.A. öğrenci) En başta hayattır. Her zaman en kıymetlidir. (S.S. öğrenci) Evin ana temelidir, annedir. (Ş.B. terzi) Değer verilecek en güzel varlık, güvenilecek en doğru kişi. (S.Ş. emekli) Kadın, kadındır. (B.G. muhasebeci) Kendini düşündüğün gibi onu da düşünmen gereken varlık. (Ü.A. işçi) Kadın hayatımızın yarısını hatta en önemli değerleri ifade eden,gerektiğinde ağlatan gerektiğinde mutlu eden ve insanı hayata bağlayandır. (H.D. aşçı)


12/ şubat.2014

müzik

selçukiletişim

55. Latin Grammy müzik ödülleri sahiplerini buldu

Şarkıcı Candan Tezel: “Daha çok ben varım...’’

A

BD’de bu yıl 55’incisi verilen Grammy müzik ödülleri, Los Angeles’ta düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Orijinal adı “Gramafon Ödülleri”nden geldiği için kısaca “Grammy” olarak anılan Grammy Ödülleri gecesinde, 4 kategoride ve toplam 82 dalda ödül verildi. Los Angeles’ta bulunan ünlü Staples Center’da düzenlenen törende, gecenin sunuculuğunu LL Cool J yaptı. Geceye ‘’We Are Young” şarkısıyla ‘Yılın Şarkısı’ ve ‘En İyi Yeni Sanatçı’ unvanlarını kazanan FUN ile ‘Yılın Kaydı’ ve ‘En iyi düet grup performansı’ unvanlarını kazanan Gotye damga vurdu. Ayrıca hayatını kaybeden Lou Reed ve Everly Brothers ikilisinden Phil Everly de unutulmayarak şarkılarla anıldılar.

Beyonce 5.albümü albümüileile Beyonce 5. listeleri listeleriyeniden yenidensalladı salladı

5. albümünü tanıtımsız çıkaran Beyonce, yeni albümüyle rekor üstüne rekor kırıyor. R&B yıldızı son albümüyle, Amerika’daki müzik listelerinde, üst üste 5. kez bir numaraya yerleşen ilk kadın şarkıcı oldu. Beyonce, kendi adını taşıyan albümüyle müzik platformu Itunes’de de bir rekora imza attı. Albüm, yayınlanmasından henüz bir bir hafta bile geçmeden, 800 bini aşkın Itunes üzerinden indirildi. Daha önce bu rekor ‘Red ‘albümüyle ilk haftasında 1,2 milyon kez indirilen Taylor Swift’e aitti. Beyonce’nin, albüm öncesinde hiçbir tanıtım yapmadan bu başarıyı elde ettiğine dikkat çekiliyor.Albümde Jay-Z, JustinTimberlake, Frank Ocean, Drake, Pharrell Williams, Timbaland eşlik ediyor.

İ

Bon Jovi “Because We Can” turnesiyle satış rekoru kırdı

B

on Jovi, yılın en çok konser bileti satan grubu oldu. Grubun, “Because We Can” adlı turnesindeki bilet satışı 259,5 milyon dolara ulaştı. 1983 yılında New Jersey’de kurulan grup, 10 Şubat’ta Washington’da başlayıp 17 Aralık’ta Avustralya’da sona eren “Because We Can” adlı turnesiyle rekor kırdı. 188,6 milyon dolar bilet satışıyla Beyonce yer alıyor. 3. sırada Pink bulunurken 4. ve 5. sırada ise Justin Bieber ve Bruce Springsteen yer aldı. Listeyi Taylor Swift, Elton John, Rihanna, Depeche Mode ve Rolling Stones gibi isimler tamamladı. Yılın en büyük 20 dünya turnesinin toplam geliri 2,43 milyar dolara ulaştı. Bilet satışlarının, bir önceki yıla oranla yüzde 24 oranında arttığı belirlendi.

110 grubuyla başarılı işler yapan Candan Tezel, müzik hayatına ‘Hikâyeler’ adlı ilk solo albümü ile devam ediyor

Malike ORMANCI

smini Taksim-Kadıköy otobüs hattından alan 110, Candan Tezel (vokal) ve Ozan Yılmaz (klavye) tarafından kurulan elektronik-rock grubu olarak müzik hayatına devam ediyor. İlk albümleri ‘Atomların Harika Dünyası’nın ilk klip çalışmasını ‘Bitti mi?’ şarkısına yapan grubun ikinci video klip çalışması ise albümdekilere nazaran yapısı oldukça farklı olan ‘Özledim Seni’ye çekildi. Grubun öne çıkan ismi Candan Tezel, grubuyla 3 albüm yapıp başarılı işlere imza attıktan sonra prodüktörlüğünü tamamen kendisinin üstlendiği ‘Hikâyeler’ adlı ilk solo albümü yayınladı. Albüm çıkışından önce ‘Bir Şarkı’ single ile dikkatleri üzerine çekmeyi başaran Tezel’in ikinci videosu ‘Rüzgârla’ oldu. Yönetmen Göksel Balaban’ın üstlendiği Rüzgârla klibi Galata’da özel tasarım bir çatı katında 30 kişilik bir ekip ile 14 saatte çekildi. Konu olarak ilk klibin devam hikâyesi niteliğinde olan Rüzgârla klibinde, geriye kalan izleri hayatından silmeye çalışan ve artık veda etmesi gerektiğini bilen bir adamın hikayesi işlendi. İlk albümden ‘Özledim Seni’nin de farklı bir düzenlemeyle yer aldığı, birçok hikayeyi barındıran ve söz ve müziklerin de Candan Tezel’e ait olmasıyla dikkatleri çeken ‘Hikayeler’ albümü hakkında Candan Tezel ile konuştuk.

Öncelikle 110’u soracak olursak, dağıldınız mı? Ara mı verildi? Dağılmadık ama birlikte çalışmaya uzunca bir ara verdik diyebiliriz. Bu albümü yaparken yine 110’da çalıştığım Ozan Yılmaz ve davulcumuz Mehmet Uludağ’da albümde yer aldı. Ancak ben bir süre solo olarak kariyere yön vermeyi planlıyorum. Sonra tabii ki yeniden bir araya geleceğiz.

Solo albüm fikri nereden çıktı? Hep istediğiniz bir şey miydi? Solo albüm fikri 110 grubuyla birlikteyken istediğim bir şeydi. Grup kolektif bir iştir. Elbette çok keyifli tarafları var ancak bir de benim tamamen kendimi ifade etmek istediğim şarkılar var. Duygularımı tamamen ifade edebilmek için solo albüm yapmam şarttı. Albümün ismi olan ‘Hikâyeler’ sizin hikâyelerinizi mi barındırıyor? Genel olarak benim hikâyelerim diyebiliriz. Ancak her besteci gibi ben de çevremden etkilendim. Çıkış şarkınız ‘Bir Şarkı’ klibi büyük ilgi gördü. Şarkıyı Bozcaada’da yazmışsınız. Klibi de orada

çekmişsiniz. Bozcaada sizin için ilham kaynağı mı? Bozcaada ‘Bir şarkı’ için ilham kaynağı oldu ama bu elbette sadece ora ile sınırlı değil. Gezerken beste yapmayı seviyorum. Benim için ilham kaynağı diyebiliriz. Albümünüzde 110’dan farklı olarak neler var? Daha çok ‘ben’ varım diyebiliriz. 110’da koymayı tercih etmediğim şarkılara bu albümde yer verdim. Kendi duygularımın daha ön planda olduğu, böyle de bir şey istiyorum dediğim bir çalışma oldu. Son olarak konser planlarınız var mı? Henüz netleşen bir durum yok o konuda. Konser planları 3. klipten sonra şekillenecek gibi duruyor.


kültür - sanat

selçukiletişim

Şair-Yazar Mehmet Tahir Sakman:

“Şiir, sanatların anasıdır” Şiir, öykü, deneme, mani, roman gibi pek çok alanda kitapları yayınlanmış Anadolu Manşet gazetesi Genel Yayın Koordinatörü, Şair ve Yazar Mehmet Tahir Sakman, şiir yazmaya başlayış öyküsünden, ilham aldığı şairlere, Konya’nın kültür-sanat yaşamından, şiir kavramına yüklediği anlama kadar pek çok konu hakkında sorularımızı cevapladı.

Kıvanç UĞUR

Edebiyata ve şiire olan ilginiz nasıl başladı? Bu soruya cevap vermek için öncelikle, Konya’dan bahsetmek gerek. Konya geçmişte âşıklar yurdu olarak bilinen bir yerdi. Sadece Sille 100 dolayında saz şairi yetiştirmiştir. Bu şehir için hiç de garipsenecek bir şey değildir. Bu şehir sazın ve sözün harman edildiği bir yerdir. Hazreti Pir FihiMa-Fih’te “Horasan’da kalsaydık vaaz ederdik, Konya’ya geldik, şiir okumamızı istediler” diyor. Dolayısıyla yetiştiğiniz toprağa göre ürün üretmeniz gerek. Mesela benim babaannem doğaçlama şiir söyleyen bir kadındı. Rahmetli Hacı Vesile Sakman. Babam Konya türkülerinin kaynak kişilerinden. Ağabeyim müzisyen. Bizim evde saz ve söz hiçbir zaman eksik olmadı. Böyle bir ortamda büyüdüğünüz için, genlerinizde de bir şey varsa açığa çıkması kaçınılmaz oluyor. Tam olarak kaç yaşından beri şiir yazıyorsunuz? İlkokuldan beri çocuksu heyecanla söylediğim şiirlerim vardı. Keşke onları saklasaydım diyorum şimdi. Onlar ne kadar masumdu. Hiçbir kaygı taşımadan dünyaya farklı bir gözle baktığınız, estetik kaygısı olmadan, çok yalın bir dille söylediğim o şiirlerimi bulsam başımın üstüne koyacağım. Biliyorsunuz, çocuklar çok saftırlar. Bir çocuk kızdığı zaman bir anda kıpkırmızı kesilir. Güldüğü zaman da bütün bedeniyle kanıyla canıyla, her şeyiyle güler. Çok küçük yaşlardan beri şiirle ilgileniyorum. Ama ciddi anlamda yirmili yaşlardan sonra yoğunluk kazandı şiir uğraşım. İlk şiir kitabınız ne zaman yayımlandı? İlk şiir kitabım, 1999’da yayınlanan “Bir Hayat Yetmez”. Ama içindeki şiirler 1999’dan çok daha önce yazıldı. 1980’li yıllarda yazdığım şiirler var. Kitapta mistik şiirler de diğerlerine göre çok fazla. 1985’de Âşıklar Bayramı’na katıldım. O dönemlerde “Derviş Ozan” mahlasını kullanıyordum. Sürekli koşma tarzı ve hece vezniyle şiirler söylemeye çalışıyordum.

şubat.2014

/13

En Yeni Kitaplar

Aynadaki Göz

K

Bugüne kadar pek çok şiir kitabınız yayınlandı. Bunların arasında en çok beğenilen veyahut da “en iyisi buydu” dediğiniz bir yapıtınız var mı? İnsanların eserleri onların çocukları gibidir. Ben hepsini beğeniyorum. Ancak insanlar, “Bir Hayat Yetmez”in üzerine çıkamadığımı söylerler. Bir de “Hasret Sevgiden Öte” adlı şiir kitabımı beğenirler. Bunda kısmen haklı olabilirler. Çünkü çok uzun yıllardır şiir kitabı yayınlamadım. 2004 yılında yayımlanan “Maria Soğuk Ülkenin Sıcak Kızı” adlı kitabımın da yeri büyüktür. Hece vezniyle yazılan kitapları insanlar ön plana çıkarıyorlar. Sevgi temalı şiirlerinizde yoğun bir duygu yoğunluğu var. Şiirlerinizi nasıl bir ortamda yazıyorsunuz? Şiirlerinizi hangi ruh hali içinde yazdınız? Bu, çok enteresan bir soru. Cevap da çok enteresan olacak bana göre. Bazı şairlerin takıntıları vardır. İlham gelmesi için bir dağın başına çıkarlar falan. Ben şiirlerimi işyerimde, daha önceden saatçi dükkânım vardı. Dükkânda saat tamir edeceğim zaman kapıyı kapatıp şiir yazdığım çok olmuştur. Sanıyorum, gece yazılan şiirlerin önemi büyük. Şiirin ne zaman nerede geleceği hiç belli olmaz. Sizin için esin kaynağı olan şairler var mı? Âşık Ömer ve Âşık Şemi’ye bir aralar çok kafayı takmıştım. Kocaman bir kitabı vardı Konya İl Halk Kütüphanesi’nde. Âşık Ömer Divanı idi kitabın adı. O kitabı baştan sona tekrar terkrar iyice okudum. Âşık Şemi Konyalı olması sebebiyle çok sevdiğim bir şair. Aynı zamanda halktan birisi. Bir başka isim de Feyzi Halıcı. Bizim kuşak Konya üzerine şiir söylemeyi Feyzi Halıcı’dan öğrenmiştir, gelenek onunla devam ettirilmiştir. Biz ondan öğrendik, Konya’nın taşına, toprağına şiir söylemeyi. Mesela benim, Türbe Caddesi’ne söylediğim birçok şiiirim var. Feyzi ağabeyin İstanbul Caddesi üzerine söylediği şiirleri vardı. Benim, Sedirler üzerine söylediğim şiir vardı. Sedirler üzerine bunlardan başka da söylenmiş şiir örneği yok zaten.

Şiirlerinizde Akyokuş, Dede Bahçesi, Meram Çayı, Loras, Takkeli Dağ gibi yerlere sürekli vurgularınız var. Bunlarla ilgili ne söylemek istersiniz? Bir şiirimde “Meram Çayı gibi aktı gözlerim” demişim. Gerçi Meram Çayı da kalmadı ama biz Konya çocuğuyuz. Bizim Konya’yla ilgili hissettiklerimizi kimse hissetmez. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı kâğıt üzerine aktarmamız asli görevimiz. Bunların içine duygu kattığınızda şiirleri gelecekte okuyan insanlar Konya hakkında bilgi sahibi olacak. Ben yerel olmayı çok önemsiyorum. Yerel olmayanın ulusalı, evrenseli olmaz. Dayandığınız, hız aldığınız bir toprak olacak. Yerel kalmayı da çok seviyorum, şikâyetçi değilim. Şehirler soyut kavramlardır. Şehirleri somut hale getiren insanların davranışlarıdır ve yaşam biçimleridir. Baktığınız zaman Konya’ya bin yıl önce yapılan yapılara bakın, Selçuklu mirasına bir bakın bir de şimdiki şekilsiz ve ruhsuz yapılara bakın. Aralarında fersah fersah var. Duyarlı bir şair olarak bunlara kayıtsız kalmak mümkün değil. “Derviş Ozan” mahlası tam olarak nereden geliyor? Geçmişte çok mistik bir havaya bürünmüştüm. Sakalım falan da vardı o yıllarda. Öyle bir siyasi cereyan da vardı. İsim vermeyeceğim. Onun da etkisi belki. Ama ondan önce Hazreti Pir’e olan derin sevgimizden geldi bu mahlas diye düşünüyorum. Israrla koşma tarzı şiir söyledim. Ancak gençler serbest şiir istiyordu. Şiir her yerde güzeldir. Şiir her yerde şiirdir. Sonra, “Hasret Sevgiden Öte” adlı kitabım çıktı. Gençler ona daha fazla ilgi gösterdi. Yapıtlarınız yalnızca şiir kitaplarıyla sınırlı değil. Deneme, mani, öykü, roman gibi pek çok alanda da kitaplarınız var. Yazın alanında bu denli çok boyutlu olmanızı neye bağlıyorsunuz? Ramazan manileri kitapları Türk edebiyatında telif olarak bir iki tane var bildiğim kadarıyla. Yazdığım Ramazan Manileri o dönemin siyasi havasını da aktarıyordu. Özal dönemiydi, zamlarla

ilgili falan çok şey bulursunuz manilerde. Bu yüzden Ramazan Manileri 50 yıl sonra bir tarih olacak. En yeni kitabımı yazmak için 5 yıl üzerinde çalıştım. “Leyla’dan Mevla’ya Cennete Yürüyüş” kitabımın ismi. Şu anda baskısı yok, inşallah yeni baskıları da yapılacak. Bir insan sanatçı ruhunu taşıyorsa, şiir de yazar, öykü de yazar, roman da yazar, fotoğraf da çeker, müzikle de uğraşır. “Ben şairim başka bir şey yapamam” mantığı doğru bir mantık değil. Konya’nın kültür-sanat yaşamıyla ilgili değerlendirmeleriniz nelerdir? Konya’nın kültür-sanat hayatıyla ilgili birileri kendisini sorumlu hissetmeli. Kendilerine vazife çıkarmalı insanlar. Çok uzaklara gitmeyelim. Cumhuriyet dönemine baktığımızda Sille’de 100 dolayında saz şairi bugünlerde yok. Şu an Konya’da 4 üniversite var. Üniversitelerimiz insanlara bu sanat heyecanını vermeliler. Günlük hayatın sıkıntıları elbette var. Ama biz de bir yandan ev geçindirdik. Bir yandan şiir düşündük. Bir anımı anlatayım. Babamın bir arkadaşı vardı. Kasap Hüseyin amca derdik. Mesleği kasaplıktı. Mevlana’nın karşısında âşıkların atışma yaptığı Sulukahve’ye giderdi. İçeriye giremezdi. Kapıdan kafasını uzatıp âşıkların atışmasını dinlerdi. Bu kişi, Şemi’den, Sururi’den divanlar okurdu. Bugün “Sururi kim?” desen pek çok kişi bilmez. Ama bunlar Konya’nın önemli değerleri. Toplumu ileri taşıyacak olanlar sanatkârlardır. İnsanlar 50 sene sonra benim şiirlerime bakarak, Konya hakkında bilgi sahibi olacaklar, Konya hakkında söz söyleyecekler. Tahir Sakman’a göre şiir neyi ifade ediyor, şiiri kendinizce nasıl tanımlıyorsunuz? Bir ressam resmini yaparken kendini anlatır. Şair, şiir söylerken kendini anlatır. Bunu estetik kaygılar taşıyarak aktarırsınız. Sizi yetiştiren toplumun sorununa kayıtsız kalamazsınız. Bunları da dile getirirsiniz. Şiir, çok kutsal bir sanattır. Sanatların anasıdır şiir. Şiir, yaşamaktır. Şiir, hayatı yaşamaktan ibarettir. Siz hayatı yaşıyorsanız, bu zaten şiirdir. Başka şiir aramanıza gerek yoktur.

ezban Şahin Taysun’un Aynadaki Göz adlı kitabı Yitik Ülke Yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın konusu: Kezban Şahin Taysun. ‘’Aynadaki Göz’’; kadından, aşktan, duygularımızdan ve yaşadığımız çevreden bahsediyor. Kadınların iç dünyasını yansıtan öyküler ile karanlığı sorgulatıyor okura. Taysun, ‘’ Kötülüğün kılıcı niçin çok keskindir? Ve bir o kadar yıkıcı? Onunla karşılaşmaksızın yaşamak ütopya olsa gerek! Ya bozuk bir karakter ya da olumsuz düşüncenin esiri olanlar, öldürmez mi güzellikleri? Kötülüğün kurşunu hep pusuda mı bekler? Yoksa ona rastlamadan geçen anlar mıdır, mutluluk? Ne çok soru! Ne çok yanıt! Yanıtlardan birini seçip sakinleşme çabası mıdır yaşamak?’’ diyor okurlarına. Aynı zamanda yazarın ilk öykü katabı. Kitabı, 8,40 TL’ye satın alabilirsiniz.

Ölmeden önce Türkiye’de görmeniz gereken 101 portre Erkan Doğanay’ın Ölmeden Önce Türkiye’de Görmeniz Gereken 101 Portre adlı kitabı Caretta Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Kitabın konusu: Başta müzelerde sergilenen ve çeşitli koleksiyonlarda bulunan 101 sanatçının 101 portresini bu kitapta sunuyor. Sanat tarihçileri, sanatçılar, sanat eleştirmenlerinin değerlendirmesi sonucunda bu çalışmada yer alan 101 sanatçının 101 portresi, aynı zamanda Türkiye sanat tarihinin de bir değerlendirmesi olma özelliğine sahip. Kitabı Yayınevlerinden 33.75 TL’ye satın alabilirsiniz.

Gökyüzüyle konuşan çocuk

N

adifa Mohamed’in kaleminden çıkan Gökyüzünde Konuşan Çocuk adlı kitabı Pagasu Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Kitabın başlıca konusu:1935, Yemen sokaklarında yaşam mücadelesi veren Cuma’nın hikâyesini anlatıyor kitap. Hayatta kalmak için her gün ayrı bir savaş veren Cuma, çok sevdiği annesini de kaybedince yapayalnız kalır. Hiç görmediği fakat yaşadığından emin olduğu babasını aramaya koyulur, küçük çocuk. Böylece Cuma’nın Cibuti, Eritre, Sudan ve Mısır boyunca yolculuğuna da başlamıştır. Küçük bir çocuğun özgürlüğe doğru yolculuğunu anlatan bu kitap aynı zamanda 2.Dünya Savaşı’nın Afrika’yı nasıl etkilediğini gözler önüne sermiştir. Gökyüzüyle Konuşan Çocuk adlı kitabı yayınevlerinden 19,50 TL ile satın alabilirsiniz.


14/ şubat.2014

şehir

Bir yönetmenin sinema

Türk sinemasında değişen kültür öğeleri

S

inemamız değişen kültürel yapıdan nasibini almış durumda. Bir kültür öğesi de sayılabilecek sinema yıllarca baskıların altında tutulmuş ve ‘kültüre ters gelecek şeyler’in sinemanın içinde yer almasına izin verilmemiş. Sansür bunun önemli bir konu olduğunu ve gelecek nesillerin doğru yetişmesi olgusunda bunun elbette ki düzenlenmesi ve denetlenmesi gereken bir olgu olduğunu kendince iddia etmiş. Sinema, Türkiye’de yıllarca bu veya başka nedenler dolayısıyla aşırı kontrol altında tutulmuş. Fakat 80’ler sonrası erotik furya ortaya çıkmış. Burada sorulması gereken soru bu ne kadar kültürümüzü yansıtıyor olacaktır fakat bunun tamamen bir siyaset ürünü olduğunu tartışmaya gerek bile görmüyorum. Düşünen adamı yok etmenin en kolay yolunun, onu sapıklaştırmak olduğu düşünülmüş olsa gerek! Zaman ve Türkiye bunları aştıkça görünürde Yeşilçam zamanlarındaki standart filmlerine dönüş yapmış fakat artık filmlerde alışılmışın dışında bir eksene kaymada başlamış. Eskiden zengin kız fakir oğlan, şehirde bir köylü gibi konularda izlediğimiz dramlardan biraz daha uzağa gidilmiş ve insanlar gülmeye eğlenmeye itilmeye başlanmış. Ekonomik bunalımların insanları eğlenmeye ittiği dönemlerde bu gibi birçok film ortaya çıkarken, sinema içerisindeki kültür taşları ise hafif hafif aşınmaya belki de zamanla yok olmaya başlamış. Yıllar geçtikçe bunlar iyice zayıf bir hale gelmeye başlamış ve unutulmaya başlanmıştır. Buna örnekle devam edecek olursak, sinemamızda eskiden tasvir edilen ve şimdi tasvir edilen bir imamı ele aldığımızda bile birkaç istisna dışında farkı açıkça görebiliriz. Bir zamanlar sinemasında işledikleri konu üzerinde imam mevzuunda ciddiyeti korumaya çalışan ve din gibi bir olguya ilgili herhangi bir yorumda bile bulunamayan sinema şimdilerde imamları komedi ürünü bile yapabiliyor. Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak filmi ve Adem Kılıç’ın yönettiği Sümela’nın Şifresi: Temel filminde ki imam tiplemeleri buna en basit örnek. Buradaki imam tiplemeleri eskiden halkın görmek istediğinden çok uzakken, insanlar bu dönemde buna herhangi bir tepki göstermiyor. Çünkü artık insanlar bu tarz karakterler görmeye alışkın. Aşırıya kaçıldığında hala tepkiyle karşılaşılabilir fakat en azından belli bir düzeyde hoşgörü mevcut. Türkiye’de bir zamanlar eşcinsellik konuşulamaz bir olgu iken bugün filmlere rahatça konu olabiliyor. Buda sinemanın, kültürün içindeki var olanları hapsedemediğini gösteriyor. Buna aslında son zamanların en iyi örneği olarak Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yönettiği ve 2011 Altın Portakalının fatihi Zenne filmi gösterilebilir. Gerçek bir hikâyeden alınan bu film Türkiye’de artık böyle konular üzerinde konuşulabildiğinin, bunun bir özgürlük meselesi haline geldiğinin en somutve çarpıcı örneklerinden bir tanesi durumunda. Peki, kültür öğeleri değişmeli mi? Türkiye ve Dünya Sineması içindeki olguları dışlayamaz ve ya ondan herhangi bir şekilde kaçamaz. Gerçek bir demokrasi ve özgürlük anlayışında düşüncelere asla ket vurulamaz. Günümüz ve geçmiş hakkındaki birçok siyasi, ekonomik, dinsel ve mezhepsel olmak üzere kültürün her türlü öğesini sinema kendi bünyesinde işlemek ister. Sinema aslında tam olarak da bu demektir. Bu yüzden kültür baskısını o sanat harikasının karşısına geçtiğimizde bir köşeye koyup sadece o eserin yaratıcısını izlemek ve dinlemek gerekir. Birkaç saat veya dakika onun gözünden görüp onun kulağından duymak kesinlikle iyidir.

esi cer pen

M. Turan SAPAZ

selçukiletişim

İlk uzun metrajlı filmi “Bensiz” ile sinemaseverlerle buluşan Ahmet Küçükkayalı, sinema üzerine kurduğu hayalleri gerçeğe taşıdı

Kübra ÖZBEN

H

ayal gücüne dayalı yaratıcı bir şeyler yapmak isteği çocukluğundan itibaren yaşamının değişik dönemlerinde hep bir şekilde ortaya çıktığını belirten Ahmet Küçükkayalı, sinemaya ilgisini, “Erken yaşta yeni karakterler yazıp hayal kahramanları yaratmak bana hep eğlenceli gelmişti” sözleriyle anlatıyor. Lise döneminde de edebiyata ve sinemaya olan alakasının artarak devam ettiğini söyleyen Küçükkayalı, “Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarım Bölümü’nü kazanıp İstanbul’a geldiğimde kazandığım bölümden öte edebiyata veya sinemaya yönelik bir şeyler yapmak istiyordum. Ben de yazdığım hikâyeleri senaryolaştırmaya karar verdim” dedi. 2001 yılında kısa metraj senaryolarından biri ile TRT Genç Sinemacılar Programı’nda 55 proje arasından ilk 5’e giren ve TRT’den teknik ekip ve ekipman desteği alma hakkı kazanan genç yönetmen, dijital kameraların gelişmediği bir dönemde ilk kısa filmini maddi ve manevi zorluklarını göze alarak çekim aşamasını gerçekleştirdiğini belirtti. Küçükkayalı, “İlk filmimin TRT Yapımcısı Süreyya Garipoğlu tarafından beğenilmesi üzerine sinemaya başlamamdan önemli bir yer tutan TRT Görüntü Yönetmeni Haluk Ertuğrul ile ‘Zamanın Kabuğu’ adlı sinemayı anlatan ikinci kısa filmimi 35 milimetre olarak gerçekleştirdim. Hala en sevdiğim çalışmalarımdan biridir. Yurtiçi ve yurtdışında birçok festivalde gösterildi” dedi. Ahmet Küçükkayalı, başlangıçta hobi olarak hayatında yer alan sinemanın, mesleği haline gelme serüvenini bu sözlerle özetledi. “SENARYOLARININ İLAHİ BİR KAYNAĞI VAR” Senaryonun hayatında uzun dönemden beri var olduğunu ve önemli yer tuttuğunu belirten Küçükkayalı, hikâyelerini kaleme alırken, yazdıklarını, hayatının içinde olan durumlardan yola çıkarak oluşturmadığını söyledi. Bu noktada kendini Allah’a hizmet eden bir

daktiloya benzeten Ahmet Küçükkayalı, bir senaryo ortaya koyarken ki durumu şu cümlelerle anlatıyor: “Yukarıdan bir jeton atıyor, beynimin odacıklarında saklı kalmış her şey kapıların açılmasıyla bir anda boşalıyor ve yazmaya başlıyorum. Bazen düşünmüyorum. Sanki yazılı bir metin zaten var ve ben var olan metni kâğıda geçiriyorum. Ben milyonlarca yaratmayı heves edinmiş insan gibi sadece bir elçiyim.” “POPÜLER KÜLTÜR SİNEMAYI YOZLAŞTIRIYOR” Türk Sinemasının bugünkü gelinen noktasında karamsar olduğunu ifade eden genç yönetmen, eskiden sinemanın birçok kriteri olan zor bir meslek olduğunu ama popüler kültürün hayatımızın her alanına el attığı gibi sinemayı da olumsuz yönde etkilediğini belirtti. Küçükkayalı, “Popüler kültürün yükselişinin sinemacıyı da o popülist yapının içine soktuğuna inanıyorum. Tüketim toplumlarıyız, sonuçta bir şekilde çarkların içine dâhil olma durumu var. Dolayısıyla kriterlerin de kolaya İndirgenmesi, eskiye nazaran daha fazla söz konusu. Ne yazık ki sinemada çokluğun getirdiği bir kirlilik var” dedi. Türkiye’de sinema filmlerinin artmasının başarıyla alakası olmadığını ve sanat filmlerine karşı hala yeterli duyarlılığı ne sinemacıların ne de seyircinin göstermediğini söyleyen Küçükkayalı, “İyi oyuncuların arttığını da sanmıyorum. Oyunculuğun iyi olması neye göre değerlendirilmeli, hem benim kişisel eleştirimi özetleyecek olursam ülkemizde oyuncular ‘ben oldum iyiyim’ düşünce yapısına çabuk giriyorlar. Oyunculuklarını birkaç kademe yukarıya taşıma şansı ve imkânına sahiplerken oldukları yerle yetiniyorlar. Para kazanıyor olmak, alkış almak, gösterilen ilgi ister istemez egolarını yükseltiyor. Ego bizim mesleğimizde en tehlikeli şeydir” diye konuştu. Oyunculuğun sonu olmadığı gibi yönetmenliğinde sonu olmadığını, her zaman daha iyisi olduğunu bilmek gerekir diyen Küçükkayalı, “Ben 13 yıldır sektörde yaptığım ilk kısa filmim dışında bana ait olan hiçbir filmimi beğenmiyorum.

Yazdığım hiçbir sinema senaryoma aşık olmuyorum biliyorum ki inanılmaz bir permitasyon kombinasyon çalışma parçasının içindeyim ve yap boz binlerce seçenek ve durumdan ortaya çıkan sadece bu, bu kadarı. Daha iyisi her zaman var insanın içinde veya başka bir yönetmen ve oyuncunun yorumunda” dedi. “SİNEMANIN EKSİKLİKLERİ GİDERİLMELİ” Türk sinemasında bir takım eksikliklerin giderilmesiyle sinemanın önünün açılmasında etkili olacağını savunan Küçükkayalı, film festivallerinin belediyecilik yapısından çıkarak kurumsal bir nitelik kazanmasından, festival jürilerinin daha yetkin insanlardan oluşturulmasından, yönetimin kişisel çıkar, etki ve baskı altında kalmamasına kadar birçok eksik noktaya değindi. Bunların yanı sıra dağıtımcıların da sanatsal filmlerin dağıtımını desteklemelerini isteyen Küçükkayalı, “Büyük film şirketlerin sürekli gişe filmleri yaparak kasalarını daha da fazla doldurmaya çalışmaları yerine, kendilerine çok prestij sağlayacak içeriği daha güçlü filmler yapmaya çalışan yapıyı da görmeleri ve desteklemelerini arzu ederim. Mecbur değiller ama kefenin cebi yok, gerçekten sinema için bir şey yapmış, kalıcı gerçek filmler yaratmaya ön ayak olurlar” dedi. JEUNET BENİM İÇİN ÖNEMLİ BİR MODEL Filmlerini ortaya koyarken etkilendiği, severek izlediği yönetmenlerden de bahseden Küçükkayalı’nın takip ettiği yönetmenler arasında Jean Pierre Jeunet, Haneke, Kim Ki Duk, Woody Allen, Cohen Kardeşler, Ferzan Özpetek, Türkiye’den ise Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu ve Çağan Irmak gibi isimler var. Bu isimler içerisinden Jeunet’in kendisi için önemli bir model olduğunu vurgulayan genç yönetmen, Jeunet’in günlük yaşam içerisine fantastik öğeler katarak başka bir dünya yaratmasını sevdiğini ve ‘Bensiz’ adlı filminde de bu üslup tarzının mevcut olduğunu söyledi. Severek izlediği, takip ettiği yönetmenlerin her birinin onun için farklı yönler-

den ilham kaynağını oluşturduğunu altını çizen Küçükkayalı, “Woody Allen ve Cohen Kardeşler gibi kara mizahı seviyorum. Ferzan Özpetek kamerayı o kadar ustaca kullanıyor ki, onun kamera anlatımını seviyorum. Ruhu olan bir sinemacı. Reha Erdem hep yeni bir arayışın içerisinde, onun sinema cesaretini seviyorum” dedi. “MADDEYE TAKILMADAN MANAYA DÂHİL OLMAK” “Aşı, bir ağacın gövdesine başka bir ağacın dalını dâhil ederek, aşılayarak, aynı bedende iki farklı meyve veren ağaç elde etmektir ki hayatımızda, kendimizle ve çevremizle olan aşılanmalarımızdan ibarettir. Bu aşılanmaların meyvesidir; karakterimiz ve davranışlarımız ve bütünün de yaşamımı” Ahmet Küçükyalı’nın bu sözlerle özetlediği uzun metraj filminin adı olan ‘Aşı’ filmi, 2014 yılında çekim aşamasına geçileceği planlanıyor. Hikâyede oluşturduğu ana karakterler olan Âdem ve Samet’in yüzlerinin görünmediğini belirten Küçükkayalı, “Ana karakterlerimin gözünden kamerayı kullanarak çıkılan yolculuğa ve gerçekliğe izleyiciyi dâhil etmeyi istemekteyim. Onlarla birlikte yol almak, anlamak, tanımak, yorumlama imkânı vermek, onların gözleriyle görmeyi mümkün kılmak istiyorum. Maddeye takılmadan mananın içine dâhil olmak fikrimdir. Bazen karakterlerimin bakış noktalarında kameradan ayrılarak mizansenin içinde bedenen yer bulacak, onların beden dilinden izleyicinin takibini sürdürmesi sağlayacağım. İzleyiciyi sinemadan çıktığında 90 dakikalığına Samet’in ve Âdem’in dünyasına gitmiş, Âdem ve Samet olarak hikâyeyi yasamış yorumlamış olmalarını sağlamayı amaçlamaktayım” dedi. Bir yüzden biçimlenmemiş, kalabalığa dâhil olmamış karakterlerinin bu şekilde sonsuz olacağını vurgulayan Ahmet Küçükkayalı, “Onlar belki biz, belki yan komşumuz, belki sokakta yanımızdan geçen herhangi biri ya da belki de en yakınımız. Ailemizden birinin yüzünde şekillenecek, düşüncelerinde hayat bulacak umarım” diyerek sözlerini bitirdi.


spor

selçukiletişim

şubat.2014

/15

Halterin ne olduğunu bilmiyordu Gökhan KOCA

H Kaldığı yatılı okulun küçük bir odasında ismini dahi bilmediği halter sporu ile tanışan milli sporcu Ayşegül Çoban, 2007 yılından bu yana Türkiye rekorları ile Yıldızlar, Gençler ve Büyükler Avrupa Şampiyonaları’nda elde ettiği başarılarla geleceğin halter sporcularından biri olarak görülüyor

alter sporuna, Sare Özkaşıkçı Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda Beden Eğitimi Öğretmeni Serap Ünlü’nün teşvikiyle başlayan Ayşegül Çoban, 53 kiloda kazandığı başarılarla Türkiye’de geleceğin halter sporcularından biri olarak gösteriliyor. 2005 yılında halter ile tanışan milli sporcu, ilk uluslararası madalyasını ise 2007 yılında İtalya’da gerçekleştirilen Yıldızlar Avrupa Şampiyonası’nda ikincilik elde ederek kazandı. İlk kez podyuma çıkma başarısı göstermesinin ardından çalışmalarını hızla arttıran Çoban, 2008 yılında Fransa’da, 2009 yılında ise İsrail’de düzenlenen Yıldızlar Avrupa Şampiyonası’nda birincilik elde etti. Daha sonra ilk kez, Gençler Avrupa Şampiyonası’na katılan milli sporcu, 2009 yılında İsveç’te birincilik, 2010 yılında Kıbrıs’ta birincilik, 2011 yılında Romanya’da ikincilik, 2012 yılında ise İsrail’de üçüncülük madalyasıyla yurda döndü. Yükselen başarı grafiğinin ardından Büyükler Avrupa Şampiyonası’na da katılan Çoban, 2011 yılında Rusya’da ikincilik ve 2013 yılında ise Arnavutlukta ikincilik madalyasına uzandı. Estonya’da gerçekleştirilen 23 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’nda ve Mersin’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’nda ise birincilik elde eden 22 yaşındaki Ayşegül Çoban, 2013 yılında Selçuk Üniversitesi adına katıldığı üniversitede de ise üçüncülük madalyası aldı. Çoban, hedefinin ise 2016 Londra Olimpiyat Oyunları’nda olimpiyat madalyası kazanmak olduğunu belirtiyor.

düştük. Daha önce değil haltere başlamak halter sporunun bile ne olduğunu bilmiyordum. Tabii, arkadaşlarımın da birçoğu benim gibi bilmiyordu” dedi. Yarışmalara nasıl hazırlandıklarını da anlatan Çoban, haftada 6 gün tek, 2 gün de çift antrenman yaptıklarını belirterek, “Şu an biz teknik ve güç çalışıyoruz. Yarışmaya az bir süre kaldığında ise derece çıkartmaya çalışıyoruz. Daha çok kilo kaldırmaya endeksleniyoruz” ifadelerini kullandı. Haltere ara verdikleri zaman tekrar en başa dönebileceklerini aktaran milli sporcu bundan dolayı sürekli aktif ve antrenmanlı olmak zorunda olduklarını söyledi. “BAYANDAN HALTERCİ OLMAZ DEDİLER” Haltere ilk başladığında ilk bir yıl teknik üzerinde durduklarını ve hemen ağırlık kaldırmadıklarını söyleyen Ayşegül Çoban, “Birçok aile, arkadaşlarımın ailelerine karşı çıktı. Tabii onlara söylenen bazı şeyleri benim aileme de söyleyenler oldu. “Bayandan sporcu olamaz, özellikle halter sporcusu olmaz” diye.

Fakat ailem tüm bunlara kulak asmadı ve bana hiçbir zaman bildirmediler. O nedenle şanslıyım. Belki bugünlere gelebilmemde en önemli etken ailemin ve antrenörlerimin desteğidir” diye konuştu. “HALTER DENİLİNCE DOPİNG AKLA GELİYOR” Son yıllarda artan doping skandallarına da değinen milli sporcu, “Ben gücümü çalışmaktan ve Allah’tan alıyorum. Ben eğer doping alsaydım şu an karşınızda olmazdım. Çünkü ben de dopingden yakalanmış olurdum. Elbette doping alan sporcular oluyor. Genelde halter denilince insanların aklına da doping geliyor. Biz de müsabakalar öncesi doping testlerine giriyoruz. Kamp dönemlerinde dahi doping testlerimiz oluyor. Ben eğer doping almadan bu kadar madalya alabiliyorsam, bu kadar başarı elde edebiliyorsam bunun tek nedeni çalışmaktır” ifadelerini kullandı. “HALTER BOY KISALTMAZ” Kendisine “Halter boy kısaltır mı?” diye soranların arttığını dile getiren Çoban, “Çevremdeki insanlar sürekli, “Halter boyu kısaltır mı?” diye soruyorlar. Halter

ÖĞRETMENİNİN TEŞVİKİYLE BAŞLADI Konya Kuyulusebil Halter İhtisas Spor Kulübü sporcusu Ayşegül Çoban, Beden Eğitimi Öğretmeni Serap Ünlü ve eşi Halter Kadın Milli Takım Antrenörü Talat Ünlü’nün kendisinde çok büyük emeği olduğunu ifade etti. Çoban, “Beni haltere öğretmenim Serap Ünlü teşvik etti. Yurtta 300 kişi kalıyorduk. İlk olarak 83 kişilik bir grupla haltere başladık. Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı 20 kişiye kadar

boyu kısaltmaz. Halbuki benim anne ve babamın da boyu kısa. Ayrıca haltere boyu kısa insanlar seçilir. Çünkü kısa boylu olmak halterde avantajlıdır. Benim antrenörüm de halter sporcusu ama boyu kısa değil. Mesela basketbol boy mu uzatıyor. Genellikle o spora boyu uzun insanlar seçiliyor. Halter gündemde olan bir spor olmadığı için pek tanınmıyor. Tabii, bunun böyle olmadığını da ispatlamak için araştırma yapan birileri de televizyona çıkmıyor. Haliyle diğer sporların biraz gölgesinde kalıyor” değerlendirmesinde bulundu. ÖĞRETMEN OLMAK İSTİYOR Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Beden Eğitimi Öğretmenliği Bölümü 4. sınıf öğrencisi Ayşegül Çoban, “Beni bir beden eğitimi öğretmeni yetiştirdi. Biraz daha ülkeme madalya kazandırmak sonra da öğretmen olmak istiyorum. İnşallah, beden eğitimi öğretmeni olursam halter antrenörü de olmayı düşünüyorum. Çünkü hem öğretmen hem de antrenör olabiliyoruz.”diye konuştu. HALTERE BAŞLAMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER Haltere yönelmek isteyenlere tavsiyelerde bulunan Çoban, “Özelikle aileler halteri göz korkutucu bir spor olarak gördükleri için çocuklarını da daha çok derslere yoğunlaştırıyorlar. Sadece derslerle çocuğun başarılı olacağı anlamına gelmez. Belli bir seviyeye gelmek istiyorlar ve başka heyecanlar arıyorlarsa haltere başvurmalılar” yorumunu yaptı. “TÜRK HALTERİ İYİYE GİDİYOR” Türk halterinin durumuna da değinen Çoban, Türk halterinin geleceğe yönelik çalışmalar içerisinde olduğunu belirterek, yeni başlayacak olan sporcuların istekli bir biçimde ilerleyebileceklerini ve bu alanda önlerinin de açık olduğunu kaydetti. Halter Federasyon Başkanı Tamer Taşpınar’ın spor anlamında yeterli desteği sağladığını dile getiren Çoban, “Türk halteri zaman geçtikçe daha da iyiye gidiyor” diye konuştu.

Vücut geliştirme sporcusu Orçun Yalçın:

“Toplumda bu sporu yapan herkesin doping yaptığı düşünülüyor” Yüzmeyle spor hayatına başlayan vücut geliştirme sporcusu Orçun Yalçın, vücut geliştirmeye nasıl merak saldığını, bu yolda neler yaşadığını, gıda takviyelerinin aslında gerekli olduğu ve vücut geliştirme hakkında bilinenlerden ve bilinmeyenlerden bahsetti Oğulcan KOÇ

V

ücut geliştirme sporcusu Orçun Yalçın, 1982 yılında Ankara’da dünyaya geldi. Lise yıllarında yüzmeyle tanıştı ve yaklaşık 9 sene süren bu serüveni şöyle anlattı: “Ankara Demirspor kulübünde yüzmeye başladım. Lise yıllarında çok ağır antrenmanlar yapıyorduk bundan dolayıdır ki antrenmandan çıkıp okula giderken 2 ekmek yerdim. Hocalarımın yönlendirmesi ve desteğiyle yarışmaya katılma kararı aldım. 25 m ve 50 m serbest stilde Türkiye 1.’si olmayı başardım. Ödül olarak sadece madalya aldım, emeklerimin karşılığını alamadığımı düşündüm ve okuldaki yoğunluktan dolayı da yüzmeyi bıraktım” 2004 yılında vücut geliştirmeye merak salan Yalçın, ilk başlarda sağlıklı ve güzel bir vücuda sahip olmak içi bu işi yaptığını söyledi. Yalçın, yaklaşık 4 yıl amatör olarak vücut geliştirmeye devam ettiğini ve ardından bu işi profesyonel olarak yapmaya başladığını belirtti. 6 yıl da profesyonel olarak çalıştığını söyleyen Yalçın, 2013 yılında katıldığı Ankara Bölge Müsabakasında 1. Türkiye genelinde ise 7. olduğunun bilgisini verdi. Şampiyonluğun kendisi için çok zor olduğunu vurgulayan Yalçın, yarışmaya katılma kararı aldığında

annesinin ve babasının bu işe hiç de olumlu bakmadığını ve karşı olduklarını eşinin ve arkadaşlarının desteğiyle bu işe başladığını anlattı. “VÜCUT GELİŞTİRME HAKKINDA YANLIŞ BİLİNEN ŞEYLER VAR” Orçun Yalçın, “Öncelikle toplumumuzda, bu sporu yapan bütün herkesin ilaç yani Steroid kullandığı inancı var ve bu sporu yapanların kaslarından egolarından başka hiçbir şeyi düşünmedikleri genellemesi var. Böyle bir genelleme yapmak çok yanlış eğer böyle bir genelleme yapılırsa hiçbir sporcu dopingsiz değildir çünkü vücut geliştirme bütün spor dallarının temelinde vardır. Bunlar vücut geliştirme hakkında düşünülen bazı yanlışlardır örnekler çoğaltılabilir. Bilinmeyen şeylere gelecek olursak vücut geliştirme bilimin en çok hizmet verdiği bir spordur. Bilimsel araştırmalar sonucunda vücut geliştirmenin psikolojik ve fiziksel olarak birçok faydası vardır. Örnek vermek gerekirse, kasları çalıştırır geliştirir ve estetik bir görünüm kazandırır, kan dolaşımını düzenleyerek kalbin daha sağlıklı ve düzenli çalışmasını sağlar, göğüs kafesini genişleterek daha iyi solunum sağlar gibi daha sayabileceğimiz bir çok faydası vardır” diye konuştu.

“GIDA TAKVİYELERİ GEREKLİ” Orçun Yalçın, gıda takviyelerinin yani supplementlerin aslında sedanter insanların bile kullanmaları gereken besin destekleri oluğunu söyledi. Bu gruba multivitaminlerin de girdiğini ve bunların zaten birçok insan tarafından kullanıldığını belirten Yalçın, “Ama ‘protein tozu’ dendiğinde insanlarda başka bir çağrışım uyanıyor sanırım. Çünkü toplumda bir algı var ‘protein tozu zararlıdır.’ Hâlbuki ABD ve Almanya’da hastanelerde hastalara ve menopoz dönemindeki kadınlara tavsiye ediliyor. Türkiye’de de yeni yeni doktorlar televizyonlara çıkıp ‘whey protein kullanılmalıdır’ diyor. Konu steroidlere gelince Harvard’da yapılan araştırmalar var. Harvard’da bunun geniş çaplı araştırması yapılmış ve bilim adamları şunları söylüyor: ‘Steroid için ne faydalı nede zararlı diyebilirim çünkü bir şekilde bir deneğe 10 yıl boyunca gözlem altında steroid kullandıramayız. Ancak kullananlarda gözle görülür etkileri inkâr edemeyiz, kullanıp hasta olanlarda var ama bunun kronik bir hastalıkla bağlantısı var mı yok mu bilemeyiz ve kesin bir yargıya varamayız.’ Steroidle ilgili kısırlık söylentileri de ortalarda dolaşıp duruyor. Oysa dünya vücut geliştirme şampiyonun 4 çocuğu var” dedi.

“ŞAHİN İRENCİN’İN ÖLÜMÜ STEROİDLE ALAKALI DEĞİL” Orçun Yalçın, steroid kullandı ve öldü iddialarıyla gündeme gelen Şahin İrencin’in ölümü hakkında şunları söylüyor: “Ölümü steroidden dolayı değil DNC denilen bir

yağ yakıcı yüzünden gerçekleşti. DNC spor camiasında kullanılan ama çok tehlikeli zirai bir zehirdir. Vücut ısısını yükselterek yağ yakımı gerçekleştirir. İrencin, bu zararlı ilacı yüksek dozda aldığı için hayatını kaybetmiştir. Steroidle alakası yoktur.”


Selçuk İletişim Şubat 2014 / Sayı: 142

Saklı Cennet: Halfeti

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

Numan BABACAN

Ş

anlıurfa, tarihiyle, insanıyla, gelenek ve görenekleriyle çok ilginç ve mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Şanlıurfa’da gezilecek çok yer var ama Halfeti, görülmesi gereken yerler listesinde ilk sıralarda olmalıdır. Biz de Şanlıurfa’ya gitmişken bir günümüzü Halfeti için ayırdık. Günün erken saatlerinde yola çıktık çünkü yolumuz uzun ve gezilecek çok yer vardı. Önce yol üzerinde Birecik’e uğradık. Kelaynak üretim çiftliğini ziyaret ettikten sonra Halfeti’ye doğru devam ettik. İlçeye girişte yüksekten bakınca o muhteşem manzara ilk anda gözünüze çarpıyor. Sahile indiğimizde hemen bir tekne turuna katıldık ve Halfeti’yi keşfetmeye başladık. Fırat Nehri’nin yanı başında kurulmuş, verimli toprakları ve sadece bu topraklarda yetişen karagül ile adeta saklı bir cennet Halfeti. SULAR ALTINDA KALAN ŞEHİR Halfeti ilçesi Birecik Barajı yapılırken sular altında kaldı. Masmavi Fırat’ın sularının altında evler, camiler, okullar, verimli to-

praklar ve hayaller kaldı. Burada yaşayan insanlar Yeni Halfeti olarak adlandırılan ilçenin 10 kilometre ötesindeki yerleşim yerine göçtüler.Eski Halfeti’den geriye muhteşem manzara, suyun altında kalan ve sadece tepesi görünen evler, sadece minaresi suyun yüzeyinde kalan camiler ve tarihi köyler kaldı. Oradaki herkesin anlattığı, ‘bir zamanlar işte orada’ diyerek göle benzeyen nehir yatağını işaret edip benim bahçem, fıstık tarlam şuradaydı diyenleri duyarsınız. Tekne gezimizde tarihi Rum Kale’yi ve çoğu suyun altında kalmış Savaşan Köyü’nü ziyaret ettik. Tarih ve coğrafya Halfeti’ye cömert davranmış. Yüzyıllardır Fırat’ın suları bereketli topraklar sunmuş halkına. O sular, bereketli toprakları içine almış ancak muhteşem bir manzara bırakmış. TURİZMİN GÖZDESİ Halfeti, tarihi ve doğal güzellikleri nedeniyle koruma altında ve turist sayısı her geçen gün artıyor. Özellikle hafta sonları insanlar akın akın bu güzel yeri görmeye geliyor. Tekne turundan sonra Halfeti sokaklarında gezimize devam ettik. Dün-

NASIL GİDİLİR? Halfeti, Şanlıurfa il merkezine 120 km. uzaklıkta ve minibüslerle ilçeye ulaşım sağlanabiliyor. İlçeye çok fazla tur organizasyonu bulunmamakla birlikte, özel aracınızla gitmek isterseniz ilçe, Gaziantep-Şanlıurfa karayoluna 40 km. uzunluğundaki asfalt bir yol ile bağlı. NEREDE KALINIR? Halfeti günübirlik bir geziyle tamamlanabilir ancak akşamüstü güneşin batışını ve sabahın ilk ışıklarında güneş ışınlarının Fırat’a vuruşunu izlemek istiyorsanız, konukevlerinde veya eski yapı Halfeti evlerinde misafir olarak kalmak için kaymakamlığa ve belediyeye başvurabilirsiniz.

yanın her tarafından turistlerin geldiğini görünce bu şehrin artık turizmin gözdesi haline geldiğini anladım. Bunun etkisiyle her geçen gün yeni işletmeler ve restoranlar açılıyor. Yörede çekilen diziler ve filmler de buranın reklamını yapıyor ve halkın ilgisini bu tarafa çekiyor. GÖRKEMLİ TAŞ EVLER İlçe gezimizde gözüme eski yapılar takılıyor. Halfeti’nin eşsiz manzarasına güzellik katan eski taş evler, tarihi ve modernliği birleştiriyor. Eski yapıların görkemli mimarisinde Ermeni taş ustalarının payı olduğu için bu evlerde kullanılan taşlara Ermeni taşı da denir. Halfeti evleri genellikle iki, zaman zaman ara katlarla üç kata ulaşıyor. Evlerdeki zengin detay işçiliği, şehre müzekent görünümü veriyor. SAKİN ŞEHİR HALFETİ Halfeti’de gezerken şehrin sakinliği ve huzurunu hissedebiliyorsunuz. Merkezi İtalya’da bulunan Cittaslow yani sakin şehir ağına Halfeti’nin de katılması için de başvuru yapılmış. Bu ağa 25 ülkeden

154 şehrin dâhil olması bu unvanı alacak Halfeti’nin tanıtımı açısından çok önemli. Halfetililer, şehri dünyaya tanıtmak için vargüçleri ile uğraşıyorlar, Halfeti’de hoşgörü ve misafirperverlikle insanları ağırlıyorlar. HÜZNÜN ASALETLE BULUŞMASI: KARAGÜL Halfeti denince akla gelen en önemli şeylerden biri de şüphesiz ki efsanevi Karagül’dür. Yörede bu güle “Ağlayan Arap Kızı” adı veriliyor. Merak edip siyah gül olur mu diye görmeye gelen insanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyor. Aslında tam siyah değil, siyaha yakın kırmızı renkte olan bu güller, ilkbahar ve sonbaharda çiçek açıyor. Karagül, siyahın hüznünü de asaletini de çok iyi taşır her bir yaprağında. Ama koparırsanız, alıp götürürseniz toprağından, alıp giderseniz başka yerlere, rengini bırakır arkasında. İşte o yüzden kendi topraklarından başka yerde açmaz. Halfeti’nin gülüdür o, çünkü başka hiçbir yerde öyle mağrur öyle kara bakamaz. Karagül, şu anda yörede çekilen bir diziye konu olmuştur.

NE YENİR? Halfeti’de güzel ve yorucu bir geziden sonra sahildeki restoranların muhteşem manzarasında güzel tatlar deneyebilirsiniz. Urfa’ya gidipte kebap çeşitlerinden yememek büyük bir kayıp olur. Urfa kebabı ve ciğer kebabı yemeden dönmemek gerekir. Tatlı olarak da yöreye ait peynir helvası da ağzınızda ayrı bir tat bırakır. Tabii Şanlıurfa’da bir yere gitmişken çiğ köfte yemeyi de unutmamak gerekir. NERELERDE GEZİLİR? Rum Kale’ye tekne turu, Kanneci Konağı, Bey Konağı, Barşavma Manastırı, Aziz Nerses Kilisesi, Savaşan Köyü, Karagül Bahçeleri ve daha bir çok yeri gezebilirsiniz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.