İÇİRİDE NE VAR ?
Gücünü kaybetmiş hiyerarşi: Sarmaşık Tolga Karaçelik Röportajı
Umutlar dünyası Türkiye’nin Köşeyi Dönen Adam’ı Kemal Sunal bizlere ne anlattı ?
TEREDDÜT'TEN İLHAMLA : TÜRKİYE SİNEMASININ UNUTULMAZ 10 KADIN KARAKTERİ
Bİ FİKRİ OLANLAR Efe Nazım Arslançelik ? Mert Can Malkoç ? Hasret Gülşan ? Dinçer Yurttaş ? Yekta Kurtcebe ? İbrahim Hakkı Öztürk ? Mehmet Erikli ? Elif Bayır ? İbrahim Tukat ? Melih Öztürk ? Şeymus Ergül ? Dinçer Yurttaş ?
Umutlar dünyası Türkiye’nin Köşeyi Dönen Adam’ı Yönetmenliğini rahmetli Atıf Yılmaz’ın yaptığı, senaryosunu geçmişin sevilen günümüzün egemen güçleri tarafından tü-kaka olarak değerlendirilen ulusalcısı Müjdat Gezen ve Umur Bugay tarafından kaleme alınan filmin Türkiye’nin çoğu zamanki gibi karışık olduğu bir yıl olan 1978 yılında çekildi. Kemal Sunal tarafından canlandırılan Adem karakteri, Sunal’ın çoğu karakteri gibi saf, oldukça naif, umutlar dünyasına bel bağlamış kendi halinde bir vatandaşı olmasına karşın film boyunca adım adım yaşadığı aydınlanma tüm ezilen halkların, insanların yaşaması gereken türden bir aydınlanma olarak karşımıza çıkar. Adem’in dönüşümü Kafka’nın dönüşümü kadar sert olmasa da bir Türkiye vatandaşının değişimin ne tür bir değişim olursa olsun içinde mizah barındırması gerektiğini kanıtlar. Gezi Direnişi’ne katılan gençliğin duvarlar ve sosyal medya platformları aracılığıyla ortaya koyduğu orantısız mizahın özünde aslında Kemal Sunal aşısını koyduğu mizah anlayışı yatar.Filmin hemen başında Adem’in ne kadar fakir ve avel bir insan olduğunu görürüz. Gazetelerin verdiği kuponla çekiliş rüyalarında araba, yat, kat hatta tır sahibi bir insan olacağı beklentisiyle, ev sahibinin olabildiğine nemfomanyak kızı Şükran’a yanıktır. Şükran, vücudun güzelliği 30 yaş üstü her türk erkeği tarafından bilinen Meral Orhonsay tarafından canlandırılan, fırsat buldukça futbolcu sevgilisine veren ahlaksız bir kızımızdır. Ali Şen’in oynadığı sofu babası Hacı Ömer baskısı altında büyümüştür. Mahallenin geri kalan ahalisi içinde yer alan, yine çok usta yan oyuncular Sami Hazinses (sonu soyadı gibi hazin olmuş bir abimizdir) ve Necdet Yatkın (kendisi Ortaköy Mezarlığı’nda yatmaktadır.) Adem’in çevresinde dolanan üçkağıtçı arkadaşları olarak ön plana çıkan karakterlerdir. Adem’in çalıştığı fabrika, oturduğu mahalleden daha da şenliklidir. Sakız üretimi yapılan bu fabrikada gerçek hayatında çok renkli bir karakter olan Özcan Özgür*, fabrikanın müdürü Erol olarak dört dörtlük bir 70’li yıllar özel sektör yöneticisini canlandırır. Sekreteri Müjde, (Nejla Soylu: Yine taş gibi bir ablamızdır) ile düşüp kalkan, fabrikanın paralarını zimmetine geçiren, işçisinin istek ve ihtiyaçlarını duyarsız bir patron olan Erol telaş içindedir çünkü büyük toplantı vardır. Mennan (karıcı, içkici) Mithat (zampara geçinen kılıbık) ve Latif (puro içen lüks düşkünü) Şadi (Sofu) isimli patronları zaaflarına göre sınıflandırıp gözlerini boyayarak
bütün toplantıları katakulliye getirmektedir. Saf ve Sarsak Adem toplantı sırasında işleri bozar ve müdür tarafından kovulur. Filmin asıl zirve noktası ise Adem’in Amerika’daki amcasından bir miras kaldığının mahalleye gelen amerikan konsolosluğu aracılığıyla anlaşılmasıyla gerçekleşir. Adem konsolosluk görevlileri tarafından alınır ve gümrüğe amcasından kalan mirası almaya gitmesiyle mahallede ingilizlerin tabiriyle bir frenzy gerçekleşir. Aklını yitiren ahali Adem’in peşine düşer. Gümrükteki miras ise tam türk filmlerine yakışacak bir mirastır: gri bir eşşek! Eşeği alan Adem, yanındaki gazeteci ile son bir umut eşeğin içinde bir şey olup olmadığına bakmaya veterinere gider. Eşeğin içi de boş çıkınca yine asparagas peşinde koşmakta beis görmeyen gazeteci, eşeğin karnında tenis topu büyüklüğünde elmas var yalanını uydurmayı teklif eder. Adem teklifi kabul eder ve kendini David Lynch karakterlerine has bir çılgınlığın içine atar. Yine hepimizin izlediği sahneleri tek tek deşmeye gerek yok ama filmin bazı sahnelerinin türk toplumunun genel ahlak duygusunun aslında ne kadar hızlı bir şekilde değişebileceğini absürt bir şekilde gözler önüne serer. Her gün onu hor gören, hakaret eden Hacı Ömer, Adem’in üstüne bir ev bir de dükkan yapar. Kızını ivedilikle Adem’in koynuna sokmaya çalışır. Adem bugün canım istemiyor diyerek Şükran’ı reddeder. Mister Dörtnal ismini alan eşek Adem’in yakın arkadaşları tarafından ve Hacı Ömer tarafından kesilmeye çalışır. Adem ise Hacı’ya smokin tesettürlü Şükran ve annesine de modern kıyafetler giydirerek akşam gezmesine çıkartır. Özellikle Şükran’ın üzerindeki derin yırtmaçlı olabildiğine seksi mahallenin tüm ‘abaza’ erkeklerinde bir testosteron patlamasına yol açar.
Eşeğin güvenliğinden endişeli olan Adem Mister Dörtnal’ı sakız fabrikasına taşır ve herkesin bildiği o meşhur bok nöbeti başlar. Bir Atıf Yılmaz filminin sinopsisden çok bir Nanni Morretti filmine benzer Köşeyi Dönen Adam’ın sinopsisi. Fabrika sürecinde eşek, Adem tarafından yutturulan bağırsak tembelleştirici ilaç ile necaset sürecini uzatırken “Büyük Patronlar” Erol, Müjde, Hacı Ömer, Şükran ve Adem’in ayakçı / üçkağıtçı arkadaşları; ikili gruplar halinde ellerinde leğen iki gün boyunca eşeğin kıçında beklerler. Çevresindeki tüm ikiyüzlüleri ve onların yozlaşmış dünyasını gören Adem, hem kendisine hem seyirciye keyif veren olaylar sonrasında, eşeğin sıçmasıyla sona yaklaşan filmin, Bunuel’in, Jodorowsky’in, Passolini’nin hatta John Water görse imreneceği sürrealist bir yaklaşımla çekilen son kısmı muhteşemdir! Ucuz bir banyo leğeni içindeki eşek dışkısını hırsla karıştıran ‘Bok Nöbeti’ ekibi, yedi ölümcül günahın herbirini çiğnemişlerdir. Hacı Ömer açgözlülüğü ile destan yazmaktadır. Müjgan ve Şükran erkeklerin şehvete olan düşkünlüklerini kullanırlar. İkisi de çok çiğ bir şekilde lüks düşkünüdür. Mennan’ın öfke patlamaları meşhurdur. Hepsi obur, miskin, kibirli ve açgözlü insanlardır. Hacı Ömer’in nöbet sırasında içki içmeye zorlanması aslında muhafazakar kesimi hor gören dönemin devletçi asker yanlısı, sapına kadar laik anlayışının sinemaya bir yansımasıydı. Bugün, o hor görülen kimi gerçek kimi yalan muhafazakâr bugünün kemalistleriyle ya da ulusalcı olarak nitelenen insanlarıyla uğraşmasının içinde tarihsel bir ironi gizli. Yıllarca televizyonda Kemal Sunal’ın Bok Nöbeti kimde monoloğu ile biterdi. Yıllar sonra 2000’li yılların ortalarında sanırım film Türkmax tarafından yayınlandı. Sansür ile atılan kısımlar aslında filmin asıl sonunu barındırıyordu. Kumar oynayan Hacı Ömer, kendi kendine hayatı sorgulayan Adem, içeride gruptan röntgenciliğe çeşitli cinsel hazlar peşinde koşan Müjde, Şükran ve azgın patronlar… Eşek sıçar; boklar mıncıklanır ve öğürdükten sonra dışarı çıkan Adem okuduğu gazetede amcasının Amerika’da tımarhanede öldüğünü öğrenir. Dellenmediğine şükreder. “Hiç adam yok kime güveneceğiz” diye kendi kendine sayıklayarak yürür. Cebindeki kuponları çıkartıp yırtar. Konfetivari bir şekilde havaya fırlatır. Kamera açılır ve arkadan yürüyüş yapan işçileri görürüz. Adem aralarına katılır ve 1 Mayıs marşını söyleyerek pankartlar yürümeye devam ederler. Dönemin politik yapısına uygun bu son aslında filmin ne kadar güzel bir film olduğunu sansür kurulu tarafından makaslanarak aslında hakkının nasıl yendiğini ortaya çıkardı. Belki de bu sebeplerden ötürü Köşeyi Dönen Adam, Kemal Sunal filmleri arasında hakkettiği değeri hiç bir zaman bulamadı. O gün işçiler ve üniversite öğrencileri sokaktaydı. Bir küsur sene önce ise bir kısım beyaz yakalı ve lise öğrencileri… Kemal Sunal bize bahşettiği mizah anlayışı, Gezi sürecinde sokakları etkilemişti.
“Sis Atma OÇ”, “Gaz bombasına gerek yok Polis Amca biz zaten duygusal çocuklarız” gibi duvar yazılarında; polisin attığı gazı gurme edasıyla değerlendiren iki kafadarın videosunda, uzun saatlerdir nöbet tutmaktan bitkin düşmüş polisin basın mensubuna “gaz atmayayım da ne yapayım; osurayım mı?” diye bağırmasında, Kemal Sunal’ın iyi bir temsilcisi olduğu mizahın etkileri açık bir şekilde hissediliyor. Neresinden bakarsak bakalım çok yetenekli bir oyuncuyu vaktinden çok önce kaybettik. Ben hep Kemal Sunal’ın olgun yıllarında, Alec Baldwin’in 30 Rock’ta gerçekleştirdiği kariyer atlamasının farklı bir versiyonunu gerçekleştireceğini düşünmüştüm. Bir komedi oyuncusu olarak değil de mükemmel bir dram oyuncusu da olabilirdi. Ferzan Özpetek’in, Nuri Bilge Ceylan’ın, Zeki Demirkubuz’un (ki kendisi televizyon için çekilen Şaban Askerde dizisinde onunla çalışma şansına erişmiştir.) filmlerin oynayabilir; oynadığını filmler uluslararası festivallerde gösterilebilir ve sadece Türkiye’de değil dünya çapında tanıan bir aktör olabilirdi. Kısmet olmadı… Toprağı bol olsun.
YAZI – YEKTA KURTCEBE
Gücünü kaybetmiş hiyerarşi: Sarmaşık Sundance Film Festivali’nde yarıştıktan sonra İstanbul, Adana ve Malatya Film Festivallerinin de ulusal yarışmalarında boy gösteren Sarmaşık, devasa bir geminin içindeki esaretten yola çıkıp, güncel bir Türkiye fotoğrafı çekiyor. Antalya Film Festivali Altın Portakal Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini toplayan Sarmaşık’ın yönetmeni Tolga Karaçelik sorularımızı yanıtladı. İlk
filmi Gişe Memuru’yla başarılı bir çıkış yakalayan, yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödül ve övgüyle dönen yazaryönetmen Tolga Karaçelik, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı son filmi Sarmaşık’la karşımızda. Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması bölümünde yarışan, geçtiğimiz aylarda Toronto Film Festivali’nde World Cinema Contemporary bölümünde gösterilen, eylül ayında Adana Film Festivali’nden en iyi yönetmen ve erkek oyuncu ödülleriyle ayrılan film, Malatya Film Festivali’nden de en iyi erkek oyuncu ödülünü kaptı. Gökhan Tiryaki imzalı görüntü yönetimiyle de büyük beğeni toplayan Sarmaşık’ı yazarı ve yönetmeni Tolga Karaçelik’le konuştuk.
Sundance’teki dünya prömiyerinin ardından Toronto, İngiltere, Hamburg derken epey festival gezgini bir film oldu Sarmaşık... Gişe Memuru da festivallerin sevdiği bir film olmuştu fakat özellikle uluslararası arenada Sarmaşık’a ilgi çok daha büyük. Dış basın ve festivallerden nasıl reaksiyonlar aldı film? Gişe Memuru’yla arasındaki fark Sarmaşık’ın çok daha büyük festivallerde gösterilmesi. Dış basının ilgisi, festival eleştirileri, gelen reaksiyonlar çok iyiydi. Sundance’te ilginç olan, bana Gişe Memuru hakkında da sorular sorulmuş olması; karakterler arasındaki bağlantı sorgulandı. Hamburg’da da sokakta yürürken imza isteyenler oldu ki bunlar bu ülkenin yönetmenleri için çok şaşırtıcı şeyler. Filmle ilgili çok güzel yazılar yazıldı ve bundan yola çıkarak iyi bir şekilde de algılandığını söyleyebilirim. Esasında yüzde yüz anlaşıldığını da iddia etmiyorum çünkü film burayla alakalı ve Amerika’daki seyircinin Türkiye’de yaşayan bir insan kadar hâkim olabileceğini düşünmüyorum. Film keskin bir metin; beraberinde toplumsal şekillenmeden insanî ilişkilere kadar birçok alt metin ve metafor barındırıyor. Yazım süreci nasıl geçti, senaryoyu bu metaforlarla destekleme fikri nasıl doğdu? Bu senaryoyu üç-dört sene önce not almaya başladım, Gişe Memuru’nu yazdığım dönemlerde de vardı. Senaryonun en büyük çıkış noktası iktidar ilişkileriydi ve iktidar ilişkilerine kafa patlatırken ortaya çıktı diyebilirim tam olarak. Söylemek istediğim şey şuydu: gemi gitmiyorsa biz ona gemi diyemeyiz, deniz artık bitmiştir orada. Peki kaptanla ne yapacağız? İşlevini, otoritesini kaybetmiş bir hiyerarşi, gücünü devam ettirmek için neler yapar? Ülkemde ve birçok siyasi sistemde gördüğüm tıkanmışlıktan beslendim yazarken. Benim anlatım biçimim, hoşlandığım anlatım biçimi kör göze parmak değildir; Gişe Memuru’nda da öyle, kısa filmlerimde de, yazdıklarımda da... Hep öyleydi yani. Metaforların gücüne inanıyorum. Salyangozların ve sarmaşıkların simgelediği, anlatmaya çalıştığı bir duygu bütünlüğü var ve duygu bütünlüğü kısmında bana çok yardımcı oluyorlar.
Çıkarttığında eksik kalmıyorsa ama varlığı da rahatsız etmiyorsa o zaman o dilin içerisine oturduğunu, anlatmak istediğimi de o dilin içerisinde başardığımı düşünüyorum. Başta Nadir Sarıbacak olmak üzere oyunculuklar da öne çıkıyor filmde. Oyuncu seçimleri hangi aşamada, ne şekilde belirlendi? Sulukule, senaryoda yer bulan alt metinlerden biri. Nadir’le 11 sene önce Gevende’nin “Çelik Çomak” klibini çekerken tanıştık. Sulukule yıkılıyordu ve biz klibi orada çekmek istiyorduk. O zamandan beri Nadir’le bir kısa, bir de uzun metrajda birlikte çalıştık. (Gişe Memuru’nda küçük bir rolde yer almıştı). Bu filmi yazarken de en başından itibaren Cenk rolü için Nadir’i düşünüyordum ve seçme yapmadan direkt dahil oldu projeye. Nadir dünya tatlısı bir adam ya hani, böyle bir rolde oynamasını istedim özellikle. Onun dışında Hakan Karsak'la çalışmayı çok istiyordum; çok sevdiğim bir insan ve oyuncu, onun da Nadir rolünde olmasını istiyordum. Yazarken biraz öyle yazıyorum galiba, karakteri kimin canlandıracağını düşündüğüm roller oluyor. Özgür Emre’nin oynadığı Alper rolü için Ekran Kolçak Köstendil’i düşünmüştüm ancak Erkan, İstanbul’da olmadığı için seçme yapamıyorduk ve bir gün Özgür geldi oynadı, “işte bu” dedim. Nadir ve Hakan dışındaki oyuncular seçmelerle belirlendi. Cenk’in filmde “İnsan insanın yüzüne tekme vurur mu” dediği bir sahne var. Son derece fırlama ve yer yer antipatik bir karaktere sahip olsa da film boyu onun iyi bir insan olduğuna inanıyoruz. Hattâ İsmail’le yaşadığı sürtüşmelerde kendimizi ister istemez onun tarafında buluyoruz. Filmin psikolojik bir yanı da olduğundan karakterleri tüm köşeleriyle görme fırsatımız oluyor aynı zamanda. Karakterlerin oluşum süreci nasıl gerçekleşti, Cenk’i hikâyenin merkezine oturtma fikri nasıl doğdu? Cenk'in hikâyenin merkezinde olmasının en büyük sebebi bu sisteme ilk baş kaldıran adamın o olması bir anlamda. Replikler bakımından baktığımızda güç olarak pek fazla farkı yok aslında ama Cenk'in karakteri biraz daha renkli olduğu için aklımızda kalıyor. İsmail'le Beybaba'nın ilişkisi de en az Cenk'le İsmail'in ilişkisi kadar işlenmiştir filmin içerisinde. Tabii ki Cenk'in merkezde olması baştan beri
planlanan bir şeydi çünkü var olan sistemi değiştirmeye çalışan ya da "Yanlış bir şey var, bunu devam ettirmeyelim" diyen adam Cenk. "Karışmayın bana" diyor adam, benim hissettiğim şey de bu açıkçası yazarken. Karışmayın, herkes herkesi rahat bıraksın. Ben de çok fazla bu histe olduğum için hak veriyorum Cenk’e ama bir yandan İsmail’e de hak veriyorum. İsmail yazarken en çok düşündüğüm karakterlerden biriydi çünkü korkunun kendisi esasında ve insana dair çok şey söylüyor. Cenk’i siz çok iyi görüyorsunuz çünkü esasında İsmail de çok iyi oynuyor, çok güzel pas veriyor. Cenk'i oynamak tabii ki çok zor ama orada İsmail de, Özgür Emre de, Hakan Karsak da, hepsi görevlerini çok iyi yerine getiriyor. Ben bu filmi kısaltamam daha fazla çünkü bir hikâye eksik kalırsa bir başka hikâyenin eksik kalmasına sebep olur; bir ilişkiler ağı nihayetinde. Herkesin performansı birbirine yardım eder nitelikteydi ve en keyiflisi de oydu yönetmen olarak. Kürt her ne kadar film boyu herkese yabancı kalıp etkisizmiş gibi görünse de ortadan kaybolması tüm karakterlerin taşmasına sebep oldu. Film boyu süren sessizliğinin sebebi neydi? En büyük etkisi karakterler üzerinde olanı. Ortadan kaybolduğu zaman çok tehlikeli oluyor. Nereden çıkacağı belli değil, çok güçlü ve konuşursa ne diyeceği belli değil. Bir şekilde ortadan kayboluyor ve onun gücü de o oluyor. Sessizliğinin sebebi de denklemin bir parçası olmak istememesiyle ilgili büyük ihtimalle. Filmin oluşum aşamasında bir destekleme fonundan da destek almıştınız Kültür Bakanlığı'nın yanında. Türkiye’de sinema fon ve destekleri yetersiz mi sizce? Türkiye bu konuda tabii yetersiz. Büyük bir sorun bu ama çok daha önemli sorun filmin seyirciyle buluşması. Sadece Kültür Bakanlığı’nın destek verdiği, başka herhangi bir yerden destek alamadığımız bir fonlama sistemi içerisindeyiz. Mesela ben bu filmi televizyona satamıyorum. Küfürlü ve tehlikeli bulunuyor. Vizyona kaç kopyayla girecek, ne kadar vizyonda kalacak bilmiyorum. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın dışında farklı destekleme
fonlarının da yaratılması gerekiyor. Sansürle mücadele konusunda da çok elzem bir konu bu bence. Amerika'ya baktığın zaman hiç böyle bir durum yok ama ortada acayip bir seyirci ve televizyon var. Onlar mesela filmin ön satışını yapmaya çalışıyorlar. Avrupa'ya baktığın zaman Almanya'da ve Fransa'da güzel fonlama sistemleri var. Dolayısıyla Türkiye sineması fonlaması dediğimiz zaman yalnızca yerel fonlamadan bahsetmemiz anlamsız oluyor. Ama seyircinin filme ilgisi her şeyden daha önemli. Ne yaparsan yap, filmini 8 bin kişi izlerse bu sorunu aşamazsın. İlk iki uzun metrajınıza bakarsak takibi ve seyri de keyifli filmler aslında... Takip edebileceğin, içinde kalabileceğin filmler diyorsan eğer, benim amacım bu. Ben yönetmenim. Bir hikâye anlatıcısı olarak dünyanın en derin konusunu da anlatayım, karşımdaki uyuyorsa bir önemi yok. Bana göre festival filmi, gişe filmi algısından ziyade sıkıcı ve sıkıcı olmayan film vardır. Gişe Memuru’nun takip isteyen temposu yüzünden filmi üçüncü dördüncü kez izlediklerinde çok daha fazla keyif aldığını söyleyen insanlar var. Sarmaşık’la ilgili de aynı şeyleri duyuyorum ve amacım bu. Bizim eleştirmenlerimiz izlemesi kolay bir film yapıldığında iletilmesi planlanan birçok detayı gözden kaçırıyorlar. Burayla ilgili eleştirmem gereken noktalardan biri de bu; çok şeyi gözden kaçırıyoruz. Nuri Bilge "Bu filmi izlemeye başladığım andan son âna kadar acaba ne yapacak demedim, sadece filmi izledim ve bu bana çok ender oluyor" dedi mesela. Bu benim amacım, baştan sona seni alıp bir yere bırakmak.. Hikâye anlatıcısıyım ben; sen uyursan ne anlatacağım? Sarmaşık’tan sonra sırada ne var? sürdürdüğünüz bir senaryo var mı?
Hazırlığını
Şu an yazdığım bir senaryo var, ne durumda olduğunu tam olarak bilmiyorum açıkçası. Yazdığım zaman keyif almıştım, heyecanlıyım galiba onunla ilgili. Heyecanlı olduktan sonraki "Bu ne acaba” dediğim dönemdeyim. Üç senedir yazıyorum bu senaryoyu. İlgilenen ülkeler var ama şu an Kültür Bakanlığı yok. Kültür Bakanlığı olmazsa ne yapacağız?
TEREDDÜT'TEN İLHAMLA : TÜRKİYE SİNEMASININ UNUTULMAZ 10 KADIN KARAKTERİ Bu ay gösterime giren Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt’ü, güçlü kadın karakterleriyle, yerli sinemanın muazzam kadınları arasında gezinip dünyalarını anlamaya çalışmak için ilham verdi ŞOFÖR NEBAHAT (Sezer Sezin, Şoför Nebabat, 1960 & Fatma Girik, Şoför Nebahat, 1970) İllüstrasyon: Merve Atılgan Yerli sinemanın klasikleşmiş simgelerinden birine dönüşen Şoför Nebahat’in, ataerkil düzene karşı dimdik ayakta tavrı ve gözüpekliğinin yanında, olağanca narin de bir karakter yatar aslında. Nebahat, mahalledeki herhangi bir kız olmak yerine kendisine o veya bu şekilde layık görülmüş erkek Fatmalığının altını öyle derinlikli bir feminenlikle doldurur ki, ortamdaki cinsiyetsizliğin adına ne koyacağını bilemeden bakakalır karşındakiler. Yeşilçam’ın klasik güzel kızla yakışıklı oğlanın bir çatışma nedeniyle ayrı düşmesi formülüne takla attıran bu karakterin ne söylediğini değil, yalnızca iç sesini dinleyerek bile tatmin olabilir izleyici.
SABİHA (Türkan Şoray, Vesikalı Yarim, 1968) İllüstrasyon: Vardal Caniş Su Sabiha kim olduğu ve ne istediğiyle ilgili son derece net bir kadın. Halil onun hayatına girene kadar… O günden sonra artık kendini hor görmeye başlamış bir ikinci kadın. Asla onun olmayacak bir adamın çekim alanında gezinmekle de barışık değil. Halil onu seçmeye değil belki ama onunla olmaya eğilimli biri olduğundan arkasını dönüp gidemiyor Sabiha. Ta ki Halil’in onun hayatından çıkıp gitmesine izin verene kadar. O zaman Halil’e son bir kez uzaktan bakıyor. Bakıyor. Bakıyor. Sonra arkasını dönüp yürüyor. Sabiha şimdi yeniden kim olduğu ve ne istediğiyle ilgili son derece net ama kalbi de daha kırık bir kadın.
KEZBAN (Hülya Koçyiğit, Kezban, 1968) İllüstrasyon: Berkay Dağlar Bir grup izleyici sağlam bir karakter olduğunu düşünmez Kezban’ın. Hayatı boyunca zenginlerin dünyasında itilip kakıldıktan sonra intikam için geri dönme hikayesinde, yine başka bir erkin yardımını almasını hazmedemez bazıları. Oysa ki Kezban’ın erdemi intikamında değil, intikamını alırken bile karşısındakileri aşağılayamayan, onlara onlar gibi cevap veremeyen, çok yaklaşsa da tam öyle olmayan özünde yatar. Kezban öyle bir kadındır ki, köylülüğün karşısına şehirli olmayı, cahilliğin karşısına okumuşluğu koyamayacak kadar geniş bakmakla lanetlenmiştir bu hayatta. O yüzden oynadığı yalnızca bir oyundur. Bu lanetle yaşamayanlara, yaşamın onların bildiği kadarıyla akıp gitmediğini fısıldayamayacak kadar incelikli düşüncelerle kurulmuş bir oyun.
AYŞE (Zeynep Değirmencioğlu, Hayat Sevince Güzel, 1971)
İllüstrasyon: Sedat Girgin
Ayşe, orada, gitmesek de görmesek de bizim olan o uzaktaki köyden hiç gelmeyecekti belki de. Kaderini işaret ettiler Ayşe’ye, gitti köyünden. Ayşe adına modernizm denen bir acımasızlığın ortasına düşmeyecekti muhtemelen. Katı kalpli teyzesi ve merhametsiz akranları ona böyle modern olunacağını söyledi. Kaderim dedi Ayşe, modern oldu. Balo günü kapıdan çıkıp gidecekti Ayşe, pencereden düşüp sakatlanmayacaktı çok yüksek ihtimalle. Ama Ayşe’yi köyünden aldılar, çağdaş bir Türk kızı yaptılar, öyle olmaz böyle olur dediler, iyilik sıkıcı sen biraz zeki ol dediler, öyle dediler böyle dediler, bacağını, kolunu, kanadını, en çok da kalbini kırdılar Ayşe’nin. Ayşe zeki olmayı sevmedi, sıkıcı iyiliğini bulaştırmayı seçti. Herkes için böylesi çok daha iyi oldu.
CANİKO
(Müjde Ar, Köçek, 1975) İllüstrasyon: Sadi Güran Mahallenin abilerine göre karı kılıklının teki olan yağız, yakışıklı Caniko için futbol peşinde koşup erkek arkadaşlarıyla muhabbet ederek akıp gidiyordu işte ne güzel hayat. Sırf karı kılıklı diye tecavüz edip, erkek olduğunu görünce de penisini keserek teşekkür ettiler Caniko’ya, hayatta bu kadar az şeyle mutlu olabildiği için. Yalnızlık ve utanç onu garip bir biçimde hayat kadını yaptı. Kadın olmayı hayat kadını olarak öğrendi Caniko. Ama mahalledeki kankası da bu kerhanenin yolunu tutup, bir de o olduğunu bilmeden kadın bedenine âşık olunca Caniko’nun, hayatın bir daha hiçbir zaman o kadar da güzel akıp gidemeyecek olması fikri beliriverdi kafasında. Yalnızdı ve utanıyordu hala. Neyse ki bir gökkuşağının altından geçti ve kimin kime âşık olduğunun, kimin hangi bedende kime âşık olabileceğinin bir önemi olmadığı bir hayat düşüne inanıverdi Caniko. Yeniden mutlu muydu ne?
HAFİZE ANA (Adile Naşit, Hababam Sınıfı Serisi, 1975) İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç İnsanların yaşlı ve iyi yürekli bir kadından tek beklentisinin elinde çanla merdivenlerden aşağı yukarı koşturmak olmadığını göstermek gibi bir misyonu vardı aslında Hafize Ana’nın. Ne kadarını gösterebildi meçhul ama o sınıflar dolusu ana, odalar dolusu kadın, tabaklar dolusu yuvaydı. Bazen ergen gibi düşünüp, onlar kadar acımasız olabilen, bazen de bir yetişkin gibi otoriter ve emir uygulayıcısı olabiliyordu. Temsil ettikleri üzerine giydirilen üniforma ya da tabaklara eğdiği yemek dolu kaşıklardan fazlasıydı. Tepeden tırnağa, baştan aşağı vicdandı Hafize Ana. Elindeki çanla da muhtemelen herkesi akil olmaya çağırıyordu. Kaç kişiye duyurabildi meçhul.
ASYA (Türkan Şoray, Selvi Boylum Al Yazmalım, 1978) İllüstrasyon: Burak Dak Asya hayatta bir kez kendisi için bir şey istedi. Gönlümün kaydığı yere gideyim dedi herhalde, bakalım orada ne var diye. Tabii ki acı vardı orada. Çünkü Asya hayatta bir kere kendi için bir şey istemişti ya, tabii ki acı olacaktı o şeyin sonunda. Bir yola saptığında uzun süre güzellikler görenlerin şüphelenmeye başlaması gerektiğini düşünemeyecek kadar saf ve iyi niyetli bir genç kızdı başta Asya. O yüzden saptığı yollar hep güzel yerlere çıkacak sandı. Hayatta kendi için istediklerinin de tarihi geçiverdi bir anda. Bir oğlu oldu. Kendi hakkı dolmuş oldu. İstediğini yapamamış, seçtiğiyle kalamamış, perişan olmuş bir kadındı artık Asya. Bir başka seçim yaptı ama bu defa kendisi için değildi elbette. Oğlunu seçti hayatta Asya. Ne kalbini, ne şansını, ne bahtını. Yalnızca oğlunu seçti. Kendine verdiği hakkın tarihi dolmuştu, ne yapsın.
VASFİYE (Müjde Ar, Adı Vasfiye, 1985) İllüstrasyon: Duygu Topçu Vasfiye’nin adını başkaları koydu. Hikayelerini hep başkaları yazdı. Vasfiye aslında ne yaşadı acaba, hiç bilemedik. Birinin karısı mı olmadı, birilerinin gizli aşkı mı, pavyon şarkıcısı mı olmadı Vasfiye, bir suçlu mu… Her şey oldu bu hayatta. Bir tek kendi olamadı. Onun hikayesini dinleyip durduk. Dinlediğimiz kadarını gördük. Gördüklerimiz aslında kadınlarla ilgili erkeklerin anlattıklarıydı. Erkeklerin gördüğü kadın. Kadına benzeyen bir şey ama kim? Vasfiye o oldu, bu oldu ama biz aslında ne yaşadı hiç bilemedik. Bizim hakkımızda anlatılanlara da benziyor muydu Vasfiye? Ya da biz kendimizi ne kadar anlatabildik? Bizim hikayemizi kim yazdı?
UĞUR (Derya Alabora, Masumiyet, 1997 & Vildan Atasever, Kader, 2006) İllüstrasyon: Hilal Can Uğur deli gibi âşık olduğu Zagor’un peşinden sürüklenen, kendi hayatını aşkının arkasına gizlemiş, hırslı ve öfkeli bir kadın. Yanlış giden her şeye öfke duyuyor. Kendisine amansız bir sevdayla bağlı Bekir’e bile. Onu sevmeyecek Bekir. Onu sevemez! Nesini anlamıyor bunun? Anlamıyor işte. Tıpkı onun da Zagor’u sevemeyecek olmasını anlamadığı gibi anlamıyor Bekir’in aşkını da perişanlığını da. Kendi acısını bile yaşamasına izin vermeyecek noktalara getirdiğinde işi Bekir, çareyi kaçmakta buluyor Uğur. Kaçtığı yerde de o var ama. Hem Bekir, hem de bir yerlerde Zagor. Ne kendi aşkına doğru, ne kendi aşkından kaçamıyor Uğur. Bundan kaçamadıkça da şehirlerden, pavyonlardan, gecekondulardan kaçıp duruyor. O Zagor’un, Bekir onun peşinde. Sevginin yalnızca kaçıp kovalamak olduğunun nesini anlamıyor acaba Uğur?
ŞEHNAZ & ELMAS (Funda Eryiğit & Ecem Uzun, Tereddüt, 2016) İllüstrasyon: Saydan Akşit Elmas çocuk, Şehnaz kadın. Elmas mağdur, Şehnaz mağdur. Elmas cahil, Şehnaz okullu. İkisine de zulmediyorlar. Adamlar, adamların karıları, adamların anneleri ve adamların kızları ve adamların oğulları ve adamların babaları… Birtakım adamlar zulmediyor ikisine de. Demek ki onlar kendi hayatlarıyla yüzleşmek ve kendi zulümlerinden kaçmak zorunda. Bunun bir yolu olmalı. Zulümleri durdurmanın bir yolu. Hayır demenin. İstemediğine zorlanmamanın bir yolu… Neyse ki Şehnaz Elmas’a kendi içindeki yolu açmanın bir çaresini gösterebiliyor. Şehnaz da Elmas’tan öğrendikçe açılıyor. Yollar var işte bir yerlerde. Ve açılıyorlar… Elmas kadın olacak, Şehnaz’ın çocukları belki. Ama adamlar ve onların zulümlerini tanıyacaklar. Yüzleştiler çünkü.
6. YER Ben bi yere gidersem eğer, kayboluşlarım anlamsızlaşabilir. bi yere gitmek değil mühim olan, bir yer etmek sende. ben bi yere gidiyorum evet, gidişlerim pek meşguliyet vermez, ama nesnelleşmek istemem zaten, öznelleştir beni sevgilim. bütün cümleler adın ile bitsin hatta, gizli öznen olabilirim, seni seviyorum ya, bu yaz akşamı bir ihtilâl olabilir. bu şiiri yazarken düşündümde, ünlü harfler neden daralır, ünlü harfler bazı bazı daralır sevgilim. -darılmak bir daralma değildir. seni sevişlerim, bir çocuk doğurabilir tüm anlamıyla, seni sevmelerim kadar çocuklarımız olur. çünkü bu adının anlamına nal salmaktır sevgi -lim. /(hasretgülşan)
ENDİŞELİ MAVİ ve bilemezsin ağıt yakan hangi kemik karınca otağı toprakta uykuya kurulan cesetlerden. ve göğün yanan eli tutmaktan güneşi, altında çiçeğe bürünmüş ömrümün. gölgelerin karanlıkta sessiz bekleyişleri, doğrulur ışılı endamlarıyla başında bir yolun. güneşi uyutan orman kolları, saklar lütfunu ilkbaharın. ve göremezsin! ufuk yaslı karanlığını indirir penceresine, gözü yaşlı hazin bir akşamın. bülbül narasını gül yaprağında bırakır, konar kanadına bir yarasanın. mor dağlar ardında âlemi dolaşır. kölesi bir beyazın, tüm siyahlığıyla dipdiri rüzgarlar ardında, siler saltanatını rengin. göğün endişeli mavisi, tutunur yaprağına ağacın. şu düşen yüzler gökten, saklanır ardına kızlık gözyaşlarının altında boğulan suların. gölgelerin erişilmez hayalinde boynu bükük duruyor umutlar. o dev gölgeler, izliyor aynada korkulu gözlerle savrulan köpük köpükyokluğunu, yas dağının zirvesinde. İbrahim Hakkı Öztürk
UZUN KUYRUKLAR Uzun bir kuyruk fark etti. Hemen önünde kıvrılan kalabalığa sokulmak ve bir iki kişiye kulak misafiri olup ne olup bittiğini anlamak istedi. Fakat ne önündeki ne de arkasındaki çıt çıkartıyordu. Ön tarafa doğru kaykılıp kalabalığı aşmayı denediyse de kimse ona izin vermedi. Kuyruğun kuralı katıdır. Bir yasası vardır kuyruğun. Hatta bir ana yasayla kuyruktaki kişilerin hakları güvence altına bile alınmıştır. Ekmek kuyruğu değildi. Tüp kuyruğu desen yemez kimse. İllaki bir şey dağıtılıyordu. Yoksa bu cıvık kalabalığı bir araya getirebilecek güç kimsede yoktu. Şabalak bir tip gelip de omzuna el atmasaydı kuyruktakilerin homurtusunu tercüme edebilecek birilerine ihtiyacı olacağı kesindi. Mal bulmuş mağribi gibi yapıştı adama. “Abi nedir bu kalabalık?” Adam soruyu sonrandan daha çok bilmiyordu. Bunu ima ile ifade etmişti. “Ben de onu soracaktım. Ne kuyruğu bu?” “Bilmiyorum. Bir bilene sormak lazım.” Şabalak tipli adam biraz öne doğru seğirtti. Biraz önce ön tarafa geçiş izninin tanınmadığı çocuk gücenmişti bu duruma. Çünkü adam kuyruğu sallaya sallaya ön kısma kadar gitmişti. Sonra baş taraftan bir el çıkarttı adam. Gel diyordu bu tarafa. Çocuk bir hamle daha yaptı. Bu defa oldu olacak derken kuyruğun ortalarında bir yere takıldı. Cüssesi de yetmedi garibimin. Orta kısımda olmak da fena sayılmaz. Birkaç dakika geçti geçmedi, ön taraftan işaret çakan adam kaybolup gitmişti. Merak bu, insanın içinde ısırılmadık parça bırakmaz. İçi gıcıklanmaya başladı çocuğun. Sıkıldı, oflayıp puflamaya başladı. Diğerleri gibi homurdanıyor ve bir taraftan da ona yöneltilen soruları karşılıksız bırakıyordu. Bunların hepsi yarım saatte mi oldu şimdi? Çocuk da diğerleri gibi vurdumduymaz bir tavırla sırasını bekliyordu. Sıra ne zaman gelir bilemeyiz ama çocuk bir defa bekleme yasasına kolunu kaptırmıştı. Tekrar uyanır gibi olduğunda önünde duran ihtiyara “Bey amca neyin kuyruğu bu?” deyiverdi. İhtiyar, ağzından fırlamaması için takma dişlerini tutup bir kahkaha patlattı. Sonra kahkahasının tonu yavaş yavaş indi, indi ve boğazında düğümlenen tükürükten olsa gerek
lastiği patlak araba gibi “lap lap lap” etti. Çocuk da bu sese güldü. İhtiyar alındı tabii. Değneğini gösterdi. “Bu var ya bu. Şimşirdir. Şöyle bir oturtursam karpuz gibi ayrılır!” Çocuk özür diledi hemen. “Af buyur beybabacım. Ben size hürmetsizlik eder miyim?” “Ha şöyle olun biraz.” dedi ihtiyar. Çocuk sorusunu tekrar sordu. “Kuyruk?” “Haaaa. Emekli sandığı kuyruğu bu…” Hepsi bu muydu yani? Yarım saatten fazla burada bunu duymak için mi bekliyordu? İhtiyarın cevabını duyan bir başka kişi “Ne emekli sandığı beybaba? İş ve işçi bulma kuyruğu burası.” Bir başkası da onu yalanlıyordu: “Etme bulma dünyasının kuyruğu…” İş çığırından çıkmıştı. Kimi ekmek bekliyor, kimi bedava börek dağıtıldığı için burada, kimi emekli…” Bu kuyruk böylece uzar. “Peki, sen niye buradasın evladım?” “Ben meraktan buradayım.” “En azından kuyruğun başında istediğine kavuşacaksın. Bak ben burada iki gündür ne beklediğimi bile bilmiyorum.” “Neden?” “Henüz tam karar veremedim de ondan.” “Anlamadım…” “Anlamana lüzum yok. Kuyruğun yasalarına tabi olduktan sonra her şey düzelir.” Sonunda ne olursa olsun merakını giderecekti. Sonra öğrendi ki, kuyrukta bekleşenler “neyin kuyruğu bu?” sorusunun cevabını bilseler bile ana yasanın yüz on ikinci maddesi gereğince doğru cevabı vermekle yükümlü olmadıkları için saçmalama haklarını kullanıyordu. Şunu anladı çocuk: Burada hiç yoktan en az saçmalama hakkını kullanmak için bekleyen yüz kişi vardır. Benim gibi meraktan bekleyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bir de yüz on ikinci maddesi diyorlar. Yani yüz on bir madde daha var. Ehhhh beee! Ne kuyrukmuş be arkadaş. Mehmet Erikli
DUVARDAKİ VİŞNE LEKESİ – Yaz geliyor, vişneler olgunlaştı mı? Köye gidiyor musunuz? – Gidiyoruz elbet, çocuklardaki heyecanı görmelisin salıncak yapacağız dallara diye. Bu sene yetişebilecek misin? – Bilmiyorum anne, kapatmalıyım şimdi. İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birinde yürüyor. Konuşurken fark etmediği kalabalık tüm sabır emiciliğiyle etrafını kaplıyor telefonu kapatınca. Annesi kilometrelerce öteden tuttuğu elini birden bırakıyor sanki. Duraksamıyor. Daha tenha bir yer bulmalı bir an önce. Dış duvarları boydan boya reklam panosuyla kaplı bir binadan içeri giriyor. Güneş gözlüğü pazarlamanın tam mevsimi… Çayı “dünyanın farklı bölgelerinden getiriyoruz” “kısık ateşte demliyoruz” “porselen demlikte servis ediyoruz” diye pazarladıkları bir mekâna oturuyor farkında olmadan. Mecburen şarklı bir demlik çay söyleyip beklemeye başlıyor. Annesinin sesi de kulaklarında bekliyor ama erteliyor dinlemeyi bir kez daha. Tam masanın karşısındaki duvar dikkatini çekiyor bir anda. Aklından “Bana çarpıp durabileceğim duvarlar inşâ et” cümlesi geçiyor. Duvar, farklı renklere boyanmış raflarla kaplı. Kırmızı, sarı, yeşil, pembe, mor… Her raf kendi içinde özenle tasnif edilmiş. Kalın ciltli kitaplar kırmızı rafa, eskimiş romanlar sarı. Yeşil rafta birkaç eski tarihli dergi, pembe rafta içleri farklı kokularla dolu şişeler. Nesne, renk ve tasnif… İçinin taklidi gibi duvarda. İçini de raflar gibi ayrı ayrı tasniflediği zannına kapılıyor arada bir. Doğu ve batı, taşra ve kent, hasret ve vuslat birbirine karışmadan duruyor içinde. Duruyor mu? Vişneler kızarıyor demek. Bu sene de yetişemeyecek, belki bundan sonra hiç… Vişne, çocukluğudur. Ayağı toprağa değmişse, ilk bir vişne bahçesinde değmiştir. İlk salıncağı bir vişne ağacının dalına kurulmuştur. İlk düşüşü bir vişne dalındandır. İlk bez bebeğinin iplik saçları vişne renginden. Vişne ona dedesinin mirasıdır. Dedesi ne kadar Anadoluysa, vişne de o kadar Anadoludur. Binanın dış yüzüne reklam afişlerini asan
sistem, onun çocukluğuna dokunmadan geçtiyse vişne bahçeleri sayesindedir. Taşralı olmakla hep övündüyse o bahçelerde oturduğu sofralar sayesinde. Şimdi başka çocuklara salıncaklar kuracaklar demek. Toprağı yalnız parklardaki kum havuzlarında gören taşranın kentli çocuklarına. “Bir taşra kentini öldürmeye bir AVM yeter” diye geçiyor şimdi de aklından. En büyük meziyeti yürüyen merdivenlerde beklememek olan çocuklar mı tırmanacaklar dedesinin vişne dallarına? Çocuklar kendi çocukluğunun dallarını kırar diye korkuyor. Kentliliğinden nefret ediyor çocukların. Birden kendini porselen demlikten fincana çay doldururken yakalıyor. Bir televizyon kanalında işe başlıyor yarın. Hem kanala hem havaalanına yakın bir stüdyo daire arıyor kiralamak için. Duvarın hangi yüzüne baktığının bir önemi kalmıyor bunları hatırlayınca. Kimden nefret ettiğinin bir önemi kalmıyor. Ayrı ayrı tasniflediği her şey birbirine karışıyor. Hayatı boyunca tek bir vişne bile yiyemediğini hatırlıyor sonra. Biliyor ki Allah kulunu küçücük bir çekirdek tanesiyle bir ömür imtihan edebilir. İnsan bir ömür çocukluğuyla ters yöne gidebilir. “Bana çarpıp durabileceğim duvarlar inşâ et. Önünü alamıyorum bu gidişin” Elif Bayır
Konfüçyus Nejat'ı kim öldürdü. ? Beş yüz lira kira ile tuttuğum yerin bilmem kaç metre altında olan ve ışık alan tek yerin elli cm olduğu bu adına ev dedikleri modern hapishanem de var olmaya çalışarak geçirdiğim. Ne zaman öleceğimi bilmesem de her an ölecekmiş hissi ile yaşıyor oluşum dışında yaptığım hiç bir eylemin anlamının olmadığı küçük dünyamda yaşarken o sabah her şeyin değişeceğini düşünerek ve ya düşünmek isteyerek çok akıllı olan telefonumda ki bir reklamın yanıp sönmesini beni tahrik etmişti. Burada ki tahrik kelimesini aslında soytarılık veya kendini pazarlamak istiyor musun gibi kelimeler de eş değer tutabiliriz. Önüme çıkan reklamda şöyle diyordu. ''Gerçek aşkı bulmak istiyor musun ?'' gerçek aşkın arayarak bulunan bir şey olduğuna sizi ikna ettikten sonra yükle butonuna basarak aslında kendi ruhuma verdiğim sahte bir sevgiyi de onaylamış oldum. Yaklaşık iki dakika içinde program telefonuma indi. Parmağımı simgenin üzerine götürdüm. Tam dokunacakken içimden bir ses odanın duvarlarında dile geldi. ''Ne yapıyorsun Cenk emin misin ? '' emin değildim. İnsanın kendini bile isteye ilizyonun içine atması kadar korkunç bir durum olamazdı yeryüzünde, sonra bir kez daha düşündüm. Dışarıya çıkıp bir kafe'ye veya başka bir sosyal ortama gidip biri ile tanışmam kazandığım askeri maaşı ve sik kadar olan evimin kirasını göz önüne aldığımda hiç gerçekçi gelmedi. Evet hiç.. dışarıda biri ile tanışmanın da bir anlamı kalmadığı düşüncesi de yıllar geçtikçe beynimin içinde yer edinmeye başlamış ve tamamen dış dünya ile bağlantımı kesmiştim. Çünkü dışarıda ki kadınlar da ilizyonun ve pazarlamanın içindeydiler elimde ki bu akıllı telefonun içindeki gerçek aşkı bulacağımı vaad eden programın içinde ki kadınlardan hiç bir farkları yoktu. Tüm bunları düşündükten sonra programa girmeye karar verdim. Karşıma çıkan ekranda kayıt olmam için bir takım sorular soruluydu. Yaşımı, kilomu,boyumu,göz rengimi,ne iş yaptığımı,aylık gelirimin ne kadar olduğunu,sigara içip içmediğimi,alkol kullanıp kullanmadığıma dair bir sürü soruya cevap vermem isteniyordu. Bu soruları soran bir yerde gerçek aşkı nasıl bulabilirdi ki insan, seçerek alınan bir kadından kendime nasıl bir aşk yaratabilirdim.? Bütün bunları bildiğim halde kendimi bu ilizyonun içine nasıl atabilirdim. ? Tüm bunları tek bir soruya veremediğim cevap sayesinde kabul ederek ilerledim. Soru şuydu ; ''Dış dünyada bana bu soruları sormayacak bir kadın var mıydı. ? '' cevap veremedim. Üstelik hiç para kaybetmeden baştan size bu soruları sormaları bu doğrultuda bir kadın bulmaları da kulağa fena gelmiyordu. İlk adımı geçtikten sonra karşıma çıkan ekran benden fotoğraf koymamı istiyordu. Bir diğer değiş ile senden kendini kadınlara pazarlamanı istiyorlardı. Kendimce en güzel olan fotoğrafımı bulmak için telefonun galerisinde gezinirken aslında hiçbir fotoğrafın bir anlamının olmadığını hepsinde dolandırıcılık yapan bir adamın yüzündeki ifade ile baktığımı fark ettim. Yeni bir fotoğraf çekmek için kamerayı açtım. İnsanların en zavallı gözüktüğü yer tam olarak burasıydı. Ön kamera ile göz göze gelmesi daha sonra yüzünün hangi tarafı daha güzel çıkacağına bakması, yukarıdan mı yoksa yandan mı çekmesi gerektiği gibi
saçma sapan şekillere kendini sokarak sözde en güzel fotoğrafı çekme isteği bana hep zavallıca gelmiştir. Bende bir zavallıdan fazlası değildim. Elimde ki telefonun karşısında şekilden şekle girerken salonun ortasında duran boy aynasından kendimi gördüğümde içimdeki nefretten olsa gerek ayna tam orta yerinden çatladı. Bunun bir işaret olmasına inanmak istesem de inanmadım. Fotoğrafı yükledikten sonra ki adımda bana hangi şehirden bir kadın aradığım soruldu. Fazla düşünmeden konum bilgilerimi girdim. Daha sonra hangi yaş aralıklarında bir kadın aradığımı sordu. Otuz altı yaşındaydım. Şöyle bir düşündüm ve 23 ile 40 arasını seçerek onayladım. Ne zaman böyle bir aralık sıkışsam huzurum kaçar içim endişe ile dolardı. Önüme açılan ekranda kadınlar en yakın konumdan en uzak konuma doğru sıralanmış beğendiklerime onay simgesine basarak onaylamam, beğenmediklerime ise çarpı simgesine basarak yarıştan saf dışı bırakmam istenmişti. Kerhanelerin ve genel evlerin ayıplandığı, kadınların kullanıldığını düşünen kadınların da böyle bir programın içinde olmaları gerçeği ise büyük bir trajediydi. Herhangi bir genelevden veya kerhaneden hiçbir farkı yoktu bu uygulamaların, belkide tek farkı burada duyguların sikilmesiydi. Duygularımı siktirmek bana zevk mi veriyordu ? Ya da hangi zevkin kurbanı olacaktım. Bu bilinmezliğin içinde ilerlerken karşıma çıkan bir kaç kadını onayladım. Bir kaçını da saf dışı bıraktım. Telefonu koltuğun üzerine bırakıp 50 cm'lik penceremin önünde bir sigara yaktım. İnsan ne olursa olsun sonunda mutlaka sigarasını yakıyordu. Sigarayı üçüncü içme çekişim de programdan bildirim geldi. Yitik ülke isimli kullanıcı fotoğrafınızı beğendi. Beğenilme arzusunu unutalı çok olmuştu. Fakat bu durum içten içe hoşuma gitmiyor değildi. Nedensiz bir şekilde sigarayı söndürüp telefonu elime aldım. O sırada bir bildirim daha geldi. '' Yitik ülke adlı kullanıcı size merhaba dedi.'' bana merhaba demişti. Uzun bir süre sonra biri bana merhaba demişti. Her sabah ekmek alığım bakkal Cemil bile bana merhaba demiyordu. Bir merhaba ya öyle hasret kalmıştım ki gerçek aşkı bulduğuma az kalsın inanacaktım. Bir mesaj daha geldi. ''Ordamısın ? '' nerede olduğumu bende bilmiyordum. Bildiğim tek şey kendimi zavallı bir adam gibi hissetmemdi. Biraz durup düşündükten sonra bende bir mesaj atmaya karar verdim. ''Nerede olduğumu bende bilmiyorum. Sen nerede olduğunu nasıl biliyorsun ? '' yitik ülke isimli bir kadının böyle bir soru karşısında iyi bir cevabı olmalıydı. Telefonu bırakıp, mutfağa gittim. Dolaptan ikişer bira aldıktan sonra içeriye geçtim. Biralardan birini açıp kafama dikerken bildirim sesi ile yarıda kesildi. Yitik ülkeden cevap gelmişti. '' Kadıköy de yerin bilmem kaç metre altında bir yerdeyim. Coğrafi olarak nerede olduğumu bilmem yeterli oluyor. Bazen haritalar uygulamasını açıp nerede olduğuma bakıyorum. Mavi bir nokta yanıp sönüyor, dünyada var olduğumu hissettiriyor. '' bu cevap ile adının hakkını verdiğinden kuşkum yoktu. Bira bittikten sonra votkaya başladım. Başlamak vakit alan bir eylemdi benim için, dolabı açtım. Elma suyu kalmadığını görünce sinirimden zaten bozuk alan buz dolabının kapağını kırdım. İçinde elma suyu olmayan bir buz dolabı bir işe yaramazdı. Bende bir işe yaramadığım dan defalarca kırıldığım oldu. Sonra baktım kırılmak alışkanlık oldu. Evde ne kadar eşya varsa parçaladım kalplerini söktüm, tekrar topladım. Son kırdığım
şey gözüme batan buzdolabı kapağı oldu. Üstelik yirmi dört takside böldürmüştüm. Ödeyeceğimi sanmıyorum. Haciz gelir alır gider. Nasılsa buz dolabının hakkını veremiyorum. En son ne zaman hakkı verilmiş bir buz dolabı gördüm bilmiyorum. Bakkal benim için iki cilt veresiye defteri yazdı. Üçüncü cildi ben hediye edeceğim tutmamak üzere kendime söz veriyorum. Elma suyu, votka, dolap üçgeninde dolaşırken yitik ülkeye cevap yazmayı unutmuştum. İçeri geçip telefonu elime aldım. Son yazdığı bir daha okudum. Ne cevap vereceğimi bulmak pek uzun sürmedi. Votkadan bir yudum aldım, sigara yaktım. ''Neden bu programdasın. ?'' diye sordum. Ben bile bilmiyordum neden dünyada olduğumu, sorduğum soru sonradan saçma gelse de çoktan gitmişti. Votkadan bir yudum daha aldım. Bardağın yarısını geçmiştim. Gözüm duvarda asılı olan resme takıldı. Bedri Baykam'ın denge isimli tablosuydu. Çakma bir resimdi. Taksim tünelde tanıştığım ressam denen evsiz bir abimiz vermişti. Tuvalden çıkıp gerçek hayatın renklerini değiştirmek istiyorum dediğinden beri sokaklarda yaşıyormuş, genelde yerleşik yeri taksim tünelmiş. Çok sonradan öğrendim ki bu ressam abimiz aslında ressam değilmiş sevdiği kadın güzel sanatlarda resim öğretmeniymiş bu abimiz öyle seviyormuş ki, bir gün güzel sanatlara giden bütün yolları rengarenk boyamış yolun sonuna geldiğinde bir ağacın arkasına saklanmış başlamış kadını izlemeye okulun önüne geldiğinde kadın başka bir adamla dudaklarını paylaşıyor, bizim ressam abide o günden sonra dünyayı başkaları için boyamaya karar vermiş atmış kendini sokaklara belkide bir şehir efsanesidir. Varsın efsane olsun ne çıkar. Ellerim ceplerimde yine nereye gideceğimi bilmeden dolaştığım bir gün taksim tünelde yolumu çevirip ''senin dengeye ihtiyacın var.'' diyerek bana bu resmi vermişti. O günden beri bu duvarda asılı, ben bütün bunları kendi kendime anlatırken telefon sesi ile kendimle olan bağlantım koptu. Yitik ülkeden cevap gelmişti. ''Hayatta bir program bu programın neden içinde olduğumuzun kesin bir cevabı yok. O yüzden burada olmam gerekiyorsa bir şekilde hayat beni buraya getirmiştir. Sen neden buradasın. ? '' verdiği cevap karşısında bütün vücudum tatmin oldu. Peki ben neden buradaydım. Votka şişesinin dibini zorlasam da bardağın üzerinde yazan v harfine kadar anca çıktı. Bir yudum aldım boğazımdan geçip mideme inene kadar vereceğim cevabı bulmalıydım. '' Ben buradayım çünkü işsizim ve beş kuruş param kalmadı muhtemelen bir iki gün içerisinde internet paketimde bitecek anlayacağın son kurşunları mı çaresizliğinde vermiş olduğu heves ile buraya sıktım. ? '' yalan söyleyip de kendimi başka bir adamın yüzünü geçirmedim. Bu çağda böyle doğruları söyleyenleri taklit eden bir grup türemişti bu gruba cool deniyor. Böyle konuşmak veya böyle bir karakter çizmek günümüzde insanları gizemli ve cool kılıyordu. Çok eskiye gidersek bu duruma fakir edebiyatı deniyordu. Şimdi beni ya taklitçi cool gözükmeye çalışan biri sanacaktı yada gerçekten gerçeğin ta kendisi sanacaktı, karar tamamen ona aitti. Bardağın sonunu da gördüğüme göre içecek hiç bir şey kalmamıştı. Son sigaramı da yaktım. Balkona çıktım. Benim balkon dediğim yer 50 cm'lik bu pencerenin önüne çıkmak için yaptığım demir tezgahın adı. İnsanların sadece ayaklarını görebiliyorum saat beş gibi de güneş karşı iki apartmanın arasından selam çakıp karanlığa karışıyor. İnsanların
ayaklarını görmek bana yeni bir özellik katmıştı. Ayakkabılara göre karakter analizi yapabiliyordum. Ve tüm markaları ezberlemiştim. Bir keresinde üşenmeyip bütün bir gün o pencerenin kenarında yaşadım. Ve karanlık yüzünü gösterene kadar tüm ayakkabı markalarını deftere yazdım. Günün sonunda üç yüz yirmi çeşit markanın penceremin önünden geçtiğini tespit ettim. Sonra tek tek bu markların ayakkabı fiyatlarına baktım. Pencerenin önünden geçen insanların yoksulluk ve zenginlik dağılımını yaptım. Sonuç şu ki insanlar ayaklarına gerçekten önem veriyor. Bu önemi biraz olsun beyinlerine verseler kuşkusuz tüm ülke sağlıklı ayaklara sahip olurdu. Sigaram bitti balkondan koltuğa atladım. Telefonu elime aldım cevap geldi mi diye kontrol ettim. Yitik Ülke adlı kullanıcı ücretsiz mesaj sınırını doldurmuştur cevap atmasını istiyorsanız puan gönderin. Ha siktirrrr.. ulan böyle bir hak var niye bitince uyarıyorsun, teknolojinin sevgisi bu kadar olur. Son bir kez profiline baktım, hakkında herhangi bilgi veya isimde yok. Cebimi yokladım bütün evi kurcaladım çekyatların altlarına bile baktım tek kuruş param yok. Anlaşılan bu ülkeyi de yitirmiştim. Attığım son kurşunda kendimeydi. şarjım da bitmek üzereydi. Şarj aletini bulup tam prize taktım elektrikler kesildi. Faturayı üç aydır ödemiyordum. Sonunda dayanamadılar daha fazla borç yapmayayım diye kestiler ne güzel devletim beni düşünüyor canını yerim. Pakette kalan son sigarayı da az önce içmiştim. Böyle durumlar için sakladığım sigaralarım vardı. Zulayı patlattım bir tane sigara çıktı, insanın zulasında bile bir tek sigara çıkıyorsa durum gerçekten vahimdir. Ve işler git gide karmakarışık bir hal almıştır. Sanırım her şeyin sonuna gelmiştim. Ülkemi yitirdim. Sigaram kalmadı, sular kesildi, elektrik kesildi, şarjım bitti, bir iki güne hacizde gelir. Sanırım insanında bir şarjı vardı ve benim şarjım bitmişti. Evde var olan ve çalışan tek şey hiç yemek yapmadığımdan olsa gerek bitmeyen tüpümdü. Mutfağa geçtim ocağı sonuna kadar açtım mis gibi gaz kokuyor, en sevdiğim yeşil koltuğa oturdum. Karşımda Bedri Baykam'ın Denge tablosu bundan daha güzel bir ölüm olamaz yeryüzünde, yavaş yavaş ağırlaşan gaz kokusu beynimi ele geçirmeye başladı. Dünyaya son bakışlarım bunlar zaten bu dünyada hiçbir zaman benim dünyam olmadı. Ve gözümden düşen son damlanın yeryüzüne karışmasını istemeyerek gözlerimi sıkıyorum kirpiklerim kanamaya başlıyor yavaş yavaş ölüyorum. Kafam kadar güzel değilsin dünya son haykırışlarım oluyor bu cehenneme...
Konfüçyus Nejat ölüm : 2023 Ölüm nedeni : Dünyayı yutarak boğuldu. Ben İlk yardım uzmanı İbrahim Rami, cesedi bulduğumda gözleri kanlar içindeydi. Yüzünde tebessümlü bir ifade vardı. Kişisel tek eşyası telefonunda kayıtlı tek bir numara yoktu. ölmeden önce konuştuğu tek kişi ilişki programından yitik ülke adlı kişi olmuş, tahmini ölüm saatinden on dakika önce mesaj gelmiş Nejat mesajı görmemiş. Görseydi belkide intihar etmeyecekti. ''Bende son kurşunu kafama sıkmak için namluyu başıma koyduğumda birden duraksayıp bu programa girdim. Eğer on dakika içinde senden cevap alamasaydım muhtemelen ölmüştüm. Beni yaşatan adamı bende yaşatmak isterim.'' Yakınlarına ulaşamadık. Annesi ve babası ölmüş. Cesedini İstanbul Kilyos kimsesizler mezarlığına gömdüler. Olaydan sonra yitik ülke isimli hesaba kişisel hesabımdan mesaj attım. Durumu anlattım nereye gömüldüğünü söyledim. Ve mezarlığa gittim, yaklaşık bir saat sonra yitik ülke geldi mezarın başına önce oturdu sonra sırt üstü mezarın üstüne uzandı. Çantasından silahı çıkardı başına dayadı. Dur yapma demek istemedim. Son mesajında Nejat'ın onu yaşattığını söylemişti. Eğer bir insan ölmeye karar verdiyse ona dur demek merhamet etmek değil eziyet etmektir. Yıl 2023 ülkede her sene milyonlarca genç intihar ediyor en çok istihdamı artan meslekler ise ceset yıkama, mezarcılık, tabut imalatçılığı oluyor...!!! Efe Nazım Arslançelik
BENİM ÖLÜMÜM MÜZEYENDİR Ekim ayında turizm sezonun kapanmasıyla sekiz yıldır garson şefi olarak çalıştığım Bodrum merkeze 20 km. uzaklıktaki bir tatil köyünde yeşillik ve denizin müthiş bir ahenkle birleştiği ormanlık alanda bulunan otelden, otel sahibinin oteli devretmesi sonucu tazminatımı alıp işten ayrıldım. Bütün bir kış işsiz kaldım. Aldığım tazminat bana bütün kışı geçirmem için yetti. Ama artık param bitmek üzereydi. Nisan ayı gelmişti. İlkbaharın havası bana garip bir rehavet getirdi. Uyku artık daha tatlı geliyordu ve öğleye kadar uyuyordum. Bir yandan bu durum benim canımı sıkıyor bir yandan da öğlene kadar süren tatlı uykulardan kendimi mahrum bırakmak istemiyordum. Sabah güneşinin pencereden içeri girmesiyle uykudan uyandım. Yataktan kalktım, perdeyi örtmek için pencerenin yanına geldiğimde havanın çok güzel olduğunu gördüm. Pencereyi açtığımda hafif esen serin bir rüzgar yüzüme çarptı. Dün gece gördüğüm kabus anlamlandıramadığım bir kasvet ile içime oturdu. Mutfağa girdim. Çay suyu koydum. Çay suyu kaynarken salonda koltuğun üzerinde duran sigara paketinden bir sigara çıkardım. Tekrar pencerenin yanına gittim. Henüz tam uyanamamıştım ve sokakta işe geç kalmamak için telaşlı bir şekilde hızla yürüyen insanları izliyordum. Sigaram bitene kadar insanları seyretmeye devam ettim. Telefonuma bir mesaj geldi.. 'Cemal konuşmamız lazım. Akşama doğru saat 5'de her zaman ki yerimizde buluşalım.' Telefonumda sadece annem, babam ve hayatımın aşkı Müzeyyen kayıtlıydı 'hayatım' diye. Annem ve babam iki yıl önce askerden gelen kuzenimi ziyaret etmek için memlekete giderken kırmızı ışıkta uykuya dalmış bir tır şoförünün arabaya arkadan çarpması sonucu ikisinin ölümüne sebep oldu. Yaşadığım travmada beni yalnız bırakmayan Müzeyyen, bu hayatta tutuna bileceğim tek dal, yaşamak için yegane sebebim olmuştu. Ona karşı yüce bir sevgi besliyordum içimde ve hayatımın sonuna kadar onunla beraber bir ömür geçirmek istiyordum. 'Tamam hayatım saat 5'de oradayım.' diye cevap verdim. Bir şeylerin ters gittiğini hissettim. En son konuştuğumuzda hiçbir sorun yoktu ve birbirimize sarılarak ayrılmıştık. Aklımdaki tuhaf düşünceler yüzünden beynimde karınca dolanıyormuş gibi ve midemin bulandığını hissediyordum. İçimdeki kasvet bütün ruhumu sarmıştı. Belki de kuruntu yapıyordum. Saat 4: Birazdan dışarı çıkmak için hazırlanma vaktim gelmişti. Banyoya girdim. Sakallarım uzamıştı. Hemen tıraş takımını dolaptan çıkardım ve tıraş oldum. En temiz elbiselerimi
ütüleyip giydim. Müzeyyen asil bir kadındı ve onun yanında hep düzgün ve temiz çıkmam gerekiyordu cillop gibi derler ya hah ! Öyle işte. Onun yanına başka türlü yakışmazdım. Çünkü o gerçekten asil bir kadındı.
Merdivenlerden indim apartman kapısından tam çıkarken arkamdan seslenen kişinin apartman yöneticisi olduğunu sesinden anladım. ' Cemal !' Arkamı döndüm 'Efendim' dedim. 'Bu ay ki aidatı 3 gün geciktirmişsin. Geçen iki aydan da kalan aidatın var, asansör bozuk tamir ettirmemiz lazım. Biliyorsun en yakın zamanda ödeme yaparsan çok makul olur. ' Cebimde beş kuruş param yok ve sekiz yıl otelde çalışmama rağmen İngilizceyi öğrenemediğim için yaptığım bütün iş başvurularından ret cevabı almıştım. Gururumdan taviz vermeyerek: ' Tamam Kadir bey bu hafta içinde aidatı yatıracağım.' dedim. Apartman yöneticisinin verdiğim cevaptan tatmin olmadığını belli eden bir surat ifadesi vardı yüzünde. ' Umarım.' diye cevap verdi. Bugün hiçbir şey keyfimi kaçırmayacaktı. Hele ki üç aylık aidat umurumda bile değildi. Apartmandan çıktıktan sonra apartman yöneticisi emekli polis Kadir beye küfürler ederek yoluma devam ettim. Sokağın köşesindeki Tekel büfenin sahibi Ali abiyi görünce keyfim yerine geldi. Geçerken Selam verdim kafamı sallayarak. Beni çağırdı ve 'akşama gel bir şeyler içelim.'dedi. 'Tamam abi.' dedim ve dükkandan çıktım. Hava bulutlanmaya başladı. Rüzgar artık daha serin esiyordu ve üşümeye başlamıştım. Sahil kenarında Datça adasına gezi turu düzenleyen teknenin halat bağladığı yerin karşısında bir bank vardı. Bizim her zaman gidip sohbet ettiğimiz bazen sabahlara kadar bira içip dostun düşmanın kulağını çınlattığımız üzerine çakı ile adımızı kazıdığımız bu bank mekanımızdı. Her zaman ki gibi ben önce geldim. O gelene kadar bir sigara içmeye karar verdim. Sigara tiryakisi olan bilir, herhangi bir bekleme durumunda yapılacak tek şey sigara yakmaktır. Sigara içen herkes bunu yapar. Sigaram bitti hala Müzeyyen gelmedi. Biraz daha bekledikten sonra sol tarafa yüzümü çevirdiğimde Müzeyyen'i gördüm. Siyah bir pantolon siyah bir kazak ve kırmızı bir fötr şapka vardı üstünde. Havanın soğukluğunu tahmin etmiş veya uydudan yayın yapan televizyon kanallarından öğrenmişti. Rüzgar
saçlarını dalgalandırıyordu. Ben onun başı dik kendinden emin ve asalet dolu duruşuna aşıktım ve her zaman ki gibi ayın on dördü gibi yüzü beni büyülemişti.
Ayağa kalktım. 'Hoş geldin hayatım.' dedim. Bu asaletin karşısında ayağa kalkmamak saygısızlık olurdu. Müzeyyen oturdu. 'Lütfen bana hayatım deme.' dedi ve sahilde uçan martılara baktı. Anlayamadım. ' Neden böyle konuşuyorsun ?' diye sordum. 'Artık buraya kadar. Bizim bir geleceğimiz yok. Bundan sonra seni hayatımda istemiyorum. Sen benim için çok değerlisin ve benim için yaptıklarını, yaşattığın mutluluğu asla unutmayacağım. Bence herkes senin insanlığın önünde saygıyla eğilmeli. Çok üzgünüm ama elimden bir şey gelmiyor. İstanbul'dan çok önemli ve bir o kadar cazip bir iş teklifi aldım. Gidiyorum Cemal gidiyorum.' Sükunet... 'Bir şey söylemeyecek misin ?' diye sordu. Hala yüzüme bakmıyordu.Cevap vermedim. İkimizde konuşmadan duruyorduk. Bu sessizlik beni darmadağın ediyor. İçimde fırtınalar koparıyor. Rüzgar artık daha soğuk ve daha sert esiyordu. 'Gitme.' dedim. ' Beraber gidelim. Annemden babamdan kalan yarım bir ömrüm var ayaklarının altına sermeye hazırım amma ve lakin benim yanımda kal.' dedim. Sesim titriyordu daha fazla konuşamadım. Sustum... Müzeyyen deniz mavisi gözleriyle gözlerimin içine baktı. Gözleri dolmuştu. Ağlamamak için kan kırmızısı dudaklarını ısırıyordu. Ayağa kalktı bende kalktım. Hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı. Bana doğru bir adım attı, elimden tuttu ve ' Seni asla unutmayacağım.' diye kulağıma fısıldadı. Derin bir nefes aldı ve dudaklarını yanaklarımda hissettim. Elimi bıraktı ve gitti. Eğer arkasını dönerse beni seviyor demekti ama arkasını dönmedi. Banka oturdum başımı iki elimin arasına koydum ve ağlamaya başladım. Gözlerimden kan gelene kadar ağladım. Ellerim ve ayaklarım titriyordu. Nefes alamıyordum. Telefonunda sadece annesi, babası ve sevdiği kadının numarası dışında başka numara kayıtlı olmayan adam bir kadına ev, araba veya bir kariyer vaad etmese de olur hatta sevdiğini söylemese de olur. Sahip olmaya çalıştığımız mutluluk ve huzur. Mal ve mülklerde değil vefalı yüreklerdeydi. Ağaçların dallarında yaprakların yeşillendiği, toprakta otların bittiği, karıncaların yuvalarından çıktığı, çocukların neşe ile çıkıp sokakta oynadığı mevsimin en güzel günleri benim için artık geriye giderek pencere diplerinde kuşların donarak öldüğü,
televizyon kanallarının ana haber bülteninde soba zehirlenmesiyle bir ailenin yok olduğu haberlerinin yapıldığı günlere dönmüştü. Evin sokağındaki Ali abinin dükkanın önünde durdum. Bir tenekenin içine ateş yakmış, birasını yudumluyordu. Oturdum yanına bir tane bira aldım. Ali abi anlatıyor; oynadığı iddaa kuponu tek maçta yatmış. İddaadan kazanacağı para ile bu ay ki kirayı ödeyecekti ama kuponu yatmış küfür edip duruyor. Benim bugün 'hayatımı kaybettiğimi bilseydi eğer kaybettiği iddaa kuponundan bahsetmeyeceğine emindim. Dert değil. Canı sağ olsun. Bira bitene kadar hiç konuşmadım. 'İyi geceler abi. Ha ! Bu arada juventus'a üst yaz.' dedim ve cevap vermesini beklemeden evin yolunu tuttum. Merdivenleri çıkmaya başladım. Kapıyı açıp içeri girdim. Salonun köşesindeki koltuğa oturdum. Telefonu elime aldım rehberde arayabileceğim sadece Müzeyyen vardı. Annemin ve babamın telefon numaralarını silmeye gönlüm hiçbir zaman el vermedi. O numaraları ne zaman arasam çalmadı. Kapalı olduğunu bile bile ne zaman onlara ihtiyaç duysam, ne zaman özlesem aradım. Ama hep kapalıydı. Sadece Müzeyyen telefonlarımı açıyordu. Artık Müzeyyen de açmayacak belki onun da kapalı olacak. Ahhh...Ahhh İçim yanıyor,yüreğim kanıyor, kalbime kırık cam parçaları batıyor. Benim adım Cemal ben bugün hayatımı kaybettim. Oyuncağı elinden alındığında ağlayan çocuk için, o oyuncak nasıl ki dünyanın en büyük derdidir, benim Müzeyyen'imde öyleydi benim için, öylesine masum bir aşktı... Artık zamanı geldi. Geri dönüşü yok. Kapıyı içeriden kilitledim. Pencereyi açtım ve anahtarı 5. kattan attım. Bir sigara yaktım, bir tane daha, bir tane daha, paketteki son sigara dahil bütün sigaraları çakmak olmadan art arda yaktım. Buzdolabının yanındaki duvarda duran doğal gaz vanasını açtım ve ocağın bütün gözlerini açtım. Evet bu bir intihardı. İntihar anında intihar eden kişi bir mucize olup kurtarılmayı ister ama Cemal ruhunu çoktan kaybetmişti. Pencere ve balkon kapısını kapattı. 5. kattan atlamak yerine yoğun doğal gazdan oksijeni biten bir odada ölmek daha ehven-i şer'dir. Daha önce kullandığı uyku haplarından iki tane birden aldı, tesiri daha erken ve daha etkili olsun diye. Yatağına girdi birkaç saniye içinde uykuya daldı.
Şeyhmus Ergül
İçimizdeki Çocuk Derin derin tavanı seyredişler, derin derin iç çekişler. Sebeb-i ziyaretim bundandır. Yaşadığım trajedi bana bulunduğum durumu izaha izin vermiyor. Başım öne eğik, gök kubbe umrumda değil. Ne duvarları yumruklayışlarım ne de ağlayışlarım var kolumda. Büyük duyarsızlıklar koluma girmiş, Alice’in harikalar mekanını basmaya, Heidi’nin dağ evini yıkmaya, Polyanna’yı ağlatmaya yürüyoruz. Sevecen tavırlarımızı büyükşehir çöplüklerine bıraktık. Artık hedefimizde masum insanlar yok. Masum çocuklar, masum anneler yok. Hedefimizi daha da büyüttük. Masal kahramanlarını o masallara gömmeye gidiyoruz. Mutlu sonlara mutsuz sonsuzluklar katmaya kararlıyız. Hedefimiz Cin Ali’yi obezite yapmak, Cedric’i yaşlandırmak. Bu sefer planımız büyük. Kolumuza taktık bütün duyarsızlığımızı, şefkatsizliğimizi. Artık yasaklıyoruz her gördüğü oyuncağı istemeyi. Ekmeğin üstüne çikolata süren annelere hapis meclisin gündeminde. Beslenme çantaları geri dönüşüm kutularının sabah kahvaltısı olsun. Tasolarımız sobalara mahrukat olsun. Bastıkça altlarında ışık yanan spor ayakkabılarımız salon vitrinlerinde dursun. Leblebi tozu yetiştirmek, satmak ve kullanmak yasaklansın. Hedefimiz çocuklara zarar vermek değil. İçimizdeki çocukluğu yok etmek. Bütün bu derin derin tavanı seyredişler, derin derin iç çekişlerin hepsi bundandır. Yaşadığım trajedi içimdeki çocukluğun izahını makbul kılmıyor. Ne kadar ağlamışlığımız varsa hep içimizdeki çocukluktan. İçimizdeki çocukluğu kaybetmeye kararlıyız. Melih Öztürk
Tükenmişlik Sapağı Önce önünde duran yarısı boş çay bardığına ardından karşısında oturan, gözleriyle gülümseyen kıza baktı. İçinde zafer sarhoşluğu ve amacına ulaşmanın verdiği tükenmişlik vardı. Aylarca bu kızın peşinden koşmuş; koştukça dinlenmiş, dinlendikçe de koşmayı sevmişti. Nihayetinde o kız karşısındaydı, ilk buluşmalarıydı.Kendi zafer manifestosu kanlı ve canlı biçimde karşısındaydı. İnsanın amacı mutlu olmaksa ve bu mutluluk bir zaferden geçiyorsa, her zafer kaçınılmaz bir tükenmişlik değil midir? Amacı yok olunca insan nasıl mutlu olur nasıl bir zafer kutlaması yapar? Kısa süre içinde bunları düşünüp bir sonuca varmalıydı çünkü gözleriyle gülümseyen kız tuhaf bir tavırla onu süzüyordu. "Arif neyin var?" "Mutluluğa daldım,daha doğrusu mutluluk beni dalgınlaştırıyor.Özür dilerim." Mutluluğa değil de tükenmişlik korkusuna dalmıştı aslında. Artık bir amacı kalmamıştı, ya o masadan kalkıp gidecek ya da kafasına sıkacaktı. Çünkü amacı olmayan bir insan hiçbir şeye benzemezdi. Tuvalet terliğinin bile bir amacı var. Bu cümlesinden sonra Aylin yeniden ışıltısını saçmaya başladı. Arif ona bakıyordu ama eskisi gibi bir hayranlık yoktu bakışlarında. Önceden Aylin bir sokaktan yürüyorsa kaldırımlar Aylin'in ayağı basacağı için sevinir, kuşlar havada asılı kalıp onun geçişini izler, sürücüler araçlarının kontağını kapatıp endamına bir benzetme ararlardı. O sokak bir dakikalık saygı duruşuna geçerdi, yani Arif'in gözünden böyleydi. Şimdi ise sadece güzel bir kız karşısında oturup onu izliyordu, bunun heyecanından başka bir şey yoktu içinde. Kendini kötü hissediyordu bunu Aylin'le paylaşmaya karar verdi. "İnsan amacına ulaşınca mutlu olur mu? Yoksa amacına ulaşınca insan tükenir mi? Yani insan amacına ulaşınca zaferi mi kutlamalı, tükettiği kendi için yas mı tutmalı?" "Sen benden de heyecanlısın! Aklın karışmış baksana." Bu sözüyle tükenmişlik bir karınca ordusuyla bünyesine yayılmıştı. Tükenmişlik ve hayal kırıklığı onu yaylım ateşine tutmuştu. Dıştan gördüğü Aylin bu değildi.Belki de kendi görmek istediği Aylin değildi o. Zafer uğruna çıktığı yolda bir kez daha kaybetmişti Arif. Aylin'in boş bakışları eşliğinde masadan kalktı, hesabı ödeyip kendini dışarı attı. Öfkeyle bastı kaldırımlara,kuşların uçuşu kelebeklerin ölüm dansını andırır gibiydi ve sürücüler tüm günün sinirini kornalarından çıkarıyordu. Hızlı adımlarla kendini kalabalığı atıp yeni bir tükenmişlik sapağı aramaya başladı... İbrahim Tukat