FİKRİSANAT KÜLTÜR EDEBİYAT (MAYIS)

Page 1

FİKRİSANAT ''Bi fikrim var''

SAYI 4

MAYIS 2017

MAYIS AYLARIN GÜLÜDÜR.

SABAHATTİN ALİ - HALİM YAZICI - EFE NAZIM ARSLANÇELİK - DİNÇER YURTTAŞ - FERHAT KONAŞ - ÖZGÜR ERDEM - ŞEYHMUS ERGÜL - ŞEBNEM IŞIKSAL - SULTAN GÜLSÜN - SABRİ DOĞRU - JUSTSAPIEN - BAYAN MEFTUN - BARIŞ DOLAN


' ' R İ K İ F '' Bİ

''Şa rabı m yağ mur ız bitin c a çı karı e z.'' Şeb nem Işık sal

ur. t k i yo ktır." r o e ı ta t karşıl k ş "A ratik p elik k lanç s ş r A A azım N Efe

''Annesini kaybetmekten nasıl korkar bilir misin, bozkırın gecesinde dörtnala koşan tay ? Öyle saklıdır bende bütün acılar''

''Us ulc yaşl a sokul up a arın dan k öptü an Özg m.'' ür E rdem

Dinçer Yurttaş

el m kem ü m m m, .'' i n n u e u uğ üyors eb l t ş ş İ '' bo büy el z ü naş eg Ko t d a Fer Ne

''Sa na c enn et kala te bile kırg cağ ı ın m Şey .'' hm u

Fikrisanat

sE rgü l

''Bİ FİKRİ'' olan bize yazsın yayınlayalım. fikrisanatevi@gmail.com


SABAHATTİN ALİ MAYIS

Mayıs, ayların gülüdür, taze bir çiçek dalıdır, İçerim ateş doludur; Mayıs‘ta gönlüm delidir. Yeşil dağlara göçülür, Kırmızı şaraplar içilir; Yarim dökülüp saçılır, Mayıs‘ta gönlüm delidir. Göklere karşı yatılır, Dertlerimiz unutulur; Eski sevgiler atılır; Mayıs‘ta gönlüm delidir. Uzakta kuşlar seslenir; Gönlüm genişler beslenir; Yaşamağa heveslenir, Mayıs‘ta gönlüm delidir. Yumuşak rüzgarlar eser; Çimenlerde yarim gezer, Yanılır, bana gülümser; Mayıs‘ta gönlüm delidir.


DİNÇER YURTTAŞ BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN “Herkes beni keyfi yerinde, daima gülen biri sanır. İşte bunun için yazılarım çok dertlidir…” Hüzün; Sabahattin Ali için başkasının dertlerini de yüklenme biçimidir. Bu başkası da öyle üç beş kişi değil; içinde yaşadığı toplumun bizzat kendisidir, üstelik bunu yaparken de sadece şimdiyi düşünmez, daha geniş bir zamanın insanıdır o. Bütün fotoğraflarında ve özellikle de gülüşünde yazılarının neden dertli olduğuna ilişkin tek bir ipucu vardır: o da kendi için üzülecek bir durum olmayışıdır. Türkiye’de fail-i meşhur cinayetlerin en bilinenlerinden biridir Sabahattin Ali. O hikayeyi burada anlatmayacağız ama aydın tavrının, vazgeçmekle kabullenmenin ne olduğunu da görmek zorundayız. O zaman yazmak, çizmek ile aydın olmak arasındaki farkı bize uzaklardan da olsa anlatabilir Sabahattin Ali. Cumhuriyetin ilk yıllarında yurtdışına gönderilerek devlete kazandırılmaya çalışılan biri nasıl oluyor da bütün refahlarından ve konforundan vazgeçerek bir topluma ve her şeyden öte bir dile adıyor kendini? Adanmışlık, bir aydın tavrımı yoksa bugün ultra modern çağın ahlakında gülünüp geçilecek bir saflık, bir çeşit aptallık mı ? Ona siz karar verin , Karar verin ama önce Sabahattin Ali’yi anlayın. Mutlu, karısı ve kızıyla geçirdiği anların hazzında olan fotoğraflarına bakarak değil; sağa sola sıkıştırdığı hüzünlü yazılara, kendisini anlattığı mektuplara bakarak karar verin. En önemlisi de en başta dediği gibi “ sanmayın” bir aydın tavrı olarak yüzüne koyduğu o maskeye aldanmayın.

“BENİ YALNIZ BIRAKMAK, BENİ ÖLDÜRMEKLE BİRDİR. YERYÜZÜNDE YALNIZ OLMADIĞIM BENİM HER ZAMAN KAFAMA VURULMALIDIR.”

Neden ? Sabahattin Ali gibi yalnızlık gerektiren bir işçiliğe yani yazarlığa gönül vermiş bir adam yalnızlıktan çekindiğini haykırır. Bunun için bir öteye sıçramak lazım; o gülen ve umut veren Sabahattin Ali çocukluğunda hiç sevilmediğini, zorluklar çektiğini, hayatın kahrını yüklendiğini düşünür. “Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevemez. Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar. Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler. Fakat ben beni hiç kimsenin sevemeyeceğini bilirim. Beni niçin sevemezler? Bunu ben de kati olarak bilmiyorum. Yalnız bunun böyle olduğunu seziyorum.” İşin kötüsü sevmez de demiyor yazar sevemezler diyor. Kendine karşı o kadar acımasız ki… Bu acımasızlığı onu kendini ortadan kaldırmayı düşündürecek kadar yani intiharı istemeye kadar götürüyor. “Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum. İsteyerek ölmek bir hayli bencilce bir şeydir ve bazı dostlarım beni adeta büyüleyerek kendimden başkalarını da düşünmeye sevkediyorlar. Ve ben onlara adeta kızıyorum. Benim için çok hayırlı ve lüzumlu olduğunu bildiğim bir işten beni alıkoydukları için kızıyorum.” Bu bencilce işi yapmamış elbette Sabahattin Ali; belli ki onu yaşama bağlayan dostları da var. Tuhaf olanı hayatına son vermeyi düşünen inatçı, zeki ve hayata karşı tavır alan bu büyük adamı nasıl ikna edebileceğinizdir? Ben bunu iklimi kadar insanını da sevmediğini söylediği Sinop’tan yazdığı bir mektuptan öğreniyorum (daha doğrusu seziyorum)


“Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.”Bence Sabahattin Ali’nin açık ettiği bu özelliğin herkes farkında ve ona büyük bir ihtimalle bugünkü toplumun olmasa da geleceğin insanlarının (yani dostlar belki de bizim) ona ve bizzati yazılarına ihtiyacı olduğunu fısıldaması. Yani hayata Ali’yi bağlayan şey okunma tutkusu, kendisini yazılarıyla var edebilmesidir. Hatta bir mektup satırında buna bile yanıt verir: “Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceği mi bildiğim için bu kadar mütessirim.” Sabahattin Ali o güzel ve mesut günlere erişemeyeceğinin farkındadır. Bir faili meçhule gideceğini düşünerek mi yazmıştır bu yazıyı.Sanmıyorum katlini sezmemiştir, o sırlar devletin kendisine muhalif olan aydınları öldürmesi, akla gelebilecek ilk biçim olacak kadar yaygın değildi. Sadece o güzel ve mesut günlerin o kadar yakın olmadığını görmektedir zannımca. Uzakta ama ümit edilmeyecek, hayal edilmeyecek kadar değil. Kendi deyimiyle acılarına son verebilecekken yaşamayı seçen yazarın durumu Fark ettim ki Hıristiyanlığın genel miti ile bağlantıya sahip. İsa’nın insanların günahları karşılığında çarmıha gerilerek yani kendini insanlığın acıları karşılığında feda ederek tebaasına cennetin krallığını vaad etmesi ile çektikleri karşısında intiharı düşünen Sabahattin Ali’nin yaşamayı tercih etmesi arasında bir ilişki var: Feda. Yok hemen çok kızmayın. Ben bu mite gönderme yaparken okuduğum Sabahattin Ali’ye bakarak diyorum ki, onun ki bir feda değil bir umut. Dünyayı iyi insanların tekrardan kuracaklarına dair bir gelecek umudu. Bu anlamda bir ihtilalci gibi keskin bile düşünür. Kalemiyle, anlatısıyla, anlattıklarıyla insanları ikna etmeye de çalışan Sabahattin Ali zaman gelir ve tüm ümidini de yitirerek : “Türkiye çürümüş… Türkiye’nin tamir edilecek hali kalmamış. Türkiye yıkılıp yeniden yapılmaya muhtaçtır. Türkiye’de pek nadir müstesnalarla okumuş yazmış adam bırakmamak, memur bırakmamak hatta şehirli bırakmamak lazımdır. Türkiye’de milyonlarca adamı sürüyüp götürecek çok kanlı bir ihtilal, onun arkasından namuslu fakat şiddetli bir terör lazımdır. Kan birçoğunu öldürür fakat ölmeyenleri yıkar, temizler ve bu memleket de belki bir şeye benzer.” der.

Yıkılmışlık ve yeniden inşa. Çürümüşlük ve yeniden dirilme. Devirmek ve yeniden yapmak. Ne çok yakışıyor ona. Fotoğraflarında gördüğümüz güleç yüzlü, takım elbiseli, sevgi dolu bakışlı o memur öğretmeni; tümüyle bir sistemi reddettirecek ne yaptık ona? Bugün dünya onun umduğu gibi değil, basmaktan pişman olduğu şiirlerin ona ait olduğunu bilen insan sayısı az. Onun yakılıp yıkılmalı dediği düzen hala tıkır tıkır işliyor. Baksak ve görsek belki daha iyi anlarız onu. Adalet duygusu iyice yıpranmış Sabahattin Ali : “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” bakıp gördüğüne anlam veremeyenlere bir daha soruyor: Yaşamak bu kadar zor mu olmalı idi? Geçmiş yüzyılın bize hediyelerinden biri olan Sabahattin Ali’yi anlamaya çalışmak kendi refahı ve mutluluğu ile başkalarının refahı ve mutluluğunu zarar edeceğini bile bile takas etme cesaretini gösteren bir kuşağı anlamaya çalışmak da demek. (ey yeni nesil anlamazsın diye ticari dil kullandım takas, zarar , refah) Bütün yalnızlığına, kendisine ve iç dünyasındaki hüzne rağmen Sabahattin Ali’ye “Başın öne eğilmesin” dedirten şey nedir peki? Anlaşılmak istemek dışında bir arzusu ve anlatmak dışında bir tutkusu olmayan bu beyni, kovalandığı sınır boylarında başını taşla ezenlerin bizden çaldığı şey nedir ? Bize güvenip başını öne eğmeyen aydına bizim sunduğumuz şey nedir? Ayağa kalksa bize hemen şuracıkta iki şey söylese (söyler mi bilmem belki gülüp geçer ve belki tükürür) ne derdi acaba? Biz ona bakınca kendimize ne mırıldanıyoruz? “Ayşe, mektuplarımı kirli çoraplarının yanına attığın hakkındaki sözlerin şaka mı yoksa ciddi mi?” diye soruyor Sabahattin Ali. Ayşe attı mı bilmiyorum, çok okusak da biz onun yazdıklarını öyle bir yere attık gibime de geliyor. Biz onu atsak da o bizi bir kenara atmamış, hatta bizim için bu hayata da katlanmış. Ve bize son nasihati de : “Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine âşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat âşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.”


HALİM YAZICI

Tanrım Siyah Beyaz Aşıkhava Sineması

1. izmir vapurunun bacakları kızılten beyaz tülden akar üstüne dumanı ölü karanfillerin uslu bir çocuk omzu okşar saçlarını körfezin 2. ışıkları sarı gri bir yelkovan kızını kışkırtan zaman beyaz yüzlü aydın bu yüzden yalnız akşamları açar akşamsefaları 3. akşamüstü kelebek gelecek beyaz gazoz ve çekirdek getirecek tanrım siyah beyaz aşıkhava sineması.


EFE NAZIM ARSLANÇELİK

”ÇOCUKLARINIZI TAKDİR ETMEYİN ONLARA ANLAM YÜKLEYİN.” ''Eğer bu hayatta baban yoksa kimse sana kızamaz. Kızdığını zanneder.'' Lise 1 de az kalsın kalıyordum. Bölümde herkesi sıraya geçirdiler ve o an geldi öğretmenler tek tek isimleri okuyup karneleri veriyor 35 kişilik sınıf git gide eriyor sona kalanlar birbirine endişeli ve korku dolu gözlerle bakıyor bazılarının pek umurunda değil, çocuk zaten haylaz öğrenci ama bazıları var ne haylaz ne müthiş çalışkan ne oldukları belli değil tam ortadalar işte onların canı epey sıkkın eve nasıl gideceğiz’in hesabını yapıyorlar. Böyle adamlarda kıyısından köşesinden hayatı kovalayan adamlar velhasıl sona beş kişi kalıyoruz. Tabi aralarında bende varım. Bize karne vermiyorlar veliniz gelsin diyerek yolluyorlar o an beş kişi tüm dünyaya karşı durmanın peşine düşerek bahçeye çıkıyoruz. Herkes çok sevinçli kimisi takdir almış kimisi teşekkür kimisi hiç bir şey alamamış fakat en azından sınıfı geçmeyi başarmış o an düşünüyorum ulan biz neyi başardık. Sonra bir şey başarmış olmam gerektiğini düşünerek bilgisayar bölümünde aşık olduğum kız bizim bölümün önünde beliriyor bana bakıyor tabi elimde hiçbir şey yok yinede bir ümit yanıma geliyor, sevinçli takdir almış gösteriyor eve gittiğinde ne istiyorlarsa alacaklar çünkü, bilmiyor henüz bazı başarıların aslında başarısızlık olduğunu. Soru sormuyor sadece bakıyor gözlerimin tam ortasına elimi tutuyor tuttuğu benim elim mi ? yoksa başarılı olmamı hayal ettiği çocuğun elimi bilmiyorum. Uzaklaşarak gidiyor yanımdan yine beş kişi kalıyoruz dünyaya karşı, içimizde haylaz olanların ikisi durumu siklerine takmayarak fifa oynamaya gidiyorlar, üç kişi kalıyoruz. Üçümüzde çok farklı tipleriz ama o gün ortak bir noktamız var eve nasıl gideceğiz. ? yeryüzünde cevabını veremediğimiz bir soru daha ekliyoruz defterimize, atölyenin giriş kapısının hemen karşısında oturup birbirimize bakıyoruz. Normalde geçmeyen zaman okulun son günü akıp gidiyor, aramızdan biri kolundaki saati çıkarıp fırlatıyor buda bir çözüm diyerek bizde saatlerimizi çıkarıp fırlatıyoruz. Bir kaç saat sonra bütün okul dağılıyor, bahçede üç kişi kalıyoruz. Güvenlik İbrahim abi durumu anlamış olacak ki üç bardak çay ile yanımıza geliyor, o an anlıyorum çayın her derde deva geldiğini, İbrahim abi de konuşmadan yanımızdan ayrılıyor biz ise durmadan kendimizi erteliyoruz. Erteleye bildiğimiz kadar. Durum o kadar kötü değil aslında ben beş puan ile sınıf geçmeyi kaçırıyorum. Gökhan ile Hakan sekizer puanla hepsi bu yapmamız gereken yaz okulunda zayıf olan dersleri yükseltip gerekli olan puanları almak, işin zor ve saçma kısmı da tam olarak burada başlıyor ya zaten, koca sene yapamamışız havanın böyle güzel olduğu bir dönemde ve kısıtlı zamanda mı yapacağız diyerek birbirimize söyleniyoruz.

Madem eninde sonunda eve gideceğiz mantıklı, hafifletici bir açıklama üzerinde çalışalım diyerek okulun arka sokağındaki Tarkan abi’nin çay ocağına gidiyoruz. Her ne olursa olsun sonunda sığındığımız yer oluyor bu çay ocağı, düşünmeye başlamadan önce çayları söylüyoruz. Gökhan zulasından üç adet sigara çıkarıyor o zamanlar bakkallar tane sigara satarak kendi kapitalist düzenleri kuruyorlar. Sigaralarımızı yakıyoruz, çaylarımızdan birer yudum alıp düşünmeye başlıyoruz. Kıvrak zekaya sahip olan Gökhan çabucak bir açıklama buluyor. ”Buldum” kelimeyi masanın ortasına bırakıyor bizi de meraklı çocuklara dönüştürüyor. Çayından bir yudum alıp sigarasını içine çekiyor dumanıyla yuvarlak yaparak düşündüklerini havaya karıştırıyor. ” Eve hiç bir şey olmamış gibi neşeli bir şekilde giriyoruz. Burayı iyi dinleyin bu çok önemli fiziksel duygumuzu onlara yansıtırsak biraz olsun yumuşarlar sonra mevzunun çok da boktan olmadığını açıklarız. Beş puan eksik almışız o yüzden karne alamadık bir iki dersten sınava girip tamamlayacağız.” o an Gökhanı Nietzsche ilan ediyorum ve anlının ortasından öpüyorum. ”Nietzsche kim lan y…k y…k konuşma !!! ” Gökhan Nietzsche’nin kim olduğunu bilmese de alnının ortasından öpmem hoşuna gidiyor. Birer çay daha söylerken Gökhan’ın söylediklerini ayrı ayrı düşünüyoruz. Zaten daha parlak bir fikri olanda yok fazla vakit geçmeden eve gitmemizde lazım zaman geçtikte evdekiler şüphelenecekler, çayları fondipleyip kalkıyoruz. Bir iki dolmuş dolu geçiyor binemiyoruz. Eve geç kalmamız için ne gerekiyorsa hayat bize sunacak o gün, sonunda bir dolmuş duruyor üstelik ağzına kadar dolu olduğu halde, başka zaman olsa boş gelene kadar binmeyeceğimiz dolmuş o gün gözümüze bomboş geliyor. Üzerimizdeki gerginlikden olacak ki tüm dolmuş bize kitleniyor, Gökhan parayı uzatıyor, Hakan düşmemek için başımı tutuyor, bense bütün dengeyi kuran sol kolumu pencerenin demir korumalığına geçiriyorum. İleride trafik polislerinin olduğu anonsu gelince şoför yere eğilmemizi söylüyor işte bütün denklemin çöktüğü yerdeyiz. Ayakta duran on üç kişi yere çöküyor kiminin kıçı kiminin ağzına giriyor kimse ses etmiyor herkes halinden memnun gibi duruyor. Ülkenin ruh halinin gözlerimin önünde olduğunu daha sonradan anlıyorum. İnce bıyıklı şoförün ”Kalkabilirsiniz” komutu ile aynı anda kalkıyoruz. Bir iki durak geçtikten sonra ancak oturabiliyoruz. Son durağa bir durak kala Gökhan ”Burada inelim de evdekiler kızıp da dışarı çıkmama cezası verirse aşık olduğum kızı son bir göreyim lan ” diyor. İniyoruz hemen dolmuştan iki sokak geçtikten sonra Gökhan aşık olduğu kızı son kez görmek için markete giriyor. Her zaman ki gibi iki tane çikolata alıyor bu arada kızda markette kasiyer, çikolataların ikisininde parasını veriyor. Birini kıza uzatıyor. Gökhan bunu cumartesi pazar hariç her gün yapıyor.


Hafta sonu başka bir kıza aşık oluyor. Marketten çıkıyor, çikolatasıyla sevişerek yanımıza geliyor. Hesaplarımıza göre eve yarım saat daha geç kalırsak kesinlikle şüphelenecekler ve durumu anlayacaklar, koşar adımlarla yürümeye başlıyoruz. Top sahasının arkasındaki parkın oradan geçerken küçük bir çocuk yanımıza geliyor. Üstü başı yırtık pırtık vaziyette, ayakkabılarının uçları delinmiş ten rengi beyaz olmasına rağmen çocuk bile kendinin esmer olduğuna ikna olmuş. ”Mendil alırmısınız abi” diyerek başını eğiyor öyle utanıyor ki bunu söylereken gözlerimize bile bakmıyor. Kendimizden utanıyoruz. Gökhan ve Hakan ile gözgöze geliyoruz. Hep bir ağızdan ”Mendilde alırız ama önce senin karnını doyuralım üstüne başına bir şey alalım.” diyoruz. Çocuk öyle seviniyor ki utancını bir süreliğine kenara bırakıp gözlerimizin içine gülüyor. Hemen kendi aramızda bir durum değerlendirmesi yapıyoruz. ”Beyler çocuğu sevindirdik de kaç paramız var. ?” herkes ceplerinde ne varsa çıkarıyor. Hakandan on lira çıkıyor, Gökhan’dan on iki lira çıkıyor. On lirada benden çıkıyor. Toplam otuz iki liramız var. Hepimizde matematik dersinden kalmış olsak da hayatın matematiğinin farklı olduğunu biliyoruz ve biz bu matematikten geçmek istiyoruz. Aramızdaki toplantı biraz uzuyor söze Hakan giriyor. ” Olum bu para ile bu dediklerimizi yapamayız bir şeyler eksik kalır.” Hakan ilk defa doğru söylüyor. İkimizde Gökhan’a bakıyoruz. Bu durumlarda fikir bulma konusunda her zaman ona güvenmişizdir. ”Bir sigara verin.” Gökhan sigarayı yakıyor. Parktaki banka oturuyor başını öne eğerek elindeki sigaraya bakıyor. Sigaranın sonuna geldiğinde ”Buldum.” diyerek yanımıza koşuyor. ”Ne buldun lan”

”Sevgili Nietszche ile Marks kardeş ya şimdi eve gideceğiz durumumuzu hafifleteceğiz yada bu küçük adamın devrimini gerçekleştirerek tarihe geçeceğiz. Karar sizin ” Gökhan ile Hakan konuşmamdan etkilenmiş olacaklar ki gözleri dolarak bana bakıyorlar. ”Yaşasın devrim lan !!! diyerek sol yumruklarımızı kaldırıyoruz. Küçük adam da sol yumruğun ne anlama geldiğini bilmese de oda kaldırıyor. Birbirimize kenetlenerek küçük adamın devrimine doğru yola çıkıyoruz..

Gökhan babasından taktir alamadığı için bir tokat yedi. Ve yaz boyunca evden çıkmama cezası aldı. Ben babam tarafından aşağılandım. Annem tarafından allaha havale edildim. Ve tabi ki gelecek yüz yılın cezası evden çıkmamayı bende aldım. Hakan ise en hafif yırtan oldu. Aslında bu hayatta yırttığı tek şey bu durumdu. Babası, Hakan çok küçükken öldüğü için Hakana kimse kızmazdı. Her ne olursa olsun başını okşarlardı. Burada okşamak kelimesi buda gelir geçer anlamında kullanılıyordu. Eğer bu hayatta baban yoksa kimse sana kızamaz. Kızdığını zanneder. Şimdi aklımda tek bir soru kalmıştı. Bizler o siktiğimin derslerinden geçememiştik. Ama hayatın diyalektiğinden geçmiştik. Önemli olanda varlığımızın başkalarının varlığına değer ve anlam katması değil miydi.? Gökhan, Hakan ve ben takdirin peşine değil anlamın peşine düşerek tarihin tozlu sayfalarında yer edinemesekte bu küçük adamın hayatında bir anlam olabildik.

-Hepimiz birer paket sigara aldık. Evden çıkma cezası alırız diye tek almadık. Şimdi bu sigaraları kız mesleğin önünde tek satacağız.Gelen para ile de küçük adamı tamamlayacağız.” ”Olum sen Nietzschesin lan gel buraya bir daha öpeceğim anlını” ”Nietzsche kim lan !!! ”

Şimdi hep birlikte kız meslek lisesinin yolunu tutuyoruz. Çünkü kadınların duyarlılığını ve duygularını bu konularda sömürebileceğimizi biliyoruz. Burada sömürmek iyi anlamda kullanılarak tarihe geçiyor. Çok geçmeden kız mesleğin önüne geliyoruz. Şimdi nasıl bir yöntem ile satacağımızı tartışıyoruz. Gökhan birden yanımızdan ayrılıyor çıkış kapısının önünde duran kızların yanına gidiyor. El hareketlerini kullanarak kızlara bir şeyler anlatıyor.Öyle bir anlatıyor ki at yarışında böyle heyecanlı bir at olsa kızlar tüm paralarını bu ata basabilirler ki öylede oluyor Gökhan bütün paketleri satmayı başarıyor. Ağzı beş karış açık şekilde yanımıza koşuyor. Gökhan, Hakan, Ben ve küçük adam birbirimize sarılıyoruz. Şimdi devrimi yapacak güce sahibiz.

Tüm bunlar olurken kızlardan birine saati soruyorum. Eğer on beş dakika içinde eve gitmezsek evdekiler durumumuzdan emin olacaklar. Bir kez daha durum değerlendirmesi yapıyoruz. Tam ortamızda küçük adam duruyor.

”ÇOCUKLARINIZI TAKDİR ETMEYİN ONLARA ANLAM YÜKLEYİN.”


' ' m l i f İ ''B

''– Yatacak yer verdiler mi sana? + Evet. – Yatacak yer verdilerse iyi. + Eh işte. – Bazen gıpta ediyorum. Benim halim senden kötü. + Nasıl yani? – Bir odan var ya! + Senin yatacak yerin yok mu? – Hem var, hem yok. Arkadaşlarda kalıyorum. + Ben de. Ama arkadaşlar iyidir.

''Yalnız seni alabildim.. Seni diğerlerinden ayırdığım için özür dilerim ama izin vermiyorlar artık hiçbir şeye izin vermiyorlar.''


' ' p a t i k '' Bİ

HERKES HERKESLE DOSTMUŞ GİBİ - BARIŞ BIÇAKÇI

mi i. e l ey elikt r he yön n me eye e n h a etm ı r nla i inş a İns lerin i nd e k

Aşk ile edebiyat arasında kendince bir ilişki kurmuştu Hasan da, diğer bütün kahramanlar gibi. Önce aşkını (büyük) göstermek için başvurmuştu edebiyata. Duygularını abartan birkaç şiir, sabahları derse girmeden önce Pervin'in eline tutuşturduğu özlem, pişmanlık, kızgınlık mektupları, ünlü edebiyatçıları aşkının sözcüsü yapan alıntılar... Sonunda da karşılıksız aşkından arta kalanın süslü tasviri. Yazdığı her şeyi çok seviyordu, belki Pervin'den de çok. Aşk ile edebiyat arasında bir tercih yapmış ve kendisini seçmişti.

Uz un kap sür ek etm ıyı a çsa apalı ez, de k ğiş n iç tirm erid da f alan ed eki h ayda en öy ava y lec e k er alır .


SULTAN GÜLSÜN ŞAİR , SAVAŞI DURDURMAKLA YÜKÜMLÜ DÜŞ PERSONELIDİR

Şair , Savaşı Durdurmakla Yükümlü Düş Personelidir Ben bir duvar figürüyüm ölmek üzere. Bileğimde toplama kampına bağlanmış çaputlar ,Kontrolsüzlüğü kontrol etme rötarı olarak iliştirildim . Sanki tebeşirler avucumda unutulmuş gibi bu şiir yazılsın diye. Sanki azgın bir faranjit , tinerle silinme adayı bileğimde .Bileğimde toplama kampına bağlanmış cesetler . Bir ölünün ardından kaç asır baktın ? Sana bir kuşun annesi olmak istediğimi üflerken, sormayı unuttum. – kuşlar kaç barışta bir doğar iç sıkışmasına ? Bir ölünün ardından kaç asır daha bakılır velhasıl ? Yaşamayı diler gibiyim .Herhangi bir duvarda şair ,savaşı durdurmakla yükümlü düş personelidir. Çünkü devlet demiryolları bittiğinde başlar , ordu ağırlığı . Çünkü çok kez toprak sorumludur dirimden ve ölümden .


BAHAR'DAN BARIŞ DOLAN

Beni böyle yapan bu havalar Korkularımı bu güneş aydınlatır Sıcakla yeşerir bedenimin Hazin tohumları Bu havalar getirdi en kötü haberleri Ayrılıkları, çığlıkları, ağlayışları, kayboluşları Ki ben hiç ağlamam Görmedin... Hele yalan hiç söyleyemem İki satır önce söyledim... Ben hiç ağlayamam Susarım çoğu zaman Yazarım bazı zaman Bazen gülerim Bazen...


ANNELERİN RENGİ BEYAZDIR

ŞEYHMUS ERGÜL Annem her zaman ki gibi kahvaltıyı erkenden hazırlamış. “ Hadi kalk oğlum işe geç kalacaksın.” diyor. Sabah erken kalkmaktan nefret ederim. Annem beni uyandırdıktan sonra tekrar yatağına geçti bende sakladığım sigara paketini çıkarıp bir sigara yaktım çay ile beraber içiyorum. İşe gitmek için evden çıkıp sokakta yürümeye başladım. Sıddık amca her zaman ki gibi benden önce gelmiş dükkanı açmış. Yaşından mütevellit her sabah erken kalkar kısa bir yürüyüş yapar daha sonra ufak elektrikçi dükkanını açar. Yine geç kaldım.” Bir gün de benden önce gelsen şaşardım zaten.” diye fırça atmaya başladı.Sabah sabah bütün hevesim kaçtı.” Dükkanı süpür sağı solu temizle kahvaltı yapıp döneceğim.” dedikten sonra yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Ustam gidince çayı demledim sonra dükkanı süpürdüm. İşimi bitirip bir sigara yakıp sokaktan gelip geçen insanları seyrettim. Ustam geldi ve montaj malzemelerini arabaya koy işe gideceğiz diye söyledikten sonra malzemeleri hazırlayıp yola koyulduk. Montajını yapacağımız eve geldik. Ev sahipleri Osman bey ve Emine hanım yeni evin heyecanıyla evi temizliyorlardı. Osman bey, ustam ile eski dost oldukları için hem çalışıp hem de aynı zaman da hasbi hal ediyor. Bu arada Emine hanım bize çay getirdi. Ustam işini bitirmeden önce son bir malzemenin eksik olduğunu ve bana gidip getirmemi söyledi. Arabaya gidip malzemeyi getirdim . Ustam yanlış malzeme getirdiğim için bana fırça atarken yanlış malzemeyi getirdiğimi anladım ama artık iş işten geçmiş lafı yedikten sonra doğru malzemeyi almanın bir anlamı kalmadı. Bu sırada Emine Hanım “ Oğluma kızma artık.” diye ustama cevap verdi. Neden böyle bir tepki verdi anlamadım ve çok şaşırdım. Emine Hanımın neden böyle bir tepki verdiğini anlamaya çalışarak gidip ustanın istediği malzemeyi getirdim. Ustam işini bitirip çay molası verdi. Ben çay bardağımı alıp evin bahçesine gittim. Çayımı yudumlarken bir sigara yakıp gökyüzündeki yıldızları seyretmeye başladım. Tam o sırada Emine hanım yanıma oturdu. Sesi titrek bir şekilde “ Oğlum sana benziyordu.” dedi. Yüzüne baktığımda boynundaki şal ile sessiz sessiz gözyaşlarını siliyor hiçbir şey diyemedim, bir şey söylesem hıçkıra hıçkıra ağlayacağını anlamıştım.” Oğlum Geçen sene trafik kazasında öldü.” dedi. Kafamı omzuna koydum, elleriyle başımı okşarken sanki annemin omzuna yaslanmışım öyle şefkat dolu öyle merhamet dolu bir duygu hissettim avuçlarında. Evlat acısının derdiyle alnında oluşmuş derin çizgiler erken bir ölüm taşıyordu. Sevdiğin biri öldüğünde ilk başta her şey şaka gibi gelir inanmazsın inanmak istemezsin sanki bir yerlerde saklanmış da bir süre sonra ansızın karşına çıkacakmış gibi hissedersin ben Emine Hanım'ın karşısına çıkınca bir yıldır ömründen ömür alan bu kemikleri kıran acı durumun gerçekten bir şakanın sonu olduğunu düşünmüş ama bunun şaka olmadığını anlaması çok uzun sürmedi gözyaşlarının sebebi ondandır. Ayağa kalktı elimden tuttu mutfağın karşısındaki odaya gitti. Bir bavulun içinden bir ceket çıkardı. “ Al bu sana hediyem olsun.” dedi. Ceketi aldım dışarı çıktım arabaya bindik ve evin yolunu tuttuk. Sevdiğin birinin ölümün acısına zamanla alışırsın ama ona ait bir şey gördüğün zaman ya da ona benzeyen birisini gördüğün zaman acısı yüreğinde küllerinden doğar. Cehennem ateşinde kavurur seni...

''Bu sayfa beyaz bırakılmıştır. Annelerin dili, dini, ırkı yoktur. Tüm Anneler beyazdır.''


SABRİ DOĞRU

ŞEBNEM IŞIKSAL

Gecenin sessiz ve zifiri karanlığından gözlerimden yaşlar dökülerek dar sokaklarda geçiyorum..

Onu sevdiğimi, onu ilk merak ettiğimde anladım. Normal bir özlemden farklıydı. Belki de onu annemi düşündüğümden çok düşünüyorum. İnsan bazı şeyleri kendine bile itiraf etmek istemiyor. Kaldı ki ona edeyim.

Her yer harabeye dönüşmüş halde.Kendimi kaybetmişcesine, avazım çıktığı kadar bağırarak, enkaz altında sevdiklerimi arıyorum. Olduğum yerde yere yığılarak yavaş yavaş derin bir uykuya daldığımı ve ruhumun bedenimle vedalaştığını hissediyorum...

Nasıl olursa olsun. Herhangi bir insanı hayatınıza dahil ettiğiniz anda onun başınıza getirebileceği her türlü şeyi kabul etmiş olursunuz. Sözleşme dahi sunulmaz. Karşılıklı birer "Merhaba" kağıt da olur mühür de. Öyle biri ki dinlediğimiz her şarkı bende yer etti. Kendimi onun sevdiği sözleri söylerken buluyorum. Öyle biri ki beni korkutuyor. Hislerimin yüceliğinden korkutuyor. Bu en güzel korkum. İnsan dışarıda ne yiyeceğine karar vermek için bile düşünürken, nasıl olur da hiç düşünmeden bambaşka bir hayata dahil olur? Bu en güzel düşüncesizliğim.


JUSTSAPIEN HALA

İki yaralı bir ölü içim Aynı zaman, aynı yörünge ”Sen O’sun” der gibi masum Kulaklarımı sağır eden fısıltılar Ve parlayan maskelerin, gün ışığında Yaşıyorum sade ve sadece Nedeni yok eylemsizliğim'in Hiçliğin bir adım gerisi yok Tam ortası ölümün yaşam Adın mevsimlerde Her yıla iki ölüm Gelişin ve gidişin Ölümün yaşama direnci Zayıf ve çelimsiz Kanayan gövdem Orospu kahkahaların gölgesi İnsanların yüzleri yok Dinmeyen bulantılar Açlık ve sigara Zehirlenen hayalin Yaşamak en büyük günah Aciz değiliz Sadece kayıp Ve silinmiş aynalardan Yeniden bantlanan resimler Bir kez daha yırtılmaya mahkum...


BAYAN MEFTUN NE DEMEK SADECE KUŞLAR UÇAR! Yok! Efendim, insanlarda uçar. Uçabilir. Yapabilir eminim. İlla şeklen yapmak gerekirse, teknik açıdan sıkıntı oluşturabiliriz. Ama ruhumu isterse alabildiğince özgür kanatlara sahibim ben. Yeri gelir sevdiğime uçarım, yeri gelir koruma içgüdüsü ile delikanlı gibi fiilen de uçarım. Sıkıntı şekillerde, kullar da değil zaten. Bunu sende biliyorsun sevgili okuyucu. Asıl sorun kanatlarımız yörüngesinde olan yollar. Ben giderim gitmesine ama dönebilir miyim emin değilim bundan. Görmüşsündür hiçbir kuş yalnız uçmaz uçanlarda kelebek sanarmış zaten kendini. Kimliğini bilmezmiş. Nereden gelip nereye gittiğini de. Biri kalkıp “Kimlerdensin?” dese kanadını daha hızlı çarparmış yere. Çünkü sadece iz bırakınca varlığından emin olurlarmış. İmzasını atarmış ki, birileri uçup geçmiş buradan desinler. Hayat bu ya, ne sanarsan kendini, o olmaz mısın aslında? Uçuyorum o halde bembeyaz bir kuşum ben. Ve sen, sineme konan karanın kıvılcımı. Bilirsin. Uzaksın. Ama zaten hayat önce ulaşamadıklarını sevdirir insana. Merak ettirir. Sevdiğinin yamaçlarında tur attırır. Tehlikeli yahut değil, hiçbir mekanın sıfat'sal durumları kalbine müdahale edemez artık. Çünkü kalbin en derin maviye kavuşmuştur bir kere. Kanatların o gökyüzünde süzüldü mü bir kere, başka deryalar masalsı gelir gözlerine… Birileri “Aa! Bak kuş uçuyor.” Deyip sıradan bir şekilde gösterirken seni, oysa içinde bin bir türlü taklalar atar yüreğin. Uçmaktan çok bırakılmışlığın içindesindir artık. Aşağıdayken, yukarısı hep dertsiz tasasız görünür bize. Tepelere çıktıkça yükün arttığını, zirvede uçarken göğsünden vurulan güvercine sormak lazım. Oysa ne kadar güzeldi. Güzel olan her şeyin ölümünden sorumlu olan insan gibi. Güzelsiniz ama vurgun yiyene kadar. Güzelsiniz ama kanatlarınızı açabildiğiniz kadar. Kafesi kabul etmeyen vücutlar aşkın boyunduruğuna girince bir kere, ya yanar ya da düşer ilelebet. Yanalım meftun o zaman dipten dibe. Düşelim paçalarımız ıslanana kadar gökyüzünde. Zira aşık oldum ben mavi ye bir kere. Herkesin mavi'si de başkadır bilirim. Kimilerinde huy iken kimilerinde sadece gökyüzünün, denizin rengidir mavi. Ve bir bakışta'dır derinliği, tonları. Sen tonlarca severken, güneş batarak kıskanır onun sonsuzluğunu. Bu yüzden batıp karartır mavilerini. İşte o andan sonra siyahı sevmeye başlarsın. İtirazın olmaz kararan gökyüzüne. Çünkü her şeyin içinde biraz siyah vardır. Maviye giden yolda da karayı sevmek sevdadandır. Bu yüzden sende havalandır kanatlarını benim gibi ve gel. Bırak ardında kalan korkularını. Sevdiğini bilmek, sevmeyi bilmekten daha güzel inan. Ve zamanım kısıtlı. Üç günlük dünyanın kelebeksi ömürlerine sahibiz biz. Bu dünya senin yahut benim değil. ''Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir.'' (Can Yücel) Ve ben, yaradılışımın bir adım ötesine gidemiyorum. Kalamıyorum… Gelmen mühim, uçmak artık imkansız. Yetiş.


ÖZGÜR ERDEM SESİNDE NE VAR

Sesinde ne var.. Dur bak sakın sen söyleme Konuş..sadece konuş benimle.. Konuşmasan bile bir türkü söyle.. Daha fazlasını hissedip söylemek istiyorum.. Aynı türküleri tekrarla sürekli.. Sen söylerken ben bakmam yüzüne hiç ama hiç Gözümü kapar Sesinin içime dolmuşunu hissederim.. Sesinde ne var biliyor musun ? Sesinde uykusuz geceler var Hüzünlü..yorgun gecelerden kalkılan sabahlar.. Toplanmak zorunda kalınan oda var sesinde.. Sesinde ne var biliyor musun Söylenmesi imkansız Sadece hissedilen Küçük Ama Mühim meseleler var..


FERHAT KONAŞ SUSMAK

Geceler boyu içimdeki boşluğu başka bir boşluğa kusmak anlamına geliyordu susmak. Susarak bölündüm eşit olmayan parçalara, büyüdüm ve çürüdüm anlam veremediğim bencillikler de boğularak. Çoğalmalıydım, ne olursa olsun çoğalmak, doğa tüm gücüyle neslimi tehdit etmeye başladığında, hayatta kalabilmek için yeterince azdı parçalarım. Belki, başka bir el daha olmalıydı, senin ellerinden daha çok sevebileceğim ve tuttuğumda kendimi daha güçlü hissedebileceğim, ya da bir çift göz, dünya üzerinde sadece benim gözlerime baktığında huzur bulabilecek ve sadece onun gözlerine baktığımda mutluluktan ağlayabileceğim bir çift göz bütün şeffaflığıyla içindekileri gösterebilecek, renginin hiç de önemi olmayan, lanet olası bir çift göz işte. Bir tek damlasıyla bile içimdeki kuruluğu yeşertebilecek bir çift göz. Küçük ve anlamlı bir bakışın her şeyi değiştirebileceğini düşündüm, düşünmüştüm, düşünüyordum. Cehennemin kapılarını aralayıp artık özgürsün diyecek bir zebaniye bile aşık olabilirdim. İçimdeki susmanın verdiği cahillik günden güne bir kemirgen gibi oynarken rolünü, kendi adıma istediklerim, vermeye çalıştıklarımdan her zaman daha az oldu, çünkü o kadar çok parçam vardı ki, o kadar çok parçalara bölünmüştüm ki, hiç tükenmeyeceklerini, hiç tükenmeyeceği mi düşündüm, düşünmüştüm, düşünüyordum. İnsan eksilmeye başladığında korkuyor, ama ölmekten hiç bir zaman korkmadım, sadece yaşanacak daha güzel günlerin olduğunu düşünerek sustum. Susarak büyüttüm içimdekileri, yine susarak öldürdüm, seni, beni, bizleri, hayatlarımıza dahil olanları, olmaya çalışanları, çünkü büyümeliydi her şey, çünkü yetmezdi bıraktığın küçük boşluklar, içlerinde kaybol'malıydım, susmalarım güçlendikçe daha büyük boşlukları kusmalıydım, oldu da büyüdüm içimdeki anlamsız boşluklarla eşit orantıda, hayal dünyasının renkli bahçelerinde gündüzlerim, gecelerim, dakikalarım, saniyelerim seni beklemekle geçti, ama yoktun, ama olsaydın, ama bir gün gelecektin, büyüdükçe, küçücük bir resmin kapladı bütün dünyamı, saçların ormanlarım oldu, gözlerin denizlerim, hayalinde mevsimlerim. Ama her zaman en sıcak yüzün olan yaz aylarını seviyordum, bu anlamsız boşluğun içinde hayal edemeyeceğin kadar eğlenceliydim, hele yaz aylarında o kadar çok eğleniyordum ki, her sabah kendi cenaze töreni mi ilan ediyor, öğleye doğru taziyeleri kabul ediyor, akşama doğru da toprağa veriyordum, gövdemi. Yokluğunda bile eğlene biliyordum, biraz değişmişti eğlence anlayışım, seninle gülmek yerine, ölü bir insanla gülüyor, onu diriltmeye çalışıyor, biraz nefes almaya başladığında, kiralık bir katil sıfatında tekrar tekrar öldürüyordum. Evet biraz değişmişti eğlence anlayışım, ama bunlar sadece bana senden kalan kırık parçalardı, yani susarak yaşamak güzeldi, susarak büyümek, susarak çürümek de, aslında susmak güzeldi ve bir o kadar da varoluşa aykırı...


HAKKINDA GENEL YAYIN YÖNETMENİ DİZGİ - TASARIM EFE NAZIM ARSLANÇELİK

KAPAK GÖRSELİ HAKAN ASLAN YAZARLAR HALİM YAZICI EFE NAZIM ARSLANÇELİK FERHAT KONAŞ ÖZGÜR ERDEM ŞEYHMUS ERGÜL ŞEBNEM IŞIKSAL BARIŞ DOLAN BAYAN MEFTUN DİNÇER YURTTAŞ SABRİ DOĞRU SULTAN GÜLSÜN JUSİSAPİEN İMTİYAZ SAHİBİ EFE NAZIM ARSLANÇELİK Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz.

© MAYIS 2017

'' BITMEDI DAHA SÜRÜYOR O KAVGA VE SÜRECEK YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK! ''


''En çok korktuğum galiba hayal gücümün ölmesi''. SYLVIA PLATH


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.