BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ Aşk parmak izi gibidir; birbirine benzer en fazla, ancak bir eşi yoktur. Nerdeyse her hayat farklı bir aşk hikâyesi. Yazılmayan ve hayatın sonu ile yok olup biten ya da Shakespeare’in, Fuzuli’nin kaleminin ölümsüz kıldığı Romeo ve Juliet, Leyla ile Mecnun gibi sonsuza dek yaşayan… Son yüzyılda ise yeni bir anlatıcı icat oldu: sinema. Özgün birçok öykü anlatsa da, zaman zaman uyarlama eserlerle ortaklığa gitti rakibiyle. Kaşları, gözleri okuyucunun hayal gücüne bırakılan nice kahramanlar ete kemiğe büründü çıktı karşımıza. Yoksa biz nereden bilecektik Mecnun’un Orhan Gencebay, Juliet’in Claire Danes olduğunu aslında. Milyonlarca hayal gücünün yarattığı milyonlarca suretin tek bir bedende toplanması sinemaseverleri tavlasa da okurları hiç bir zaman tatmin edemedi. Roman olarak okumadığınız bir eserin sinema versiyonuna güzel dediğiniz anda hep
şunu duydunuz: “Romanla alakası yok, sen kitabını oku asıl.” Son dönem Türk Edebiyatının harika çocuğu Barış Bıçakçı’nın en sevilen romanlarından biri olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004) de 2011 yılında Seyfi Teoman tarafından sinemaya uyarlandı. Bıçakçı’nın romanından bahsetmek için, -başta “naif” olmak üzerenitelemek için pek de kullanılmayan sözcüklere ihtiyacım var. Bizim Büyük Çaresizliğimiz beton çatlakları arasında kendine yol bulan su gibi usul usul akıyor. Kocaman bir çikolatalı pasta değil, lezzetli bir pastadan sonra dudağında kalan ve her dudağını yaladığında tadını aldığın bir roman. Bizim Büyük Çaresizliğimiz kendine özgü, kibar, sevimli, umutlu, melodik, ipeksi atmosferinde, aşka, dostluğa, hayata ve ölüme dair de çok şey söylüyor.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, aynı evde yaşayan biri kel biri göbekli ama ikisi de orta yaşlı Ender ve Çetin’in, anne ve babasını trafik kazasında kaybetmiş üniversite öğrencisi Nihal’e evlerini açmasını, sonra da ikisinin birden kıza âşık olmasını anlatıyor. Dile kolay, kulağa basit gelen bu öykü Barış Bıçakçı’nın mahir kalemiyle unutulmaz bir romana dönüşüyor. Ender ve Çetin öncelikle mükemmel iki arkadaş. Dostlukları Ender’in tabiriyle bir nevi aşk. Romanın omurgasını da bu dostluk oluşturuyor. Roman, Ender’in ağzından Çetin’e yazılmış bir anı-mektup üslubunda. Seyfi Teoman ise romanı uyarlarken, böyle bir anlatıda işini kolaylaştıracak olan iç ses veya anlatıcı gibi tekniklere yüz vermemiş. Tamamen Ender’in gözünden anlatmak yerine üç karaktere de eşit mesafede durmuş. Çetin-Ender dostluğunu da ikinci plana atıp, ikilinin Nihal’e duyduğu aşka odaklanmış. Çetin’i canlandıran Fatih Al filmin en başarılı oyuncusu, Güneş Sayın ise romanda kafanızda canlandırdığınız Nihal karakterine fiziksel açıdan oldukça yakın. Ender’in Çetin’e içtenlikle yazdığı duygularını, diyaloglara taşımak, 2012 yılında kaybettiğimiz sevgili Seyfi Teoman’ı oldukça zorlamış. Romanda olmamasına rağmen, Çetin’in abisinin (Taner Birsel) de bir anda çıkıp gelmesi ve filme girmesi de bu yüzden. Ender öykünün anlatıcısı olduğundan okuyucu Ender’in hissiyatını, tüm duygusal iniş çıkışlarını 167 sayfa boyunca adeta ezberliyor. Seyfi Teoman da her ne kadar üç karakter arasında Ender’i merkeze koymaya çalışsa da karakteri yüzeysellikten kurtaramıyor. Bu anlaşılır bir dezavantaj. Ancak okurun gözünde, duygusal hadi en fazla balık burcu erkeği denilebilecek Ender’in, İlker Aksum’un oyunculuğuyla ve/veya Seyfi Teoman’ın yönetmenliğiyle neden efemine bir karaktere dönüştüğü ise anlaşılmaz bir tercih. Okurun kafasında Ender’in vücut dilini, sıklıkla bir kolunu diğer
kolunun dirseğinin altına koyarak konuşan biçimde canlandırmadığına eminim. Oysa Barış Bıçakçı: “İkimizin de baş tacı ettiği filmi, eş cinselliğin sınırında dolaşan bir dostluğun hikâyesi biçiminde yorumlayan sinema eleştirmeni beyefendi, ikimizin sonunda, en sonunda haritada bir nokta olduğumuzu görse ne derdi acaba? Bizim bu aşık hallerimize, on yedi yıl boyunca hayatımızı birbirimizi daha sık görecek biçimde düzenleyişimize ne derdi? Eş cinselliğin kordon boylarında dolaştığımızı mı söylerdi? O güzel filme ilişkin berbat tanımlamanın canımı sıkan tarafı şu: Sınır var mı? İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim tek bildiğim sınır bu.” cümleleriyle bu dostluğu nasıl okumamız gerektiğini Ender’in ağzından okuyucuya anlatmıştı. Senaryonun yönetmen-yazar ortaklığı ile yazılması bile romanın atmosferinin perdeye taşınmasına yardım edememiş. Romandaki “Nihal bir keresinde tüm kitapları okuyup okumadığımı sormuştu” cümlesi yerine, filmdeki, Nihal’in: (Biraz da Yeşilçam’daki köyden gelen cahil Ayşecik vurgusuyla) “Sen sahiden bu kitapların hepsini okudun mu Ender Abi?” repliği, benzer gibi gözükse de aynı duyguyu hissettirememeye bariz bir örnek. Ender’in “Tutunamayanlar” karakterlerini anımsatan hoş nüktelerini de Seyfi Teoman yeteri kadar kullanmamış. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in iyi bir uyarlama olduğunu söyleyemesem de tavsiye edilmeyecek bir film değil. Atmosferi kendine has, duygusu böylesine yoğun bir romanı aynı güzellikte uyarlamak için küçük çaplı bir mucize gerekiyormuş, Seyfi Teoman bunu gerçekleştirememiş sadece. Bizim Büyük Çaresizliğimiz bu hâliyle romanı okumadan Ender ve Çetin’le tanışmak isteyenler için hoş bir seyirlik
Özgür Erdem
Vanimelda'nın ardından Bazen gecenin siyahı zift karasına döner gelen bir mesajla Dayanamazsın..karşılık verirsin.. Kinin,öfken azar kudurur.. Yağmur gibi yağacak bir şehir İçini boşaltacak bir bardak ararsın.. Sesini duyana kadar.. Artık adım gibi olduğunu öğrenmek Alır götürür bütün öfkeni,kinini.. Şimdi sadece kırgınlık kalır kalbinde.. Zihninin insan kısmında Konuşursun kırgınlıklarını bir kenara koyarak.. Yaptıklarını Anlattıklarını Yazdıklarını bir tekrar yapar Tekrar Zihnine kazır gibi anlatırsın Hayır Ne sesin kaçsın içine ne de damla yaş dök Hayır Hayır yaş dökme Yaşların hayat taşır Terk et bu şehri şimdi kur hayalindeki dünyanı Ufak tonton bir dedenin yanında insanları yürüt bir atölyede Atölye Küçük Sevimli Sıcacık bir yuva olsun sana Ama kalma çok oralarda Bilirim yaşayamazsın, yapamazsın uzaklarda.. Şimdi sen ağladın Uzaktan yaklaştım yanına Usulca sokulup akan yaşlarından öptüm.. Şimdi uzun süren sessizliği kısa, anlaşılır ve yaşanmışlığı olan cümlelerle bozma vakti.. Ama şunu unutma Her şeye rağmen Yağmurla yıkanmış güzel bir hikayeydi bizimkisi..
Bayan Meftun
Önce Hep Sen “Ürkütmeden seversen kendi gelir.” Dedi bizim miskin kediyi okşarken Dedem. “Amacım korkutmak değil ki zaten.” Dedim bilmişçesine. Yarım tebessümle elimi tuttu ve uzun cümleler kurdu gözleriyle sonra anlamam diye kısa kesmek isteyip “Sevilen daima kırılgandır kızım. Bu yüzden gerekirse sen kork severken ama o hiç korkmasın.” Dedi ellerime bakarak. Demek ki sevmenin de adabı varmış dedim hep içimden. Lakin sevmenin dozajını o günden beridir bir türlü ayarlayamadım. Ya çok uçtum yakalayamadım gidenleri ya da çok unutkandım sayamadım kırdıklarımı. Üçüncü bir ihtimali düşünemedim hiç. Düşünmedim belki de. Çünkü düşünürken bile kendime yakıştıramazdım rüzgârı ensemde hissedip ürpermeyi. Nasıl yalnızlığa alışınca kalabalık boğuyorsa insanı sevmekte böyleydi işte. Seyrek seven biri, kalıbına sığmayan bir aşkla nasıl başa çıkabilirdi ki? Bir balık nasıl bir kırlangıca âşık olabilirdi? İmkânsızlığın içinde nefessiz kalan çaresiz tiplerdik biz. Tipimiz kaşımız gözümüz yağmur içinde olsa bile “yarabbi şükür” deyip yolumuza devam ederdik ardımızdaki izleri yok sayarak. Çünkü ben kendimi biz içinde saklamaya niyetliydim her zaman. Yapamadım değil yapamadık diyerek azımsardım hatalarımı. “Mükemmel sevgi, mükemmel adamdan geçmeli!” diyerek saatlerce bağırırdım duvardaki saate. Aldığım tek yanıt tik-tak olunca da susup gülerdim aynadaki yansımama. Hem de öyle bir gülerdim ki ağız dolusu dökerdim ortalığa tüm samimiyetimi.
Sonra yeniden uyanıp başka bir bedende uyanmayı dilerdim. Tam kafa mı yastığımla barıştırmak üzereyken bir şey sızladı o anda içimde. Nereye ait olduğunu bile bilmediğim bir şey. Ellerimle yokladım tüm gövdemi. “Kalbim” dedim sonra. Evet ya kalbim… İşte, bunu dememle birlikte oklar saplandı zihnime. Sonuçta insandık biz… En önemlisi de ben de herkes gibi bir insandım. “Elbet!” dedim “Elbette!” buydu mühim olup aylarca hissetmediğim duygu. Öyle saklanmışım ki yorgun bakışlarımın arkasına, göremez olmuşum sular altında kalmış olan beni. Oysaki bilmeliydim. “Ben!” Deseydim önce yıkılırdı bütün bizli ve gizli cümleler. Ben unutmasaydım eğer kendimi, korkarken bile sabitleyebilirdim yüzüne vuran nefesimi. Eğer ben sevseydim önce kendimi sonra sevebilirdim seni ve senden öte her şeyi. Çünkü sevmekten değil kendimden ürkmüşüm en çok. Her kaçışın beni yeni yollara sürüklediğine inanmışım. İnanmakla da yetinmeyip diri tutmuşum hayalperest fikirlerimi. Bu yüzden artık uzatmamak lazım yolları. Kalmak gitmekten daha kolaymış inan. İnan ki ne balıklar küssün gökyüzüne ne de kırlangıçlar dargın kalsın denizlere. Kolay değildi çünkü bunca yıl sonra aşmak beni, en çokta sana gelemeyişimin inanılmaz ümitsizliğini. Bu nedenle kal. Çünkü gitmekten ziyade sevmektir artık aslolan.
DERİN SESSİZLİK Derin bir sessizlik hakim suretimde Hava biraz parçalı bulutlu ve bir çocuk üst katta ağlamaklı Annem sobanın dumanında tütüyor, babam balkonlara gece kondu kuruyor Derin bir sessizlik hakim suretimde Mahallede siren sesleri Ayten abla düzensiz saçlarını tararken düşünceli Telefon külübeleri aynı anda ağlıyor geceye Yapmayın efendiler diye haykırıyor şarapçı Rasim Derin bir sessizlik hakim suretim de Bildiğim ne kadar dua varsa yakıyorum. Allah bana inanmıyor ben nasıl sana inanayım. Mahallemden dünyaya doğru uzansam göğsüm afrikada Dünyanın hali vakti yerinde değil anne Derin bir sessizlik hakim suretimde Sırtımdan aşağıya ayak uçlarıma kadar kavimler göçü Rönesansı göremedim baba Kadınlar porselen bebek çağında Tarih bizi affetmeyecek Müjgan Ben seni effetmeyeceğim. Allah bizi affetmeyecek.
Mert Can Malkoç SENİN BENİ KANDIRMA KUVVETİN Bir dakika daha geç çıksaydım evden Kedileri seviyor olsaydım mesela, Sokaktaki kediyi sevseydim Yahut biraz daha uzun yansaydı kırmızı ışık, Yolun karşısına öyle hızlıca geçmeseydim Göz göze gelirdik kaldırımda Ve ben sana sarılırdım... Denize atıp kendimi, İntihar etmekten vazgeçer; Senin beni kandırma kuvvetinin Suyun kaldırma kuvvetinden daha yüksek Olduğunu hatırlardım
James Steinberg
Sana sarılırdım...
SAKLADIĞIMIZ ŞEYLER Her şey onyedi bin yıl önce başladı Tarihin en soğuk kışını Avrupada yaşadı dünya ve soğuktan ölmesin diye çocukları hayvan derilerinden kıyafetler dikmeye başlamadan evvel bir anne iğne-yi buldu O gün bu gündür sakladığı şeyleri var insanoğlunun büründüğü farklı göründüğü...
ŞEHYMUS ERGÜL ANNELERİN ÜZERİNE TOPRAK ATILMAZ İllegal hayatın varoş çocukları hayata erken başlar. İlkokulu bıraktıktan sonra önce inşaatlarda başladım çalışmaya, acımasız hayatla küflenmiş vicdanlarla tanışmam soğuk inşaatlarda başladı. Benim arkadaşlarım okul bahçelerinde ve kafeler de gezerken ben yaz kış inşaatlarda dirsek çürüttüm. Evdekilerden habersiz sigaraya başladım. Annem bir keresinde pantolonumu yıkamadan önce ceplerini kontrol ederken bir sigara paketi görmüştü. Sigara paketini bulduğunu babama söylememiş kendisi içmişti. babamla Beni okuldan aldığı günden beri aram yoktur. Küçükken babam benim kahramanımdı. Dışarıya baktığım zaman korktuğum bu kocaman dünyada, her şey çok büyük, her yol çok uzak, herkes çok yabancı, böyle bir dünyada başıma bir şey gelirse ancak babam beni kurtarabilir. En büyük canavarları ancak o dövebilirdi. Geceleri gördüğüm kabuslardan sadece babam kurtarabilirdi. Koynunda uyuduğum zaman kendimi güvende hissediyordum ve kabuslar görmüyordum. Sıvası soğuk inşaatlarda çimento torbalarının yastığım olduğu günlerde anladım. Babalar kahraman değilmiş aslında. Yağmurlu gecelerde teneke ateşiyle ısınmaya çalışıp bir türlü ısınamadığım titreye titreye uykuya daldığım gecelerde babalar da sıradan insan olur diye ağlayarak isyan ederdim. Aramızdaki baba oğul masumiyeti artık yoktu. Annemin hasretiyle yanıp tutuşuyordum ve artık eve gitme zamanım gelmişti. Annemin sesini duymak artık yetmiyor. Kokusunu içime çekmeye hasretim. En son aradığında sürekli öksürüyordu. Nasılsın diye sorunca İyiyim demişti öksürerek ! Anne iyi değilse bile iyiyim der. Yüreği kan revan olmuştur ama yinede belli etmez sineye çeker. Babama olan kızgınlığım yüzünden üç yıldır eve gitmiyorum. Gurbet hevesiyle has bel kader bir otobüse binip geldiğim İstanbul da, bu
şehrin içinde kaybolmuştum beni yutmuştu. Genç yaşta benim gibi hayatın sillesini yemiş Diyarbakırlı çocuklarla inşaatlarda tanıştım. İşten atılınca kader birliği yaptığım Diyarbakırlı çocuklarla köprü altında kalmaya mecbur kaldık. Günler geçtikçe paramız azaldı. En sonunda hiçbirimizin parası kalmadı. Diyarbakırlı çocuklardan biri yaşlı bir teyzeyi takip etmiş ve yalnız yaşadığını tespit etmiş. Esrarı sararken eve girip değerli ne varsa patlatacağız diyor. İki gün sonra emekli maaşını da çekecek yapacağımız vurgun bize bir kaç ay yeter daha sonra düzgün bir iş buluruz diye anlatıyor. Diğer çocuklar bu plana onay verince benim itiraz etmem bir şeyi değiştirmeyecekti. Aslında hepimiz beş parasız kalmıştık ve başka çaremiz yoktu. Esrar bile almaya para bulamıyoruz. En son ki partiyi zaten borç almıştık torbacıdan. Çocuklardan diğeri baliyi çekerken bende cebimden esrarı çıkarıp cigaralık yapmak için sarmaya başladım. Kubar içince başım dönüyor ilk başta ama daha sonra bambaşka bir dünyaya gidiyorum. Boğazdan geçen gemiler sanki üstüme üstüme geliyor, karşımdaki çocuklar birden çoğalıyor hepsini çift görmeye başlıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Bu dünyada babalar sıradan bir insan değil. Bütün dertlerimi unutuyorum. Yanımızdan geçen İnsanlar bizimle dalga geçiyorlar, uyuşturucu bağımlısı insanlar ile dalga geçmek orgazm kadar şehvetlidir. Yürekleri pas tutmuş insanlardan nefret ediyorum ve onlar yüzünden bana bu hayatta mutluluk veren tek şey uyuşturucu oluyor. İki gün geçtikten sonra yaşlı teyzenin evini patlatmak için görev dağılımı yapıyoruz, çocuklardan iki kişi eve girecek ben ile birlikte bir kişi daha dümencilik yapacak. Akşam üzeri teyze emekli maaşını çekip markette alışveriş yaptıktan sonra eve gidiyor. Gece üçe kadar bekledik. Artık eve girmek için vakit gelip geçiyordu. Çok heyecanlıyım
ilk defa böylesine bir şey yapıyorum, ya polislere yakalanırsak ya komşular görse bizi kovalayıp yakalasalar, ne olacak o zaman ? Diğer dümenci üzerimdeki tedirginliği anlamış olacak ki bana bir sigaralık sardı. Sigarayı içince başım dönmeye başladı ama tedirginliğim üzerimden geçti. Korkmuyorum artık. Sigaralıktan son nefesi çekerken karşı komşunun ışığının yandığını gördüm. Hemen eğildim diğer dümenciye işaret ettim o da saklandı. Bizim çocuklar hala içeride ellerim ayaklarım titriyor yine korkmaya başladım. Karşı komşu pencereyi açtı bir sigara yaktı. Etrafına bakıyor. “ Sen nereden çıktın ! Sigara içmenin saati mi ulan puşt ! “ diye kendi kendime konuşuyorum. İçeriden ses gelmiyor. Bizimkiler dışarı çıksa adam görecek çıkmasa teyze uyanacak. ‘Ulan nasıl bir çıkmaza girdik. Kesin yakalanacağız.’ Bir sigara ne kadar uzun bir sürede bitirilirse o kadar uzun bir sürede içti sigarayı karşı komşu, sanki bizim çocukların içeride olduğunu biliyor da çıkmalarını bekliyormuş gibi uzun uzun içti. Adam her iki eliyle omuzlarını ovaladı belli ki üşüdü. Pencereyi kapatıp perdeyi çekince üzerimden ecel terleri döküldü. Hayatımın en uzun 5 dakikasıydı. Birinci katın balkonundan atlayan çocukları görünce içim daha da genişledi artık iş bitmişti. Aslında yedi dakika sürdü ama benim için saatler sürmüş gibiydi. Sabah köprü altında güzel bir bahar gününe gözlerimizi açtık. Artık paramız vardı. İlk işimiz topladığımız altınları kuyumcuya götürüp bozdurmak ve sonrasında krallar gibi bir kahvaltı yapmaktı. Altınları bozdurduk altı cumhuriyet altını kefen parası için biraz fazlaydı. Boğaz manzaralı bir mekan da kahvaltı yapmak için oturduk. Çay bardağına yedi tane şeker attığımı gören yan masadaki çift uyuşturucu bağımlısı olduğumu anlamış gözlerle bana baktı. Ellerimin titremesi ve göz altlarımın şişkin olması beni ele verdiği yetmezmiş gibi bir de bu şekilde uyuşturucu bağımlısı olduğumun anlaşılması zoruma
gidiyordu. Kahvaltı bittikten sonra keyif sigarası yakarken telefonum çaldı. Arayan babamdı en son iki ay önce konuşmuştuk annemin telefonu olmadığı için babamdan konuşurduk. Telefona annemin çıkacağını düşünerek sevinçle açtım telefonu “ Efendim” dedim “ Oğlum” dedi babam, şaşırdım babam telefonlara çıkmaz benimle hiç konuşmazdı . “Annen dün gece kalp krizi geçirdi. Annen öldü oğul…” sesi titreyerek konuştu. Dünyam başıma yıkıldı elimdeki sigaranın yere nasıl düştüğünü anlamadım. Başımdan aşağı kaynar sular aktı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sanki biri kalbime yumruk vuruyordu. hiçbir şey duymadım görmedim hiçbir şey yapamadım. Gözyaşlarım istemsizce yanaklarımda okyanuslar oluşturmuştu. Yüreğim de cehennem ateşi yanıyor ellerim ayaklarım titriyor. Öylece kalakaldım. En son iki ay önce konuştum annemle bastığı toprağa ömrümü feda edeceğim annemin sesini son kez duyamadım. iki ay boyunca telefona kontör yüklemeye param olmadığı için annemi arayamamıştım. Ben onları aramasam Onlar da aramazdı babam gurur yapar “ oğlun arasın ben aramam.” derdi anneme. Biraz para için yaşlı teyzenin evini soyduğumuz gece annem kalbinden rahatsızlanıp hastaneye varamadan ambulansta ölmüş. Bu nasıl kader ? Bu nasıl hayat ? .. Memlekete giden ilk uçağa bindim. İki saat sonra eve geldim. Kapıdan içeri girdim. Bütün komşular akrabalar delirmiş tabutun başında ağıtlar yakıyor. Babam mutfağa gitmiş elinde sigara tek başına oturuyor başını masaya koymuş ağlıyor. Yanına oturdum. Bana bir sigara uzattı. Sigarayı yaktım. Ağıtlar yüreğime hançer gibi saplanıyor. Tabutu aldılar. Mezarlığa götürdüler. Annemin üzerine toprak atıyor vicdansız insanlar. Annelerin üzerine toprak atılmaz. Herkes gitti. Ben tek kaldım mezarın başında. Kalk anne kalk….
MART AYI KİTAP ÖNERİSİ
Barış Bıçakçı, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabı ile geniş bir okur kitlesiyle "dostmuş gibi olmuştu. Bu uzun hikaye veya küçük roman da onun "ruh akrabalarına" çok iyi gelecek! Uzaktan ama içten dostluklar için güzel bir mecra, insanın kendine dönmesine omuz veren sağlam bir arkadaş olan radyonun aracılığıyla kesişen yaşantılar var Veciz Sözler'de de. Verilen anahtar kelimeyle veciz sözler "üretilmesini" isteyen bir radyo programının zihinlerde, gönüllerde, içe bakışta açtığı kapılar... Söylemeye gerek var mı? Bu kitabın da gizli kahramanı: Dostluk... Yeni zamanlarda dostluğu en güzel hikaye eden yazarla karşı karşıyasınız! Ve dostlukla içiçe, sanki onun bir akrabası gibi: Aşk... Dostluk ve aşkın beklentileri, hayalleri, imaları, vaadleri, hiç "büyük olay"lara ihtiyaç duymadan, güçlü bir roman gerilimi üretiyor Veciz Sözler'de.
KİTAPTAN ALINTILAR ''Aşk bir gösteri sanatıdır. Taklitle öğrenilir.'' ''Hayat bayatlayınca edebiyat olur.'' ''Suskunluğun olduğu yerde derin bir uçurum gizlidir.'' ''Her aşkın ardında bir yaz vardır.''
mutlulardır. Çıkarlarının doğrultusunda uzanan yoldan saptığınızı farkettikleri anda olaylar ve entrikalar başlar, sizi hizaya sokabilmek için elinden geleni yapacaklar ve FERHAT KONAŞ İlişkiler
başarılı olamadıklarında, sizi dünyanın en İnsanların sis perdesi ardında saklamaya kötü insanı olarak etiketleyeceklerdir. çalıştıkları gerçek kişilikleri belirdiğinde, Kendi hayatlarınızı yaşayın, başkalarının şaşıramıyor hatta tepkisiz ve stabil hayatlarını değil! kalabiliyorum. Her geçen gün bozulan dünyaya ve içinde insanca yaşamaktan başka her şeyi yapabildiğim sisteme, artık daha uygun adımlar atabiliyor ayaklarım. Bu iyi mi, kötü mü bilemiyorum ve bilmemeyi gerçekten çok seviyorum. Hayatı öğrenmeye, bildiğim her şeyi unutarak başladım diyebilirim ve unuttuğum en önemli şeyin, bugüne kadar öğrendiğim her şeyin olması kafanızı karıştırabilir, yanlışlarımın doğru ya da doğrularımın yanlış olabilmesi, ne doğru ne de yanlıştır, yaşasın değişebilirlik ve düzensiz delilik. Aslında bunların hiç bir önemi yok, zaten kimse sizin ne düşündüğünüzle ilgilenmiyor, güzel görünen maskeleri ve etiketleriyle geliyorlar, istediklerini alıyorlar ve sizinle işleri bittiğinde gidiyorlar ya da biraz maskeden anlayabiliyorsanız, onlardan önce dünyanın en kötü insanına dönüşerek, siz gidiveriyorsunuz. Hayatınız farklı dönemlerinde, dost, sevgili, eş, arkadaş, kardeş gibi bir çok etiketle karşınıza çıkabilen insan modelleri, bazen eşi benzeri olmayan bir dost, bazen ondan başka sizi kimse sevemeyecek ya da o olmadan asla yaşayamayacakmışsınız gibi çılgın bir aşık rolüne bürünebiliyor. Ve sonunda sizden istediklerini alamayınca canavara dönüşebiliyorlar. İnsanlar sizden istediklerini aldıkları, duymak istediklerini duydukları sürece, iyi ve