''Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden'' Cemal Süreya
EFE NAZIM ARSLANÇELİK TOPLU BİR KATLİAMIN HABERCİSİ GİBİ BİNALAR
B
u şehir de her şey toplu, toplu bir katliamın habercisi gibi binalar. Kimsenin
kimsesizliğinin sokaklara, parklara, caddelere ve camilere yansıdığı yansıyan yerlere güneşin değmediği bir yer burası. Ben sana değemiyorken bunlar teferruat kalıyor yeryüzünde, gece olduğunda binalarda ışıklar simetrik bir şekilde temsil ediyor kimsesizliği, yoksul mahalleler dahil değil bu düzene, kaçak çaylar içilirken kaçak elektrikler çay bardaklarında anlam buluyor. Şehri ayakta tutan bu yoksul mahalleler. Merkeze indikçe tüm gerçekliliğini kaybediyor şehir. Kuşlar toplu konutların en tepesinde oturuyor. Yerleşik bir düzen içindeler, köpekler kedilere öfke ile yaklaşıyor, bu şehrin değişimini en tepeden izleyen kuşlar intihara teşebbüs ediyor. Bazı bölgelerde kuş ölümleri daha yüksek. Hilmi abi bu durumu yoksulluk ile açıklıyor, zengin semtlerde kuşların iyi beslendiğini söylüyor. Kuşlar üzerinden Ankara analizini yapıyor çayından bir yudum alırken üzgün gözüküyor. Bende üzgünüm üzgünlüğüm Ankara ile sınırlı değil. Nereye gitsem kendi eksenim etrafında dönüyorum. Güven parkta uzun uzun yürürken banklardan düşen insanlar oluyor. Köpek gezdiren orta yaşlı birkaç insan görüyorum. Köpeklere tasma takarak vurdukları kelepçeleri, onları gezdirerek özgür bıraktıklarını sanıyorlar. İstiklal caddesinde üniversiteli gençler görüyorum. İçlerinden sesi en gür olanı haykırmaya başlıyor. ‘’Akademisyenlere özgürlük.’’ Biraz sonra çevik kuvvet geliyor, kimse bilmiyor fikirlerin ölmeyeceğini. En önde tomalar var. ‘’Ankara’nın tomaları meşhurdur.’’ diyor yaşlı bir teyze, dönüp yüzünün ortasına vurmak istesem de saygıyı çok yanlış anladığımızdan vuramıyorum. Gencecik çocuklara tekme tokat girişiyorlar. Kadın erkek ayrımı yok, eşit şekilde dövüyorlar ve ilk kez kadın ile erkek eşitleniyor. Olanı biteni çaresizce izliyorum. Her şeyi unutabileceğim bir yer arıyorum. Kime sorsam unutamazsın diyor. Çareyi sigara yakarak geçiştiriyorum. Hapishaneden koğuş arkadaşım Aziz Rami ile buluşacağımız yere doğru ilerliyorum. Duyduğuma göre Aziz Rami şimdilerde zamanında karşı olduğu fikirleri satarak geçiniyor. Oysa on sekiz sene içeride bu fikirlere karşı olduğu için yatmış bir adam Aziz Rami. Buluşma yerine geliyorum. Genç garson ‘’Ne içersiniz.’’ Diye soruyor. Korkak bir ses tonu ile ‘’Çay’’ diyorum. Yaklaşık beş dakika sonra Aziz Rami geliyor. Değişmiş sakallarının yerini ince bir bıyık almış, göbeği kendinden önce gülümsüyor. Kibirli bir gülümseme. Üzerinde marka etiketler taşıyor, ürün yerleştirme dedikleri tam olarak bu olsa gerek diyorum içimden, ağlamak üzereyken bu düşünce yüzümü güldürüyor. Dudaklarım iki yana açıldığında yüzümün bütün kaslarını dudak kenarlarıma yönlendiriyorum. Gülümsememi ancak böyle tutabiliyorum. Sarılırız diye ayağa kalkıyorum. Aziz Rami direk oturuyor. O an kalkıp gitmek istesem de laf sokmadan bu masadan kalkmayacağıma yemin ediyorum. Aziz Rami gözlerimin içine bakmaktan korkuyor. ‘’Değişmişsin Aziz’’ ‘’Hangimiz değişmedik ki’’ ‘’Ben değişmedim. En azından hala kendi fikirlerimi savunuyorum. İlyas, Genco, Fikret hiç biri değişmediler, hala aynı adamlar’’ ‘’Düzen böyle sizler gibi öteki kalmadığım için mi bana kızıyorsunuz.’’
‘’Düzeni yaratan insanlar Aziz, biz bu düzeni reddettiğimiz için onca sene içeride yatmadık mı’’ ‘’Geçti gitti o günler şimdiye bakmak lazım. ‘’ ‘’Yediğin dayakların hatırı kalmadı mı sende’’ ‘’Şimdi dayak yiyen değil atan oldum.’’ ‘’Eyvallah Aziz.’’ Yüzleşmemiz kısa sürmüştü, ikinci çaylar söylendi. Ben sarma sigaramı sararken, Aziz aşağılayan gözlerle bana bakıyordu. Çıkardı masaya parlamenti koydu. Bir tanede bana uzattı. ‘’Al hadi al uğraşma şunla’’ ‘’Sigarayı bırakırım da senden almam o sigarayı.’’ Verdiğim cevap ile Azizi 1968 dönemine götürdüm. Koğuşta sigaramız bitmek üzereydi. Genco’nun zulasında gardiyandan yürüttüğü parlament vardı. Kötü günler için saklamıştık. Her gün düzenli olarak dayak yiyorduk. Yediğimiz dayakların acısını sigara ile bastırıyorduk. Bir gün yine sıradan dayağımızı yedikten sonra koğuşta sigaramızın kalmadığını fark ettik. Genco zulasından parlamenti çıkardı. ‘’Henüz hiçbir şey bitmedi.’’ Dedi. O an karar vermeliydik. Ya o sigarayı içecektik ya da onurlu durup görüş gününü bekleyecektik. Yenilen o dayaktan sonra acının geçmesi ve ayakta durmak için bir nefeslik sigaraya muhtaç kalıyordu insan. Fikret en dirayetli olanımızdı. ‘’Sigarayı bırakalım ama o puştların sigarasını içmeyelim.’’ Dedi. Ve o gün sigarayı bırakıp acılarımız ile yaşamayı öğrendik. Hey gidi Aziz Rami şimdi utanmadan masaya parlementi büyük bir zevkle koyabiliyor. İkinci çayları getiren garson çocuk biran için sendeledi. Çaylar çay tabağına döküldü. Aziz Rami sabah yediği sucukların artıklarını garson çocuğun yüzüne püskürterek ‘’Daha ayakta durmayı bilmiyorsun çay taşıyorsun, beceremiyorsan bırak bu işi’’ diye bağırdı. Garson çocuğa çayları masaya bırakmasını söyledim. Değiştireyim diye ısrar etse de gerek olmadığını söyledim. Aziz Rami gözlerimin içine bakarak ‘’Bunlara bağıracaksın ki işini düzgün yapsın yerinde olmak isteyen bir sürü insan var.’’dedi. Sabrın sonu selamettir deseler de benim içimdeki selamet Aziz Raminin suratında yumruk olarak patladı. Sol elimle ağzını sıkarak açtım. Elimde ki çayları ağzına döktüm. Arkamdan bağıracak bir sesi de kalmamıştı. Birkaç ay sonra Aziz Raminin arabasına zorla aldığı bir travestli tarafından boğazı kesilerek öldürüldüğünü öğrendim. İlahi adaletin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini biliyordum. Ankara’dan Datça’ya döndüğümde anladım ki ‘’ Ankara bizim için her zaman hafızamızda zindan olarak kalacaktı. ‘’ Şimdi ne zaman bir Ankaralı görsem koşarak uzaklaşıyorum.
ŞEBNEM IŞIKSAL ŞARABIMIZ BİTİNCE YAĞMURA ÇIKARIZ
Daha önce hiç görmediğiniz, sesini dahi duymadığınız bir insana çok ama çok yakın hissettiniz mi? Sarılmak istediniz mi? Bu sarılma isteği nereden geldi bilmiyorum. Belki de aynı şarkıları dinleyerek büyüdüğümüzü düşünüyorum, ondan.
Farklı şehirlerdeyiz şimdi. Ama aynı şehirde geçirmişiz gençliğimizi, yetmez mi? Çok klasik bir senaryo belki ama:aynı kitabevinin aynı raflarını gezmiş gözlerimiz. Aynı korna seslerini duymuş kulaklarımız, aynı kestane kokularını almışız kış akşamları. Ve biz hiç karşılaşmamışız. Şimdi onu tanımaya çalışıyorum. Olağan bir hareketinden onu çözmeye çalışıyorum, çocuk gibi. Gerçekten insan sabahları uyanınca gülümseyebiliyormuş. Her şey çok da bunaltıcı ve dünya bu kadar kötü değilmiş. Şarkılara anlam yüklenebilirmiş. Durup derin bir nefes çekilebilirmiş. Hep özgür duyguları özgür hisleri istedim. Özgürlük bende sabahlara kadar sarhoş dans etmek değil. Korkmadan çekinmeden tutup öpebilmek. Ama önce sarılalım.
BOŞLUK
-
FERHAT KONAŞ
“Görmüyorsun!” dedi, Aynada kendini izleyen gözlere, “Hayır, hayır görmüyorsun olup bitenleri.” Kapalı bir kutunun içinde çoğalan kanser hücreleri, içten içe kemirirken özünü... “Görmüyorsun, evlat! İçinde büyüyen boşluğu” Ölüme giden yol; tanrıya ve insanlığa karşı kazanılacak zaferi müjdelerken. “Sence de bir tuhaflık yok mu?” Eski bir kitabın sayfalarına çoktan yazılmış, nasıl yaşamam gerektiği. “Ahh, kör olası seçimler ve seçmenler” Beni “ben” yapamadan sen gibi yapmışlar. Küçücük beyinlerle büyük cümleler kuranlar. “Neredeyim?” Kurgulanmış bir gerçeğin içinde korkuyla yaşayan canlılar gezegeninde. Hoş geldin! “Sana gerçeği anlatsam, bununla yaşayabilir misin?” Evet, evet duymadan, bilmeden ve görmeden harikadır yaşam. Mutluluk. “Nasıl yaşayabildim, nasıl var olabildim?” Boşlukta bak ellerin, en az aklının aldığı kadar gülebilirsin ölüme... Özünde; Ustalıkla saklanmış birer kayıbız dünyada, Gözlerimizin sadece gösterileni gördüğü, Aklımızın sadece öğretileni algıladığı Kulağımızın sadece hoş olanı duyduğu Ama olsun üstünüz ya dünden ve canlardan, son nefesimize kadar.. İşte benim mükemmel boşluğum, Ne de güzel büyüyorsun...
GÜÇ VE AHLAK – DİNÇER YURTTAŞ
İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) - İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.
Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız. Medusa? Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ..... psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.
Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışları taş kestiren kötücül Medusa'nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )
Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. İşte bu güzel Medusa tanrılara emanet etmiş ve iki kız kardeşi ile birlikte baş tanrı Zeus'un en sevdiği kızı zeka tanrıçası Athena'ya adanmış bir tapınakta yaşarmış. Medusa'yı tapınakta gören tanrı Posedion, bu güzellik karşısında aklını yitirecek gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena'nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa'ya zorla sahip olmuş. Daha çocuk yaşından çıkmayan Medusa'ya tecavüz etmiş. Athena, güçlü Poseidon'un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Öyle hiddetlenmiş ki (hiddeti güzelliğe olsa gerek) Medusa'yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş , Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa saçları na yılanlar dolanmış ve gözlerine bakan herkesi taşa çeviren şeytansı bir yaratık olmuş; bu da yetmemiş yetmemiş dünyanın en kuzeyindeki Hyperborea'ya sürülmüş. Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa'yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios'un kızı Danae'nin, Zeus'tan olma oğlu Perseus'la yani üvey kardeşiyle işbirliği yaparak Medusa'nınm kafasını kestirmiş. Şimdi Athena ve Posedion büyük tanrı ve tanrıçalar, Medusa tapınakta ibadet eden bir Havva kızı. Posedion Medusa 'ya tecavüz ediyor ve bütün günahı ve cezayı tecavüze uğramış olan Medusa çekiyor. Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion' un ve Athena'nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa'sında her yerde resimleri yapılmış.
"Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. " diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik. Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin. Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar. Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at. Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus'un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (MusaMüzler) yani "ilham perileri " yaşar. Bu yüzden Pegasus'un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da "ilham kaynağı" denir. Şiir bu yüzden insanın umududur. İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var.... Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.
"Hiç umut yok mu ? Umut, umut, umut.. Umut insanda " Nazım.
Birlikte, İki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz. Bir hayata son vereceğiz ŞEYHMUS ERGÜL
B
u cümle yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümle ise, okumaya devam ettiğinin
kanıtı. Birlikte, İki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz. Bir hayata son vereceğiz. Ben yazarak, sen ise okuyarak. Gittiğinden bugüne 3 ay geçti. Karnımın şişkinliği belli olmaya başladı. Evdekiler şüphenlemeye başladı. Bu topraklarda namus bir insan yaşamından daha değerlidir. Uğruna adam öldürmeye, ölmeye, hapis cezası yatmaya bedel tek sebeptir. Ben doğarken annem ölmüş, annemi görmeden yetim büyüdüm.Hayatın en başında geride kalmaktır eksik kalmaktır yetim büyümek.Erkeklerin sadece kas gücü ile egemen olduğu bu hayatta kadınlara karşı her konuda kendilerini muktedir gördükleri için karnımdaki bebeğin katili dayısı veya dedesi olmaması için ve kendi onurum için bu utancın infazını kendim yapacağım. Eğer ki herhangi bir zamanda herhangi bir yerde bu mektuba ulaşıp okursan; bil ki bebeğimiz cennetin en güzel köşesinde babasını bir korkak olarak bilecek. Kararsızlık en büyük çaresizliktir ama ben artık kararsız değilim. Sana cennette bile kırgın kalacağım. Elveda… Demet gecenin kör vaktinde evdeki herkesin uyumasını beklemiş. Herkes uyuduktan sonra küçük kardeşinin gözlerinden öperek banyoya gider ve tavana astığı ipi boynuna geçirmiş diye anlatıyor insanın biri.Kemikleri kıran bir hüzün vardı yüzünde Arif’in mektubu bitirdikten sonra. Demet’i öylece çaresiz bıraktığı için pişmandı derin bir mahçubiyet vardı gözyaşlarında. Günah dolu bir gecenin sabahında sessizce çekip gitmişti. Bu günah onun için sarhoş gecelerin en karanlık saatlerinde yaşadığı monoton bir durumdu belki ama Demet için öyle değildi. O ilk defa bir adama aşık olmuş bedenini ilk defa bir adama teslim etmişti. Günah nedir bilmez Demet. Aşka sevgiye inanırdı. Babası akşam eve gelirken çikolata getirmediği için ağlayan saf bir gönlü vardı. Demet’e göre en büyük günah çocukken sabah okula gitmemek için başım ağrıyor numarası yapıp babasını kandırmaktı zaten hiçbir zaman babasını kandıramazdı. Her sabah erkenden kalkıp okuluna giderdi. Demet hamile olduğunu anladığında komşuları Fadime’de hamile olmuştu. Demet toplumun kabul görmediği, yazılı olmayan bir kuralı ciğnediği için Fadime gibi sevinemedi. Fadime doğmamış çocuğuna renkli renkli patikler örerken, O içi kan ağlaya ağlaya izledi dışardan bakınca yüzünde gülücükler vardı. Fadime bebeğinin cinsiyetini bilmediği halde bebeğine aldığı elbiseler, aldığı bebek arabası, yaptırdığı içi oyuncaklarla dolu pembe bebek odası, kendisine aldığı uzun bol elbiseler Demet’in bağrına taş gibi otururdu. Fadime hem imam nikahı kıymış hemde resmi nikahı vardı o hamilelik dönemini herkesin gözünün önünde yaşayabilirdi ama Demet nikah olmadan günah işlemiş. Kürtaj yapmaya ne parası vardı ne de bunu yapacak kadar vicdansız değildi. Günahın gösterişi olmaz ki diye kabullenmişti artık çaresizliğini. Zaman durmuyor.. Arif hayatının geri kalanını derin pişmanlıklar içinde doğmamış çocuğuna aldığı renkli renkli patikler, aldığı elbiseler ve yaptırdığı içi oyuncaklar ile dolu bebek odasında geçirdi. Yitip tükenmek bilmeyen derin acılar ve pişmanlıklar yakasını bırakmadı. Bir gece komşuların çağırdığı itfaiye aracının alevlerini söndürdüğü evinin bebek odasından cesedini dört insan bir olmuş çıkarıyorlardı. Bu hayatta intihar etmeden önce mektup yazıp bırakacağı kimse yoktu Arif’in...
ÖZGÜR ERDEM TÜKENİYORUM
T
ükeniyorum yardım et
Bir kaza geçirmiş gibi buldum kendimi Bir dağ başında Bir kazazede miyim? Yoksa bir suçlu mu ? Yoksa bir münzevi miyim Sahi neydi benim suçum. Yoksa sadece insan olmaya çalışmak mı ? Sanki bin yıldır buradayım bu bataklıkta Daha iyi olsun her şey diyebilmek için Verilen tüm çabaların Sadece bir yorgunluktan ibaret kaldı ruhumda Bitiyor.. Tükeniyor ruhum İnsanlık git gide batarken ruhum tükeniyor Yardım et!
MERT CAN MALKOÇ YÜZLEŞME
Daha ne kadar kesebilirim sakallarımı
Kaç sigara daha içebilirim ölmeden Ne kadar severim seni daha Ve ne kadar daha yaşayabilirim seninle, sevişmeden Bir gün yalan söyleyebilir miyim ben de Size gerçeği açıklayabilir miyim yahut Daha ne kadar uzağa gidebilirim Ne kadar kaçabilirim Kaç yıldız sayabilirim bir gecede Bir gecede en fazla kaçınıza küfredebilirim Kaçıncı denememde başarabilirim intihar etmeyi Yalnız kalmanın yollarını başka nasıl bulabilirim Daha ne kadar ihtimal üzerinde durabilirim örneğin Yabani bir atı ve atlıyı nasıl eğitebilirim Tanrıyı nasıl görebilirim, söyleyin bana Nietzsche'yle nasıl görüşebilirim Bir adamın ruhuna nasıl aşık olabilirim, söyleyin Bedenime nasıl sığabilir Bedenimden nasıl taşabilirim Bir kadının bedeninde ne kadar daha gezebilirim yorulmadan Bir kadının bedeninde nasıl kaybolabilirim Büyük bir tüfekle küçük bir kuşu nasıl vurabilirim ben Belki bir gün ben de balık tutabilirim Büyük bir yangın çıkarmak isteyebilir miyim ben de bir gün Ben bir ağacı nasıl yakabilirim Denizden ne kadar uzaklaşabilirim bilmiyorum Bilmiyorum denize daha ne kadar yaklaşabilirim Aslında hepinizi tek tek ve hepinizi ayrı ayrı dinleyebilirim Fakat böyle olmamalı Ben kendimle yüzleşebilirim...