Genç Öncüler/Arşın Gölgesine Varıncaya Dek/78

Page 1

Selamun Aleyküm Arkadaşlar,

H Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Furkan YAMAN Mahmut Erkam ŞAHİN Muhammed TUTKUN Rumeysa Firdevs BULUT Sabâhat BOYNUKALIN Talha İNANÇ Uğur DEMİREL Usame SARIYAŞAR Zeynep TOPUZ Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Fatih RAZİ Kübra Nur YAKUPOĞLU Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU Melike YURT Meryem AKBAŞ Muaz ERDEM Muhammed GİDER Talha İNANÇ Tuğba ŞAHİN Zafer ÖZDEMİR Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Ömer Faruk Altun www.omerfaltun.com.tr

Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91

ayatta ihtiyacımız olan şeyleri fark edemeyebiliyoruz her zaman. Bazen ihtiyacımız olduğunu bilmezken Allah onu karşımıza çıkarıyor ve o zamana kadarki eksikliğini ancak o an anlayabiliyoruz. Aralık ayında gerçekleşen “Bir Gençlik Aranıyor, Geç Olmadan! – Güzel Ahlakı Kuşanan Genç” sempozyumunu bir kısmımız için böyle yorumlamak mümkün. Çağın bir gereği/götürüsü olarak maddi-manevi kirlerle dirsek teması halinde bir yaşam sürüyoruz Müslüman gençler olarak. İzole bir yaşantı mümkün değil, o halde güzel ahlakı kuşanarak önce kendimizi korumak, sonra doğru bir örneklik sunmak gerekliliği doğuyor. “Güzel ahlak” başlığını farklı boyutlardan ele alıp derinleştiren konuşmacılar; Doç. Dr. Mustafa Tekin, Abdurrahman Arslan, Nureddin Yıldız, Muhammed Emin Yıldırım ve Prof. Dr. Burhaneddin Can, bizler açısından oldukça verimli geçen bir sempozyum gerçekleştirdiler. Genç Öncüler Dergisi olarak, bu faydalı sempozyum tebliğlerinin sizlere de ulaşması için bu sayının karantina bölümünde bu faaliyeti konu edindik. Nureddin Hoca’mızın ifade ettiği “Allah’a (cc) kulluk standartlarında yetişmiş bir genç” olabilme gayesinin neresinde olduğumuzu anlamak ve hatta böyle bir amacın tam manasıyla gündemimizde olup olmadığını sorgulamak adına faydalı bir program oldu. Bir sempozyumla güzel ahlakı inşa etmenin yollarını öğrenmek mümkün değil elbette, ama bizleri şevklendiren bu konuşmalar Müslüman gençler olarak silkinmemizi sağlıyor ve ruhumuzda bir hareketlenme oluşturuyor. Bu hareketin devamlılık göstererek hayatımızın her yönüne etki etmesi veya sönümlenerek sonlanması ise hangi kaynaklardan beslendiğimize bağlı olarak değişiyor zamanla. Derginin karantina bölümünü; sempozyuma ilişkin bilgilendirme yazısı ve Doç. Dr. Mustafa Tekin’in, Nureddin Yıldız’ın, Muhammed Emin Yıldırım’ın sempozyum tebliğ metinleri oluşturmakta. Bu sayının gündem sayfalarında ise okullardaki kılık-kıyafet serbestisine ve Mehmet Akif Ersoy’a dair yazılar bulunuyor. Şiir, tarih defteri, deneme, kavram incelemesi, kitap tahlili, etkinlik haberleri, kültür-sanat haberleri gibi farklı türden yazılar ve bölümler de ilerleyen sayfalarda yer alıyor. Kısa bir izahla sonlandıralım, dergiyi yayına hazırlayan ekibin birçoğunun öğrenci olmasından ötürü basımla ilgili zaman zaman bir takım gecikmeler veya eksiklikler yaşanabiliyor. Bu durumdan ötürü hakkınızı helal edin. Faydalı bir sayı olması duasıyla… Allah’a emanet olun.

Ocak-fiubat’13 • 1


Ocak-fiubat 2013 • Sayı 78 • Yıl 11

09

22

“ARŞIN GÖLGESİNDEKİ GENÇ GÜZEL AHLAKI KUŞAN”

Mehmet Akif’in Bir Fotoğrafı

NUREDDİN YILDIZ

ZAFER ÖZDEMİR

36

Ahid Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU

42

Garip Düşünceler

2 • Ocak-fiubat’13

ERKAM ŞAHİN


Hz. Osman (r.a.) Güzel Ahlak Timsali:

16 Arşın Gölgesine Varıncaya Dek / Nihal Açıkel............................................. 4 Farklı Toplumlarda Ahlak Anlayışı / Doç. Dr Mustafa Tekin................... 6 Arşın Gölgesindeki Genç Güzel Ahlakı Kuşan / Nureddin Yıldız ........... 9 Güzel Ahlak Timsali: Hz. Osman (r.a) / Muhammet Emin Yıldırım... 16 Mehmet Akif’in Bir Fotoğrafı / Zafer Özdemir................................ 22 Mehmet Akif Şairliği / Uğur Demirel................................................. 26 Şiir: Revenna’mız Yok mu ? / Muhammed Gider...................................... 29 Kılık Kıyafet Serbestliği mi Üniforma Zorunluluğu mu? /Meryem Akbaş . . 30 Milli Mücadelede Mehmet Akif / Muhammed Tutkun ............................. 34 Ahid / Mahmat Yusuf Mahitapoğlu........................................................ 36 Etkinlik: Şimdi Bir “Şiir Ateşlemek Vaktidir” Saatçi Musalar Hatrına......... 38 Kitap Tahlili: Kübra Nur Yakupoğlu........................................................ 40 Deneme: Garip Düşünceler / Erkam Şahin................................................ 42 Kültür Sanat: Melike Yurt ..................................................................... 44 “Elimden Gelen Elindedir” / Nihal Açıkel - Fatma Büşra Özkan ................ 46 Mustafa Tekin’le İslam Sosyolojisi Dersleri / Tuğba Şahin........................ 48

Ocak-fiubat’13 • 3


“Bir Gençlik Aranıyor, Geç Olmadan! Güzel Ahlakı Kuşanan Genç” Nihal AÇIKEL

”Bulmak lazım ‘geç olmadan’ o güzel ahüzerinde durdu. “İnsan merkezli” ve “ilah merkezli” ahlak anlayışlarını kıyaslayan Mustafa lakı yaşayan ve yaşatan öncü nesli, o öncü Hoca, insanı ve onun taleplerini kutsayan bir genci!.Çağrısıyla yola çıkmıştık. 8 Aralık Cuanlayışın bizi “haz ahlakı”na doğru sürüklemartesi günü, 900’ü aşkın genç arkadaşımız diğine dikkat çekti. Konuşmanın birbirinden güzel insanlardikkat çekici noktalarından bir dan, güzel şeyler dinlemek diğeri de, Allah’la (cc) kurmuş üzere “Bir Gençlik Aranı“ ‘Ben sizin içinizde olduğumuz ilişkilerde samimi ve yor, Geç Olmadan! – Güzel Ahlakı Kuşanan Genç” semnasılsam, Allah’la (cc) dürüst olmanın, diğer tüm ilişkilerimizi de etkileyecek olmasıydı. pozyumumuza icabet etti. baş başa kaldığımda İkinci konuşmacı ise “GençliKayıt işlemlerinin tamamda öyleyim.’ diyen Hz. ğin Ahlak Dinamikleri” başlıklanmasının ardından, sunulı konuşmasıyla Abdurrahman culuğunu Erkam Şahin’in Osman (ra) gibi, ihsanı Arslan’dı. Konuşmasına İslam’ın yaptığı program Kuran Tilahayatımızın her anı- yalnızca bir ahlak olgusuna inveti ve sinevizyon gösterimi dirgenilmeye çalışıldığına dikkat ile başladı. Ardından Orhan na hakim kıldığımız çekerek başlayan Abdurrahman Özer, Genç Öncüler’in amaçve Rabbimiz bizi her Hoca, İslami kavramları doğru ları ve faaliyetlerine dair bir kullanmanın önemine değindi ve konuşma gerçekleştirdi ve an görüyormuşçasına dönüşmekte olan ahlak anlayışı“sele karşı set olmaya” davet yaşadığımız takdirde mız üzerine toplumdan örnekler etti gençleri. o şuuru yeniden inşa verdi. Modern hayatın dayattığı algı ile İslam ahlakı anlayışının çe“Sosyal Yaşantıda Ahlak” edebiliriz.” (Muhamlişkilerini ifade ederken, “katı bir başlıklı ilk oturumda birinci konuşmacı, Doç. Dr. Mustafa med Emin Yıldırım) eşitlikçi” yapı ile İslam’ın adalet kavramı arasındaki tezatlığa dair Tekin’di. “Farklı Toplumlarda açıklamalar da bulundu. HocaAhlak Anlayışı” üzerine komızın üzerinden durduğu bir diğer konu ise, nuşan Mustafa Hoca ilk olarak d i n ibadet halimiz ile gündelik hayattaki beden ve ahlak kavramları kavramlarını açıkladı. hareketlerimiz arasındaki yabancılaşma oldu. Ardından, insan-Allah, insan-insan ve insanOldukça farklı ve faydalı konulara temas edieşya arasındaki ilişkinin doğru biçimde tanlen birinci oturumun ardından namaz ve ikram zim edilmesi için ahlaka olan gereksinimimiz arası verildi. 4 • Ocak-fiubat’13


“Bulmak lazım ‘geç olmadan’ o güzel ahlakı yaşayan ve yaşatan öncü nesli, o öncü genci!. Çağrısıyla yola çıkmıştık” “Gençliği Edebinle Ebedileştir!” başlıklı ikinci oturumun ilk konuşmacısı, Nureddin Yıldız Hocamızdı. “Arşın Gölgesindeki Genç, Güzel Ahlakı Kuşan!” başlıklı konuşmasında, arşın gölgesine varmak isteyen bir gencin Allah’a (cc) kulluk standartlarına göre yetişmesi ve her şeyi Allah’a (cc) göre görmesi gerektiğini vurgulayan Nureddin Hoca, bulunduğumuz her yerde Allah (cc) adına bulunan adam olmamız gerektiğini ifade etti. “Arşın gölgesine varıncaya dek oturmayacak bir gençlik” olmamız gerektiğini belirtirken, ümmetin gençlerinin istikrarsızlık sorununa da dikkat çekti hocamız ve her anı şuurlu bir şekilde yaşamamız gerektiğini ifade ederek konuşmasını sonlandırdı. İkinci konuşmacı, “Bir Güzel Ahlak Timsali: Hz. Osman (ra)” başlıklı konuşması ile Muhammed Emin Yıldırım’dı. “Biz, menkıbeleri uyumak için değil, uyanmak için dinleriz.” diyerek sözlerine başlayan Muhammed Hoca, ilk olarak iffet-haya-edep kavramları ile özdeşleşen Hz. Osman’ın (ra) hayatını kısaca anlattı. “Hakk ile meşgul olup batıla yer bırakmamak” gerektiğini ifade eden Muhammed Hoca, imanımızın bize yüklediği mesuliyetleri yerine getirmenin

önemi üzerinde de durdu. Sempozyumun son konuşmacısı, “21. yy.da Gençliğin Yol Haritası ve Genç Öncüler” başlıklı konuşması ile Prof. Dr. Burhanettin Can’dı. Gençlik üzerine yapılmış araştırmaların sonuçlarını sunan Burhanettin Hoca, madde bağımlılığı, internet, eşcinsellik, şiddet gibi gençliğin karşı karşıya olduğu tehlikelere dikkat çekti. Batı zihniyeti ve İslam arasında sıkışan gençlerin şizofren bir yapı kazandığını belirtirken, bir Genç Öncü’nün nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği üzerine de konuştu. Hz. Yusuf’un (as) ve Hz. İbrahim’in (as) hayatlarından örneklikler anlatan Burhanettin Hocamız, rehberlik ve öncülük görevini üstlenen gençlerin çok daha dikkatli olmasının gerekliliğini de ifade etti. Hal ile tebliğ yapan güzel insanlardan, güzel ahlaka dair güzel sözler duymak, belki de unuttuklarımızı hatırlamak programın en büyük kazancıydı. Sıra, hocalarımızın da ifade ettiği gibi, onları hayata geçirebilmekte… Bu yolda atacağımız adımlarda, programlarımızda, yeni tanışmış olduğumuz arkadaşlarımızı da tekrar görmek duasıyla.

Ocak-fiubat’13 • 5


Sempozyum Tebliğ Metni

FARKLI TOPLUMLARDA AHLAK ANLAYIŞI Doç. Dr. Mustafa TEKİN

B

ugün ahlak, çok farklı boyutlarıyla tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Özellikle Post/Modern dönemin, “ne olsa gider” parolasının yaşamın merkezine oturması ile birlikte, ahlak üzerindeki tartışmalar daha da yoğunlaştı. Çünkü, gündelik yaşamın tüm icraatları bu parola ile meşrulaşıyordu. Diğer yandan, küreselleşme süreci ile birlikte, dinlerin ve kadim geleneklerin ortaya koyduğu ahlak anlayışından mesafe alarak konumlandırılmaya çalışılan “global etik” arayışları kendisini göstermeye başladı ki, en büyük meşruiyet kaynağı bizzat insanın kendisiydi. Bugün bizi ahlak konusunu tartışmaya iten temel sebep nedir? Önce böyle bir soru ile başlayalım. Bu soru, bir yandan bugün bizim ahlak bağlamında yaşadığımız sorunlara atıf yaparken, diğer yandan da farklı ahlak anlayışlarının toplumumuzu istilasını işaret etmektedir kanaatimizce. Aslında her iki sebep de birbirini besleyen boyutlar olarak okunabilir. Peki o zaman bizim bugün ahlak bağlamında yaşadığımız sorunlar nelerdir? Hiç şüphesiz önce vakıalar üzerinde durarak belki oradan temel sorunlara sıçrama yapabiliriz. En yakın çevremizi gözlediğimiz, şikayetlere kulak kesildiğimiz zaman, şu sorunlarla karşılaşıyoruz. Facebook sayfalarının dizaynı. Muhafazakar diye etiketlenen kitlenin olmaması gereken resimleri ile donatılmış facebook sayfaları,

6 • Ocak-fiubat’13

internet geyikleri, cep telefonları mesajları ve mahremiyetin tükenişi, Evlilikten önce gençlerin mahremiyet ve aşkı tüketmeleri, anne-babaya olan saygının azalması, kadın ve erkek ilişkilerindeki aşınma, kıyafetlerin tesettürü sağlamadaki fonksiyonsuzluğu, konuşma ve üsluplar, oturma, kalkma ve insanlarla ilişkilerin düzeninin bozulması, refaha bağlı değer aşınmaları. Bu irtifa kayıplarından herkes bir şekilde bahsetmektedir. Aslına bakılırsa, sorunları madde madde oldukça çoğaltmak mümkündür. Belki dönemin karakteristiğini daha iyi okuma imkanı veren bazı söylemleri ya da sözleri burada hatırlayabiliriz. Öncelikle rahatlık adına nezaket ve üsluptan ciddi bir kopuş söz konusudur. İnsanların biribirine hitabında eskiden “azizim, üstadım” vardı. Şarkılarda “Dün akşam sevinçli bir telaş içindeydiniz/Neden beni görünce başınızı öne eğdiniz?” diye hitap ediliyordu. Aşkın bir anlamı ve değeri vardı. Bizim Ahilik geleneğimiz, daha en başından itibaren ahlak ve edebi hayatın merkezine yerleştiren eğitim yapıyordu. Fütüvvetnamelerde geçen ilkelerin, haftalık dersler ve gündelik yaşam tarzları ile içselleştirilmesi sağlanıyordu. İnsanlar, pazardan aldıklarını dışını göstermeyen bir çanta ile taşıyorlardı. Şimdiki duruma bakalım: Özellikle satın alınan mallar statüyü deşifre etsin diye şeffaf ya da üzeri baskılı poşetler kullanılıyor; yani teşhir önplanda. Gençler birbirileriyle


“oha falan oldum” diye konuşuyorlar. Bugün şarkı ve meşruiyetini insandan almasıdır. Bunun anlasözleri insanlar arası ilişkilerin mahiyetini de ortaya mı ise, ahlakın en temel kavramları olan “iyi” ve koyuyor: “Allah belanı versin”, “Dünyada bensiz “kötü”nün tamamen insanlar tarafından belirlenir bırakmam seni”, “Yatağıma gel, yeter ki onursuz hale gelmesidir. Tabii ki buna bağlı olarak sürekolmasın aşk”, “yüzyıllardır namussuzluk etmek- li değişilebilirlik (postmodern dönemde olduğu gibi), insanın tüm yapıp etmelerinin de yine insanten/bir türlü usanıp bıkmadın namus.” Sorunları bu şekilde ortaya koyduktan sonra, lar tarafından meşrulaştırıldığı bir hüviyet taşıyaahlakın aslında ne olduğuna gelelim. Tabii ki ahlak caktır. Bunların doğal sonucu olarak da, insanın kavramını resmi olarak bir çok şekilde tanımlamak nefs-i emmaresi de dahil olmak üzere insanın tüm mümkün. Ama ben öncelikle Arapça kökenine yapıp etmeleri kutsanacaktır. Hazzı yüceltecek (çünkü insanın kendisini adabağlı olarak tanımlamak isyacağı yüze ideali yoksa haz tiyorum. “Halaka” yani yaiçin yaşar), insan bencilliğini ratmakla aynı kökten olan Bugün çok farklı söylemartıracaktır ve seküler bir kaahlak, temelde doğru bir bilerde hümanist bir ahlak rakterde olacaktır. çimde oranlamak, ölçümleBugün bunun dünya ölçemek, bir kişinin yaratılışa uyanlayışının aslında tüm ğinde iki yansımasını bulmak gunluğu” (Ragıp El-Isfehani, toplumları nasıl etkilediğini mümkündür. Birincisi, global Müfredât- Çev. Yusuf Türgörebiliriz. Söz gelimi; “ben etik dediğimiz, ortak akıl ile ker, İst., Pınar Yay., 2007, s. oluşturulabilecek bir ahlak 511) anlamlarına gelmektesabah ezanını dinlemek anlayışıdır. Burada dini temelli dir. Buna göre ahlak, insanın istemiyorum; bu benim ahlakla bazı ortak noktalar buyaratılışındaki ölçüye, fıtrata hakkımdır” şeklindeki bir lunsa bile, neticede tamamen uyması, kendisini bu çerçevetalep tamamen öznellikler- dünyevi amaçlarla güdülenmiş de dengede tutmasıdır. Dolabir insan ve küresel aktörlerin yısıyla ahlak, insanın gündelik den beslenmektedir. Yine değerlerini belirlediği bir ahlak hayattaki dengesizliklerini dindar mahallelerde çokça anlayışı karşımıza çıkacaktır. dengeye getiren bir rol oynakullanılmaya başladığını Nitekim bu anlamda bugün, maktadır. Bu da ahlakın, din ve Tanrı ile olan kopmaz ilişgözlemlediğimiz “benim de tüketimin bir yaşam tarzı haline getirildiği ahlak, toplumlar arakisini vurgulaması bakımından günah işleme özgürlüğüm sında yaygınlaşmaya devam etönemlidir. var” şeklindeki sözler, hem mektedir. İkincisi de, Avrupa’da Tam da bu noktada farklı ahlakı tahrip edici, hem de yayımlanan İnsan Hakları Evtoplumlardaki ahlak anlayışırensel Beyannamesidir. Bu na gelebiliriz. Bu sorunu tarözgürlük gibi kavramları beyanname, seküler temelde tışmak üzere farklı toplumları anlam kaymasına uğratan yapılandırılmış ve hümanist bir ahlak anlayışları bakımından tek tek ele almak mümündür. bir hüviyet taşımaktadırlar. beyannamedir. Dolayısıyla, tüm yapıp ettikleriyle insanı kutsaAma burada konuyu daha yan, insanın tüm öznelliklerini üst başlıklar halinde tartışmak kışkırtıp onu hak haline getiren daha anlamlı görünmektedir. Bu sebeple ben iki farklı ahlak anlayışını tartışma- bir içerik taşımaktadır. Bir başka deyişle, insanın nın meselenin anlaşılması açısından daha önemli kendi talep ve arzularını yine kendisine referansla olduğunu düşünüyorum. Bu iki ahlak anlayışını, meşrulaştırması anlamına gelmektedir. Bu durum Hümaniter merkezli ahlaklar ve din merkezli ah- zaten sadece Post/Modern zamanlara özgü bir durum değildir. Kur’an-ı Kerim, geçmişte “insan”ı laklar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Önce hümaniter merkezli ahlakla işe başlaya- yegane meşruiyet kaynağı olarak gören anlayış ve lım. Bu tür ahlakların en temel özelliği kaynağını yaklaşımları eleştirmektedir. Ahlak anlayışında en

Ocak-fiubat’13 • 7


önemli sorun, insanın Tanrı’ya rağmen “iyi” ve rak Allah’ın insanın nasıl en doğru biçimde “kötü”yü tekrar tanımlamaya kalkmasıdır. “ölçüm”leneceği, nasıl “oran”lanacağını bilmesiBugün çok farklı söylemlerde hümanist bir ne dayanmaktadır. Bu sebeple tüm insanlık tarihi ahlak anlayışının aslında tüm toplumları nasıl boyunca, dinlerin insan için temel ahlak umdeleetkilediğini görebiliriz. Söz gelimi; “ben sabah rini vazettiğine şahit olmaktayız. Konfüçyüs’ten ezanını dinlemek istemiyorum; bu benim hak- Buda’ya, Hz. Adem’den (AS) Hz. Muhammed’e kımdır” şeklindeki bir talep tamamen öznellik- (SAV) kadar bu umdeleri görmek mümkündür. lerden beslenmektedir. Özelde ise Hz. Musa’ya gelen Yine dindar mahallelerde on emirin de genel olarak bu çokça kullanılmaya başemdelerin esaslarını tanımlaladığını gözlemlediğimiz dığını görmekteyiz. “benim de günah işleme Hz. Muhammed (SAV)’in özgürlüğüm var” şeklinsöz ve davranışlarının merkedeki sözler, hem ahlakı zinde ahlakın ne kadar önemtahrip edici, hem de özli bir yer tuttuğunu söyleyegürlük gibi kavramları biliriz. Kur’an-ı Kerim Onun anlam kaymasına uğraiçin “Şüphesiz sen, en yüce tan bir hüviyet taşımakbir ahlak üzeresin” (68/Kalem, tadırlar. Öncelikle, insanın 4) derken, Hz. Muhammed’in yapıp etmelerinde meşruBirincisi, özgürlük İslam varlık, çevre, insan vb. ile ilişkiiyetini kendisinden aldığı bakış açısından bir şeyi lerde nasıl bir mükemmel ölçü durumlarda, “bir günah yapmak ya da yapmamak içinde olduğuna vurgu yapişleme özgürlüğü”nden (ki üzere irade ile seçebilmek maktadır. Nihayetinde burada burada tam olarak günah ahlak, hem Hz. Muhammed’in ve ona güç yetirmek anlaişleme hakkı denmek isteAllah, hem diğer insanlar niyor) bahsedilebilir. Ancak mına gelir. Dolayısıyla ben (müslüm-gayr-ı müslim farketbir müslüman zaviyesinden günah olan bir şeyi yapmak mez) hem de çevre ve eşya karbu söz ciddi anlamda probya da yapmamak konusunda şısında nasıl durduğu, nasıl bir lemlidir. Birincisi, özgürlük tercihe sahibimdir. Ama bu davranış pratiği oluşturduğunu İslam bakış açısından bir şeyi potansiyel anlamda bir irayapmak ya da yapmamak bize göstermektedir. de gücü ve seçme özgürlüüzere irade ile seçebilmek Ahlak umdeleri, gündelik ve ona güç yetirmek anlağünü içerir. Fakat bu, günah hayatımızda Allah, insan ve mına gelir. Dolayısıyla ben eşya ile nasıl bir ilişki kuracağıişlemenin insanın bir hakkı günah olan bir şeyi yapmak mızı ve bu ilişkinin “ölçü”lerini olduğu anlamına gelmez. ya da yapmamak konusunda verir. Meşruiyetini yine insantercihe sahibimdir. Ama bu dan alan bir ahlak anlayışı, en potansiyel anlamda bir irade son kertede hazzı, insanın nefsi gücü ve seçme özgürlüğünü içerir. Fakat bu, gü- emmaresini kışkırtır ve ona bu dünyada cenneti nah işlemenin insanın bir hakkı olduğu anlamına yaşamasını öğütler. Bugün yaşadığımız bir çok gelmez. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin sorunların kaynağı da insan nefsinin kışkırtılması genel mantığına bakarsak, orada insanın “güdeğil midir? nah” işleyebilme hakkını savunduğunu görürüz. İkinci kategori de din merkezli ahlaktır. Bu ahlakın temel mentalitesi de, bir yaratıcı ola8 • Ocak-fiubat’13


Sempozyum Tebliğ Metni

“Arşın Gölgesindeki Genç, Güzel Ahlakı Kuşan!” Nureddin YILDIZ

B

ismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil alemin vesallallahu vesellem ala seyyidina Muhammedin ve ala ve alihi vesahbihi ecmain. Değerli gençler, aziz mümin kardeşler, arşın gölgesinde olmak sadece bir yeri simgelemez. Arşın gölgesinde olmak Peygamber aleyhisselamın etrafında olanlara gösterilmiş bir hedeftir. Allah’a iman etmek ve cennete girmek genel standarttır. Bu standardı daha da ileri götürme meziyetine sahip olacak bir grup mümini de Sevgili Peygamber Efendimiz (a.s) “Arşın gölgesinde bulunacaklar.” diye öne çıkarmıştır. O hadisi şerifi hepimiz defalarca duymuşuzdur. İşte adil imam, kalbi camilere kilitlenmiş mümin, Allah için birbirini seven ve aralarında ikinci bir gerekçeye gerek duymadan, birbiriyle kardeşlik bağlarını sürdüren iki mümin gibi bir grup müminin sıradan cennete girmenin ilerisine gö-

türüp, “Arşın gölgesinden cennete sevk edilenler.” diye gruplandırıyor Sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz. Biz buradan anlıyoruz ki, Peygamber Efendimizin de (a.s) önünde kendisiyle beraber cihat eden, o gün sabah namazını onunla beraber eda

eden, önüne bütün servetini getirip bunu Allah için verdim diyen, Allah’ın İslam olarak istediği her şeyi yapan ashabına, bir de uç noktada duran bir hedef daha gösterip “Arşın gölgesini de arayın.” demiştir. Adil imam olmak arşın gölgesinde gölgelenecek birinci sınıf Müslüman olmak demektir. Ümmeti Muhammed’in yönetiminde Allah’ın aradığı

vasıflarla adaleti gerçekleştiren mümin, cennet artı arşın gölgesinde bulunma düzeyinde bir mümin demektir. İşte bu Peygamber aleyhisselam Efendimizin Allah’ın şehadetiyle iyi insanlar oldukları belli olan, Allah’ın kendilerinden razı olduğu Kur’an’la sabit olan o ilk nesle bile o Allah’ın razı olduğu cennete girme standartlarının bir adım daha ötesi olan arş gölgesinde gölgelenme düzeyinde mümin olma kalitesi gençler için de sunulmuş bir fırsat. O meşhur arşın gölgesinde gölgelenecek iş sahibi gençlerden bir tanesi de

َّ َ َ‫شاب ن‬ ‫الله‬ ِ‫ش َأ في ِع َبادَة‬ ٌّ olan gençtir. Kim bu? Allah’a ibadetle gelişmiş genç. Allah’a ibadetle gelişmiş genç kavramı şüphesiz birinci neslin önüne konulmuş bir hedeftir. Ama tıpkı Kur’an onların önüne konulmuş bir kitap olup, kıyamete kadar bütün cennete girmek isteyenlerin iman

Ocak-fiubat’13 • 9


edeceği kaynak olduğu gibi,

َّ َ َ‫شاب ن‬ ‫الل‬ ِ‫ش َأ في ِع َبادَة‬ ٌّ da, Allah’a ibadet kalitesinde yetişmiş genç deyimi de son insana kadar bütün müminlerin önüne konulmuş bir fırsat. Bütün müminler genç yetiştirirken kaliteli genç ararken veya Allah’ın razı olacağı genç araştırması yaparken bu vakıf kurulduğu zaman bir gençlik toplantısı yapıldığı zaman, bir mürebbi, muallim bir çocuğu önüne koyup onu yetiştirmek için öğretmenlik yaptığı zaman, ümmeti Muhammed’in hangi düzeyde bir genç yetiştirmek istediğini gösteren hedeftir. Biz üniversite kazanan ya da iyi bir evlilik yapan veya filan güzel iş imkânına kavuşmuş olan genç peşinde olacak kadar düşük bir ümmet değiliz. Biz cennet hedefini bile sıradan görür gibi -öyle bir sıradanlık olmaz şüphesiz, ama sıradan görür gibi- onun ötesine gidip arşın gölgesinde misafir edilecek gençlerin anaları, babaları, ağabeyleri, hatta kendisi öyle gençlerin bulunduğu vakıfların, derneklerin, kampların, çadırların sahibi olmayı ister. Bunun için gayret ederiz. Peygamber aleyhisselam Efendimiz bütün ümmetine adil imam olmayı hedef olarak gösterdiği gibi mescitlere kilitlenmiş kalplerin sahibi olmayı hedef olarak koyduğu

10 • Ocak-fiubat’13

gibi önlerine, bu mantıklı arşın gölgesine erinceye kadar oturmayan arşın gölgesinde gölgelenmedikçe içi rahat etmeyen, enerjisi bitmeyen genç sahibi olmak da bu ümmetin karakteridir. Böyle bir ümmetiz biz. Sadece yüzeysel on yıllık, yirmi yıllık hedeflerin peşinde koşan

Kardeşler, keşke Rabbimizin kitabını, o kitabın kıvamında ve dilinde anlıyor olsaydık. Burada ibadet kelimesini keşke biz namazdan ibaret zannetmeseydik, Rabbine ibadet kalitesinde yetişmiş genç derken Perşembe, Pazartesi oruçlarını kaçırmamış genç diye anlamasaydık keşke, çünkü Pazartesi ve Perşembe oruçları veya evvabin namazı gibi nafileler üzerinden yoğunlaştırılmış İslamlaştırma anlayışı Kur’an’ın getirmiş olduğu yeryüzünü İslamlaştırma siyasetini bücür bırakır.

ümmet ancak peygamberlerinin sağlığında iş yapabilen, peygamberlerinin ardından da ellerindeki kitabı ve dini yok hale getiren ümmet oldu bizden önce. Ashabı kiram Allah onlardan razı olsun, peygamberlerinden arşın gölgesinde gölgeleninceye kadar diye bir hedef aldıkları için Peygamber

(a.s)’ın vefatı bile onların sefere çıkacak 20 yaşını bulmamış gencinin cihattan geri kalmasına, vefat etmiş Peygamber haberi bile neden olamadı. Çünkü hedef Peygamber değildi, Peygamberin gösterdiği filan yerin fethi de değildi. Peygamberin gösterdiği arşın gölgesinde gölgelenmek olunca hedef olarak o Peygamber’in vefatı veya başka büyük bir afet hiçbir mümin genci ana gayesinden geri bırakmadı. Değerli gençler, aziz kardeşlerim, bunların konuşulması şüphesiz kolay, ama gerçekleştirilmesinde ne kadar imkânsızlık söz konusu değilse de, kâğıt üzerinde konuşulduğu gibi, mikrofonların önünde konuşulduğu gibi gerçekleştirilecek kadar kolay değil şüphesiz. Ama imkânsız da değil, çünkü Allah ve peygamberi muhal şeylerin peşinde koşturmuyor bizi. Ulaşılabilecek şeylerin peşinden koşuyoruz. Ya da dinimizin fıtrat dini olması ve Rasulullah (s.a.s)’in meleklerden veya başka bir mahluk çeşidi olarak karşımıza çıkmayıp, bizim gibi bir insan, bir ailede büyümüş yetim bir çocuk olarak üzerine sonra vahiy gelmiş bir insan olmasının mantığı da budur zaten. Şimdi biz iki şeyi vurguladıktan sonra arşın gölgesine doğru koşan genç mantığını nasıl elde edeceğimizi bir nebze konuşabiliriz. Birincisi, bizim şeriatımızın lisanında 15 yaşından


itibaren 40 yaşından rakam alıncaya kadar herkes genç, çünkü Kur’an’ımızın Ashabı Kehf’ten bahsederken hepiniz sarayda belli görevler almış evli, çocukları olan insanlar olduğu halde onlar için

‫ِإ َّن ُه ْم ِف ْتيَ ٌة آ َمنُ وا ِب َر ِ ّبهِ ْم‬ diyor. Rablerine iman etmiş gençlerdi onlar, 16 yaşında değillerdi. Belki bu 16 yaşında değildiler ifadesi onların 36 yaşında olduğunu da bilmemizi sağlamıyor, ama bizim genç dediğimiz henüz askere gitmemiş insana, bizde genç deniliyor. Kur’an’ın lisanında genç kelimesi daha geniş, yaklaşık 25 yıllık bir insan ömrüne tekabül ediyor. Bir insan 15 yaşıyla 40 yaşı arasındaki ömrü gençlik ömrüdür, binaenaleyh bu gençlik döneminde yapılan her şey biraz sonra sözünü edeceğimiz

َّ َ َ‫شاب ن‬ ‫الله‬ ِ‫ش َأ في ِع َبادَة‬ ٌّ Allah’a ibaret kalitesinde büyümüş genç için geçerlidir. 40 yaşından sonraysa kimse gençlik edebiyatı yapamaz şüphesiz, ama öyle bir dine iman ediyoruz ki biz, yapamadığının yapılmasına sebep olan da onu yapmış gibi sayılıyor. 65 yaşında da gençlere hizmet edip, Allah’a ibadet kalitesinde yetişmiş gencin hizmetinde bulunan da delikanlıdır şüphesiz, gençtir. 70 yaşına rağmen, 80 küsur yaşına rağmen Bizans’ın surları önünde şehit olmak için koşanlar, yaşlarına göre değil, amaçlarına göre değerlendi-

rildi. Dolayısıyla herkes, her mümin Allah’ın arşının gölgesini genç potasında yakalamak isteme fırsatına sahiptir. Kardeşler, keşke Rabbimizin kitabını, o kitabın kıvamında ve dilinde anlıyor olsaydık. Burada ibadet kelimesini keşke biz namazdan ibaret zannetmeseydik, Rabbine ibadet kalitesinde yetişmiş genç derken Perşembe, Pazartesi oruçlarını kaçırmamış genç diye anlamasaydık keşke, çünkü Pazartesi ve Perşembe oruçları veya evvabin namazı gibi nafileler üzerinden yoğunlaştırılmış İslamlaştırma anlayışı Kur’an’ın getirmiş olduğu yeryüzünü İslamlaştırma siyasetini bücür bırakır. Hiçbir ibadet nafile de olsa şeksiz ve şüphesiz değerlidir. İbadetlerin farz veya nafile olması bir müminin onları hafif görme ruhsatını oluşturmaz, ama Allah sadece Pazartesi, Perşembe oruçlarını tutmakla ya da kurban bayramında kurban hissesi toplamış olmakla

hiçbir gence arşın gölgesini vaat etmiyor. Rabbine ibadet kalitesinde yetişmiş olma şartı koşuyor. Bu ibadet kelimesini anlamamızı gerektiriyor. Kardeşler, Firavun Musa aleyhisselamı karşısında bulunca “ne istiyorsun” diye sordu. İşte o da bırak İsrailoğullarını gideyim, dedi. İşte bildiğiniz gibi sen kimsin, Rabbin kimdir sorularına cevaplar verince Kur’an’a dönüyoruz. Kur’an Firavun’un istihza edici üslubundan nakiller yapıyor. İşte bu adama baksana, İsrailoğullarını bizden götürecekmiş, İsrailoğullarını kurtaracakmış derken Musa ve Harun aleyhisselamın biz İsrailoğullarının sahibiyiz, önderiyiz gibi tavrını yorumlarken Firavun

َ‫ابدُون‬ ِ ‫َو َق ْو ُم ُه َما َلنَ ا َع‬ diyor. Bunlar biz İsrailoğullarının başıyız diyorlar, hâlbuki bunların kavmi, yani İsrailoğulları

َ‫ابدُون‬ ِ ‫َلنَ ا َع‬ Ocak-fiubat’13 • 11


, bize ibadet ediyorlar, diyor. İsrailoğulları bize ibadet ediyor, bu da İsrailoğullarının başı biziz diyor, Rabbimiz de Allah’tır diyorlar. Çelişki bulmuş aklınca, burada çıkarmak istediğimiz sonuç ne? Biz ibadeti namazla daraltırken, Pazartesi, Perşembe orucuyla daraltırken, 20 yaşında gencin sakallı olmasıyla daraltırken Kitabımız Kur’an ibadet kelimesini Firavun’un sisteminde vatandaş olarak yaşamaya razı olmayı da ibadet olarak görüyor. Kitabımız Kur’an,

َ‫ابدُون‬ ِ ‫َو َق ْو ُم ُه َما َلنَ ا َع‬ . fiilinden ibadet kökünden bildiğimiz gibi ismi faildir. İş yapan adamdır

‫َرجُ ٌل َعابدُون‬ ibadet adam filanca, Hasan Basri abiddi diyor. Hasan Basri’nin abitliğini nereden çıkarıyorsun? Çok namaz kılardı diyor. Firavun’un sistemine 12 • Ocak-fiubat’13

teslim olmuş bir mantık sahibi olana da Kur’an Firavun’un lisanından da olsa ona ibadet ediyor, diyor. Demek ki, Allah’a kulluk ediyor olmak sadece bizim namaz, oruç diye sınırlandırdığımız tesettür veya sakal olarak simgelediğimiz şeylerde sınırlı değil. Bunun için sevgili peygamberimizin en temel karakteri olan abduhu ve resuluhüdür. Allah’ın kulu, yani Allah’a ibadet eden, yani yeryüzünde Allah adına yaptırılacak her işin birinci örneği olan adam sonra Allah’ın Peygamberi, o da ibadet kıvamında bir kimlik sahibiydi. Dolayısıyla kardeşler, ikinci temel prensibimiz bizim, biz insan olarak ibadetten Allah için yapılacak her şeyi anlamak zorundayız. Sadece sakal bırakmış olmak veya tesettürlü olmuş olmak veya genç yaşta umreye gitmiş olmak yeterli değil. Bulunduğun

yerde Allah’ın adına bulunan adam olmak zorundasın. Bu senin ahlâkına yansımalı, bu senin konuşmana yansımalı, bu senin teorilerine yansımalı, gayene yansımalı, evliliğine yansımalı, çocuğuna koyduğun isme yansımalı, evindeki renk, duvardaki boyanın rengine yansımalı. Sen bir eve satın almak için inşallah günün birinde girdiğinde ilk defa eğer ucuzluğu pahalılığından, site içinde olup olmadığından önce bu evde cemaatle namaz kılındığında kıble nerede, saf düzgün olacak mı diye seçmeye başlıyorsan apartman dairesini, sen o zaman ibadet neşesi ve kıvamında büyümüş birisin demektir. İlk gözüne çarpan neyse senin, sen osun. Namaz aklına gelen ilk şeyse ev satın alırken, bir markete giderken, bir mağazaya girerken fiyatlarından, markasından önce Allah’ın şeriatına uygunluğa en


yakın market veya bakkal diye bir seçim ilk aklına gelen şeyse senin, mesela bir cep telefonu satın alırken bile, bir cep telefonu sahibi olacağın zaman bile bunun senin mümin şahsiyetine maliyetini düşünüyorsan, bu işte Allah’a ibadet kıvamında yetişmiş olmaktır. Mesela, hanım bacılarımıza örnek vermek istiyorum. Bir cep telefonu satın alacakları zaman ben siyah örtüler içerisinde beyaz renkli bu telefonu kulağıma koyduğumda kazara yolda, otobüste siyah kıyafetimin üzerinde bu beyaz telefon dikkat çeker diye ucuz da olsa siyahını alıyorsa, bu bir tercihtir. İşte tesettür ibadet düzeyine yükselmiş demektir, namaz kıvamında tesettür sahibi olmuş demektir. Bir mümin genç okul tercihi yaparken o okulda Cuma namazına gitme imkânım var veya yok diyerek sıralama yapıyorsa, tıptan, mühendislikten önce benim imanım ve ibadetime katkısı ne olur buranın, zararı ne olur diye düşünebiliyorsa, yani Allah ve Peygamberi ve şeriat, onların şeriatı ilk tercih nedeniyse, ayağını atarken, adım atarken, kulağını kullanırken, gözünü kullanırken ilk tercih oysa ortada yetişme tarzı olarak insanın Allah’a kulluk standartlarında yetiştiğini gösterir. İşte Ali bin ebi Talip mantığıyla yetişmek budur. Bu mantıkla yetiştirilmiş birisini henüz 25 yaşına

gelmemiş, yani askerlik bile yapmamış henüz, üniversiteyi bitirip iş bile kurmamış delikanlı olarak mızrakla delik deşik olacağını bildiği bir yatağa yat dediğin zaman kuştüyü yatağa yatmış gibi rahat yatacak olan, önce Allah’ı ve cenneti düşü-

Eğer biz Allah’a kulluğu küçükken sünnet ettirilmek, sonra da düğünde de mevlit okutturmakla ibadet sınırlı hale getirilirse, işte o zaman sakalına rağmen, tesettürüne rağmen büyük büyük mangalda kül bırakmayan edebiyatlara rağmen, Allah’ın haramlarıyla baş başa gelince başka bir delikanlı çıkar. İş menfaate gelince, paraya gelince başka bir insan karşımıza bunun için çıkar. Ölürken bile kimlik değiştirmeyen, Resulullah’ın ayağına bir diken batma pahasına da olsa bu darağacını tercih ederim diyen adam ibadet ruhuyla yetişmiş adamdır.

nen adamdır. Eğer bu ruh verilmezse, ilk soru burada can güvenliğim var değil mi benim, bir güvencem olacak değil mi, diye sorarsın. Hâlbuki bu yatağa yatar mısın denildiğinde, oh be, beşik gibi huzurla yattı, biraz sonra delik deşik olacağı hemen hemen kesin olan bir suikasta kurban gideceğini bildiği halde, çünkü her

şeyi Allah’a göre görmek, her şeyi şeriat filtresinden geçirip, yaşamaya razı olmak meselesi ibadetillah, Allah’a kulluk standartlarında yetiştirmektir. Eğer biz Allah’a kulluğu küçükken sünnet ettirilmek, sonra da düğünde de mevlit okutturmakla ibadet sınırlı hale getirilirse, işte o zaman sakalına rağmen, tesettürüne rağmen büyük büyük mangalda kül bırakmayan edebiyatlara rağmen, Allah’ın haramlarıyla baş başa gelince başka bir delikanlı çıkar. İş menfaate gelince, paraya gelince başka bir insan karşımıza bunun için çıkar. Ölürken bile kimlik değiştirmeyen, Resulullah’ın ayağına bir diken batma pahasına da olsa bu darağacını tercih ederim diyen adam ibadet ruhuyla yetişmiş adamdır. İbadet ruhuyla yetişmiş olmak demek elimizde genç yaşta tespih olmak değil, genç yaşına rağmen tespih eden el, ayak, göz, kulak sahibi olmak demektir. Bu ruhu yakalayan arşın gölgesinde dinlenmeye dünyanın bıkkınlıklarını arşın gölgesinde atıp, oh bir rahat edip, sonra da havzı kevserinde Peygamber aleyhisselamla buluşmaya aday genç demektir. Burada aziz gençler, özellikle ahlâki görevlerimizi saymak istemiyorum. Ahlâki görevlerimiz, namazımız, ibadetimiz, annemize-babamıza saygımız, vesairemiz, bunlar bizim ayrıntılarımızdır. Asıl bizim kimliğimiz saraydaki bütün imkânlarına Ocak-fiubat’13 • 13


rağmen biz göklerin rabbi varken ey put, senin önünde eğilmeyiz diyen ve 300 yıl bir mağarada mucize olarak bekletilecek kadar büyük bir iş becermiş olan, Kur’an’ın da bize örnek gösterdiği insan kalitesini yakalamak önemlidir. Öyle diploma şartlarına gelince taviz, düğünde taviz, ziyafette taviz, cep telefonunda taviz, ama imana gelince ashapla boy ölçüşüyor. Bu iddialar sadece meleklerin kıs kıs gülmesine neden olur eğer meleklerin gülme kabiliyeti varsa, yoksa ama bunu gülünç bir şey olarak yazacaklardır muhakkak. Çok konuşmak değil, yapamayacağınız, yapmayacağımız şeylerin edebiyatı değil, yüreğimizde Allah’ın kulu olduğumuz şuurunu yerleştirmemiz gerekmektedir bizim için. Değerli kardeşlerim, çok uzun söze gerek yok, dedik ki, 40 yaşına kadar herkes doğal genç adayıdır, 40 yaşından ölünceye kadar herkes de isterse yüzlerce kere genç olabilir. Bir gencin hayrına vesile olursun, bir gencin dalaletten kurtulmasına sebep olursun, o sen olursun Allah katında, on genç, on genç, yüz genç, yüz genç olursun, nasıl Musab b. Ümeyr Yesribi nurlandırdı, Peygamber’e teslim etti, aleyhisselatüvesselam kıyamete kadar yüreğinde Medine sevdası olan herkesin manevi babası olarak dirilecek kıyamet günü. Herkes 40 yaşından sonra doğal olmayan yollarla olsa da, dolaylı da olsa hepimiz gençlik adayıyız. İbadetten de özellikle asla na-

14 • Ocak-fiubat’13

file ibadetleri tahkir için maazallah söylemiyorum, ibadetten de Perşembe orucu, tespit çekmeyi münferit bunlar olarak asla anlamıyoruz. Allah için bulunulan, aranılan her yerde ben varım demek, Allah standartlarında Peygamber aleyhisselamın aradığı standartlarda yetişmiş olmak demektir.

Kadir gecesinde şöyle sonra öbür türlü mantığına karşı gençliğin en önemli sorunlarından biri olan istikrarsızlık sorunu, bugün karar verip, yarın bozmak, toplantıda heyecanlanıp, toplantıdan sonra silmek, yani başka bir horozu görünce ibikleri hareketlenen, o horoz gidince oturup, samanlardan kendisine yem çıkaran horoz gibi değil, güneş gibi hiçbir şartta enerjisi sönmeyen bir tip olmak lazım. Bu istikrar sorunu da şüphesiz gencin kendisinden önce onu yetiştiren kadronun görevindedir. Gençlere ilmihal, namaz, Kur’an öğretir gibi istikrar da öğretmek gerekiyor.

Burada kardeşler çok hızlı bir şekilde bu standartları, yani Allah’ın ibadet eden kulu kıvamında yetişmiş olmayı ayakta tutacak temel mantığı konuşacağız. Birinci her şeyden önce büyük gaye olmalıdır. Şu yaştaki bir işi ebedi kalacağın cennet hedefinden önce görürsen, sen Allah için

yetişmiş bir genç olamazsın. Bu takdirde Hanzala gibi gencecik hanımınla, genç eşinle yatak odasını bırakıp gidemeyeceğin gibi seni hanımın da bırakmaz zaten, eğer asıl keyif cennette diye bir mantık yakalarsan, o zaman evlilik senin için eften püften olur. Diplomalar her an yırtabileceğin kâğıt haline gelir. Eğer cennet ikinci gaye olursa ya da cennet muhakkak garanti, Sultan Fatih’in neslindensen zaten cennete otomatik gireceksin gibi düşünürsen diplomalar çelik olur o zaman, kurşun bile geçirmezler bir daha, bırak yırtmayı. Bunun için biz müminler olarak en büyük maksadımız, gayemizi Allah’ın rızası cenneti Peygamber aleyhisselamla buluşmak olarak belirleriz. Bu gayemiz olduktan sonra arşın gölgesine oturuncaya kadar uyku yok bana demek çok kolay, ama bu gayeye ulaşamayan her 12 saatte bir yatağına girmek zorunda kalır. O teheccüde de kalkamaz, oturduğu koltuktan da kalkamaz. Bu çok önemli, aynı zamanda imanımız da bizim bu olacaktır. Buna iman edeceğizdir, altı şartı saymak yeterli değil. O altı şarttan birisi olan meleklere imanı her an üzerinde hissetmektir. En bunalımlı anında bile kadere imanın seni bulmalıdır, sadece sınavlarda karşılaşacağın ve form doldururken 6 şart sayıyor olmak bu kıvam standartlarında, bu yüksek kalitede mümin olmak için yeterli değil. Aziz kardeşlerim, ikinci olarak da biz eğer arşın gölgesinde göl-


gelenecek genç olacaksak, bunun için arşın sahibinin Peygamberinin ümmetinin çocuğu olacaksın, ailenin çocuğu olmayacaksın, yörenin çocuğu olmayacaksın, ırkın sadece yüz derindeki rengi gösteriyor olacak, ümmetinin çocuğu olacaksın. Ümmetin için var olacaksın, baban, annen, kardeşlerin bu ümmetin sana çizdiği krokideki şahsiyetlerden oluşacak. Eğer biz ailelerimizi veya yakın yörelerimizi, köylerimizi, kasabalarımızı ümmetimiz gibi görürsek, buraları sadece güneş aydınlatıyor. O zaman güneşin gölgesini bulduğun yerde oturmak zorundasın. Arş ümmeti Muhammed’in Rabbinin gölgelendireceği bir yerin adıdır. Ümmetinin çocuğu şüphesiz bir mantığı gösteriyor, o ayrıntıya burada girmek istemiyorum. Kardeşler, bütün bunların yanında üçüncü bir planımız veya üçüncü bir çalışma mantığımız da Rabbimizle bağımızın her an güçlü olması gerekiyor. Kadir gecesinde uçacak melek gibi olup, bayram gününde de sürünen yılan gibi olmak yok bizde. Bu arşın gölgesine gitmeye engel, her geceyi Kadir gecesi kadar heyecanlı bilmek zorundasın, sadece Siyonizm’in öldürdüğü Filistinlilere dair bilgiler gelince ümmetini hatırlamak yanlış, katliamdan katliama imanını hatırlayan, yanlış bir noktada durmuş olursun. 24 saat, 365 gün Allah için harekete hazır bir dinamik kadro eğer senin bulunduğun arkadaş çevreni oluşturuyorsa, sen de onlardan birini oluşturuyorsan, arşın gölgesinde soluklanman için bir sıkıntı kalmamış demektir. Kardeşler, duamızdan sabrımıza, şükrümüze farz ibadetleri

yapmaya, haramlardan kaçınmaya varıncaya kadar bütün bu saydığım şeylerin temel altyapısını oluşturan değerlerden söz ediyoruz demektir. Bir ayrıntı da biraz önce simgelemeye çalıştığım hani Kadir gecesinde şöyle sonra öbür türlü mantığına karşı gençliğin en önemli sorunlarından biri olan istikrarsızlık sorunu, bugün karar verip, yarın bozmak, toplantıda heyecanlanıp, toplantıdan sonra silmek, yani başka bir horozu görünce ibikleri hareketlenen, o horoz gidince oturup, samanlardan kendisine yem çıkaran horoz gibi değil, güneş gibi hiçbir şartta enerjisi sönmeyen bir tip olmak lazım. Bu istikrar sorunu da şüphesiz gencin kendisinden önce onu yetiştiren kadronun görevindedir. Gençlere ilmihal, namaz, Kur’an öğretir gibi istikrar da öğretmek gerekiyor. Ebu Bekir’in onca sevdiği Peygamberinin naaşından önce diniyle ve siyasetle neden ilgilendiğini izah etmek gerekiyor. Kardeşler, son bir temas etmek istediğim nokta da arşın gölgesine gidecek genç israfçı olmayacak. Hani ekmek kırıntıla-

rını toplayacak sofradan demiyorum, israf etmeyecek. 1. Vaktini, 2. Sıhhatini, 3. Arkadaş çevresini, 4. Anne-babasını israf etmeyecek ve 5. Enerjisini israf etmeyecek. Enerjisini israf eden veya sıhhatini ya da vaktini israf eden genç abdest alırken suyu çok akıtmamış olmakla arşın gölgesini yakalayamaz. Abdest alıp namaz kılmış olur. Namazda da ne elde ediliyorsa, o elde edilmiş olur. Bu cennette olur şüphesiz, namaz cennetin faturası, ama arşın gölgesinde ağırlanacak olmuş olmak cennetlerin üstünde bir makam yakalamak demektir. Ömer b. Hattab kalitesi bu, bu Musab b. Umeyr kalitesi, bu Peygamber aleyhisselamın alnından öpeceği genç olmak demektir. Allah’tan kendim için de, sizler için de, bu ümmetin ashabı kehfleri gibi mağaralarda olmasa da evlerimizde üç asır, on asır ruhumuzun ve nefesimizin devam edeceği kimliğin sahibi olarak yaşamayı bize nasip etmesini diliyorum. Velhamdülillahi

rabbil

alemin.

Ocak-fiubat’13 • 15


Sempozyum Tebliğ Metni

Hz. Osman (r.a.) Güzel Ahlak Timsali:

MUHAMMED EMİN YILDIRIM

E

uzübillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil alemin, vesselatu vesselamu ala rasulüna muhammedin ve ala alihi ve eshabihi ve etvai ecmain. Nurettin Hocam söylenilecek en güzel sözleri söyledi, gitti, bana aslında bir şey kalmadı, ama ben de sizlere Hz. Osman’la alakalı bir şeyler söyleyeceğim dilimin döndüğünce. Allah hakkı konuştursun, hakkı da bizlere söyletsin inşallah. Hz. Osman’ı konuşmak işin kolay yolu, Hz. Osman olmak da işin zor yolu. Eğer biz sadece konuşmak için buradaysak, alacağımız çok fazla da bir şey yok, ama biz eğer bir model üretecek, o modeli anlayacak, o model üzerinden de kendimiz bu çağın Osman’ı olma adına bir şeyler dünyamıza taşıyacaksak, asıl olması gereken o. Biz İslam medeniyetinin çocukları menkıbelerle büyüdük. Menkıbeyi küçük gören insanlar değiliz, küçük görenleri küçük görürüz. Çünkü bizim hadis kitaplarımızın hepsinde menakıp babları vardır. O menakıp babları bizlere bizlerden önce yaşanmış o büyüklerin menkıbelerinden bahsederler, ama bilmemiz gereken bir

16 • Ocak-fiubat’13

hakikat var ki, biz İslam medeniyetinin çocukları menkıbeleri uyumak için dinlemeyiz, uyanmak için dinleriz. Menkıbeleri anlayıp, bu çağda yeniden menkıbe yazmak için o menkıbelerin arkasında durur, kavramaya çalışırız. Aleyhisselatu vesselam Efendimizin mübarek ellerinde yetişen ashabı kiram efendilerimiz bugün adlarını bildiğimiz 10 000 sahabi hayatlarına dair bilgiler bildiğimiz 5 000 sahabi, hayatlarını biraz detaylı bildiğimiz 2 000 sahabi Efendimiz (a.v.s.)’ın dünyasından bize çok mesajlar taşırlar. En güzel örnek olan Efendimiz (a.s.v) malumunuz Kur’an usvetun hasene diye takdim eder Allah Rasulü (a.s.v)’ı bize, en güzel örnek olan Efendimiz (a.s.v.)’ın mübarek ellerinde yetişen o güzide nesil de en güzel örneğin en güzel örnekleri, aslında Efendimiz o ashabı kiramı Mekke’de Darül Erkam’da, Medine’de Suffa Mektebinde Kur’an’la, sünnetle yoğururken, hayatın farklı yönlerinde bize rehber olarak, öncü olarak, özellikle de bir vasfı, bir kavramı, bir ahlâki ilkeyi hayatlarında dirilterek kendinden sonraki nesillere bir şekilde bu işin nasıl olacağını miras olarak bıraktılar.

Biz bugün hangi sahabi efendimizin hayat defterinin sayfalarını çevirirsek çevirelim, çok şey alırız, onlar bizlere çok şey söylerler de, ama özellikle bazı kavramların bazı sahabi efendilerimizle biraz daha farklı bir anlam ihtiva ettiğini görürüz. Mesela, sadakat dediğimiz zaman aklımıza gelecek isim bellidir, adalet dediğimiz zaman aklımıza gelecek isim bellidir, ilim dediğimiz zaman bellidir, vera dediğimiz zaman bellidir, haya dediğimiz zaman bellidir. Bu demek değildir ki, o vasıflardan bir tanesi adını andığımız sahabi efendilerimizde çok iyidir de, ileri düzeydedir de, diğerlerinde yoktur. Haşa, böyle bir şey anlaşılmaz, Hz. Ebubekir sadakat timsali olduğu gibi bugün biz ashabı kiram efendilerimizin hangisinin adını anarsak analım, sadakat adına onlardan çok şey öğrenir, çok şey anlatırız. Burada aslında bizim bilmemiz gereken bir şey (a.s.v.) Efendimiz mübarek ellerindeki o vahyin, Kur’an’ın elmas kılıcıyla elinin altındakileri yoğururken o nesli, birine o vasıfla alakalı fırçayı biraz daha farklı sürmüştür. İnsibah dediğimiz, yani boyalanma, inikas dediğimiz, yani yansıtma adını andığımız saha-


bi efendimizde o vasıfla alakalı biraz daha farklı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Asıl konumuz olan haya, iffet, edep, bunları andığımız zaman da ümmetin Yusuf’u olabilecek birkaç sahabi bizim zihnimizde canlanır, bazılarını bizzat Rasulullah (s.a.v.) bize söylemiştir, çeşitli beyanlarıyla öne sürmüştür, bazılarını yaşadıkları hayatla biz sonradan tespit edebilmişizdir, ama haya dediğimiz zaman, edep dediğimiz zaman, iffet dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen isim Hz. Osman (r.a.)’dır. Neden öyledir? Çünkü öyle bir hayat yaşamış ve bu manada öyle güzel bir örneklik bize bırakmıştır ki, efendimizin beyanıyla meleklerin kendisinden haya ettiği bir kametin, bir duruşun sahibi olmuştur. Bir insan nasıl davranır da, melekler haya edebilir, ona gelmemiz lazım, onun üzerinde biraz durmamız lazım, ama ben Hz. Osman’ın hayatını şöyle hızlı bir biçimde sizin zihinlerinizde hatırlatmak istiyorum ki, şimdi söyleyeceklerim daha iyi anlaşılsın. Hz. Osman Beni Ümeyye diye bildiğimiz Mekke’nin sosyal düzeni içinde önemli bir konumu olan bir ailenin ilk müminidir. Onun babası Affan ibnil Ebil As Mekke’nin en zengin tüccarlarından biridir. Biliyorsunuz Hz. Osman Müslüman olduktan sonra da kaç kez malını sıfırlayacak kadar infakta bulun-

muştur, ama bilmemiz gereken bir şey daha var ki, Hz. Osman İslam’ın sırtından para kazanıp da, o parayı infak eden birisi değil, onun babası Affan Şam’da vefat ettiği zaman oğlu Osman’a -ki, bir tek oğlu vardı. Kaynakların verdiği bilgi, bu bilgiyi size ben İbni Sad’dan aktarıyorum- 3 milyon dirhem bir sermaye bıraktı. Hz. Osman böyle bir zenginliğin içerisindeydi ve babası vefat ettiği zaman 25 yaşındaydı. Evlendiği zaman yaşı

kaçtı? Biz genelde Hz. Osman deyince hilafet sıralarına göre onun biraz daha genç olduğunu zannederiz, hep zihnimizde öyle çağrışır, ama bu bilgi de yanlıştır. Hz. Osman Hz. Ömer’den yaşça büyüktür. Hz. Ebubekir’le yaş farkı da sadece

2’dir. Müslüman olduğu zaman 32 yaşlarındaydı. Peygamber evine talip olduğu zaman -buraya ne olur dikkat edin- Rukiye validemizi istemeye geldiği zaman Hz. Osman’ın yaşı 36 ve 37’ydi. 30 küsur yaşına kadar cahiliyenin içerisinde yaşamış, Mekke’nin toplumunu çok iyi biliyorsunuz, nasıl bir sıkıntılı toplum olduğu hepinizin malumudur, iffetsizlik adına birçok şeyin perdesinin aralandığı bir zamanda iffetine İslam’dan önce de leke sürmemiş, başka bir kadını da kendi hanesine almamış, 36-37 yaşına kadar bekar olarak yaşamış, sonra Peygamberin evine talip olduğu zaman o evin kızlarından o gün için büyük olanı ki, onları zaten Ebu Leheb’in çocukları boşamışlardı biliyorsunuz daha öncesinden, o kızlardan büyük olan Rukiye validemizi (a.s.v.) Efendimiz ona vermişti. Peygamber evine damat olmak, Hatice annemizin kızlarından biriyle evlenmek ve ehlibeytten olmak, ehlibeytin o güzel ailesinin içerisinde yer almak Hz. Osman’a nasip olmuş, ötesinde bir bilgi daha var ki, Hz. Rukiye ile evliliği devam edip, o evlilikten Abdullah isimli bir çocuklarının olup, o Abdullah’ın 9 yaşında Medine’de vefat ettikten sonra Rukiye validemizin de Bedr’in arkasından vefat etmesiyle Ümmü Gülsüm validemizle evlenerek de Peygamber’in

Ocak-fiubat’13 • 17


evine ikinci kez damat olmuştur. Onun için biz onun adını anarken nasıl anarız? Osman’ı zinnureyn diye anarız, iki nur sahibi diye anar, onun Peygamber evine iki kez damat olduğu bilgisini de hatırlarız. Yine unutmamamız gereken bir bilgi var ki, (a.s.v.) Efendimiz kızları vefat ettikten sonra Hz. Osman’ı teskin ederken bir rivayete göre “bir kızım daha olsaydı”, bir başka rivayete göre “on kızım daha olsaydı onları da arka arkaya Osman’a verirdim” diyerek Hz. Osman’ın değer ve kıymetini bize aktarması da işin başka bir boyutudur. Peki, Hz. Osman bu manada böyle bir iffetin ve hayanın sahibi olması, cahiliyenin o zifiri karanlığında dahi bunu muhafaza ederek, bunu koruyarak Peygamber evine damat olabilecek şekilde iffet gömleğini yırttırmadan o manada böyle bir ödülün ve mükafatın sahibi olması, arkasından yaşadığı süreç içerisinde de hep hayasıyla, edebiyle anılması nasıl bir zeminin ürünüdür ki, biz onu anlayıp, bugünün dünyasında 21. Yüzyılda Osman gibi olmak, onun ruhunu diriltmek, onun hayasını ve edebini hayamız ve edebimiz kılma noktasında gayret içerisinde olmak nasıl bir yolla bize nasip olacak? Bakın aziz kardeşlerim, (a.s.v.) Efendimiz meleklerin haya ettiği insan olarak Hz. Osman’ı bize takdim ederken ki, bu hadisi birkaç yerde söylemiştir, bu hadisin bir ravisi de Ayşe anamızdır. Ayşe anamız olayı

18 • Ocak-fiubat’13

tüm boyutlarıyla bize aktarır. Efendimiz (a.s.v.) Medine’nin sıcak günlerinin birinde hücreyi saadetinde otururken ev elbisesi, ev rahatlığıyla uzanmış bir haldeyken Hz. Ebubekir içeriye izin istemek için geldiğinde Ayşe anamız ona kapıyı açıp ya da haber verdiği zaman Efendimize gelenin kim olduğunu, Ebubekir olduğunu duyunca hiç oturuşunu da, elbisesini de düzeltmeden müsaade et, gelsin diyecektir. Arkasından Hz. Ömer aynı şeyi yapınca, yani içeriye izin istemek için gelince Efendimizin tavrı yine aynı olacaktır, ama içeriye girmek isteyen Hz. Osman olunca -Ayşe annemizin nakli bu- Efendimiz kalkacak, oturuşunu düzeltecek, üstünü düzeltecek, öyle buyur edecektir Osman’ı içeriye. Tabii bu annemizin ilgisini çekecek: “Ya Rasulallah, neden Ebubekir ve Ömer için böyle bir hale bürünmediniz de, söz Osman olunca, Hz. Osman gelince böyle bir hale büründünüz” dediği anda Efendimiz Hz. Osman’ı bize resmedecektir. “O meleklerin haya ettiği insandır, ben nasıl ondan haya etmem” Bu söz sahabenin içerisinde duyulunca sahabe merak ediyor, neden Allah Rasulü (a.s.v.) bu sözü Hz. Osman için söylemiştir ve sahabe Hz. Osman’ın arkasında koşmaya başlar. Ne yapıyorsun ki, sen Allah Resulü (a.s.v.) sana böyle bir söz söyleyerek böyle bir halini resmetti, ne yapıyorsun ki, melekler senden haya edecek bir haldeler? Hz. Osman önce hiçbir şey

der, siz ne yapıyorsanız ben de aynısını yapıyorum. Israr edince sahabe Hz. Osman söyleyecektir. Ne yapmış da melekler haya etmiş? “Ben sizin içinizde nasılsam Rabbimle başbaşa kaldığımda da aynıyım” Bu çok önemli bir şey, bunun adı nedir biliyor musunuz? Bunun adı ihsandır işte, Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a kulluk etmek, ibadet etmek, o bizi görmüyorsa da, biz onu görmüyorsak da o bizi görüyor, Peygamber talibine uygun bir biçimde hayatı tanzim etmek. Peki, biz bunları bilmiyor muyuz? Biliyoruz, bunların birçoğundan haberdarız. Neden bilmemize rağmen hayatlarımızda yok? Asıl üzerinde durmamız gereken mesele o. Aziz kardeşlerim, acizane benim bu konuda söyleyeceğim söz şu: Herhalde bizim ciddiyet adına bir sıkıntımız var. Rabbimiz Kur’an’da çok ciddi olmasına rağmen, (a.s.v.) Efendimiz dini yaşama ve yaşatma noktasında çok ciddi olmalarına rağmen, onun mübarek ellerinde yaşayan ve dinin nasıl yaşanacağını bize gösteren ashabı kiram efendilerimiz çok ciddi olmalarına rağmen ne yazık ki, biz istenilen oranda ciddi dinin ciddi mensupları olamadığımız için bu çağda sahabinin hasbiliğinde ve güzelliğinde dini yaşama noktasında zafiyetler gösteriyoruz. Hepimiz iman etmişiz Allah’a, Peygamberlerine, kitaba, kadere, meleklere, hepsine iman etmişiz, ama gerçekten bu imanımız sahabe kalitesinde bir


iman mı ya da sahabenin kalitesindeki o imana bu işi nasıl vardırabiliriz sorusunu sorduğumuz zaman gelip dayandığımız nokta yine ciddiyet olacaktır. Eğer biz ciddiyeti istenilen oranda hayatlarımızda tanzim etseydik, iki şuurun sahibi olacaktır: 1. Mesuliyet şuurumuz olacaktı, 2. İhsan şuurumuz olacaktı. Bu iki şuur ciddiyetle kazanılacak bir şey, mesuliyet şuuru ve ihsan şuuru. Sözü ihsan şuurundan başlatayım: Efendimizin tarifini biraz önce verdim size, hepimiz bugün ihlas noktasında bir zafiyet yaşıyoruz. İçimizdeki bazı kardeşlerimi hep tenzih ederek konuşacağım, ama böyle bir hastalığımız ne yazık ki var. Riya dediğimiz ve şeytanın çok sevdiği, bir şekilde bize elbise olarak giydirmeye çalıştığı o elbiseyi az ya da çok hayatlarımızda yaşıyoruz. Eğer biz riyanın yerini ihlasla değiştirebilirsek, bunu yapabileceğimiz en önemli şey ihsanı hayatımızda hâkim kılmaktır. Eğer biz ihsan şuuruna tam anlamıyla hayatlarımızda yer verirsek, rabbimizi görüyormuş gibi onunla kulluğumuzu tanzim etsek, bakışlar bizim üzerimizdeyken, insanlar bize bakarken, teveccüh bize yönelikken hayatımızda düzen var da, evde tek başımıza kaldığımız zaman zafiyetler yaşama adına bir şeyler ortaya çıkıyorsa, o şuurun yeniden düzeltilmesi ve düzenlenmesi gerekir. Şeytanın en çok sevdiği iki sermayedir boş zaman ve yaz vak-

tidir. İki zamanı, iki vakti çok sever şeytan ve gençlerin sırtını en fazla o zaman dilimlerinde yere getirir. Yaz vaktini çok sever, boş vakti çok sever. İhsan şuurunu kendisine ilke olarak edinmiş ve o şuuru Peygamber (a.s.v.)’ın sahabenin bize gösterdiği şekliyle hayatına tanzim etmiş birisinde bu iki sermaye de gerçek manada sermayeye dönüşür, boş zaman mefhumu farklı bir anlam ihtiva eder, zamanı tanzim ederek hakkını verir, zamanı doğru bir biçimde kullanır, İmamı Şafii’nin sözünü kendisine ilke olarak edinerek kendini hakla meşgul edip, batıla yer bırakmaz, hakla meşguliyeti arttığı için de batıl adına, boş zaman adına, kötü iş adına bir şeyler hayatında kalmaz, bu manada da ihsan şuuru her geçen gün biraz daha farklı bir noktaya varır. Sahabenin dünyasından size bir örnek vereyim. Hadise uzun, ama sadece bu söylediğim söz daha iyi anlaşılsın diye o örneği vereyim. Bir sefer sırasında Müreysi Suyu kuyusunun başında Ensar ve muhacir ki, kardeşlik des-

tanları Kur’an’ın övgüsüne, Peygamber (a.s.v.)’ın övgüsüne 1400 küsur senedir de Müslümanların gayeyi hayal olabilecekleri bir övgüye ulaşmıştır. Nasıl olmuşsa Hz. Ömer’in hizmetlisi olan muhacir bir zatla Ensar’dan birinin hizmetlisi olan Ensari bir köle arasında su kuyusunun başında bir tartışma olmuş, kardeşliklere destan olan o insanlar ey muhacir topluluğu deyip, muhacirleri kendi yanlarına çekmiş, en Ensar topluluğu demiş, Ensar’ı çağırmışlar ve bir anda muhacir ve Ensar karşı karşıya gelmiş. İbni Serül münafıkların reisi o da o seferin içerisindedir. Fırsat bize doğdu diyerek olayı daha da farklı bir noktaya getirmek için gayret göstermiş, gergin bir hali sezince Efendimiz hepimize örnek olan bir iş yapmış. “Kalkın, yürüyoruz” demiş. Almış orduyu arkasına, kaynaklar 1000 küsur olduğunu söyler, bir gün bila fasıla orduyu yürütmüş. Konaklandığı yerde ordu o kadar yorulmuş ki, o yorgunlukla uyumaya başlamışlar, sabah kalktıkları zaman da hiçbir sı-

Ocak-fiubat’13 • 19


kıntı içlerinde yok, o dün tartışmaya sebebiyet veren mesele de hayatlarından çıkmış. Niye dedikodu yapıyoruz, niye birbirimizin gıybetini yapıyoruz, niye birbirimize yan gözle bakıyoruz, niye şeytanı sevindirecek işler hayatımızda çok? Hayatımızda boş zaman çok da onun için, oturmaya ve bu işleri yapmaya hâlâ vaktimiz olduğu için halimiz böyle, ama işi olan adamlar, işi olan adamlardan bir adam, adam gibi bir adamdan size bir söz aktarayım. “Yanıyor, imanım yanıyor” demiş bu çağda yaşayan bir alimimiz, “içine düşmüş evladım yanıyor, koşuyorum ben o yangını söndürmeye, ben o yangını söndürmeye giderken biri ayağıma çelme takmış, ne yazar? Ben dönüp o çelmeyi takana mı bakacağım, ben o yangına kilitlenmişim” Böyle bir şekilde iman yangınını kendi hedefine alan birisi nasıl başka birileriyle uğraşır, nasıl şeytanı memnun edecek işler yapar, nasıl şeytanı razı edecek, onu sevindirecek işlere hayatında yer verir? Eğer biz ihsan şuurunu hayatımızda tanzim etsek ve bu manada gerçekten Allah’ı görüyormuş gibi her an el ne der kaygısıyla değil, Allah ne der kaygısıyla yaşasak, onun bunun sözleriyle değil, ben bu adımı attığım zaman rabbim ne der, rabbim nasıl bakar, rabbim bu yaptığımdan nasıl memnun olur ya da razı olmaz ilkesiyle, şuuruyla yaşayan biri iffet gömleğini yırtacak bir adım atamaz. İşi olan adama bu manada şeytanın çel-

20 • Ocak-fiubat’13

me takması mümkün değildir. Ciddiyet insana bu manada böyle bir şuur kazandırır. Ciddiyetin kazandırdığı ikinci şuur mesuliyet şuurudur, mesuliyet bilincidir, vazife bilincidir. Hepimizin çok iyi bilmemiz gereken bir hakikat var ki, tebliğ ve davet bir din adamının, bir alimin, bir hocanın vazifesi değildir sadece, bu manada İslam’da din adamı da yoktur. Hepimiz kabiliyetimiz ölçüsünde, mizaçlarımızın ölçüsünde, gücümüz ölçüsünde dinimizin adamıyız, tebliğ ve davetle bu manada sorumluyuz, ama tebliğ adamının bilmesi gereken bir hakikat daha var ki, tebliğden önce temsiliyet gelir. Temsil ettiğiniz şekilde tebliğ edebilirsiniz, temsiliyetiniz tebliği olacak, yansıtacak ki, o manada ortaya güzellikler çıkabilsin. Mesuliyet şuurunu kendi hayatında tanzim eden birisi yine şeytanı sevindirecek şeylere hayatında çok fazla yer vermeyecektir. Bugün 1,5 milyarı aşkın bir ailenin mensubu olduğumuzu söylüyoruz. Dünya coğrafyalarının birçok tarafında Müslümanların yaşadıkları sıkıntılar var, acılar var, yaşadığımız şu topraklarda yüzlerce sıkıntımız var, yüzlerce problemimiz var. Niye bir genç aranıyor dedikçe bugün bir genci konuşuyoruz, neden ahlâkı ve iffeti konuşuyoruz? Demek ki, bu alanda sıkıntılarımız var, iffetsizlik evlerimize kadar geldi, çoluk çocuğumuzu, nesillerimizi her gün biraz daha farklı bir biçimde kaybediyoruz. 6. sınıfta, 7. sınıf-

ta, 8. sınıfta okuyan çocuklarımızın cep telefonlarında kazara şöyle bir mesajlarını okuduğunuz zaman sizin yüzünüz kızaracak sözlere mesajlara şahit oluyorsunuz. Peki, bunca sıkıntıyı, bunca problemi görmeyecek miyiz bizler? Yoksa siz de bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyenlerin o sözüne mi inanıyorsunuz? Ben bizim atalarımızın böyle bir söz söyleyeceğini zannetmiyorum. Böyle bir söz bir Müslümanın söyleyeceği bir söz değildir. Bana dokunmasa o yılan komşuma dokunacak, arkadaşıma dokunacak, dostuma dokunacak, başka bir insana dokunacak, ama bir şekilde o yılan zarar verecek. Eğer ben Müslüman’sam, iman etmişsem, o iman ettiğim değerler bana bir mesuliyet, bir vazife yükler. O mesuliyet ve vazifeyle ben bana yakışanı, yani imanımın bana yüklediği o sorumluluğu yerine getirmek durumundayım ve dünyanın neresinde olursa olsun bugün ahlâki zafiyetten dolayı çözülen, imansızlıktan dolayı damarları çatlayan, imana hasret olan bu insanlara iman meselesini ulaştırma adına kendimi vazifedar olarak görmek durumundayım. Ateş nereye düşerse düşsün o yanan ateşin beni yakması imanımın bana yüklediği bir mükellefiyettir. Ben ateş nereye düşerse, beni yakar diyen bir dinin mensubu olarak böyle davranmalıyım, ateş düştüğü yeri yakar, sadece oradaki insanlarla alakalıdır diyemem. İmanım bana dedirtmez. Eğer gerçek manada


ben la ilahe illallah muhammedun

Varacaksın Habeşistan’a, orada

letmez insana, ihsan şuuru da

resulullah demişsem, yok bunu

iman adına ıstırap çekeceksin, sı-

bunu söyletmez. Hani bizde bir

sadece sözle demişsem, sadece

kıntılar çekeceksin, 7-8 sene

söz vardır ya, yedisinde neyse yet-

sözle kalacak. İşte eğer ben ciddi

Mekke’nin yüzünü görmeyecek-

mişinde de odur, o söze en güzel

dinin ciddi bir mensubu olarak

sin. Sonra Müslümanlar hicret

uyan insanlar ashabı kiram efendi-

ihsan şuurunun hemen arkasında

edip, Medine’ye gelince sen de

lerimizdir. Allah hepsinden razı

mesuliyet adına bir şeyler haya-

hicret edip Medine’ye geleceksin.

olsun. Onlar yedisinde, yani iman

tımda tanzim edersem, Hz. Os-

Elde avuçta kalan bir miktar malla

ettikleri zaman iman ederken o

man gibi olurum. Yaşarım iman

Medine’de ticaret yapacaksın. Hic-

imanın ilk heyecanı yüreklerinde

adına bir ömür, yine de bir iş ol-

retin o ilk günlerinde Allah için

nasıldıysa, sonuna kadar da o he-

duğu zaman en ilk el kaldıranlar-

cennet karşılığında Rumet Kuyu-

yecanı hiçbir zaman hayatlarından

dan bir tanesi ben olurum. Düşü-

sunu

diyen

çıkarmadılar. Eğer o heyecan ol-

nebiliyor musunuz, Mekke’nin en

Peygamber’in sesini duyduğun za-

masaydı 93 yaşında Ebu Eyyub el-

asil insanı Beni Ümeyye’nin men-

man bile sağına soluna bakmadan

Ensari İstanbul’a gelemezdi, o he-

subu dedim. En zengini ve en gü-

“ben ya Rasulallah” deyip, o kuyu-

yecan

zeli, güzel vurgusunu özellikle

yu alıp, Müslümanlara vakfede-

Ümmü Haram, Kıbrıs’a varamaz-

yapıyorum. Çünkü onu bize res-

ceksin. Nedir bu? Kendisini hakla

dı, o heyecan olmasaydı 92 yaşın-

medenler cemalin onda farklı te-

meşgul etmektir. Nedir bu? İhsan

da Ammar b. Yasir, hakkın mihenk

zahür ettiğini söylüyorlar. Bir in-

şuurudur, sağa sola bakmadan ben

taşı olarak Sıffın’da Hz. Ali’nin ar-

san

aralamak

o kadar yaptım, biraz da başkaları

kasında yerini alamazdı. Heyecan-

istediği zaman bile şimdi cemale,

yapsın dememektir. Akıllı tüccar

larını hiçbir zaman kaybetmediler,

yani güzelliğe ihtiyaç duyar, bir de

işidir bu, hayır adına, güzellik adı-

çünkü din altı imanla dolu bir he-

paraya ihtiyaç duyar. O işi yapa-

na bir şey olduğu zaman başkaları-

yecan ister, heyecansız din olmaz,

bilmek için de para gereklidir.

na kaptırmadan evet, ben yapma-

ama altı imanla dolacak, altı ihsan

Bunların hepsi var Hz. Osman’da,

lıyım deyip, ortaya atılmaktır. Aynı

şuuruyla dolacak, mesuliyet şuu-

asil mi asil, zengin mi zengin, ce-

Osman Tebuk Gazvesinde zorluk

ruyla dolacak ki, bu manada orta-

mal mi cemal, yürüdüğü zaman

ordusunu Osman’ın ordusuna çe-

ya bir şeyler çıksın. Rabbim inşal-

Mekke’nin sokaklarında Musab

virecektir, değil mi? 30.000 kişilik

lah bizleri Hz. Osman başta olmak

için nasıl perdeler aralanır, Hz.

ordunun 10.000’ini o donatacak-

üzere ashabı kiram Efendilerimi-

Osman için de perdeler aralanır.

tır. Doymuyor, çünkü o bir hedefe

zin hepsinin bize aktardıkları o

İman adına sen la ilahe illallah de-

kilitlenmiş, Allah rızası bir kez ya-

güzellikleri

dikten sonra elinin tersiyle onlar-

pılıp da biten bir şey değil. Öğren-

bahtiyarlardan etsin. Hayatları-

ca şeyi iteceksin, nübüvvetin 5.

ciyken, gençken şahadet türküleri

mızda istenilen oranda ciddiyeti,

yılında hanımın Rukiyye’yi alıp

söyleyelim, bunu hiç dilimizden

ihsan şuurunu ve mesuliyet şuu-

Habeşistan’a yürüyeceksin, Allah

düşürmeyelim, marşlarımız da ol-

runu yansıtsın ki, çağ bizlerin üze-

Rasulü seni yolcu ederken o attı-

sun, meydanları boş bırakmaya-

rinden de Hz. Osman’ın kokusu-

ğın adımın ne kadar büyük oldu-

lım, ama işsahibi olduğunuz za-

nu,

ğunu şu sözle söyleyecek: “Selam

man babanın parasıyla değil,

efendilerimizin kokusunu hisset-

olsun Osman’a, bu Osman’ın ehli-

alnımızın teriyle kazandığımız za-

sin.

ne. ……. (76.45) ’tan sonra aile-

man öğrencilikte söylediğimiz her

Hepinizi Allah’a emanet edi-

siyle iman üzere yürüyen bir aile-

şeyi orada bırakalım, yok böyle bir

yorum, esselamu aleykum ve rah-

dir Osman’ın ailesi” diyecek.

şey. Mesuliyet şuuru da bunu söy-

metullahu ve berakatuhu.

iffet

gömleğini

kim

satın

alır

olmasaydı

diğer

86

anlayarak

ashabı

yaşında

yaşayan

kiram

Ocak-fiubat’13 • 21


Mehmet Akif’in Bir Fotoğrafı Zafer ÖZDEMİR

B

azen bir fotoğraf kalın ciltli bir kitaptan daha çok şey anlatır. Bazen sessizliğin çığlığı kalabalık yığınların nümayişini delip geçer ve kulaklarda çınlar. Bazen susmak “Veda Hutbesi” gibi bir vasiyettir. Şahsi hayatını, zevklerini, aile saadetini, dünya nimetlerini uğruna terk ettiği hilafet topraklarından ayrı kalmaya zorlanarak hayatının son dönemini geçirdiği Mısır’da Mehmet Âkif’in çekilen bir fotoğrafına yüreğiyle bakıp ağlamayan, ağlamaklı olmayan var mıdır acaba! Hani üzerine eskilerin “hatıra-i yadigarımdırımdır” diye yakınlarına bıraktıkları ve baktıkça sevenlerini hüzünlendiren fotoğraflardan… Arkada üzeri otlarla, sarmaşıklarla kaplanmış, göğe uzayan eski bir taş duvar önünde bir bankta oturan Âkif’in bu fotoğrafı onun bize bıraktığı en büyük “hatıra-i yadigarı”ndan biridir. Yan döndüğü bankta, ayaklarından birini diğer ayağının altına almış, sağ elini o bacağının üstüne koymuş, bankın sırtına dayadığı dirseği ile destek alarak elini; ömrünü, “safahat”ı, ülkesinin parçalanışını, dağılışını ve yıkılışını âdeta gözlerine topladığı başına yaslayarak uzaklara bakan bir adamın fotoğraftır bu. Tarihin derinliklerinden gelerek geleceğe uzayan ve içinde bulunduğumuz anı atmosferi içine alan bir bakışın fotoğrafıdır bu.

22 • Ocak-fiubat’13

Ne öğrendimse kendinden öğrendim dediği, hayranlığını her defasında zikrettiği ve çocuk yaşta kaybettiği babasının Sarıgüzel’deki ocağının kül oluşunun izlerini hafızasından silemeyen; her fakir ve zeki talebe gibi yatılı okulda okuma lüksünü çayını dahi şeker olmadığı için temin edilmişse üzümle tatlandırarak içen; milletvekili olduğunda dahi meclise dostunun paltosunu ödünç alarak giden ve özenli bir dikkati gerektirmeden bakıldığında bile fark edilebilecek yırtığıyla, üzerindeki takım elbisesini tamamlayan ayakkabısı ile duran bir adamdır bu… Her bir taşı ibadet niyetiyle yerine konmuş bir mabet olan ve avlusunda kendisinin, çocuklarının koşarak, oynayarak; içinde kuran, tefsir, hadis derslerini talim ederek büyüdüğü; ülkesinin ilmî, kültürel nabzının attığı Fatih Camisinin pencerelerinden içeri süzülen ışık huzmelerinin gözlerinde parladığı bir adamdır bu… Her gün ayrı bir parçasının kopan ülke topraklarını sanki kendi bedeninden kopan bir parça gibi gören; insanları, Necid çöllerinden Çanakkale’ye karış karış gezdiği ülke topraklarını din ve namus uğruna cihad ederek savunmaya çağıran bir adamdır bu… …


“Bir tarih yapıcı, bir tarih yazıcı olmasının ötesinde Mehmet Âkif’te bulacağımız bir yön de insani derinliktir. Sıradanlaşan hayatımız, sığlaşan ilişkilerimiz içinde Mehmet Âkif gibilere ne kadar muhtaç olduğumuz ortadadır. “ Ömrünü karamsarlığa, atalete, tembelliğe, miskinliğe karşı mücadeleye adamış Mehmet Âkif’in gözlerinde giryeli bir bakış, hüzünlü bir eda vardır. Gözlerinin altındaki torbalar, ibadetle, yeryüzünde ezilen, yetim bırakılan, yurtlarından sürülen, zulme maruz kalan insanlar için dua ile geçen gecelerden kalmadır. Mehmet Âkif, şehit kanlarıyla alınan topraklarda namahrem ellerinin dolaşması karşısında; bütün gücüyle vaazlarıyla, yazılarıyla, şiirleriyle mücadele eden ama stratejik, akli hesapların ötesinde bunun yarattığı sıkıntıyı yüreğinde hisseden bir adamdır. Fakirlikle, türlü şahsi sıkıntılarla geçen hayatına rağmen kendi yaşadıklarını, kendi benini bir kenara bırakarak, her eyleminde, adımında, şiirinde büründüğü Müslüman ümmetin hâli kabul etmek gerekir ki yürek parçalar. Gözyaşı, Mehmet Akif’in çaresizliğinin değil kalbinin yumuşaklığının işaretidir.

Osmanlı topraklarında dağılma sürecinde ümmetin ruh hâli, babasını kaybeden bir insana benzer. Mehmet Âkif bu ruh hâlini yaşayan biri olmakla birlikte ümmetin her bir ferdini bir baba şefkatiyle kucaklamak ister. Sokakta oynayan çocuklara merhameti, kahvehanede vakit çürütenlere öfkesi bu yüzdendir. Mehmet Âkif’i anlamak için onun yaşadığı dönemden biraz haberdar olmak gerekir. Bütün varlığını feda etmiş olmasına rağmen bir insanın kendi topraklarında yaşayamaması, ülkesine küçük bir azınlık yüzünden gidememesi ne demektir, bunu düşünmek gerekir. “Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin; Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? 0 zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;

Ocak-fiubat’13 • 23


Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,” diyen Âkif’i anlamak için biraz insaf sahibi olmak yeterlidir. Bir nebze insaf ölçüsüyle Mehmet Âkif’in Mısır hayatında çekilen bu fotoğrafına bakıldığında; Âkif’in bir ömür boyu yüklendiği sorumluluğu taşıyarak yazdığı tarihi görmek mümkündür. Tarih içinde stratejik derinliğimizin aynası olacak birini görmek isterseniz o Mehmet Âkif’tir, denebilir. Bir tarih yapıcı, bir tarih yazıcı olmasının ötesinde Mehmet Âkif’te bulacağımız bir yön de insani derinliktir. Sıradanlaşan hayatımız, sığlaşan ilişkilerimiz içinde Mehmet Âkif gibilere ne kadar muhtaç olduğumuz ortadadır. Verdiği sözü tutmasıyla en yakınları tarafından anlatılanlar hepimizce malumdur: “Ben Üstad, Ferit Bey Kadıköy’ünde bir yere gidecektik. Üstad Çengelköy’den gelecek, biz de İstanbul’dan geleceğiz, Haydarpaşa İskelesi’nde bulaşacağız. O gün müthiş yağmur yağmıştı. Ben üstadın hâlini bildiğin için yağmur çamur yola çıktım. Eminönü’ne geldiğim zaman orası bir göl hâlinde idi. Köprüyü geçmek imkânı yoktu. Fakat nasıl kalabilirdim? Hemen hamal arkasına geçtim. Kadıköy iskelesine geldiğim zaman

üstadı orada elinde şemsiye ile beklerken buldum. Vapurun hareketine beş dakika vardı. Şemsiyeyi görünce hayret ettim. Şemsiye taşımak âdeti değildi. Yağmurun şiddetinden onu yolundan alıkoymak istemişler. Bunu imkân olmadığını görünce Beylerbeyi kahvecisi eline bir şemsiye vermiş. Bu kadar fedakârlık ederek geldiğimden dolayı ondan takdir beklerdim. Fakat o, hiç o taraflı olmadı. Bunu gayet tabii bir şey addetti. Ferit Bey’in gelemediğine çok canı sıkılmıştı. Müdafaa edeyim dedim: İhtiyar adam! Bu yağmurda nasıl gelebilir? Benim nasıl geldiğimi bilir misiniz? Eminönü’nden hamal arkasına geçtim. O hiç istifini bozmadan: - Amma bugün sözleşmiştik, bizi bekliyorlar. Ölümden yahut ona yakın bir şeyden başka insanı hangi şey yolundan, sözünden alıkoyabilir?” Cömertliği ve izzeti nefsiyle ilgili anlatılanlar da onun insani derinliğinin boyutlarını gösterir: “Üstad çok cömertti. Her hangi bir arkadaşının parasız kaldığını hissedince he¬men kesesini ortaya döker: -Bunun yarısını sen al, yarısını bana bırak, derdi.

“Ömrünü

karamsarlığa, atalete, tembelliğe, miskinliğe karşı mücadeleye adamış Mehmet Âkif’in gözlerinde giryeli bir bakış, hüzünlü bir eda vardır.”

24 • Ocak-fiubat’13


GÜNDEM

“Üstadın çok büyük izzeti nefsi vardı. Allah’ın müminlere tahsis ettiği izzet üstatta bütün manası ile tecelli etmişti. Müddeti hayatında hiç bir defa, hiç bir kimseye karşı zillet göstermemişti. Karahisarlı Kâmil Efendi anlatıyor: Ben Anadolu Hisarı’ndan vapura binmiştim. O da Beylerbeyi’nden bindi. Vapurda uzun uzadıya

kondurmamış, daima alnı yüksek, kalbi yüksek yaşamış, izzeti nefsini muhafaza etmiştir.” ***

görüştük, konuştuk. Vapurdan çıkarken acıklı

İnsani ilişkiler açısından bakıldığında onda;

vaziyette malûl bir fakir gördü. Cebinde ne ka-

riya, gösteriş, kibir, çıkar gözetme olmadığının

dar parası varsa çıkarıp fakirin eline boşaltıverdi.

altı çizilir. Bu onu iyi bir dost yapmaya yeter.

Yenicami önüne geldik. Gazete almak istedi.

Yitirdiğimiz bir özellik ve kelime ile söyleyecek

Ceplerini yokladı. Bir gazete alacak kadar parası

olursak Âkif’te hasbilik vardır. Başkasının nefsi-

kalmamış, hepsini vermişti.”

ni kendi nefsine tercih etmeyi ancak insana M.

***

Âkif gibi gözleriyle değil yüreğiyle bakanlar başarabilir.

“Üstadın çok büyük izzeti nefsi vardı. Allah’ın

Bu sahnelerle birlikte genç arkadaşların ser-

müminlere tahsis ettiği izzet üstatta bütün ma-

zenişlerini düşünüyorum. Onların milyarlarca

nası ile tecelli etmişti. Müddeti hayatında hiç bir

insan içinden yalnız birine ihtiyaç duyduğunu

defa, hiç bir kimseye karşı zillet göstermemişti.

işitiyorum, bazen sözlerin tükenip bir bakış bek-

Bin türlü zahmetlere, meşakkatlere maruz kal-

lediklerini hissediyorum, bazen sadece Asım’ın

mış, her müşkülata göğüs germiş, izzeti nefsini

neslinden bir dosta sarılmak istediklerini görü-

rencide edecek ufak bir söze, ufak bir muame-

rüm…

leye, hatta ufak bir bakışa bile tahammül etme-

Onlara bazen bir fotoğrafa bile kulak verme-

miş; makamını, memuriyetini, maişetini, her şe-

lerinin çıkış yollarını sunabileceğini hatırlatmak

yini feda etmiş; yine kimseye boyun eğmemiştir.

isterim. Unutmamalıdır ki Asım’ın nesline giden

Şeref ve haysiyetine bütün ömründe hiç bir toz

yol Mehmet Âkif’ten geçiyor. Ocak-fiubat’13 • 25


Mehmet Akif Şairliği Uğur DEMİREL

M

ehmet Akif, dava adamlığının, mücadele bilincinin, Hakk’a kul olmanın yanında bize bir de ‘Şair Akif’i bırakmıştır. Şairliğini ve şiirlerini iyi analiz edip anlamaya çalışmak, Üstad Akif’i doğru ve tam anlamamıza da yardımcı olacaktır. Akif’in şair kimliğinin şekillenmesinde hocası Kadri Efendi’nin katkısı oldukça fazladır. Teşvik etmiş, şiirin püf noktalarını öğretmiş ve belki de Şair Akif’in ilk filizlerinin tohumunu ekmiştir. Çok kısa zamanda Mehmed Akif’in edebiyata ilgisi o denli artmıştır ki, henüz rüştiye yıllarında; Hafız’ın Divan’ı, Sadi’nin Gülistan’ı ve Mevlana’nın Mesnevisi’ni okumuştur. Üstad Akif’in şiire olan meyli, Baytar Mektebi’nin son iki yılında hız kazanır. Onun edebi hayatını, Edebiyat-ı Cedide zevkinin hakim olduğu 1900’lü yıllardan başlatmak mümkündür; ancak Akif’in yetişme tarzı, bağlı olduğu değerler bütünü Edebiyat-ı Cedide’nin ruhuna uygun şiir yazmasına manidir. Zira o, dünyanın dört bir yanında müslümanlar ezilirken, zulüm gö-

26 • Ocak-fiubat’13

rürken, üzerine ölü toprağı çekilmişken salt sanat için, tebliğ etme kaygısı gütmeden, kulağa hoş gelsin diye şiir yazamaz. O çağına seslenmeli, müslüman kardeşlerinin kulaklarında şiirlerinin, uyaran, haber veren samimi sesi asla dinmemelidir. Akif’in şiirleri muhtevasını yazarın kişiliğinden alır ki, bu yazar; ideali ve bu ideal çerçevesinde kendisine görev kabul ettiği hususlar adına, şiiriyet cevherini susturan bir insandır. Toplumda bir aksama görünce, şiirinin temasına bu eksiklik yerleşir ve en iyi şekilde halka ulaştırmanın yolları aranır, güzel ve sanatlı söz söyleme amacı arka saflarda kalır. Gençliğinde yazdığı gazelleri varsa da bunları ön plana çıkarmaz. Eşref Edip’’ onun gençliğinde birçok gazel defteri doldurduğunu, fakat daha sonra şiirini ‘hayati ve içtimai mevzulara tahsis edince bu defterleri imha ettiğini’’ bizzat kendisinden işittiğini belirtir. Buradan da yola çıkarak diyebilir ki Mehmed Akif, yazısı ve davranışları mensup olduğu değerlerle çelişmez, çatışmaz, dışına çıktığı da


Gözlerini, sürdürülen hayatın problemlerine dikmiş, gönlünü, gelecekte olmasını beklediği müreffeh hayata vermiş ve başka gayeleri hiç bir zaman bunların önüne koymamış, dünyevi menfaatlere tamah etmemiş bir şahsiyet olarak şiirlerini yazmıştır. Martın dondurucu soğuğunda, giyecek paltosu olmamasına rağmen, yazdığı İstiklal Marşı’na ödül olarak verilen, o zaman için çok önemli de bir para olan beş yüz lirayı kabul etmemiş ve orduya bağışlamış, Marşı da Safahat’a almamış olması bunun göstergesi değil midir? görülmez. Hayatını ve şiirini davasına adamış bir mütefekkirdir. Gözlerini, sürdürülen hayatın problemlerine dikmiş, gönlünü, gelecekte olmasını beklediği müreffeh hayata vermiş ve başka gayeleri hiç bir zaman bunların önüne koymamış, dünyevi menfaatlere tamah etmemiş bir şahsiyet olarak şiirlerini yazmıştır. Martın dondurucu soğuğunda, giyecek paltosu olmamasına rağmen, yazdığı İstiklal Marşı’na ödül olarak verilen, o zaman için çok önemli de bir para olan beş yüz lirayı kabul etmemiş ve orduya bağışlamış, Marşı da Safahat’a almamış olması bunun göstergesi değil midir? Bu düsturla yazılan Safahat’te Akif’in benliği çıkar karşımıza. Her satırında Mehmed Akif’i her zerresine kadar hissederiz. Hayatı, aklı ve iradesiyle düzenlemeyi gaye edinen insanların faaliyetlerinin ‘’Azim’’, ‘’İnsan’’ ve ‘’Durmayalım’’ manzumelerinde vücut bulduğunu görürüz. ...... Gerçi olayın kendisi önemsizdir, bunda haklısın, ancak düşün: İnsaflı ol, bundan başka hikmet dolu bir prensip var mı bugün? Varmak istersen -diyor Sa’di eğer maksada, Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsa da; Yola devam et, durmayıp git, yolda kalmak-

tan sakın! Azim sahibi insan için neymiş uzak, neymiş yakın? Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın? Hangi korkunç şey var ki insandan korkmasın? (Durmayalım) Sahip olduğumuz kıymetlerin farkına varmamızı ve onlardan hareketle ferdi ve sosyal hayatımızı irademizle düzenlememiz gerektiğini ‘’Süleymaniye Kürsüsünde’’, ‘’Fatih Kürsüsünde’’ ve ‘’Hakkın Sesleri’’nde buluruz. …... Ey koca Şark! Ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin mel’anet. Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden, Kan dökerek almalısın merd isen. Çünkü bugün ortada hak sahibi, Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen. (Uyan) Toplum düzeninin sağlanması ve adaletin korunması gerektiğini ‘’Koca Karı ile Ömer’’ ve ‘’Dirvas’’ta görürüz.

Ocak-fiubat’13 • 27


GÜNDEM ... Görmekteyiz ey Emîr-i âdil, - İnkân bunun değil ya kâbil Yok sendeki ihtişâma pâyân; Bizlerse alay alay sefılân! Bir yanda demek ki fazla var çok; Hayfâ ki öbür tarafta hiç yok. Öyleyse biraz tevâzün ister. Evvel beni dinle, sonra hak ver: Nerden buldun bu ihtişâmı? Halkın mı, senin mi, Hâlik’ın mı? Allâh’ın ise eğer bu servet. Bizler de onun kuluyken, elbet Bir pay talebinde hakkımız var... İnsâf olamaz bu hakkı inkâr. Halkınsa şu bî-nihâyet emvâl; Ver, etme hukûk-i gayrı pâmâl. ...... (Dirvas) Geleceği temsil eden, sosyal düzensizlik içinde savaştan savaşa koşarak mücadele içinde olgunlaşan, hüviyetini idrak etmenin heyecanını taşıyan ise, Asım’dır. Allah Rasulu(sav)’nün mübarek sahabesi Asım Bin Sabit’i (r.a) kaynak alarak oluşturduğu Asım karakteri, tekrar Asr-ı Saadet devrine dönüşü temsil eder. Dürüst, namuslu, mücahit, Allah’tan başkasına eğilmeyen müslüman tipini bize hatırlatır. ... Âsım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar. Vurulmuş temiz alnından, uzanmış yatıyor.

28 • Ocak-fiubat’13

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! ...... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın. ...... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” (Çanakkale Şehitlerine) Bu yönleriyle Akif’in Safahat’ı bir bütündür. Şiir kitabı değildir, bir roman, didaktik nitelikli bir eser de değildir. Onu tam olarak tanımlamak istiyorsak şöyle demeliyiz: ‘’O, SAFAHAT’TIR’’. Akif’in ruhunu barındıran bu eser, müellifine ayna tutar. Aynada şahıs kendisini görmez, Alem-i İslam’ı görür. Bu aynayı bize hediye eden Merhum Akif’ten Allah razı olsun, ve düşünüp ders almayı nasip etsin... Küçük bir not: Akif’i hatırlatan bir sure: “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” (Asır Suresi) Akif’i hatırlatan bir söz: “Şu kısa, fani ömrünü, fani şeylere sarf etme ki, fani olmasın”. Baki şeylere sarf et ki, baki olsun. (Bediüzzaman Said Nursi) Ve küçük bir çıkarım: Akif; Uzak ama yolu bulurum dedi. Akif; Ben de bu işte varım dedi. Akif; Ağlamak yerine çalıştı. Akif; Çenesini değil, beynini kullandı. Akif; Her zaman bir planı olanlardandı. Akif; İmkansızda mümkünü gördü... Son: Bir mum başka mumları yakmakla ışığından bir şey kaybetmez.


ŞİİR

Ravenna’mız yok mu? Çılgın bir kaçışın ardından, Korkunç bir gökyüzü sırtımızda. Koşmaktayız; koşulası her yere doğru, Gökdelenlerin sağlamlığına aldırış etmeden . Şımarık sokakların, iç karartıcı sirenlerin Vurdumduymazlığına kızmışız. Sevdiğine veda edercesine, Bir kahrolmuşluk tıraşlı yüzümüzde. Ciğerlerimiz yanıyor, dağlar boyun eğiyor. Muhakkak ki bu yük dağlara verilmedi. Dağlara verilseydi bu yük,korkudan yıkılacaklardı. Karadumanlar içerisinde bir ağlamaklı ses tonuyla, Haykıramayacaklardı sevdaları hakkı hakikati. Oluk oluk girdap şehir meydanlarında, Sevda türkülerinin yerinde gurbet zılgıtları. Klasik müzik yerini gök gürültüsüne terk etmiş. Bakışlarla vurulmuş bir hüsran Bakışlarla vurulmuş demokrasi insan hakları vs. Ve ilmin bakışlarıyla kuruluyorken adil bir düzen, Sokak çocuklarının karnında karıncalanmış hakikat. Sayfalarca ihanet şiirleri insanlığa okunmuş, Küfredilmiş masum kundaklara. Yüzlerde tükürük yarası gözlerde kan kırmızısı Bakışlarla diyoruz, bakışlarla basılmış aşklar yüreklere Ağaçlar hüznün garabetinde,koşuyoruz . Minareler kalleş bir uğultuya karşı haykırıyor ezanları Sömürülmüşlüğümüzün kahrında kaldırımlar Ve son umudun simgesi bir Ravenna’ mız yok kaçmak için Bir Medine’miz asla olmadı Karagülleler atılıyor sahte medeniyetin karanlık yarınına Gökdelenler Medine doğuruyor. Bir ışık bekleniyor ince mehtaptan, Ve yazmak anlamaktır diyor hakikat Sıcak bir kahvede insan oluyor insan Yazarak anlatıyor fakat, Yazarken insan düşünemiyor bazen . Yazarken insan gök gürlüyor, Yazarken sancılanıyor güneş . Yazarken şizofrenleşiyor şiir, Yazarken ağlıyorum . Yazarken kahkahalarla öksürüklerle yıpratıyorum Milyonların içindeki yalnızlığımı…

Muhammed GİDER Ocak-fiubat’13 • 29


İSLAMİ KAVRAMLAR GÜNDEM

KILIK KIYAFET SERBESTLİĞİ Mİ, ÜNİFORMA ZORUNLULUĞU MU ? Meryem AKBAŞ

Kaygıların hep onları korumaya ve en güzel şekilde yetiştirmeye dair olduğunda şüphe yok fakat çuvaldızın yönü biz büyüklere dönük olmadığı müddetçe zihinlerimiz hal dilinin en güzel nasihat olduğu gerçeğini unutacak. 2013-2014 eğitim öğretim yılından itibaren yürürlüğe girecek olan kılık kıyafet serbestliği tüm tartışmalara rağmen bir devrim niteliği taşıyor. Tam adı “Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair yönetmelik” olan çalışmanın amacı Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmî ve özel; okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair usûl ve esasları düzenlemektir. Yönetmelikte dikkat çeken düzenlemeler şu şekilde; •Bazı okullar hariç okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde kılık ve kıyafet serbesttir. Bir diğer ifadeyle öğrenciler, okul, sınıf ve şubelerde tek tip kıyafet giymeye zorlanamaz. (Askerî okullar, emniyet teşkilâtına bağlı okullar, milletlerarası özel öğretim kurumları, yabancı okullar ve azınlık okullarındaki öğrenciler hariç) Ancak özel okullar,

30 • Ocak-fiubat’13

velilerin en az yüzde altmışının muvafakatiyle okul yönetimlerince okul kıyafeti belirleyebilir. •Öğrenciler, beden eğitimi ve spor derslerinde eşofman, diğer spor etkinliklerinde ise etkinliğin özelliğine uygun kıyafet giyer. Ancak öğrenciler tek tip eşofman veya spor kıyafeti giymeye zorlanamaz. •Kız öğrenciler, imam-hatip okullarının tüm derslerinde, diğer ortaokul ve liselerde ise seçmeli Kur’an-ı Kerim derslerinde başlarını örtebilir. •Özel gün, hafta ve kutlamalarda ders içi ve ders dışı faaliyetlerde kullanılmak üzere veliye malî yük getirecek özel kıyafet aldırılamaz. Öğrencilerin okuldaki kılık kıyafeti ile ilgili sınırlamalar ise şöyle; •Öğrenim gördükleri okulun arması ve rozeti dışında nişan, arma, sembol, rozet ve benzeri takılar takamaz.

•Yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemez. •Vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek giyemez. •Siyasî sembol içeren simge, şekil ve yazıların yer aldığı fular, bere, şapka, çanta ve benzeri materyalleri kullanamaz ve giysileri giyemez. •Okul içinde baş açık, saçlar temiz ve boyasız olarak bulunur, makyaj yapamaz, bıyık ve sakal bırakamaz. 27 Kasım 2012’de resmi gazetede yayınlanan haberin ardından olumlu ve olumsuz birçok görüş, konu ile ilgili tartışmaları alevlendirdi. Birçok kişiye göre, yapılan düzenleme ile öğrenciler arasındaki zenginfakir ayrımı daha belirgin olacak, okuldaki disiplin azalacak ve öğrencinin ilk bakışta tanınmamasıyla ilgili güvenlik prob-


lemleri artacak. Yoğun olarak toplumdaki eşitlik kavramını zedeleyeceği yönünde yapılan eleştirilere Prof. Dr. Arif Verimli (psikiyatrist) şu şekilde katılıyor: “Ekonomik durumu güçsüz olan ailelerin çocukları, diğer çocukların giysileri karşısında birtakım çocukça tepkiler gösterebileceklerdir. Hatta bu durumu kompleks edinip, ilerde toplumdan öç alma noktasına dahi gelebilirler. Bu durumun, toplumdaki eşitlik kavramını bir miktar zedeleyebileceğini, çocukların o yaşlarda bundan olgun bir sonuç çıkaramayacaklarını düşünüyorum. Bu nedenle konu bir kez daha gözden geçirilmeli. Ezik yetişen çocuk, bundan dolayı anne ve babasını sorumlu tutarsa, onlarla övünmezse, bu durum psikolojik sorunlara yol açabilir.” TürkEğitim Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk ise acele edilmemesini, konunun enine boyuna tartışılıp ne tür sonuçlar doğuracağını önceden test etmek gerektiğini söylüyor: “Bazı öğrenciler podyuma çıkar gibi okula gelirken, bazı öğrenciler bir eteğe, pantolona mahkûm hale gelebilirler. Bu durum çocukların olumsuz bir psikolojiye girmelerine yol açabilir… Ayrıca ‘Saçınızı ne kadar uzatırsanız uzatın’ yaklaşımını doğru bulmuyorum. Elastiki bir kısıtlama getirmek lazım. Sınırlama olmalı. Aksi takdirde okullarda içinden çıkılmaz, hoş olmayan manzaralar oluşur.”

Bunun yanında düzenlemeyi siyasi anlamda ele alıp, bunu Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “Dindar bir nesil yetiştireceğiz.” düzleminde atılan bir AKP tek tipçiliği olarak değerlendirenler de var. Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, kıyafet serbestliğine karşı olmadığını vurgulamakla beraber dinsel kıyafetlere de serbestlik tanınmasının düzenlemenin niyetine şüphe düşürdüğünü belirtiyor. Yıldız, “Dinsel inançları dışa vuran giysileri de kapsıyorsa, bu durum çocuklar arasında kamplaşma yaratacak, bazı çocuklarda baskı oluşturacaktır.” diyerek başörtünün bir baskı unsuru olduğunu iddia ediyor. Özellikle başörtüsünün (onlar türban olarak ifade ediyor) bu kadar serbest olmasını sakıncalı bulanların aksine büyük bir kesim ise yönetmeliğin bu haliyle eksik olup başörtüsünün İmam Hatip okulları haricindeki diğer tüm okullarda da serbest olmasını istiyor. Hatta yönetmeliğin bildirilmesinin akabinde yurt çapında yapılan eylemlerde düzenlemenin sistem-içi taleplerle sınırlı kalması ile ilgili ciddi bir zaaf ola-

rak değerlendirildi. Öğretmenler için hala kılık kıyafet serbestliğinin getirilmemesi de neredeyse tüm öğretmenler tarafından bir diğer eksiklik olarak dile getiriliyor. Bilhassa erkek öğretmenler, kravat takma zorunluluğundan ciddi bir şekilde yakınırken maalesef hanım öğretmenler için geçerli olan başörtü takma yasağının kalkması hala cılız bir çığlık olarak kalıyor. Düzenlemeyi olumlu bulanlar ise toplumsal eşitliği bozduğuna dair yapılan eleştirileri şunları öne sürerek yersiz buluyor:

Ocak-fiubat’13 • 31


İSLAMİ KAVRAMLAR GÜNDEM “Fakirlik formayla gizlenebilecek bir şey değildir. Çocuklar zaten okul dışında da görüşüyor veya arkadaşlarının kantinden yaptığı alışverişle sosyoekonomik durumlarına şahit oluyor. Ayrıca sene başında alınan ve sık sık değişen formalar da ucuz değil. Bu uygulama geldi diye yeni bir kıyafet almanın da gereği yok.” Başbakan Tayyip Erdoğan açıklaması ise şöyle: “Bir sıkıntı olduğu için bu adım atıldı. Bırakalım herkes nasıl arzu ediyorsa, gücü neye yetiyorsa onu alsın, onu evladına giydirsin” Erdoğan’ın kastettiği sıkıntı MEB’in yayınladığı gerekçede; okul aile birlikleri ve okul yönetimlerinin kararıyla okullarda sık sık kıyafet değişikliğine gidildiği, belirlenen renk ve desenlerdeki tek tip kıyafetlerin sadece birkaç mağazadan alındığı ve bunların velilere ek mali yük getirmesinden dolayı şikâyetlerin olduğu şeklinde belirtildi. Ayrıca genel olarak gelişmiş ülkelerde tek tip kıyafet veya önlük gibi bir kıyafet zorunluluğunun bulunmadığı da eklendi. Konuyla ilgili olumlu görüşlerini Eğitim Bir- Sen Genel Sekreteri Ahmet Özer şu şekilde dile getiriyor: “Eğitimde artık şekilcilikten vazgeçip içeriğe yönelmemiz lazım. Her gün okullarda saç, kravat kontrolü yapılır. Kravatı olmayan öğrenciye ‘Git kravatını tak gel’ ya da

32 • Ocak-fiubat’13

saçını uzatmış gence ‘Git, saç traşı ol gel’ demek yerine hoşgörülü davranırsanız bu sistem uygulanmış olur.” Uygulamayı aynı çerçeveden değerlendiren KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Okutan

Eğrisiyle doğrusuyla özetlemeye çalıştığımız tartışmada bir tarafa kayıp diğer tarafa kulak tıkamak pek akıl karı değil; zira bu daha önce ülkemizde görülmüş ve uygulanmış bir durum değildir. Neler olacağını önümüzdeki senelerde göreceğiz. Fakat görülen o ki yıllardır eğitim sistemimizle ilgili yapılan tartışmaların ardından, bu somut olarak atılmış umut bağlamaya değer bir adımdır.

“Kılık-kıyafet, öyle büyütülecek bir olay değildir. Önemli olan okulun, öğrencilerin nerede ne giyeceğine ilişkin bir bilinç kazanmasına katkı yapmasıdır. Okula pijama ile gelinmeyeceği bilincini verebilirsek, hiç kimse okula pijama ile gelmeyecek-

tir… Bırakalım öğrenciler özgür bir ortamda sorumluluklarının bilincinde olarak ne giyeceklerine kendileri karar versinler. Göreceksiniz ki, daha iyi olacak!” diyerek umut veriyor. Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan da ““Özellikle lise çağındaki çocukların, öğretmenlerle disiplin konusunda en çok çatıştıkları alan saç konusudur. Bunu kıyafet takip eder. Öğrenci kendisini hem özgür hissetmeli, hem de okula bağlı hissetmeli, okulunu sevmeli. Öğrenciler kendi kıyafetleri üzerinde karar sahibi olmalı. Öğrencinin kafasını değil de, içini önemseyen bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.” diyerek bunun bugüne kadar geç kalınmış bir yaklaşım olduğunu belirtti. Eğrisiyle doğrusuyla özetlemeye çalıştığımız tartışmada bir tarafa kayıp diğer tarafa kulak tıkamak pek akıl karı değil; zira bu daha önce ülkemizde görülmüş ve uygulanmış bir durum değildir. Neler olacağını önümüzdeki senelerde göreceğiz. Fakat görülen o ki yıllardır eğitim sistemimizle ilgili yapılan tartışmaların ardından, bu somut olarak atılmış umut bağlamaya değer bir adımdır. Durumun genel olarak halk nezdinde disiplinsizlik, başıboşluk olarak görülmesi ise düşündürücü. Bu, akıllara acaba biz tepeden koyulan kurallar ve yasaklarla mı mutluyuz sorusunu getiriyor. Alımlı kıya-


fetleriyle arkadaşlarını kendine özendirmek, öyle olan arkadaşlarını kıskanıp onlardakini istemek, istediği kıyafeti giyince öğretmen ve büyüklerine karşı saygıda kusur etmek, okulda ne giyeceğini bilmeyip bütün sınırları denemek ya da yıllarca tek tipliğe alışmış bir neslin özgürlükle imtihanı… Ve bu imtihanın sorumluluğunu aileden alarak devlete yükleyip onun tek tip formülüne razı olan bir anlayış. Kökü Fransızcadan gelen üniforma evet tam anlamıyla tek tipleştirme ve standartlaştırmayı hedefleyen daha çok askeri baskılarımızı ifade eden bir kelime. Çocuklarımızın eğitimini maalesef onları tek bir kalıba sokmaya çalışarak halledeceğimizi sanıyoruz. Hâlbuki onların kiminin sayısal zekâsı kıvrak kiminin sanata yatkınlığı var. Kimi gün gelecek hitabetiyle kendini ortaya koyacak kimi de hayal gücüyle tamamlayacak ayrıntıları. Kimi Hz. Ömer gibi yüksek muhakemesiyle, kimi de Hz. Osman gibi hayâsıyla toplumda öne çıkacak. Bazıları Fatih gibi strateji geliştirmeye meraklı, bazıları ise Hz. Ayşe gibi bir kere duyduğunu dahi hafızasına yerleştirme ustası olacak. Biz onların bu özelliklerini keşfetmeye odaklanmayıp güdülmesi rahat bir sürü elde etme

telaşındaysak bu nasıl olacak? Onlara kendini doğru düzgün ifade etme yollarını açarsak, kendileri ile ilgili bazı kararları vermelerini sağlarsak toplumda yavaş yavaş yerlerini almaya çalışacaklardır. Zengin fakir ayrımı üzerinde odaklanan eleştiriler; arkadaşlar arası–bilhassa kızlar arasında-yaşanacak kıyafet yarışında en çok yorulanın

anneler olacağını vurguluyor. Peki, acaba bu durum annelerimizin komşuda, arkadaşta, akrabada veya hiç olmadı dizilerde gördüğüne özenmesiyle ilgili olabilir mi? Beğendiği mobilyaya, takıya ya da kıyafete ne yapıp ne edip sahip olma, diğerlerinden geri kalmama (!) dürtüsünün bir yansıması olabilir mi? Ya da hep arka-

daşıyla karşılaştırdığımız çocuğumuzun kıyafetiyle de onun gibi olmaya çalışması normal değil mi? Kaygıların hep onları korumaya ve en güzel şekilde yetiştirmeye dair olduğunda şüphe yok fakat çuvaldızın yönü biz büyüklere dönük olmadığı müddetçe zihinlerimiz hal dilinin en güzel nasihat olduğu gerçeğini unutacak. Şekilcilik ve kalıpçılıktan uzaklaşıp içeriği anlamlandırmanın zamanının geldiğine işaret olan bu adımı öğretmenler ve veliler olarak iyi değerlendirmeliyiz. Bir yandan onları Allah’tan başka kanun koyucu olan tüm sistemlerin boyunduruğundan kurtarmaya çalışırken öte yandan onlara heva ve heveslerinin kölesi haline gelmemelerini de öğretmeliyiz. Umarız ki eğitim hayatımıza bambaşka bir hava getirecek olan bu düzenleme hayırlara vesile olur ve en kısa zamanda eksik kalan yönleri tamamlanır. Bilhassa hanım öğretmenler için halen uygulanmakta olan başörtüsü yasağının acilen kaldırılması duasıyla… Kaynakça: • http://www.haberturk.com/polemik/haber/748079-okullarda-kilikkiyafette-serbestlik-uygulansin-mi • http://www.ensonhaber.com/ kilik-kiyafet-yonetmeligi-yayimlandi-2012-11-27.html • YÖNETMELİK, Resmî Gazete, Sayı:28480, Karar Sayısı:2012/3959, 27 Kasım 2012 SALI

Ocak-fiubat’13 • 33


TARİH DEFTERİ

MİLLİ MÜCADELEDE MEHMET AKİF Muhammed TUTKUN

M

ondros Mütarekesi ile toprağının parçalanmasını istemeyen Anadolu halkı anlaşmanın imzalandığı ilk günden itibaren ülkenin her tarafında direnmeye başlamıştı. Anadolu’da halk direnirken işgal edilmiş olan İstanbul’da bulunan Mehmet Akif bu durumu büyük bir endişe ile izliyordu. Bu dönemde canını en çok sıkan şeyler Anadolu’da ki direnişe saldıranlar ve mandaterlik(devletin durumu düzelene kadar başka bir devlet tarafından yönetilmesi) isteyenlerdi. 29 Haziran 1919’da Ayvalık Yunan askerleri tarafından işgal edilmişti. Burada Mehmet Akif’in de dostları bulunmaktaydı. Hasan Basri adındaki bir dostu bir gün Akif’i buraya davet etti.Mehmet Akif 1920 yılı Ocak ayı sonunda bu davete icabet etti. Burada direnen halkı gören Mehmet Akif’in bu direnişin bütün yurda yayılacağından hiçbir şüphesi yoktu. O milli mücadeleyi büyük bir gaza olarak görüyordu. Oradayken kendisinden Balıkesir

34 • Ocak-fiubat’13

Zağanos Paşa Camii’nde bir vaaz vermesini istediler. Akif bu isteği geri çevirmedi ve Al-i İmran suresi 103. ayeti ile başlayıp milli mücadelenin gerekliliği ile devam eden ve sabır-sebat duaları ile sona

eren, halkı çok etkileyen bir konuşma yaptı.Bir müddet sonrada İstanbul’a döndü. Akif hiçbir resmi izin almadan Balıkesir’e gittiği ve milli mücadeleyi destekleyen bir konuşma yaptığı için Darüh Hikmet’ül İslamiye isimli kuruluştaki görevine son verilir. Bu sırada son Osmanlı Mebusan Meclisi de İngilizler tara-

fından basılarak dağıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Mehmet Akif Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Akif, Nisan 1920de 12 yaşındaki oğlu Emin ile İstanbul’dan ayrıldı. Ali Şükrü isimli bir arkadaşı ile Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda buluşup bir vasıta ile İnebolu’ya geçtiler. Oradan Geyve’ye, Eskişehir’e oradan da trenle Ankara’ya geçtiler. Akif Ankara’ya vardığında kendinden beklendiği gibi vaazlarıyla halkı milli mücadeleye katılmaya ikna etmeye çalıştı.Bunu da sadece Ankara’da değil bütün İç Anadolu illerinde yaptı. Eskişehir’e oradan Burdur’a ,Afyon’a, Antalya’ya geçti. Bir ara Mehmet Akif Konya’da olduğu sırada Büyük Millet Meclisi Burdur milletvekilinin istifası üzerine Mehmet Akif Burdur milletvekili olarak atandı. Akif bunu Ankara’ya döndüğü zaman öğrendi. Akif İstanbul ‘dan ayrılırken gazetesi Sebilürreşad’ı çıkarması için arkadaşı Eşref Edip’e bırakmıştır. Ancak


Direnen halkı gören Mehmet Akif’in bu direnişin bütün yurda yayılacağından hiçbir şüphesi yoktu. O milli mücadeleyi büyük bir gaza olarak görüyordu. arkadaşı da milli mücadelecilerin günahkar olduğu fetvası üzerine İstanbul’da yapılacak bir şey kalmadığını düşünerek İstanbul’dan ayrılmıştır. Kastamonu’ya geldiği sırada Eşref Edip tutuklanmıştır. Bunu öğrenen Akif Kastamonu’ya gitmiştir. Akif burada Nasrullah Camii’nde yine halkı çokça etkileyen bir vaaz verir. Bu vaazı Sebilürreşad gazetesinde basılarak Anadolu’nun her köşesine gönderilir. Gönderildiği her yerde çok büyük yankı uyandırır. Yaklaşık iki ay Kastamonu’da kalan Akif 25 Aralık 1920 günü arkadaşı ile Ankara’ya döner. Ankara’ya dönen Akif’e bazı milletvekilleri Taceddin Dergahı’nda bir oda ayarlarlar . Akif’in burada kaldığı süreçte burası Akif ve dostlarının edebi, kültürel ve fikri konuşmalar yaptığı bir meclise dönüşür. Akif Taceddin Dergahı’n’da kaldığı sırada ülkenin geleceği açısından çok zor günler yaşanıyordu. Doğu’da Fransız destekli iç isyanlar çıkıyordu. Yunan askerleri ise bu sırada Bursa’yı işgal etmişlerdi. Bu olaylar üzerine Mehmet Akif Taceddin Dergahı’nda kaldığı bir gün ünlü Bülbül isimli şiirini yazmıştır. Akif’in İstiklal Marşı’nı yazması bu dönemlere rastlar(1920). Bir yarışma düzenlenir. Yarışmaya 720

eser katılır ancak hiçbiri beğenilmez. Bunun üzerine Akif’e yazması teklif edilir. Fakat Akif işin ucunda para ödülü olduğu için bunu kabul etmez. Araya Akif’in yakın dostları sokularak Akif’e zorla da olsa İstiklal Marşı’nı yazması kabul ettirilir. Akif Taceddin Dergahı’ndaki odasına çekilir ve kısa bir süre içerisinde marşı tamamlar. Marş 12 Mart 1921 günü mecliste yapılan oylama ile İstiklal Marşı olarak kabul edilir. Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruzun kazanılmasından sonra Akif her yerin kurtulduğunu görmek amacıyla Edirne’ye gitmeye karar verdi. Burada 15 gün kadar kaldı. Daha sonra Ankara’ya döndü ve İstiklal Marşı’nın kabul edildiği dönemde seçildiği Maarif Encümeni Başkanlığı’ndan istifa etti. Üç ay sonra da İrşat Encümeni’ne seçildi. Ancak arkadaşı Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinden sonra meclisten iyice soğudu.1 Nisan 1923’de seçim kararı alan mecliste yeniden aday olmayı düşünmeyen Akif İstanbul’a ailesinin yanına döndü. Geri dönerken yanında milli mücadele ile ilgili yalnızca iki şey vardı; İstiklal Madalyası ve o dönemde mebuslara hatıra olarak verilen mavzer tüfeği.

Ocak-fiubat’13 • 35


KAVRAM İNCELEMESİ KAVRAM İNCELEMESİ

Ahid Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU

A

hid kelimesi mastar olarak “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, birine söz vermek”, isim olarak ise “emir, tahahhüt, antlaşma, güven veren söz, yükümlülük” gibi anlamlara gelir. Ahlaki bir kavram olarak ahid genellikle birine söz verme, vaat etme, taahhütte bulunma, anlaşma yapma anlamlarında kullanılmıştır. Fıkıh kavramı olarak ahit daha çok anlaşma ve taahhüt anlamında ahid kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ahidde hem yemin hem de kesin söz verme anlamı vardır. İttifak hükümlerini ihtiva ettiği için, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid denilmiş, İslam devletinin hâkimiyeti altında yaşamak üzere kendileriyle anlaşma yapılan gayri Müslimler için ehlü’z-zimme yerine ehlü’l-ahd tabiri kullanılmıştır. Kur’an’da Allah Teâlâ’nın Hz. Adem’e, Hz. Musa’ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e ahid verildiği ifade edilmektedir. “Biz Beyt’i ( Kâbe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli 36 • Ocak-fiubat’13

bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın) İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun diye emretmiştik (ahd etmiştik).” (Bakara 125).

“Azap üzerlerine çökünce, ‘Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğulları’nı seninle göndereceğiz’ dediler.” (A’raf 134)

İslamiyet’e göre Allah Teâlâ peygamberler aracılığıyla insanlardan ahid(söz) alır. Allah Teâlâ peygamberler aracılığıyla Yahudi ve Hristiyanlardan da söz almış Kur’an-ı Kerim buna geniş yer vermiştir. “Vaktiyle biz, İsrailoğulları’ndan: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve ’İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.” (Bakara 83) Allah Teâlâ ahdine sadık kalanlara büyük mükâfatlar vaat etmiştir.“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih 10) Semavi dinler Allah ile kulları arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygam-


ber (sav) dua ederken: “Allah’ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum” der ve Allah’a karşı kendini daima sorumlu hissederdi. Allah Teâlâ insanlardan dinlerini yaşamaları hususunda ahd almış, onlara bunun karşılığında büyük nimetler sunmuştur. Özellikle kitabımızda Yahudilerden Allah Teâlâ birçok konuda sözler almış, onların çoğu ahdlerini koruyamamışlar ve Allah da ahdlerini korumayanlara gazap etmiştir. Yahudiler Allah’a peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah’a güzel takdimlerde bulunacaklarına (Maide 12), Allah’tan başkasına tapmayacaklarına, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edeceklerine (Bakara 83), birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına (Bakara 84-85)dair söz vermiştir. Ancak birçoğu bu konularda ahdlerinde sebat etmemişler ve üzerlerine azap çökmüştür. Her ne kadar İslami kaynakların bazılarında Yahudi ve Hristiyanlardan söz alındığı halde, Hz. Peygamber’in ümmetinden söz alınmadığı söylense de biz buna katılmıyoruz. Bu Kur’an’ın bir üslup özelliği olabilir. Nitekim Allah her ümmete emrettiğini Hz. Peygamber’in ümmetine de emretmiştir.-veyahut söz almıştır. Diğer peygamberler gibi Hz. Peygamber’in ümmetinden Allah’ın emrettiklerini yapma-

ları, sakındırdıklarından uzak durulmaları istenmiş, bunları yapanlardan Allah’ın razı olacağını Kur’an bize bildirmiştir. Böyle bir düşünceyle mesuliyetlerimizden kurtulacağımızı hiçbir zaman düşünmemeli, önceki ümmetlerin çektikleri sıkıntıları çekmeden, bize emredilenleri yapmadan fevze (kurtuluşa) erişebileceğimizi zannetmeyelim.

Semavi dinler Allah ile kulları arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamber (sav) dua ederken: “Allah’ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum” der ve Allah’a karşı kendini daima sorumlu hissederdi.

Ahid kavramı İslami ilimlerde farklı farklı anlamlarda kullanılmıştır. Örneğin fıkıhta ahid terim olarak daha çok taahhüt ve anlaşma manalarında akid kelimesiyle eş anlamlı olarak geçmektedir. Bununla birlikte akid genellikle hususi manadaki taahhüt ve anlaşmalar için, ahid ise siyasi ve milletlerarası taahhüt ve antlaşmalar için kullanılmıştır. Bu durumda ahid, eman ve zimme ile aynı manayı ifade etmektedir. İslam tarihi alanında ise Hz.

Peygamber, halife ve hükümdarlara diğer üst seviyedeki yetkililerin emriyle, devletin çeşitli kademelerindeki yönetici ve memurlarla ilgili olarak düzenlenen tayin kararı, yazılı emir ve talimat; bazı şahıs ve gruplara tanınan imtiyazları, yabancılarla yapılan antlaşma hükümlerini ihtiva eden belge yani “ahitname” olarak geçer. İslam ahlakında ahid ve va’d terimleri genellikle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Kur’an-ı Kerim’de va’d ve bundan türetilmiş olan kelimeler, “Allah’ın inanan ve iyi işler yapan insanlara maddi ve manevi ecir ve mükâfat vereceğini bildirmesi” manasında geçer. Ahid kelimesi ise ahlaki bir kavram olarak genellikle ‘birine söz verme, vaad ve taahhütte bulunma, anlaşma yapma’ manalarında kullanılmıştır. “Onlar ki emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler.” (Mü’minun 8) “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; şahitliklerini dosdoğru yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.” (Mearic 32-35) Kaynakça 1. Dini Kavramlar Sözlüğü, Ankara 2010, DİB Yayınları 2. İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1989, TDV Yayınları 3. Ragıb el- İsfahani, el-Müfredat, İstanbul 2007, Pınar Yayınları 4. Sahih-i Buhari, Beyrut 2009, Daru’l Kütüb İlmiyye

Ocak-fiubat’13 • 37


ETKİNLİK

ŞİMDİ BİR “ŞİİR ATEŞLEMEK VAKTİDİR” SAATÇİ MUSA’LAR HATRINA

B

azı insanları kelimelerle anlatmak kolaydır, ama bazı insanlar var ki onlar için yeni tabirler yeni kelimeler bulunmalıdır. Saatçi Musa da, adına yeni kelimeler adanacak biri… Çünkü o, kelimeleri feda etmişti bir dava uğruna, Ankara’nın ortasında bir saatçi dükkanında. 2 Aralık tarihinde, Araştırma ve Kültür Vakfı’nn düzenlediği “Unutulmayan Değerler” programının konusuydu “Musa Çağıl”. Ziya Badur, Zübeyr Yetik, Mustafa Everdi, Ebubekir Kurban ve Asım Öz’den dinledik onu. Bir başka insanın dilinden kendi için “elhamdülillah ki tanıdım” cümlesini duymaktan daha öte bir şeref yaşar mı insan bilemiyorum. Ama onu tanımanın bir şeref olduğunu biliyorum artık. Musa Çağıl, ateşi gül bahçesine çeviren adam… Ankara’da, 50 yıl önce, Musa Everdi’nin ifadesiyle, “biz gençler en fazla Hacı Bayram’da namaz kılıyor, birkaç kitapçıya bakabiliyoruz” Müslüman gençler için tablo bu. Bir aidiyet yok, bırakın belli bir düzlemde tartışıp fikir

38 • Ocak-fiubat’13

alış verişi yapmayı, ibadetler dahi rahatça yapılamıyor o yıllarda. Zübeyr Yetik’in de ifadesinde geçiyor bu yalnızlık “Ankara’da bir Hacı Bayram’ımımız var” Koca bir şehirde, Allah’ın adını anan insanların tek bir ortak noktası var, bir cami o da. Ankara’daki saatçi dükkânına yolu düşmüşse birinin bunun arkasında illa ki “Büyük Doğu, Arif Nihat Asya” vardır diyor Mustafa Everdi. Bir arı kovanı gibi saatçi dükkânı... Bir bal arısını takip ettiğinizde Anadolu’da, yolunuz illa ki çıkar saatçi Musa’nın kapısına. Yolu Ankara’daki bu saatçi dükkânına düşenlerin; Allah’ın enselerinden tutup, tepeden Musa Çağıl’ın muhabbetine bıraktığı kişilerin isimlerini öğreniyoruz Ziya

Badur’dan. Sene 1962 ve dükkânın müdavimleri; Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Osman Yüksel Serdengeçti, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Cemil Meriç, Nuri Pakdil ve yazmaya yetişemediğim daha bir sürü koca yürekli adam. Evet diyorsunuz, bu saatçi dükkânı gerçekten bir bal arısı kovanı. Günün hangi saati gidersek illa bir ilim tartışmasında olan adamlar göreceğimizden eminiz, ki Zübeyr Yetik zihinlerimizde başka bir sahneyi oluşturuyor şu cümlesiyle; “Musa Abi, tartışan gençlere sadece bir cümle kullanıyordu, ‘o öyle değil/ onu şöyle düşünmek lazım’ ”. Saatçi Musa’nın adının bugünlere kadar gelmesi, saatçi dükkânının bu kadar yer kaplaması insanların hayatında,


belki de bu tavırda gizliydi. Musa Amca, bir ideoloji dayatmadan, belli konsantre fikirler aşılamadan, her gencin doğruyu kendi iradesiyle bulması için arada direksiyonu hafif kırmaktan başka bir müdahalede bulunmadığına şahit oluyoruz. Ondandır, orada yetişen beyinlerin gücü, sağlamlığı ve sıhhati. Kitaplığı olan bir saatçi dükkânı, bugünün Türkiye’sini inşa etmiş seneler evvelden. Saatçi Musa’nın zihinlere attığı tohumlar koca çınarlar olmuş şimdi o zihinlerde, gölgesinde nice genç… 1 Kasım’da Beyaz TV’de MHP çizgisindeki Yılmaz Durak, Yaşar Okuyan ve gazeteci Hasan Cemal’in katıldığı programda şu ifadeler geçti, Musa Çağıl için. “Bundan 40 yıl önce herkesin eline silah verdiler. Sağı sola, solu sağa vurdurdular. Ama gençlerin eline üçüncü bir şeyi veren bir adam vardı; Musa Çağıl, gençlerin eline Kur’an-ı Kerim verdi o dönemde.” 40 yıl sonra hem sağ hem sol bunu itiraf ediyor ve Saatçi Musa bunu Kur’an-ı Kerim’e bağla-

mıştır diyor Ziya Badur. Resmin tamamına bakınca, Saatçi Musa’nın sadece bir saat tamircisi olmadığını o dönemin bozuk şartlarında aslında zihinleri de tamir ettiğini görüyoruz. Bozulmamış zihinlere deyim yerindeyse birer anti-virüs programı yerleştirdiği sonucunu çıkarıyoruz. Benim için, fikir dünyasında gelinebilecek en son nokta Cemil Meriç’in kendi için kullandığı “fikir işçisi” tabiriydi. Saatçi Musa Amca’yı tanıyınca bundan da ötesi olduğunu, bir fikir işçisini yetiştiren adamı gördüm. Ufkum/ uz bir tık daha genişledi. Bir merhale daha yazıldı yolumuza. Everdi, “Türkiye’de her şehirde artık onlarca AVM var. Bugün bu AVM’lerden parti çıkar mı, vakıf çıkar mı dergi çıkar mı? Ama Saatçi Musa…” cümlenin sonunu hepimiz tamamlayabiliyoruz artık. Sezai Karakoç’un Diriliş’i, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Nurettin Topçu’nun Nizam’ı aynı elden aynı amaçla aynı gaye uğruna çıkmıştır baktığımızda, bir dergi, vakıf, parti değil; onlarcası çıkmıştır

ama en önemlisi orada bir zihin var olmuş, bir amaç, bir hareket doğmuştur… Musa Çağıl’ın kendi ifadesiyle amacının ne olduğunu idrak edebiliyoruz, “Halkın hurafeleriyle mücadele etmek kolaydır, önemli olan devletin hurafesiyle, resmi ideolojisiyle karşı karşıya gelmektir”. Bir farkındalıkla çıkılan yolda, baş kaldırılan sistem seneler sonra normalleşme sürecine girmiştir, bunu görebiliyoruz. 12 metrekarelik bir saatçi dükkânı seneler sonrasında dahi konuşuluyorsa, bu biz gençler için gerekli mesajdır. Modern dünyaya yenik düştüğümüz, bir başımıza değil, yalnız kaldığımız ve bu yalnızlıkla sindikçe sindiğimiz şu günlerde, bir saatçi dükkânının nelere vesile olabileceğine şahit olduk/oluyoruz. Malcolm’un “bir taş at” ifadesi geliyor hatrımıza, şimdi her şey bizim için dönüyorken, bunca nimetin içinde, Saatçi Musa ve bilmediğimiz tüm gizli kahramanların üzerimizde hakkı var. Şimdi “bir şiir ateşle”mek vaktidir... Ocak-fiubat’13 • 39


KİTAP TAHLİLİ Kübra Nur YAKUPOOĞLU

“Kafa Karıştıran Kelimeler / Rasim ÖZDENÖREN” Yazarın hayatına dair… 1940’ta Maraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi güney ve doğu şehirlerinde tamamladı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ni ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı. 1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü. “Özdenören Denize Açılan Kapı adlı eseriyle 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikâyecisi Ödülü’ne layık görülmüştür. İki Dünya adlı deneme kitabı da 1978’de Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından fikir dalında Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır.” Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikâyeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan Çok Sesli Bir Ölüm, Uluslararası 1977 Altın Prag TV Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü aldı. Bu ödül de, TRT Televizyonu’nun ilk ödüllerindendir.” (http://www.rasimozdenoren.com/hayat.html) Esere dair… Dil, şüphesiz, insanların karşılıklı anlaşabilmeleri ve tartışabilmeleri hususunda gelmiş geçmiş en sağlıklı iletişim unsurudur. Buna rağmen meseleler çıkmaza giriyor ve münakaşalar girift bir hal alıyorsa marazı kelime ve kavramların muğlaklığında arayabiliriz ki ekseriyetle sorun buradadır. Bir kelime fonetiği aynı iken, şahıslarda uyandırdığı mana ve içselleştirilmesi ayrı olduğu vakit, kelimenin/kavramın üzerine yazılmış-çizilmiş ne varsa onlar da hedefini isabet ettirmede epey zorlanıyor. “Dünyanın geri kalan kısmıyla aramızda bir ortak paydanın kurulmasına ihtiyaç varsa, bu ihtiyaç denkleme kendi payımızı yerleştirmekle mümkün olacaktır.” Denkleme kendi payımızı yerleştirmek… Çünkü artık başkalarının kelimeleriyle konuşmaktan/düşünmekten yorulduk. Bunu yaparken aslında daha baştan mağlubiyet bayrağını çekmiş, “başkalarına” boyun eğmiş oluyoruz. Tanrının varlığına “bilimsel” açıklamalar getirmeye çalışmak kadar abestir bu. Aynı zamanda büyük bir kimlik sorununun da göstergesidir bu. Hâlbuki vahiy ancak vahiyle izâh edilir. Kitap, genel itibariyle, içi kasten boşaltılan yahut anlamını zamanla kaybetmiş ve yanlış anlaşılmış kavramların asıl anlamlarını, bu kavramlarla ilişkili cereyan eden birtakım olayları/durumları anlatıyor. Birinci bölümde ele alınan kavramlardan olan demagoji, tam da bu anlam kargaşasıyla ilintili. “Demagog yeni bir gerçek söylemez, fakat bilinen gerçeklerden yararlanarak hakikâti saptırır. Kullanılan mantık örgüsü kimi zaman o kadar girift olabilir ki, demagoji yapıldığı uzun bir süre anlaşılmayabilir de.”

40 • Ocak-fiubat’13


Özdenören’in de dediği gibi, “yanıltacak yolda söz söyleme” anlamına gelen bu kavram, kelimelerin manâsının muğlaklaştığı ortamlarda daha yoğun ve hissettirilmeden yapılabileceği gibi, bizzat demagoji de anlam kargaşasına sebebiyet verebilir. İkinci bölümde yazar hakikâtin akılla aranmasının insanı nasıl çıkmaza götürdüğüne dikkat çekiyor. Akıl, görecelidir çünkü mutlak bir mantık ölçüsü yoktur. Akla uygun dediğimiz zaman, “hangi akla?” diye sorma ihtiyacı duyarız. Bunu en basitinden şu örnekle açıklıyor Özdenören: eski Ispartalılarda, hırsızlık meşru sayılmaktan öte bir kahramanlık olarak karşılanıyormuş, tabii yakalanmamayı başarabildiği sürece. Üstelik bu, reşit olmada önemli bir kıstas olarak görülüyormuş. Bunu kabul eden de akıl, suç ve ahlâksızlık olduğunu kabul eden de. Her iki görüşün de kendi içinde “mantıklı” açıklamaları bulunuyor, yani her ikisi de akla uygun. Öyleyse ‘’doğru’’ ya akılla ulaşmak imkânsız oluyor. Farklı bir kaynak gerekli: vahiy. Akıl demişken önce rasyonalizme sonra da pozitivizme değiniyor Özdenören. Rasyonalizm, esasında bilginin kaynağını akıl olarak gösteren bir felsefi düşünce: akılcılık. Fakat biz onu almışız “akla uygun” olan her davranışımıza sıfat yapmışız. Hâlbuki “akılcılık” ve “akla uygunluk” arasında gözle görülür bir farklılık bulunuyor. İslam’a akla uygun olduğu için rasyonalist diyemeyiz (diyenler oluyor ve bu çoğunlukla Hristiyanlıkla karşılaştırmaktan kaynaklanıyor. Hristiyanlık “bilimsel” olan her şeye dogmatik yaklaşımıyla karşı koyarken İslamiyet’te böyle bir şeyin söz konusu olmaması bilakis ilim öğrenmeyi farz kılması, insanları bu hataya düşürebiliyor). Rasyonalist olmadığı gibi irrasyonalist de olmayan İslam, herhangi bir felsefi görüşle değil, bizzat ve ancak vahiyle açıklanabilir. Peygamberimiz (sav)’in de buyurduğu gibi, “İslam’da belki aklı aşan hüküm vardır, fakat akla aykırı hüküm yoktur.” Şunu da ekliyor yazar, “…rasyonalizmin olsun, pozitivizmin olsun kökeni, mücerret hâkikati keşfetme iştiyâkinden çok dinin iddialarını reddetme çabasına dayanmaktadır.” Kitabın ilerleyen bölümlerinde dinin bilimle ve kültürle olan ilişkisindeki birtakım çıkmazlara ve kafa karışıklıklarına ışık tutuyor Rasim Özdenören. Özgürlük kavramında yalnızca Rabbimize kul olursak, onun dışında hiçbir şeye boyun eğmeyeceğimiz, bu sayede özgürlükten dahi müstağni olacağımız anlatılıyor. Bu sayede “esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” mısrasındaki gibi özgürlüğe köle olmaktan da uzak durmuş olacağız. Laiklik, hicret, teokrasi, takva, erdem ve tasavvuf gibi daha birçok elzem kavramın ele alındığı, Müslüman bakış açısıyla irdelendiği ve ölçüp-tartıldığı Kafa Karıştıran Kelimeler, tabi ki bu şekilde hulasa edilemez. Yine de Müslümanca düşünebilmek adına, kavramlarımızı yerli yerine oturtma hususunda önemli bir yere sahip olan bu kitabın muhtevasına dair birkaç söz söylemek istedik. Kitap okunulasıdır. Şiddetle tavsiyedir.

Ocak-fiubat’13 • 41


DENEME

Garip Düşünceler

Erkam Şahin

Bismillahirrahmanirrahim ‘İkra’ emrine cevap verip besmele ile başlarız okumaya, yazmaya ve her bir işe. Rahman’ı ve Rahim’i de hatırlarız bu vesileyle. Rahman ve Rahim olanın adıyla yapınca her bir işi, bu sefer O’nun adına da yapmış oluruz bütün o işleri. Halifesi oluruz işte böylece yeryüzünün. Üç ilişkiden bahseder Kuran; insan-ilah, insan-evren ve insan-insan ilişkileri. Ve bu üç ilişki de besmelenin B’sinde gizlidir. İnsanın ilahıyla, hemcinsleriyle ve yaşadığı evrenle kurduğu ilişkiler Allah’ın adına kurulan ilişkiler olursa eğer, yeryüzünde fıtratının bekçiliği de sağlanmış olur. İnsanın yaratılan ve indirilen ayetleri Yaradan Rabbi’nin Rahman ve Rahim olan adlarıyla okuması, insanın insan olmasından sebep unutkanlığının önüne geçmesi için de yapması gereken bir fiildir. Bu fiil bize ‘Beni kim yarattı, Ne için öldürüyor ve öldürdükten sonrada ne yapacak?’ sorularına verdiğimiz cevapları da unutmama bağlamında fayda sağlayacaktır. Ve bu bizi sürekli teyakkuzda tutacaktır.

42 • Ocak-fiubat’13


Bizim hayatı Allah ile beraber yaşamamız gerekmektedir. Bu yaşayış en izzetli ve en onurlu yaşayıştır. İbadetin tanımı bu yaşayışsa eğer, hayatımızda ancak besmele ile ibadet olacaktır. Ve her işe Allah adıyla başlama refleksi bize O’nun adına yapılmaması gereken işlerden uzak durma meziyetini kazandıracaktır. Yalan konuşurken, dedikodu yaparken, harama bakarken, kötü söz söylerken , ölçüde adaletsizlik yaparken, kalp kırarken, malayaniye dalarken besmele çekmiyorsak bu azgınlıklardan da besmeleyle uzak duracağız. Peki Rahman ve Rahim isimleri ne içindir ve neden bu isimler seçilmiştir? Kuran temelde üç ilişkiden bahseder demiştik. İnsanın ilahıyla, hemcinsiyle ve evreniyle olan ilişkisi en temel kabul ettiğimiz ilişkilerse, aslında bunlara başlarken de söylenebilecek en güzel isimlerdir Rahman ve Rahim. Ne yazık ki günümüzde Müslümanlar tamamen seküler bir serüvenin içerisindeler. Dünyaya dalan, tamamen dünyalığı gözeten bu insanlar ve fiilleri bizlerin en büyük problemi haline gelmiştir. Bu insanların, daldıkları derin uykulardan uyanmaları, doğrulmaları ve kendilerine gelmeleri, yine hayrın öncüleri olması gereken bizlerin en büyük derdidir. Hayırda yarışan birçok grup bu problem ve dertlerin çözümünün “nasıl”lığı üzerine tartışmışlardır. Bir kısmı kendine bir yol bulup ilerleme gayretine girişmiştir. Kimiyse, samimiyetliyle giriştiği bu gayretlerde üsluptan kaynaklanan hatalar ve metodolojik hatalardan ötürü çözüme ulaşamamış ve bazıları da, ne yazık ki çözümü daha da zorlaştırıp neredeyse işin içinden çıkılamayacak bir problem haline getirmiştir. Yeryüzünde halife olan ve hayırda öncü olup insanlık adına belli başlı görevleri yerine getirmek için çıkarılmış olan bizlerin bu tarz sorunları vardır. Bu sorunları çözerek daha iyi bir dünyanın nasıllığı üzerine tefekkür etmemiz gerek. Bu tefekkürlerse zamanla şekillenip ıslah edici ameller haline gelecek. Bu amaçla başladığımız çalışmaları yazıya dökmek isteyerek besmeleyle, besmeleyi biraz daha derinlemesine anlamaya çalışarak bir güzel giriş yaptık. Belki biz sonunu getiremeyebiliriz ama Allah’ın inayeti, yardımı, rahmeti ve bereketiyle bu samimiyet korunursa eğer bizden sonra, besmeleyle başlayan bu çalışmayı hamdına ulaştırıp kaldığı yerden devam ettirecek birçok kardeşlerimiz olacaktır inşallah…

Ocak-fiubat’13 • 43


Kültür Sanat Melike YURT

Dergi Günleri’nin Üçüncüsü gerçekleşti Beklenen dergi fuarı 1923 Aralık tarihleri arasında Bağlarbaşı Kültür Merkezi, Ulaşım Müzesi’nde yapıldı. 100’ü aşkın derginin katıldığı fuarın onur konuğu Yedi İklim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Haydar Haksal’dı. Katılımcıların pek çok dergiyi bir arada görme imkanı bulduğu fuarda birçok etkinlik ve söyleşi de gerçekleşti. Dergimizin de katıldığı fuarı görmediyseniz önümüzdeki yıl gerçekleşecek olan etkinliği kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz. Zira böyle verimli bir edebiyat ortamı bulmak zor olsa gerek.

“EDEBİYAT MEVSİMİ ÖZEL ÖDÜLLERİ” SAHİPLERİNE VERİLDİ 4. İstanbul Edebiyat Festivali içerisinde verilen “Edebiyat Mevsimi Özel Ödülleri” Ali Emiri Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir törenle sahiplerini buldu. Türkiye Yazarlar Birliği(TYB) İstanbul Şubesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından ortak düzenlenen törende Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tuğrul İnançer ve Prof. Dr. Mustafa Kara ödül aldılar.

44 • Ocak-fiubat’13


Kültür Sanat OSMANLICA DERGİSİ YAYINA HAZIR Süeda Basım Yayın bir ilke imza attı ve osmanlıca üzerine bir dergi çıkarttı. 48 sayfadan oluşan dergi 3 ayda bir yayınlanacak. Basit bir girişle başlayan derginin temel hedefi osmanlıcayı sevdirmek ve bu sayede öğretmek. Dergi üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümünde kolay okuyabilme yöntemleri, ikinci bölümde kısa metinler, üçüncü bölümde ise kitabe, farklı hatlarla yazılmış metinler ve tarihi metinleri çözme teknikleri gösterilecek. Büyük bir boşluğu doldurduğunu düşündüğümüz dergi bilginin ulaşılabilirliğini sağlama noktasında önemli bir girişim mahiyetinde. Dergi hakkındaki bilgilere www.osmanlicadergi.com sitesinden ulaşılabilir.

İSLAM COĞRAFYASI GÜNLERİ’NİN İKİNCİSİ DÜZENLENDİ Mavera Gençlik Hareketi geçen yıl başladığı İslam Coğrafyası Günleri’nin bu yılbaşında ikincisini gerçekleştirdi. 29 Aralık-4 Ocak tarihleri arasında yapılan programın bu yılki durağı Üsküdar Gençlik Merkezi’di. Katılımcılar her gün farklı bir ülkeyi çok değerli isimlerden dinleyecekleri için heyecan içinde yola çıktılar ve umduklarının çok daha üstünde bir karşılık buldular. Bu yıl Türkiye’den başlayarak Afganistan, Cezayir, Filistin, Irak, Endülüs, Keşmir, Moro, Arakan ve Patani gibi İslam coğrafyaları hakkında konuşmalar, belgeseller ve müzikler sunuldu. Gelecek yılı merakla bekliyor ve adı geçen coğrafyalarda barışın hakim olmasını diliyoruz.

MURAT MENTEŞ’İN YENİ ROMANI: RUHİ MÜCERRET Murat Menteş “Dublörün Dilemması” ve “Korkma Ben Varım” isimli çok ses getiren kitaplarının ardından diğerlerini aratmayacak yeni bir işe imza attı ve Ruhi Mücerret’le karşımıza çıktı. Okuyucularının merakla beklediğini düşündüğümüz kitap April yayınlarından çıktı. Meraklılarına duyrulur.

Ocak-fiubat’13 • 45


“ELİMDEN GELEN ELİNDEDİR!” Nihal AÇIKEL - Fatma Büşra ÖZKAN

2011 Mart’ından bu yana Suriye’de ya-

Ardından Gülden Sönmez, bazı kesimler

şananları konuşmak ve neler yapılabileceği-

tarafından bir iç savaş olarak lanse edilen

ne dair fikir üretmek amacıyla Araştırma ve

bu davanın arka planında neler olduğundan

Kültür Vakfı’nda bir yardım programı dü-

bahseden bir konuşma yaptı. Gülden Hanım,

zenlendi. Yaklaşık 250 katılımcının yer aldığı

olayların 2011 Mart ayında duvarlara yazı ya-

program Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı.

zan Suriyeli birkaç çocuğun tutuklanmasıyla

Kahvaltı ikramının yapıldığı programda, Müs-

başlıyor gibi gözüktüğünü fakat isyanı doğu-

lümanların dayanışmasına bugünlerde ne ka-

ran sebeplerin çok daha eskiye dayandığını

dar ihtiyacımızı olduğunu hatırlatan bir slayt

ifade etti. Hapishanelerde yapılan işkencele-

gösterisi sunuldu.

rin yıllardır süregeldiğini belirtti. Tüm bu zulme rağmen Suriye halkı 2011 Ağustos’una kadar silahlı bir mücadeleye girişmedi. Uzun süre hürriyet talebini Cuma eylemlerinde dile getiren Suriye halkı, 2011 Ağustos sonrası örgütlü silahlı bir mücadele içine girdi. Resmi kayıtlara göre 50 000’den fazla insanın hayatını kaybettiği, 400 000 insanın da hapishanelerde olduğu ve 100 000 kişinin de kayıp olduğunu söyleyen Sönmez, gayri resmi rakamların çok daha yüksek olduğunu belirtti. Olayın siyasi boyutunun sürekli ön plana çıkarılmasından ötürü, halkımızın Suriye’deki

46 • Ocak-fiubat’13


“Elimden Gelen Elindedir!” yardım hareketine katılmak ve bilgi almak için: İrtibat Telefonu: (212) 635 42 52 Adres: Araştırma ve Kültür Vakfı, İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4, Fatih/İSTANBUL https:/www.facebook.com/genconculergenclikhareketi

kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmedikleri-

ler hakkında bilgi verdi ve un, ekmek, pirinç,

ni söyleyen Sönmez, Müslümanların yüzde

şeker, hijyen paketi gibi temel ihtiyaçlar için

doksanının Suriye’yle ilgili videoları izleme-

oluşturulan yardım fonlarından bahsetti. Ay-

diğini de ifade etti. Yıllar önce Bosna’da,

rıca yardımların nakdi olarak toplanıp bağı-

Çeçenistan’da

veya

Afganistan’da

ne yaşandıysa şu anda Suriye’de

bunlardan

çok daha beterinin yaşandığını

söy-

şı yapılan ürünler satın alınarak İHH aracılığıyla Suriye’ye ulaştırılacağını ifade etti. Kardeşlerimiz için

yapılan

du-

ledi. Artık tarafı-

anın

mızı belirlememiz

İHH’nın hazırladığı,

gerektiğine vurgu

Suriye’den

yaparak Türkiye’nin Müslüman

kadınları-

nı sessizliklerini bozmaya

ardından, görün-

tüler içeren belgesel izlendi. Belgeselin ardından yoğun duygular yaşayan

davet etti. Gülden Sönmez’in çarpıcı

katılımcılar, bu faaliyet ile başlayan yardım

konuşmasının ardından, Araştırma ve Kültür

hareketinin içerisinde yer almak niyetiyle sa-

Vakfı’nın Suriye için “Elimden Gelen Elinde-

londan ayrıldılar. Programda büyük miktarda

dir!” şiarı ile başlattığı yardım kampanyası ve

maddi yardım toplanmasının yanı sıra, stant-

bilinçlendirme hareketinin yol haritası açık-

ta yer alan hayır kutusundan çıkan alyans,

landı. Konuşmayı yapan Şehadet Günhan,

her zaman infak edebileceğimiz bir şeyleri-

bilinçlendirme amacıyla pek çok üniversite-

miz olduğunu bir kez daha hatırlattı…

de eş zamanlı yapılması planlanan etkinlikOcak-fiubat’13 • 47


Mustafa Tekin’le islam Sosyolojisi Dersleri Tuğba ŞAHİN 20 Ekim’de Mustafa Tekin Hocamızın İslam sosyolojisi dersleri başlamıştı. İlk dersimize tevhidî bakış açısını hayatımızın bütününe yansıtmanın önemiyle başladık. Sonraki haftalarda mahremiyetle ilgili değerlerin kaybolmasından, aile kavramından ve İslam toplumunda kadının yeri ve değerinden bahsettik. İlerleyen derslerde “İslam dünyası niçin geri kaldı?” sorusuna yönelerek, yeni bir dünya kurabilmek için hiç değilse tasavvuru için dine yönelmek gerektiğini, Kuran’ı Kerim’in salt bilgi olmadığını ve sözümüzün güçlü olması

için Kuran’ı Kerim’e dayana-

nabileceğiydi. Değişimi gör-

rak söz söylemek gerektiği

memiz ve anlamamız gerek-

hususları üzerinde duruldu.

tiğini, gelenek ve yenilenme

Şekil ve içeriğin önemiyle ilgili

bizim İslam düşüncesinin reel

olarak unutulmaması gereken

iki başlığıdır.

bir husus “şekil”in ancak ruh

Derslere dair sözün özü ve

ile birlikteliğinde anlam kaza-

belki mottosu sayılabilecek sözlerden biri: “Bir düşünce, kendini oturtacak gelenek bulunmazsa gelecek de bulamaz.” Bu minval üzere bir geleneğe yaslanmamız doğrudur ama geleneği geliştirip yenilemek lazım. Değişimi iyi okuyacağız ve İslam’ı o değişim üzerinden anlatacağız. Mustafa Tekin Hoca’nın seminerleri bu başlıklar çerçevesinde beş hafta boyunca devam etti.

48 • Ocak-fiubat’13


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.