Selamun Aleyküm Arkadaşlar, Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ali Tarık PARLAKIŞIK Betül BABACAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Furkan YAMAN Mahmut Erkam ŞAHİN Muhammed TUTKUN Rumeysa Firdevs BULUT Sabâhat BOYNUKALIN Talha İNANÇ Uğur DEMİREL Usame SARIYAŞAR Zeynep TOPUZ Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah KELEŞ Ali Murtaza KAYA Ayşegül AÇIKEL KOÇOĞLU Dücane DEMİRTAŞ Ebrar DOĞAN Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU Melike YURT Mustafa TOLGA Nesibe KANUNİ Orhan ÖZER Şükrü KABA Yusuf TALHA Zeynep SAÇAN Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr
Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
B
u yılın son sayısında, yıllardır Müslümanların gündeminde yer tutan ve hakkında kronikleşen tartışmalar yapılan bir konuyu ele alıyoruz: “tesettür”. Çoğu kişi tesettürü sadece kadına mahsus bir kavram gibi algılarken, kimileri bir adım daha ileri gidip sadece kadının başörtüsüne kadar indirgiyor. Üzerine okuduğumuz, yazdığımız, dinlediğimiz onca şeye rağmen yaşantılarımızda tesettürümüzün hakkını verebilmek adına gereken dirayeti gösteremiyoruz maalesef. Bu noktadan yola çıkarak, özellikle kıyafet ve yeme-içme üzerinden kişilere bir imaj vaad eden tüketim kültürüne karşı sağlam durabilmek ve tesettürü dahi moda unsuru olarak ele alan zihniyetin etkisini bertaraf edebilmek için asıl kaynaklarımıza dönüp konuyu geniş bir şekilde ele almayı amaçladık.
Tesettürü kavramsal açıdan inceleyen, tarihçesini anlatan, erkeğin ve kadının bu konuda ayrı ayrı dikkat etmesi gereken hususları belirten birçok yazıyla konuyu farklı alt başlıklarda mercek altına aldık. Gündem sayfasında ise geçtiğimiz ayın en çok konuşulan meselelerinden olan ve Taksim’de kutlanmasına izin verilmeyen 1 Mayıs Emekçi Bayramı’nın tarihsel sürecine dair bir yazı yer alıyor. Gündemin bir diğer önemli konusu olan akil adamlar meselesi de gazetecilerin, akademisyenlerin kısa kısa demeçlerinin derlenmesiyle oluşan Basından Yansıyanlar bölümünde incelendi. Bunların yanı sıra, çeşitli konular üzerine denemeler, kültür-sanat, şiir, İslami kavramlar bölümleri de ilerleyen sayfalarda yer almakta. Mayıs-Haziran sayısı ile bu dönemi sonlandırıyoruz. Hem kendimizi geliştirmek adına araştırmalar yapmak, okumak, yazmak, çizmek; hem bildiklerimizi aktarmak adına bir mecra olarak gördüğümüz dergimizle inşaAllah faydalı işlere vesile olabilmişizdir. Son olarak, yaz aylarına girdiğimiz şu günlerde hem Ramazan’ı hem yaz tatilini daha bereketli geçirebilmek adına iki duyurumuz var. Araştırma ve Kültür Vakfı’nda 17 Haziran-26 Temmuz arasında, ilköğretim çağındaki öğrencilere yönelik Salıncak Çocuk Kulübü Yaz Okulu’na; 15 Haziran-29 Haziran arasında lise ve üniversite öğrencilerine yönelik Çanakkale Yaz Kampı’na sizleri, kardeşlerinizi ve yakınlarınızı davet ediyoruz. Bir sonraki sayımızla Eylül’de tekrar görüşebilmek duasıyla… Allah’a emanet olun.
May›s-Haziran’13 • 1
Mayıs-Haziran 2013 • Sayı 81 • Yıl 11
04
TESETTÜRÜN TARİHÇESİ
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR
08
FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
DÜCANE DEMİRTAŞ
TESETTÜR M. YUSUF MAHİTAPOĞLU
22
30
Türkıye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a Kısa Bir BakıS BETÜL BABACAN
TARİH ALGISI ADIMLARI MUSTAFA TOLGA
2 • May›s-Haziran’13
26 Tesettürün Tarihçesi/ Dücane Demirtaş.............................................. 4 Başörtüm Bayrak mıdır?/ Nesibe Kanuni........................................ 8 Tam Teşekküllü İslam Toplumu için/ Zeynep Saçan........................10 Ne Kaybederiz, Ne Kazanırız?/ Ebrar Doğan...................................12 Tesettür Başı mı Örter?/ Ayşegül Açıkel Koçoğlu...............................14 Şimdi Örtünme Zamanı/ Yusuf Talha............................................16 Örtünemediğimiz Örtü, Takvasız Tesettür/ Ali Murtaza Kaya.........18 İslami Kavramlar/Tesettür/ M. Yusuf Mahitapoğlu......................20 Türkiye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a Kısa Bir Bakış/ Betül Babacan...22 Siyer ve Ufuk/ Erkam Şahin.........................................................24 Modern Dünyada İnsan Onuruna Karşı İşlenen Suçlar/ Orhan Özer................26 Çağın Tefekkürü/ Abdullah Keleş.................................................................28 Tarih Algısı/ Mustafa Tolga.........................................................................30 Basından Yansıyanlar/ Burak Kalpaklıoğlu...................................................32 İbn Haldun’un Tarih Anlayışı Bağlamında Toplumsal Değişim Kodlarını Çözümlemek/ Şükrü Kaba............................................................................34 Tahlil / “Hilafet’i Kurtarmaktan ‘Kendimizi’ Kurtarmaya”/ Ali Tarık Parlakışık............................................................................36 Kültür Sanat / Melike Yurt ........................................38 Şiir/ Okumuş Bir İşçi Soruyor/ Bertolt Breccht...40
May›s-Haziran’13 • 3
a
karantin
TESETTÜRÜN TARİHÇESİ DÜCANE DEMİRTAŞ
S
özlük anlamı olarak “setera”; bir nesneyi örtmek, kapamak veya gizlemek anlamına gelir. Birazdan inceleyeceğimiz bu kelime tarih boyunca farklı şekillerde ve anlamlarda kullanılıp geliştirilmiştir. Ayrıca setera kökünden türeyen “tesettür” (örtünme) kavramının da coğrafya genel dayanak olmak üzere her toplumda farklı kökenleri olduğu gözüküyor. Antik Yunan, Antik Mısır, Mezopotamya, Kadim Çin, Fars, Hindistan ve Japonya da örtünmenin bambaşka zeminlerdeki kullanılışını görüyoruz. Özellikle sosyal statü, ekonomik konum, coğrafya ve din örtünmenin temel menşeilerini oluştururlar. Eski Türklerde kadının sosyal statüsüne göre hazırlanan başlıklar ve hotuzlarla başlarını süslediklerini ve bu örtünün Orta Asya’dan Mançurya’ya kadar yaygın olduğunu söylüyor ünlü Macar tarihçi Zolten Gombecz. Bunun dışında bu coğrafyada örtü iklim şartlarının hayatı etkilerinden korunmak için de kullanılırdı. Ayrıca Heraklit Antik Yunan ve Mısır’da yaşayan kadınların örtünmesini bize şöyle anlatıyor: “Giysilerinin başına gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün tümü peçeyle örtünmüş gibi gözükür. Zira sadece gözler ortada kalır, yüzün diğer kısmıysa örtünün diğer parçasıyla örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz elbise giyerler.” Ve Antik Yunan’da başı örten örtünün Bereket Tanrıçası Demeter ve Zeus’un eşi Hera’nın da özel simgesiydi. Örtünme Kadim Hindistan’ın birçok kesiminde de kutsaldır. Özellikle kuzey Hindistan’da kurulan Sih dini de örtünmeyi
4 • May›s-Haziran’13
kutsal sayar ve Tanrı’nın yaratma eylemine saygı uzaklaştırılan, yaratılışı itibariyle güçsüz, zayıf ve duyduklarından saçlarını kesmeyip örtüyle örter- muhtaç olmasından dolayı kullanılan bir meta haler. Bunun yanında Hindistan’da türban kadın- line getiriliyor. Kont Gabirenu Fars medeniyetinin, erkek kişilerin sınıfları, kastları, meslekleri veya kadını neredeyse ölü bir varlık olarak addettiğini dinsel mensubiyetlerini belirtmek için kullanılan yazar. Yine Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kadınlara bir kimlik işaretidir. Yine Sahra Çölü’nde yaşayan yönelik emredilen hususlar, ona karşı ne derece göçebeler taktıkları türbanı bir kimlik haline getir- aşırılığa varıldığının ispatıdır. Örtünmenin kadınlar mişlerdir. Modernizasyon öncesi Çin, Çin Hindi ve için bir başkaları tarafından dışlanmış statü haline Japonya erkekleri ve kadınları dinsel ve kimliksel getirilmesi özellikle Pavlus Hıristiyanlığının genel nedenlerle türban takmışlardır. Örneğin Çin’de sa- özelliğidir diyebiliriz. Birçok etken olmasına karşın örtünmede bize yısız köylü isyanlarından bir olan Jang Jue isyanına göre en önemli etkenin coğkatılanların taktıkları sarı türbanlardan dolayı bu rafya ve din olduğunu söyleayaklanma tarihe “Sarı Türyebiliriz. Kültür, gelenekler, ban İsyanı” olarak geçmiştir. Biz Müslümanların bu sorusosyal, siyasi şartlar daha Kadim Mezopotamya’nın yu tek tek kendimize sorup, sonraki nedenleri oluşturdukörtünme geleneğini “devlet gerçek bilginin tek kaynağı ları açıktır. Fakat ilginç olan fahişeliği”ne bağlayan Sümeolan Kuranı Kerim’in süzşudur ki; nedenleri birbirinrolog Muazzez Çığ’ın aksine gecinden geçirip, Kuran-ı den ayırmak ve zıtlıkları çatışAnn Chamberlin MezopoKerim’in öğretisinde bir manın sebebi olarak görmek tamya örtüsünün “hürriyet ve peygamber tasavvurumuzun Batı aklının muhakeme tarzıözgürlüğün kimliği” olduğunu olması gerekir. Aksi takdır. Bizse en önemlisinden en söyler. Hammurabi meşhur yadirde “hocaların, âlimlerin, kuytusuna kadar tüm sebepsalarında “örtüyü” özgürlüğün bilgelerin, ilim adamlarının, leri “parçalanamaz nedenin kimliği olarak belirler. Bunun kitapların” belirlediği bir parçaları” olarak görüyoruz. yanında Hititler ve İslam’dan Peygamber tasavvuruna saÖzellikle dini olarak konu300-400 yıl önce Kuzey yu ele alırsak Allah’ın coğrafi, Arabistan’da da örtünün kullahip oluruz. Bu da bizi eksik, nıldığı Palmyra ve Anadolu’daki yanlış, yamuk bir Peygam- sosyal, siyasi, ekonomik şartkalıntılardan ortaya çıkmıştır. ber tasavvuruyla yaşama- larla beraber gerekçelerini de göz önünde tutarak insanlara Anaerkil toplumlardan ataermız anlamına gelir. yol göstereceği kuşkusuz. Bu kil toplumlara geçiş sürecinde yüzden her sebep birbirine ekonomik ve sosyal üstünlüğünü kaybeden Kadim Fars kadını Daryus’tan son- bağlı olarak gerçekleşmekte… Sıcak ve soğuk coğrafyalarda insanların türbara örtünmeyi statü kimliği olarak kullandı. Japon mitolojisi de öyle gösteriyor ki ataerkil egemenlik nı bir gereksinim olarak kullandığı bunun yanında örtünün mahiyetini tıpkı İran’da olduğu gibi bam- onun statü ve kimlik belirlenmesinde bir araç oldubaşka bir boyuta bürünmesine yol açmıştır. Hıris- ğunda kuşku yok. Ayrıca her toplumun egemen tiyanlık ve Yahudilikte de sosyal dengede gücünü anlayışlarının değişiminde sosyal; yaşayış biçimleyitiren kadının örtünmeyle dar bir profil çizilmeye rinden kurumsallaşmalarına değin de siyasi olarak çalışıldığı örtünme şekliyle açıkça ortada. Öyle ki farklı bir konuma sahip tesettür bize dünden kaneredeyse tüm toplumlarda başlangıçta annelik lan ortak, evrensel bir gelenektir. Ve bu gelenek yapısı, sevgisi ve şefkatiyle Tanrı’nın kutsalı olarak sadece Avrupa’da egzotik bir amaçla bağdaştırılgörülen kadın daha sonra toplum dengesinden maktadır.
May›s-Haziran’13 • 5
a
karantin
Kutsal kitaplarda örtünme olayı ilk utanma duygusuyla başlar. “Adem de karısı da çıplaktılar; henüz utanç nedir bilmiyorlardı… İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yapraklarını dikip kendilerine önlük yaptılar” (Tevrat 3/7) Dinler tarihi bize utanma duygusuyla örtünme kabiliyetinin anlam bulup geliştiğini açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki insan artık sadece güneşten ve zararlı şeylerden korunmak ya da üşümemek için değil inandığı şeyler uğruna da vücudunu örtüyor. Bununla beraber tesettürün tam manası bütün olarak insanın varoluşuna dair olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o sadece dini değil diğer etkenlere de bağlıdır. İslami literatürde tesettür kavramı, çelişkiler içinde 1000 yıldan fazla süren bir tartışmanın konusudur. İlk olarak şunu söyleyebiliriz ki alimlerin çoğuna göre Cahilliye döneminde Arap kadınları enselerine bağladıkları ya da arkalarına saldıkları başörtüyü takarlardı. Ama örtü gerdanlarını ve diğer taraflarını gizlemezdi. Aynı zamanda diğer toplumlarda yaygın olduğu gibi bu şekilde örtünmenin hür-köle ayrımının sembolü olduğu biliniyordu. Bunun yan sıra eski Arap kadınlarını başka şekilde düşünmek iklim şartlarına göre facia ile sonuçlanırdı. Çünkü bu sıcaklıkta hayatta kalmak için örtü bir gereksinimdi. Peygambere gelen vahiyle muhtevası değiştirilip yeniden anlam kazanan örtünme daha sonra bir çok müfessir ve alimin bugün bile ayrılık noktası olmuştur. Bazıları ayette kapatılacak yerin baş değil göğüs olduğunu, Arapçada kadınların başlarına örttükleri şeyin özel adının “hımar” değil “mikne’a” olduğunu ve eğer Allah’ın başörtüsü demek isteseydi “hımarrürres” gibi vurgularla konuyu açıklayabileceğini savunmuştur. Bunun 6 • May›s-Haziran’13
yanında bazı alimlerse etimolojik köken olarak örtünmenin Arapça en az 8 anlamı olduğunu, başörtüsü kelimesinin yalnızca “mikne’a” ya da “nasıyf” sözcükleriyle ifade edilmediğini ortaya koyarlar. İslamoğlu “hımar” sözcüğünün lügat olarak başla ilgili olduğunu içkiye de aklı örttüğü için aynı kökten “hamr” dendiğini söyler ve Arapça örtü analmına gelen sekiz sözcüğü saydıktan sonra şöyle sorar: “Yukarıda Arapçada kullanılan tüm örtü isimleri sıralanmıştır. Hiç birinin içinde “baş” yoktur buna gerek de yoktur. Türkçede de bu böyledir: yazma, atkı, bürgü, bürümcek, çarşaf, çar, eşarp, tülbent… bunların tümü “bacağı” değil “başı” örter fakat içinde baş geçmez”. Bayındır ve Karaman gibi alimler de “hımar” kelimesinin anlamına dair aynı görüştedirler. Bunun yanı sıra bir diğer tartışma konusu ise örtünmenin sınırları ve muhtevası ile ilgilidir. Peygamberden sonra yeni coğrafyalarla birlikte “örtünme”de değişiklik olduğu açıktır. Bazı tarihçiler çarşafın İspanyol rahibelerinden Endülüs aracılığı ile Abbasiler’e geçtiğini daha sonrada toplumda yer edindiğini söyler. Bizans ve özellikle Fars kültürü örtünme üzerinde etkili olmuştur. Bu etkiler İslam toplumunda görüş ayrılıklarına yol açmış; bazı yorumcular kadının bedeninin tamamını süs olarak görüp elleri ve yüzü ve hatta bazıları gözleri haricinde tüm bedeninin örtülmesi gerektiğini savunmuşlardır. Buna karşın bazıları da örtünmenin sadece soyut ve ahlaki ilkelerle ilişkili olduğunu ileri sürmüştür. Elmalılı ve Mevdudi örtünün el ve yüz haricinde tüm bedeni kaplaması gerektiğini söylerken bazı alimler de bu görüşlerin insan fıtratına ait doğal sınırlara karşı aşırılık olarak addetmişlerdir. Daha önce de değindiğimiz gibi bu yorumların farklılığının ve genelde birbirlerini yok saymalarının sebebi diğer
Peygamberin vefatıyla sevgi, merhamet ve adalet duygusuna dayanan anaerkil toplum yapısı güç ve kuvvet dengesine dayanan ataerkil yapısına yani Cahilliye’deki konumuna geri dönmüştür. Dinin kurumsallaşıp bir çok dinamiğini kaybetmesiyle beraber kadının konumunu ve statüsünü belirleyen misyon, sadece atalardan kalan gelenek ve örf üzerine inşa edilmeye devam edildi. Daha önce gördüğümüz şuydu ki vahiy bu ikisi arasındaki dengenin adıydı ama bu bakış açısından uzaklaşmak kadına yönelik yaklaşımı da değiştirdi. toplumlarda görüldüğü gibi İslam toplumunda da değişen dinamikler nedeniyle olmuştur. Peygamberin vefatıyla sevgi, merhamet ve adalet duygusuna dayanan anaerkil toplum yapısı güç ve kuvvet dengesine dayanan ataerkil yapısına yani Cahilliye’deki konumuna geri dönmüştür. Dinin kurumsallaşıp bir çok dinamiğini kaybetmesiyle beraber kadının konumunu ve statüsünü belirleyen misyon, sadece atalardan kalan gelenek ve örf üzerine inşa edilmeye devam edildi. Daha önce gördüğümüz şuydu ki vahiy bu ikisi arasındaki dengenin adıydı ama bu bakış açısından uzaklaşmak kadına yönelik yaklaşımı da değiştirdi. İkinci kırılma noktası peygamberin farklı coğrafyalar ve medeniyetlere karşı dinamik ve şartlar göre konum değiştiren, uyum sağlayıp düzen bulan vizyonunun kör bir taasubla kaybedilmesiydi. Bu da kaçınılmaz olarak diğer uygarlıklara karşı bizleri açık hedef kılmıştı. Antik çağlardan süre gelen kadının sadece bir meta olarak algılanılıp değersizleştirildiği uygarlıkların açık hedefi olmak İslam müfessir ve alimlerini kadının konumu hakkında tereddütlere sevk etmişti. Will Dourant ve birçok tarihçi İslam’da kadının konumunun fetihlerle başlayan bu tereddütle değiştiğini söyler.
Kuran’ın genel ilkesi olarak, bir şeyin kesinlikle bir gerekçeye bağlanması başörtüsü içinde geçerlidir. Nahl 80-81 fiziksel gereksinimleri verirken, Nur 31 sosyal bir gereksinimdir, Araf 59’da verilense insanın varoluşuyla ilgili bir diğer gerekçedir. Mutahhari örtünmenin daha önce de var olduğunu söylerek İslam’ın sadece onun muhtevasını ve işlevini değiştirdiğini ifade eder. Artık örtünme anlamlı ve bilinçli yapılan bir utanma kaygısına sahip, arınmak isteyen insanların eylemine dönüşmüştür. Örtünmenin portresini Prof. Dr. Mehmet Aydın şöyle tarif eder: “İslam dairesinde tesettürün şekil ve miktarı coğrafya ve kültür tarafından belirlenir.” Dünden bugüne farklı uygarlık ve coğrafyalarda işlenmesinden anladığımız şudur ki; tesettür (örtünme) Allah’ın çok boyutlu kimlik belirleme aracı olarak kullandığı; dış etkenler kültür, gelenek ve coğrafyayı göz önünde bulundurarak insan onuruna sahip çıktığı kadın-erkek ayrımı yapmaksızın üzerimize örttüğü bir varlık örtüsüdür. KAYNAKÇA 1. Tesettür Yazıları-M.İslamoğlu 2. Tevrat Yaratılış 2/5 3. Soner Yalçın Hürriyet Makaleler 4. “Ortadoğu’da Örtünmenin Kısa Tarihi - Aynadaki Peçe” Ann Chamberlin 5. Mutahhari-İslam’da Hicab 6. Tebyinulkuran 7. Müfredat-Rağıp el İsfahani
May›s-Haziran’13 • 7
a
karantin
BAŞÖRTÜM BAYRAK MIDIR? NESİBE KANUNİ
C
umhuriyet sonrası inkılaplar ve yeniliklerle birlikte dine karşı da bir çeşit savaş başlatılmıştır. Ezanın bile türkçe okutulmasına varan bu süreçte toplum mümkün olduğunca dinden uzaklaştırılmış, ahlaki değerlerin yozlaşması için Fransa’dan kopya edilen pek çok alışkanlık bireylere kazandırılmaya çalışılmış ve kişiler batılı yaşam tarzına özendirilmiştir. 50’ler sonrasında ise bir öze dönüş hareketi başlamış, okuma yazma oranı artmaya başlamış ve çevrilen kitaplar rağbet görmüştür. Bununla birlikte bilinç kazanan müslümanlar ellerinden alınan değerleri yeniden edinmeye başlamışlar ve devam eden yıllarda kendi isteğiyle ve şuurlu bir şekilde tesettüre giren bir kitle oluşmuştur. Her bilinçli duruşun karşısında olduğu gibi tesettürlü kişilerin de karşısında baskıcı güçlerin belirmesi uzun sürmemiş ve 60’lı yıllardan itibaren öğrencisinin başından örtüsünü çeken okul müdürleri gibi profiller belirmiştir. En son 28 Şubat postmodern darbesi diyebileceğimiz muhtırayla birlikte yeni bir döneme giren başörtüsü yasağı şimdilerde fırtınadan kurtulup kendini sakin sulara bırakmış durumdadır. Zaten bir yasaya dayanmayan yasak, yine şifahi olarak bir çözüme kavuşmuş ve adeta yeni bir müdahaleye dek teskin edilmiştir. Bizler Türkiye’de adına başörtüsü/türban yasağı denilen bir problemle uzun zamandır muhata-
8 • May›s-Haziran’13
bız ve savaş veriyoruz. Hepimizin muhakkak bir yakınına veya bizzat kendisine isabet etmiş olan yasak her bir bireyde farklı etkiler oluşturdu. Kimimiz pes edip, kimimiz mücadeleyi sürdürüp, kimimiz de farklı yollar bularak ama hepimiz unutmaya çalışarak bir çözüm geliştirmeye çalıştık. Bu arada medyanın ve hukuk literatürünün de yönlendirmesiyle varolan durum “tesettür” değil “başörtüsü” yasağı olarak zihinlerimize yerleşti. Aldığımız dini eğitim bize tam bir örtüyü, baştan aşağıya bir tesettürü emrediyordu. Annelerimizin, teyzelerimizin yirmi yıl önceki fotoğraflarına bakarsak onlarda başörtüsüne değil tesettürünün tamamına tutunan bir mücadele anlayışı görebiliriz. Fakat okul yönetimleri, müdürler, şefler, amirler bizden öncelikle pardesümüzü değil başörtümüzü çıkarmamızı istediler. Kamu kurumlarında aslonan yüzün açıkça kulaklarla birlikte görülmesiydi. Baştaki örtünün tanınırlığı azalttığına, belli bir fikri aşıladığına, çocukları yönlendirdiğine dair tezler ortaya atılarak bu örtünün çıkarılmasının elzem olduğu laik çevrelerde ortak kanaat halini aldı. Uzun süren mücadeleler çoğunlukla davaları yıpratır. Bunu çok iyi bilen diktatörler ve diktatör zihniyetler de aynı zorbalığı pişirip pişirip tekrar önümüze koyarlar. Bazen de savaşı o kadar uzun tutarlar ki mücadele eden kişiler zihnen de bedenen de yıpranmış olurlar. Başörtüsü yasağı da Türkiye’de her on yılda bir tekrarlanan ve aslında
hiç bitmeyen bir sorun haline geldi. Kendileri bu yasak yüzünden çok sıkıntı çekmiş olan anneler aynı sorunun kızları tarafından yaşanmasını istemediler ve onların kendileri kadar katı bir tesettür ölçüsü içinde olmalarını istemediler. Babalar başlarının açılmasını göze alarak okullara yolladılar hatta istemezlerse baskı kurdular. Neticesinde okumuş, kendini yetiştirmiş ama tesettür algısı sadece başörtüsüyle sınırlı kalmış kimi bireyler ortaya çıktı. Yasağı koymuş olan kişilerin hedeflerinden biri de tesettürü küçültüp tek bir alana hapsetmekti
de liberal çağın olmazsa olmazı olarak karakterimiz haline geldi. Bu noktada başörtüsü davası ismini verdiğimiz mücadelenin nasıl bir yol izlediğini, nereye yöneldiğini izlememiz ve yanlış bir mecraya yönelmesi durumunda müdahale etmemiz müslüman olarak en büyük sorumluluklarımızdan biridir. Bizler çok kısa olan dünya hayatı içinde yaptığımız zerre kadar iyiliğin ve kötülüğün hesabını verecekken dava edindiğimiz bir meselenin samimiyeti konusunda vereceğimiz hesap elbette daha zor olacaktır. Ya-
ve belli ölçüde amaçlarına ulaşşadığımız çağdan ve başımıza Bu noktada başörtüsü mış oldular. gelenlerden sorumluyuz. Öncedavası ismini verdiğimiz Başörtüsü bir bayrak oldu ve kilerin günahlarını ve hatalarını mücadelenin nasıl bir yol bayrak haline geldi evet. Başöreleştirmek bizi iyi bir noktaya izlediğini, nereye yöneltüsüne methiyeler yazıldı, şarkıtaşımaz. Bize düşen geçmişten lar/şiirler okundu, eylemler yaibret almak ve ihlasımızı bu dödiğini izlememiz ve yanpıldı, imzalar toplandı hatta bu nemde nasıl sağlarız onun hesalış bir mecraya yönelmeuğurda hapse girenler oldu. Bir bını yapmaktır. Bir bozulmalar si durumunda müdahale dönemin en büyük mücadelesi çağını yaşıyorsak da çevremizetmemiz müslüman olabaşörtüsü yasağına karşı savaş deki iyi örnekleri birer birer kayrak en büyük sorumluaçmaktı. Ama zamanla başörtübediyorsak da Allah muhakkak luklarımızdan biridir. sünün kendisi mi bizim mücadedinine sahip çıkacak bir grubu le amacımız haline geldi yoksa bulunduracaktır. Kur’an-ı Kerim tesettür için topyekun bir savaş yol göstericimiz olduğu sürece mı verdik bu tartışılabilir. Bu yasağın delinmesini davalar şekil ve isim değiştirir fakat müslümanın ve müslümanların hür olmasını isteyen, sadece ve tavrı hep dimdik durmak şeklinde olacaktır. Başörsadece bunun için çabalayan, hala eylemler yapan tüsünün bir bayrak olarak görülmesi Rabbimizin bir kesimin varlığı inkar edilemez. Fakat çoğumuz emirlerinden sadece bir cüz’ü ele alıp diğerlerini için tam bir müslüman olmanın, Allah’ın dinine geri plana itmek olur. Başörtümüze nasıl sahip yaraşır bir mü’mine olmanın temel gereklerinden çıkmak için çabalayacaksak tüm tesettürümüz, biri olan tesettür, başımızda durması gereken namazımız, inancımız, tevhid anlayışımız için de ama rengine şekline desenine kimsenin karışma- aynı çabayı göstermeliyiz. Ve eğer tesettürümüze masını istediğimiz bir eşya durumuna geldi. Te- sahip çıkmayı dava ediniyorsak bunu hakkıyla yemelde Allah’ın örtünmemizi emretmesi ve buna rine getirip onu layıkıyla üzerimizde taşımak için müdahale edilmesine verdiğimiz tepki başörtülü nefsimizi yenerek bir mücadele içine girmeliyiz. olarak varolmak, kariyer yapmak, aşağılanmamak Dünyaya ait kurallar, kanunlar, moda ve markanoktasına gelip yerleşti. Müslümanlar olarak birbi- lar, kişilerin yorumları, bakışları muhakkak geçicirimize müdahale etmemek, uyarmamak geleneği dir. Kalıcı olan sadece yaptığımız hayırlı amellerdir.
May›s-Haziran’13 • 9
a
karantin
Tam Teşekküllü İslam Toplumu için Tam Tesettürlü Erkekler Aranıyor!!! ZEYNEP SAÇAN
Y
ıllarca süren baskılar, zulümler ve mücadelelerden dolayı tesettür denilince akla ilk gelen kadın oluyor. Daha genel olarak da toplum, tesettür eşittir başörtüsü olarak algılamakta.
Tesettür kelime anlamı olarak örtünme, örtme demektir ve kadın erkek tüm insanların fıtratında/tabiatında olan bir özelliktir. Araf suresi 26. ayette Allah; “Ey Âdemoğulları! Size hem çıplaklığınızı örtmek hem de zarafet ve güzellik aracı olmak üzere giysi bahşettik.” demektedir. Dolayısıyla örtünme/giyinme medeni olarak yaratılan insanla başlayan bir eylemdir. Örtünmenin sınırlarını, kadın için Nur suresi 31. ve Ahzab suresi 59. ayetten ve hadislerden; erkek içinse bu sınırları sadece hadislerden öğrenmekteyiz. Hz. Peygamber “Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır.” ve “Bir kimse erkeğin göbeği ile diz kapağı
10 • May›s-Haziran’13
üstünde kalan yerine bakmasın.” demektedir. Burada örtünmesi istenen yer, aslında namaz için bir alt sınırdır, yoksa toplumda böyle dolaşılabilir anlamında değildir. Hadisten şunu da çıkartabiliriz erkek en azından bu sınırların tesettürüne özen göstermelidir. Bilirsiniz, kadının tesettürünün tam olabilmesi için elbisede aranan şartlar şöyle sıralanır: “Elbise örtünmesi gereken yerleri örtmeli, vücut hatlarını belli etmemeli, teni gösterecek şekilde ince olmamalı ve karşı cinsi tahrik edici olmamalıdır.” Bu şartlar aslında kadın erkek her ikisinin de elbiseleri için geçerlidir. Peki, bu şartlara uygun giyinen kaç Müslüman erkek tanıyorsunuz? Yukarıda erkek için örtülmesi gereken asgari yeri söylemiştik. En azından pantolonlarının bu şartları taşıması gerekmez mi? Aslında tesettür önce bakışla alakalıdır, bakılan şeyle değil. Nur suresi 30. ayette, önce erkeklerden, dikkatinizi çekiyorum önce erkeklerden gözlerindeki şehvet içerikli bakışlara engel olmaları ve iffetlerini korumaları istenir. Sonra kadınların da aynı şekildeki bakışlarını engelleyip iffetlerini korumaları ve başörtülerini amacına uygun takmaları istenir. Malum erkeğin bakışındaki şehvet unsuru kadından daha fazladır. Bunu engellemeye belki de bir destek olması amacıyla kadından önce başlarını örtmeleri, daha sonra da Ahzab suresi
Aslında tesettür önce bakışla alakalıdır, bakılan şeyle değil. Nur suresi 30. ayette, önce erkeklerden, dikkatinizi çekiyorum önce erkeklerden gözlerindeki şehvet içerikli bakışlara engel olmaları ve iffetlerini korumaları istenir. Sonra kadınların da aynı şekildeki bakışlarını engelleyip iffetlerini korumaları ve başörtülerini amacına uygun takmaları istenir.
59. ayetle bildirildiği üzere dışarı çıktıklarında üzerlerini örten bir dış kıyafet giymeleri istenir. Bu, toplumda kadın-erkek ilişkilerinin sağlıklı bir zeminde, cinsellikleri istismar edilmeden, düşünce/fikir bazında sürdürülebilmesi içindir. Ayrıca Nur suresi 31. ayette kadınların güzellikleri/süsleri fark edilsin diye ayaklarını vurarak yürümemeleri istenir. Ayetten karşı cinsin dikkatini çekmek, onu tahrik etmek için çaba sarf etmemelerini de anlayabiliriz. Ayet kadınlardan bahseder ama erkekleri de kapsamaz mı? Karşı cinsin dikkatini çekmek/fark edilmek için şekilden şekle giren erkekler, kadınların engellemesi istenen bakışlarını celbetmiyorlar mı? Ayette geçen “fark edilmek için” ifadesinin kapsamına konuşma, bakma, gülme, oturup kalkma, yeme-içme, günlük aktiviteler vs. girmez mi? Karşı cinsi gördüğünüzde bu davranışlarınızda bir değişiklik, karşı tarafı etkileme niyeti varsa bunu fark edilmek için yapıyorsunuz, dolayısıyla tesettürünüzde bir problem var demektir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye hitaben “Ey Ali! Yabancı bir kadına peş peşe bakıp durma. Zira zaruri olan ilk bakış sana helaldir, sonraki değil.” demektedir. Başka bir hadiste Hz. Peygamber “Yollarda oturmaktan mümkün mertebe kaçı-
nın. İşi icabı yollarda oturmak durumunda olanlarda yolun hakkını versin. Yolun hakkı gözü harama bakmaktan korumak, eziyet veren şeyleri ortadan kaldırmak, selamlaşmak ve iyiliği emredip kötülüklere engel olmak.” demektedir. Başka bir hadisinde de Hz. Peygamber erkeklere hitaben “Sizler iffetli olursanız kadınlarınız da iffetli olur.” demektedir. (İffet; haramdan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak demektir.) Bu hadisten hareketle toplumun ıslahında siz erkeklere çok büyük görev düşüyor. Sizler engellemeniz istenen bakışlarınıza, engel olmaya çalışırsanız, kadınların giyimleri/tesettürleri de düzelecektir. Ve siz tesettürünüze dikkat ederseniz kadınların cinsel içerikli bakışlarını da engellemiş olacaksınız. Dolayısıyla toplumdaki kadın-erkek ilişkileri de sağlıklı bir zeminde ve her iki cinsin de cinselliği istismar edilmeden sürdürülebilir. Bakışların indirilmesi ile ilgili olan Nur suresi 30. ayetin devamında “İşte bu davranış onlar için en temiz olanıdır.” denilmektedir. Hadi o zaman temiz bir toplum için kadın-erkek tesettüre… May›s-Haziran’13 • 11
a
karantin
NE KAYBEDERİZ, NE KAZANIRIZ? EBRAR DOĞAN
G
örünür İslam’ın en net sembollerinden biri başörtülü kadınlar, özellikle de genç kızlar. Bugüne kadar ki kavgaların, tartışmaların, huzursuzlukların en büyük örnekleri başörtüsü üzerinde yaşandı, dolayısıyla başörtülü genç kızlar hedefti. Genç kızlar diyorum çünkü iktidar/rejim/sistem -adı her ne ise- muhatap olarak gençleri görüyordu. Belli bir yaşın üstündeki teyzelerin örtünmeleri, hele bir de GATA fiyongu (!) şeklindeyse hiçbir sorun teşkil etmiyordu. Tek dert başörtülü birinin genç olması ve örtüyü saçı gözükmeyecek şekilde takmasıydı. Başörtüsü ve başörtülü kadınlar, gençler sosyal hayatla barıştıkça, sistemle kavga eder oldular. Ve sistemin birincil dönüştürülmesi, değiştirilmesi gereken hedefi haline geldiler. Cumhuriyetin istediği kadın profiline uymadıkları için aşağılandılar, dışlandılar. Zamanın elimi değdi yoksa cumhuriyet kadını projesinin mi başarısı bilinmez ama Müslüman/dindar kesim ve başörtüsü modernleşmeye, eskiye göre daha “değişik” bir hal almaya başladı. Yasakların kalkması, başörtüsü üzerindeki tartışmaların azalmasıyla birlikte daha farklı mevzular, görüntüler gündeme geldi. Durum daha ironikleşti. Bardaki bir konsere alınmayan başörtülü kızın durumu elbette üniversiteye alınmayan bir kızın durumundan çok farklıydı. Ve bu farklılık neyi neden savunduğumuzu sorgulattı bizlere. Tesettürün anlamı üzerine tartışmaya başladık. Şimdi nasıl 12 • May›s-Haziran’13
savunacaktık ki başörtülü olduğu için“mağdur” olan, bara alınmayan kızı! Kimileri savundu meselenin ayrımcılık olduğunu söyledi, kimileri ne işi var başörtülü bir kızın içkili mekânda dedi. Bu değişim, en iyi başörtülükadınlarüzerindegözlemlendi. Onların kıyafetleri, hareketleri, gittikleri geldikleri yerler sorgulandı. Aynı yaşantıda, görüşteki bir erkeğin aynı mekânda bulunması kimsenin umurunda olmaz iken, başörtülü kızın alınmayışı gündem oluşturdu. Çünkü başörtüsü görünen bir şeydi ve göründüğünden çok anlamlar ihtiva ediyordu. Sadece bir “bez parçası” değildi. Allah kat’ında o bara giden dindar (!) kadının da erkeğin de durumu aynı gözükse de, insan/toplum nazarında sadece başörtülü kız konuşuluyordu. Şehirleşme ile beraber kılık kıyafetinin modernleşmesi, çizgilerinin değişmesi doğal bir sonuç. İnsanların vakit geçirmek-faydalı, faydasıziçin yeni sosyal ortamlar oluşturması da. Genç, okuyan, yazan bir kitlenin giyim kuşamı, gittiği geldiği yerler elbette kır/köy hayatıyla aynı olmayacak. Bu köyden kente geçişin ilk sancıları kılık kıyafette başladı. Tesettür yeniden yorumlanmaya çalışıldı. Artık, yasaklar kalktıkça, başörtüsü her yerde görünür oldukça, bazı dindarların bir “talebi, kavgası, mücadelesi” kalmadıkça, ve en önemlisi zenginleştikçe, tesettür moda unsuru oluverdi. Başörtülü gençler, tasarımcılar moda haftalarında boy gösterir oldu. Defileleri en önden izlemeye talip oldular.
Bugünlerde dikkatimi çeken bir görüntü de başörtülü genç kızların içkili mekânlarda “takılması”. Önceleri gözlerime inanamamış, mekânların (restoran, kafe, otel vb.) içkisiz olduğu yönünde hüsnü zanda bulunmuştum. Sosyal medyada, bloglarda rahatça fotoğraflarının yayılması da böyle mekânların reklamını sağlıyor. Ve maalesef harama da teşvik ediyor. Başörtülüler gidebiliyormuş, yadırganmıyormuş algısı oluşturuyor! Ve muallakta kalmış, güzel şeyler yemek, güzel kıyafetlerle şık kafelerde takılmak, dünyanın güzelliğini doyuncaya (!) kadar yaşamak isteyen ama bir yandan da vicdanı da el vermeyen genç Müslümanları tabiri caizse gaza getiriyor.
Adeta “ben böyleyim, ama karşımdakinin böyle olmasını istemem” dercesine davranışlarda bulunuluyor. Kuran bizlere kendine Müslümanlığı öğütlemiyor, kendimiz için istediğimizi mümin kardeşimizce istemedikçe hakiki imana varamayacağımızı söylüyor Peygamberimiz. Yani dönüştüren, değiştiren, kendisine bahşedilmiş, sunulmuş, lütfedilmiş hidayeti karşısındaki içinde isteyen bir inanan… Fakat günümüzdeki özgürlük, demokrasi atmosferi Müslümanları pasifleştiriyor. İmanın ve Kuran’ıngüzelliklerini sadece kendimize indirilmiş gibi yaşayıp, evlerimizin içlerine hapsediyoruz. Evlerimizin dışlarında, başlarımızda örtülerimiz olsa da, yıllarca eleştirdiğimiz, olmak istemediğimiz insanlar gibi yaşıyoruz. Onların gittikleri yerlere gidiyoruz, onların giyindikleri gibi giyiniyoruz, onların alışverişlerini taklit ediyoruz. Önümüzde örnek alınacak bir genç neslin olmamasından mı yoksa içimizde kalmış bastırılmış duyguların yansıması mı bilinmez başlarımızın örtüsü alındığında hiç bir farkımız kalmıyor. Kimliğimiz, inancımız sanki bir anda uçup gidiyor. Elbette kalpleri, niyetleri yalnız Allah bilir ama dışarıya verdiğimiz görüntü ve kimlere nasıl örnek olup olmadığımızdan da mesulüz. Bugünlerde dikkatimi çeken bir görüntü de başörtülü genç kızların içkili mekânlarda “takılması”. Önceleri gözlerime inanamamış, mekânların (restoran, kafe, otel vb.) içkisiz ol-
duğu yönünde hüsnü zanda bulunmuştum. Sosyal medyada, bloglarda rahatça fotoğraflarının yayılması da böyle mekânların reklamını sağlıyor. Ve maalesef harama da teşvik ediyor. Başörtülüler gidebiliyormuş, yadırganmıyormuş algısı oluşturuyor! Ve muallakta kalmış, güzel şeyler yemek, güzel kıyafetlerle şık kafelerde takılmak, dünyanın güzelliğini doyuncaya (!) kadar yaşamak isteyen ama bir yandan da vicdanı da el vermeyen genç Müslümanları tabiri caizse gaza getiriyor. Herkesin yaptığı kendine, günahı sevabı kendinedir deyip, işin içinden çıkılabilir. Ama bir Müslümanın isteyerek, bilerek, zorunluluk olmadan içkili bir mekanda oturması, yemesi, içmesi helal midir? Harama para kazandırması bir yana, yanındaki içki içen insandan rahatsız olmaması, dolayısıyla içkiden de rahatsız olmaması anlamına gelmez mi? İçkiyi yasaklayan ayet indiğinde, içkiler Medine sokaklarında seller gibi akmıştı. Çünkü biliniyor ve inanılıyordu ki Allah’ın yasakladığı şey iğrenilecek şeydir. İçkili mekânlara gitmesek, içkili marketlerden alışveriş yapmasak ne kaybederiz? Bilmem ne kafesindeki bilmem neyli pastayı tatmasak ne olur? Bilmem ne restorandaki yemeğin tadından mahrum kalsak? Deniz manzarasında yemesek yemeğimizi? Ne kaybederiz, ne kazanırız? May›s-Haziran’13 • 13
a
karantin
Tesettür Başı mı Örter? Ayşegül AÇIKEL KOÇOĞLU
Hızla üreten kapitalist dünya, hızla tüketen bir dünyadan beslenip dengesini buluyor. Hepimize dayatılan; tüketmemiz, daha çok tüketmemiz, tükettikçe yaşamımızın anlamlı hale geleceği, tüketmezsek hayattan “zevk” almayacağımız, hayata bakışımız bu algı üzerinden ince ince işleniyor.
M
addi zevklere, maddi hazlara odaklanmış bir hayatın peşinden koşuyoruz tüm insanlık. Daha çok şeye sahip olmaya doğru gider-
14 • May›s-Haziran’13
ken kapital dünyanın çarkları arasından kayıp giden de maneviyatımız oluyor. Bedenlerimizi daha çok giydirmeye, daha çok yedirmeye kurulu bu düzende aç kalan ruhlarımız, azalan manevi hazlarımız…
Oysa hayat biz müminler için kapitalizmi razı etmeye değil Rabbimizi razı etmeye, kul olmaya, hayatı ibadet şuuru ile geçirmeye ayarlı olmalıydı. Biz müminler, her işini Rabbinin rızası için yapanlar olmalıydık tıpkı ayette tarif edildiği gibi: “Şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım ve ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir!” (Enam Suresi-162)
Yaradan adına yapılan ibadet, Allah adına yaşamak, niyetin bu olması gerekirken ibadetin de Rabbimizin emrettiği şekliyle olması hepimizin bildiği temel esaslardır. Fakat değişen dünya algılarımız ibadetlerimizin niyetlerini, yapılma amaçlarını, yapılış şekillerini değiştirip dönüştürüyor. İbadetlerimizi ne için yapıyoruz, neden yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, bu sorular üzerinden ibadetlerimizi sorgulamak… Değişen dünyada ibadetlerimizden tesettür, örtünme de kapitalist ve seküler dünyadan nasibini almıştır. Niyetinde Rabbimizin rızası olan tesettüre nerden bakıyoruz artık, nasıl değerlendiriyoruz? Neydi örtü biz Müslümanlar için ne oldu! Örtünmenin maksadını Ahzab suresindeki ayeti kerime özetliyor “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanınmasını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.” (33/59). Müslüman kadın için örtüsü korunmasına sebep olan
bir kalkan ama nasıl bir örtü, yalnızca bedeni örten, başı örten bir örtü mü kadının tesettüründen hedeflenen? İmam Gazali’nin şu sözleri güzel cevap oluyor bu soruya; “Ahlak örtüsü olmayanı, başörtüsü dindar yapmaz”.
Ve pek tabi ki yalnız kadını ilgilendiren değil erkeği de ilgilendiren bir tesettür algısı, erkeklerin de belli şekilde örtünmelerine dikkat etmeleridir ki ayeti kerime de erkeğe de kadına da ayrı ayrı vurgu yaparak meseleyi ele alır : “İnanan erkeklere söyle: “Bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır. İnanan kadınlara da söyle: “Bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç… Ey müminler, topluca Allah’a tevbe edin ki felâha eresiniz.” (Nur suresi 30-31)
Kadının en güzel örtüsü; ahlakı, edebi, bedenini, güzelliğini yabancı nazarlardan koruması, gözlerine, sözlerine, duruşuna, oturuşuna, haline,
tavrına yansıyan bir tesettür anlayışı… Ve pek tabi ki yalnız kadını ilgilendiren değil erkeği de ilgilendiren bir tesettür algısı, erkeklerin de belli şekilde örtünmelerine dikkat etmeleridir ki ayeti kerime de erkeğe de kadına da ayrı ayrı vurgu yaparak meseleyi ele alır : “İnanan erkeklere söyle: “Bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır. İnanan kadınlara da söyle: “Bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç… Ey müminler, topluca Allah’a tevbe edin ki felâha eresiniz.” (Nur suresi, 30-31) Tüm bunlardan yola çıkarak “Maddi güzelliği değil Müslümanca bir kimliği öne çıkaran, örtü nasıl olmalı?” bunun üzerine düşünmek hepimize düşen belki… Örtümüz tüm kodlarımızın bir ifadesi, kimliğimiz, edebimiz ve farkımız… Bu fark üzerine yönlendirmek zihinlerimizi, örtülerimizi; örtüyü bir moda malzemesi gibi ele alma biçimini buradan ele almak… Selam ve dua ile.
May›s-Haziran’13 • 15
a
karantin
Şimdi Örtünme Zamanı YUSUF TALHA
“Ey Ademoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir giysi, giyinip süsleneceğiniz bir elbise ihsan ettik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetleri (lütfunun alametleri)ndendir ki belki bu sayede düşünüp öğüt alırlar” 7/A’raf/26
K
avramların dünyevileşme cenderesine hapsedilerek anlamlarının daraltıldığı bir zamanda o kavramın işlevini gerçekleştirmesi de imkânsızlaşır. Varoluş amacına yani fıtratına aykırı bir şekilde tanımlanarak içselleştirilen kavramın, öz kimliğini temsil etmesi de düşünülemez. Çünkü yapılan her tanım, tanıma uygun bir yaşam tarzını da beraberinde getirir. Bu noktada kavramlara yüklenilen anlamların öneminin farkına varıyoruz. Tesettür/örtünme kavramı işte bu açıdan ele almamız gereken bir husus olarak karşımızda durmaktadır.
a) Örtünme Bir Hayat Tarzıdır. “Örtünme” olarak anlamlandırılan tesettür kavramının, gericilik ve çağdışılık tanımıyla ilişkilendirilerek itibarsızlaştırıldığına şahit olmaktayız. Bu bahanelerle yıllarca Müslümanlar öcü gösterilmiş, halkın hakkını korumakla yükümlü olan kurumlara sokulmayarak haksızlığa uğratılmışlardır. Hâlbuki in16 • May›s-Haziran’13
san, Allah’ın Kur’an’da belirttiği emir ve yasaklarının sadece bir çağa değil, çağlar üstü bir hitaba ve geçerliliğe sahip olduğuna inandığı ölçüde İslami bir hayat yaşayabilecektir. Aksi takdirde o, zamana ve mekâna göre renk alarak bukalemunlaşacaktır. Bu fikriyat dâhilinde akıl, İslam ile ilmik ilmik dokunmuş takva örtüsüyle örtülmesi gerekirken, var olan tüm güçle hakka karşı örtülmüştür. Kıyafetlerin kimlikleri temsil ettiğini kabul etmeyen insan, farkına varmadan izlemeye çekineceği filmlerin figüranı
oluvermiştir. Hor görülen örtünme halinden mahrum kalan insan, kendi benliğini dolayısıyla ahiretini felakete sürükleyecek tüm saldırılara açık bir hale gelmiştir. Örtünmeyi hor görenler, ne olduğunu ve ne anlam ifade ettiğini bilmedikleri farklı farklı değerler sistemlerinin örtülerine bürünmüş ve “ortaya karışık” bireyler türemiştir. Öte yandan Müslümanlar arasında sadece hanımların giyim kuşamıyla veya başörtüsüyle sınırlandırıldığı bir tanımlamada örtünme, kendisine on beden küçük gelecek bir gömleğe mahkûm edilmiş konumdadır. Oysa ki Allah, Kur’an-ı Kerim’de örtünmenin takva temelli olması gerektiğini, örtülerin en hayırlısının da takva örtüsü olduğunu buyurmaktadır(7/26). Allah’ın koymuş olduğu örtünme ölçüsüyle, sadece hanımların başını örtmesini veya hanımların kıyafetini ifade eden beşeri örtünme ölçüsü arasındaki beden farkı hat safhadadır. Çünkü takva, başlı başına hayatın tümünü kapsar ve bulunduğu her ortama İslam’ın rengini verir. O, hayatın
Allah’a olan sorumluluk bilinciyle yaşanmasının adıdır. Takva örtüsünden mahrum bir esnaf tartıya hile karıştırır. Alırken tam, satarken eksik tartar. Müşterisinden malın ayıbını gizler de, yaptığı sahtekârlığı Allah’tan gizleyemeyeceğini unutuverir. Takva örtüsünden mahrum bir insan yalan söyler. Söylediği yalanlarla kişileri belki aldatıp itibarını korur da, sinelerdekini dahi Allah’ın bildiğini, O’nu aldatamayacağını ve O’nun katında itibarını kaybedeceğini unutuverir. Takva örtüsünden mahrum bilgin, bilgisiyle müstağnileşir. Sahip olduğu bilgisini Allah’a şükretmek adına değil de, Allah’ı inkâr etmek, ekini ve nesli ifsat etmek adına kullanır. O, bilginin kaynağının vahiy olduğunu, İslam’da aklın, vahyin hizmetine sunulduğunu çoktan unutuvermiştir. Takva örtüsünden mahrum bir insan zalimleşir. Gerek kendisini imana çağırıp cehennemle tehdit eden ana babasına isyan ederek, gerekse toplumun önde gelenlerinden olmasından dolayı şımarıp hakkı inkâr ederek “zalim” konumuna gelir. Veyahut da gücüyle zayıfları sindirip sömürerek zalimleşir. O, mazlumların hakkının elbet alınacağını ve zalimleri kızgın cehennem ateşinin beklediğini unutmuştur. Hâlbuki takva örtüsüyle örtünebilmiş mümin, yalan söylemez, insanları aldatmaz. Bu mümin, bilgisi ve gücüyle insanlara zulmetmez. Çünkü o, mut-
lak gücün Allah’ta olduğunu bilir ve Allah’ın “muntakim” sıfatının muhatabı olmaktan iliklerine kadar ürperir. Takva örtüsüne bürünmüş mümin, Allah’ı görmese de sanki O’nu görüyormuşçasına O’na saygı duyar. Yatarken veya yürürken, mücadele ederken veya dinlenirken, evinde veya işinde, sınıfta veya sokakta, gençlikte veya yaşlılıkta Allah’ı hatırlar ve O’nun sınırlarına riayet eder. Takva örtüsü ince olmasına karşın, hayatın Allah’a kulluk çerçevesinde yaşanmasına yönelik tehditler açısından çok sağlam bir kalkandır. Bu noktada takva örtüsü hak ile batıl arasında öylesine keskin bir sınırı ifade ediyor ki; burada hak ile batıl, bir daha buluşmamak üzere birbirinden ayrılıyor. Böylece bu örtünme kavramı özgürleşerek, cinsiyet farkı gözetmeksizin giyim kuşama sığdırılamayacak topyekûn bir hayat tarzı inşa edebiliyor.
özellikle Müslüman erkeklerin kendilerini göz ardı ederek, tüm sorumluluğu hanımların üzerine attığı tesettür eleştirileri samimi değildir. Bu hal, toplumda mevcut bulunan “Erkek zaten çapkın olur, o yaptıklarıyla namusa bir leke getirmez lakin kızın yaptıkları namus lekesidir ve temizlenmelidir.” şeklindeki sapmış namus algısının ekmeğine yağ sürmektedir. Bu algı sapmasına en güzel cevabı Kur’an, Yusuf as. örnekliğiyle bizlere vermektedir. İffet, Müslümanlar için erkeğiyle, hanımıyla korunması gereken bir haldir. Eleştirilerin haklı olması erkeğin üzerindeki sorumluluğu unutturacak bir sebep değildir. Kadın için de erkek için de öncelikli kıstas takva örtüsüyle örtünmektir. Bu bilinçle gerçekleştirilmeyen herhangi bir örtünmenin amacına ulaşması, teslimiyet ve temsiliyet ifade etmesi ve koru-
b)Örtünme Erkek’le Başlar. Örtünme bahsi açıldığında bugün çoğunlukla hanımların mevzu bahis edilmesi, erkeklerin hal ve hareketlerinin değerlendirmeye tabi tutulmaması doğru bir eleştiri değildir. Nur suresinde örtünme konusuyla alakalı olarak 30. ve 31. ayetler ele alınır. Ve 30. ayette Allah, hanımlara hitap etmezden evvel erkeğe gözlerini haramlardan sakınmasını buyurmuştur. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, tesettür, erkeğin gözünde başlamaktadır. Bugün
yuculuk misyonunu yerine getirmesi hem erkek hem kadın için mümkün olmayacaktır. Zaman, esnafından memuruna, hocasından öğrencisine, kadınından erkeğine kadar takva örtüsüyle örtünme zamanıdır. Bizi “muttakiler” arasına katacak unsur ise Allah’ın Kitabıyla ve Resulünün sünnetiyle geçirilen vakittir. Kur’an’ı anlayarak okumak bizi mutlak bilgiye ulaştıracak, Peygamber as.ın sünneti de o bilgiyi doğru bir şekilde işlememizi sağlayacaktır inşallah. May›s-Haziran’13 • 17
a
karantin
ÖRTÜNEMEDİĞİMİZ ÖRTÜ, TAKVASIZ TESETTÜR ALİ MURTAZA KAYA
“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve ırzlarım korusunlar. Bu kendileri için çok temiz (bir harekettir). Şüphesiz ki Allah, (kullarının ne) yapacaklarından hakkıyla haberdardır.” (Nur suresi 30. ayet)
T
esettür denilince toplum
Yaratılışımızın gereği kullu-
rulduğu üzere harama bakmak-
olarak sadece bayanların
ğumuzun getirdiği bir sorum-
tan gözlerimizi sakınmalıyız,
sorumlu ve yükümlü olduğu
luluk olarak, Rabbimizin bizler
bulunduğumuz ortamda Yusuf
bir algı ile karşılaşmaktayız. İf-
için koymuş olduğu emirleri
a.s misali masum ve temiz ka-
fet ve namusundan sorumlu bir
yerine getirip nehiylerinden ka-
labilmenin mücadelesini verip
çabiliyor muyuz? İşte bunların
takva örtüsüne bürünmeliyiz.
yaşantımızda ne kadar yeri var
Yani sadece insanların oldu-
sorgulamamız gerekiyor kendi-
ğu ortamda değil de yalnız
mizi.
Allah’ın görebildiği yerlerde de
kadın bunun karşısında ise dilediğini yapmakla serbest, sadece çapkınlıkla nitelendirilebilen ve normal olarak karşılanan erkek Yukarıda bahsi geçen ayetin muhatabı olan biz erkekler acaba gerçekten bu ayetin gereklerini yerine getirebiliyor muyuz? Yahut biz İslami değerlerimize hassasiyetlerimize çizgilerimize ne kadar uyumlu davranabili-
“Haram helal ver Allah’ım,
Müslümanca
duruşumuzdan
senin kulun yer Allah’ım,” de-
vazgeçmeyerek emirle çizilmiş
yimiyle örtüşmüş bir toplum
kulluğumuzun vecibesini ifa et-
anlayışıyla yüz yüzeyiz. Ha-
meliyiz. Hatırlatmak isterim ki
ramlar ve helaller karşısında
mezhep imamlarımızdan İmam
ciddiyetini kaybetmiş Allah’ın
Şafii’nin bir sözü vardır “Haram
ayetlerini umursamazlı edasıy-
nazar nisyan getirir”. Bu sözün
la hafife alma boy göstermiş
de gerçekten ne kadar doğru ve
yoruz? Vahiyle şereflenmiş olan
idlal olmuş saf zihinlerimizde.
yerinde olduğunu aklımızdan
ve her an acziyet içerisinde olan
Yemesek de içmesek de ihti-
çıkarmayalım. Evvela biz bürü-
bizler öncelikle bir nefis muha-
yaten kulaklarımız bilinçli ya
nelim tesettüre, duruşumuzla,
sebesi yaparak kendimizi hesa-
da bilinçsiz haramlara meyil
sınırları koyuşumuzla, Allah’ın
ba çekmeliyiz.
olmakta. Öncelikle ayette buy-
müdahale ettiği bir alana başka
18 • May›s-Haziran’13
birinin müdahale edip yasakla-
Kadın kendisini Allah’ın ya-
maskeli hayaletler gibi dolaşıp
rın çiğnenmesine fırsat verme-
ratıklarından bir mücevherat
da bir bardak su ile gökkuşa-
yelim inşallah.
olarak görüp üzerinde dünyalık
ğına dönüşebilen renk cümbü-
meta olan gelip geçici takılarını
şünden ibaret olan bayanları
süs eşyalarını sergilemek yerine,
bir yana bırakıp şuurdan bah-
takva örtüsüyle bütünleşmiş bir
sedelim. Örtü, şuurla beraber
iman ve tesettür ile haram olan
şekillenmekte bir mana ifade
bakışlardan kendisini koruyup
etmektedir. Başörtüsünü, yahut
sakınmalı. Allah tarafından ve-
topluca tesettürü, bir bez parça-
rilmiş olan emanete hıyanet et-
sı olarak algılamak yerine İslam
memeli. Malını ve güzelliğini
kalesinin bir suru, bir bayra-
Tesettürün bayanları ilgilendiren kısmına gelince bilindiği gibi Nur Suresi 31, Ahzab Suresi 59. vb. ayetlere muhatap olmaktalar. Bu konuya da biraz edebi hanımlar için söylenmiş vecize ve beyitlerle yaklaşarak ele almak istiyorum.
teşhir edenler için ataların deyi-
Ne başını kapat, altını gös-
miyle: “Güvenme zenginliğine,
ter. Ne altını kapat, üstünü
bir kıvılcım yeter; güvenme gü-
göster. Hepsini kapat imanını
zelliğine, bir sivilce yeter.” sö-
göster. (N. Fazıl KISAKÜREK)
zünden ibret alınmalıdır.
ğı olarak görmek zorundayız. Bayrak düşünce, sur gidince, kale de elden çıkar. Bizler Müslümanlığımız gereği İslam nişanlarına ta’zim göstererek
ki
Yine N. Fazıl diyor ki; “Örtü,
samimiyet ve ciddiyetle Kur’an
moda, batı ile etkileşim, çağ-
şuuruyla takılmadığında da Al-
ve sünnet ışığında mücadelemi-
daşlık algısı toplum içerisinde
lah katında bir değeri olsaydı,
ze devam edip vahiyle şekillen-
tesettür için kaygan bir zemin
cennetin baş köşesine rahibeler
miş bir hayatın gelecek nesiller
oluşturdu, oysa bu ayetlerde
otururdu.”
için temelini atmalıyız. Canda
Üzülerek
söylenmeli
açık ve net olarak belirlenmiş olduğu halde.
Müslüman kimliğini koruyup muhafaza etmek yerine,
ve cihanda Hakkı hâkim kılma temennisi ile… May›s-Haziran’13 • 19
İSLAMİ KAVRAMLAR
TESETTÜR M. YUSUF MAHİTAPOĞLU
S
özlükte örtünmek, kuşanmak; başkaları ile kendisi arasına perde koymak, bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek anlamlarındaki tesettür, terim olarak ilgilileri ve ölçüleri dinen belirlenmiş örtünme yükümlülüğünü ifa eder. Kelimenin kökünü oluşturan setr, “örtmek, gizlemek, perdelemek, engel olmak” gibi manalara gelir. Aynı kökten sitr; gizlenmeye yarayan engel, perde vb. şeyler için ve mecazen “çekinme, korku, hayâ” anlamında kullanılır. Yine bu kökten türeyen seter “kalkan” manasındadır; setir ve mestur mecazen “iffetli” manasındadır. Âdem (a.s) ile eşinin cennetten çıktıktan sonra örtünme ihtiyacı hissetmeleri bize şunu gösterir ki, örtünme sıcaktan veya soğuktan korunmak için giyinme ihtiyacından önce utanma duygusunun gerektirdiği fıtri bir ihtiyaçtan kaynaklandığı ve örtünmenin insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. Tesettürün/örtün-
20 • May›s-Haziran’13
menin karşıtı ve giyinmenin karşıtı çıplaklıktır. Kur’an’da kadının örtünmesinin niteliğine ve biçimine ilişkin temel açıklamalar hımar, cilbab ve hicab kelimeleri üzerinden yapılır; birincisinin yer aldığı ayette geçen ziynetin anlamı da örtünme hükümleri açısından özel bir öneme sahiptir. Kur’an’da genel anlamda giyinme ve korunma amaçlı giysi libas kelimesiyle ifade edilir. Örtünmenin karşısında “teberrüc” kelimesine atıf yapılmakta, “dikkat çekme ve kendini gösterme” demek olan, bir yönüyle teşhir sayılan teberrüc yasaklanmaktadır. “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (namahrem kadınlardan) sakınsınlar ve namuslarını muhafaza etsinler. Bu, onlar için daha temiz (bir hareket)dir. Şüphesiz Allah, onların ne yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve namuslarını muhafaza etsinler. Ziynetlerini de
Önemli bir başka konu da yukarıda ki ayetgöstermesinler, ancak görünen hariç. Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar ve ziynetle- lerde gördüğümüz gibi kadın için örtünme hükrini, şunların dışındakilere göstermesinler: Ko- münü getiren ayetlerden önce erkeklere yönelik caları veya kocalarının oğulları, veya kardeşleri, gözlerini kısma emrine muhatap kılınmıştır. Bu veya kardeşlerinin oğulları, veya kız kardeşleri- nokta tesettür emrinin doğru anlaşılması yonin oğulları, veya kendi kadınları veya ellerinin lunda önemli bir ipucu sayılmalıdır. Bu sebepsahip oldukları cariyeler veya kadınlara ihtiyacı le örtünme hükmünün tek yanlı olduğunu ve olmayan erkeklerden hizmetçileri veyahut ka- kadını erkeğe karşı koruma amacı güttüğünü dınlardan haberi olmayan çocuklar. Gizledikleri veya erkeğe kadını denetleme yetkisini verdiğiziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey ni öne sürmekten ziyade örtünme hükmünün gerisinde ahlaki bir ilke ve amaç aramak daha mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, kurtuisabetli olabilir. Öte yandan tesettürün modern luşa eresiniz!” ( Nur 30-31) dönemde kadının sosyal hayata katılmasının “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve bir sonucu olarak gündeme getirildiği dikkate müminlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken alındığında örtünmenin temel amacının ihlal üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanınedilmesi ve kadının süslenip bunu başkalarına masını ve bundan dolayı göstermek üzere dışarı çıkincitilmemelerini sağlar. maktan (teberrüc) kaçınma “Mü’min erkeklere söyle, Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.” emri özel bir önem kazangözlerini (namahrem kadın(Ahzab, 33/59). maktadır. Hz. Peygamber’in lardan) sakınsınlar ve naTesettür konusu fıkıh ki“giyinik çıplaklar” tasvirini muslarını muhafaza etsinler. taplarının daha çok namaz, (Müslim, ‘Libas’,125) andıBu, onlar için daha temiz (bir yasaklar ve mübahlar bölüracak biçimde kendini teşhir münde yer alır. Birincisinde hareket)dir. Şüphesiz Allah, eden bir giyinme anlayışı ve konu “setr-i avret” altında naonların ne yaptıklarından tarzını tesettür emrinin sözü mazda örtünmenin hükmü, edilen hedefiyle bağdaşmahaberdardır. Mü’min kadınörtünmenin asgari sınırları ve dığı açıktır. lara da söyle, gözlerini (haKonu ile ilgili Rasulullah örtünme hükmüne riayetsizrama bakmaktan) sakınsın(s.a.v) her konuda olduğu liğin namazın sıhhatine etkisi lar ve namuslarını muhafaza gibi bizlere yol göstermektegibi hususlar incelenir. Yasaketsinler.” ( Nur 30) dir. Hz. Peygamber, Hz. Ebu lar bölümünde erkeklerin ve Bekir’in kızına şöyle demiştir: kadınların kendi aralarında ve “ ‘Ey Esma! Şüphesiz kadın diğer cins karşısında örtmeleri gereken yerler ve bu yerlere bakmanın hükmü erginlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerleringibi konular ele alınır. Bir konunun fıkıh kitap- den başkasının görünmesi uygun değildir.’ Hz. larında incelenmesi, onun mahiyeti bakımından Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.” (Ebu Davûd, Libâs, 31). dinin temelini teşkil eden akaid kapsamında de“Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörğil insanların amellerine ilişkin olduğunu göstetüsüz kabul etmez.” (İbn Mâce, Tahâre, 132; rir. Genel kabule göre amele ilişkin bir hususun Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, ihmal edilmesi kişinin dinden çıkmasını gerek218, 259). tirmez. Ameli konularda kişinin dinden çıkmış sayılmasının sebebi, farz olduğu sabit bir şeyin KAYNAKÇA DİA, İslam Ansiklopedisi, Tesettür Maddesi yapılmaması değil inkâr edilmesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meali
May›s-Haziran’13 • 21
GÜNDEM
Türkıye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a Kısa Bir BakıS BETÜL BABACAN
1
Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanması, 1856’da Avustralya’daki taş ve inşaat işçilerinin 8 saatlik iş günü talepleriyle başlamıştır. Bu tarihte Melbourne eyaletinde kalabalık bir ekip yürüyüş düzenlemiştir ve ilerleyen yıllarda benzer hareketler Amerika’da da görülmüştür. O dönemde Amerika’da haftada 6 gün ve günlük 12 saat olan çalışma koşullarının günde 8 saate indirilmesi talebiyle birçok işçi grev kararı aldı. 1889’da toplanan Milletlerarası İşçi Kardeşliği Teşkilatı kararı sonucu 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak ilan edildi (Kızılok, İşgünü Mücadelesi ve 1 Mayıs’ın Doğuşu). Tabi bu işçi hareketleri temelde burjuva sınıfına, kapitalist üretim yapan tesislere ve patronlara karşı konuşlanmıştır ve haliyle son derece ideolojik damarlardan beslenir. Sınıf bilinci, proletarya ve komünizm gibi kavramlarla literatüre giren Karl Marx sosyal olayları, gruplar arasındaki sınıf çatışmasıyla açıklar ve bu işçi hareketlerinde, Marx kaynaklı bilinen gerçek, sanayi devrimi sonrasında fabrikalarda günlük çalışma süresinin 18 saat civarında olduğu bölgelerin varlığıdır. Bu halde, işçiler için daha insani yaşam koşulları talep edilmiştir.
22 • May›s-Haziran’13
Türkiye’de 1 Mayıs’ın kutlanması Osmanlı Devleti’nde 2. Meşrutiyet’in ilanı dönemine kadar uzanır. Resmi tarih yazımına göre, ilk olarak 1905 yılında İzmir’de kutlanmıştır. İstanbul’da ise 1910’da kutlanmıştır. Sonraları, 1920’de bir takım hareketlenmeler olmakla birlikte, işçi bayramı savunusu bir kaç yıl daha devam etti, fakat 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn kararı uyarınca olası kutlamalar yasaklandı. Bundan on sene sonra, “Bahar ve Çiçek Bayramı” veya Hıdrellez/Ederlezi olarak 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir. 1977 1 Mayıs’ında, İşçi Bayramı için Taksim Meydanı’nda yaklaşık 500 bin kişi toplanmıştır. Dönemin DİSK başkanı Kemal Türker konuşmasının sonuna geldiğinde, çevredeki binaların tepelerine yerleştirilmiş nişancılar tarafından kalabalığın üzerine ateş açılmış ve kayıtlara göre 34 kişinin hayatını kaybettiği “Kanlı 1 Mayıs”, 12 Eylül 1980 darbesine giden adımlardan biri olmuştur. 2008 Nisan ayında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmasına karar verilmiş ve 2009 yılında da mecliste çıkarılan yasa ile resmi tatil ilan edilmiştir.
Türkiye’de bu süreç genellikle polis panzeri, biber gazı ve sendikalar üçleminde tecrübe edilmiştir. İstanbul özelinde, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayıp kutlamamak hükümet ve sendikalar arasındaki ideolojik ayrışmanın ortasına konulmuştur. Bu tartışmalarda Taksim’in sembolik anlamı başat rolü oynamaktadır. Örneğin meydanda göze çarpan ilk üç şey Atatürk Kültür Merkezi, Cumhuriyet Anıtı ve The Marmara Oteli’dir ki üçü de birbiriyle bağıntılı bir cumhuriyet ideolojisini tesis eder. Aynı zamanda Cumartesi Anneleri’ni, iktidarın eylemlerine karşı yapılan protestoları veya Filistin’e destek mitinglerini gene Taksim Meydanı’nda görürüz, siyasi örgütlenmelerin merkez mekânı olması açısından Fransa’da Bastille Meydanı veya Mısır’da Tahrir Meydanı’na benzetilir. Ayrıca kentsel dönüşüm çerçevesinde Beyoğlu’nu mutenalaştırma projesinin de, bu sembolik anlamla yakından ilintili olduğu düşünülmektedir (Çalışkan). Çünkü Beyoğlu toplumun “outsider”larının değil, iktidar ve mülk sahibi olanlarının mekânı olmalıdır artık ve ileri kapitalizmin ögelerini barındırarak bir ticarethane şeklinde işlemelidir (Demirören Avm örneği). Diğer taraftan mekanların insan çeşitliliğini temsil ettiği bir Türkiye gerçeği değiştirilemeyeceği için, Taksim’e cami yapılması isteği, ihtiyacın yanı sıra iktidarın yani AK Parti hükümetinin kendi izini bırakma ve meşruiyetini artırma çabası olarak da yorumlanabilir. Aynı şekilde Taksim Topçu Kışlası AKM’ye rakip bir yeni-osmanlıcı sembol olarak görülmektedir. Sonuç olarak Taksim’de 1 Mayıs demek, sendikalar veya örgütlerle hükümet arasındaki iktidar savaşını ortaya dökmektedir. Bu sene Taksim’e küçük katılımlı bir resmi zevattan başka kimsenin girmesine müsaade edilmedi. Bu durum “devrimci sol gruplar”
tarafından iktidarın, kendileri üzerindeki tahakkümü olarak yorumlandı. Hükûmet kanadına göre ise, yapılan kazı çalışmalarından ötürü vatandaşın selameti için en mantıklı karar alındı; zira güvenliği sağlayabileceklerini taahhüt edemiyorlardı. Sendikaların ısrarına karşı Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın açıklamaları DİSK’in işçi hakkından ötede, olayı manipüle eden ve ideolojik amaç güden tavrını bırakması yönündeydi. Her ne kadar sendikalar güvenlik önlemi istemediklerini belirtseler de, olası bir çökme anında “hükûmet bile bile işçinin/ emekçinin canına kastetti” gibi başlıklar görmemiz kaçınılmaz olurdu. Bu seneki 1 Mayıs’a dair atlanmaması gereken bir diğer husus, Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, İşçi Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği ve Emek ve Adalet Platformu bünyesinde yapılan; asgari ücret ve taşeron işçiliğini protesto eden eyleme polisten gelen müdahaleydi. Çapa’dan başlayan yürüyüşe İstanbul Büyükşehir Belediyesi önlerinde, ortada hiç bir sorun yokken, biber gazı vs. ile engel olmak istendi ve durum hala aydınlatılmış değil. Geçen seneki kutlamadan küçük bir not: Anti-kapitalist Müslümanlardan, sol tandanslı irili ufaklı örgütlere kadar farklı grupların katılımıyla Taksim’de kutlanan 1 Mayıs, provoke etmek isteyen kişilerin varlığına rağmen birçoklarını memnun etmişti fakat onda dahî yaklaşık 14 bin polis memuru görevliydi, güvenliği sağlamak amacıyla. Kaynakça -Çalışkan, Koray. “Taksim yasağının perde arkası”. Radikal (3 Mayıs 2013). -Kızılok, Utku. “İşgünü Mücadelesi ve 1 Mayıs’ın Doğuşu”. Marksist Tutum 25 (2007). - (h tt p: // ww w. m ar ks is t tutum.org/taxonomy/ term/80) 3 “Hükümetten ilk 1 Mayıs açıklaması Bozdağ’dan: DİSK’in ısrarı ideolojik”. Cihan Haber Ajansı (08.05.2013) www.cihan. com.tr (01.05.2013) 4.http://www.1mayis.com/ turkiye.htm
May›s-Haziran’13 • 23
GARİP DÜŞÜNCELER
SİYER VE UFUK ERKAM ŞAHİN
U
fkun dar oluşunu çağdaş Müslümanların problemleri içerisinde sıralayabiliriz. “Ufku geniş tutmak insanlığın hakkını vermektir.” hakikati inkâr edilemez bir husustur. Tarih boyunca Müslüman olsun-olmasın büyük işleri başaranlar hep ufku geniş olan insanlardı. Zaten ufku geniş olmayan insanlar çağdaşlarının imkânsız dediği işlere kalkışamazdı. Bundan 14 asır evvel bir insanın (s.a.v) çıkıp da “la ilahe illallah” demesi ve “bir ve tek olan Rabbinize iman edin” diyerek insanlığa seslenmesi büyük bir işti. Sonrasında bir avuç insanın “Ey Rabbimiz! Biz; Rabbinize iman edin diye seslenen bir insanı işittik, hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı ebrarlarla beraber al.” diyerek o insanın (s.a.v) çağrısına cevap vermesi çağdaşlarınca imkânsız zannedilen bir hareketti. Müslümanlar, insanlığının hakkını veren bir peygamberi ve onun ashabını ne yazık ki temsil edemiyor. Ümmet hala ufak hesapların peşinde koşup, küçük ve basit işlerle meşgul oluyor. Bu izzetli dinin zillet içindeki münferitleri bu süreci 200 yılı aşkın bir süredir yaşamakta. Bu zillet o kadar büyüdü ki “muhasır milletler seviyesine” kadar ulaştı. Şu anda Afrika’da Müslüman çocuklar misyoner teşkilatlarınca eğitilip Hıristiyanlaştırılıyor. Şu anda
24 • May›s-Haziran’13
Afrika’da adı Muhammed, Ahmed olan Papazlar var. Yine Afrika’daki hükümetler Müslüman yetimleri Avrupa’dan gelen eşcinsellere birkaç bin dolara evlatlık olarak veriyor. Tayland’da Müslüman ailelerden 10-11 yaşına gelen kız çocukları zorla alınıp sokaklarda fuhuş için satılıyor. Bu Müslüman çocukların satıldığı sokaklara; müşterilerinin ağırlıklı olarak Arap ve Yahudilerden oluştuğu için “Arap” ve “Haham” adı verilmiş. Bir de Türkiye’ye dönüp bakın; adı Ayşe olan Fatıma olan fahişeler, adı İbrahim olan eşcinseller, adı Osman olan katiller geziyor sokaklarda. Peki, bu hale nasıl ve ne zaman gelindi ve kırılma noktası neresiydi? İşte bu sorular; sorulması ve cevabının aranması gereken sorular. Öncesinde zikrettiğimiz gibi Kur’an’dan uzaklaşmak bu süreci tetikleyen unsurlardandır. O yüzden bizler Kur’an’ı hakkıyla okumalı, anlamalı ve hayata geçirmeliyiz. Ama Kur’an’ı anlamak için atlanmaması gereken bir husus da onun birine (s.a.v) indiğidir. O bir tebliğ ve tebyin görevi olan uyarıcı bir elçidir. Kuru et yiyen bir kadının oğludur, adı Muhammed’dir (s.a.v) ve yaşadığı uzun bir hayat ve bize bıraktığı geniş bir örneklik vardır. Neler yaşadı, neler yaptı peki? Yetim ve öksüz kaldı. Akrabalarıyla beraber büyü-
dü. Seyahatlere çıktı ve şehirler gördü. Ortaklık mız bir kaynaktır. Hangi hadiseler karşısında hankurdu, ticaret yaptı. 25 yaşından beri hanım(lar) gi kararları aldığı ve hangi tavırları takındığı bizi ına eş oldu. Çocukları olduğunda sevinçli, çocukla- mutlaka ilgilendirir. Şu unutulmamalıdır ki o bir rı öldüğünde hüzünlü bir baba oldu. Sonra birden Şa’ri olan Rabbin tabi ki kulu ama aynı zamanda da Peygamberidir. Bütün hayatı bir şeyler oldu; çok korktu boyunca gözetim altında tuama sonunda örtüsünü sıyıtulmuş ve bilerek bir sapma rıp kalktı yatağından ve inSünnet bir vahiy gibi ele alıgösterecek olsa şah damarı sanları uyardı. Rabbini tekbir namazsa da bizzat Rabbinin koparılacaktı. Bilmeyerek bir etti, elbisesini arındırdı. Azasessiz kalarak onayladığı yanlışa düşse en şiddetli bir ba götürecek şeyleri terk etti. bir olgudur. Zaten “Kur’an’a şekilde uyarılacaktı ki uyarılİyiliği daha çoğunu umarak aykırı bir davranışı oldu.” dı da. yapmamayı ve Rabbi için katiddiası da bir iftira olarak ele Sünnet bir vahiy gibi ele lanmayı öğrendi. Ve sonrasınalınamazsa da bizzat Rabbida 13 yıl Mekke’de cemaatinin alınır. Bizzat zevcesinin dediği nin sessiz kalarak onayladığı liderliğini 10 yıl Medine’de gibi o bir “yürüyen, yaşayan bir olgudur. Zaten “Kur’an’a Devletin Başkanlığını ve askerKur’an”dır. Hayatında hiçbir aykırı bir davranışı oldu.” lerinin komutanlığını yaptı ve uyarılmamış sapması yoktur, iddiası da bir iftira olarak ele her beşer gibi öldü. dosdoğru bir şekilde durmuş ve alınır. Bizzat zevcesinin dediği Doğumundan ölümüne eğilip bükülmemiştir. Ne hain gibi o bir “yürüyen, yaşayan kadar nice olaylar, nice yaşanpazarlıklara girişmiş ne verilKur’an”dır. Hayatında hiçbir mışlıklar, nice tecrübeler, nice mesi gereken bir hak yemiştir. uyarılmamış sapması yoktur, örneklikler var. Ama mutlaka dosdoğru bir şekilde durmuş ve mutlaka bizden yansımalar Öyle bir nesil yetiştirmiştir ki ve eğilip bükülmemiştir. Ne var. Bu insan (s.a.v) kiminin saygıda kusur etmediği gibi hain pazarlıklara girişmiş ne evladı, kiminin yeğeni, kiminin yeri geldiğinde “Bu senin mi verilmesi gereken bir hak yede torunuydu. Kimine düşman, yoksa Rabbinin sözü mü?” miştir. Öyle bir nesil yetiştirkimine dosttu. Eş oldu, damat demiştir. miştir ki saygıda kusur etmeoldu, dede oldu. Ve birinin amdiği gibi yeri geldiğinde “Bu casının, birinin halasının oğluysenin mi yoksa Rabbinin sözü du, hatta sütkardeşi, sütannesi vardı. Ticaret yaptı, askerlik yaptı, komutanlık yap- mü?” demiştir. İşte bunlar da Kitabullahın muhatı, devlet başkanlığı yaptı, kadılık yaptı. İmam da tabı ve yeryüzünün halifesi olan biz müminlerin oldu, cemaat de oldu; bazen sağlıklıydı, bazen has- dikkat etmesi gereken bir husustur. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi; ümmetin bu talandı. Savaştığında yaralandığı da oldu, yaralanmadığı da. Bazen yanlış hüküm verdiği oldu, şid- hali acınası ve ağlanası bir haldir. Bunun hesabı detli bir şekilde uyarıldı ve doğru hükmedince de hepimizden sorulacaktır. Bu ahvale umursamaz takdir Rabbi tarafından takdir edildi. İnsanlar gelip davrananlar, bu mesele üzerine durmayanlar, düşünmeyenler hesabı veremezler. Bu hale az da olsa ona danışırdı, bazen de onun danıştığı olurdu. Örnekleri çoğaltabiliriz ve nihayetinde herkes ağlamayanlar imanına delil gösteremezler. Hassakendine bir yansıma mutlaka bulabilir. Nitekim siyet bu vaziyete gösterilir ve ehemmiyet bu mebahsettiğimiz kişi 40 yıldır Abdullah’ın oğlu Mu- seleye verilir. Bu meselenin çözümü, bu rezaletin hammed iken 23 yıl boyunca da Rasulullah Mu- izalesi, bu gidişatın ıslahatı ise Kur’an’a yönelmek hammed (s.a.v) oldu. İşte özetle aktarmaya çalış- ve onu yaşayanın (s.a.v) örnekliğini özümsemekle tığımız bunca örneklik ve tespitlerin bulunduğu olur. Uzun uzadıya anlattığımız da aslında şudur; alana “siyer” denir. Siyer kendisinden nice hikmet, Kur’an ve Siyer ufku genişletir, basireti güçlendirir, örneklik, usul, üslup, metod, yöntem çıkarılacak zilleti götürüp izzeti getirir ve bunlar şu çağda en bir alandır ve muhtevası her daim ihtiyaç duyacağı- çok ihtiyacımız olan şeylerdir.
May›s-Haziran’13 • 25
DENEME
MODERN DÜNYADA İNSAN ONURUNA KARŞI İŞLENEN SUÇLAR ORHAN ÖZER
M
odern dünyanın insana karşı ne tür suçlar işlediğini anlamak için öncelikle modernitenin insana ve dünyaya nasıl baktığını anlamamız gerektiği kanaatindeyim. Modernite kök olarak “şu anda geçerli olan” manasına gelmektedir. Bu sebeple kendini, eskiye ait olanı dışlayarak inşa etmiş ve eskiye dair her şeyi “gelenek” diyerek dışlamıştır. Modernite aynı zamanda hakikatin kaynağını akıl olarak görür ve bir şeyi anlamlandırırken değerlendirme ölçütü akıldır. Bu sebeple kişinin aklıyla açıklayamadığı hiçbir şey modern dünyaya ait olamaz bunun sonucu olarak da dini akıl dışı olarak kabul eder. Çünkü dini gereklilikler insan aklına göre bu dünyadan bakıldığında çok da akılcı değildi. Modern yaşam bir insanın başka bir insana durduk yere gidip para (sadaka, zekât vb.) vermesini çok da akılcı bir hareket olarak görmez. Modernitenin bir diğer ölçütü kişinin özgürlüğüdür. Kişi özgürlüğü ölçüsünde modern olabilir. Bu sebeple insanın özgürlüğünü kısıtlayan hiç bir şey modern olamaz. Oysa Japoncada özgürlüğün bir diğer 26 • May›s-Haziran’13
manası “Ahlaksızlıktır” bu durumda Japonlar çok da modern bir toplum anlayışına sahip değillerdir. Bu bizim gibi Müslüman toplumlar açısından bakıldığında böyledir. Bireyin her istediğini yapması çok da ahlaki değildir çünkü bizim hayatımızı tanzim eden şey nefsi arzularımız değil Kuran ve sünnettir. Modernite her şeyi özerkleştirerek yani bütünü parçalayarak ele alır, tabi insanı da mensup olduğu her şeyden özerkleştirir, böylece bireyin her şeye kendi karar verebilecek liyakatta olduğunu kabul eder. Bu da bireyi alacağı bütün kararlarda özgür kılar. Modern dünyanın insan onuruna karşı ne gibi zulümlerde bulunduğu konusuna gelecek olursak, öncelikle bireyin kendine ait hissettiği gelenek ve göreneklerini, inançlarını ve değerlerini tamamen dışlamasından başlayabiliriz. Zira bu bahsettiğimiz değerlerin hepsi eskiden beri süre gelen birikimlerle ilerleyen kavramlardır, oysa modern dünya eskiyi tamamen dışlayan bakış açısıyla bu kavramları tamamen dışlamaktadır. Örneğin; bireyin eskiye ait olan
bir şeye değer vermesini anlamlandıramaz, böyle hareket eden biri modern dünyaya göre eski kafalı ve gericidir. Yani birey ancak yeni olana değer vererek var olabilir, bunun dışında hareket eden herkesi tamamen dışlar, bu da aslında modern dünyanın insanın kendine ait olarak kabul ettiği her şeyden arınmasını telkin eder. Eğer kişi başka bir tavır içerisinde olacak olursa ya geri kalmıştır ya da geri kalmaya mahkumdur. Bu psikolojiyle büyüyen toplumumuzda kendini ve ülkesini, hatta İslam dünyasını geri kalmış olarak kabul etti. Modern dünya öte yandan pragmatist yani çıkarcı bakış açısıyla hayatı anlamlandırdığı için, kişinin elde edebileceği her şeyin bu dünyayla sınırlı kalacağı düşüncesi içerisinde oldu. Bu da kişinin sadece hayatı bir ömürle sınırlandırmasına ve her şeyini ona göre tanzim etmesine sebep oldu. Bize hayatımızın asıl gayesi (Allah’ı tanımak ve tanıttırmak) unutturularak tamamen maddeci ve çıkarcı bir yaşam tarzı öğretildi. Bir diğer problemde modernitenin ortaya koyduğu tüketen insan modelidir. Modern dünyanın çıkarcı bakış açısı, gölgesini satamadığı ağacı kestiği için bireye de bu bakış açısıyla bakar, yani birey bir anlamda tükettiği derecede değerlidir. Bugün etrafımıza baktığımızda da bunun birçok örneğini görebiliyoruz. Mesela lisedeki bir gencin çoğu özelliğini bilmediği ve kullanmadığı son model cep telefonlarında, gardırobunu onlarca kot pantolon ve tişörtle dolduran gençlerde ya da onlarca şalı varken bir yenisini alan kişilerde veya bir arabası varken daha yenisini almak için çırpınan insanlarda da görebiliyoruz. Tabi bunun muhafazakâr insanlar üzerinde de nasıl bir etki oluşturduğunu görmek çok da zor değil. Mülkiyet kavramı da üzerinde durulması gereken bir diğer kavram... Modernitenin her
Bireyin eskiye ait olan bir şeye değer vermesini anlamlandıramaz, böyle hareket eden biri modern dünyaya göre eski kafalı ve gericidir. Yani birey ancak yeni olana değer vererek var olabilir, bunun dışında hareket eden herkesi tamamen dışlar, bu da aslında modern dünyanın insanın kendine ait olarak kabul ettiği her şeyden arınmasını telkin eder. Eğer kişi başka bir tavır içerisinde olacak olursa ya geri kalmıştır ya da geri kalmaya mahkumdur. Bu psikolojiyle büyüyen toplumumuzda kendini ve ülkesini, hatta İslam dünyasını geri kalmış olarak kabul etti. şeyi mülk olarak görmesi hastalığı her tarafa yayılmış durumda, öncelikle evi arabayı mülk edinen sonrasında sokaktaki hayvanları bile mülk olarak gören insan, bunun sonucu olarak batıda sokaktaki hayvanın bile bir sahibinin olması gerektiği anlayışını benimsemiştir. Oysa biz hayvanları kendi mülkümüze almadan da yaşatabiliriz. Her şeyi birilerine ait olması gerekmez. Nihayetinde bu bakış açısı ile hareket eden modernite batıdaki devletlerde çocuğunu döven aileden çocuğunu alıkoyma hakkını kendinde bulmuştur. Kim bu hakkı vermişti bu devletlere hangi cüretle bu kadar ileriye gidebiliyordu? Tabi ki modernitenin insanın onurunu ayaklar altına alan bakış açısıyla.
May›s-Haziran’13 • 27
DENEME
ÇAĞIN TEFEKKÜRÜ ABDULLAH KELEŞ
G
üneşli bir günde gökyüzünün maviliğine açılan bir pencere önünde rengarenk çiçekler ve mis gibi kokan sümbüllerin olduğu bir evi hayal edin. Ormanın mis gibi kokusunu, dalgaların sesini ve kuşların cıvıltısını gözünüzün önünde canlandırın. Şehir hayatının o keşmekeşliğinde yaşayan bizler için bu cümleler nasıl da kulağa hoş geliyor değil mi? İşte bu hayalimizdeki ev gibi aynen kalbimiz de nefsimiz için bir ev hükmündedir. Evin genişliği ve ferahlığı “huzurlu bir kalp” olarak ruhsal açıdan mutluluğa vesile oluyor. Ruhsal dünyamızın merkezi olan kalp, küçüklüğüne rağmen manevi açıdan koca dünyayı kucaklıyor. Arştan arza kadar tüm yaratılanların hikmetine ve ilmine kapı aralıyor. Kullarının kalplerine verdiği huzuru Mevla ayet-i kerimesinde şöyle tarif ediyor: “O (Allah), imanlarına iman katsınlar diye inananların kalbine sekine (huzur) indirdi.” (Fetih 48/4) Sıkıntının, huzursuzluğun tam zıttı olan ve kalplere inen “sekine”ye bugün stres altında boğulmuş bizlerin o kadar çok ihtiyacı var ki… İşleri yetiştirme telaşı, zaman yetirememe, hep daha fazlasını isteme
28 • May›s-Haziran’13
ve çabucak sıkılma bizleri ruhen yıprattığı gibi zamandan ve mekandan haz alamama, eldekilerin kıymetini bilememe gibi devrin hastalıklarına sevk ediyor. Hele hele akşamları mutlaka kaçırılmaması gereken dizilerimize, internette gezinmemize, dokunmatik son model telefonlarla mesajlaşmalarımıza hiç değinmeyeceğim bile. Bunlardan artık kaçış neredeyse imkansız hale geldi. Elektriklerin 2 saat kesildiği durumda maalesef sıkıntıdan patlayacak hale geliriz. Hani bir büyüğümüz diyor ya “Televizyon olan odadan olmayan odaya geçen, hicret etmiş gibidir” diye, tam da o vaziyet. Kalplerimizi huzura ulaştırma ve O’nun hikmetine varma yolundaki engellerimizi kaldırma konusunda amansız bir mücadelemiz var. Ruhumuzun merkezinde iyiliği isteyen kalbimiz, karşısında şeytan ve nefsimiz ve hakem rolünde olan aklımız arasındaki bu mücadele, dünyada ve ahirette akıbetimizi belirleyecektir. “Çevremizi kuşatan sanal ağdan, günlük hayatın keşmeke-
şinden kendimizi kurtarıp daha özgün neler yapabiliriz?” sorusunun peşinde olmalıyız. Mesela evin her köşesini kaplayan fiskoslar, odanın ortasındaki sehpalar, oturma alanımızı kısıtlayan modaya uygun kırlentler, komşumuz aldı diye mutlaka almamız gereken şatafatlı süslerden evvela kendimize nefes alabileceğimiz bir yaşam alanı açmalıyız. Tefekkürün tecelligahı olması gereken evlerimizi salon vitrinleriyle değil de iç huzuru, biraz da sadeliğin sonsuzluğunda aramalı, ruhumuzun telakkisine yardımcı olmalıyız. Her şeyi çabucak tükettiğimiz çağımızda küçük şeylerle mutlu olabilmeli, bize zorla sunulan popüleri benimsememizi telkin edenlere dur demeli, önümüze konulanı düşünmeden yememizi isteyen bu yaşantı modeline muhalifliğimizi her halimizle belli etmeliyiz. Şuursuz Müslüman olmaktan vazgeçmeli, yaradılış gayemizdeki hikmeti arayarak Hakk yolunda erdemli insanlar olmalı, kulluğumuzun hakkını vermeliyiz. Çünkü bizi biz yapan, bizi diğerlerinden ayıran tam da bu değil mi?
May›s-Haziran’13 • 29
DENEME
TARİH ALGISI MUSTAFA TOLGA
G
örmek istediklerini verir tozlu sayfalar sana ya da hangi pencereden baktığına bağlıdır tarih algın. Pencereler değiştikçe gördüklerin de değişmektedir dışarıda. Tarihi yazanı yazdıranı, efsanesi kahramanı, hırlısı hırsızı, kalleşi kardeşi hepsi seni beklemektedir pencerenin ardında. Sen tüm bunların içinden almak istediklerinle kendi tarihini oluşturursun bir bakıma.
Bir adım ileri giderek yazıyı başka bir mecraya sürüklemek istiyorum. Yaşadığımız çağda kişilerin tarih algısı gittikleri şehirlerde bulunan alış veriş mağazalarıyla başlamaktadır. Gezdiği yerleriyse ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Rabbimizin, kitabında bahsettiği geçmiş kavimlerin kalıntılarını gezerken düşünmemiz ayeti bir çok ayet gibi gözden ırak bir hal almış gönlümüzde.
Kimse şunu anlamasın bu söylediklerimden; “tarihin doğruları birden fazladır”. Doğru tektir ama nereden baktığın önemlidir. Hırsların, duygu ve düşüncelerin, görmeyen gözlerin, duymayan kulakların, düşünmeyen akılların gölgesinde seyredersen tarihi ne kadar çok doğru olduğunu gördüğünde ve yanlışların nerede kaldığını fark edemediğinde şaşırmadan edemezsin.
Yeni çağın çılgınlıkları arasında eskiye olan ilgisizlik ve tarihini merak etmeme hastalığı birçoğumuzun kalbinde çoktan yerini almış durumda. Bundan kastımız geçmişe saplanıp geleceği unutmak değildir asla. Genelde, geçmişiyle barışık insanların, özelde, geçmişiyle barışık Müslümanların geleceğe bakışı çok daha kaliteli olmalıdır diğerlerinden.
30 • May›s-Haziran’13
Yeni çağın çılgınlıkları arasında eskiye olan ilgisizlik ve tarihini merak etmeme hastalığı birçoğumuzun kalbinde çoktan yerini almış durumda. Bundan kastımız geçmişe saplanıp geleceği unutmak değildir asla. Genelde, geçmişiyle barışık insanların, özelde, geçmişiyle barışık Müslümanların geleceğe bakışı çok daha kaliteli olmalıdır diğerlerinden.
Tüm insanlıktan ziyade özelde gezinmek daha anlamlı bu yazı için. Yani, Müslümanın tarih algısı irdelenmesi gereken bir durumdadır. Resmi tarihin ışığında şekillenen algılarında, olmayanları olmuş gibi, söylenmeyenleri söylenmiş gibi görmeleri iç burkan bir haldir benim için. Tarihin sayfalarındaki kahramanları ya da hainleri, kavimleri ya da devletleri oldukları gibi görebilmek Müslümanın üzerine bir sorumluluk yüklemektedir. Ve bir adım daha ileri giderek yazımda dostunu tanıması gereken Müslümana düşmanını daha iyi tanımasını tavsiye ediyorum haddim olmadan. Düşmanını ne kadar iyi tanırsan dostunda o oranda şekillenecektir kafanda. Ve bakman gereken pencereye bir adım daha yaklaşmış olursun mücadelende. Adımları sıklaştırarak devam ederken; dipnotlarda saklı tarihin gözden kaçırılmaması gerektiği taraftarıyım. Sağlıklı bir
tarih algısını şekillendirebilmenin önünde dipnotlar büyük yardımcılardır bana göre. Ama algısını şekillendiren Müslüman hemen inanmamayı da ilke edinmelidir kendine. Özellikle aldığı bilgi Müslüman olmayan bir yerden geliyorsa iki kere düşünmesinde fayda vardır. Küfrün ışığıyla şekillenen tarih algısında yalanlar olmazsa olmazlardır. Ne saplanmalı geçmişin derinliklerine; ne hayallerinde yaşamalı masalların; ne unutmalı kim olduğunu ve niçin var olduğunu; ne küçümsememeli yapabileceklerini; ne korku dolu bakmalı geleceğine, ne de gamsız bir ümitvarlık saplanmamalı yüreğine. İnancınla aklının bütünleştiği bir noktada sağlıklı bir geleceğin temellerinde şekillenmeli doğru bir tarih anlayışı. Dedim ya en başta: Hangi pencereden baktığına bağlıdır tarih algısı… May›s-Haziran’13 • 31
Basından Yansıyanlar BURAK KALPAKLIOĞLU
“Hükümet tarafından çözüm sürecine katkı sağlamak amacıyla sanat, siyaset, akademi, medya, iş dünyası ve sendika çevresinden oluşturulan akil insanlar heyeti, son dönemde siyasetin en çok tartışılan konusu. Basından Yansıyanlar bölümü farklı kesimden insanların konuyla ilgili kaygılarını ve eleştirilerini içeriyor.”
Cengiz Çandar
Altan Tan
Hayrettin Karaman
(Radikal)
(BDP Diyarbakır Milletvekili)
(Yeni Şafak)
Eğer akil insanlar grubu AKP tarafından oluşturulursa bu akil insanlar olmaz. Bu AKP’nin oluşturduğu bir grup olur, daha çok da AKP politikalarına göre olur. Böyle bir grubu da kimse onaylamaz. Çünkü tarafsız olmaz, bağımsız olmaz. Herkesin benimseyeceği, herkesin kabul edeceği, herkesin üzerinde etkili olabilecek başından sonuna kadar bütün aşamalarda hakemlik rolü oynayabilecek, yanlış yapanın karşısında duracak, düzeltecek bir grubun oluşturulması gerekiyor… 32 • May›s-Haziran’13
Basına yansıyan isimler üzerinden değerlendirme yaparsak, bu insanların bu süreçle ilgili mutlaka bir değerlendirmeleri olacak. Meselenin çözümünde kamuoyunun ortak aklı olmalılar. Tamam, silahlar susacak, silahlı insanlar geri çekilecek ama bu süreç nasıl olacak. Süreç, sadece silah bırakma ve çekilme değil, bu mesele Türkiye’nin yeniden inşasıdır. Yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu’dur. Kokuşmuş rejimin tasfiye edilmesidir.
Yetmiş küsur milyon insanımızın pek azı (akıl hastası olanlar) dışında tamamı bu manada “âkıl” insanlardır. Çözüm sürecine katkı yapsınlar diye düşünülen insanlar ise bu “âkıl insanlarımız” içinden, bu vazife için uygun olduğu düşünülenlerdir. Bu nitelikte de pek çok insanımız vardır; bunların bir kısmının seçilmesi, “bunlardan başkası yok” manasına gelmez.
Sibel Eraslan
Murat Belge
Koray Çalışkan
Sıdkı Zilan
(Star)
(Taraf)
Çözüm sürecimiz için dile getirilen akil insanlar konusu, meselenin sadece siyaset ve güvenlikten ibaret olmadığını bir kez daha anlatıyor hepimize, hükümet büyük bir metanet ve cesaretle büyük bir alan açtı çözüm hakkında. Halkımız içine sinmeyen pek çok durumu başbakanımız Tayip Erdoğan’a olan inancı, güvenciyle tolore ediyor. Buna diğer siyasi partiler de destek, tashih, farklı katılım hatta yapıcı teknikleriyle omuz vermeliler. Ama bu iş sadece partiler düzeyinde yürüyemez, gönül işidir.
Bir barış konuşmasının ve herhangi bir çatışmanın, uyuşmazlığın en az iki tarafı vardır. Uyuşmak ve anlaşmak da, bir tarafın kendi düşündüklerini öbür tarafa empoze etmesi demek değildir. Ve bu, süreç içinde yer alan iki tarafın da uyması gereken taraftır. Benim şimdiye kadarki gözlemlerime göre, iki tarafta buna uymaya çalışan da var, uymayan da. Böyle olunca, süreç herhangi bir anda kesilebilir; kesilirse, “Siz şunu şunu söylediniz, onun için kesildi” suçlamaları başlar; başladığında, iki tarafın da dağarcığında, işi karşı tarafın bozduğuna dair yeterince kanıt toplanmıştır.
(Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi)
(Azadi İnisiyatifi Yön. Kur. Üyesi)
Ancak listenin çok önemli bir eksikliği var. Türkiye’nin üçte birine, yani CHP’lilere barış sürecinin ne kadar önemli olduğunu, Türkiye’nin onda birine, yani MHP’lilere barışın neden onlara da gerekli olduğunu anlatacak ve sözü dikkatle dinlenecek çok kimse yok. Soldan ya da liberal siyasetten gelenlerin büyük bir bölümü, CHP tabanının sözüne güvenmediği, sürekli CHP eleştirisi yapan insanlar. Milliyetçi kesimden gelenler de MHP’nin tonunu yumuşatacak nitelikte değil. Liberal geçmişten gelenlerin durumu da ortada.
Kürdistan halkının özgürlük ve adalet talebinin mutlaka yazılı metinlere dökülmesi şarttır. Bunun yolu da yeni bir anayasadır. Zannedersem bu olmazsa süreç olumlu sonuçlanmaz. Akil insanlar Ankara’yı temsilen halkı ikna etmeye matuf çalışıyorlar. Bizi, yani Kürdistan halkını temsilen de Akil İnsanlara ihtiyaç vardır. Ki bizim akıl insanlarımız hem Öcalan’a hem de PKKBDP-DTK ve diğer Kürdistani kişi ve kurumlara danışmanlık yapsın, hem de Türkiye devleti ve toplumu nezdinde baskı unsuru olabilsin.
May›s-Haziran’13 • 33
DENEME
İBN HALDUN’UN TARİH ANLAYIŞI BAĞLAMINDA TOPLUMSAL DEĞİŞİM KODLARINI ÇÖZÜMLEMEK ŞÜKRÜ KABA
İbn Haldun 14. yy.’da yaşamış, batıya önemli ölçüde katkılar sağlamış bir düşünürdür. Bizler İbn Haldun’u 19. yy.’da tanıma imkânı bulduk. İbn Haldun’u farklı kılan unsur, onun yeni bir ilim oluşturma sevdasıdır. İbn Haldun’un yaşadığı döneme kadar tarih ve bilim anlayışı kayıtçı bir yapıya sahipti. Yani olayların sebepleri ve sonuçları kayıt altına alınır ve elde biriken bu veriler bize tarih ve olaylar hakkında bilgi verir. İbn Haldun bunun değişmesi gerektiğini düşünerek şu önemli hususu sorgulamıştır. Toplumların değişmesinde hareket noktaları nelerdir? Bu soruya vereceğimiz doğru cevaplar bize hem doğru bir tarih anlayışı hem de olayları doğru okumanın getirisi olarak geleceğe dair doğru çözümler üretme fırsatı tanıyacaktır. Tarihsel süreçte bir olayın sebep ve sonucunun toplumu ne yönde etkilediği ve o etkilerin günümüz toplumunu ve dünyasını nasıl etkilediği bilinmediği sürece tarih anlayışımız kayıtçı mantıktan kurtulamayacaktır. Tarihsel süreci sosyal değişimim kodlarını ortaya koyarak inceleme yolunu tercih eden İbn Haldun tarihe, ilmi umran adını vererek toplumları yönlendiren kontak noktalarını açıklamıştır. Tarihin esas konusunu olaylar üzerinden ince-
34 • May›s-Haziran’13
lemekten öte insan, toplum ve medeniyetin incelenmesi olarak anlamıştır. Bu anlayış bağlamında İslam’ın doğuşuna bakmamız gerekmektedir. İslam’ın toplum üzerinde hâkim oluşuna tarihsel verilerden baktığımız zaman bu tarih okumaları bize toplum oluşturmada ipuçları sunmalıdır. Mesela İslam tarihi hakkında bilgi sahibi olurken peygamber efendimizin yaşadığı dönemi Mekke ve Medine dönemi olmak üzere iki kısma ayırmak ve bu iki dönemi birtakım olaylarıyla bilmek bizler açısından yetersizdir. İçinde bulunduğu toplumu ıslah etmeyi ve İslam medeniyeti elçisi olmayı hedefleyen kimseler; Mekke’yi insanlardan iman ve teslimiyetin oluşturulması devresi, Medine’yi ise iman ve teslimiyet zemininde kurumsallaşmış, organize ve sınırları gelişmekte olan bir yapıyı anlaması gerekmektedir. Sadece olayların bilinmesi yetersizdir. Olaylar, olayların kişiler, toplumlar, medeniyetler üzerinde etkileri de bilinmelidir. İstanbul’un fethine baktığımız zaman da karşımıza bireysel ve toplumsal anlamda önemli ölçüler sunmaktadır. Fetih mantığında kazanılmış bir savaştan veya Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesinden ziyade İstanbul’un Osmanlı Devleti eliyle İslamlaşması mesajı vardır. Tarih-
ede uyguladığı tedricilik, bize etm a inş unu lum top m İsla in miz ndi Peygamber efe a konusunda süreklilik sahibi aşm ml İsla u lum top a vey nda usu kon belli olaylar nbul’un fethi, inandığı değerİsta r. edi ekt etm öğr ızı am olm ırlı sab olmamızı ve ve gemileri karadan yürütmeyi eyi irm get e hal ün mk mü rı ızla âns ler uğruna imk işime sebep olacağını öğretmelidir. göze alacak kadar kararlı olmanın değ
te bu gibi olaylar mücadele anlayışında nelerin ölçü alınması gerektiğinin örneklerini sunmaktadır. Peygamber efendimizin İslam toplumunu inşa etmede uyguladığı tedricilik, bize belli olaylar konusunda veya toplumu İslamlaşma konusunda süreklilik sahibi olmamızı ve sabırlı olmamızı öğretmektedir. İstanbul’un fethi, inandığı değerler uğruna imkânsızları mümkün hale getirmeyi ve gemileri karadan yürütmeyi göze alacak kadar kararlı olmanın değişime sebep olacağını öğretmelidir. İbn Haldun içinde bulunduğu toplumu anlatırken geleceği ve bugünü anlamamıza yardımcı olacak ölçüler de belirlemiştir. Mesela toplumları bir arada tutan en önemli unsurun asabiyet olduğunu vurgular. Akraba, soy, ırk gibi unsurların öncelendiği nesep asabiyeti ile kültür, çevre koşulları ile meydana gelen asabiyeti sebep asabiyeti olarak tanımlamıştır. Şu tespitte bulunmuştur: “Toplumları bir arada tutan en büyük sebep asabiyeti dindir.” Din toplumu bir arada tutmakla beraber birlik olmanın gereklerini de öğretmektedir. Bizler tek bir ümmet olduğumuzu bildiren bir vahyin, Müslümanları birbirinin kardeşi ilan eden bir peygamberin ümmeti olarak birlikteliğimizi soy, ırk, nesep ayrımına tabi tutmadan İslam’ın ipine sıkıca sarılmalıyız. Toplumu ayakta tutacak asabiyet bu değerlere sahip olmalıdır.
İbn Haldun toplumu bedevi ve hadari olmak üzere sınıflandırmıştır. Bedevi bir toplum zafer elde eder ve varlığının sınırlarını oluşturur. Sonra refah oluşur ve kazandıklarını kaybetmemek için kimseye bulaşmamayı tercih eder. Bu süreçte iyice güçlendikten ve merkezileştikten sonra israf aşamasında elindekileri kaybetmeye başlar. Bedevi bir toplumun hadari topluma dönüşmesi ve bu olayın seyrine baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nin beylikten devlette, devletten imparatorluğa ve oradan da çöküşe gidişinin İbn Haldun’un bu teorisiyle örtüştüğünü görmek mümkün. Kargaşa ortamında toplumda iki kısım toplum vardır. Birincisi bu ortamdan bir an evvel kurtulmayı gerekli gören ve bu yolda sorumluluklarının farkında olanlar ve mevcut durumun muhafaza edilmesini çözüm olarak görenler… İşler yolunda gitmediği halde mevcut durumun muhafaza edilmesini kendi çıkarları açısından gerekli görenler kaçınılmaz son olan çöküş sürecini hızlandırmaktadır. İbn Haldun’un bu teorisi günümüzün mevcut şartlarını doğru okumaya yardımcı olmalıdır. Bugün rüzgâr bizden yana esiyorsa bu hızla yapmamız gereken ne ise onu hakkıyla yapmalıyız. Rüzgâr ters yönde esmeye başladığı zaman ne kadar çabalasak da çözüm gecikecektir ve çöküş kaçınılmaz olacaktır.
May›s-Haziran’13 • 35
TAHLİL ALİ TARIK PARLAKIŞIK
“Hilafet’i Kurtarmaktan ‘Kendimizi’ Kurtarmaya”: Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’a, Bir Tahlil Denemesi
İ
smail Kara’nın, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi isimli üç ciltlik çalışmasından tanıdığımız üslubunu mezkûr eserde biraz da, cumhuriyet dönemini katarak kullandığını görüyoruz. Başlığımızdaki tırnak içindeki bölüm, kitabın giriş bölümünün ilk konusu. Böyle bir konudaki kitabın ilk meselesi için yerinde bir başlık esasında; süreci tasvir ediyor. Kitabın cumhuriyet dönemini İslam-devlet, halk-yöneten ilanihaye ekseninde işleyen yönünü ele aldığımızda, yine çok yerinde seçilmiş bir başlık da kitabın giriş bölümüne ad yapılmış; “Din ile olmuyor dinsiz de olmuyor!” İsmail Kara’nın, işlediği konuyu fotoğraflarla ve ek metinlerle zenginleştirdiğini ve delillendirdiğini görüyoruz. “Türkiye’de İslamcılık” konusunda tahlil, düşünce ve eleştirilerinde yer yer “muhafazakâr” ve “yerlilik” reflekslerini bildiğimiz İsmail Kara, bu kitabında da belirttiğimiz reflekslerine bir miktar misal sağlıyor. (Kitabın dördüncü baskısını ele alarak işleyeceğiz.) Kitabın yirmi birinci sahifesinde, “Milli Mücadele devam ederken 1921 yılı baharında vücut bulan İstiklal Marşı İslam(cılık)la milliyet(çiliğ)in ne kadar rahatlıkla ve tabii olarak iç içe, yan yana bulunabileceklerinin/bulunması gerektiğinin açık delili olsa gerektir.” diyor. İttihad-ı İslam, İttihad-ı Osmani ve milliyetçiliğin dönemsel olarak “yakınlaşmalarını”-“uzaklaşmalarını” kısaca birbirleriyle olan ilişkilerini anlatırken böyle bir yargıyı belirtiyor, İsmail Kara. Bu yargı şovenist bir milliyetçilikten söz ediyorsa zaten yanlıştır ki, Mehmet Akif’in ırkçılığı eleştiren hatta küfür olarak addeden mısraları vardır. Yok, eğer kavme olan sevgi ilânihaye ise zaten insanın kavmine sevgi duymasında İslam açısından bir beis yok; ayrıca böyle bir sevginin ideolojik formda ifade edilebilecek bir yönü de yok. Yani her halükarda yanlış bir yargıdır, Kara’nın yazısı. Kitabın yirmi üçüncü sahifesinde Kara, “Çok yönlü etkilerinin olduğunda şüphe olmayan oryantalistik çalışmalara intikal etmek gerilere ve dolaylı sahalara gitmek kabul edilecekse en azından Hilafet’in ilgası ve Şeyh Said isyanındaki İngiliz etkisinden, tercüme ağırlıklı bir medeni kanunun kabulünde Lozan kararlarının icbarında, 2. Dünya Savaşı sonrası şartlarda tek parti laiklik anlayışının tadil ve tashihe tabi tutulmasından, ABD merkezli “yeşil kuşak”, “ılımlı/kültürel İslam” ve “liberal İslam” projelerinden, Almanya 36 • May›s-Haziran’13
ve Fransa’nın yoğun Alevilik ilgisinden, AB sürecinde artış gösteren misyonerlik faaliyetlerinden… konuyla ilgili herkesin paylaşabileceği şekilde bahis açılabilir.” diyor. (Vurgu bize ait.) Bu pasajda “Şeyh Said isyanındaki İngiliz etkisinden” vurgusundan İsmail Kara’nın, Şeyh Said İsyanı’nda, İngiliz etkisi olduğu düşüncesine sahip olduğunu anlıyoruz. Bugün bir takım meselelerin (geçmişe göre) daha açık olduğu, daha rahat konuşulduğu bir ortamda İsmail Kara’nın, Şeyh Said’le ilgili böyle bir zanda ısrar etmesi dikkat çekilmesi gereken bir durumdur. Yine başka bir yerde yazar “İstanbul-Ankara çekişmesinin ortaya çıkardığı meşruiyet problemi (unutmamak gerekir ki büyükelçilikler 30’lu yıllarda İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştır) ve siyasî/fikrî istikrarsızlık Ankara’yı daha çabuk, üzerinde yeterince düşünülmemiş, tartışılmamış, içeride paylaşılması zor fakat uluslararası arenada, mevzuat ve statü itibariyle kendi lehine işleyecek kararlar vermeye icbar etmiş gözükmektedir.” diyor. Hâlbuki biliyoruz ki, Mustafa Kemal ve cumhuriyetçi kadroların stratejik-siyasal-politik-ideolojik-ideolojik duruşları, telakkileri baştan beri aynı. Atatürk’ün, Nutuk’ta çok öncesinden inkılapları planladığına dair serdettiği sözler mevcut. Zaman-zemin yöntemini kullandığını/savunduğunu anlayabiliyoruz; vakti gelince bir takım değişikler yapacağını ve planlarını en baştan beri taşıdığını anlatıyor. Mamafih, yer yer negatif yönde eleştirebileceğimiz zaafları da olsa eser, hem o dönem için tarihi metin olarak hem Türkiye’de İslam(cılık) Tarihi, Türkiye’de İslam algısı ilânihaye açısından önemli bir noktada. Yer yer hatıraları önünüze koyarak, yer yer işlenen mesele ile ilgili döneminde hazırlanan/yayınlanan rapor, yazı, mülakat ve diğer belgeleri önünüze koyarak tabiri caizse, o zamanı okuyucuya gösteren bir nitelik katmış yazar. Tabi bu minvaldeki fotoğrafları da unutmamak lazım. Dönem açısından önemli niteliği olan fotoğraflar… Zaten İsmail Kara’nın bu konulardaki geniş fotoğraf arşivinin var olduğunu biliyoruz. Hilafet’in kaldırılışından; Diyanet’in tarihine, Müslüman tip ve karakterlerinin Diyanet’e bakışlarına; Türkiye’deki cemaatlerin, cumhuriyet öncesi ve sonrasında rejime bakışlarına kadar geniş bir tarihi dönemi, siyasal-politik-sosyolojik-tarihsel gibi geniş bir çerçevede hazırlanan kitap, tabiri caizse bir giriş niteliği de taşıyor. Yazar, politik gelişmelerle bu gelişmelerin halkın farklı kesimlerince nasıl algılandığı arasındaki ilişkiyi yerinde irdelemiş. Hangi dönemde Müslüman çevrelerden hangilerinin mevcut duruma göre nasıl bir üslup kullandığı ve nasıl tepki verdiği sosyolojik çözümlemelerle beraber iyice işlenmiş ve mevcut kapitalistleşme sürecinde cemaatlerin tepkileri de iyi analiz edilmiş. Bu vesileyle kitabın ikinci cildinin de yazarın, konuyla ilgili yazılarından oluşacağı bilgisini de vermiş olalım. May›s-Haziran’13 • 37
Kültür Sanat Melike YURT
Üstad 80 Yaşında…
Ayasofya’da Hüsn-i Hat Sergisi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bağlamında, Prof. Dr. Uğur Derman’ın danışmanlığında Ayasofya’da 12-23 Nisan tarihleri arasında Hüsn-i Hat sergisi düzenlendi. İslam Hat Sanatı’nın çok kıymetli eserlerinin yanında Osmanlı padişahlarından II. Mahmut, III. Selim, III. Murad ve Abdülmecid’in
eserleri
de
sergide yar aldı. Sergide Haıf Osman, Yasarizade Mustafa İzzet, Sami Efendi, Fehmi Efendi, Mustafa Rakım, Mahmud Celaleddin, Hamid Aytaç, Necmeddin Okyay gibi son dönemin önemli isimlerinin eserleri yer aldı.
38 • May›s-Haziran’13
Küçükçekmece Belediyesi ve Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi’nin birlikte düzenlediği “Sezai Karakoç Özel Etkinliği”nde, edebiyat dünyasının önemli isimleri üstadla alakalı anılarını düşüncelerini katılımcılarla paylaştı. Cennet Kültür ve Sanat Merkezi’nde 27 Nisan akşamı gerçekleştirilen programda, salonu dolduran Sezai Karakoç dostları, üstadın düşünce ve edebiyat dünyasındaki rolünü ve önemini, onu tanıyan ilk ağızlardan dinledi. İlk olarak kürsüde Ali Haydar Aksal, Sezai Karakoç ismiyle nasıl tanıştığından bahsetti. Ardından Âdem Turan, Sezai Karakoç’un Mona Rosa şiiriyle küçük yaşlarda tanışma hikâyesini anlattı. Köşe şiirinden bir parçayla dinleyenlerin yüreklerini serinletti. Ali Ural, 1938 yılında Sezai Karakoç’un beş buçuk yaşındayken bir köy okulunda kumla dolu masanın üzerine parmağıyla nasıl yazı yazdığını, Bünyamin Yılmaz ise Sezai Karakoç eserlerinin, piyeslerinin Türk sinemasında hayat bularak dünyaya tanıtılması gerektiğine vurgu yaptı. Belkıs İbrahim Hakkıoğlu, Sezai Karakoç’a olan saygı ve hayranlığından bahsederken, Ebubekir Kurban, Sezai Karakoç’u sevmek imandandır çıkışıyla katılımcıların yüzüne tatlı bir tebessüm kondurdu. Ferman Karaçam, Hüseyin Akın, İsmail Kılıçaslan Sezai Karakoç’un bilinemeyen yönlerinden, üstadın sade kişiliğinden, fırından ekmek alıp evine gidişinden, Kadıköy vapurunda ya da bir camide ikindi namazında karşılaşabileceğimiz Sezai Karakoç’tan bahsettiler. Mevlana İdris, zengin çıkınındaki erzaklarla gönüllerimizi doyururken, Osman Bayraktar, Özcan Ünlü, Recep Garip, Sezai Karakoç ile Diriliş’in artık meyve vermesi gerektiğini vurguladılar. Şaban Abak yeni neslin Sezai Karakoç’u tanımak için hangi eserlerinden başlanması gerektiğini anlatırken, Selçuk Kürkçü Diriliş’in kurtuluş olduğunu söyledi. Şeref Akbaba, Sezai Karakoç ile anısını, Yusuf Kaplan düşünür, sanatçı ve ahlak anıtı kimlikleriyle Sezai Karakoç’un bir bütün olduğunu duyurdu. Zeki Bulduk’un konuşmasının ardından program sona erdi.
Kültür Sanat
Türkiye Alimler Birliği Kuruldu.
Siyer Atölyesi İlk toplantısı 2009 yılı Nisan ayında yapılan atölye projesi, birinci yılında “Cumhuriyet Devri Türkçe Akademik Siyer Literatürü Değerlendirmesi”, 2010 yılında “Siyer-Edebiyat İlişkisi”, 2011 yılında “Türkiye’de Popüler Siyer Çalışmaları”, 2012 yılında “Türkiye’de Çocuklara Yönelik Siyer Çalışmaları” başlıklarıyla gerçekleştirildi. Her yıl farklı kadro ve temalarla organize edilmesi planlanan atölye çalışmasının 2013 yılı çalışma başlığı ise “Siyer ve Görsellik” olarak belirlendi. Sonpeygamber.info Siyer Atölyesi kapsamında, bu yıl “Siyer ve Görsellik” başlığı altında dünyaca ünlü yönetmen Majid Majidi’nin katılımıyla görsel sanatlar ile siyer ilişkisi ele alındı. 20 Nisan Cumartesi ve 21 Nisan Pazar günleri Meridyen Derneği’nde gerçekleştirilecek atölye toplantısına Prof. Dr. Turan Koç, Yrd. Doç. Dr. Irvin Cemil Shick, Dr. Nur Kançal, Cihan Aktaş, Fahima S. Firouz, Enver Gülşen, İhsan Kabil, Majid Majidi, Fatih Okumuş, H. Hümeyra Şahin, Cemal Şakar, Uğur Mine Tamay, Ayşe Taşkent, Hülya Yazıcı gibi isimlerin katılımı ile program gerçekleştirildi.
Toplumda sahih bir din algısı oluşturmak amacı ile kamuoyunun yakından tanıdığı otuzun üzerinde ilim adamları bir araya gelerek Türkiye Alimler Birliği’ni kurdu. Kurucular arasında Halil Günenç Hocaefendi, Mehmet Savaş Hocaefendi, Prof. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, Prof. Dr. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Prof. Dr. Faruk Beşer, Nurettin Yıldız Hocaefendi, Prof. Dr. Orhan Çeker, Doç. Dr. Rahmi Yaran, Prof. Dr. Abdullah Aydınlı, Dr. Ahmet Efe, Doç. Dr. Ahmet Bostancı, Prof. Dr. Ahmet Özel ve daha başka isimler mevcut. Kimin neye inanacağının belirsizleştiği günümüz karmaşık ortamında Hz. Peygamberin Hz. Ali’ye “Ne yapacağınızı şaşırdığınızda tek başınıza hareket etmeyin, abid alimleri toplayıp onların istişaresi ile hareket edin.” önerisini uygulamak üzere yola çıkan alimlerimizin çabalarının ümmeti aydınlatmasını ümmetinde istifade etmesini temenni ediyoruz. May›s-Haziran’13 • 39
ŞİİR
Okumuş Bir İşçi Soruyor Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer dillere destan olmuş koca Bizans’ta? Atlantis’de, o masallar ülkesinde bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı , bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar bir ahçı olsun yok muydu yanında onun? İspanyalı Filip ağladı derler batınca tekmil filosu. Ondan başkası acaba ağlamadı mı? Yedi Yıl Savaşı’nı İkinci Frederik kazanmış ha yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı Ama pişiren kimler aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. Ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana Ve bir sürü soru. Bertolt Breccht Çeviren: A.Kadir
40 • May›s-Haziran’13