9 771307 007009
ISSN 1307-007X
85
“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir ve (sadakatle) o’nun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, (ama) birbirlerine karşı merhamet doludurlar. Onların (namazda) eğilerek (ve) yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir. Şu, onların hem Tevrat’taki ve hem de İncil’deki temsilleridir: (Onlar) filiz veren bir tohum gibi(dirler), sonra Allah o (filizi) güçlendirir ki sağlam şekilde büyüsün ve (sonunda) kökü üzerinde dimdik dursun ve üreticileri sevindirsin... (Allah böylece müminleri sağlam ve dayanıklı/dirençli kılar) ki onlar aracılığıyla hakikat inkarcılarını şaşırtsın. (Ama) onlardan inanıp doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükafat vaad etmiştir.” Fetih Suresi 29. Ayet
EDİTÖR'DEN
Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatih Razi Yayın Sorumlusu Betül Babacan Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Kübranur Yakupoğlu Mehmet Salih Babacan Mehmet Semih Özdemir Nihal Açıkel Osman Zinnur Aksu Zehra Gündoğdu Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Yıldız Ali Tarık Parlakışık Ali Altunkaya Burak Kalpaklıoğlu Fahreddin Özlen Furkan Gençoğlu Mehmet Salih Babacan Mehmet Semih Özdemir Muhammed Yasir Bodur Serdar Fikret Kılıç Tolga Cellad Zeynep Arslan Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Şekil Ofset Matb. San. ve Tic. Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 2BB 3 Topkapı/İST. Tel: (212) 565 77 01
Merhaba değerli okurlar,
S
on dönemlerde yayın kurulu olarak dergimizde daha yerel bazlı hak-adalet meselelerini gündemleştirmeye, direk olarak elimizin değdiği, yakınımızda olan derdini acısını paylaşabildiğimiz insanların meselelerini, sokağın meselelerini sayfalarımıza taşımaya çalışıyoruz. Bu bağlamda son iki sayımızı Suriyeli Mülteciler ve şehirleşme, kent hakları meselesini işlemiştik. Bu iki sayıdan sonra gündemimizde “Taşeron sistemi ve emek sömürüsü” meselesi vardı. Biz bu mesele üstüne kafa yorarken 301 kardeşimizi, abimizi kaybettiğimiz Türkiye’de son yılların en büyük faciası meydana geldi. Soma faciası hepimizi yasa boğarken, şu an Türkiye’de tüm yakıcılığıyla işleyen adaletsiz taşeron sistemini, emek sömürüsünü, güvencesiz çalışma koşullarının ne kadar önemli ve tartışılması, acilen çözüm bulunması daha fazla ötelenemeyecek meseleler olduğunu hatırlattı hepimize. Bu sayımızda karantina konumuzu “Taşeron sistemi ve emek sömürüsü olarak belirledik”. Taşeron işçilerinin sorunlarını, taşeron sisteminin ne gibi sebeplerle yaygınlaştırıldığını, işçilerin haklarını elde etmek için açtıkları davaları, yıllardır bizatihi bu meselenin içinde olan ve bunun mücadelesini veren İşçi-der Genel başkanı İSKİ çalışanı Adnan Kondak abimizden dinledik. Mazlumder’in Soma’yı ziyaret eden ekibinde yer alan Furkan Gençoğlu izlenimlerini ve gözlemlerini yazdı. Burak Kalpaklıoğlu devam eden İş davalarını, ailelerin adalet mücadelelerini ele aldı. Genç Öncüler olarak pankartımızla katıldığımız Mavi Marmara’nın yıl dönümü yürüyüşünün hikayesini Ali Tarık Parlakışık kaleme aldı. Ayrıca atölye bölümümüzde arkadaşlarımız çeşitli konularda kendi alanlarında yazdılar. Genç Öncüler Dergisi yayın kurulu olarak önümüzdeki sayılarımızda da sokağın sesini dinlemeye, zulme uğrayanların davalarını yansıtmaya, onların acılarına ortak olmaya çalışmaya devam edeceğiz inşallah. Allah hepimizi yolunda adil şahitlik yapanlardan, kim olursa olsun zalime karşı kim olursa olsun mazlumdan yana olmayı şiar edinenlerden, emri bil maruf nehyi anil münkeri hayat düsturu edinenlerden eylesin. Amin. Haziran/Temmuz’14 • 1
Haziran - Temmuz 2014 • Sayı 85 • Yıl 11
İşçi Ailelerinin
08
Adalet Mücadelesi
18
Soma Katliamı, Taşeron FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ Sistemi ve Vicdan Muhasebesi ÜMMET BİZİ BEKLİYOR
Burak KALPAKLIOĞLU
Burak KALPAKLIOĞLU
HAK-İŞ TAŞERON GERÇEĞİ ARAŞTIRMASI (ÖZET RAPOR)*
40
Fikir ve Üretildiği Ortam Ali Tarık PARLAKIŞIK
28 2 • Haziran/Temmuz’14
44
SURİYE DEVRİMİNİN DİPLOMATİK DİLİ Serdar Fikret KILIÇ
Zayıflara Yardım Ediniz ki Yardım Olunasınız-2/ Abdullah Yıldız................ 4 İşçi Ailelerinin Adalet Mücadelesi / Burak Kalpaklıoğlu ............................. 8 Röportaj / “Onursuz Yaşamaktansa, Onurlu Ölmeyi Tercih Ederiz”............ 11 Soma Katliamı, Taşeron Sistemi ve Vicdan Muhasebesi / Burak Kalpaklıoğlu............ 18 Gözyaşını Katık Ettik Ekmeğe / Ali Tarık Parlakışık.................................................. 22 Soma’da Üç Gün: Soma İzlenimleri / Furkan Gençoğlu............................................. 24 HAK-İŞ Taşeron Gerçeği Araştırması (Özet Rapor) ................................................... 28 Etkinlik / Mavi Marmara Yürüyüşünün Ardından / Ali Tarık Parlakışık...................... 32 Garcia’ya Mektup Götürecek Adam Aranıyor! / Ali Altunkaya................................... 34 Osmanlı’da Astronomi ve Astroloji: Müneccimbaşı / M. Semih Özdemir................... 38 Fikir ve Üretildiği Ortam / Ali Tarık Parlakışık.......................................................... 40 Bir Amatörün Gözünden... / Tolga CELLAD........................................ 42 Suriye Devriminin Diplomatik Dili / Serdar Fikret KILIÇ................. 44 Nakba Günü / Fahreddin ÖZLEN................................................. 47 Karikatür / Zeynep Arslan......................................................... 48
Haziran/Temmuz’14 • 3
ÖĞÜT
ZAYIFLARA YARDIM EDİNİZ Kİ YARDIM OLUNASINIZ-2* Abdullah YILDIZ
Kendilerini Allah Yoluna Hasredenler
K
endilerini Allah yoluna adayıp da malmülk biriktirme imkânı olmayan ve iffet ve hayâsından dolayı ihtiyacını belli etmeyen kimseler de, gözetilmesi gerekenler listesinde yer alır: “Sadakalar; kendileriniAllah yoluna adayan fakirler içindir (li’l-fukarâ’illezîne uhsirû fi sebîlillâhi). Bunlar yeryüzünde dolaşmazlar. Hâllerini bilmeyen biri, iffet ve hayâlarından dolayı onları zengin zanneder. Sen onları yüzlerine bakınca tanırsın. Onlar yüzsüzlük edip insanlardan bir şey istemezler.” (Bakara 2/273) Rasûlüllah’ın bir hadisinde belirttiği üzere bunlar; ‘kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimselerdir.1 Tevbe/60.âyette de, sadakaların verileceği kimseler şöyle sıralanır: ‘Fakirler, yoksullar, tahsildarlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolundakiler(fi sebîlillâh) ve yolcular.’ 4 • Haziran/Temmuz’14
Köle ve Esirler “Birr”in yani iyilik ve erdemlilik sahibi olmanın; ancak ‘yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere (boyunduruk altındakilere) sevdiği maldan vermek’le (Bakara 2/177) gerçekleşeceği daha önce zikredilmişti. Keza, “Akabe/sarp yokuş”u aşarak Ahiret’te “kitab”ı sağ elinden almayı hak etmenin de; ancak ‘bir boynu çözmek (köleyi azad etmek) yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut yere serilmiş bir yoksulu doyurmak” (Beled 90/1316) ile mümkün olabileceği de hatırlatılmıştı. İmdi, yukarıdaki ayetlerde ve aşağıda gelecek hadislerde geçtiği şekliyle bir kölelik kurumu ve uygulaması bugün bulunmamaktadır. Öyleyse, Kur’ân ve Sünnet’teki “abd/köle” kavramı ve ‘kölelik’ hukuku nasıl anlaşılmalıdır? Bu konuda, önce üstad Muhammed Esed’in açıklamasını görelim: Kur’ân’ın nüzûlü döneminde kölelik, bütün dünyada yerleşik bir kurum idi ve onun birdenbire ilga edilmesi ekonomik olarak imkânsızdı. Bu zorluğu aşabilmek ve aynı zamanda köleliğin nihai olarak kaldırılmasını sağlamak amacıy-
la Enfal/67’de, artık yalnızca haklı bir savaşta ki zayıfları’ yani ‘birilerinin elleri altında karın (cihad) alınan esirlerin köle olarak tutulabile- tokluğuna çalışmaya mahkûm olan işçileri, hizcekleri emredilir. Ama bu yolla veya -bu âyetin metlileri, memurları ve benzerlerini’ kapsadığını nüzulünden önce- başka herhangi bir şekilde söyleyebilir miyiz? Herhalde evet. köle edinilmiş kişiler için bile Kur’ân, köleleri Esirlere/tutsaklara gelince; bunlar savaş salıvermedeki büyük erdemi vurgular ve onu çe- durumunda esir düşenler olacağı gibi, günümüşitli günahlar için bir kefaret aracı kılar (mese- zün mahpusları, mahkûmları ve onların çocuklala: 4/92; 5/89; 58/3). Peygamberimiz de insan- rı da bu kategoriye girebilir. ları kölelikten şartsız olarak kurtarmanın Allah “Onlar mala olan sevgilerine rağmen yokkatında en makbul ibadet olduğunu söyler. sula, yetime ve esire yemek yedirirler.” (İnsan Yine M. Esed, ilgili âyetlerde köleliği ifade sa76/8) dedinde geçen “rakabe” (çğl: rikâb) teriminin, Köle ve esir terimlerinin anlamlarını böyle lafzî olarak kişinin ‘boynunu’ ifade ettiğini ve güncelledikten sonra, konuyla ilaynı zamanda bir insanın bütün gili hadisleri görebiliriz: kişiliğini anlattığını söyler. Bu Hz. Peygamber, kölesini Hz. Ali’den (r.a) den rivamülahaza ile, Bakara/177’deki tokatlayan yahut yet edildiğine göre dedi ki: Hz. “fi’r-rikâb” ifadesinin ‘insanPeygamber’in (s.) son sözü şu işlemediği bir suç için ları zincirlerinden kurtarmak olmuştu: yolunda’ anlamına geldiğini beonu cezalandırıp dövene, “Namaza dikkat edin, nalirterek, bunun da hem esirleri işlediği bu günaha maza!... Sahip olduğunuz köfidye karşılığı bırakmayı hem de karşılık olarak onu azad leler hakkında Allah’tan korköleleri özgürlüklerine kavuşetmesini söylemiştir. Yine kun!”3 turmayı ifade ettiğini ekler. Yine ona göre, Beled/13’teki “fekkü Peygamberimiz (s.) köleleri Rasûlüllah, kölelerin rakabe” yani boynu çözmek dövmeyi ve onlara eziyet etmeyi yeme ve giyme haklarına deyimi de “insanoğlunu boyasaklamıştır. riayeti ve onları zor işlere yunduruklarından kurtarmak” Ebû Mes’ud’dan (r.a): “Kenşeklinde anlaşılmalıdır. Boyunkoşmamayı emretmiştir. di kölemi dövüyordum. Arkamduruk/zincir terimi ise “kölelik” dan şöyle bir ses duydum: olarak tanımlanabilecek olan -“Ey Ebû Mes’ud! Bil ki, sebütün tutsaklık ve sömürü -sosyal, nin köleye güç yetirmenden daha çok, Allah’ın ekonomik veya politik- biçimlerini kapsar.2 gücü sana yeter.” Kısaca bugün “köle azad etmek”; insanları Döndüm, bir de ne göreyim; o Rasûlüllah her tür tutsaklık ve boyunduruktan kurtarmak (s.)... Dedim ki: demektir. -“Ya Rasûlallah! Artık bu köle, Allah rızası Ayrıca, Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Mübîn’inde için hürdür.” Bunun üzerine şöyle buyurdular: müminlere şu talimatı vermektedir: -“Eğer sen böyle yapmamış olaydın, sana “Yalnızca Allah’a kulluk edin ve ondan başka Cehennem ateşi dokunurdu.”4 hiçbir şeyi ilah edinmeyin. Ana babaya, yakın
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, elinizin altındaki (köle, hizmetçi, işçi) lere ihsan/iyilik edin.” (Nisa 4/36) Peki, bu ve benzer âyetlerle hadislerde geçen “mâ meleket eymânüküm: elinizin altındakiler” terimi, kölelik kurumunun geçerli olduğu dönemlerde “köleliği” ifade ederken; günümüzde bunun ‘güçlülerin elleri altında-
Haziran/Temmuz’14 • 5
ÖĞÜT Rasûlüllah der ki: “Sizin o kardeşleriniz sizin hizmetinizi gören kimselerdir. Allah onları idareniz altına verdi. Kimin eli altında bir kardeşi bulunursa, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Güç yetiremeyecekleri şeyi onlara yüklemeyiniz. Eğer onları güçlerinin üstünde görevlendirirseniz onlara yardım ediniz.” Hz. Peygamber, kölesini tokatlayan yahut işlemediği bir suç için onu cezalandırıp dövene, işlediği bu günaha karşılık olarak onu azad etmesini söylemiştir.5 Yine Rasûlüllah, kölelerin yeme ve giyme haklarına riayeti ve onları zor işlere koşmamayı emretmiştir.6 Allah Rasûlü’nün seçkin ashabı da bu konuda son derece titiz davranmışlardır. Ebû Mahzûre anlatıyor: Hz. Ömer’in (r.a) yanında oturuyordum. O sırada Safvan b. Ümeyye bir tepsi getirdi. Onu, bir örtü içerisinde birkaç kişi taşıyordu. Tepsiyi Hz. Ömer’in önüne koydular. Hz. Ömer çevresindeki insanların kölelerini ve fakir kimseleri de yemeğe çağırdı. Onlar gelip Hazreti Ömer’le yemek yediler. Sonra bu manzara karşısında Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: -“Allah, kölelerinin kendileriyle beraber yemesinden yüz çeviren toplumu kahretsin yahut onlara lanet etsin.”7 Peygamberimiz, bu dünyada aşağı görülen kölelerin ahirette iki kat mükafat alacağını müjdeledi. “Kölenin iki kat mükâfatı vardır; Allah’ın hakkını ona ibadet etmekte yerine getirirse -yahut ibadetini güzel eylerse, dedi.- Bir de efendisinin hakkını öderse/dürüst hareket ederse...”8 Yine kutlu Peygamberimiz (s.), köle ve cariyelere hitap etmenin edebini de ümmetine öğretti. “Sizden hiç biriniz, ‘kölem, cariyem’, demesin. Hepiniz Allah’ın erkek kullarısınız ve sizin bütün kadınlarınız da Allah’ın dişi kullarıdır. İnsan: ‘Oğlum, kızım, delikanlım ve genç kızım’ desin.”9 “Sizden hiç biriniz, asla ‘kölem, cariyem’ demesin. Köleler de (size), asla ‘mürebbim, mürebbiyem’, demesin. (Sizden her biriniz kölesine): ‘Delikanlım, genç kızım’; (köleler de efendilerine): ‘Efendim, hanımefendim’ desin. Hepiniz kullarsınız; Rab ise, Aziz ve Celil olan Allah’tır.”10 6 • Haziran/Temmuz’14
El Altındakiler (Hizmetçi, İşçi vb.) İslâmiyet, köleliğin ortadan kalkmasını sağlayıcı her türlü tedbiri aldığı gibi, onlara çok iyi davranılmasının her türlü zeminini de hazırladı. Aynı şekilde, güçlü ve varlıklı insanların ‘ellerinin altında bulunan’ hizmetlilere ve diğerlerine merhametli ve adil davranmalarını sağlayıcı kesin ve net ilkeler ortaya koydu. Bunun en güzel uygulaması Rasûlüllah’ın (s.) hayatında görüldü: Enes (r.a) anlatıyor: “Hz. Peygamberin Medine’ye gelişlerinden vefatlarına kadar seferinde ve hazarda, kendilerine hizmet ettim. Yaptığım herhangi bir işten dolayı bana: -‘Bunu, neden böyle yapmadın?’ Veya yapmadığım bir iş için de bana: -‘Bunu böyle yapmış olsaydın?’ demedi.”11 Ümmü Seleme (r.anhâ) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.) kendi hizmetçisini yahut Ümmü Seleme’nin hizmetçisini çağırdı. Hizmetçi gecikti. Peygamberin yüzünde öfke alâmeti belirdi. Ümmü Seleme gidip kapı perdesinde durdu, hizmetçiyi oynarken gördü. Hz. Peygamberin elinde misvak vardı. Şöyle dedi: -“Kıyamet günü kısas korkusu olmayaydı, bu ağaç dalı ile seni acıtacak şekilde döverdim.”12 Köle ve hizmetçilere; ‘yediğinizden yedirin ve giydiğinizden giydirin’13buyuran Rasûlüllah der ki: “Sizin o kardeşleriniz sizin hizmetinizi gören kimselerdir. Allah onları idareniz altına verdi. Kimin eli altında bir kardeşi bulunursa, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Güç yetiremeyecekleri şeyi onlara yüklemeyiniz. Eğer onları güçlerinin üstünde görevlendirirseniz onlara yardım ediniz.”14 Yine Rasûlüllah (s.) şöyle buyurur:“Sizden
birinize hizmetçisi, yemeğini getirdiği zaman, hizmetçisini de yemeğe oturtsun. Eğer oturmayı kabul etmezse, o yemekten ona da versin.”15 Yarım Hurma ile Ateş’ten Korunmak Görüldüğü gibi, “zayıflar” kategorisine giren bütün insan gruplarının gözetilip korunması, İslâmiyet’in en temel sosyal adalet ilkesidir. Yukarıda da geçtiği üzere, ümmetine ve tüm insanlığa “fakirleri kollayıp gözetiniz” talimatını veren Peygamberimiz (s.), zayıflar sayesinde ve onların duası, ibadeti ve ihlâsı sebebiyle Allah’dan yardım görüp rızıklandığımızı beyan buyurmuştur. Hakikat şu ki, Kıyamet Günü’nde zenginlerin mal ve mülkleri de, idarecilerin makam ve mevkileri de bir işe yaramayacak, aksine sahiplerinin başına sıkıntı getirecektir. Sahip olunan maddi imkânların ve yetkilerin yerli yerince kullanılıp kullanılmaması, Hesap Günü’ndeki akıbetimizi belirleyecektir. Rasûlüllah, bu dünyadaki zengin-fakir denkleminin Kıyamet Günü tepetaklak olacağını işaret eder: “Varlıklılar kıyamet gününde yoksul kalacaktır. Ancak Allah’ın verdiği malı dört bir yana dağıtan ve o malla iyi işler yapanlar yoksul kalmayacaklardır.”16 Kıyamet Günü’de Cehennem ateşine sürüklenmekten kurtulup Kitab’ı sağ elinden alanlardan (ashab-ı meymene) olabilmenin yolu; gerçek bir îman, sâlih bir amel, hakkı, sabrı, merhameti tavsiye ile birlikte açlık gününde yetimi, yoksulu doyurmak ve genel manada zayıfları gözetmek-
ten geçiyor. (Bk: Müddessir 74/42-44; Beled 90/13-17; 103/1-3) Rasûlüllah (s): “Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun”17 buyuruyor. İmdi, Somali ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere, insanlık ve ümmet ailesi içindeki zayıflara sırf Allah için infakta bulunurken, böylece bizim onları açlıktan kurtardığımız zannına kapılabiliriz. Aslında biz onları değil, onlar bizi kurtarıyorlar. Yaptıklarımız, son tahlilde ‘yarım hurma ile de olsa ateşten kurtulma’ çabasından ibarettir! Unutmayalım! *Mezkûr bölüm, Abdullah Yıldız Hocamızın “On İki Emir” İsra Suresi Işığında Kur’ân Edebi adlı kitabından derlenerek yayına hazır hale getirilmiştir. Dipnotlar 1 Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 76 2 M. Esed, a.g.e., Bakara 2/177 ve Beled/13.âyetlerin dipnotları 3 İbn Mace, 2698; Ebu Davud, 5156; Ahmed 1/78; İbn Hibban, 14/571; Beyhaki, 8/11 4 Müslim, İman 34 5 Müslim, Eyman 30 6 Edebü’l-Müfred,192, 193 7 Edebü’l-Müfred,201 8 Buhari, İfk 17; Müslim, İman 43 9 Buhari, 2414; Müslim 2249; Beyhaki, 8/13 10 Ahmed, 2/508 11 Buhari, 2616; Müslim, Fedail 52; Tirmizî, Birr 68; Ahmed 3/101 12 Edebü’l-Müfred,184 13 Müslim, Zühd 74 14 Buhari, 304; Müslim, İman 38; Ahmed 5/161 15 Buharî, 2418; Müslim, İman 42; İbn Mace 3289; Ahmed 1/446 16 Buhârî, Rikak 13 17 Buhari, Zekât 10, 9, Menâkıb 25, Edeb 34, Rikâk 49, 51, Tevhid 24, 36; Müslim, Zekât 66-67, (1016); Nesâi, 63, (5, 74-75)
Rasûlüllah (s): “Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun”
Haziran/Temmuz’14 • 7
KARANTİNA
İ İşçi Ailelerinin
Adalet Mücadelesi Burak KALPAKLIOĞLU
Davutpaşa Davası: 31 ocak 2008’de İstanbul Davutpaşa’daki Emek İş Hanı’nda yıllardır kaçak-ruhsatsız olarak faaliyet gösteren maytap atölyesinde meydana gelen patlamada 21 kişi hayatını kaybetti, 130 kişi yaralandı. Davutpaşa patlamasında hayatını kaybedenlerin aileleri ceza davası açılması için 35 hafta boyunca, her Pazar 12’de Taksim Meydanı’nda basın açıklaması yaparak sorumluların yargılanmasını talep etti. Bilirkişi raporu 28 8 • Haziran/Temmuz’14
ş cinayetlerinde yakınlarını kaybeden aileler her ayın ilk Pazar günü Galatasaray meydanında iş kazalarını gündemde tutmak için “Sorumlular belli yargılansın” şiarıyla vicdan ve adalet nöbeti tutuyorlar. İşçi ailelerinin verdikleri mücadele gerçekten saygı duyulası çünkü genellikle ailelerin açtıkları davalar çok uzun sürebiliyor. Hatta Davutpaşa Davası’nın bilirkişi raporundan sonra davanın açılması süreci iki yıl sürdü. Ailelerin verdiği adalet mücadelelerine destek vermek onların acısını paylaşmak hayatını kaybeden işçilere olan borcumuzdur. Bu bölümde ailelerin açtığı davalara değinmeye çalışacağız.
Mart 2008’de hazırlandı. Fakat dava, ailelerin mücadelesi sonucunda neredeyse 2 yıl sonra açılabildi. Açılan davada Zeytinburnu Belediyesi’nde olay tarihinde ya da daha önce görev yapan yönetici ve müdürler dışında şüpheli kamu görevlisi yoktu. Kusurlu olduğu bilirkişi raporunda tespit edilmesine rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı hakkında idarece kovuşturma izni verilmedi. Dava şu hala devam etmektedir. Davutpaşa patlamasında hayatını kaybedenlerin aileleri ve yaralananların adalet mücadelesindeki ısrarları kamuoyu nezdinde “iş kazası’”nın cinayet olarak algılanmasını sağlamıştır. Ailelerin sürdürdüğü adalet mücadelesi diğer iş cinayetleri mağdurlarına örnek olma açısından miladi bir yer tutuyor. Davutpaşalı aileler, Bursa-Kemalpaşa, Ankara Ostim-İvedik, Zonguldak/Karadon ve Eskişehir’de meydana gelen iş cinayetlerinde ya-
kınlarını kaybeden aileleri heyetler halinde ziyaret ederek dayanışma ve cesaretlendirme çabalarını eksik etmediler. BEDAŞ İşçisi Erkan Keleş’in Davası: 10 Eylül 2010’da Ramazan Bayramı’nın 2. Günü, gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmadığı, kişisel koruyucu malzemeler verilmediği hale BEDAŞ Gaziosmanpaşa Arnavutköy işletmesine arızayı gidermek için gönderilen Erkan Keleş çıkarıldığı elektrik direğinde akıma kapılarak iş cinayetinde hayatını kaybetti. BEDAŞ’ın alt taşeronu Alkama’da çalışan Keleş, 31 yaşındaydı. Evli ve 2 çocuk babasıydı. İkinci oğlu henüz 25 günlüktü. Bayram sonrası izin alarak memleketi Rize’ye oğlunu ailesine göstermeye gidecekti. Gidemedi. Erkan Keleş “ağır tehlikeli” işlerden sayılan elektirik arızası tamirine gönderilirken hiçbir güvenlik teçhizatı, zorunlu koruma aleti –izole eldiveni, izole çizme, yağmurluk, iş güvenliği yeleği, baret, başlık feneri, emniyet kemeri, topraklama kablosu, lüzumlu ölçü aletleri, elektrik hattına yaklaşmadan uzaktan hatta elektrik olup olmadığını kontrol eden ıstanka adlı kontrol kalemi ve diğer koruyucu donanımlar- verilmedi. Aralık 2012’de Keleş ailesinin avukatlarının talebi üzerine, Gaziosmanpaşa Cumhuriyet savcılığınca olay yerinde ve işletmede keşif yapıldı. Görüldü ki, yukarıda sayılan ve Erkan Keleş’i ölüme götüren eksiklik ve ihmallerin hiçbiri Keleş’in ölümüne rağmen giderilmemişti. İşveren nasılsa denetleme mekanizmasının işlemediğinin farkındaydı. İhmal silsilesinden sorumlu tutulmayacağının bilmenin rahatlığıyla hareket ediyordu. Bir işçinin ölmesi işverenin umurunda değildi, başka Erkanlar da ölebilirdi, yeter ki iş güvenliği teçhizatı için para harcanmasın! BEDAŞ ve alt taşeron Alkama yönetimi keşiften sonra hazırlanan bilirkişi raporunda, kusurlu ve suçlu bulundu. Yıllar geçti ama şirket yöneticileri savcılığa ifade vermeye gitmediler. Zorla getirilme kararıyla getirildiklerindeyse ortaya çıkan tablo tanıdıktı. Herkes suçu başkasına atıyor, sorumluları olmadığını, görev alanlarına girmediğini, kusurlu olmadıklarını söylüyor; herkes işçi Erkan Keleş’in kendi kusuru nedeniyle akıma kapıldığını iddia ediyordu. Aradan geçen 2 yıla rağmen iddianame hazırlanmamıştı. Tam dosya hazır hale geldi derken görevli savcı emekliye ayrıldı; yeni gelen savcı, bilir-
10 Eylül 2010’da Ramazan Bayramı’nın 2. Günü, gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmadığı, kişisel koruyucu malzemeler verilmediği hale BEDAŞ Gaziosmanpaşa Arnavutköy işletmesine arızayı gidermek için gönderilen Erkan Keleş çıkarıldığı elektrik direğinde akıma kapılarak iş cinayetinde hayatını kaybetti. BEDAŞ’ın alt taşeronu Alkama’da çalışan Keleş, 31 yaşındaydı. Evli ve 2 çocuk babasıydı. İkinci oğlu henüz 25 günlüktü.
kişi raporunu beğenmedi ve dosyayı yeniden bilirkişilere gönderdi. Dosya üzerinden inceleme yapan bilirkişiler, her 2 şirketin de yönetim kadrosunu temize çıkarıp sorumluluğu şoför, BEDAŞ teknisyeni, BEDAŞ ve Alkama’nın şantiye şeflerine yüklediler. Her şeyden önemlisi, asli kusuru, açık bir şekilde iş cinayetinde hayatını kaybeden Erkan Keleş’in kendisine yüklediler. Neyse ki savcılık bu iddiaya itibar etmed. Dava şu an devam etmekte. Esenyurt Çadır Yangını Davası: 11 Mart 2012 Pazar günü 22.00 sularında Esenyurt’taki Marmara Park AVM şantiyesinde çalışan işçilerin yatakhane olarak kullandıkları 3 çadırda yangın çıktı: 11 işçi yanarak hayatını kaybetti. İşçiler memleketin farklı illerinden ekmek parası için çalışmaya gelmişlerdi. Dünyanın önde gelen gayrimenkul yatırım ortaklığı ve finans firmalarının yaptırdığı Marmara Park AVM işçilere gayriinsani çalışma ve barınma koşulları sunuyor, günde 15 saate varan çalışma karşılığında asgari ücret veriyordu. 18 Ekim 2012’de 11 işçinin yanmış bedenleri üzerinde yükselen Marmara Park Haziran/Temmuz’14 • 9
KARANTİNA 11 Mart 2012 Pazar günü 22.00 sularında Esenyurt’taki Marmara Park AVM şantiyesinde çalışan işçilerin yatakhane olarak kullandıkları 3 çadırda yangın çıktı: 11 işçi yanarak hayatını kaybetti. İşçiler memleketin farklı illerinden ekmek parası için çalışmaya gelmişlerdi.
AVM. “Burası Başka Bir Dünya” sloganıyla şaşalı bir açılış yaptı. Kayı İnşaat ve Kaldem Yapı’nın işçilere yatakhane olarak hazırladıkları çadırlar, yangın sonrasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu müfettişleri tarafından incelendi. Düzenlenen rapordan çıkan içler acısı sonuca göre, bir işyerinde teorik olarak mümkün olabilecek tüm eksiklik ve hatalar bu işyerinde somut olarak gerçekleşmiştir. Bu eksiklik ve hataların tamamı önlenebilir ve kaçınılabilirdir. Kayı İnşaat’a işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili müşavirlik hizmeti veren firmanın defalarca yazılı raporlarında durumu tespit ederek bildirmesine rağmen hiçbir düzeltme yapılmamış ve kaçınılmaz yangın meydana gelmiştir. Olayın olduğu 11 Mart 2012’den yaklaşık 6 ay sonra Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ceza davası açıldı. Davada, Ece Marmara Park yetkilisi, Kayı İnşaat ve taşeron firma Kaldem İnşaat yetkililerinin de aralarında bulunduğu 13 kişi sanık olarak yargılanıyor. Marmara Park Gayrimenkul Yatırım Finansman AŞ’nin Genel Müdürü sanık Andreas Michael Hohlmann’ın duruşmadaki ifadelerini çeviren tercümanın aslında Hohlmann’ın savunmasını yapan hukuk firmasında avukat olduğu, savcılıktaki ifadelerinin de aynı tercüman eşliğinde alındığı öğrenilmiştir. Kaldem Yapı’nın avukatı Seçkin Tay, yangını gören işçiye, “İşçiler neden alev çıkınca alevlerin üzerinden atlayarak dışarı çıkmadılar, neden kaçmadılar? Diye sorabilmiştir. İşçinin yangının çok ani olarak yükseldiğini anlatması üzerine, hayatını kaybeden işçilerin anne babaları, çocukları ve eşlerinin önünde “Hıdrellez ateşinden atlıyoruz ya, o şekilde atlayabilirlerdi; neden atlamadılar? Diyecek kadar pervasızca konuşabilmiş, kusuru hayatını kaybeden işçilerde bulma çabasında olmuştur. Tüm sanıklar, işçilerin hayatını kaybettikleri çadırlar bölgesi için “Orası benim sorumluluğumda değildi”, “Oraya ben 10 • Haziran/Temmuz’14
hiç gitmedim”, “Benim işim o değildi” savunmasını yapmaktadır. Henüz o bölgede çalışan, o bölgeden sorumlu olan hiç kimse tespit edilememiştir. Ailelerin ve avukatların adalet arayışındaki ısrarları sonucunda bütün şirketlerin organizasyon şemaları dava dosyasına girdi ve ifadeleri alınmaya başladı. Fakat dosyaya sunulan bilirkişi raporunda sanıkların suçluları yok sayıldığı, görmezden gelindiği için aileler ve avukatları 31 Ocak 2014’te yapılan duruşmada bilirkişi raporuna itiraz ederek yeni bir bilirkişi heyeti oluşturulmasını talep etti. Aileler ve avukatları yaptıkları açıklamalarda sorumluluğu olan bütün kurum ve kişilerin eksiksiz yargılanması için çaba göstermeye devam edeceklerini söylediler. Süreçlerine dair kısa açıklamalar yaptığımız davalar bugün devam eden onlarca iş davasından sadece birkaçı. Örneklerle de gördüğümüz üzere dava süreçleri işçi aileleri açısından oldukça sancılı süreçler. Dava açma sürecinin kendisi problem olmakla beraber olayın faillerinin mahkemede neredeyse tüm suçu ölen işçilere atan pervasızca savunma yapmaları dolayısıyla davaların çok azı işçi ailelerin lehine sonuçlanmaktadır. Örneğin Esenyurt davasında işçileri kolay tutuşan naylon çadırda yatıran ve gerekli önlemleri almayan patronlar değil sadece şantiye şefi birinci dereceden kusurlu bulunurken buna karşın, yangın esnasında kapıdan çıkışı engelleyen sünger yatakları şeflerinin talimatı doğrultusunda ranzaya istifleyen işçiler, kendi can güvenliklerini tehlikeye attıkları gerekçesiyle ikinci dereceden kusurlu bulundular. Hülasa işçi ailelerinin verdiği hak-adalet mücadelesini desteklemek İslami ve insani sorumluluğumuzdur diyor ve yazıyı kendilerinin sözleriyle bitiriyoruz. KAZA DEĞİL CİNAYET! SORUMLULAR BELLİ YARGILANSIN! Kaynak: 1umut yayınları, İş Cinayetleri Almanağı 2013
KARANTİNA
“Onursuz Yaşamaktansa Onurlu Ölmeyi Tercih Ederiz” Röportaj: Burak Kalpaklıoğlu
İşçi-der Genel Başkanı Adnan Kondak ile taşeron işçilerinin durumu ve sorunları üzerine konuştuk. Adnan Kondak’tan kendi tecrübeleri çerçevesinde taşeron işçiliğinin hukuki boyutunu ve sivil toplumdaki karşılığını dinledik. İstifadenize sunarız.
Genç Öncüler: Türkiye’de taşeron meselesini biraz anlatabilir misiniz Hocam? Taşeron yakşalık olarak ne zaman yaygınlaştı bu ülkede? Adnan Kondak: 2002 senesine kadar olan taşeronluk: Yardımcı işler, süreklilik arz etmeyen geçici işler veya yüksek teknoloji gerektiren işlerdi. Bunun daha sonra küresel ekonominin hükümetlere dayattığı Merkel’in Yunanistan’a söylediği ben şu kadar işçi çalıştırıyorum sen şu kadar işçi çalıştırıyorsun ben bi işi şu kadar adamla yapıyorum sen şu kadar adamla yapıyorsun o zaman işçi sayısını düşüreceksin işçi ücretlerini azaltacaksın demesi gibi bu tüm hükümetlere dayatılan bir konu. Hükümet ne yaptı taşeronlaşmayı yaygınlaştırma yoluna gitti. Bunu yaygınlaştırma yoluna giderken kanunlarda kökü bir değişiklik yapmadan fiili bir durum oluşturuldu. Bunu parça parça 4851 sa-
yılı çalışma kanunu’nun muhtelif zamanlarda 2005 yılında belediye yasası 2009 yılında PTT yasası gibi böyle muhtelif zamanlarda parça parça yaptığı değişiklikler taşeronu tüm sektörlere yaydı. Ve bunlar geçişi işler yardımcı işler değildir işlerin tamamıdır. Bugün bir belediyeyi ele aldığınızda sokakların süpürülmesi, ulaşımın sağlanması, park ve bahçelerin düzenlenmesi, suyun faturalandırılması, suyun konutlara ulaştırılması, tüm işler taşerona devredildi. Biz taşeronu yardımcı ek iş yardımcı iş olarak tanımlarken asıl işin ne olduğu ortadan kalktı. Kurumların ne iş yaptıkları tartışılır oldu. Bunun esprisi zaten kuruluş amacı taşeronun az adama çok iş yaptırmak daha ucuza işçi çalıştırmak. Bugün çalışma piyasasında işçi arkadaşlarımız şunu söyler bir insanın yapabileceği iş bu kadardır ya da bu kadar işi bir insan yapamaz derler ve aldıkları cevap şudur: “İşine geHaziran/Temmuz’14 • 11
KARANTİNA
liyorsa çalış senin aldığın paranın daha azına bu işi yapacak bir sürü işsiz adam var.” İşte mobing, bu kavram da bu sayede lugatımıza girmiş oldu mobing denilen şey budur. İnsanlara illa hakaret etmeniz, aşağılamanız falan değil yani. Bir insana gücünün üstünde iş verirsiniz o da mobingdir. Bir insana gücünün üstünde iş verirsiniz ve o insan o işi yapamaz, o insana sen yetersizsin dersiniz insana yetersiz sıfatını yakıştırırsınız ve onu işten atarsınız. Bugünkü taşeronluk bu duruma geldi. Kurumlar asli işlerini taşerona yaptıramaz kanunu yürürlükteyken bu yaygınlaştı. Bu arada işte karayolları, üniversite hastaneleri işçileri bunlar davalar açtı ve bu davaların hepsini karayolları işçileri kazandı. Şu anda bir muamma var çünkü mahkeme kararı uygulanmadı. Birçok üniversite hastanesi Çukurova Üniversitesi, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, 19 Mayıs Üniversitesi, Çapa Hastanesi’nde çalışan arkadaşlarımız şu an hatırıma gelenler bunlar dava açtılar. İşte şurada Çapa Hastanesi’ndeki arkadaşlarımızın hakları için açtığı davadan mahkeme kararı çıktı ve mahkemeyi kazandılar ama mahkeme kararının bir de uygulaması var. Mahkeme kararı duymazdan geliniyor ortada bir karar var ama kim uygulayacak nasıl uygulanacak belli değil. Şu an böyle bir durum var. Hükümet diyor ki kamu kuruluşlarını zarara uğratan alt işverenlerden bahsediyor. Bu12 • Haziran/Temmuz’14
rada zarara uğratan nedir işte bu kazanılmış mahkeme kararlarıdır. Yani şu anki mecliste görüşülmekte olan sendikalarla görüşülen taşeronluk meselesi aslında 11 milyon işçiyi ilgilendiren bir mesele. 11 milyon işçi derken burada tabi SSK’da kayıtlı olanlardan bahsediyorum çünkü Türkiye’de çok sayıda kayıt dışı işçi de var. Şu anda görüşülen mesele alt işveren işçilerinin asli iş iddiasında bulunamaması, bunların kanun haline getirilmesi, işte taslağa baktığınızda bazı kanunlarda bir kelime değiştirilir ve bir kelimeyle senin hayatını değiştirirler. Bir ve ya da veya kelimesi orada çok şey ifade ediyor. Biz şunu diyoruz kamudaki atıl iş gücü veyahut verimsiz kullanılan iş gücü bunlar bu işin haklı nedeni olamaz. Hükümet taşeronluğu kamu yararı olarak savunuyor. Hiçbir yatırım yapmayan hiçbir risk almayan sadece orada çalışan işçilerin emeği üzerinden komisyon alan şirketlerde bir kamu yararı olduğuna biz inanmıyoruz. Biz inanmıyoruz ve bu konuda ne hükümet ne de bir başkası böyle bir kamu yararı açıklaması yapamıyor. Yapılan tek şey ne kötü örnek örnek değildir. Yapılan tek şey şu: Efendim eskiden adamın belediyede ne iş yaptığı belli olmuyordu belediyede işini bilmiyordu kendi işini yapmıyordu belediyeden maaş alıyordu. Tamam olmuştur bir istismardır ama bu hukuk devletinde senin yaptığın hukuksuzluğa meşruiyet sağlayamaz. İşte efendim kadrolu işçi çalışmıyor o zaman senin idarende bir sorunun var. Senin yönetiminde bir sorunun var. Bunun daha kestirme yolu daha somut örneği var. Ankara’da Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e dedik ki: 10. Çalışma meclisindeyiz arada çay molası veriliyor molada arada bir grup çay içiyoruz Sayın Bakanım dedik “Taşeronu neden araya sokuyorsunuz bunda ne kamu yararı var?” dedik. Siz kurun, belediye şirket kursun belediyenin kurduğu şirkette sözleşmeli çalıştır. Yok bu geriye dönüş olur dedi. Niye geriye
dönüş olsun sen taşerona verdiğin parayı işçiye çalışıyorum ama o adam 15 sene kömür tozu ver. Taşerona verdiğin paranın daha azını işçiye soluyarak kömür gazı soluyarak çalışacak bu ver. Yok geriye dönüş olur diyor. Yani burada ne- insanın zaten bu insanda ne sağlık kalır ne şey dir bir kaynak aktarımı, ucuz işgücü temini, tabi kalır bu insanlar için bu çok normal ama tabi bunun işsizliğin en büyük sorun olduğu bir dö- işin şu boyutu da var Soma üzerinden bu göz nemde bu gösteriyor ki işsiz insanların bu kadar boyama oyununa gidilmemeli. Türkiye’nin ilk 5 fazla olduğu bir dönemde hükümetlerin bunu ayında 830 işçi iş kazalarında öldü. Yani bu ne umursamadığının göstergesi. Çünkü taşeronluk demektir 2 ayda bir bir soma faciası yaşanıyor işsizliği körüklüyor. Kuralsız çalışmak, mesaisiz yani bu insanların 300’ünün aynı anda ölmesiyfazla çalışmak şu an büyük problem. Siz o zaman le gözleri açılıyor bu da biraz çok saçma bir şey İLO sözleşmesini imzaladınız İLO standartlarında biraz vicdanları rahatlatmaya yönelik. Bu tedbirgünde 8 saat çalıştırmalısınız. Şimdi Belediye ler alınmalı, yönetim mekanizmaları kurulmalı, hangi işi ne kadar zamanda sorumlulukta oradaki bir kaç kişiyle yapacağını bilitaşeron yöneticisine veya yor bu standartlara dönün oradaki bir amele çavuşuna Türkiye’nin ilk 5 ayında 830 binlerce insana iş açılacak. yıkılma ucuzculuğuna gidilişçi iş kazalarında öldü. Yani Türkiye genelinde milyonlarmemeli sonra bu iş davaları bu ne demektir 2 ayda bir bir ca işsize iş açılacak. Bugün çok uzun sürüyor 2010’daki soma faciası yaşanıyor yani Türkiye’ye baktığımızda TürKozlu maden faciasında 30 bu insanların 300’ünün aynı kiye’deki şirketlerin yapısına işçi öldü orada. Bugün hala anda ölmesiyle gözleri açılıyor baktığımızda şöyle bir mamahkemeleri sürüyor yahu bu da biraz çok saçma bir şey mul üretip de dünya piyasainsanların her gün acısını tabiraz vicdanları rahatlatmaya sına süren bir marka olarak zeliyorsun insanlara eziyet yönelik. Bu tedbirler alınmalı, bir tane şirketimiz yok. Bu ediyorsun sen bunu 3 ayda, yönetim mekanizmaları kuşirketi niye destekliyorsunuz 5 ayda, 6 ayda bitir bu inrulmalı, sorumlulukta oradaki o zaman? Hükümetin bir sasanların neyse kapansın bu vunması da şu: Şirketlerin mevzu sen 5 sene insanlara bir taşeron yöneticisine veya rekabet gücünün artırılması. eziyet ediyorsun. oradaki bir amele çavuşuna Yahu bu kirli rekabete insanSoma oluşumu olumlu yıkılma ucuzculuğuna gidilları neden kurban ediyorbir gelişme ama işte uygumemeli sonra bu iş davaları sun! Bu rekabete ne gerek lamaya nasıl yansıyacak ne çok uzun sürüyor. var? Taşeronun Türkiye’de zaman uygulamaya konacak böyle bir tanımı böyle bir bilmiyoruz. Bir de şu var kamantığı var. nun çıkarmak kesinlikle yetmiyor, denetime al çoklu denetime al ve bir de Genç Öncüler: Yeni oluşturulan taşeron tasa- bu denetimin işlemesini sağlamak önemli olan rısına nasıl bakıyorsunuz? şimdi sendikalar konuşuyorlar şimdi bunlar riskli Adnan Kondak: Valla yeni çıkan tasarıda So- işler ağır işler başka işlerde sizi sendikasız çalışma’daki olay hükümeti bir takım tedbirler alma- tırabilirler ama madenlerde şuan işçi sendikasız ya zorladı, madenciler açısından iyi bir gelişme: çalışmama hükmü var. İşçi işe girerken iş formu6 saat mesai, erken emeklilik, maaşlarının daha nu doldururken sendika formunu da dolduruyor yükseltilmiş olması gereken bir şey. Şimdiye ka- ama işte buradaki sendikalarda taşeron ve diğer dar ihmal edilmiş bir konu şimdi bir insan, siz/ işçiler arasında bir ayrıma gidiyor. Soma’daki bir ben 15 sene İstanbul’un sokaklarında dolaşarak işçi diyor ki sendika benim sendikam değil. Gerçi Haziran/Temmuz’14 • 13
KARANTİNA oradaki sendikayı günah keçisi yapmaya gerek Eğer bunun denetim ağları kurulur ondan sonra yok bir de zaten işçiler tepki gösterdi istifa et- böyle bir facia meydana gelirse kaza olur, olur da tiler, ki adam yönetime yeni seçilmiş. Şimdi onu Türkiye’de olanlarda kaza şeyi yok ya. 11 milyon da günah keçisi ilan etmeye gerek yok. Türki- işçinin içinde; 2 milyonu taşeron, iş kazalarının ye’deki sendika sistemi bu. Bunu sendikalarda %90‘ı taşeron. Genel rakam içerisinde ne yapar denetleyebilir buradaki yolsuzlukları rapor ede- bu? Facia! Niye diğer iş kollarında çalışan 10 milbilir kamuoyuyla paylaşabilir sendikalar böyle bir yon işçide yüzde onda kalıyor genel toplamda? şey. Hükümetin birinci derecede iş mühendisle- Ama 2 milyonluk işçi 11 milyonun yüzde doksari diyorlar ki biz galeride fare öldürmeyiz hiçbir nını kapsıyor yani. Taşeronda iş güvenliği olmaz! zaman, çünkü fare varsa sorun yok demektir Taşeronda insan sağlığı olmaz! Taşeronda insan oksijen normaldir. Farenin yaşadığı yerde insan onuru olmaz! İnsanların yani bu emek sömürüyaşar, bu yüzden fareleri ölsünden öte insanların devdürmezdik. Teknik cihazların lete olan güvenini, devlete yüksek alarm vermesi, en olan bağını da yok eden bir azından son günlerde ,bir sistem. Ben şimdi kardeşim Bir dönemler, devlet politihaftadır, ocakta diyor hiç niye ya sen beni malzeme kası ekonominin tabana yafare görmedim demeleri... gibi bir şirkete kiralıyorsan yılması idi. Şu an hükümet Bak burada çalışan bir işçi. ben sana niye askerlik yapolitikası ise, şirketlerin Oksijen düştüğünde haypayım, niye vergi vereyim? van orayı terk ediyor. Zehirli Bunu benden ancak zorla rekabet gücünün artırılmagazlar yükseldiğinde hayvan alırsın. Ha kaçırabildiğim sı. Halbuki bu şirketler olorayı terk ediyor. Yani deneyerde de kaçıracağım. Vamadık ahlaksızlığı yapıyor, timini sağlamak, kanun tatandaşlık görevimi yerine mesela ihalesi bitmiş işçinin mam altı saat mesai maaşgetiremediğim yerde getirkıdem tazminatını vermelarının yükseltilmesi, erken meyeceğim o zaman. Çünemeklilik o şartlarda çalışan kü devletle aramda bir bağ mek için baskı uyguluyor, insanlar için olması lazım. kalmıyor. Bu kölelik sistemi zorla ikna etmeye çalışıyor Zaten adam orada altmış ama işçi köleliğe mahkûm vs. Taşeronda sosyal adalet yaşına kadar sen kömürde edilirken, taşeron şirket köolmaz, taşeronda güvenlik çalışıp da kömürden emekli lelik sistemini de kabul etmikesinlikle olmaz. olsan, mezarda emekli oluryor. Kölelik sisteminde kölesun yani. Şimdi bir de orada nin sahibi kölenin ihtiyaçinsanlar fazla üretime zorlalarını karşılar. Ama taşeron nıyor. Başındaki amir pirim şirket ona da yanaşmıyor. alıyor. Neyden pirim alıyor? Diyelim ki elli ton Bir karikatür vardı adama diyor ki abi valla karın kömür çıktı, pirim alıyor. Elli tonun altına düşül- tokluğuna çalışırım. İşveren de diyor ki hadi lan müşse onun maaşından kesiyor. Bu kamuda uy- asgari ücret neyine yetmiyor. Bugün böyle karigulanan performans sistemi benzeri bir şey yani. katürize bir duruma geldik. Taşeronlukta kamu İnsanların çalışma standartları burada maliyet yararı yoktur. Taşeronluğun istihdama katkısı nedir işte, bir ton kömürün ocaktan çıkma ma- yoktur. Taşeronluk şirketlere kaynak aktarmadır. liyeti yüz elli dolar. Burada adam neden tedbir Türkiye’deki kendilerini vatandaşın sahibi gören almaz? Bir ton kömürün ocaktan çıkarma ma- bir bürokratik sistem bunda uzlaştılar. Muhalefet liyetini yüz dolara düşürmek için tedbir almaz. de uzlaştı, bakmayın siz muhalefetin yalandan Sıkıntı kanunu çıkarmakta değil, uygulamakta. çıkıp arada sırada bir çıkış yaptığına. Türkiye’de 14 • Haziran/Temmuz’14
biz muhalefetin öyle bir muhalefet olmadığını biliyoruz. Geçen bir tane yazar bir makale yazmıştı diyor ki işte ak parti gidip CHP geldiğinde tek bir şey değişir diyor, taşeron şirketler değişir diyor. Bu gerçeğin kendisi. Türkiye’de ki kurumlar 1960 inkılabında devleti vatandaşa karşı koruma refleksiyle kurulmuştur. Ve Türkiye’de ki sendikal sistem bundan hali değildir. Bugünkü şekliyle bugünkü davranışlarıyla sendikal sistem işçiyi değil işvereni koruyor. İşçi örgütlenmelerini engelliyor, işçi ayaklanmalarını engelliyor, grevleri engelliyor, işçi işgallerini engelliyor, boykotları engelliyor. Yani bugünkü haliyle sendikal sistem, işçiye karşı devleti ve işvereni koruyan bir sistem. Türkiye’deki kurumlar 1960 İnkılâbında devleti vatandaşa karşı koruma refleksiyle kurulmuştur. Ve Türkiye’deki sendikal sistem de bundan hali değildir. Bugünkü şekli ve davranışlarıyla sendikal sistem işçiyi değil işvereni koruyor. İşçi örgütlenmelerini engelliyor, işçi ayaklanmalarını engelliyor, grevleri engelliyor, iş yeri işgallerini ve boykotları engelliyor. Yani bugünkü haliyle sendikal sistem işçiye karşı devleti, işvereni koruyan bir sistem. Milletvekilinin şirketi var ve burada taşeron işçi çalıştırıyorsa, siz bu milletvekilinin
taşeron sisteme karşı, sosyal adaletten yana tavır almasını bekleyemezsiniz. Adam sendikada görevli ve kendisinin taşeron çalıştırdığı şirketler varsa siz bu adamın sendikal düzene karşı bir mücadele yürütmesini bekleyemezsiniz. Ama malesef Türkiye’deki durum bu. Ve insanların, seçim öncesindeki “belediyeni seçme, taşeronunu seç” esprisi de bu yani. Bu kurumlar ne yapıyorlar, bu kurumların görevi ne? Tamam parti seçimi, anayasa oylaması oldu. Herkese iki sendika hakkı var dendi, halbuki bırakın iki sendikayı adam gibi bir sendika yok yani. Türkiye’de kamuda çalışan bir kaç yüz bin taşeron üzerinden tüm işçilerin haklarını ortadan kaldırıyorsun, tüm işçileri esnek çalışma saatleri içine dahil ediyorsun; sendika patronları da burada taraf olarak pazarlık yapıyorlar. 2002‘den beri bana desinler ki şu yapılan şey işçilere daha iyi bir hak sağladı. Olmadı ve mevcutları ortadan kaldırdı. Genç Öncüler: Sendikalar mı, hükümet mi? Adnan Kondak: Hükümet. 2002‘den beri işçi haklarını daha iyi koruyan, işçi haklarını teminat altına alan bir tane yasa çıkmadı. Bir dönemler, devlet politikası ekonominin tabana yayılması Haziran/Temmuz’14 • 15
KARANTİNA idi. Şu an hükümet politikası ise, şirketlerin rekabet gücünün artırılması. Halbuki bu şirketler olmadık ahlaksızlığı yapıyor, mesela ihalesi bitmiş işçinin kıdem tazminatını vermemek için baskı uyguluyor, zorla ikna etmeye çalışıyor vs. Taşeronda sosyal adalet olmaz, taşeronda güvenlik kesinlikle olmaz. Hükümetin de her insanın başına bir jandarma dikmesi mümkün değil; bu istismarlar bu durumda önlenemiyor. Hukuk devletinde inisiyatif yoktur, kural vardır kanun vardır, uygulanır. Biz olayları hukuk devleti mantığıyla düşünüyoruz. Burada komisyonculuk var, sermaye tekelde toplanıyor, emek olmadan kazanç sağlamak ve emeğin komisyonculuğu var. Belediyeler buu kamu yararı olarak görür; fakat burada kamu yararı ya da istihdama katkısı yok. Ama bu sistemde taşeronun yaptığı iş üzerinden yeri geliyor iki tane iç tane şirket komisyon alıyor. Mesela Güngören-Bağcılar arası kanalizasyon ihalesini alan şirket ihaleyi aldı ve hiçbir faaliyet göstermedi. Bu işi parçalayıp alt şirketlere verdi; alt şirketler işi bir daha parçalıyorlar. Zaten İSKİ işi parçalayıp vermişti. O şirketler işçiye 3 ay para ödemedi. Şimdi işçi şikayet ediyor, biz bu şikayeti İSKİ Genel Müdür Yardımcısı’na götürdük, orada kabul edilmedi. Bu durumda tek tek ödeme yapmayan şirketlerle muhatap olmak gerekiyor. İSKİ yetkilisi işi verdiği A firmasından şikayet olmadığını söylüyor, halbuki bu A firması işi B’ye C’ye sattı. A’nın zaten faaliyeti yok. Buyrun size hukuk devleti. Hangi hukuk devleti. İşçi mahkemeye gidecek olsa, mahkeme harçları artırıldı. Avukat ücreti, üç dört bin lira masraf edilecek. Dava da iki-üç yıl sürecek. Bu durumda hangi işçi mahkemeye gidebilir? Hiçbir işçi gidemez. Yani işçinin hukuki hakkı var ama bunu kullanabileceği bir hakkı yok. 16 • Haziran/Temmuz’14
Genç Öncüler: Hocam peki iş davaları genellikle nasıl sonuçlanıyor? İşçiler lehine mi, işveren lehine mi? Adnan Kondak: Davalar 2006’nın sonlarına kadar %90 işçinin lehine sonlanıyordu. Artık 2008’den ve özellikle 2010‘dan sonra işçilerin kazandığı bir dava pek duymadım. 2008‘lerde muvazaa davaları oldu, biz bunları da kazanılmış dava olarak kabul ediyoruz. Mahkeme kararları uygulanmasa bile en azından işçi lehine karar alınmış demek oluyor. Onun dışında kazanılmış işçi davası duymadım son zamanlarda ama daha önemlisi işçinin mahkemeye gitme yolları kapatıldı. Muvazaa nasıl tespit edilirdi? sen bir işçi olarak Bakanlık’a gidersin ve müfettiş talep edersin. Şu an iş yerlerine muvazza için müfettiş verilmiyor; verilen müfettişler de kesinlikle muvazaa yönünde rapor tutmuyorlar. Çünkü siyasi irade o yönde. Bu sebeplerle işçilerin mahkemeye gitmesi gibi bir durum söz konusu olamıyor. Mesela işçinin kıdem tazminatı hususunda, şirket benim paramı ödeyemeyeciğini söylüyor ve senet vereyim diyor; bu durumda da masrafları göze alıp kimse şirketi mahkemeye veremiyor. Yani iş mahkemeleri konusunda en büyük sorun, mahkemeye gidememe hali. Mesela bir banka, bir icra davası açarken mahkeme harcı yatırmaz. Ama bir işçi dava açarken, alacak davası açarken, mahkeme harcı yatırır. Vatandaş mahkeme harcı yatırır. Böyle bir sistem yani; insanı yok sayan, sermayeyi kutsayan bir sistem. Ayrıca işvereni de kutsayan bir sistem: “Yani bir sürü işsiz varken, işveren sayesinde senin bir işin olmuş, sen hala hak hukuk diyorsun...” gibi sözler söyleniyor. Genç Öncüler: Hocam bu düzenin değişmesi için, sosyal adaletin sağlanması için sizin talebi-
niz nedir? Mesela taşeronu kaldırmak bir çözüm getirir mi? Adnan Kondak: Öncelikle kısa vadede insanların hukuki haklarına sahip çıkması gerekmekte. Hukuki hakların korunması için, işçilerin sendikaları adil mücadele vermeye zorlaması gerek. Şu anki sendikal sistemden de umut kesilmiştir. Sendikal sistem de klasik tabirle “kokuşmuştur”. Buna da bir çeki düzen verilmesi gerekiyor. Fakat iş sahasının ve şirketlerin bu fazlasıyla bölünmüş yapısı içinde işçinin örgütlenmesi de kolay değil. Aynı fabrikada çalışıp, birbirini hiç tanımayabiliyor insanlar, çünkü orada da işelr bölünmüş. Temelde bu durum, toplumdaki bir ahlak zafiyetidir. Eğer ben dersem ki “Ben taşeron şirketle aramı iyi tutayım da, gerisi ne yaparsa yapsın.” ya da “Ben 3 kuruş daha fazla alaym da, bu düzen ne olacaksa olsun.” gibi düşünceler toplumda yer etmiş malesef. Komple bir ahlak zafiyeti yaşıyoruz. Artık çözüm yollarını ahlaksızlıkta, yalakalıkta arıyoruz. Onurlu bireyler olarak mevcut olan hukuki hakları ve bunların kullanım yolunu ve gereğini insanlara öğretmeliyiz. Bugün “bana ne!” diyenler, gelecekte benzer bir durumla kendilerinin ya da çocuklarının yüzleşebilceğini görmezden geliyorlar. Tabi bu insanlar akşam evlerine ekmek götürecekler, işlerini kaybetmek istemiyorlar bunu asla kınamıyoruz. Fakat bu durum bazen onurunu satma noktasına kadar geliyor ve burada biz diyoruz ki onursuz yaşamaktansa ölelim daha iyi. Yani burada bir mücadele verilmeli. Fakat temelde de toplumdaki bir ahlak zaafiyetinden rahatlıkla bahsedebiliriz. Bugün Türkiye’deki Müslümanların bu emek sömürüsünü, bu ahlaksızlığı dine dahil etmeleri, sistemin yetiştirdiği ne olduğunu bilmeyen bir müslüman tipi oluşmaktadır ki bu esas müslümanlık değildir. ‘Sol’daki toptan red veya toptan kabul de bize göre uygun değildir. Bizim birey olarak, dernek olarak düşüncemiz şudur: Hukuk devleti mantığı içerisinde yeniden yapılanalım. Hükümet imzaladığı İLO standartlarına sadık kalsın diyoruz. İnsanların vatandaşlık haklarını önemsesinler, siyasi partiler kimlik siyaseti üzerinden
siyaset yapmasınlar diyoruz. İnsanların Alevi, Sünni, sağcı, A Partisi’nden veya B Partisi’nden olduğuyla ilgilenmeyin, emeğin adil paylaşımını sağlayın diyoruz. İnsanlara inanç dizayn ediyorlar, kimik pazarlıyorlar ve bizi suni gündemlerle uğraştırırken onlar da esnek çalışma sistemi ve daha ucuz işçi nasıl çalışıtrılır ona bakıyorlar. Genç Öncüler: Hocam peki sizin örgütlü mücadelenize İslamcı camianın nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz? Yani katkı yapan var mı? Adnan Kondak: Yok. O şuur yok. Biz özellikle ilahiyat kökenli olsun, medrese kökenli olsun islami duyarlılığı olan, iman sahibi olan akademisyenlerden bunu bekliyoruz. Bu çağrıyı da her yerde, herkese yapıyoruz. Bu sanayi işçiliği Türkiye içinde yeni. Baktığımız vakit zaten sanayi işçiliği çok eski bir durum değil ve bunun Türkiye’deki yeri çok daha yeni ve belirsiz. İşçinin söylemi, duruşu, talebi ne olacak, işçi nereye kadar geri çekilecek, işçinin kırmızı çizgileri nedir, daha doğrusu müslümanın kırmızı çizgileri nedir? Bu sorular çok belirsiz. Bu kul hakkıdır. İnsanların elinin emeğinden daha değerli bir kul hakkı yoktur, bu gaspediliyor ve sen sessiz kalıyorsan; senin müslümanlığını bir sorgulaman lazım. Biz olaya böyle bakıyoruz. Her platformda da burada da şunu yineliyoruz: Özellikle İslami duyarlılığı olan, iman sahibi akademisyenler müslümanlara bu konuda yol göstermek zorundadırlar. Bu konu üzerinde düşünmek zorundadırlar. Biz bugün, dediğimiz gibi, hukuk devleti mantığı içinde mücadele ediyoruz. Bildirgemizde de İLO standartlarını esas alıyoruz, hukuki eşitliği de olmazsa olmaz görüyoruz. Gerek işçi açısından, gerek işveren açısından adaleti olmazsa olmaz görüyoruz. Bizim kuruluş ve mücadele felsefemiz bu. Yardım, destek konusuna gelince malsefe öyle bir yardım yok. Olmasını çok isterdik ama. Genç Öncüler: Hocam gerçekten çok teşekkür ederiz, Allah kolaylıklar versin. Haziran/Temmuz’14 • 17
KARANTİNA
Soma Katliamı, Taşeron Sistemi ve Vicdan Muhasebesi Burak KALPAKLIOĞLU
18 • Haziran/Temmuz’14
Milletimizin Başı Sağolsun
Milletimizin Başı Sağolsun
T
ürkiye maalesef ki iş cinayetlerinde en sorun- termiştir ki Taşeron sistemini Müslümanlar olarak lu ülkelerden birisidir. En çok iş kazasının ger- enine boyuna tartışmamız tabir-i caizse vacip olçekleştiği ülkeler arasında Dünya’da 3. sıradayken muştur artık. Avrupa’da 1. sırada geliyor. Son 10 yılda Türkiye’de yaklaşık 12 bin işçi iş cinayetlerinde hayatını kayTaşeron demek ölüm demektir, Bir kömür betti ve Soma Katliamı’nda 301 madencinin hayaTaşeron işçisi köle değildir! Bin ömür tını kaybetmesiyle İş Güvenliği Kül ve değil Taşeron zulmü Türkiye’deki iş kazalarının neredeyse kamuoyunda ve siyasiler arasında hararetli bir Gül ölür yüzde 90’ının taşeron iş yerlerinde olması kader Ali Emre şekilde tartışılmaya başlansa da aslında Soma’ya midir, yoksa sadece Sermaye’nin rantı ve “daha az kadar bu ülkede 2014 yılında 800’e yakın işçi haBirkar” kömür maliyet daha fazla zihniyeti üzerine kurulan yatını kaybetmişti. Bu istatistikler bize Soma’dan taşeron sisteminin tezahürü müdür? Taşeron Binbirömür öncede iş güvenliği, güvenlikli sistemi işçilerinin güvenliğinin Külişverenin değil insafına terk edildiği ve güvenceli çalışma meselesinin ne boyutlarda olduğunu Gül ve ölür işçinin emeğinin işverene Ali Emre gösteriyor. İş cinayetleri gibi kiralandığı bir çağdaş kölelik Türkiye’deki iş kazalarının elim bir hadiseyi istatistikdüzenidir. Soma hasebiyle neredeyse yüzde 90’ının lerle açıklamak, ölümleri bir şu ana kadar iş güvenliği taşeron iş yerlerinde rakam, sayısal bir veri haline meselesinden bahsetsek de getirmek doğru olmayabilir olması kader midir, yoksa aslında bu sömürü düzeni iş fakat vakanın boyutunu ansadece Sermaye’nin rantı güvenliğinin yanında düşük lamak açısından istatistikler ücretle çalışma, çalışma ve “daha az maliyet daha önemli bir işlev görüyor. Yasaatlerinin 19. Yüzyıl vahşi fazla kar” zihniyeti üzerine zının başında da yazdığımız kapitalizmiyle benzer oluşu, kurulan taşeron sisteminin gibi Soma hadisesini iş kazası, işçilerin kıdem tazminatı bir tezahürü müdür? kader olarak açıklamak mealamamaları ve işçilerinin selenin ciddiyetini açıklamaTaşeron sistemi işçilerinin örgütlenmelerinin önündeki ya yetmiyor. Soma olayını ve güvenliğinin işverenin engeller gibi bir yığın diğer ölümleri ancak cinayet adaletsizliklerle dolu. Taşeron insafına terk edildiği ve olarak tanımlayabiliriz. Çünkü sistemi gün geçtikçe kangren işçinin emeğinin işverene bir şeyin kaza olabilmesi için haline gelmiş, işçilerin emeği kiralandığı bir çağdaş öngörülemez ve önlenemez üzerinden çok büyük rant kölelik düzenidir. bir karakterinin olması lazım. kapısı haline dönüşmüştür. Türkiye’deki iş cinayetlerinRantı daha daha da büyütmek de ise genellikle daha fazla için taşeron şirketlerin sayıları masrafa girmemek için rantçı her geçen gün zehirli mantar gibi artmaktadır. sermayenin güvenlikli çalışma koşulları oluşturmaKuralsızca artan şirketler bakanlıkça denetlenemez masından dolayı çoğu iş kazası denetimsizlikler ve hale gelmiştir. İş güvenlik önlemlerinin alınmadığı ihmaller sonucunda vuku buluyor. Örneğin 2010’da yerde iş kazaları ve ölümleri de her geçen gün Şili’de bir bakır madeninde meydana gelen kazada artmaktadır. Devlet en fazla taşeron işçinin çalıştığı 33 madenci günler sonra yerin 700 metre altından kurum olduğundan taşeron şirketler de bizzat kurtarılabilmişti. Kazadan 16 gün sonra, işçilerin devlet tarafından korunmaktadır. Taşeron sistemi bir güvenlik odasında sağ olarak yaşadıkları tespit devletin en büyük ayıplarından biridir. edilmiş ve kazadan tam 69 gün sonra işçiler kurta Kapitalist sömürü düzeninde mülkiyet rılabilmişti. Soma’da acaba böyle bir önlem ( gükutsalken, işçilerin emeğine bir ev kirası kadar venlik odası ) alınsaydı ve sıkı sıkıya denetlenseydi hatta onun yarısı kadar bile değer verilmiyor. kaybımız bu kadar olur muydu? Soma katliamı gösİstanbul’da 500-600 liranın altında kiralık ev Haziran/Temmuz’14 • 19
KARANTİNA bulmak mümkün değilken insanların asgari ücrete ( 800-900 liraya ) geçinmelerini beklemenin neresi insani neresi İslamidir? Üstelik Taşeron işçilerinin ücretlerinin azlığı bir tarafa diğer iş kanunundaki haklarından yararlanmaları da denetimsizlikten Bir kömür dolayı tamamen işverenin, sermayenin insafına Bin ömür bırakılmış durumda. Örneğin Kıdem Tazminatı. Kül değilher İş kanunu gereğince bir işte 1 yıl çalışan Gül ölür Emre işçi işten çıkarıldığında kıdem tazminatı Alialma hakkına sahiptir ancak bazı işyerleri bu tazminatı ödememek için işçileri 1 yılı doldurmadan işten çıkarıp tekrar işe alarak işçileri bu haklarından mahrum ediyorlar. Bazı işyerlerinde dedik ama maalesef birçok işyerinde yapılan bir kurnazlık bu. Türkiye’deki sendikalar da taşeron-kadrolu ayrımı yaptığından ötürü Taşeron işçilerinin örgütlü mücadele vermeleri de zor. Bizim Müslüman mahallede işçi grevleri, emekçilerin direnişleri genellikle başka bir ideolojik çağrışım yapsa da bu alanlara artık kulak kesilmemiz gerekiyor. Örneğin Çapa Hastanesi’nin taşeron işçileri 2012 yılından beri aralıklarla direniyorlar. 2012 yılında 14001500 lira olan maaşları 1100 liraya düşürüldü, kanunen sözleşmelerinde olan yol, yemek paraları kesildi işçiler bu yüzden mahkemeye başvurdu. Mahkemeden işçilerin yol, yemek ücretlerinin verilmesi yönünde karar çıktı ancak karar a rağmen işçiler ücretlerini alamadı. Bu sene ise Karaca Te k s t i l ’d e çalışan 2 işçi abi işten çıkarıldı ve işlerine geri dönmek için 80 gün boyunca çadır kurup
20 • Haziran/Temmuz’14
Milletimizin Başı Sağolsun
direndiler. Daha önce sendikaya üye olduktan sonra maaşlarında ve çalışma saatlerinde iyileştirme yapılan işçi abiler eften püften sebeplerle bu sene işlerinden edildiler. 80 gün boyunca çadırda direnen abiler buna rağmen haklarını alamadılar. Bu iki olay sadece bizlere yakın olan insanlar olduklarından ötürü haberdar olduğumuz olaylar bunların dışında bu ülkenin her tarafında işçilerin ne hakları çiğneniyor belki de bizim hiç haberimiz olmuyor. Cürmünüze Sessiz Kalmayacağız! Taşeron meselesinden tekrar Soma’ya dönecek olursak siyasi iradeye dair de bir iki kelam etmemiz gerekiyor sanırım. AKP’nin 2002’de ilk seçimlere gireceği zaman kurucu kadrosunun çoğu 28 Şubat mağduru kadroydu. Aynı failin zulmünü çeken Müslüman halk da o zamanlar belki de AKP’de kendini gördü ve sahip çıktı. 2002 seçimlerinden AKP % 34 oy ve 363 sandalye kazanarak büyük bir zafer kazandı. Müslümanların iktidara geçmesi halkta umut kırıntıları oluşturdu. Ardından devam eden süreçte ise T. Erdoğan’ın Siyonist cumhurbaşkanına “one minute” resti ve Ortadoğu İntifadaları sürecinde küresel egemen güçlere karşı iyi kötü bir irade ortaya konulması AKP’nin bir anda ümmetin takdirini beğenisini kazanmasını sağladı. İçeride ise Kemalist vesayetin tasfiye edilmesi 80 yıl boyunca Kemalizm’in 6 okunun cefasını çeken Müslüman halkın AKP’yi artık iyice sahiplenmeye başlamasına sebep oldu. Ancak bugün gelinen süreçte Kemalizmi tasfiye eden siyasi iktidarın zulmü farklı formlarda, farklı politikalarla da üretebildiğini görüyoruz. Kalkınma politikaları, taşeron sisteminin kamuda, özelde yaygınlaştırılarak özellikle son 3-4 yılda emeksermaye çelişkisinde tüm kozları sermayenin eline veren bir ekonomik düzenin oluşturulması kadim medeniyetlere ev sahipliği yapan İstanbul’u daha fazla rant daha fazla kar için gökdelen yuvası haline getirilmesi demin bahsettiğimiz politikalara örnek olarak gösterilebilir. Soma katliamı sonrasında da maalesef siyasi iktidar anlaşılamayacak bir şekilde katliamın sorumlusu Soma holdingi aklama telaşesine kapıldı. Şimdi size soruyoruz Ey hükümet edenler! Nedir sizin bu hesap vermeyi reddeden
Milletimizin Başı Sağolsun
türden açıklamalarınız. Nedir bu katliam sonrası Müslüman kardeşlerimize kalbimize yer açtığımız failleri koruma telaşeniz, Hz Ömer halife olurken kadar Soma’da Esenyurt’ta, Davutpaşa’da Tuzla söyledikleri ve ashaptan birinin verdiği cevaptan tersanelerinde çalışan ve verdiği ekmek kavgasında hiç hisse çıkarmadınız mı kendinize? Kim hesabını hayatını kaybeden kardeşlerimize de aynı oranda verecek bu cinayetin? Bir dilinize dolamışsınız kalbimize yer açmalı ve söylemlerimize de kalkınma politikalarını, Türkiye dünyanın en yansıtmalıyız. Kaynaklarımızda var olan (Örneğin büyük 10 ekonomisi arasına girse Allah katında amellerinizin değeri mi artacak? Öbür dünyada Kutub’da, Şeriati’de) ekonomi-politik söylemleri bunlardan mı hesaba çekileceksiniz yoksa halka derin bir okumaya tabi tutup uzun bir tartışma adaletle muamele edip etmediğinizden mi hesaba süreciyle beraber yeni bir İslamcı siyaset neden kömür Biz Müslümanların, bu olmasın? çekileceksiniz? Soma katliamı 1 ton kömürün mümkün Bir maliyetini 140 dolardan 24 dolara düşürmek mülkiyeti Bin kutsayan ömürve piyasada tekel oluşturana için 301 insanı kurban Kül değilAllahın egemenlik hakkını etmektir ve bu cinayetten veren, işçileri emekçileri Gül ölürmodern köle haline getiren bu hesap sormayanlar biz Ali Emre sizin işlediğiniz bu cürme Şüphesiz ki Kur’an 1400 kapitalist ifsad düzenine karşı sessiz kalmayacağız! AKP’yi yıl evvel kapitalizmi elbette başka bir sosyal düzen daha adaletli olmaya itecek reddediyor (Haşr 7: Ta tasavvurumuz vardır. Bunun olan ne muhalefetinin içini ki o mallar aranızdan yolu ise güncel siyasetten dolduramayan dolayısıyla sadece zenginler arasında biraz kafamızı kaldırıp muhalefet etmek için dönüp dolaşan devlet muhalefet eden ve halkta yüzümüzü muktedirlerin olmasın). Bizlere arta kalan hiçbir zaman taban bulması kendi aralarındaki kavgalarına malımızı infak etmemizi, mümkün olmayan Türk değil muktedirlerle ezilenlerin hakça paylaşmamızı adil soludur ne de mecliste hepsi ilişkilerine çevirmemizden farklı bir kimliği temsil eden bölüşmemizi ve bunlar geçiyor. Bu yeni siyasetimizi dolayısıyla siyasal alanı temelinde bir İslami düzen de öncekilerin yaptığı hataya oldukça dar olan herhangi inşa etmemizi emrediyor. düşmeden kendi mahallemizi bir muhalefet partisidir. Bunu Bugün de bizim önceliğimiz bilerek, kendi mahallemizin yapabilecek ancak ve ancak bu düzen yolunda bir içinden konuşarak, başka emri bil maruf nehyi anil mücadele hattı oluşturmak münker bilinciyle eleştirisini ideolojik grupların peşine değil midir? ve tebliğini yapacak olan takılmadan kendi siyasal Müslümanlardır. öznelliğimizi koruyarak Yeni bir İslamcı siyaset mümkün! Soma katliamında sonra belki de kendimizi de bir özeleştiri süzgecinden geçirmeliyiz. Soma ilk iş cinayeti değil bu muhtemelen bu düzen böyle devam ettikçe sonuncusu da olmayacaktır. Peki Soma’dan önceki iş cinayetlerinde biz ne yaptık? Bir irade ortaya koyabildik mi sorumluları hesap vermeye davet ettik mi? Artık kendimizi bir vicdan muhasebesine çekmeli ve belki de topyekün kendi ümmetçi siyasetimizi yeniden kurgulamalıyız. Ümmet algımızda Mısır’da Filistin de Suriye’deki
kurgulamamız
gerekiyor.
Şüphesiz ki Kuran 1400 yıl evvel kapitalizmi reddediyor (Haşr 7: Ta ki o mallar aranızdan sadece zenginler arasında dönüp dolaşan devlet olmasın). Bizlere arta kalan malımızı infak etmemizi, hakça paylaşmamızı adil bölüşmemizi ve bunlar temelinde bir İslami düzen inşa etmemizi emrediyor. Bugün de bizim önceliğimiz bu düzen yolunda bir mücadele hattı oluşturmak değil midir? Rabbim hesap sorucu sensin bizleri de hesabına vesile kıl! Haziran/Temmuz’14 • 21
KARANTİNA
Gözyaşını Katık Ettik Ekmeğe Soma maden ocağını, ekmek teknesi bilip de, bugün aramızda olmayanların anısına… ALİ TARIK PARLAKIŞIK
Soma… Bir ders olmalı zalim akla! Soma… Bir ders olmalı zalim dünyaya! 1, 2, 3… tıp… “tıp”ların arasında ki insanlığa yöneltmeli bir “tıp”! Ekmeğini ararken, Kilometrelerce derinlikte, Ölümle burun buruna! Ölümle koyun koyuna! Ah Soma!... Bulur musun ekmeği Patlayan trafonun altında, ya da Kirli elleri yıkayan terlerin arasında… Soma!... Yılgın, bezgin ve ağlar; Analar, yavuklular, evlatlar, ağabeyler, Emek ve ekmek için… Sanma bir maden ocağıdır Soma, Evlatlar aç kalmasın diye Yavukluların gözü yoldadır Soma, Cennet’te buluşmak ümidiyle… Soma cayır cayır yanar, Ağabeyim içerde yanar, Analar ağlar, evlatlar ağlar, Soma’dan cesetler çıkar… Sürekli artar mı sayınız, Ekmek uğruna ölen sizler 150, 200, 274… Sayınız gider mi böyle…
22 • Haziran/Temmuz’14
Ey Anadolu’m; Ağlama bu yiğitlere, Sevin… Namuslu bir ölüm! Soma… Roboski… Kapitalizmin ezdiği tenler ki Fatura borcuna, karın tokluğuna Namuslu bir hayat uğruna… “Batsın düzenleriniz” der, Soma; belki de... belki de ağlamaktan ve dumandan sesi kısıktır, diyemez… “Bu kadar ucuz değilim” der, Soma; “Kime niyet kime kısmet”… ha, öyle yetmez! Bir ses duyulur; “Kahrolsun Kapitalizm” Kimdir diyen onu? Soma’dır Soma! Ve derken bir ses duyulur; “Ayakkabılarımı çıkarayım mı?” “Hayır” Neden yaparsın bunu ağabey; duran yaşlar boşalır… Kalpleri yakan, ahır kokulu sokaklarından Anadolu’mun; Bir klişedir bu, bir yürek, bir birr
Ve Soma… Sen artık yoksun Babalar yok, evlatlar var Soma… Yoksun sen. Siyaset yapar senin üzerinden pisler N’aparsın? Ar var, namus var, emek var sizde, Ne dersin ey pis dünya sen Kalp var mı ki sende? Kanlı gözyaşlarıyla ağlar Soma, Manisa’da Der ki; “Onu kurtarın, eşi hamile”… Anlamazsınız siz kötü dünyanızda! Duyarsız kalbim titrer artık, Tüylerim diken diken, Gözüm ıslak… ve nemli, Ağlarım, Soma’dakine… Sağlam erler, hatunları için; O kadar didinirken için için, ekmek için aş için Masum ve temiz yürekler, kirli eller Anlayamaz bunu kalbi, gözü görmeyenler Seni bilmez cebi patlayacak gibi şişkinler, onları aS İsyan değil, haşa! Mahzunluktur O Ağlarım madenci ağabey için, ona olsun selaM Ah Anadolu Ah; senin yiğidindir bunlar, unutma hA…
Haziran/Temmuz’14 • 23
KARANTİNA
Soma’da üç gün: Soma izlenimleri Furkan GENÇOĞLU
Yüz karası değil kömür karası Böyle kazanılır ekmek parası Orhan Veli
T
arihlerden 12 mayıs. İkindi vakti Manisa’nın Soma ilçesinden kara haber geldi. Yüzlerce madenci bir patlama sonucu madende mahsur kalmıştı. İçimiz yandı, yüreğimiz dağlandı, yerimizde duramadık. Fatih kardeşimle beraber Soma yoluna koyulduk. Önce Akhisar’a indik daha sonra hüzünlü bir Cuma vakti Soma’ya giriş yaptık. Ölü bir şehir yavaş yavaş kıpırdamaya başlıyordu. İnsanların yüzlerinde acı, dillerinde dua endişeli gözlerle etrafı izliyorlardı. Allah’ın adıyla yola koyulduk ve adaletle şahitlik yapanlardan olmak için çalışmalarımıza başladık. Soma ve çevresinde yaklaşık elli bin insan ma-
24 • Haziran/Temmuz’14
denden ekmek yiyor. Bu hemen hemen oradaki nufusun yakınına tekabül ediyor. Ücretler 12001700 lira arasında değişiyor. Madene girmek için herhangi bir yüksekokul veya lise bitirme şartı aranmıyor. 18 yaşını doldurmuş, okuma yazma bilen herkes madende çalışabilir. Maden 2006 yılında rödövans (kömür payı karşılığında kiralama) sistemiyle soma holdinge devredilmiş. Soma Holding madeni halk tarafından bölgedeki güvenlik ve ücret konusunda en iyi maden olarak kabul ediliyor. Daha doğrusu kötünün iyisi deniliyor. Bizi Akhisar’dan Soma’ya getiren madencilerin servis şöförlüğünü yapan abimiz anlatıyor: “Kardeşim burayı bu özelleştirme bitirdi. Taşeronlaşma maalesef işçinin kazancınada, güvenliğinede önem vermiyor. Valla bize işçiler kazmamamız gereken yeri kazdırdılar dediler ondan
sonra yangının üzerini külle kapatmışlar o külün altında yangın devam devam etmiş ve kabloları tutuşturmuş ve yangın böylelikle yayılmış dediler. Ne kadar doğru tabi şu tam net bilemiyoruz. Buranın kaderi madencilik. Benim dedemde babamda madenciydi. Türkiye geneline göre burada kanser dört kat daha etkiliymiş diyorlar. Valla kardeşim devletteyken iyiydik ama bu özel sektör bizi bitirdi. Hep daha fazla kazanma daha fazla kar hırsı yüzünden oluyor bunlar. Para insanın canından daha kıymetli görülüyor. Allah geride kalanlara sabır versin ne diyeyim.” Caminin bahçesinde amcalarla konuşmaya başladık. Amcalardan kimisi madenci akrabası kimisi komşusu kimisi maden emeklisi. Bir şekilde hepsinin madenle bir ilişkisi var. Onlar Türk Solu’nun Soma’da yaptığı eylemlerden şikayetçiler. Herkesin acıyı paylaşmaya ve ihmaller üzerine araştırma yapmaya gelmediğini belirtiyorlar. Somayı karıştırmak halkı germek için ilçeye gelen gruplar olduğunu söylüyorlar. Onlar da çalışanların hakkının tam verilmediğinden şikayetçi. Genel Müdür Ramazan Doğru 60 bin lira maaş alırken işçi 1300 lira civarı maaş alıyor diyorlar. Sendikanın hiçbir çalışma yapmadığını ve tamamen işverenin adamı olduğunu anlatıyorlar. CHP seçmeni olduğunu anladığımız kişilerin eleştirinde sertlik dozajı daha fazla. Onlar Genel Müdür’ün eşinin Ak Parti meclis üyesi olmasını dayanak gösterek Soma Holding ile Ak Parti arasında organik bir bağ olduğunu iddaa ederek direk hükümeti sorumlu tutuyorlar. Soma’da halkın siyasi eğilimi gelen haberleri yorumlamada etkili. Gece Kırkağaç’ta mütevazi bir pansiyonda konaklıyor sabahleyin tekrar çalışmalara başlamak için yola koyuluyoruz. Polis bu sefer bizi Soma’ya sokmuyor. Bir süre Soma girişinde petrolde bu kararı aşmak için lobi yapıyoruz fakat fayda etmiyor. Petrol yakınlarındaki mezarlığa geçiyor ve oradaki definlere katılıyoruz. Acılı eşler, gözü yaşlı anneler, hiçbir şeyden habersiz ortalıkta koşturan yetimler. Kalbimiz çözülüyor orada o an, o ardı ardına kazılmış mezarlar başına öy-
lesine kalakalıyoruz. Ekmek parası için her gün, her ocağa girdiğinde hayatlarından vazgeçen işçi ağabeylerimize dualarımızı gönderiyoruz. Soma’ya alınmadığımız için tekrar Kırkağaç’a doğru hareket ediyoruz. Kırkağaç’ta bizi Akhisar Ensar Vakfı’ndan Yalçın Abi karşılıyor. Bir grup arkadaşla Yalçın Abi’nin mihmandarlığında Akhisar’ın köylerine doğru yola çıkıyoruz. Dağdere kasabasında vefat eden işçi ağabeylerimizin yakınlarını ziyaret ediyoruz. Köyde bizi çok sıcak karşılıyorlar. Madende halen çalışan ve kardeşini madende kaybeden bir işçi abinin evine misafir oluyoruz. Bundan sonrasını işçi abimizin dilinden dinleyelim: “Kardeşim valla biz kadere iman etmiş insanlarız fakat burada çok büyük ihmaller var. Tedbiri alırsın sonra Allah’a tevekkül edersin. Burada tedbir namına bir şey yoktu. Ne yaşam odası vardı ne ekipmanlar yeterliydi. Sürekli daha fazla çalışmamız için taciz ediliyorduk. Daha fazla para kazanma uğruna bizim haklarımız hiçe sayılıyordu.” diyor. Abimize işçiler üzerinde bir siyasi baskı olup olmadığını soruyoruz. Biraz çekiniyor fakat sorumuzu cevaplıyor: “Valla kardeşim zorla mitinglere taşındığımız meselesi doğru. Ak Parti mitinglerine götürülüyorduk. Gitmek istemeyenlerin mesai ücretlerinden kesinti yapılıyordu. Gidenlere ek mesai yazılıyordu. Mesela geçen ramazan Taner Yıldız iftira geldi bizim madene. Zorla işçi arkadaşları iftira bıraktırdı müdürler. İnsanların aileleriyle evlerinde iftar yapmalaHaziran/Temmuz’14 • 25
KARANTİNA rına izin verilmedi. 30 tane seçme işçiyi Taner Yıldız’ın yanında gösterdiler. Bizim Taner Yıldız’a sıkıntıları iletmemizin imkânı yok. Sendika desen zaten işverenin temsilcisi. İşçinin temsilcisi falan değil. En ufak bir itirazında kapının önüne koyuluyorsun. Boynum zedelendi geçen sene ben yer üstünde çalışmaya başladım. Yer altında çalışmaya devam etseydim belki bende kardeşim gibi ölecektim. Boynum yeraltında zedelendi. Gittim müdüre yeraltında daha fazla çalışmaya devam edemeyeceğimi boynumu yeraltında vura vura zedelediğimi bunun bir iş kazası olduğunu fakat rapor almadığımı söyledim. Yerüstüne çıkmak istediğimi belirttim. Beni yerüstüne aldılar fakat
sigortamı yerüstü sigortasına çevirdiler. Maaşımı da yarı yarıya kestiler. Burada para her şeyden önce geliyor kardeşim. İnsan canının pek kıymeti harbiyesi yok. Özelleştirme bu taşeron düzeni bizi bitirdi.” Diğer evlere taziyeye geçiyoruz. Sırf Anadolu insanının saf ve duruluğu için bile mücadele etmeye değer diyorum içimden. Yetimler gözümüzün içine baktıkça bizim içimiz yanıyor. Bu yetimlerin ahının yerde kalmamalı diyorum. Evlerde Kur’an okuyor arkadaşımız. Ellerimizi açıyoruz ve kaybettiğimiz işçi ağabeylerimizin ruhuna dualar ediyoruz. Taziye evleri kalabalık ve gidip gelen hiç eksik olmuyor. Aileler gidip gelenlere minnettar. Sizde olmasanız biz acımızla baş başa kalır perişan oluruz diyorlar. Hayır duaları 26 • Haziran/Temmuz’14
ederek bizleri uğurluyorlar. Ortalığı karıştırmaya gelmeyip ailelerin acılarını paylaşmaya ve onların sıkıntılarını dinlemeye gelenlere köylüler en içten duygularıyla kollarını açıyorlar. Yalçın abimiz tekrar bizi Kırkağaç’a bırakıyor. Güleryüzü ve samimiyeti için Akhisar’ın göcek köyünde öğretmenlik görevini ifa eden Yalçın Abimizden Allah razı olsun. Aldığımız bilgilere göre taşeron seneler önce kaldırılmış devlet tarafından. İşveren taşeron kesinlikle yoktur diyor. Fakat işçiler işvereni yalanlıyor. Gizli bir taşeron sistemi kurgulanmış soma madenlerinde. Ocakta sigortalı görünen işçiler arasında ekip başı ya da çavuş denilen kişiler kendi kadrolarını kurarak taşeronluk yapıyorlar. Ekip başları çalıştırılan işçilerin verimine göre prim alıyor. Soma Holding asıl işveren alt taşeron ise bu ekip başı denilen insanlar. Böyle olunca işçinin üzerinde büyük bir baskı oluşuyor. Ekip başları sürekli işçiye daha fazla üretim yapması için baskı yapıyor. Tamamen gayrı resmi bir yapı kurgulanmış madende. 3. Günde polis eskortu eşliğinde Soma’ya geçiyoruz. Somadaki arkadaşlarla buluşup Kınık ve köylerine hareket ediyoruz. Kınıkta camide taziyelere katılıyoruz. Kınık’ta da yas var. Gittiğimiz evlerde hep keder var. Madenden sağ kurtulan Emre Abimizin evine misafir oluyoruz. Fazla yorum katmadan sözü Emre Abimize bırakıyorum: “Kardeşim ben yedi sekiz senedir bu madende çalışıyorum. Burada maalesef iş bulma konusunda çok sıkıntılarımız var. Çaresiz kaldık madenciliğe başladık. Bu çalıştığım madene girmekte öyle kolay değil. Bu madene girmek için bile epey uğraştım. Madencilik son çare burada. Çaresiz kalınca mecburen madene giriyorsun. Madene girerken eğitim falan almadık doğru düzgün. Eğitim formalite icabı veriliyor. Bir gün kurs görüyorsun sonra kalan dört gün eline veriyorlar küreği normal çalışıyorsun. Zaten ekip başları tepende madende. Taşeron şirket yok diyorlar doğru. Burada birden fazla taşeron var. Ekip başları üzerinden yürüyor sistem. Öyle pek bir liyakatte gerekmiyor burada. Herhangi bir meslek yüksek
okulu bitiren burada maden teknikeri olarak işe Sağcısı, solcusu, alevisi,sünnisi, türkü, kürdü girebiliyor. Sendika desen zaten işverenin tem- beraber çalışıyorlar, beraber ölüyorlar, beraber silcisi. Burada önceden sendikaya üye olanı iş- sömürülüyorlar. Hepsinin dertleri aynı, sorunları ten atıyorlar. Şimdide sendikaya üye olmayanın aynı. Bir daha bu kazanın yaşanmamasını istiyormaaşından kesinti yapıyorlar. Sendikaya üye ol- lar. Gerekli denetimlerin sağlıklı bir şekilde yapılmayı zorunlu tutuyorlar. Burada öyle söylendiği masını istiyorlar. Kalan yetimlere sahip çıkılmasıgibi kaçak işçi, mülteci işçi, çocuk işçi falan yok. nı istiyorlar. O madenden sağ çıkan işçi ağabeySigortasız madene inmek ise mümkün değl. Ya- ler tekrar madene girmek istemiyorlar. Alternatif şam odaları, cepler yok. Verdikleri maskeler bu bir istihdam sağlanmasını talep ediyorlar. facia anında çalışmadı. En azından benim masBiliyorsunuz bu din gariplere indi. Yetimlekem çalışmadı. Gaz sınırı yükselince normalde re, kölelere, ezilmişlere indi. Faizci müşriklerin işçilerin çıkması lazım madenden. Ama bunlar putlarını darmadağın etti. Ebu leheblerin elleri işçileri çıkartmıyorlar. Elektrik tesisatı zaten zakurusun diyen rabbimizin emiryıftı. Denetim desen zaten oda leri Hz. Zeyd’in dilinden yayılformalite icabı. Denetlemeye Ey müminler, kendinizin, dı. O kutlu çağrı ezan, mekkegelenler madene inmeye bile ana-babanızın ve akrabanin garibi Hz. Bilalin dilinden tenezzül etmiyorlar. Doktor larınızın aleyhinde bile olsa, ötelere yayıldı. Bu ülkede ak falan öyle yeraltına inmez buadalete sıkı sıkıya bağlı ka- parti iktidarı da gariplerin, ezilrada. İlkyardımcılar vardır onlınız ve Allah için şahitlik mişlerin, horlanmışların, ötelarda bizim gibi işçi. Mitinge ediniz. Haklarında şahitlik kileştirilmişlerin omuzlarında zorla götürüldüğü iddaalarıda ettiğiniz kimseler ister zen- yükseldi. Bu iktidar gariplerin doğru kardeşim. Her yerde var gin, ister fakir olsunlar, Allah destekleriyle bu noktaya geldi. bu maalesef. İşveren iktidarla kendilerine herkesten daha Zengin mahallelerinden değil arasını iyi tutmak için böyle şeyyakındır. O halde nefsinizin varoşlardan yükseldi. Öyleyse ler yapıyor.” arzusuna uyarak doğruluktan ey iktidar sahipleri neden gaKınık Alevilerin yoğun olasapmayınız. Eğer kaypaklık riplerin, yetimlerin, ezilenlerin rak yaşadığı bir bölge. Anadolu eder, ya da şahitlik yapmakyanında olmuyorsunuz ? NeErenleri Derneği’ni ziyaret editan kaçınırsanız, kuşku yok den aşırı kar hırsıyla, aşırı büyor ve taziyelerimizi bildiriyoruz. ki, Allah yaptıklarınızdan yüme hırsıyla bu yapılan hataOrada tanıştığımız abi madende haberdardır. Nisa/135 ları görmezden geliyorsunuz hayatını kaybetmiş alevi ailelerin ? Neden işçilerin emeklerinin yanına götürüyor. Onlarla görüşüüzerinden kuleler rezidanslar yoruz, acılarını paylaşıyoruz. Hepsinin gözlerin- yükseltenlerden hesap sormuyorsunuz? Vallahi de acıyı okumak mümkün. Alevi olmalarından billahi bu yetimlerin vebaline ortaksınız. Vallahi dolayı bir kimlik bilincine sahipler ve muhalif billahi bu ateş hepimizi yakar. bir dil kullanabiliyorlar. Onlarda hemen hemen Ey müminler, kendinizin, ana-babanızın ve diğer ailelerle aynı duyguları taşıyorlar. Aynı so- akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı runlardan muzdaripler. Ergun Sidalı madende sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. hayatını kaybetmiş bir işçi abimiz. Öldüğü gün Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, çocuğu doğuyor. Elektrik teknikeri kendisi. Facia- ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten nın geldiğini iki hafta önceden amirlerine bildir- daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyamiş. Fakat onu pek dikkate alan olmamış. rak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, Akhisar’da, Soma’da, Kırkağaç’ta, Kınık’ta, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok Savaştepe’de insanların hayatı bu madenler. ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135
Haziran/Temmuz’14 • 27
KARANTİNA
HAK-İŞ TAŞERON GERÇEĞİ ARAŞTIRMASI (ÖZET RAPOR)*
T
aşeron İşçi Gerçeği Araştırması sonuçlarına göre, araştırmaya katılan taşeron işçilerin yüzde 34,9’unun 32-38 yaş, yüzde 24,7’sinin 2531, yüzde 23.6’sının ise 39-45 yaşlarında olduğu görülmektedir. Araştırma kapsamındaki taşeron işçilerin yüzde 80’ini erkek, yüzde 20’sini ise kadınlar oluşturuyor. Taşeron İşçileri Daha Çok Lise Mezunu Araştırmaya katılan taşeron işçilerin yüzde 52,6’sını ilk ve orta öğretim mezunları oluştururken, lise mezunu işçilerin yüzde 33,8’lik bir paya sahip olduğu görülmektedir. Üniversite mezunu taşeron işçilerin oranı ise yüzde 11,2 ile üçüncü sırada yer almaktadır. Sektörlere Göre Eğitim Düzeyi Farklılaşıyor Araştırmaya göre, belediye ve bağlı şirketlerde çalışan taşeron işçilerin yüzde 64.6’sının lise ve altı, yüzde 45.7’sinin lise ve üniversite mezunu, sağlık sektöründe çalışanların ise yüzde 37.8’inin
28 • Haziran/Temmuz’14
lise ve üniversite, yüzde 22.5’inin de lise ve altı mezunu olduğu belirlendi. Kadın İşçiler Erkeklere Göre Daha Eğitimli Araştırma sonuçlarına göre, taşeron işçiler arasında kadın işçilerin erkek işçilere göre daha eğitimli olduğu belirlendi. Taşeron İşçiler Çoğunlukla 2 Çocuk Sahibi Taşeron işçilerin çoğunluğunun evli ve bunların yüzde 32,4’ünün iki çocuk sahibi olduğu görülmektedir. Taşeron işçiler arasında eğitim düzeyi arttıkça çocuk sayısının azaldığı belirlendi. Taşeron İşçilerin Yarısı Bin TL Altında Ücret Alıyor Türkiye’de genel işçi ücretleri göz önüne alındığında, taşeron işçilerin ücret seviyelerinin genel tablonun altında seyrettiği dikkat çekmektedir. Bugün Türkiye’de taşeron uygulaması kapsamında çalışan bir milyonun üzerindeki işçinin yarısı 1.000 TL’nin altındaki ücret ile geçinmek zorunda
En Önemli Sorun Kadro Yine eldeki sonuçlara göre, taşeron işçiler için en önemli sorun kadrolu statüye geçiş olduğu büyük bir fark ile öne çıkmaktadır. Kadro sorununu takip eden ikinci en önemli sorun ise iş ve ücret güvencesi olarak tespit edilmiştir. Taşeron işçilerin ilk iki sıradaki tercihleri dikkate alındığında bir gelecek kaygısı taşıdıkları görülmektedir. Taşeron İşçiliği: Güvencesiz Çalışma Verilere göre her beş taşeron işçisinden dördü, iş güvencelerinin bulunmadığını düşünmektedirler. Türkiye’deki taşeron işçileri içinde bulundukları işçiliğin güvencesiz bir model olduğunu düşünmektedirler. Araştırmaya katılanların yüzde Verilere göre her beş ta- 81.4’ü iş güvencesinden yoksun olduğunu düşünüyor.
bırakılmaktadır. 2.000 TL ve üstü ücret alan işçilerin oranı ise yüzde 1’i bile bulmuyor. Araştırma verileri, bazı işçilerin asgari ücretten daha düşük aylık aldıklarını ortaya koymaktadır. Taşeron işçileri, işverenler tarafından resmi olarak asgari ücretle çalıştırılıyor olarak gösterilseler de, birçok taşeron işçisi, ücretlerini aldıktan sonra bir kısmını işverene iade ettiklerini belirtmişlerdir. Belediyeler ve Sağlık Sektörü Önde Türkiye’de taşeron işletmeciliğinin öncelikli olarak belediyelerde ve sağlık sektöründe yaygın olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Sebep: Ucuz İşçilik Araştırmanın sonuçlarından, işçilerin taşeron uygulamasının asıl sebebinin ucuz işçilik yaratmak ve sendikal haklardan mahrum bir işçilik yaratmak olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Taşeron İşçisi Sendika İstiyor Bu bağlamda taşeron işçilerin yüzde77,8’lik düzeyde sendikalı olmak istedikleri de bir başka önemli veri olarak dikkati çekmektedir.
şeron işçisinden dördü, iş güvencelerinin bulunmadığını
düşünmektedirler.
Türkiye’deki taşeron işçileri içinde bulundukları işçiliğin güvencesiz bir model olduğunu düşünmektedirler. Araştırmaya katılanların yüzde 81.4’ü
Ücretler Kadrolunun Çok Gerisinde Taşeron ve kadrolu işçi arasındaki farklılıklar dikkate alındığında, taşeron işçilerin kadrolulara göre çok daha düşük düzeyde ücret ile geçinmek zorunda kaldıkları tespit edilmiştir. Taşeron İşçiler Çıplak Ücrete Talim Bu bağlamda kadrolu işçilerin sahip oldukları ek gelir (fazla mesai, prim, vs.) gruplarından taşeron işçilerin yararlanamadıkları ortaya çıkmıştır.
İşten Atılma Korkusu Sendiiş güvencesinden yoksun kalaşmayı Engelliyor olduğunu düşünüyor. Araştırma sonuçlarına göre, taşeron işçilerin yüzde 81’i sendikal haklarını kullanmaları durumunda işten atılma korkusu yaşıyor. Kıdem Tazminatları Yok Araştırma kapsamındaki taşeron işçilerin, kıSendikalaşmanın Önemine İnanıyorlar Bununla birlikte taşeron işçilerin sendikal hak- dem tazminatına hak kazan(a)madıklarını şiddetle larını kullanmalarının çalışma koşullarının iyileş- belirttikleri verilerden anlaşılmaktadır. İş güvenmesine katkıda bulunacağını düşünenlerin oranı cesinin olmaması nedeniyle sürekli bir biçimde aksaklığa uğrayan iş sözleşmeleri neticesinde, tayüzde 85.7 gibi yüksek bir düzeyde bulunuyor. şeron işçiler kamuoyunun da bildiği gibi kıdem tazminatından mahrum bırakılmaktadır. Sendikalardan Beklenti Yüksek Araştırmaya katılan taşeron işçilerin yüzde Ücretleri Çok Düşük 89.6’sı sorunlarının çözümü için sendikaların daha Taşeron işçilerin aldıkları ücretler göz önüne aktif katkı yapması gerektiğine inanıyor. alındığında, insan onuruna uygun bir hayatı yaşa-
Haziran/Temmuz’14 • 29
KARANTİNA malarını imkânsız kıldığı görülmüştür. Bu durum, aynı zamanda bir çaresizlik ve daha önemlisi dışlanmışlık göstergesidir. Daha geniş kapsamlı olarak değerlendirildiğinde bu sonuç, sosyal adaletin ve toplumsal huzurun sağlanmasının önünde de bir engel olduğunu ortaya koymaktadır. Yeni Ve Köklü Bir Düzenleme Kaçınılmaz Araştırma sonuçları, taşeronluk sisteminde yeni ve köklü bir düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Söz konusu araştırma bulgularına göre; taşeronluk sistemi genel işçi ücretlerini aşağı çekmekte, güvencesiz ve esnek bir modele dayanmakta ve kamuoyu yapıcılarının söylediğinin aksine çalışma hayatında verimliliği ve kaliteyi yükseltmemektedir. İş Sağlığı Ve Güvenliği Hak Getire Taşeron işçileri için en önemli sorun; başta iş güvenliği ve çalışma şartlarını da kapsayan iş sağlığı ve güvenliği sorunlarıdır. İşçiler, taşeron işletmesinin, iş sağlığı ve güvenliği harcamalarını maliyet artırıcı bir unsur olarak gördüklerini ve kendilerini sağlıksız bir iş ortamında çalıştırarak açıkça risk altına soktuklarını net bir şekilde belirtmişlerdir.
Mevzuat Yetersiz Uygulama Kötü Niyetli Araştırmaya katılan taşeron işçilerin çok büyük bir bölümü sendikal hakları kullanamamalarının asıl sebebini yasal düzenlemelerdeki eksiklikTaşeron işçileri için en lerden kaynaklandığını belirtti.
önemli sorun; başta iş güvenliği ve çalışma şartlarını da kapsayan iş sağlığı ve güvenliği sorunlarıdır. İşçiler, taşeron işletmesinin, iş sağlığı ve güvenliği harcamalarını maliyet artırıcı bir unsur olarak gördüklerini ve kendilerini sağlıksız bir iş ortamında çalıştırarak açıkça risk altına soktuklarını net bir şekilde belirtmişlerdir.
Sosyal Güvenlik Hakkının Kullanımında Sorunlar Var Araştırmaya katılan taşeron işçiler, sosyal güvenlik haklarından yeterince yararlanamadıklarını ifade etmiştir. İşçilerin yarıya yakını bu soruya olumsuz yanıt verirken olumlu yanıt verenlerin oranı ise yüzde45’ler düzeyindedir. Birbirine böylesine yakın oranlarla karşılaşılmasının temel nedeni, işçilere sürekli olarak işe giriş-çıkış işlemi yapılmasıdır. Bu durum işçilerin sosyal güvenlik haklarından yararlanmaları konusunda nispeten aksaklıklara yol açmıştır. Sorunlu Taşeron Mevzuatı Bile Uygulanmıyor Araştırmanın en dikkat çekici verilerinden biri de, hâli hazırdaki yasal mevzuatın taşeron işçilerin örgütlenmesini büyük ölçüde engellediği gerçeğidir.
30 • Haziran/Temmuz’14
Mevcut Mevzuat Ve Fiili Durum Sendikalaşma Önünde Engel Araştırmaya katılanlar, yasal düzenlemelerin sendikal haklarını kullanmalarına engel olduğunu düşünüyor. Sendikaların Taşeron İşçilere İlgisi Çok Yeni Araştırma kapsamındaki taşeron işçiler, sendikaların taşeron işçilerin sorunlarına yeterince ilgi göstermediklerini düşünüyor.
Sendikalaşma İş Güvencesinin Garantisi Araştırmaya katılan taşeron işçilerin yüzde 80.8’i sendikalı olunması durumunda iş güvencesinin artacağını ifade etti. Bulgular, taşeron işçilerin sendikalardan beklentilerinin yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Taşeron işçileri, sendikalı oldukları takdirde sorunlarını çok daha kolay aşacaklarına inanmaktadırlar.
Kadro Verileceğine İnanç Zayıf Kamuoyunda çok sık gündeme gelmesine rağmen taşeron işçiler 2014 yılı içerisinde kadro verileceğine inanmamaktadırlar. Bu inançsızlık, bu sürecin böyle bir sonla sonuçlanmayacağına dair inançla ilgilidir. “Her İşi Yapıyoruz Abi” Taşeron işçileri, yasalarla çizilen sınırların aksine, belirlenmiş işlerde çalıştırılmadıkları araştırma sonucunda elde edilen bir diğer önemli veridir. Uzmanlaşmayı Engelliyor Bu durumun, taşeron işçilerin herhangi bir işte uzmanlaşmalarını engellediği ise diğer bir gerçektir.
Çalışma Şartları Kadrolulara Göre Daha Ağır Kadrolu işçilere kıyasla çok sayıda sorunla yüzleşmek zorunda bırakılan taşeron işçilerin çalışma şartları da kadrolu işçilerden oldukça ağır olduğu araştırma bulgularında açıkça görülmektedir. Ayrımcılık Yaşadıklarını Düşünüyorlar Araştırma, taşeron işçilerin işyerinde ayrımcılığa uğradıkları gerçeğini ortaya koymaktadır. Sebep Düşük Ücret Bu ayrımcılığın asıl sebebinin düşük ücretlerden kaynaklandığı tespit edilmiştir.
Ücret Düzeyi Yükseldikçe İş Sağlığı Ve Güvenliği Algısı Da Değişiyor Taşeron işçilerinin ücret düzeyi yükseldikçe iş sağlığı ve güvenliğine sahip olduklarına dair algıları da gelişmektedir. Burada ücretler-iş sağlığı ve güvenliği ilişkisinde oransal bakımından ciddi farklar söz konusudur. Gerçekten 1.000 TL ve altı net ücret elde eden işçilerin yaklaşık yüzde80’i iş sağlığı ve güvenliğine sahip olmadıklarını belirtirken, 1.001-1.600 TL aralığında bu oranı yüzde70’lere yaklaşmakta ve 1.601 TL üzerinde ise yüzde50’lerin altına düşmektedir.
zeyine sahip olması araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından birini oluşturmaktadır. 1.000 TL üzeri ücret seviyesine sahip olan işçilerin yüzde7’yi bile bulmaması sektördeki emeğin ne derecede sömürüldüğünü de bizlere göstermektedir. Taşeron işçilerin ellerine geçen aylık net ücretler sektörler düzeyinde incelendiğinde sağlık sektöründe büyük bir farklılığın varlığı göze çarpmaktadır. Gerçekten bu sektörde çalışan işçilerin neredeyse yüzde80’i asgari ücret elde etmektedirler. Bu oran belediyelerde yüzde20’ler ve diğer sektörlerde yüzde35’ler düzeyindedir. Bu bağlamda sağlık sektöründe çalışanların yaşam koşullarının, diğer sektörlerde çalışanlara oranla insan onuruna yakışır koşullardan hayli uzak olduğunu söylemek mümkündür. Sağlık Sektöründe Ücretler de Zamanında Ödenmiyor Türkiye’de sağlık sektöründe taşeron işçi olarak çalışanların hem ücret düzeylerinin düşük olması hem de ücretlerini zamanında alamamaları bu sektördeki taşeron varlığını ciddi anlamda sorgulanmasını gerektirmektedir. Sonuç olarak, Taşeron İşçi Gerçeği Araştırması, Türkiye’de bu konunun çalışma hayatının yapısal bir sorunu hâline geldiğini çeşitli bulgularla açıkça ortaya koymaktadır. Her geçen gün derinleşen sorunun, mevcut düzenlemeler ve politikalarla çözülmesinin imkânsız olduğu da görülen diğer bir gerçektir.
Ücrette Sağlık Sektörü Dipte Türkiye’de sağlık sektöründe çalışan işçilerin önemli bir kısmının 1.000 TL’nin altında ücret dü-
*Hak-iş’in “Taşeron İşçisi Gerçeği Araştırması: Kimlik/ Tutum/ Beklenti” adlı Özet Raporu’ndan derlenmiştir. 3 Haziran 2014 (http://www.hakis.org.tr/taseroniscisigercegi.pdf)
Belediyede Erkek, Sağlıkta Kadın Kadın taşeron işçilerin oranının daha yüksek olduğu sağlık sektöründe, ücretler, belediyelerin hayli gerisindedir. Bu sonuç, konuyla ilgili diğer bulgularla birlikte değerlendirildiğinde, kadın taşeron işçilerinin erkeklere göre daha güvencesiz koşullara sahip olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Ayrıca sağlık sektöründe zamanında ödenmeyen ücretler, kadın taşeron işçilerinin güvencesizliğinin derinleşmesine neden olmaktadır. Ücret Düştükçe Kadro Sorunu Daha Derin Hissediliyor Araştırmaya göre, ücretler düştükçe kadro sorunu daha derinden hissediliyor. İş ve ücret garantisi ve sendikal haklar da diğer sorun alanı olarak çıkıyor.
Haziran/Temmuz’14 • 31
ETKİNLİK
MAVİ MARMARA YÜRÜYÜŞÜNÜN ARDINDAN Ali Tarık PARLAKIŞIK
G
enç Öncüler lise komisyonu olarak, periyodik aralıklarla toplantılarımızı sürdürdüğümüz malum. 29 Mayıs tarihindeki toplantımızda, 31 Mayıs’taki Sultanahmet’ten Sarayburnu’na yapılacak olan Mavi Marmara Yürüyüşü’ne katılmak üzere liseli kardeşlerimizle derneğimizde buluşup birlikte gitme fikrini ortaya attık. Sonrasında lise komisyonumuzdaki kardeşlerimizle birlikte “acaba pankartımız olsa nasıl olur?” diye, mütalaalarımızı sürdürürken, Genç Öncüler Derneği’mizin Başkanı Erkam Şahin’le fikrimizi daha ileriye götürerek pankart yaptırmada karar kıldık. 30 Mayıs Cuma akşamı dedik ki; “Mavi Marmara Gemisi’nin ve R4BİA işaretinin yer aldığı bir pankartımız olsun. Ve Kur’an-ı Kerim’in Şuara Suresi’nden şu cümle yazsın; “Zalimler nasıl bir inkılapla devrileceklerini çok yakında bileceklerdir.”(227)
32 • Haziran/Temmuz’14
Fatih’te ki derneğimizden, Sultanahmet’ten başlayacak olan Mavi Marmara Yürüyüşü’ne katılmak üzere Genç Öncüler olarak yürüyüş yaparak katılma fikri ilk başta daha zayıf bir şekildeydi. Pankartımızı yapalım, mesajlarımızı gönderelim derken 31 Mayıs Cuma Günü saat 16.00 itibariyle yürüyüşümüze başladık. Denilebilir ki; ayrıca bir yürüyüş yapıp, katılmak çok mu mühim? Belki salt olarak nazar ettiğimizde mühim değil, gibi görünüyor olabilir. Lakin Mavi Marmara meselesinin ehemmiyetine binaen, her anlamda ve her yerde bu meselenin, mesele haline gelmesi gerekiyor. Zaten bir mesele halinde. Orası ayrı bir konu. Biz Müslümanlar toplayıcı bir şekilde söylersek, hayatın her alanında, her yerinde, her anlamda; ıslah, inşa, ihya ve cehd etme gibi bir
sorumluluğumuz var. Yapabildiğimiz ‘her’lerle sorumluyuz. Ve derken Beyazıt tramvay yolu üzerinden Çemberlitaş’a çıkıp “Abdülhamid’in Askerleriyiz” diyerek, II. Abdülhamid’in mezarının önünde durduk. Osman Aksu kardeşimiz, Genç Öncüler kortejimize, gür bir sesle şu mısraları tekrar ettirdi; “Toptan sarılalım yüce Kur’an’a Çünkü rahmet inmez ayrı durana Mü’minler İslam’a karşı durana Biraz öfkelenip kafayı taksa Esir mi olurdu Mescid-i Aksa…” Ve Sultanahmet’te ki yürüyüşte yerimizi aldık. 31 Mayıs’ın Gezi Olaylarının yıl dönümü olmasından ötürü, Taksim ve civarında da onların eylemleri vardı. 31 Mayıs’tan önceki günlerde ve o gün, neo-conların olay çıkartacağı etrafa saldıracakları söylense de, İsrail destekli yerli neo-conların eylemlerine, İsrail karşıtı Mavi Marmara Yürüyüşü bir cevap olmalıydı. Ve oldu da. Yaklaşık 150.000 kişilik Mavi Marmara yürüyüşünü “3000 kişilik yürüyüş” diye haber yapan sözüm ona gazetecilerin, acısı da bu sebepten olsa gerek. Yol boyunca “Mavi Marmara Onurumuzudur” diyerek Mavi Marmara’nın hiçbir zaman unutulmayacağını, bizim için Mavi Marmara’nın bir nişan olduğunu haykırdık. “İslami Hareket Engellenemez” diyerek şartları ve zeminleri önemsemeden, Rabb’imizin bizim üzerimize yüklediği sorumluluğumuzun peşinde olduğumuzu haykırdık. “Müslüman Tutsaklar Onurumuzdur” diyerek Mavi Marmara vesilesiyle bütün dünyada, İslami hüviyetinden ötürü tutsak hayatı yaşayan, zindanları Medrese-i Yusufiye’ye kalb ettirmekle meşgul kardeşlerimizi unutmadığımızı haykırdık. Belki de en kısa, en öz ifadeyle “Kahrolsun İsrail” diyerek Filistin’in bizim olduğunu haykırdık. İsrail’in bir işgalci, istenmeyen bir pislik olduğunu haykırdık.
Derken 150000 kişi Sarayburnu’na sığmamıştı. Biz Genç Öncüler olarak, kortejimiz Sultanahmet Meydanı’nda, orta tarafın arkasındaydık. Yürüyüşün başladığı söylendi ve bizim olduğumuz taraf ancak yarım saat sonra yürüyüş haline geçebildik. Yürüyüşün başı duyduğumuza göre Gülhane’den daha aşağı taraftaymış. Sarayburnu’na vardığımızda alana çok çok büyük bir kesimin giremediğini de müşahede ettik. Deniz kenarına inmeden yol kenarında ki duvarlar zaten doluydu. Yol da aynı şekilde doluydu. Bir de Sarayburnu ‘na gelip geri dönenler de çok büyük bir sayıyı teşkil ediyorlardı. Derken 150000 kişi Sarayburnu’na sığmamıştı. Biz Genç Öncüler olarak, kortejimiz Sultanahmet Meydanı’nda, orta tarafın arkasındaydık. Yürüyüşün başladığı söylendi ve bizim olduğumuz taraf ancak yarım saat sonra yürüyüş haline geçebildik. Yürüyüşün başı duyduğumuza göre Gülhane’den daha aşağı taraftaymış. Sarayburnu’na vardığımızda alana çok çok büyük bir kesimin giremediğini de müşahede ettik. Deniz kenarına inmeden yol kenarında ki duvarlar zaten doluydu. Yol da aynı şekilde doluydu. Bir de Sarayburnu ‘na gelip geri dönenler de çok büyük bir sayıyı teşkil ediyorlardı. Mavi Marmara’nın 4. Yılında böyle bir yürüyüş mühim idi. Bilindiği üzere geçtiğimiz haftalarda Mavi Marmara ile ilgili gelişmeler oldu. Mavi Marmara’yı hep gündemde tutmamız gerekiyor. Bu vesileyle bizi takip eden erkek ve hanım kardeşlerimize de, Genç Öncüler olarak, alanlarda ve meydanlar da ve topyekûn her yerde yerel ve küresel istikbara karşı direnişimizde, yeni ve farklı çalışmaların arifesinde olduğumuzu duyurmayı bir borç biliriz… Selam ve Dua ile…
Haziran/Temmuz’14 • 33
ATÖLYE
GARCİA’YA MEKTUP GÖTÜRECEK ADAM ARANIYOR ! Ali ALTUNKAYA
P
osta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından,hiç ayrılmamasından ötürü çok değerli ve sadakatli olduğu söylenir.Çünkü o gideceği yere varasıya kadar mektubu hiç bırakmaz ve sadakat bunu gerektirir der gibi büyük bir ders verir bizlere… İşte bizde posta pulu gibi olmalı ve kararlı olup başladığımız işi bitirmeliyiz.çünkü sadakat bunu gerektirir…diyerek yazıma geçmek istiyorum. Elbert Hubbart’ın, Garcia’ya Mektup adlı yaklaşık yüz sene önce yazılmış makalesi tarihin en fazla okunan makalesi olma özelliğini taşır. Milyonlarca kopyası çıkartılmış, bakanlara, cephelerdeki askerlere, devlet memurlarına dağıtıl34 • Haziran/Temmuz’14
mış bu makaleyi ve makalenin kendisi kadar etkileyici olan yayılma öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim... Yeryüzünde birçok şairin, yazarın şiirleri, öyküleri, romanları, yabancı dillere çevrilmiş, kendi ülkesi dışında da yayımlanmıştır ama... Galiba yalnızca bir gazetecinin, bir “gazete köşe yazısı” birçok yabancı dillere çevrilmiş ve kendi ülkesi dışında birçok ülkede de yayımlanmıştır. O gazetecinin adı, Elbert Hubbart, o köşe yazısının başlığı ise “Garcia’ya Mektup”tur. Elbert Hubbart’in bu yazısının, yüz yıl boyunca çeşitli ülkelerde yapılan baskısı, yüz milyon adedi aşmıştır. Tüm meslektaşlarına örnek oluşturacak bir olgunluk düzeyindeki bu Amerikalı gazetecinin,
“Philistine” adlı aylık bir derginin 1899 Şubat sayısında yayımlanan bu yazısı, hiçbir olağanüstü özelliği olmayan, sıradan bir çavuşun görev sorumluluğunun öyküsüdür.Ama vereceği ders evrensel ve bir o kadarda etkileyicidir. Hubbart’in “Garcia’ya Mektup”undan etkilenen ilk kişi, New York Merkez Demiryolu İşletmesi yöneticilerinden George Deniels oldu. Bu yönetici, “Philistine” dergisindeki yazıyı Genel Yönetmeni’ne okuduktan sonra ondan, bu yazıyı çoğaltıp tüm demiryolu çalışanlarına dağıtmak için izin istedi. George Daniels istediği izni aldıktan sonra “Garcia’ya Mektup”u beş yüz bin adet bastırdı ve “Bu çavuşu örnek alınız” ön yazısıyla işletmenin tüm çalışanlarına dağıttı. “Garcia’ya Mektup”un varlığı, kısa bir süre sonra Rus Demiryolları Genel Yönetmeni Prens Hilakoff’un kulağına ulaştı. New York Merkez Demiryolu İşletmesi çalışanlarından birinden sağlanan “mektup”un bir kopyasını okuduktan sonra Prens Hilakoff, bunun Rusça’ya çevrilmesini ve Rus Demiryolu Şirketi’nin tüm çalışanlarına dağıtılmasını emretti. “Garcia’ya Mektup”, demiryolu işçilerinden, Rus Ordusu mensuplarının eline geçti. Erler arasında elden ele dolasan mektubu Ordu Komutanları okuyunca, mektubun “resmileştirilmesine” ve tüm ordu mensuplarına dağıtılmasına karar verdiler. Japonlarla başlayan savaş için cepheye giden Rus askerlerin tümünün üniformalarının ceplerinde “Garcia’ya Mektup”un bir kopyası bulunuyordu. Japonlar, savaşta tutsak aldıkları Rus askerlerin tümünün ceplerinden çıkan “Garcia’ya Mektup”u görünce bunu ciddi bir incelemeden geçirdiler. “Mektup” Japoncaya çevrildi ve bunun, “Tutsak alınan tüm Rus askerlerin ceplerinde bulunduğu” haberiyle birlikte Japon İmparatoru’na sunuldu. “Mektup”tan imparator da etkilendi ve birer kopyasının Japon Hükümetinin tüm üyelerine dağıtılmasını emretti. Tüm Japon Bakanlar, “Garcia’ya Mektup”u çoğaltıp, kendi bakanlık örgütünde görevli tüm çalışanlara gönderdiler.
ABD Deniz Kuvvetleri mensuplarına 1913’de dağıtılan mektubun özel olarak çoğaltılmış kopyaları ise, Birinci Dünya Savaşına katılan askerlerin önemli bir bölümünün ceplerinde bulunuyordu. Dergide yayımlandığının on dördüncü yılında “Garcia’ya Mektup”un “resmi olarak çoğaltılan” baskısı, kırk milyona ulaşmıştı ve işte o eşsiz,sade ama çok etkileyici olan köşe yazısı ile sizleri baş başa bırakıyorum..hazırmısınız ?… Garcia’ya Mektup Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD Başkanı, çok acele olarak Küba’daki isyancıların önderi Garcia’ya bir haber göndermek istedi. Garcia, hangisinde olduğu bilinmeyen Küba dağlarından birinde ve nerede oldukları bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta ya da telgraf yoluyla ulaşabilmek olanaksızdı. ABD Başkanı’nın ona, ne denli önemli bir haber göndermek istediğini bilen çevresindekiler, Garcia’ya bir haberin, ancak elden götürülebilecek bir mektupla ulaştırılabileceğini bildirmek zorunda kaldılar. Başkanın çaresiz bakışları karşısında yanıt, çevresindeki subaylardan birinden geldi. ‘Benim birliğimde, Rowan adında bir çavuş vardır’ dedi. Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia’yi o bulabilir ve mektubunuzu kendisine ulaştırabilir. Bu yanıta Başkan’ın aklı pek yatmamıştı ama, ortada yapılabilecek başka bir şey yoktu. Rowan çağrıldı. Kendisine, Garcia’ya gönderilecek mektup uzatıldı ve... ‘Bunu, Garcia’ya teslim edeceksin’ denildi. Rowan mektubu aldı, üniformasının yanındaki deri kesenin içine koydu, kesenin ağzını sıkıca büzdükten sonra, göğsünün üzerine kaHaziran/Temmuz’14 • 35
ATÖLYE yışla bağladı. Önce Başkan’a selam verdi, sonra komutanlara, en sonra da kendi komutanına selam verdi, dışarı çıktı. Rowan, yola çıktıktan tam dört gün sonra, gecenin karanlığından da yararlanarak, üstü açık bir kayıkla Küba sahilinin açıklarına vardı. Küba’nın, balta girmemiş ormanlarına dalıp, gözden kaybolduktan üç hafta sonra, adanın öteki yakasında ortaya çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi, yürüyerek bir uçtan öteki uca geçti ve Garcia’ya, mektubunu teslim etti. Burada size Rowan’in, Garcia’ya mektubu götürebilmek için ne zorluklar atlattığını, ne tehlikeler geçirdiğini anlatacak değilim. Onun, ne denli kahraman bir asker olduğunu da anlatacak değilim. Yalnızca bir noktayı, hem de çok gereksinim duyduğumuz bir noktayı, iyice belirtmek için yazıyorum size tüm bunları. ABD Başkanı’nın makam odasındaki olayı, ana çizgileriyle bir kez daha gözden geçirelim: ABD Başkanı Mckinley, Garcia’ya teslim edilmek üzere Rowan’a bir mektup verdi. Ona yalnızca, ‘Bu mektubu Garcia’ya teslim ediniz’ dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı. Lütfen dikkat ediniz: Rowan, ‘Garcia nerede?’ diye bir soru sormadı. ‘Garcia kim?’ diye bir soru da sormadı. Yaptığı tek şey, kendisine verilen görevi almak oldu. Zaten kendisinden beklenen, onun da yapması gereken buydu. Rowan, ülkesindeki her okula heykeli dikilebilecek ve yetişen tüm kuşaklara örnek olarak tanıtılabilecek bir ‘ölümsüz kahraman’dır. Fakat bugünün gençleri onun kahramanlığından çok, başka bir özelliğini örnek almak zorundadırlar. Rowan’in örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yeri36 • Haziran/Temmuz’14
ne getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjilerini bir noktada toplamak disiplinidir. Özetle, Garcia’ya gönderilecek mektubu almak, hemen götürmek için yola çıkmak ve mektubu Garcia’ya teslim ederek görevi kendinden beklenildiği güven düzeyinde tamamlamak sorumluluğu ve terbiyesidir. General Garcia simdi yaşamıyor, fakat yeryüzünde başka Garcia’lar var. Ve o Garcia’lara gönderilecek başka mektuplar var. Çevremize baktığımızda ise, genellikle güçsüz, isteksiz, gönülsüz ve umursamaz kişilerle karsılaşıyoruz. Yönetici olarak görev yaptığınız iş yerinizde, varsayın ki altı yardımcınız var. Bunlardan birini çağırın ve kendisinden söyle bir istekte bulunun: ‘Lütfen benim için ansiklopediye bakıp, Corregio’nun yaşamına ilişkin özet bir bilgi hazırlayın.’ Yardımcınız size, ‘Peki, efendim’ deyip, bu görevi yapmaya hemen gidecek mi? Boş yere umutlanmayın. Büyük bir olasılıkla böyle bir şey yapmayacak. Donuk bir ifadeyle yüzünüze bakacak ve size, şu sorulardan birini ya da birkaçını soracaktır: -O kimdir? -Hangi ansiklopedi’den bakayım? -Fakat bu görev benim sorumluluk alanıma girmiyor ki, efendim... -Bismarck’ın yaşam öyküsünü istemiyorsunuz, değil mi? -Bunu benden daha kıdemli bir arkadaş yapsa daha iyi olmaz mı, efendim? -Yaşamı hakkında bilgi istediğiniz bu kişi halen yaşıyor mu, yoksa ölmüş mü, efendim? -Acelesi var mi, yoksa elimdeki işi bitirdikten sonra yapsam olur mu? -Ben ansiklopediyi bulup getirsem olur mu,
‘Garcia’ya mektup götürecek kişilere gereksinimimiz var. Hem de en kısa sürede, her yerde ve her zaman...’ İŞTE kardeşler aslında biz müslümanların Garciaya mektup götürecek adamlara,adam gibi adamlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissedebildiniz umarım !... Aslında bize böyle davetçiler ve böyle İslam erleri gerek.
yoksa oradaki bilgiyi aynen kopya çekmemi mi istersiniz? -Bu kişinin yaşamını niçin öğrenmek istiyorsunuz, efendim? -Onun yaşam öyküsünde neyi vurgulamamı istersiniz? Siz tüm bu soruları büyük bir sabırla yanıtlayıp, kendisinden bu bilgiyi niçin istediğinizi, onun bu bilgiyi nereden, nasıl bulacağını tane tane açıkladıktan sonra bile çalışma arkadaşınız, hiç kuşkum yok, kendi bölümüne gidecek ve kendi yardımcıları arasında ‘Garcia’ya Mektup’u götürecek bir kişiyi aramaya çalışacaktır. Bir stenograf ilanı için başvuranların onda dokuzu, ne imla kurallarını, ne de noktalama işaretlerini kullanmayı bilir. Daha da kötüsü, başvuruda bulunduğu is için bunların ‘olmazsa olmaz’ kurallar olduğunu aklına bile getirmez. Böyle bir kişi, Garcia’ya mektup götürebilir mi? Benim yüreğim, evde olduğu zaman da, işten uzakta olduğu zaman da işini yapan adamdan yanadır. Garcia’ya götürmesi için kendisine verilen mektubu alıp, cebine koyan, fakat aptalca sorular sormayan adamdan yanadır. Uygarlık, işte bu çaptaki kişiler için uzun ve biraz da sıkıntılı bir soruşturma dönemidir. O her kentte, kasabada, köyde ve her büroda, mağazada ve fabrikada vardır. Dünya, işte bu çaptaki kişilerin sorumluluk bilinci ve iş terbiyeleriyle ayakta durabiliyor. Tüm insanlık, evrimini biraz daha, biraz daha hızlandırabilmek için, tüm gücüyle, işte bu bilinç ve bu terbiyedeki, bu çaptaki kişiler için haykırıyor: ‘Garcia’ya mektup götürecek kişilere gereksinimimiz var. Hem de en kısa sürede, her yerde ve her zaman...’
İŞTE kardeşler aslında biz müslümanların Garciaya mektup götürecek adamlara,adam gibi adamlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissedebildiniz umarım !... Aslında bize böyle davetçiler ve böyle İslam erleri gerek. Bize,yerinden şikayet eden değil,bulunduğu yerin hakkını verecek kardeşler gerek. Bize kusur bulan değil,kusur örten kardeşler gerek. Bize sağına soluna bakmadan ben varım diyebilen kardeşler gerek. Bize ‘görev verilmez alınır’ şuurunda bir gençlik gerek. Bize asrın idrakine islamı söylettirecek dostlar gerek. Bize asın tarzına uyan değil RABBİNİN FARZIna uyan gençler gerek. Bize davetçi gerek. Kısacası bize ADAM gerek ADAM… Unutmayalım ki kardeşler üstad hasan el benna nın dediği gibi “yarınlar yorgun olanların değil,rahatından vazgeçenlerin olacaktır“ ‘ALLAHa çağıran,Salih amel işleyen ve kuşkusuz ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel kim vardır ?’(fussilet 33) RABBİM HEPİMİZİ ADAMLARdan eylesin ve yolunda hiç sapmadan, kimseye aldanmadan, bahane bulmadan yürüyebilmeyi, yorgun, kırık, ıssız gönüllere islamı götürmeyi nasip eylesin ve bizi davetçilerden eylesin. Haziran/Temmuz’14 • 37
ATÖLYE
OSMANLI’DA ASTRONOMİ VE ASTROLOJİ:
MÜNECCİMBAŞI Mehmet Semih ÖZDEMİR
O
smanlı Devlet’inde astronomi ve astroloji ile ilgili işlere bakan görevliye “müneccimbaşı” denirdi. Devlet-i Âli Osman’da “sermüneccim”, “sermüneccimân-ı hassa”, “başmüneccim” gibi isimlerle de anılırdı. Osmanlı’da ilm-i felek (ilm-i hey’et) ve ilm-i ahkâm-ı nücûm, yani hem astronomi hem astroloji ile ilgilenen müneccimin devlet teşkilatı içinde yer aldığı dikkati çeker. Müneccimbaşılığın Osmanlı’da bir kurum olarak ne zaman ortaya çıktığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bu konuda rastlanan en eski tarihli kayıt II. Bayezid dönemine kadar iner. Ancak takvimlere II. Murad devrinde rastlanılması müneccimbaşının bu tarihlerde var olduğuna işaret eder. Bunun kurumlaşmasının Fâtih Sultan Mehmed zamanında başladığı ve II. Bayezid devrinde tamamlandığı söylenebilir. Fâtih döneminde sarayda “cemâat-i müteferrika” arasında Mevlânâ Küçük adında günde 10 akçe alan bir müneccim bulunmaktaydı. II. Bayezid devri ilmi faaliyetlerinin ve dolayısıyla astronomi çalışmalarıyla birlikte müneccimlerin arttığı bir devirdir. Mevcut belgelere göre adı tesbit edilen ilk müneccimbaşı Seydi İbrâhim b. Seyyid’dir. II. Bayezid döneminde müneccimbaşı olup Kanûnî Sultan Süleyman devri ortalarına kadar bu makamda kalmıştır. Osmanlı Devlet’inde toplam 37 kişi müneccimbaşılık yapmıştır. 16. Yüzyılın en dikkat çekici
38 • Haziran/Temmuz’14
müneccimbaşıları Mustafa b. Ali el-Muvakkit ve Takıyyüddin er-Râsıd’dır. Astronomi, matematik ve coğrafya sahasında yirmiden fazla eseri bulunan Mustafa b. Ali “rub’-i âfâkî” denilen bir astronomi aletinin mucididir. Takıyyüddin er-Râsıd Şam ve Mısır’da yetişmiş, daha sonra İstanbul’a gelerek Mustafa b. Ali’nin yerine müneccimbaşı olmuş, baı siyasi çekişmeler yüzünden kısa bir müddet sonra yıktırılacak olan ilk rasathâneyi kurmuştur. Ayrıca klasik İslâm rasathânelerinde bulunan rasat aletlerini toplamış ve birkaç yeni rasat aleti icat etmiştir. 17. Yüzyılda yetişen bir diğer müneccimbaşı Hüseyin Efendi ‘dir. 1040-1060 (1631-1650) yılları arasında görev yapan Hüseyin Efendi zâyîçelerinin isabetiyle meşhur olmuş, ancak siyasi meselelere karıştığından idam edilmiştir. Derviş Ahmed Dede 1078-1099 (16681687) yıllarında müneccimbaşılık ve padişaha musahiblik yapmıştır. 17. Yüzyılda müneccimbaşılığın düzenli bir hale geldiği söylenebilir. Bu asrın ortalarından itibaren kurum müneccimbaşı, müneccim-i sânî ve beş kâtipten müteşekkil bir kadroya sahip olmuştur. Müneccimbaşı olacak kişiler önce müneccim-i sânîliğe getirilmiştir. Ayrıca müneccimbaşıların en az 40 akçeli müderris veya benzeri bir vazifede bulunmaları gerekmekteydi. 19. Yüzyılın önemli mü-
neccimbaşıları arasında, Joseph Jerom Lande’nin Tables Astronomiques adlı eserini (Paris 1759) Laland Zîci adıyla Arapça’ya ve Türkçe’ye tercüme eden, Mekteb-i Fenn-i Nücûm’un ilk müdürü Hüseyin Hüsnü Efendi ile astronomi, tıp ve coğrafya sahasında çeşitli eserler vermiş olan Mekteb-i Tıbbiyye’nin ilk anatomi hocalarından Osman Sâib Efendi ve Nâmık Kemal’in babası Mustafa Âsım Efendi sayılabilir. Müneccimbaşılar ilmiye sınıfından ilm-i nücûma vâkıf kişiler arasından seçilmekte dolayısıyla müderrislik ve kadılık gibi ilmiye vazifelerinde bulunabilmekteydiler. Müneccimbaşılar arasında vak’anüvis, hattat, hassa tabibi, muvakkit ve musâhib-i pâdişâhi olanlar yanında hekimbaşılığa yükselenler ve ilmi payelerin en yükseği olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliği pâyelerini alanlar da olmuştur. Sarayın bîrûn erkanı arasında yer alan müneccimbaşının teşrifattaki yeri ilmî rütbe ve pâyesine göre belirlenirdi. Tayin ve azlleri hekimbaşıların inhasıyla yapılırdı. Tayin talebini hekimbaşı şeyhülislama sunar, şeyhülislam sadrazama teklif eder, o da padişaha arz eder ve padişahın tasvibiyle tayin gerçekleşirdi. Müneccimbaşıların çoğunun görevden alınması siyasi hadiselerden kaynaklanırken on dört yıl müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Zeki Efendi (ö. 1148/1735) mesleğinde kifayetsizliği dolayısıyla azledilmiştir. Müneccimbaşıların asıl görevleri her yıl bir takvim hazırlamaktı. Bunun yanında astronomi ve astrolojiye dair başka vazifeleri de vardı. Takvimler nevruzda hazırlanır, padişah, sadrazam ve diğer devlet ricâline takdim edilirdi. Nevruzdan nevruza kadar olan ayları ihtiva eden takvimler gayet süsülü olarak hazırlanmaktaydı. Bunlara o yıl meydana gelecek semavî hadiseler kaydedilirdi. Takvimin asıl kısmı cetveller halinde on üç sayfadan oluşurdu. Burada hicrî ve rûmî takvim günleri, mevsimler ve yapılıp yapılmaması gereken işler yer alırdı. Her yıl ramazan ayından evvel imsakiye hazırlanması müneccimbaşıların diğer bir vazifesiydi. İmsakiyeler de önce padişah ve sadrazama, daha sonra diğer devlet ricâline dağıtılırdı. Müneccimbaşıların astrolojiyle ilgili görevleri de bulunmaktaydı. Bu görev. Padişahın şahsî işle-
riyle devlete ait önemli işlerin vaktini belirlemeye yarayan zâyîçe (bir iş için en uygun saati seçme) hazırlamaktı. Müneccimlerin en çok zâyîçe hazırladığı konular cülûs, sadrazamın mühür alması, şevval tevcîhatının (önemli memuriyetlere tayin) yapılması, savaş ilanı, ordunun sefere çıkması, donanmanın hareketi, yeni gemilerin denize indirilmesi, devlet binalarının temelinin atılması ve hizmete girmesi, top dökülmesi, yeni dökülen topların deneme atışlarının yapılması, sultan düğünü, çocuk doğumu, has ahır atlarının çayıra salınması ve padişahın bir yere hareketi gibi olaylardır. Padişahlar içerisinde müneccimbaşıların bu işlerini III. Mustafa gibi çok fazla önemseyenler olduğu gibi I. Abdülhamid ve III. Selim gibi hiç itibar etmeyenler de vardır. Padişah ve devlet ricâli arasında müneccimbaşına itibar edenler ona danışmadan hiçbir işe girmezlerdi. Müneccimbaşıların önemi de eşref-i sâatin isabetli çıkmasına göre artar veya azalırdı. İstanbul’da bulunan muvakkithânelerin idaresi müneccimbaşılara bağşı olduğu gibi buralara tayin edilecek kişilerin imtihanları da onlar tarafından yapılmaktaydı. Muvakkithânelerin müneccimbaşıların yetişmesinde önemli bir yeri vardır. Müneccimbaşıların çoğu bu makama gelmeden evvel muvakkithânelerde çalışmıştır. Müneccimbaşılık 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar önemli bir değişikliğe uğramadan devam etmiştir. Bu yüzyılın ikinci yarısında görülen bir değişiklik Ahmed Tâhir Efendi’nin imtihanla müneccim-i sânîliğe getirilmesidir. Diğer bir değişiklik de II. Abdülhamid zamanında müneccim-i sânîlik makamının kaldırılması ve daha önce beş olan kâtip sayısının bire indirilmesidir. Ayrıca hekimbaşılığa bağlı olan müneccimbaşılık Meşîhat-ı İslâmiyye’ye bağlanmış ve tayinler de bir komisyona havale edilmiştir. Müneccimbaşılık, son müneccimbaşı olan “Hüseyin Hilmi Efendi”nin vefatı üzerine (1924) yeni müneccimbaşı tayin edilmemek suretiyle ilga edilmiştir. Bunun yerine başmuvakkitlik adı altında bir müessese kurularak başına ressam Ahmet Ziya (Akbulut) getirilmiştir. Kaynakça: DİA(Diyanet İslam Ansiklopedisi), MÜNECCİMBAŞI maddesi, cilt: 32, sayfa: 2-4.
Haziran/Temmuz’14 • 39
ATÖLYE
Fikir ve Üretildiği Ortam Ali Tarık PARLAKIŞIK
‘Fikir’ başlı başına mühim bir mesele. Üretilmesi, oluşturulması, derlenmesi, toplanması ilh. topyekun mühim bir mesele, şümullü bir mesele. Dolayısıyla, ‘fikir’e giden aşamların her biri de mühim. ‘Fikir’in oluş(turul)ması için ve bir ‘fikir’in oluş(tutul)ması sürecinde birkaç noktaya temas edelim. Kaynak mesela. Mevcut herhangi bir mesele ile ilgili olarak ortaya koyulmuş daha önce ki ürünleri (kitap, makale ilh.) bir araya getirip, gözden geçirme. Tasnif mesela. Bir araya getirilen ürünleri; ortaya çıkarılması planlanan ürünün konu başlıkları/konu bölümleri, ara başlıkları/ara bölümleri gibi ürünün iç tasnifleri bağlamında veya umumi manada kaynakların bir araya getirilmesinden sonra belli mese40 • Haziran/Temmuz’14
lelere göre ayırma. Ve bu şekilde devam edebilir bu noktalar. Peki, tüm bu ve benzeri işlemler sırasında; içtimai, psikolojik, maddi, manevi ilh. şartlar ne ölçüde meseleye dahildir ve imkan nispetinde nerede durur. Bir ürün (kitap, makale ilh.) ortaya koyacak kişi (akademisyen, araştırmacı ilh.; müellif) ile belli başlı sebepler arasında herhangi bir ilişki, etkileşim ilh. mevcut mu? Mevcut ise eğer (müspet veya menfi fark etmez) mutlaklaştırmak doğru mu? Liselerde felsefe derslerinde, felsefenin Eski Yunan’da ortaya çıkışı anlatılır ve bu durum için bazı sebepler zikredilir; ekonomik re-
fah, özgür düşünce ortamı ilh. (umumiyetle özgür düşünce ortamı , bu bahiste zikredilir lakin, Sokrates’in Eski Yunan’da fikir tahammülsüzlüğünden ötürü yönetim tarafından infaz edildiğini biliyoruz). Mamafih… Ekonomik refahın olmadığı yerde fikir üretilemez mi? Bu ekonomik refah meselesi üzerinden gidelim. Ekonomik durum ile, bir fikri ürün yahut mevzuu bağlamında; vakit ayırma, kaynakları toplama, basılma, çoğaltılma, derinlikli bir araştırma ilh. arasında ilişki var mıdır? Herhangi bir mesele ile ilgili kaynakların toplanmasında maddi imkanlar/şartlar nerede duru? Kütüphane gibi imkanları da göz önüne alırsak, ilk başta ekonomik buud sorun gibi görünmüyor. Peki, yayınlanması, çoğaltılması noktasında. Ve iş saatleri ilk anda akla gelebilecek veya gelemeyecek, basit veya zor meseleler nerede duruyor? Aç olan bir insan felsefenin bilmem hangi meselesiyle ilgilenebilir mi? Aynı şekilde, otoriteden veya otorite dışından gelen tepkiler, yaptırımlar ve türevleri noktasından da meseleye bakalım. Herhangi bir nosyonu veya fikri hakaretamiz ifadedeler ve ikiyüzlü yalancı tavırlar hariç (ikiyüzlü yalancı tavırlar, diye ifade ettiğimiz mesele; Turan Dursun, Muazzez İlmiye Çığ, Yaşar Nuri Öztürk misali aslen herhangi bir fikri, nosyonu, akideyi veya dini kabul etmeyip de ediyormuş gibi davranıp, o fikre, nosyona, akideye veya dine muhalefet yollu, çürütme yollu ürünler veyahut herhangi bir fikri, nosyonu, akideyi veya dini olduğundan farklı telakkisinde algılayıp, saptıran ürünler) menfi buudlu eleştiriye tabi tutmak ve benzeri durumlarda; eleştiriye tahammül etmemek, yeni fikir kabul etmemek ve benzeri şekillerde zuhur eden, engel veya hudut koyulan durumlarda fikrî çalışmaların önüne engeldir. Fikir dediğimiz vakıanın lügatte ki manaları şu şekilde (fikir kelimesi ile eş manalı, düşünce kelimesin için de lügatte geçen manaları vererek bakalım, topluca); a) Düşünme. b) Doğrudan idrak ve ihsas süreçlerine bağlı olmaksızın meydana gelen şuurî veya zihnî ürün, tefekkür, ide. c)Akıl, zihin, zeka. d)Akılda tutabilme kudreti, hatır, hafıza. e) Derin ve yoğun düşünce. f) Düşünülen şey. g)Eşyanın zihinde aldığı şekil. ı) Görüş, rey,
mülahaza, mütalaa, kanaat. i) Niyet, arzu, maksat, tasavvur. j) Tahayyül. k) Telakki. l) Düşünme ameliyesi sonucunda ortaya konulan ve sözlü veya yazılı olarak başka kişilere de nakledilmesi, iletilmesi mümkün zihnî ürün. m) Düşünme ameliyesinin muhtevası; düşünenin, düşünüleni, kendisi vasıtasıyla düşünebildiği şey; düşünenin düşünülen nesne hakkında ortaya koyduğu şey. n) Zihinde canlandırma. (Doğan Büyük Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan, Pınar Yayınları) Yani ne kadar şümullü ve bağlantılı upuzun bir yoldur, fikir… Dolayısı ile farklı farklı birçok sebep, ‘fikir’in üretilmesi önünde engel teşkil edebilir. Daha önce de andık; psikolojik, içtimai, maddi, manevi, coğrafi, iktisadi gibi birçok sebep olabilir. Yani… Yani şu; fikir ile üretildiği ortam (mekân ve ayrıca zaman-zemine dayalı mekan-zemin) arasında müspet veya menfi bir ilişki var… Verilen menfi misallerin, müspet şeklinde misaller olduklarını düşünün; aynı sonuç. Ekonomik olarak durumu rahat olan bir müellif, hazırlayacağı bir ürün için; gitme, gelme, kaynaklara ulaşma gibi akla gelebilecek birçok mesele de daha rahat olacaktır. Dolayısı ile ürününün de o oranda, keyfiyet durumunun iyi ve yüksek olacağı düşünülebilir. Gibi… İmdi… Biz Müslümanlar birçok alanda henüz olmamız gerektiği yerde değiliz. Var gücümüzle, her alanda cehdetmeliyiz ve olabildiğimiz her alanda, olabildiğimiz her keyfiyetten en iyisi olmalıyız (var gücümüz, her alan, her keyfiyet; diyerek dillendirdiğimiz bütün noktalar için ifade etmemiz gerekiyor ki, İslam’ın akideleri, ibadetleri ilh. bellidir. Biz Müslümanlar olarak yapacağımız her şeyi, İslam’ın helal, haram, mubah, maslahat ilh. olarak adlandırdığı alanlarda yapmak zorundayız. Müslüman olarak yapacağımız her şey, İslam’ın meşruluk hudutları ile ilgili olmalıdır. Bu ölçü göz önünde bulundurularak yukarıda ki satırlar kaleme alınmıştır. Bu ölçü bulundurularak yukarıda ki satırlar okunmalıdır. Umumi planda da bu telakkiye her mesele de malik olunmalıdır.) Dolayısı ile müfekkiremize kan pompalarken, müfekkiremize kan pompaladığımız ortamda da yapabildiğimizin en iyisini yapmalıyız. Haziran/Temmuz’14 • 41
ATÖLYE
BİR AMATÖRÜN GÖZÜNDEN… Tolga CELLAD
Düşün… En son ne zaman kullandığını bu melekeni ya da kafatasının içindeki et parçasının nelere mukadder olduğunu… Düşün… Dünya var olalı beri bu kelimenin anlamını ve anlamını anlamayanların halini… Düşün… Ne kadar kudretli bir hal alabildiğini ve tabi ki kullanmayınca da inebildiğin en aşağı hali… Düşün… Kimler denemedi ki senden önce? Kimi başardı bu işi ve kurtardı her şeyini. Kimi yüzüne gözüne bulaştırdı ve sorma şimdi nerede olduğunu… Düşün… İyiyle kötünün, güzelle çirkinin, akla karanın, haramla helalin, günahla sevabın ve bilumum tezadın onunla beraber rakibini alt ettiğini… Düşün… Mazlumun kanına ilaç, zalime uykusuz geceler, karanlık fikirlere cehennem, inanmış kalplere cenneti nasıl da getirdiğini… 42 • Haziran/Temmuz’14
Düşün… Bugüne kadar hiç yapmamış olsan da bugünden sonra imanla yoğrulmuş düşünceyle neler yapabileceğini… Düşün zamanın akıp gidişini… O kudretli insanoğlunun (!) ona bir türlü güç yetiremediğini ve avucunun içinden su gibi akıp gittiğini… Düşün zamanın akıp gidişini… Ve bunu durdurmak için ne teknolojiler geliştirildiğini ve bilmem ne kadar para harcandığını… Düşün zamanın akıp gidişini… Ve onunla birlikte tüm dünyalıkların anlamsızlaştığını… Evlerin, arabaların, hanların, hamamların hiçbir değer ifade etmediği… Düşün zamanın akıp gidişini… İnanmayı düşünmeyenlerin içerisine düştüğü boşluğu ve inanmamanın getirdiği yokluğu… Düşün zamanın akıp gidişini… Önce bir beyaz, sonra göz altlarında torbalar, sonra gidenler ve de kalanlar... Titreyen eller, dindirilemeyen acılar ve en kötüsü geriye dönüp baktığında kocaman bir hiçe tekabül eden hayatlar… Düşün zamanın akıp gidişini… Yitirilen hayatların, yok olan kavimlerin, ejderhaların, dinozorların, hazinelerin, tarih
yazanların, en kudretlilerin ya da beş para etme- Evet, Asr suresi. İçerisinde bir ömre sığdırılanların değerini biçen ve bizim Rabbimizin rızasını kazanıp yenlerin zamanla birlikte silinip gidişlerini… Hem düşün hem de zamanı hatırla. Muhakkak ki kazanamayanlardan hangisi olacağımızı belirleyen hak olandan ötesi içi boş bir zırva... Akıp giden za- çetin bir sure. Topu topu üç ayet ama gelin görün ki üzerine sayfalarca ve hatta kütüphaneler dolusu manı düşünmediysen eğer: Düşün zamanın akıp gidişini gerçek şu ki insan zi- kitap yazılabilecek bir evren. Ve bu ayetleri düşündükçe titrememek elde değil. yandadır… Düşün, zaman, ziyan… Üçü üç yerden seni öyle bir Yaptıkları ya da yapamadıklarıyla anlayamadıysa sona hazırlıyor ki sanırsın ki dünya üzerine yıkılıvehala zamanın akıp gidişini… recek. Ama sonrasında gelen ayetle birlikte sabırla Düşün zamanın akıp gidişini gerçek şu ki insan zive hakkı tavsiyeyle karanlığın içerisinden kurtulmayandadır… nın formülü veriliyor. Var olduğunu sandığı dünyalıklarıyla sımsıkı sarılFormül dediysek öyle kolay değil ve hatta imanı dıysa aslolmayana… noksan olan kimsenin harcı değil. Sözler zorlu, sözDüşün zamanın akıp gidişini gerçek şu ki insan zi- ler anlam dolu, sözler dünyayı yerinden oynatabiyandadır… lecek güçte. Söze tabi olmak ve istediklerini yerine Tevbe 24’ de Rabbimizin buyurduğu gibi bir hal getirebilmek insanın uykularını içerisine girip de Allah’ı anmayı kaçıracak cinsten. unuttuysa... Kolay mı öyle hakkı ve sabrı tav“Düşün zamanın akıp gisiye etmek… Düşün zamanın akıp gidişini dişini gerçek şu ki insan Kolay mı öyle dünyanın düzenini gerçek şu ki insan ziyandadır… Dünyayı yaşanılası bir yer olziyandadır. Meğer ki, ima- yerle bir edip Rabbimizin istediklerini yerine getirebilmek… maktan çok öteye taşıyan çıkarna erip doğru ve yararlı Kolay mı öyle hakkı tavsiye ederlarımız ve bencilliklerimiz son neişler yapanlardan olsun ve ken başımıza gelebileceklere fesimizde bizimle terk eylediyse birbirlerine hakkı tavsiye sabredebilmek… dünyayı… edenlerden, birbirlerine Kolay mı, kolay mı? Düşün zamanın akıp gidişini gerİman edene kolay, “la” diyebileçek şu ki insan ziyandadır… sabrı tavsiye edenlerden”. ne kolay, gerçekten inanana koİman ettiğimiz kitabın hükümleri(Asr Suresi, 1- 3) lay, O’ndan başkasından korkni hala 1400 yıl öncesinin zırvaları mayana kolay, hz. Peygamberi olarak görünüyorsa... kendine örnek edinene kolay, Düşün zamanın akıp gidişini gerkolay, kolay… çek şu ki insan ziyandadır… İlk adımı atması zor bu işte… Öyle ki, attığın o İmanın boyasıyla yıkanmamış fikirlere, insanlara adımla aldığın minicik mesafe seni geride kalanlaraldanıp da kısacık ömrünü bir hiç uğruna harcadıy- la uçurumlar dolusu uzaklığa sürükleyecek. Onlar sa... seni anlamayacak, sen onlara anlatamayacaksın. Düşün zamanın akıp gidişini gerçek şu ki insan zi- Ama sonrasında gelen her adım, seni Rabbine bir adım daha yaklaştırdığı için daha kolay olacak . yandadır… Toprağın altına konulup da yeniden dirilmenin ge- Görüntüde tam tersi olsa da ve attığın her adımda tireceği zorlukları gücü yettiğince dünyada savabil- üzerine daha çok yük binse de bunlara artık aldırış etmez hale geleceksin. Sonra adımların sıklaşacak mek için mücadele etmediyse… “Düşün zamanın akıp gidişini gerçek şu ki insan zi- ama zannetme ki, sona yaklaşmaktasın ve unutma; yandadır. Meğer ki, imana erip doğru ve yararlı iş- sonraki adımların getireceğinden habersizsin. Ama olsun korkmuyorsun ya başkasından Allah’tan ler yapanlardan olsun ve birbirlerine hakkı tavsiye korkar gibi ve inanmıyorsun ya başkasına O’na inaedenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden”. nır gibi… Allah muhakkak seninle olacaktır ve yar(Asr Suresi, 1- 3) dımına koşacaktır. Haziran/Temmuz’14 • 43
ATÖLYE
SURİYE DEVRİMİNİN DİPLOMATİK DİLİ Serdar Fikret KILIÇ
11
Şubat 2011 Suriye’nin Dera şehrinde bir hastane odası, bayan doktor masasında çalan telefona koştu, gelen çağrıya cevap verdi arayan meslektaşı “Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza...” dedi, doktor heyecanla “İnşallah’’ diyerek temennisini dile getirdi, ama bu telefon görüşmesi sadece iki bayan doktorun arasında değildi, hattın bir ucunda telefon dinlemesi yapan Suriye Muharebatı’ndan bir kişi telefon konuşmasını üst amirine derhal rapor etti. Bir sonraki günün sabahı iki bayan doktor muharebat yetkilileri tarafından tutuklandı, tutuklamaları protesto etmek amaçlı 15 üniversite öğrencisi aynı gün bir gösteri düzenledi, daha sonra bayan doktorun akrabalarından sözü geçenler Dera karakoluna gidip bayan doktorların bırakılmasını talep etti, ama bu kişilerde karakolda darp edilince bir sonraki gün 1.000 kişiye yakın bir grup tekrar Dera sokaklarında barışçıl gösterilerine devam etti, gruba Suriye Emniyet güçleri ateş açtılar ve bir genç kurşunlanarak öldürüldü. Aynı günün akşamı öldürülen gencin arkadaşları çocuklar okudukları lisenin duvarına “Eş-şeab yurid iskat en-nizam”, 44 • Haziran/Temmuz’14
yani; “Halk düzenin değişmesini istiyor.” yazdı ve işte her şey o günün sabahında başlar o çocuklarda gözaltına alınır ve işkenceye tabi tutulur, gösteriler daha’da büyür, gösterilerin o zamanlardaki amacı çocukları ve bayan doktorların serbest bırakılması eksenlidir lakin Baas Rejimi’nin bu gösterileri bastırmaya çalışırken silahlı şiddete başvurması halkı daha fazla isyana sürüklemiştir ve günden güne isyan büyüyerek farklı şehirlere metestaz yapar. Kısa zamanda büyüyen bu olaylar Suriye’yi bir iç savaşa sürüklemiştir. Baas rejimi’nin silahlı güç kullanımına karşılık, muhalefet silahlı gruplar oluşturmaya başlamış ve olaylar karşılıklı çatışma boyutuna taşınmıştır. Sizi devrim sürecinin başına götürmemin sebebi olayların nasıl masumca bir talep üzerine başlatıldığının anlaşılmasıdır. Bugün bir cihat sahası olan ve kadın ve çocukların katledilmesine varan vahşilikler işte bu meşru demokratik masum isteklere silahla karşılık veren Baas Rejimi’nin tutumunu gözler önüne seriyor. Ben bugün arkasında milyonlarca mültecinin ve hayatını kaybeden 250.000 insanın, binlerce kronik hastalıklara yakalananların
durumundan çok Suriye’nin diplomatik durumunu ve geleceğini yazacağım. Suriye devrimi Orta Doğu’da Müslümanlar arasında Şii-Sünni gerilimine yol açarken, dünyada kısmi de olsa demokratikleşme hareketlerini destekleyen aktörlerle otoriter yönetimleri destekleyen devletler arasında mücadelede başlatmış oldu. Suriye muhalefeti devrimin başlarında rejiminin gösteri yürüyüşlerini ateşli silah kullanarak sindirmeye çalışması ile uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı ve böylece uluslararası destek ile Suriye’nin meşru temsilcisi halini aldı. Lakin Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad El-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker 29 Temmuz 2011 günü Beşar Esad rejimini silahlı kuvvet kullanarak devirmek maksadı ile kuruldu, bu oluşuma, El-kaide ve radikal örgütlerde destek verince Birleşmiş Milletler ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ayrıca Batı güçlerinin Muhalefetin Meşruluğunu kabulu konusunda iç eksenli tartışmalara yol açtı. Böylece Uluslararası güçlerin Muhalefete destek noktası kaybolarak olayları izleme ve gidişata göre yön verme politikası uygulamaya konuldu. Bu öyle bir siyasetdi ki Beşar güçleri üstünlüğü sağladığında muhalefete silah yardımı, Muhalefet üstünlük sağladığında Beşar lehine söylemler ve Rusya ve İran aracılığı ile durumu dengeleme lehine yardımlara göz yumulur politikası kabul gördü, çünkü Baas Rejimi’ne altarnetif Sunii islami bir devlet batı neznin’de tercih edilemez durum olduğundan politika bu yönlü geliştirildi ve halen aktif olarak uygulanmaya devam ediyor diyebiliriz, ta ki Baas Rejimi’ne altarnetif İsrail ve Batı’ya tehtit oluşturmuyacak bir muhalif grup çıkana denk. Ama unutulmaması gereken en önemli husus Suriye devriminin Demokratik isteklerle başlayıp İslamileşme sürecine dönüşmesi. İran ve Rusya, Çin’nin Birleşmiş Milletler’de Suriye’ye uluslar arası müdahaleye karşı çıkma nedenleri her biri için ayrı olsa’da Tahran’nın , Sünni Arap dünyasına karşı oluşturmak istediği Şii Hilali’nin en önemli parçası ve askeri ve stratejik noktası Suriye’de yaşanacak bir Sunii rejim değişikliğinin, Tunus, Libya, Mısır devrimlerinden farklı İran İslam devrimini tehtit ettiğini öne sürerek rejim yanlısı bir politika izledi, İran açısından Baas Rejimi’nin devrilmesi ve yerine Sünni yönetimin gelmesi ilişkilerinin tamamen değişmesi demek.
Realitedir ki devrimin başarısı İran’ın ortadoğu bölgesel nüfuzunu zayıflatacak, şii Hizbullah ile bağlantı noktası yok olucak ve İsrail tehdidine karşı İran’nın kontrolünü azaltacak, ve Batıdan tamamen kendini soyutlayan ülke bölgede yalnız kalacağından hali hazırda izlediği politika mevcut rejimin yanında yer alaması gerçeğidir. Geçen hafta İran Devrim Muhafız komutanı Beşar Rejimi’nin kendi çıkarları için savaştığını gerekirse Suriye’ye 130.000 asker göndermekten çekinmeyeceklerini dile getirmesi İran’nın bundan sonraki tutumunuda gözler önüne sermeye yetti. Peki Rusya ve Çin’nin tutumuna bakalım Rusya ABD’yle olan hakimiyet mücadelesi gereği, ABD’nin dış müdahale hamlesine karşı Baas rejiminin yanında olmayı tercih etmiştir. Ayrıca Rusya’nın Akdeniz bağlantı noktasında bulunan Suriye’nin ABD nüfuzu etkisinde olması Rusya’nın çıkarlarını ve tutumunu rejim lehine netleştirmiştir. Çin’nin Birleşmiş Milletler’de Rusya ile birlikte hareket etmesi sebebi ise; ABD’nin Asya politikası ile alakalıdır. ABD’nin bu bölgede yapmayı amaçladığı ekonomik yatırımlar Çin’in endişelenmesine yetmiştir, ayrıca Tayvan’a satılan silahlar Çin’i ciddi anlamda rahatsız etmiş ve Komünist bloğun bir kez daha birleşmesine sebebiyet vermiştir. İşte bütün bu menfii duruşlar gereği Suriye’de her 10 dakika’da 1 insanın hayatını kaybetmesine yol açıyor, Bu öyle bir politik strateji ki Suriye ile sınırlı değil bölgesel ve küresel düzeyde bir mücadele halini almış durumda peki Suriye Muhalefeti ulusal düzeyde ne yapıyor? Şimdi ona bakalım. BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeleri ve O zaman ki BM Güvenlik Konseyi özel temsilci Kofi Annan’nın çağrısı ile 30 Haziran 2012’de Cenevre kentinde bir konferans yapıldı, Konferans’a Suriye Muhalefeti büyük umutla gitmişti, ancak hayal kırıklığı ile karşılaştılar, çünkü muhalefetin ve Türkiye’nin politikası Beşar Esat’ın da rejimin de dahil olmayacağı bir geçiş hükümetinin kurulması idi, fakat Rusya ile Çin buna “hayır” deyince süreç tıkandı. Hatta Rusya, Beşar Esat’ı planın merkezine dahil ettirdi. Sonuç bildirgesinde de geçiş hükümeti kurulmasının öneminden bahsedildi, en azından karşılıklı rızalara dayalı bir geçiş hükümeti oluşturmak muhalefete hiç yoktan iyidir, havası versede maalesef Baas Rejimi’nin katliamlarına devam etmesi sonucu masaya oturulmadan teklif askıda kaldı. Haziran/Temmuz’14 • 45
ATÖLYE Cenevre Konferansı’nın ardından BM ve Arap birliği teşkilatı Arap Ligi Suriye özel temsilcisi elİbrahimi’nin birden Rusya ve İran tarafından yıldızı parlatıldı lakin bu kişi sıkı bir Arap Ulusalcısı ve Suriye devrimi’nin islami oluşundan rahatsız ve çözümün Beşar Esed’in koltuğunu korumasın’da olduğunu düşünen İbrahimi’nin de duruşu sayesinde Suriye Cepheleri kan gölüne dönmeye devam etti. Suriye cepelerinde fundamentalist yapılar boy göstermeye ve Baas rejimiyle çatışan El Kaide güçlenmeye başlayınca Amerika’nın ikinci Cenevre Konferansı çağrısında bulundu, ancak Cenevre Konferansı temelde, aynen birincisindeki gibi, silahları susturmayı ve bir geçici Hükümet üzerinde mutabakat sağlayıp, mültecilerin bir an önce ülkelerine dönmeyi hedefliyordu, Beşar Esed’in Cenevre iki de de kendisinin içinde yer almayacağı bir geçici hükümeti kabul etmemesi ve Rusya’nın tarihi Beşar rejimine desteğiyle hiçbir sonuç alınamadan sona erdi, ve iş Suriye direnişinin cephelerine kaldı. Cenevre iki’den aklımda kalan tek husus Halep’te küçük çocukların Cenevre konferansı yazısına küçük abdestlerini yapışı oldu. Suriye’de maalesef sular durulmuyor, Saha’dan gelen bilgiler bir tarafın bir tarafı bertaraf ettiği yönünde değil, kan gözyaşı ve baas zülmü, sorunun bölgesel ve küresel güçlerin elinde bir türlü evrilememesi ve Beşar Esad rejiminin direnci yüzünden gün geçtikçe karmaşık bir yapıya dönüşmesi kaçı-
46 • Haziran/Temmuz’14
nılmaz hal almış durumda. Suriye’de Beşar Esed’in bu süreçte Ağustos ayındaki başkanlık seçimlerine adaylığını koyması yılın espirisi olarak algılaya bilirsiniz, Mart ayı içerisinde “savaşı kazanıyoruz’’ açıklamaları sahada Beşar’ı yalanlıyorsa da oluşturmak istediği algı trajik bir hal almış durum da, kimyasal silah kullanımı sonucu mutasyona uğramış bebek bedenlerin doğumu arasında Beşar Esed’in başkanlık hevesleri insan vicdanına yara açarken, ülke topraklarından kaçarak komşu ülkelere sığınmış 2,3 milyon kayıtlı 5.1 milyon Suriyeli mülteci, 250 bini aşkın ölü, ve savaş alanı bir ülkede hangi parçalanmış cesetler? Hangi dağ taş Beşar Rejimini başkanlığa seçecek merak konusu olsada, yıllardır ülkedeki çoğunluğun Sunni olduğu varsayılıp azınlık Nusayri’lerin ülkeyi evirip çevirdiğini biliyorsak bu Şam şeytanı’nın da kendince “Kendi çalıp Oynaması’’ rütüelini yaşıyacağız anlamına geliyor. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ankara Türkmen Konseyi’ndeki sözlerini hatırlatmakta fayda var. “Ey zalim Esed, Kime başkanlık seçimini sunacaksın? Halep kararını verdi, Humus Kararını verdi, Der ar zor kararını verdi…’’ Biz devrimin İslamileşmesinden yana tavır alarak son sözü Dera’daki Lise bahçesine yazılan ve herşeyin başladığı o günkü sloganla bitirelim. “Eş-şeab yurid iskat en-nizam”, yani; “Halk düzenin değişmesini istiyor.”
ATÖLYE
Nakba Günü Fahreddin ÖZLEN 1917 yılı Osmanlı’nın Kudüs’teki Zeytindağı Tepesinden İngiliz’e son kurşunları atıp erkek gibi çatışarak mağlup olduğu ve Kudüs’ü bir ahit imzalayarak teslim ettiği yıl.. İngilizler kutsal bilmezdi kendi kutsallarına dahi kurşun yağdırabildiklerini gören Osmanlı, Aksa’ya bir zarar verilmemesi için bir anlaşma yapmış ve Kudüs’ü öyle teslim etmişti. Zamânın Osmanlı Paşaları, Zeytindağındaki karargâhta Kudüs’ün de düştüğünü öğrenince hüzünlenmiş ve şu sözleri sarfetmişler; “Kudüs düştüyse Kâhire’de, Şam’da, Bağdat’ta düşer. Vakit DerSaadet’i koruma vaktidir.” 17’de Kudüs İngilizler tarafından geri alındıktan sonra General Allenby’nin Şam’a Selahaddin Eyyubi’nin kabrine gittiği söylenir, Selahaddin’in kabrine gidip tekmelemiş ve ‘işte geldik Selahaddin!’ demiştir. Bu benim için önemli, Selahaddin’den bu yana birikmiş bir intikam duygusu ve hedef.. Bu İngilizlerin hedefiydi, bir de ‘Yahudi kavminin’ iki bin yıldır süregelen bir hedefi vardı, sohbet meclislerinden ayrılırken hedefleri dillerine şöyle yansıyordu; ‘Kudüs’te buluşmak üzere..’ onlar da bir intikam ve vuslat duygusuyla iki bin yıldır bu sözü “nesillerine” aktarmışlar ve hedefe sorunluda olsa 14 Mayıs 1948 günü ulaşmışlardı. 1917’den 1948’e kadar İngilizler kendi kültürlerini Filistin topraklarına aşılamaya çalışmışlar sağa sola o kırmızı telefon kulübelerinden yaptırmışlar, insanları ingiliz kıyafetleriyle tanıştırmışlardı. İngilizler bu kültür savaşını o topraklarda verirken bir yandan da «Siyasi Siyonistler» belirli yeraltı örgütleriyle ( Irgun,Haganah,Stern) Filistinli aileleri ve köyleri taciz etmeye başlamışlar biri kültürü yok ederken biri de «Toprağın Asıl Sahiplerinin» kalplerine korku salmaya başlamıştı nitekim başarılı da oldular, Kudüs’lü bir amca şöyle diyordu; «İsrail’in sesi radyosu bildirilerini yayınladığı her vakit sanki Azrail’in sesini duyuyorduk, gazeteciler sanki cehennemin ateşini bizlere taşıyordu..» İsrail’in 14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece gerçekleşen İngilizlerden bağımsızlığını ilan edişinin he-
men ardından beş Arap ülkesi İsrail’e karşı askeri operasyona başlamıştır. Bu olay 1948 Arap-İsrail savaşının da başlamasına neden olmuştur. İsrail Savunma Kuvvetleri, Mısır, Suriye, TransÜrdün, Lübnan ve Irak kuvvetlerine karşı başarı kazanmıştır. Bunun yanında Filistin coğrafyasında “Araplara devlet kurmaları için bırakılan toprakların” da yarısını işgal etmiştir. Savaşın ardından İsrail, savaş sırasında topraklarını terk ederek kaçmak zorunda kalan Filistinli Arap mültecilerin çok büyük çoğunluğunun geri dönüşüne izin vermemiştir. 1949 ateşkes sınırları ile İsrail kontrolünde kalan topraklardaki evlere, ki bunların çoğu ya yıkılmış ya büyük zarar görmüş ya da mülkiyet hakları ‘zorla’ parayla ödenmiştir, kaçan Arap mültecilerin dönüşünü engelleyen İsrail yönetimi, Filistin-İsrail sorununda önemli ve çözülemeyen bir başlık olan mülteci sorununun da başlamasına neden olmuştur. İşte «Nakba» ( Büyük Felaket ) 15 Mayıs gününe denmektedir, Büyük Felaket yani önce İngilizlerin, ardından ‹siyonistlerin’ zulmüne maruz kalan bir halkın «nakba yarası..» Pek çok hatıra var maalesef, tabiri caiz ise “bildiğimiz katliamlar, zulümler” ile dolu. İleride paylaşacağım. Nakba gününün gerisinde kimliklerini kaybedip asimile olmuş milyonlarca Filistinli Mülteci var. Pek çoğu Ürdün’de hayatlarını kurmuş durumda, pek çoğu da hâlen mülteci kamplarında hayatlarını idâme ettirmeye çalışıyor. Dünyanın her yerine dağıldılar ancak küçük bir ayrıntı var; Nasıl Yahudiler ve İngilizler bir intikam duygusu ve söylemleriyle bugüne kadar taşıdılarsa bu savaşı, Filistin’den sürgün ettikleri ailelerin de ellerinde bir söylem ve sembol var hem de tokat gibi; ‘Hepimiz Döneceğiz!’ çoçuklarına miras olarak sürgün edildikleri evlerin ‹anahtarlarını’ bırakacaklar... halen saklıyorlar ve her Nakba günü eylemlerinde bunları havaya kaldırarak adeta İsrail’e ve İngilizler’e çok net bir mesaj veriyorlar; “Biz ölsek de bu anahtarlar çocuklarımızda olacak, unutturamayacaksınız!” Haziran/Temmuz’14 • 47
KARİKATÜR | ZEYNEP ARSLAN
48 • Haziran/Temmuz’14
Mazot
Ağlamadan dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum. Şehre neden esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum niyedir sarmalasın vites dişlilerini defneler, nakışlar yok alnımda neden. Ağlamadan etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan o mavi korularda ve dibektaşlarında bırakıp sözlerimin kalıntılarını açıkça konuşmak istiyorum. Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini göğsünün kafesinde yalnızca pasak biliyorsun korkutulmuş bir kızın yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri sabahın köründe kalkan tirenlerdeki nefret hergün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti bunları
bütün bunları biliyorsun dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi şehre varınca artık meşinler giymelisin daha esmer daha kankusturucu sen o baygın sevgilerin adamı değilsin. sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir bin çeşit güneşle ovulmalıdır gaddar ellerin yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin ki ölüm her yerde uyanıktır alestadır korkunun yardakçıları tez kızaran güllerden kendini sakın sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrıAşktır diye geri geldin o çekiç seslerine bıraktın vazgeçilmez ırmakları gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları. İsmet Özel