9 771307 007009
ISSN 1307-007X
89
EDİTÖR'DEN
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Kübranur Yakupoğlu Mehmet Semih Özdemir Nihal Açıkel Zehra Gündoğdu Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Vahap Yaman Ahmet Işıktekiner İsmail Akman Burak Kalpaklıoğlu Burak Türedi Fahreddin Özlen Furkan Gençoğlu Ali Tarık Parlakışık İsmail Ceylan Ziya Dede Mustafa Fatih Yavuz Asım Ebrar Yıldız Fatih Kadir Demirel Büşra Kösesoy Ervanur Erdoğan Bahtiyar Umut Özer Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı/İST. Tel: (212) 567 39 40-41
Muhterem Okurlarımız enç Öncüler Dergisi “eleştirinin olmadığı yerde putçuluk başlar.” öğretisini şiar edinerek Müslüman halkların içe dönük problemlerini gündemlerimize taşımaya devam ediyor. Genç Öncüler Dergisi bu ay günümüzün en büyük problemlerinden biri olan “muhalefet” ve “muhalefet dili” sorununa parmak basıyor. Hayatımızın her alanını kuşatması gereken Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker yani iyiliği emredip kötülükten men etme görevimizin her daim bilincinde olmamız gerektiğini ifade ediyor. Fakat bu görevimizi ifa ederken nasıl bir yaklaşım metodu izlememiz gerektiği konusunda maalesef çok fazla tartışma yapılmıyor. Bu minvalde yapılan tartışmaları olgunlaştırmak ve bir fikir üretimine ortam sağlamak amacıyla bu sayımızın dosya konusunu “İslami Muhalefetin Dili” olarak belirledik. Sayımızda belli başlı başlıklar şöyle: Vahap Yaman “Müzmin Taraftarlık, Müzmin Muhalefet” yazısıyla nasıl bir muhalefet diline sahip olmamız noktasında yol gösteriyor. İsmail Akman “İslami muhalefette çizgisel sapmalar” yazısıyla İslami Muhalefette bozulmalara dikkat çekiyor. Şemsettin Özdemir hocamızla yapılan röpörtajda İslami Muhalefetin “dünü-bugünü-yarını” ele alınıyor. Fahreddin Özlen’in “Vahdet için özeleştiri vakti” başlıklı yazısında İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu sıkıntılı durum ve çıkış yolları irdeleniyor. Büşra Kösesoy “Kobane’nin kurbanları kimler” sorusunu soruyor. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.
G
Ey inanalar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa/135) Kasım’14 • 1
Kasım 2014 • Sayı 89 • Yıl 11
04 Müzmin Taraftarlık, Müzmin Muhalefet Vahap YAMAN
26
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
KUR’AN MI YETERSiZ, HOCALAR MI DiLSiZ ? Burak TÜREDİ
48
Borçlandırılmış İnsan ve Birlikte Üretmenin İmkânı Furkan GENÇOĞLU*
32 2 • Kasım’14
KOBANE’NİN KURBANLARI KİMLER? Büşra KÖSESOY
Bir Duvar Ötesine Meydan Okumak Ervanur ERDOĞAN
50 Müzmin Taraftarlık, Müzmin Muhalefet / Vahap YAMAN......................................... 4 Muhalif Dil / Ahmet IŞIKTEKİNER............................................................................ 7
İslami Muhalefette Çizgisel Sapmalar / İsmail AKMAN............................................ 10 Şemsettin Özdemir ile Röportaj / Röportaj: Burak KALPAKLIOĞLU.......................... 16 Kur’an mı Yetersiz Hocalar mı Dilsiz? / Burak TÜREDİ............................................. 26 Vahdet İçin Özeleştiri Vakti / Fahreddin ÖZLEN................................................ 28 Borçlandırılmış İnsan ve Birlikte Üretmenin İmkânı / Furkan GENÇOĞLU....... 32 Maddeci Medeniyetin Anatomisi / Ali Tarık PARLAKIŞIK................................. 34 ‘Ehl-i Tevhid Vel-Adl’ Üzerine / İsmail CEYLAN................................................ 36 Yazı Dizisi / Osmanlı Devleti’nin Dış Borçları / Ziya DEDE............................... 39 Yazı Dizisi / II. Abdülhamid Han ve Eğitim Politikası / Asım Ebrar YILDIZ....... 42 Batı İlerlemeci Aklının Vakıf Kültürümüze Etkisi / Mustafa Fatih YAVUZ......... 44 Dinimizle Yaşayacağız!/ Mehmed Akif ERSOY......................................... 46 Kobane’nin Kurbanları Kimler? / Büşra KÖSESOY................................. 48 Bir Duvar Ötesine Meydan Okumak / Ervanur ERDOĞAN....................... 50 Anılar Diz Çökebilmeli Bazen / Bahtiyar Umut ÖZER.................................. 52 Basından Yansıyanlar ................................................................................... 53 Etkinlik ......................................................................................................... 56
?
Kasım’14 • 3
KARANTİNA
Müzmin Taraftarlık, Müzmin Muhalefet Vahap YAMAN
İ
nsanlar, gerek bireysel gerekse toplumsal ilişkilerinde genel olarak kendini, kendi yakınını koruyucu bir tarzı benimserler. Kişiler, kendinin kritik edilmesini, yakınını eleştirmeyi pek sevmezler. Anne babasının, akraba, eş ve dostunun, tuttuğu partisinin, mensubu bulunduğu cemaatin, yakın çevresinin kusurları konusunda hep tereddüt ederler. İnsanlar bu ilişkilerde hep şu ikilemi yaşarlar. “Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” Bu söz, kafa karışıklığını en güzel tarzda ifade etmektedir. Ancak insana tavsiye edilen şeyler ise bu tavrın tam zıddı olan şeylerdir. Peki nedir? Bu tavsiyeler: -Emaneti ehline vermek. -Adil olmak.
4 • Kasım’14
-Adam kayırmamak. -Allah için sevmek. -En güzel tarzda uyarmak, söz söylemek. -Kendi aleyhine bile olsa doğru sözlü olmak. -Kamu malını haksız yere edinmemek. -Kamunun emanet ettiği şeyleri iyi korumak. -Yetimin malını korumak. -Çalıştırdıklarının ücretini zamanında vermek. -Hakkı olmayan şeyleri talep etmemek. -Güzel sözlü olmak. -İyilikleri tavsiye etmek. -Kötülüklerden sakınılmasını istemek. -Haksız yere akrabaları korumamak. -Birisine veya bir topluluğa duyulan kin ve öfkeden dolayı aleylerinde olmamak.
KARANTİNA belirlendiğini iyi kavramak olmalıdır. İlişkilerde ve davranışlarda bu ilkeyi daima hatırlamak ve buna uygun davranmak zorunluluğunu unutmamamız gerekir. Uyarılarımız ve hatırlatmalarımız da iyilikle emretmek şeklinde olmalıdır. Söz güçtür. Hele güzel söz daha güçlüdür. O halde güzel sözlü olmak ve güzel sözün gücününden uyarılarımızda istifade etmek birincil görevimiz olmalıdır. Yumuşak sözle yaklaşması emredildiği ancak yumuşak yaklaşacağız diye gerçekleri anlatmaktan da uzak durmamak gerekir. Yumuşaklık kavramı, hakikatleri anlatmamak manasına gelmez. Bunlara Dikkat Edilmezse Ne Olur? Uyarılar, kişiyi hedef almaktan İslam tarihine bakarsanız bu tavsiyeleri ihziyade, olayı anlatmak ve anmal etmenin acı örneklerini lamlandırmak ve genel gidiş görürsünüz. Müslümanlar üzerinden hatırlatmalar yaBiz inananlara düşen arasındaki ilk ihtilaflar kendi pılmalıdır. Uyarıyı, aksaklıkları görevler ise; insanın ve kabilesini ve kendi akrabalave aksamaları telafi etmek ve kainatın yaratıcısı ve bir rını ehil olsun olmasın iktidara doğruyu göstermek amaçlı yerleştiren yöneticiler zamaolan Allah’ın yanında, yapmak gerekir. Uyarılar sert, nında çıkmıştır. Gücü ve iktiherkesin eşit olduğu, kırıcı, kaba tamir etmekten öte darı sadece kendi akraba, eş ve üstünlüğün ise Allah’a hakarete varan, rencide edici, dostuyla paylaşmak hep sıkıntı inşadan öte imha edici bir dil kullukla belirlendiğini ve acının ortaya çıkmasına seve tarzda olmamalıdır. iyi kavramak olmalıdır. bep olmuştur. Bu günün müsYumuşak bir sözü, sert ve İlişkilerde ve davranışlarda lümanları olan bizler bile hala kaba bir tazda söylemekle, bu ilkeyi daima hatırlamak bu yanlış tercihlerin sıkıntısını sert bir sözü yumuşak ve tatlı ve buna uygun davranmak yaşamaktayız. bir uslupla söylemek arasınzorunluluğunu unutmamamız Dünya tarihine baktığımız da akıl almaz derecede derin gerekir. Uyarılarımız ve zaman da halkları sınıflara ayıuçurumlar vardır. Amaç uyarıhatırlatmalarımız da iyilikle ran, zenginleri kayıran, belirli ları kendisinden dersler çıkaremretmek şeklinde olmalıdır. bir zümrenin egemenliğine göz tılacak ve ibret alınarak, yapıyuman, egemenleri koruyan, yer lan yanlışları bertaraf etmek altı ve yer üstü nimetleri belirli üzerine bina etmek olmalıdır. bir zümreye veren, insanların hak ve Kötülükleri de güzel, cezbedici, yumuşak bir hürriyetlerine saldırıda bulunan, onları parya, köle uslupla anlatmak ve sunmak çok tehlikeli bir andiye adlandıran ve horlayan pek çok imparator ve latım şeklidir. Sözün yumuşaklığının cazibesi köimparatorluklar, devlet başkanları ve devletlerin tülüğün meşru olarak algılanması sonucunu dovar olduklarını, ancak bunların yerlerinde yeller ğurabilir. Böyle bir yaklaşımdan kaçınmak gerekir. estiğini de görürsünüz. Bunlar tarihin çöplüklerine Kötülükler imrenme ve meyletme duygularını artıatılmışlardır. Çünkü adaletsizlik ve zulüm baki de- racak bir uslupla anlatılmamalıdır. ğildir. İnsan yaratılışı gereği, samimi, saygılı ve karşıBiz inananlara düşen görevler ise; insanın ve sındakini rahatsız etmeyen, alçak gönüllü bir üslupkainatın yaratıcısı ve bir olan Allah’ın yanında, her- la söylenen söz ve uyarının etkisi altında kalır. Farklı kesin eşit olduğu, üstünlüğün ise Allah’a kullukla görüşlerde de olunsa saygılı bir üslupla konuşmak
-Sosyal statüsünden ve zenginliğinden dolayı insanları öncelememek. -Sıradan ve fakir olanların hakların haklarını zayi etmemek. -Şehirleri ve çevreyi kirletenleri uyarmak. -İmar adaletsizlikleri yapmamak. -Herkesin aynı haklardan eşit yararlanmasını sağlamak. -Rüşvet karşılığı iş yapmamak. gibi pek çok temel tavsiyelerdir. Bu tavsiyeler dinin de temel öğretileridir.
Kasım’14 • 5
KARANTİNA olumlu etki uyandırır. Bu yaklaşım tarzı iyiliklerin rahatlığı iyi işler olarak hatırlamak gerekirken, şeve dostlukların çoğalmasına zemin oluşturur. hirleri kirleten yüksek binaların verdiği rahatsızTam tersi olan insanın sürekli kendi doğrularını lıkları, kültürel alanda insan yetiştirmeye yönelik öne çıkararak, saygısız bir üslupla bilmişlik tasla- çalışmaların azlığı, avrupa birliği uyum yasaları adı ması, rahatsızlık verir ve uyarıların anlamını kay- altında çıkarılan bizim ahlak tasavvurumuza uybetmesine sebep olur. Bu üslup, muhataplarında mayan toplumsal cinsiyet eşitliği yasaları, zinanın itici bir durumun ortaya çıkmasını doğurur. Baskın suç olmaktan çıkartılması, özelleştirme adı altında karakterde olmak, karşısındakinin sözünü keserek, ülke varlıklarının hatta staratejik işletmelerin bile hatta ona konuşma hakkı tanımamak, karşıdakileri yabancı sermayeye devredilmesi, toplumun ahlaki bezdirir. erozyonuna çözüm üretecek projelerin olmaması, Yanlışları tespit etmede, uyarıları net yapmada taşeron işçi adı altındaki sömürü sisteminin hala sizin adamınız, bizim adamımız ayırımından uzak düzeltilmemesi, özellikle son aylarda art arda gelen durulmalıdır. Sizinkiler şöyle yapıyor, bizimkiler maden facialarının önüne geçecek tedbirlerin alınasla böyle şeyler yapmaz yanlışına düşülmemelidir. masındaki gevşeklikleri bunlar bizim adamlarımız Özellikle siyasal iradenin, kamu uygulamaları mantığıyla anlatmaktan, eleştirmekve ülke idaresinde yaptığı tasarruften geri kalmamak gerekir. lar ne hep en iyidir, ne de hep Övgüde aşırıya gitmemek, çok kötüdür. Siyasal iradenin eleştiride de şiddete bulaşmaKötülükleri de güzel, cezbedici, taraftarları ve destekleyicileri mak esas alınmalıdır. Överken yumuşak bir uslupla anlatmak tuttukları partinin yanlışlarının de, eleştirirken de inşa dilini ve sunmak çok tehlikeli bir -toptancı bir mantıkla- hepsikullanmak gerekir. Müzmin anlatım şeklidir. Sözün yumuni iyi görmek, eleştirememek taraftarlık, müzmin muhalefet şaklığının cazibesi kötülüğün hastalığına yakalanmamlıdır. insanın basiret ve ferasetini Karşıtları da idarenin tasarruflayok eder. İyiliklerin ortaya çıkmeşru olarak algılanması sorını, düşmanca yaklaşıp toptan masına engel olur. nucunu doğurabilir. Böyle bir kötülememelidir. Ölçüyü yine yüce yaratıyaklaşımdan kaçınmak gerekir. İyiliklerin yanında yer alcımız Rabb’imizin bizler için Kötülükler imrenme ve meymak, kötülük ve çirkinliklerin gösterdiği yol haritası koysun letme duygularını artıracak bir karşında durmak her ferdin istiyorum. uslupla anlatılmamalıdır. temel davranışı olmalıdır. Nahl Ey iman edenler! Allah için suresi 125. ayette “Rabbinin hakkı ayakta tutan, adaletle yoluna hikmetle ve güzel öğütle şahitlik eden kimseler olun. çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmadiyerek güzel yol haritasını verirken Hz. Peygamber maya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna “Kötülükleri elinizle, dilinizle düzeltin” tavsiyesi de daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan kötülüğü kim yaparsa yapsın ona karşı tavır gelişti- sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir. rin mesajını ulaştırmaktadır. (Maide/8) Bugünkü siyasal iktidarın, yıllar içerisinde yaptıEy iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, ğı pek çok güzel işlerden olan ülke üzerindeki vesa- kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de yetin kaldırılması, başörtüsü yasağının kaldırılması, olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Hakdini faaliyetler yapanların üzerindeki baskılara son larında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir verilmesi, sağlık alanında yaptığı devrim niteliğin- olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hisdeki uygulamaların başlatılması, insanların en acılı lerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, günlerinde cenaze işlerinde cenaze sahiplerini ra- büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekhatlatan destekler, evde sağlık hizmetleri altında- ten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan ki uygulamalar, ulaşımdaki yatırımların getirdiği haberdardır. (Nisa/135) 6 • Kasım’14
KARANTİNA
L İ D F İ L A MUH Ahmet IŞIKTEKİNER
İhtilaf ve Muhalefet Kavramları: İhtilaf ve muhalefet kavramları kök olarak aynı mastardan türetilmişse de anlamsal olarak birbirinden farklıdırlar. Her ikisi de mastar olarak “farklılık” anlamına dayanırken “İhtilaf” kavramı fikir ayrılığı, “muhalefet” kavramı ise karşı koyma anlamlarını taşımaktadır. Muhalefet Nasıl Ortaya Çıkar: İnsanoğlu fıtratı gereği yaradılışından bu yana gözünün gördüğü, aklının idrak edebildiği ve düşüncesinin ulaşabildiği tüm hususları anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Ortaya konulan görüşler; bu görüşlere sebep olan hayal ve tasavvurlara, insanların gördükleri ve ilgilerini çeken şeylerin farklı oluşuna ve yaşadıkları dönemin sosyolojik koşullarına göre değişiklikler göstermiştir. Bu sebeple medeniyet ve ilerleme yolunda atılan her adımda ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bu ihtilaflardan çeşitli felsefi ve sosyal doktrinler meydana gelmiştir. Platon; insanların gerçeği her yönüyle idrak edemediklerini ancak ondan tamamen de uzak olmadıklarını ve her insanın gerçeğin bir yönünü idrak edebildiğini söyleyerek, bir meselenin gerçek yönünün anlaşılabilmesi için tüm farklı görüşlerin birleştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü insanların meselelere bakış açıları; mizaçlarına, ilgilendikleri alanlara, geleneklerine, bulundukları toplumun tarihi tecrübelerine, anlama kabiliyetlerine ve başkalarına hükmetme veya liderlik sevdası gibi nefsi arzularına göre farklılıklar gösterir.
Müslümanlar Arasında İhtilafların Giderilmesi ve Şura Prensibi: Allah-u Teâlâ Müslümanlar arasında ihtilafların giderilmesi ve muhalefete dönüşmemesi için istişare ve fikir paylaşımını tüm Müslümanlara farz kılmıştır. Âli İmran 159’da Allah “Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın, yoksa kaba ve katı yürekli olsaydın mutlaka yanından ayrılıp giderlerdi.” buyurarak günlük meselelerimizde yumuşak dilin ve İslam ahlakının gerektirdiği üslubun nasıl olması gerektiği hususunda bizlere yol göstermiştir. “Onlarla müşavere et” hükmüyle ise idare sistemine şura prensibini yerleştirmiş ve tek adamlığı, toplumu yönetme hususunda fikirlerini dikte etmeyi peygambere dahi yasaklamıştır. Bu ayetten anlaşılacağı üzere Müslümanlar ihtilafları gidermek için istişareye başvurmalı, bu ihtilaflar giderilirken de yumuşak dil kullanılmalıdır. İhtilafın Muhalefete Evrilmesi: Fıtrat gereği ihtilafın insanların toplu olarak bulunduğu her yerde tezahür edeceğini söyledik. Muhalefet ise bu ihtilafların giderilmesi için herhangi bir çaba veya adım olmadığı zaman ortaya çıkar. Peygamber efendimiz daha peygamber olmadan, içinde yaşadığı cahiliye toplumuyla fikri ve ameli olarak ihtilafa düşmüş, bu ihtilaf ileriki zamanlarda peygamber oluşuyla beraber muhalefete dönüşmüştür. Ancak nasıl ki İslam davası bir ihtilafla başlayıp daha Kasım’14 • 7
KARANTİNA sonra muhalif bir hareket olarak başarıya ulaştıysa, Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezidin mücadelesi veya Müslümanlar arasındaki fitneyi bir üst boyuta taşıyan haricilik de muhalif birer hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu husustan yola çıkarak temelinde Allah’ın koyduğu kural ve kaidelerin bulunmadığı, “iyiliği emretme, kötülükten nehyetme” prensibine dayanmayan ve Müslümanlar arasında istişare süzgecinden geçmemiş hiçbir harekete “İslami Muhalefet” adını veremeyeceğimizi söyleyebiliriz. Devlet yönetiminde istişarenin önemini Hz. Osman döneminde tezahür eden ve etkileri günümüze kadar devam eden şu örnekle de açıklayabiliriz: Hz. Ömer, hilafeti döneminde sahabe-i kiramın önde gelen isimlerini istişare etmek için yanında tutmuş ve şehir dışına çıkmalarına müsaade etmemiştir. Böylece fikri ihtilafları onlarla istişare ederek gidermiş ve muhalif birer harekete dönüşmelerinin önüne geçmiştir. Hz. Osman döneminde ise bu sahabeler İslam’ı tebliğ etmek için farklı şehirlere gönderilmişlerdir. Bu sahabeler Hz. Osman yönetimine yönelik eleştirilerini istişare meclisinde değil de gittikleri yerlerde dile getirmeye başlayınca her biri büyük bir lider ve âlim olan bu sahabelerin eleştirileri toplum üzerinde çok etkili olmuş ve Hz. Osman’a yönelik muhalif birer harekete dönüşmüştür. Bu durum bize Müslümanlar arasındaki ihtilafların istişare ile giderilmesinin önemini çok net göstermektedir. Yani İslami bir siyasi yapılanmada muhalefetin ana görevi; iktidarın hukuki esaslara uygun hareket etmesini sağlamak, bunun denetim mekanizması görevini üstlenmek ve uygulama aşamasında da çıkan kararların hukuka uygun bir biçimde işleyişini sağlamaktır. İslami Olmayan Yapılarda Muhalefet: Bu örneklerden hareketle Müslümanlar arasında tezahür eden ihtilafların istişare ile giderilip muhalif hareketlere dönüşmesinin önüne geçilmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü gerçek anlamda İslami diyebileceğimiz yapılarda muhalefetin amacı; yönetimi veya iktidarı değiştirmekten ziyade yönetimin hukuka uygun işleyişini sağlamaktır. Peki, İslami olmayan yönetimlerde ve gayrı Müslimlerle yaşanan ihtilaflar nasıl giderilmelidir? Bu hususta Allah Kuran’ı Kerimde “ Bir topluluğa olan kininiz, sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmesin” ve “anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile 8 • Kasım’14
olsa, Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun” hükümleriyle Müslümanların devlet yönetiminde ve muhalefette adil olmaları gerektiğini emretmiş, adaleti bu hususta ana prensip olarak belirlemiştir. Demokratik bir düzende İslami muhalefet olmalı mıdır? Bu muhalefet nasıl işlemelidir soruları günümüz siyasetinde sıkça gündeme gelmektedir. Demokratik bir sistemde İslami bir yapılanmadakinden farklı olarak uygulamaya konulan kararlar ne olursa olsun sabır edilmez ve şura prensibi olmadığı için her kesimden kabul görmez. Bu nedenle parti, dernek ve diğer sivil toplum kuruluşları gibi baskı grupları devreye girer. Bu tür yapılanmalara girmekten kaçınıp demokrasiye teslim olarak, Müslümanlar da dâhil olmak üzere hiçbir grup ve topluluk beklenti ve düşüncelerini gerçekleştiremez. İslami Muhalefet Devrimi Amaçlar Mı? : Muhalefet bulunduğu sistem içinde devrimi amaçlar mı? Muhalefet isyana evrilmeli midir? gibi sorular da özellikle Müslümanlar tarafından sıkça sorulan soruların başında gelmektedir. Devrim arzusuyla yola çıkılan devrimci bir anlayışın; tarihi tecrübeleri incelediğimiz zaman rasyonel bir yaklaşım olmadığını ve çoğu kez hüsrana uğradığını söylemek mümkün. Dolayısıyla sırf devrim için devrimci bir yapılanma içine girmek ve bu devrimci ruhu topluma kabul ettirme çabası içinde bulunmak sonuç vermeyeceği gibi bu kitlenin toplum nezdinde “marjinal” olarak görülmesine ve tepki çekmesine sebebiyet verecektir. Sistemi değiştirme ve inkılap hususunda bizim temel örneğimiz olan Peygamber Efendimiz’in inkılapçılığını Bediüzzaman Said Nursi şu ifadelerle tabir etmiştir: “Çünkü o zamanda, o büyük İslam inkılabının gerçekleştirildiği ortamda, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık, yalan ve doğruluk arasında öyle bir mesafe açılmış ki, küfür ve iman kadar, hatta cehennem ve cennet kadar birbirinden uzaklaşmıştı…” Bu husustan yola çıkacak olursak, salt bir devrimci anlayıştan ziyade Müslümanların sisteme karşı muhalif hareketlerinde; şerre karşı hayır, yalana karşı doğruluk, zulme karşı adalet ve merhamet prensiplerini oturttukları ve bu prensipleri devrim gerçekleştirmenin ötesinde adaleti tesis etme şiarıyla
KARANTİNA Devrim arzusuyla yola çıkılan devrimci bir anlayışın; tarihi tecrübeleri incelediğimiz zaman rasyonel bir yaklaşım olmadığını ve çoğu kez hüsrana uğradığını söylemek mümkün. Dolayısıyla sırf devrim için devrimci bir yapılanma içine girmek ve bu devrimci ruhu topluma kabul ettirme çabası içinde bulunmak sonuç vermeyeceği gibi bu kitlenin toplum nezdinde “marjinal” olarak görülmesine ve tepki çekmesine sebebiyet verecektir. topluma tebliğ ettikleri zaman kurulması düşlenen adil ve doğru sistemin temelleri daha sağlam oluşturulmuş olacaktır. Türkiye’de İslami Muhalefet Eksikliği: Günümüz ve yakın tarihe baktığımız zaman içinde bulunduğumuz toplumda ortaya çıkan Müslüman(İslamcı) muhalif hareketlerde Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde saltanata ve muktedirlere karşı net bir muhalif tavır ve İslam’ı özüne döndürme mücadelesinin hâkim olduğunu görürken, Türkiye’de ise İslami muhalefetin adaletten uzak ve CHP özelinde sol karşıtlığına sıkıştırıldığını söylemek mümkün. Kendi mahallemizin çocukları iktidardayken özellikle Müslüman camiada tezahür eden muhalefetin yetersiz olduğuna dair eleştiriler Müslümanların iradesini hiçe saymak anlamına gelmektedir. Özellikle mevcut sistemde bizim asıl meselemiz bütün partilerden bağımsız İslami bir muhalefet çizgisi oluşturmak olmalıdır. Gerçek anlamıyla bahsettiğimiz prensiplere dayanan İslami siyasetin mevcut olmadığı bir sistemde de muktedirlere karşı yapılacak olan eleştiri ve muhalefet de ancak hükümete karşı net bir şekilde durarak ve direk bir muhalefet yürüterek sonuç verebilir. Özellikle son on yılı incelediğimiz zaman İslami siyaset; her alanda adaleti tesis etme çabasından ziyade liberal bir anlayışla dünya sistemine ayak uydurmayı seçmiş, bu yolda Kuran ve Peygamber örnekliğinden uzak bir tavır sergileyerek İslami kimlikten uzaklaşmıştır. Levent Gültekin’in deyişiyle cennete girmek için İslamcı olanlar başkalarının hayatını cehenneme çevirerek ilk başta kendi genç-
lik ideallerine, daha sonra Müslümanların oluşturduğu kendi tabanına ve son olarak adaletten başka borcumuzun olmadığı zalimlere ihanet etmişlerdir. Ali Şeriati bu hususta “Medeniyet ve Modernizm” kitabında sembolik olarak “kitap, terazi ve demir” üçlüsünden bahseder. Terazinin kitap(ilim) ve demir(maddi güç) arasında sönük kaldığı bir düzende faşizmin ortaya çıkacağını vurgulamaktadır. Ne yazık ki İslamcı iktidar döneminde zengin ve fakir arasındaki uçurum, ülkenin ekonomik düzeyiyle doğru orantılı ilerlemekte ve bu adaletsizliğe karşı muhalefet İslami kimliğe sahip olmayan kesimlere bırakılmaktadır. Buna rağmen Müslüman tabanın mevcut hükümete olan koşulsuz desteği sonucu ülkede İslami siyasetin adalet tesis edebileceğine dair güven oldukça azalmıştır. Artık Müslüman taban, bu ülkede başörtüsü sorunundan başka sorunların da olduğunu ve bu meselelerde devlet ağzıyla konuşmaması gerektiğini görmelidir. Kuranda belirtilen “adaletli olma”, “iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma” ve “İslami ahlakın gerektirdiği üslubu kullanma” prensiplerinden uzak hiçbir muhalefet İslami olamayacağı gibi, bu ilkeler dışında sürdürülecek bir muhalefet topluma zulmetmekten başka bir şey değildir. Zulmetme ve zalimlere meyletme hususunda da Allah-u Teâlâ “ Sakın zalimlere meyletmeyin, yoksa Allah’tan yardım göremezsiniz” ayetiyle zalimlerden olanlara veya zalimlere meyledenlere yardım etmeyeceğini buyurduğu için, bahsettiğimiz ilkeleri prensip edinmeyen hiçbir muhalefetin İslami olmayacağını dolayısıyla Allah’ın yardımını almadığı için başarıya ulaşamayacağını söyleyebiliriz. Kasım’14 • 9
KARANTİNA
İslami Muhalefette Çizgisel Sapmalar -1İsmail AKMAN
D
engelerin değiştiği, kutupların ortadan kalktığı, algıların yerle bir olduğu, tersine çevrildiği Post-modern, neo-liberal dünya’nın fikirsel çalkantılarından darbe almadan kurtulmayı başaran hiçbir ideoloji, din ve düşünce olmadı. Değişen dünyaya ayak uydurmak için neredeyse tüm siyasi hareketler yeni dünya düzenine entegre olmak pahasına metotlarında revizyona gitmek, söylemlerini çağa uydurmak zorunda kaldı. İslam siyaseti/Siyasal İslam da bundan nasibini alanlar arasındaydı. Zafer türkülerinin uzak yankıları dahi duyulmuyordu, on yıllar boyunca her türlü zulme, işkenceye, sosyal ambargoya direnmiş Müslümanlar, sabrı terk ettiler ve temel prensiplerinden tavizler verdiler. 21. yüzyılda hızla değişen dünyanın İslam siyasetine vurduğu en büyük darbe buydu; İslam’ın yüzyıllarca
10 • Kasım’14
aradan sonra daha yeni yeni içi doldurulmaya başlanmış kavramlarının bir anda boşaltılması, İslam siyasetinin varlığını ifade eden çizgilerin ise somutluğunu kaybetmesi ve şeffaflaşmasıydı, hatta ve hatta kimi durumlarda bu çizgilerin tamamen silinmesiydi. Cumhuriyetin sonrası Türkiye’de İslami uyanışın yeni yeni filizlendiği altmışlı ve yetmişli yıllardan son on yıla kadar, İslam’ın siyasetini güden, tevhidi bir akideye sahip Müslümanların çoğunluğu, her türlü zorbalık ve baskıya rağmen siyasi kimliklerini, duruşlarını, çizgilerini rejime meyletmeden muhafaza etmeyi başardılar. Söylemleri, siyasi tezleri açık ve anlaşılabilirdi, tevile muhtaç değildi (Sağa entegre olarak doğmuş Milli Görüş Hareketi’ni bu sınıflandırmaya dâhil etmiyorum. Tabanının samimiyetine dayanarak onları bu ithamdan tenzih ediyorum). Fakat Müslüman-
KARANTİNA ların bu durumu 28 Şubat darbe süreci ve he- birbirlerinden oldukça farklı metotlar olmasına men ardından AKP’nin tek başına iktidar olma- rağmen, bir benzerlik taşımaktadır. Bu metotsal sıyla tepetaklak oldu. Algılar ve kavramlar birkaç benzerliklerin oluşturduğu iki damar doğrultuyıl içinde kökten değişimlere uğradı. 2002’den sunda, mağlup edilmiş Türkiyeli Müslümanlar iki önce Allah’ın kanunlarıyla hükmetmedikleri ge- kutba savruldular. Her ne kadar iki grupta kendi rekçesiyle tağut ilan edilenler, 2002 sonrası bir savrulmalarına ideolojik, içtihadi kılıflar bulsaanda “ümmetin lideri”, “sessiz kitlelerin sesi” lar da, birinci sapmanın altında yatan sebepler çoğunlukla ekonomik iken, ikinci sapmanın seolmuşlardı. Verilen tavizler bunlardan ibaret değildi ve bebi genellikle duygusal, politik travmalardır. günümüzde buna bağlı tek tip bir çizgisel sap- Bu bölümde bu iki ana grubu inceleyecek ve bu manın olduğu da söylenemez. Tevhid üzere savrulmanın sebepleri üzerinde duracağım. İnbir vahdetin sağlanması için öncelikle İslami celeyeceğim birinci grup, AKP çatısı altında sağa ve dolayısıyla sisteme entegre olan, Muhalefet’in tanımı yapılmalı, önündeki engel“muhafazakârlaşan” Müslüler tahlil edilmeli ve bu engelmanlar olacak. leri aşmak için ne gibi yollar izleneceğine karar verilmeli. Müslümanların bu durumu Birinci Sapma: Ilımlı Ardından bir daha benzer 28 Şubat darbe süreci ve İslam bozulmaların yaşanmaması hemen ardından AKP’nin için bu sapmaların teşhisi ya90’lı yıllar İslam siyasetitek başına iktidar olmasıyla pılmalı, sebepleri ve sonuçlanin Türkiye’de hızla yükselitepetaklak oldu. Algılar rı üzerinde durarak incelenşe geçtiği ve dünyada oluşan ve kavramlar birkaç yıl meli. kutup boşluğunu doldurmaya Çizgisel Sapmalar
içinde kökten değişimlere uğradı. 2002’den önce Allah’ın kanunlarıyla hükmetmedikleri gerekçesiyle tağut ilan edilenler, 2002 sonrası bir anda “ümmetin lideri”, “sessiz kitlelerin sesi” olmuşlardı.
Allah (c.c.)’nin Rad Suresi, 11. ayet (... Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez...[1]) ile İslam siyasetine çizdiği, bireysel bazdaki değişimlerin topluma yayılması ve bu toplumsal değişim neticesinde o toplumun durumunun, yönetim şeklinin düzeleceği rotası ile Menderes, Özal, Erdoğan muhafazakâr demokrasi çizgisinin, tabandan gelen talepler doğrultusunda siyaset yapma usulü birbirlerinden ne kadar farklı olsa da metotsal bir benzerlik taşımaktadır. Yine aynı şekilde, İslam siyasetinin, İslam akidesine bir aykırılık taşımayan kurumları ıslah ederek devralmasına rağmen, İslam akidesine muhalif kurumlara, sembollere yaşam hakkı tanımaması ve bunlara kökten redderek, temelden bir değişimi ilke edinmesi, devrimci solun toptan değişim siyasetiyle, yine
çalıştığı dönemdi. Bu dönemde, “Siyasal İslam’ın başarısız olduğu”, “Siyasal İslam’ın çağın sorunlarına cevap vermediği” gibi itibarsızlaştırıcı iddialar sık sık dillendiriliyor, halkın dimağlarına yerleştirilmeye çalışılıyordu. Neoliberal dünyada, neoliberalizm dışında bir ideolojiye yer yoktu ve alternatif bir kutbun oluşması engellenmeye çalışılıyordu. Batı, sosyalizm ve faşizm gibi düşmanlarına uyguladığı taktiği -kendisini özgürlükçü ve demokrat, düşmanlarını ise otoriter, baskıcı göstermek- İslam üzerinde de uyguladı; İslam, terörizm ve bağnazlık ile özdeşleştirilmeye çalışıldı. Bu itibarsızlaştırıcı propaganda Türkiye’de de genel olarak Refah Partisi etrafında hem partinin kendisine, hem de İslam’a karşı yürütülüyordu. 1997’de gerçekleştirilen 28 Şubat post-modern darbesi ile “Siyasal İslam başarısız oldu” iddialarına son mühür vurulmuştu. Kasım’14 • 11
KARANTİNA
Bundan sonraki aşama İslam’ın ehilleştirilmesiydi ki İslami eğilimin toplumun muhafazakâr dinamiklerinde eritildiği Ilımlı İslam projesi ile bu büyük oranda gerçekleştirildi. Kemalist rejimin Müslümanlara karşı tavrı toleranstan tamamıyla yoksundu. Resulullah ve ashabının İslam davetinin ilk aşamalarında Mekkeli müşriklerden gördüğü muameleyi Türkiyeli Müslümanlar da rejimden görüyor, yoğun bir baskı altında tutuluyorlar ve davalarından döndürülmeye çalışılıyorlardı. Fakat bu strateji nasıl ki Resulullah ve ashabı üzerinde işe yaramadıysa Türkiyeli Müslümanlar üzerinde de işe yaramamıştı. Bu da rejimi daha farklı bir strateji izlemeye sevk etti. Kafirun suresinin nüzulüne sebep olan, İslam’ı şartlı kabul stratejisine. Bu stratejide müşrikler İslam’a ve Müslümanlara açık, kökten bir husumet beslemiyor, kendi putlarının korunması şartı ile Müslümanların Allah’ını da kabul ediyor ve Müslümanlara içinde bulundukları baskı döneminden kurtuluş ve refah vaat ediyorlardı. Nitekim refahın tıpkı zorluk gibi insanı azgınlaştıracağı ve isyana sürükleyebileceği Kur’anî bir sabitedir. Gelenekçi kesmin ehlileştirilmesi ve sisteme entegre edilmesi Menderes-Özal dönemlerinde gerçekleşirken, İslamcıların ehlileştirilme süreci AKP iktidarı döneminde gerçekleşen ikinci entegrasyon dalgası ile başladı. Müslümanların bu dönemde sisteme kolayca eklemlenmesinin ardında yapan sebeplerin önemli bir bölümü ekonomikti. 80’li ve 90’lı yıllarda Müslümanların sisteme karşı takındıkları sert tavır birçoğunun bu 12 • Kasım’14
dönemi bir yandan İslam davasını omuzlarken bir yandan da maddi sıkıntılar içerisinde boğuşarak geçirmelerine neden olmuştu. Ilımlı İslam projesinin yürürlüğe sokulmasıyla sistem Müslümanlara da kredi açmış ve “nimet”lerinden sakallarını kesmeden, namazlarını terk etmeden, başörtülerini çıkarmadan yararlanmanın yolunu açmıştı. Müslümanların soğuk savaş dönemi için geçirdikleri mücadele paradigmasının hızla değişen dünya düzeni karşısında yetersiz kalması ve İslam siyasetine yönelik süregelen kara propaganda birçok Müslümanı umutsuzluğa ve mağlubiyet hissine sürüklemiş; İslami muhalefetin halk tabanında oldukça yankı bulan söylem ve davalarının AKP tarafından (demagoji malzemesi olarak) sahiplenilmesi de AKP iktidarının bir alternatif olarak görülmesine yol açmıştı. Türk muhafazakârlığının düşünsel sığlığı ve ideolog yoksunluğu da İslami entelijansiyaya bu boşluğu doldurma fırsatını yaratıyordu. Yeni iktidar Müslümanlara faaliyetlerinde göreceli bir özgürlük tanıdı. Eski konjonktüre kıyasla Müslümanlar fikirlerini daha rahat söyleyebiliyor, yazabiliyorlar ve organizasyon faaliyetlerinde devlet gözetiminde herhangi bir yaptırıma maruz kalmadan dernek-STK çatısı altında gerçekleştirebiliyorlar. Fakat bu göreceli özgürlük mevcut iktidarın keyfiyetine göre sınırlandırılabiliyor. Ya iktidarın kendisine yöneltilen eleştirileri kaldıramaması, ya da uluslararası bir prestij kazanma gayesi uğruna ya da kendisine muhalif başka bir grup/camia ile iç çekişmesi sırasında Müslümanlar tıpkı on beş yıl öncesinde olduğu gibi usulsüz yargılama süreçleri ve bir dizi hukuksuzluk sonucunda hapsedilebiliyor, fillerin savaşında ezilen çimenler konumuna düşebiliyor, iktidarın siyasi ajandası için kolayca feda edilebiliyorlar. Müslümanlara tanınan bu göreceli özgürlüğün birçok bedeli bulunmakta. İktidarın onlara sağladığı rahatlıklar Müslümanlarda yeni konjonktüre karşı bir vefa borcu doğuruyor. Bu vefa borcu kimi zaman iktidarın kendisini aynı potada erittiği, birçok Müslümana hala mezhepsizden kâfire, sübyancıdan livatacıya kadar ağır iftiralarda bulunan geleneksel tasavvufi tarikat-cemaat
KARANTİNA yapılarıyla aynı bildiriye imza atarak ödeniyor, kimi zamansa muktedirin küfrünü Anıtkabir’de saygı duruşunda durmayı Resulullah (s)’ın Kâbe putlarla doluyken Mescid-i Haram’da namaz kılmasıyla özdeşleştirecek kadar düşerek tevil edilmesiyle ödeniyor. Yani bir zamanlar “Allah rızası” olan değer ölçüsü, “İktidarın rızası” ile değişiyor. Sistem eklemlenmiş Müslümanlar entegrasyonu asıl sebepleriyle değil, yüzeysel mazeretlerle açıklanıyor. Bunlardan en yaygınları maslahat mazereti. AKP döneminde gerçekleştirilen ekonomik kalkınma ve neticesinde meydana gelen kamusal hizmetlerdeki iyileşme, Müslümanları tevhid davasını köprülere, duble yollara ve metro hatlarına satar bir konuma sokuyor. Davanın sadece başörtüsü, imam-hatip liseleri ve Kur’an kurslarına indirgenmesi de ayrı bir sorun teşkil ediyor. Müslümanlara tanınan bu göreceli özgürlük yeni konjonktüre entegre olan, mevcut iktidara kayıtsız şartsız destek veren Müslümanların gece yataklarına gittiklerinde daha rahat uyumalarını sağlıyor. Gelenekçi kesimden ödünç alınmış mazeretler de söz konusu. Bunlardan birincisi “ehven-i şer” kavramı ve “Ya CHP gelirse?” korkusu. Bu mazeret aralarında en samimi ve duygusal olanı. Nitekim Gezi parkı olayları ertesinde gerçekleşen üçüncü entegrasyon dalgası ile sisteme eklemlenen, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu Müslüman kitlenin arasındaki en yaygın mazeret bu. Gezi Parkı sırasında yükselen yeni orta sınıf Kemalizmi ve İslamofobi ayakları yere sabit basmayan birçok Müslümanı korkuya sevk etmiş ve dolayısıyla kötünün kötüsüne karşı, kötünün iyisi olarak addettikleri iktidarla saf tutmaya yöneltmişti. Bu da ayrı bir paradoksun doğmasına yol açtı: mutlak iyiyi hedefleyen bir dinin inananları nasıl olur da kötünün iyisi de olsa kötüye, yanlışa, batıla destek olur, batılla saf tutar? Eline güç, devlet geçtiğinde kendisini meydanlara sallandıracak, hiçbir yaşam hakkı tanımayacak şerrin şeditiyle ittifak olup kendisine göreceli olarak daha çok tolerans gösteren şerrin ehvenine karşı ittifak olmak ne kadar mantıksız ve aptalca ise; on puta tapana karşı beş puta tapanla ittifak etmek de, tuttuğun
safı, yer aldığın tarafı put sayıları üzerinden belirlemek de o kadar ahmakça. “Sistem içi mücadele”nin en kadim mazeretlerinden biri de “düşmanın silahıyla silahlanınız” hadisi. Bu mazeret de kendi içinde birçok ölümcül tutarsızlığa sahip. On beş yıl önce Milli Görüş taraftarları, Erbakan’ın rejimi içten çökerteceğine ve İslami bir devlet kuracağını iddia ediyordu, şimdi de AKP’nin savunuculuğuna soyunmuş bazı İslamcılar aynısını Erdoğan hükümeti için iddia ediyor. Laik demokratik sistemin içinde, laik demokrasinin putlarını aracı ederek nasıl kurulacak İslami bir düzen? Kureyşliler peygambere meliklik teklif ettiğinde fakat “bir yıl Muhammed (s)’in Allah’ına, bir yıl Kureyş’in putlarına tapınma” şartını koştuklarında Resulullah (s) bu anlaşmayı niye kabul etmedi? Erbakan, Erdoğan küfr sistemine ortak olarak İslami bir düzen kurabiliyor da, Allah’ın resulü Muhammed (s) mi kuramazdı? “Düşmanın silahıyla silahlanınız” hadisi üzerine düşündüğümüzde bu kitle tarafından anlaşıldığı mananın referansını tevhidden alan hiçbir mantık sistemine oturtulamadığını görüyoruz. Nitekim tek değer ölçüsü fayda olan batı medeniyeti zafere ulaşmak için her yolu izleyebilir. Düşmana karşı üstünlük kazanmak için çocuklarını, kadınlarını ve yaşlılarını katledebilir. Ele geçirdiği düşman cesetlerini, düşmana korku vermek için deforme edebilir. Düşmanla bir anlaşma yapmak için, onu kandırmak için kendi
Kasım’14 • 13
KARANTİNA devlet liderlerinin yahut önemli bir kişinin eşini düşmana gönderebilir. Eğer amaca ulaşmak için izlenecek yolu bu hadiste bahsedilen silah olarak algılarsak (ki sistem içi mücadeleyi savunanlar laik demokratik sistemi Müslümanların da kullanması gereken, düşmanın silahı olarak görmekte), Allah için söyleyin, bir Müslüman bu silahları kullanabilir mi? Bir Müslüman tevhidin sınırlarını aşabilir mi? Bu hadiste bahsedilen silah, kolayca anlaşılabilir, lügat anlamıyla silahtır. Yani düşmanınız üzerinize tanklarla geliyorsa, siz de onun üzerine tanklarla gidin, düşmanın savaş jetleri varsa, siz de savaş jetleri imal edin tavsiyesini vermektedir Resulullah (s) biz müminlere; düşmanınız nasıl bir pislik içinde boğuluyorsa, siz de o pislik içinde boğulun dememektedir. Şehid Seyyid Kutub’un Müslümanların mücadele metodu hakkındaki şu tek cümlelik tespiti bu konu hakkında yeterli bir açıklama teşkil etmekte: “Aşağılık bir yol izlenerek şerefli bir amaca ulaşılamaz.” Sisteme entegre olmuş ve ehlileştirilmiş Müslümanların masumiyetten en yoksun mazereti ise “Kur’an’da önerilen bir devlet sistemi olmaması”. Bu söylemde bir haklılık payı olduğunu reddedemeyiz, zira gerçekten de İslam’da devlet başkanını kaç yılda bir seçeceğimize, lokal yöneticilerin bölge halkının reyiyle mi seçileceğini yoksa merkezden mi atanacağına, devletin nasıl bir ekonomik sistemi izleyeceğine vs. dair evrensel kaideler bulamayız. Fakat Kur’an basit bir kişisel gelişim kitabı da değildir, toplumsal düzenin ve dolayısıyla kurulacak devletin hangi fundamental değerler üzerine kurulacağı oldukça anlaşılabilir bir şekilde açıklanmıştır. Vahyi referans alan bir devletin genelev işletemeyeceği, faiz üzere kurulu bir ekonomik sistemin parçası olamayacağı, Kur’an’da zaman ve mekânı aşan evrensel değerler durumunda bulunan ceza hukukunda geride kalamaz, aşırıya da gidemez. “Ben vahyi sadece kişisel hayatımda bir referans olarak görüyorum” geçerli bir mazeret değildir; vahiy toplumsal bazda referans alınmadığında, bireysel bazda da tam olarak referans alınamaz. Bu mazereti ileri sürenler, bu paradoksu meşrulaştırmak için İslam’ın içini tamamen boşaltan 14 • Kasım’14
tarihselcilik anlayışını benimsemekte ve Allah’ın dinini kendi nefislerine uydurmaktadırlar. Birinci sapmanın sebepleri, sonuçları ve bu sapmanın üzerini örtmek için ileri sürülen bahaneler böyle özetlenebilir. İkinci Sapma: Sola Angaje İslamcılık Ilımlı İslam’ın varoluşsal tezatı durumunda. Ki bu iki sapma birbirlerinin ying ve yangi, ifrad ve tefridi. İkinci sapma kendisini meşrulaştırmak için ilkine muhtaç, kendi varlığını ilk sapmaya borçlu. Türkiye’de İslami hareketin en büyük hatalarından biri, özellikle İran Devrimi sonrası “devrim” sloganının genç tabanda oldukça benimsenmesi, metotsal anlamda sola yakınlığa meyletmeleriydi. Bu dönemde Müslümanların büyük çoğunluğu soldan etkilenerek geliştirdikleri ezen-ezilen retoriği üzerinden siyaset yapıyordu. Bu da onları dünyada katledilen, hapsedilen Müslümanlar olmasa söyleyecek bir çift sözü olmayan kimseler konumuna sokuyordu. Aynı şekilde solun sloganları ödünç alınıyor, marşları taklit edilip, sözleri baştan yazılıyor ve İslami ezgiler meydana geliyordu (Misal Grup Yorum’un Gündoğdu Marşı ve Eşref Ziya’nın Kurşun Gazeli). Birinci sapmanın mensuplarının büyük bölümünün işçi hakları, emek sömürüsü gibi sosyal meselelere karşı duyarsızlığı ve mevcut iktidarın sorumlu olduğu Roboski Katliami gibi zulümlerin üstünü iktidara zeval gelmemesi için örtmeye çalışması, kapitalist-neoliberal sisteme entegre olmaları ve sol terminoloji ile tam bir burjuva hayatı yaşmaya başlamaları, bu grupta kendilerine bir reaksiyon olarak yankı buldu. Tıpkı Kemalist rejim gibi, rejimin gayri meşru çocuğu sol da bu topraklarda İslamsız, İslam’a karşı savaş açarak hayatta kalamayacağını fark etmişti. Nasıl ki rejim varlığını Ilımlı İslam projesi üzerinden sürdürme yolunu seçerek kendisini halk nezdinde meşrulaştırmışsa, sol da benzer bir yöntem izlemiş ve daha yirmi yıl önce İslam’a açıkça hakaret eden, halkı İslam’dan uzaklaştırmaya çalışan ‘din kritikleri’ yetiştirirken, son birkaç yılda kendi ideolojilerinin propagandasını
KARANTİNA
İslami terminoloji ile yapacak ‘âlimler’, ‘hocalar’ piyasaya sürdü. Sağ muhafazakâr ideolojinin ideolog yoksunluğu gibi, solun da doğal olarak İslam konusunda bir fikir adamı yoksunluğu vardı ve bu boşluğu doldurmak kendi inançlarına ve davalarına güvenleri kalmamış Müslümanlara kalıyordu. Sola eklemlenen Müslümanların motivasyonları çeşitlilik göstermekte. Bu cenahın kanaat önderleri durumundaki kimselerin motivasyonunun tevhid üzereyken elde edemedikleri şan ve şöhreti, solda bulunan arz boşluğunu doldurmakken, tabanı oluşturan gençlerin önemli bir bölümünün motivasyonunun Ilımlı İslam’a çarpık bir tepki, mevcut iktidara karşı sığ bir nefret, sol ile etkileşim olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Belirtilmesi gereken bu gruptaki gençlerin arasında geçmişi sola dayanan hemen hemen hiç kimse bulunmamakta, neredeyse tamamı İslamimuhafazakâr bir geçmişten gelmektedir. Sol tarafından ikinci sapmanın mensuplarına biçilen misyon solun söylemlerini İslami referans ile meşrulaştırmak, yani bir nevi Kur’an’ı Marx’ın sünnetiyle tefsir etmek ve sol fraksiyonların vitrinlerinde tesettürlü kızlar ve sakallı erkekler olarak yer almak. “Lehul mülk” gibi siyasi hükümranlıktan bahseden bir ayetin anlamının daraltılarak “sermaye”ye indirgenmesi, değer ölçülerinin-bakış açılarının hak-batıl, tevhid-şirk ekseninden ezen-ezilen ve emek sermaye eksenine kayması da bu hareketin baş gösteren sorunlarından biri.
Düşüncelerini ayetlerle meşrulaştırmaya, referanslarının vahiy olduğunu ne kadar iddia ederlerse etsinler bu grup her adımında vahyi prensiplerden ayrı tavizler vermek zorunda. Nitekim iktidara karşı geliştirdikleri, sığ, at gözlüklü düşmanlık onları her durumda ‘abdestli kapitalistler’ karşı ‘cünup devlet kapitalistleriyle aynı safta yer almaya sevk ediyor; tağuta karşı dururken, atanamamış tağutlara koltuk değnekliği yapar bir pozisyona sokuyor. Kimi zaman da bakış açıları hak-batıl ekseninden uzaklaştığı ve referansları artık vahiy olmadığı için konferanslarda LGBT komisyonlarının ön konuşmacıları olabiliyorlar. İki çizgisel sapmanın mensuplarının arasında da oluşan 28 Şubat sonrası oluşan düşünsel boşluğu doldurarak şan ve şöhret elde etmeyi, ceplerini doldurmayı amaçlayanlar olduğu gibi mağlubiyet psikolojisini atlatamamış ve bu iki kutuptan birine savrulmuş Müslümanlar da bulunmakta. Çizgilerini koruyamayan ve bu iki kutuptan birine eklemlenenlerin arasında; bir nesil yetiştiren, bilinçlenme sürecimizde kitaplarının, derslerinin büyük bir emeği olan abilerimiz ve hocalarımız bulunmakta. Bu hataları benim şahsımı onlara karşı bir nefrete yönlendirmemekte, tam tersine onlar hakkında üzülüyor ve bulundukları yanlış yoldan geri döneceklerini, zulme ve küfre rızanın adının “itidal” veya “maslahat” olmadığını en yakın zamanda hatırlayacaklarını umut ediyorum. İki yazıdan oluşacak “İslami Muhalefet” yazı dizimin ilk bölümü “Çizgisel Sapmalar”da elimden geldiğince, siyasette tevhid üzere bir vahdetin önündeki en büyük engeller olan Müslümanların kendi nefislerinden kaynaklanan engelleri incelemeye çalıştım. Yazımın ikinci bölümünde ise iktidara kayıtsız şartsız bir destek ve gözünü her türlü gerçeğe karartmış sığ bir düşmanlık “ifrad ve tefrid”inden mutezil, referansını yalnızca vahiyden alan İslami bir muhalefetin nasıl oluşturulacağına dair fikirlerimi yazmaya çalışacağım. Kasım’14 • 15
RÖPORTAJ
Şemsettin Özdemir ile
İslami Muhalefet ve Dili Hakkında Röportaj Röportaj: Burak KALPAKLIOĞLU
Genç Öncüler: 1970’lerden 80’lerden Alacak Olursak İslamcıların O Gün Dili Söylemi Nasıldı ve Bugüne Kıyasla Nasıl Bir Değişim Yaşandı? Şemsettin Özdemir: İslami bilinç ve şuur yetmişli yıllarla beraber canlanmaya başladı. Altmışla yetmiş arası tercüme faaliyetlerinin canlandırılmaya çalışıldığı bir dönemdi. Yetmişli yıllarla beraber Müslüman hareketler etkin olmaya ve gündeme çıkmaya başladılar. Bugün Ak Parti’yi doğuran Milli Görüş hareketi yetmişlerin başında Milli Nizam olarak partileşti ve aktif mücadele alanına girdi. O dönemde, farklı, eskiden gelen İslami yapılar vardı. Nurcular, Süleymancılar vs. O dönemde yine MTTB belli bir İslami özelliğe sahipti eksikleriyle beraber. Akıncılar vardı Milli selamet partisinin yan kuruluşu, Mücadele Birliği diye bir yapı vardı. Yine o yapı da örgütlenme teşkilatlanma imkânına sahipti. Bu dönemde bir defa muhalefetin odak noktası sisteme karşıydı. Çünkü Türkiye’yi CHP olmasa da zaman zaman CHP ile koalisyon yapmış, yetmişli seksenli dönemlerinin -bir ara milli cephe hükümetleri- adı Adalet Partisi, MHP ve benzeri birkaç muhafazakâr partiyle hükümetler yönetti. Bir ara Ecevit, tek başına gelemedi iktidara, ama iktidardaydı. O dönem, özellikle İslamcı diyeceğimiz yani siyasal islama bakışa sahip olan, diğer ifadeyle islamı bir hayat tarzı olarak hayata taşımak isteyen akımların muhalefet dili tabiî ki iktidara, sisteme, yaşanan müesses düzene ve o düzenin temsilcisi Adalet Partisi ve CHP gibi partilere karşı net ve kesindi. Nurcu kesimin Adalet Partisine bir yakınlığı vardı ama bahsettiğimiz Milli Selametten etkilenen, müstakil olan Mücadele Birliğidir, Akıncı teşkilatlarıdır, farklı oluşumlardır. Bunlar sisteme sistemi temsil edenlere 16 • Kasım’14
karşı tavizsiz net muhalefetler yaptılar. Tabi o dönem Müslüman oluşumlar güçsüzdü. Yetmişli seksenli yıllar Türkiye’de iç terörün var olduğu sağ-sol mücadelesinin ayyuka çıktığı 1974’den seksene kadar beş bine yakın insan öldü terörden. Arkasından ihtilal geldi. İhtilal gelince gündem değişti. Tabi ihtilal öncesinde Türkiye’de İslami oluşumu etkileyen iki hadise oldu. İran’da İslami devrim gerçekleşti. Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti ve Afgan direnişi ortaya çıktı. Ruslara karşı çok ciddi sonuçlar almaya başladı. Bu iki olay, devrimin başarısı, direnişin gücü Türkiye’deki Müslümanları çok ciddi etkiledi, büyük bir motivasyon verdi, moral kazandırdı, kendilerine güvenleri geldi. Yani İslam yeniden iktidar olabilir, Müslümanlar Rusya’yı bile yenebiliyor. Bunlar insanlara güç verdi. Türkiye’de bu durum bir umut oluşturdu. Bu umudun kalitesi bugüne göre tartışılabilir. Belki içeriği çok dolu değildi. O dönem ifade ediyorum Türkiye’de bulunan Müslüman eğilimli insanlar, İslamcı kesimler uluslararası sisteme karşı hep eleştirel ve net tavır koydular. İhtilalden sonra çok güçlü bir şekilde Özal iktidara geldi. Bazı kesimler eskiye göre biraz tereddüt ettiler. Eskiden Refah Partisinden Özal’ın aday olduğu gerçeğinden hareketle bazı kesimler Özal’ı kendilerine yakın buldular. Fakat ciddi bir kesimde Özal’ın oluşturduğu bu hareketin bir kitle partisi olduğu ve uluslararası sistemle entegreli bir şekilde çalıştığı gerekçesiyle Özal’a tepkiler vardı. Özal’la birlikte devlet baskısı azaldı. Fakat fikri yozlaşma maalesef arttı. 1989’dan itibaren Türkiye’de yeni bir terör sarmalı başladı. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Gazi Olayları, Sivas Olayları, Başbağlar olayları ile Türkiye yeni bir darbe sürecine sokuldu. 1996 yılında Refah Parti-
RÖPORTAJ nin %21 oy alarak Tansu Çiller ile koalisyon hükümeti kurması sonrası bu suikastların olgunlaştırdığı darbe zemini 1997’de post modern darbeyi getirdi. Refah Partisi birinci partiyken kapatıldı ve iktidardan düşürüldü. 1994’den sonra yeni bir şey oldu. 1994’de ilk defa Milli Selamet geleneği Refah Partisi olarak İstanbul’da ve Türkiye’nin birçok yerine belediyeler almaya başlar. O aslında bugün Ak Partinin geldiği noktanın başlangıcı sayılabilir. O günden bugüne İstanbul ve Ankara belediyelerini hep aynı gelenekten insanlar kazanmıştır. Geçmişi İslamcı olan kadrolar Türkiye’deki diğer belediyeleri idare etmeye devam ettiler. Refah partisi kapatıldı fakat belediyeler zorla bu insanların elinden alınmadı. Belediyelerdeki işleyiş bir şekilde devam etti. Refah partisinden sonra Fazilet Partisi de kapatıldı. Bu kapatmadan sonra Milli Görüş geleneği bölündü. Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Ak Partiyi kurdu. Fazilet Partisinde kalan kadrolar ise Saadet Partisi ismiyle yollarına devam ettiler. Bu olayla beraber Türkiye yepyeni bir sürece girdi. Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının kurduğu Ak Parti 2003 yılında iktidara geldi. 2003’den bugüne Türkiye son 13 senedir Ak parti tarafından yönetiliyor. Ak Parti kadrolarının büyük çoğunluğu Milli Selamet geleneğinden gelme insanlardan oluşuyor. Son 200 yıldır ilk defa Müslüman eğilimli arkadaşlar Türkiye’de laik bir düzende iktidara geldiler ve Türkiye’yi yönetiyorlar. Tabi bu bir sorun doğurdu. İlk defa bu kadar büyük imkâna sahip olan Müslüman kitlelerin ve cemaatin çoğu mevcut hükümete daha önce sisteme karşı yaptıkları eleştirileri yapmadılar. Bu önemli bir kesim için büyük bir sorun doğurdu. Eleştiri yapmak isteyenlerde yapmak istemeyenler tarafından büyük tepki aldı. Tabi insanlar şöyle bir olayla karşı karşıya kaldılar. İslami bir muhalefet yani Asr suresinde sembolize edilmiş şekliyle birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi nasıl ve ne şekilde ve ne zaman yapacağız sorusu gündeme geldi. Şimdi birileri diyor ki ya kardeşim
tamam bu müminler hata yapıyorlar fakat ilk defa bu noktaya geldik şimdi zamanı mı demeye başladılar. Öyle bir iş oldu ki yıllardır iktidar hayaliyle yanıp tutuşan insanlar amaçlarına ulaşınca büyük bir rehavete kapıldı ve bütün işleri hükümete havale etmeye başladılar. Bir sorun çıktı ortaya. Sistemi yöneten Müslüman özellikli arkadaşlar fakat sistem devam ediyor. Kapitalist sistem, laik sistem, liberal sistem. İçki, faiz afedersin zina sisteme göre halen helal. Şimdi Ak Partiyi eleştirmeyelim diye millet sistemi eleştirmekten vazgeçmeye başladı. O ikilemi bile göremedi. Ak Partinin yanlışına yanlış bile denmemeye başladı. Böyle bir gariplik ortaya çıktı. Ak Partinin çevresinde oluşan %50’lik kitle, sistem/hükümet ayrımına dahi varamayarak sisteme dahi bir eleştiri getiremedi. Sistemi yöneten Ak Parti kadrolarının hataları eleştiri konusu yapılmadı. Bazen istişare toplantılarında bulunduk iktidar temsilcileriyle. Somut yanlışları söyleyen birkaç kuruluş vardı. Diğerleri kraldan çok kralcı kesilerek hükümete yağ çekme yarışına girdiler. Müslüman olduğunu iddia eden insanlar Kur’an’ı Kerimi ciddi okursa, Kur’an müminlere bu konuda nasıl yol gösterir sorusunun cevabını bulurlar. Medine döneminde inmiş olan surelerin çoğunda içe dönük çok sert ağır eleştiriler vardır. Onların Medine’de savaşta yaptıkları hatalar, yönetimde yaptıkları dünyevileşmeler karşısında Kur’an şöyle bir şey demez. “Şimdi Müslümanlar yeni toparlanıyor, bunun zamanı değil.” Tam aksine eğitim alanda yapılır. O anda en sert ayetlerle örneğin Tebük seferine gitmeyenlerin tutum, yaptıkları kaytarmalar, parayı bahane ederek savaştan uzak kalmalar, veya başka biryerde verdiği sözü yerine getirmemeler, başka bir yerde ganimet kavgasına girmek. Enfal suresi 67. ayette peygamber efendimize yapılan ağır bir eleştiri vardır: “Hiçbir peygambere düşmanı mağlup etmediği sürece esir almak yakışmaz.” ayetin arkasında ağır bir eleştiri vardır. Bütün bunlar uyarıdır. Uhud dağında ganimet duygusuyla cepheyi terk edip de müslümanların mağlup olmasına seKasım’14 • 17
RÖPORTAJ bep olan müslümanlara sert eleştiri yapar Kuran-ı Kerim. Bu şu demektir: Ülkeyi kim yönetirse yönetsin ister laik bir ülke yönetsin ister Müslüman bir ülke yönetsin yönetime gelenler yönetimde bulunanlar olduğu gibi bir de yönetimin dışında bulunanlar Müslüman olmanın gereği olarak, imanın gereği olarak Asr suresinin gereği olarak mutlaka uyarılıp ikaz edileceklerdir. Hatalar neyse söylenecektir. İstenen ne olur: adaletli olalım, iftira atmayalım, yalan söylemeyelim, delilli ve belgeli konuşalım, diyelim ki: şu işiniz yanlış, şu üslubunuz doğru değil, veya şu ihaledeki uygulamanız yanlış, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de Türkiye’nin büyük kentlerinde bu mimariyle, yüksek binalarla mahvettiniz bu şehirleri. Hem adalet yok, hem de tarihi alanlar kirletildi. Başka ne yok İstanbul için söyleyeyim. İstanbul’ın en büyük tarihi mekanı olan Süleymaniye’nin hala çöplük gibi kalması 12 yıllık iktidar döneminden sonra AK Parti için yüz kızartıcı, yüz karası bir örnektir. Bunu eleştirmeyecek miyiz? Bunu söylememek haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır örneğine gelir. Kim olursa olsun ister İslam devleti kur, ister şeriat ilan et hiç fark etmez neyi ilan edersen et Allah Medine döneminde inen ayetlerde Müslümanlarda meydana gelen hataları şiddetle eleştiriyorsa, müminlerin Allah’ın indirdiği Kuran’a karşı kalplerinin yumuşama zamanı hala gelmedi mi diye sertçe eleştiriyorsa, yaptıkları haksızlıklar karşısında ağırca eleştiriyorsa, Kuranın gösterdiği yol gibi bizim de kendimize, ülkeyi yönetenlere bunlar nerede olursa olsunlar fark etmez bu uyarıları yapmakla yükümlüyüz. Bunu terk etmek büyük bir vebaldir. 1- kendisi için vebal 2- belki de biz bu uyarılarla hükümette bazı hatalara düşen arkaşların yaptığımız uyarılarla hatalarını engelleyebileceğimiz için aslında onlara yardım etmiş olacağız. Bu uyarma sorumluluğumuzu terk ederek onlara kötülük yapmış oluyoruz. Bazen insanlar işin içine dalıp giderler fark etmezler hatalarını, sevap bile zannederler, bunu da sevap olsun diye yapmazlar yoğunluktan dolayı. Biri çıkacak diyecek “Bak arkadaş bu politika yanlış” diye uyaracak. Devamlı söylerim ben Türkiye’deki din eğitiminin yöntemi yanlıştır: bu ilahiyatlardan çıkan binlerce din dersi öğretmeni okullarında sevilmez hocalardır. Niye? Bunu demeyecek miyiz şimdi? Olur mu efendİm ilahiyatçı arkadaşlara öyle denilir mi? Bu arkadaşların kendilerini değiştirmesi gerekiyor. Niye 18 • Kasım’14
çünkü lisede dini sevdirmiyorlar. Burada bir problem var. Söylersek fark edilir. söylemezsek şunu yapıyorlar: biz çok iyiyiz bu çocuklar anlamıyorlar bu nesilde iş yok. “Yok ya” hata sende senin sistemin yanlış. O bakımdan İlahiyatlar, değişik cemaatler fark etmez Allah için yola çıkan her camaat, her hareket kitlenin eleştirisine açıktır. Kimse bizi konuşamaz diyemez. Niye sen kamusal alana çıktınmı konuşuyorsun İslamı tebliğ ediyorsun. Söylediğin herşey yanlış, Müslümanların aleyhine, müspetse lehine. Yanlış olduğuna inandığımı söyleyeceğim ki bundan vazgeçesin uyaracağım seni. Allah bunu farz kıldığı için, bu garabetin ortadan kalkması için. İki kültür vardı bizim siyasi hayatımızda: biri padişahlık kültürü. Biz 1500 sene padişahlık kültürüyle yönetilmiş bir ümmetiz. 2- Baskın İslam kültürü tarikat kültürüdür. Padişahlıkta zaten içe dönük bir uyarı yok. Padişahı kim eleştirecek? Birkaç kişi. Çok eleştirirsen dilin kopar. İstisna hariç böyledir. Tarikatta ise zaten susmak eftaldir. Şeyhin her yaptığında bir hikmet aranır. Şimdi bütün tarihi bu eksikliklerle geçmiş bir ümmet birdenbire seçimli bir sisteme geçiyor. Seçimli sistem olduğu zaman insanlar iş başına geliyor, ülkeyi yönetiyor ama bizimkiler gelince susalım. Aslında burdan dönelim tek hükümete değil, muhalefet dili önce mümince yapılmalı, kendi içinde adaletli ve doğru olmalı. Yani bir cemaate bir harekete mensup insanlar kendi bünyelerinde gördükleri yanlış ve hataları ( Müslüman olmak kaydıyla ) Allah için en güzel üslupla ikaz edip uyarmaları dinlerinin gereğidir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edinin gereğidir. 2- farklı cemaat ve oluşumlar, yapılar, hareketler birbirini Allah için uyarmakla yükümlüdür. Namaz kadar oruç kadar farzdır bunlar. Bunları terk etmek büyük vebal getirir. Çünkü yanlış olan dile getirilmezse bu yanlışlık din olarak yaygınlık kazanıyor. Dolayısıyla ister hareketlerin kendi içinde ister hareketlerin birbirine karşı isterse ülkeyi yöneten siyasal kadrolara karşı Müslüman insanların emri bil maruf yapma yani iyiliği emretme hatayı da düzeltme ya da düzeltmeyi emretme görevini mutlaka yapmaları gerekiyor. Bunu yaparken: 1- En güzel üslupla yapmalılar. Düşmanca değil, iftira atarak değil, söverek hakaret ederek değil, kafasını gözünü kırarak taşlayarak değil. Allah Hz. Musa’ya diyor ki: ! Ya Musa kalk Firavuna git ona tebliğ et. Sonra diyor ki ona en güzel şekilde anlat. Olur ki arınmak ister. Firavuna giden
RÖPORTAJ Musa’ya Allah güzel konuş diyor. Başka bir ayette çökmeseydi Endülüs çökmezdi. Osmanlı çökmezdi. Allah diyor ki: İnsanları Allaha çağıran salih amel Sahabe birbiriyle çatışmazdı. Allah koyduğu yasalaişleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha rı herhangi bir Müslümanın hatrı için değiştirmez. güzel sözlü kim olabilir. Kötülük ile iyilik eşit değil- İstediğimizde ağlayıp sızlayalım değiştirmez. Bize dir. Sen kötülüğü en güzel tarzda karşıla, sana biri yapmamız gerekenin yapılmasını emrediyor. Sen kötülük mü yaptı? En güzel şekilde ona mukabele mücadeleni ver çabanı göster gücün bittikten sonra rabbine dua et yardım iste. Ya et. Eğer böyle yaparsan düşman Rabbi bütün yapacağımı yaptım olanın dost olduğunu görürsün. benim gücüm bu kadar gücüm Mutlaka bu uyarıyı, bu tebliği yetmiyor. en güzel en estetik tarzda asla İşin özü özeti toparlarsak İşin özü özeti toparlarsak muiftira olmayacak şekilde uyarı ve muhalefet emri bil halefet emri bil maruf, hakkı ve kazanmayı hedefleyerek yapmamaruf, hakkı ve sabrı sabrı tavsiye etmek müminlere lıyız ve mutlaka yapacağız. Kim tavsiye etmek müminlere güçleri oranında farzdır. Tehlil-i yaparsa yapsın yanlışa yanlış degüçleri oranında farzdır. imkan olmayan farzdır. Bakın meye devam edeceğiz. Bu bize cihadla kıtal arasında küçük bir farz olandır. Birgün bunu yaptık Tehlil-i imkan olmayan fark vardır. Kıtal üst kimlik cidiye kötü olabiliriz bir yerlerde farzdır. Bakın cihadla hadın alt versiyonudur. Şartlar önemli değil konuşmalıyız uyarkıtal arasında küçük oluşunca oluşur. Ama cihad kemalıyız kim olursa olsun yanlış bir fark vardır. Kıtal sintisizdir Allah cihad-ı ekber yapan herkesi uyarmalıyız çünüst kimlik cihadın alt der Furkan suresi 52. ayette. Dokü uyarılmayan insanlar yanlışversiyonudur. Şartlar layısıyla tebliğ anlamında cihad larını meşru görmeye başlarlar oluşunca oluşur. Ama Kuranla cihad, cihad-ı ekber, daha sonra uyarsan da artık tebliğ müminlere diğer farzlar hiç dinlemezler sizi. Bunu decihad kesintisizdir gibi farzdır. Terki mümkün değildiğim gibi eğer becerebilip de Allah cihad-ı ekber dir, vazife başkasına verilemez. güzel üslupla yaparsak etkisinin der Furkan suresi 52. Yani Burak diyemezki “abi sen olabileceğineinanıyoruz. Eğer ayette. Dolayısıyla tebliğ benim adıma cihad et” olmaz. uyarıları, ikazları biz belli bir poanlamında cihad Kuranla Ama savaşta olabilir, görevli biri tansiyele, güce taşıyabilirsek zacihad, cihad-ı ekber, der ki Burak’ın işi savaşmak değil man zaman sizin Genç Öncüler tebliğ müminlere diğer yazmaktır sen de cihada git olur. dergisinde yaptığınız eleştirileri Ama fiili fikri şeyde yok böyle bir İstanbul’daki kentsel dönüşüfarzlar gibi farzdır. Terki şey. O yüzden bugünkü cihadın, mü, Soma’daki maden kazası vb. mümkün değildir, vazife mücadelenin, tebliğin uluslarabunları belli bir kitle üstlenecek başkasına verilemez. rası düzene, onun işbirlikçilerihale getirdiğimiz zaman hüküne ve İslamı kötü temsil eden metin etkilenmemesi mümkün bizim içimizdeki adamlara karşı değildir. Eğer İstanbul’da Süleymaniye muhitinin bugünkü yüz kızartıcı çöplük durumu- tavizsiz ve doğru eleştiri yapmaya devam edeceğiz. na karşı yüz bin kişi hükümete mesaj çekse, mail Yani kim olursa olsun doğruyu yapacağız, düşmana atsa bir hafta içinde paniklerler ve bunu öne alırlar. bile olsa. Maide suresi 5. ayet bir topluluğa olan Bakıyorlar ki kimseden ses çıkmıyor yakınılıyor sa- kininiz sizleri adaletten alıkoymasın der. Doğruyu dece. O bakımdan yakınarak iş olmaz. Görevimizi söyleyin kin duyabilirsiniz ama adam doğruyu yabaşkalarına teslim etmemeliyiz. Sen mücadeleni pıyorsa doğrudur. O açıdan ülkemizdeki Müslüman edersin sonra Ya rabbi gücüm bu kadar bu adamla- hareketlerin içe dönük yakınlarımıza, dostlarımıza rı ıslah et dersin. İnsanların çoğu işlerini Allaha ha- ve Türkiye’yi yöneten kadrolara bu konuda en net vale ediyorlar. Ya rabbi İslamı sen tebliğ et, insan- uyarıları yapmaya devam etmeliyiz. Bunu en güzel ları sen yok et, Amerikayı kahret, İsraili yok et. Bu üslupla yaparsak bu kardeşlerimiz bundan etkileduaların karşılığı olmuyor. Eğer dualarla bir toplum nirler hatalarını azaltırlar. Bıkmadan usanmadan Kasım’14 • 19
RÖPORTAJ
bunları söylemeye devam etmemiz lazım. Bunu yaparken Allahın gösterdiği yol üzerine en güzel üslupla kötü iyilike uzaklaştırmakla sözü en güzel şekilde söyleyerek hakaret etmeden, iftira atmadan yaparsak sonuç alırız diye düşünüyorum. Genç Öncüler: Hocam Özellikle Son İki Senedir Yoğun Olarak İslamcılık Öldü mü İslamcılık Nereye Gidiyor? Tartışmaları Yapılıyor. Bu Tartışmaların Merkezinde de Muhafazakarlık Meselesi Var. Müslümanlar İktidarla Beraber Bir Yandan Muhafazakarlaşırken Öbür Taraftan İslami Kimlik Kamusal Alanda Daha Fazla görünür Olmuştur. Sizce Bu Anlamda Sistem Mi Müslümanları Yoksa Müslümanlar Mı Sistemi dönüştürmüştür? Şimdi parça parça değinelim. İlk başta İslamcılık öldü mü dedin. Bu İslamcılıktan ne anladığımıza bağlı. Ben İslamcılık denilen kelimeyi şöyle anlıyorum. Çok da sempatik bulmadığım halde anlıyorum çünkü bir izah tarzı bir yorum. Ne demek benim açımdan İslamcılık? Müslümanların yeniden bir medeniyet kurma, bir sistem oluşturma iddasına ben İslamcılık diyorum. Birçok İslami akım var ama bu akımların çoğunun böyle hedefleri yok. Güçleri olmadığı için olmayabilir başka sebepleri olabilir. Biz insanı ahlaklı yapalım başka bir işe karışmayız diyorlar. İslamcılık İslamı hayat kılma, bir proje olarak, bir medeniyet olarak yeniden etkin 20 • Kasım’14
gücünü dünyada batıdan yeniden devralma iddiası ise buna siyasal islam da deniliyor. Ben İslamcılığın doğduğunu ama daha büyümediği için nerede öleceğini düşünüyorum. Bir defa İslamcılık Osmanlı döneminde bir yaşama iddisaydı. Her gün çöken bir imparatorlukda İslamcılar dediler ki: islam bir umuttur korkmayın! Biz yeniden ayağa kalkacağız. O gün denmesi gereken bir laftı bu. O bir kriz ve bunalım dönemi yorumudur. Yani ülke hergün bir coğrafyayı kaybediyor. 20 milyon kilometrekarelik topraklar patır patır hergün gidiyor. Büyük bir umutsuzluk var ve bir grup Müslüman diyor ki biz yeniden islam hakmiyeti kuracağız. Ötekiler gülüyor “dalga mı geçiyorsun ne kuracaksın yıkılıyorsun!” Böyle bir zamanda böyle bir idda vardı. Cumhuriyetin devam eden yıllarında da böyle. İslamcılığın 40 tane tarifi yapılıyor ama benim İslamcılıktan anladığım budur. Yani İslamı yeniden bir proje olarak bütün kurum ve kuruluşlarıyla dört başı mağrur hakim kılma iddiasını ben İslamcılık olarak algılıyorum. Böyle algıladığımız zaman İslamcılık bitmiş falan değil. Daha henüz istenilen tecrübesini hayata hiç hakim kılamadı. Yani İran bir İslamcı projenin daha başında bocaladı. Öyle iktidara geldi ama tecrübe eksikliğiyle bir ulus devlete dönüştü. Mezhebe dönüştü ve mezhep İranın en büyük handikapı oldu. Daha önce adı İslam denilen böyle şeriat uygulamalarının ben yanlış çıkışlar olduğunu doğru olmadığını bir sistem tasavvuru olmadığını, bir tepki olup hemen başta bir şeriat ilan edip devlet kurmuş olmakla bir şey yapmadıklarını ifade ediyorum. Aslında İslamcılık veya İslamın gerçek hayat modeli olarak ya da şöyle ifade edelim bizim yaratılış gayemiz ibadet, eğer ibadetin sistemleşmesi İslamcılıksa bütün hayatın vahye uygun tanzim edilmesi iddiası İslamcılık ise İslamcılık bitmedi. Bu baskılar şuanda savaşta İslamcı düşünceye büründü. Şu iç savaşların asıl sebebi budur. Mezhep savaşlarında başka hesaplar var ama Amerika’nın dördüncü Dünya Savaşı ilan ettik dediği kesim İslamcılardır. Onun için bugün sıkıntı çeken bu. Bir devlet düzeninin bile doğru dürüst temsil edilemediği İslami akıma ABD dördüncü Dünya Savaşı ilan ediyorsa, İslamcı hareketi, umut, tasavvur ve büyük bir gelecek bekliyor. Şuanda darbelerle muhatap, katliamlarla muhatap ve canı yanıyor. O bakımdan ayağa kalkıp sistemi kurmadı ki tıkandı diyelim. Kurulmayan şey ne zaman tıkana-
RÖPORTAJ cak? Daha gerçek anlamda iktidara bile gelmedi. O bakımdan ben İslamcı hareketin gelişini büyük bir umut olarak görüyorum. Biz bu coğrafyadaki bu darbe ve kriz dönemlerini önümüzdeki 5-10 yılda aşarız. Bundan sonra yeniden toparlanma ve aktif dönem gelir. Orda işte Müslüman kadrolarının görevi şu olacaktır. Yeni bir İslami modernasyon olacak, size düşen, bu genç kadrolara düşen tamda budur. Yani İslami hayat tarzı ne olacaktır? Padişahlığı getirecek halimiz yok. Nasıl bir model kurmak o Müslüman kadroların, İslamcı dediğimiz insanların görevi? İktidar meselesi, buradan ona geçelim. İktidar her zaman sıkıntıdır. İktidar gücü ele alan bir imkâna sahiptir. O zaman karşımıza az önce dediğim laf gelir. İktidarın az hata yapabilmesi için Müslüman kadrolar, yarın için bu gün için demiyorum, nasıl bir sistem kuracak ki o sistem vahyin hedefi olan adalet, emanet, ehliyet, liyakat ve benzeri konuları bütün bir sisteme hâkim kılacak ve orda suistimali azaltacak. Böyle bir sistem kurulması gerekir ki bu sistemi birileri istese de yozlaştırmakta zorlanacak. Bunu kuramazsak sistem kolay bozuluyor. Yani bir ailenin, dar bir grubun tasavvurunda, bir ikilinin kafasında bir sistem varsa, bu adamı öldürürsün sistem biter, bu adamı ele geçirirsin sistem biter. Fethullah Gülen’i biri ele geçirince bütün bir cemaati yoldan çıkardı. Bu tür arkadaşların hepsi yanlış adam değil, samimi insanlar. Dini algılarında problem olabilir. Tek adama dayalı hareketin adamını öldürürsün hareket dağılır, ele geçsin dağılır, gider. O bakımdan iktidarların yozlaştırıcı unsuru vardır veya şöyle denebilir iktidar zor bir iştir. Ülkeyi yönetmek en büyük emanettir. Hani diyar-ı Dicle’de bir kurt bir koyunu kapsa gelir ilahi adalet Ömer’den bunu sorar. Hz. Ömer’i anlattığımız menkıbeyi düşünelim. İktidara geliyorsunuz, eğitim, siyaset, ticaret, iş hayatı bütün bunlardan sorumlusunuz. Ne kadar zor bir iş ve ilk defa gelmişsin tecrübesizlik var, etrafta algılar zayıf. Hemen yozlaşma başlayabilir. O bakımdan iktidar doğasında olan gücü elinde topladığı zaman, işte muhalefet cephe onları susturabilir, engelleyebilir, yaptıkları hoşgörü eleştiri iktidarın hoşuna gitmez. O bakımdan muhafazakâr olan mevcudu korumaktır. Onu muhafaza ediyorsun, hoşuna gidiyor. Tamam, bak ne güzel dindar görünümlü, tabii ki biz sokaklarda, okullarda Müslüman kız veya erkeklerin kendi
inançlarına göre bir kıyafetle yaşamasını isteriz ama bu her şeyin tamamlanması değil. Kimileri bu imkânları elde edince her şey bitti deyip rehavete kapılıyor. Yanlış çünkü bizim gayemiz, devlet, hükumet, örgüt, cemaat hepsi Allah’ın vahyini hayata hâkim kılmak için bir araçtır. Daha da açayım. Bir buçuk milyar kâğıt üstünde Müslüman artı beş buçuk milyar diğer insanlara İslam’ı tebliğ etmek için bütün bu organların araç olması gerek. Hiç biri gaye değildir. Beş buçuk milyar insan İslam’ı nasıl tebliğ edeceğiz? Ondan sonra kabul edip etmediklerine bakalım. Bütün bunlar için devlet bir araçtır. Devletin İslami olduğunu varsayalım. Devlette, laik devlet zaten böyle bir araç değil tersine araçtır, o açıdan devletin yıpratıcı, muhafazakârlaştırma, kendini koruma, kendine karşı çıkanları ezme, ekonomiyi ele geçirirse oradan rant devşirme ihtimalleri vardır. Bu konu ileride sistem için kafa yoracak yaşlı ve gençlere şunu getirir. Asla güven esası üzerine bir sistem olmaz. Ben bu lafa çok güveniyorum. Allah böyle demiyor. Borçlandığınız zaman yazın diyor. Kuran’ın en büyük ayeti Bakara Suresi 282’dir. Şahit tutun diyor. Buradan hareketle sistem kuruyorsanız nasıl bir sistem kuracağınıza kafa yormanız gerekiyor. Bütün Müslüman yetişmiş kadroların bunu düşünmesi gerekiyor. Yarın burada olmadı bir yerde ona dönüp akıl verelim. Bir Müslüman sistemin adının başına Müslüman konmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Kaldı ki kanaatim şudur. Bu aşamadan sonra hiç bir sistemin başına İslam koymamak lazım. Müslümanların kuruluş sistemi İslam’dır. Ama sorun şu, İslam koymak bir şeyi çözmüyor ki. Nasıl yapacaksınız ki biri oradan hak etmediği parayı suistimal etmek istiyorsa onun kolunu kıracaksınız, kopartacaksınız işte, yani sistem bu işte. Müslümanların kuracağı sistem beşerî bir sistemdir. Bir şartla, bunu niye söylüyorum? Özellikle söylüyorum. Yani senin benim başkalarının kuracağı beşerî bir sistem. Yani beşer olan Müslümanlar bir sistem kuracak ama onların kuracağı düzen eğer onlar Müslümansa eğer orda bir laiklik dayatması yoksa. Yok, olduğunu var sayarak söylüyorum. Vahyin ilkeleri uygun olacaktır. İşte İslami olması olacaktır. O sistemin, hükümetin başına 10 ayet 20 hadis yazmak ile İslami olunmaz. Onu yazanlar dini nasıl kullanıyor gördük. Birçok cemaatin bunları, dini nasıl isKasım’14 • 21
RÖPORTAJ tismar ettiğini gördük. Beşeri bir düzende devletin bu imkânlarını kötüye kullanmaya yönelik bir risk var çünkü elde büyük bir güç var. Devletin askeri var polisi var. Yozlaştırıcı unsura karşı nasıl bir sistem kuralım ki burada denetim olsun? İç denetimi olsun, devlet kendini denetlesin, hükümeti birinin denetleme imkânı olsun, halkta onları denetlesin. Böyle bir sistem kurarsak o zaman hükümet eşittir yozlaşma demektir anlamı çıkmaz. Hiçbir hükümeti hiçbir devlet örgütünü idealize etmemeliyiz. İnsanlarla oluştuğu için insan hata yapar, yanlış yapar. Yapmamış olsa, ey iman edenler ayetinin arkasında hırsızlık yapmayın, zina etmeyin, faiz almayın diye ayet gelmez idi. Müminler yapar bunu. Yapmaması gerek ama yapar. İmkân bulsa istismar edebilir. İmkân bulamadığı zaman zorla alır. Ama önemli olan yapma imkânının önünü kapatacaksınız. Efendim Müslümanlar güvenilir diyerek iş yapamayız. Müslümanlar güvenilir doğru ama güvenin yetmediğini biz görüyoruz. O bakımdan en hayati ve büyük işimiz İslami bu modelinin nasıllığı konusunda bugünkü genç kadroların, bu genç kadroların şuan da üniversitede olanlarla asgari yaşı elli olanları sayın, buna altmış dâhil, düşünmemi gerekir. Bu konuda ciddi kafa yorulması lazım. İslami Model nedir ve nasıl olur? Emanet ve ehliyet ayetlerini nasıl tatbik edeceğiz? Örneğin öğretmenlik sistemine nasıl tatbik edeceğiz veyahut başka sistemlere? Bunu düşündüğünüz zaman 40 madde çıkar karşınıza. Böyle doya doya düşünecekseniz. Bütün bunları dikkate alırsak, sistemi iyi kurarsak hata azalır. Bakın bugün batı sistemi felsefi olarak karşı çıktığım, düşünce olarak karşı çıktığım bu sistem birçok hükumet ve devlet yozlaşmasına karşı “pat” diye istifa ettiriyor insanları. Adam bir şey edemiyor. Çok dürüst oldukları için değil bu. Japon sistemi çok dürüst, Japon’lar evliyaullah değil ki. Bir sistem kurmuşlar yani bazıları istese de yapamıyor. Yapmış olan bir de en son intihar ediyor Japon’larda. Avrupalılar intihar etmiyor ama istifa ediyor duramıyor orda niye güçleri yettikleri kadar insanların zaaflarını dikkate alarak kapıları kapatmaya çalışmışlar. Biz burada daha hassas olmalıyız. Biz iktidara tebliğ ettiğimiz adamları, ettiğimiz andan itibaren denetlemeliyiz. Onlar da bizi denetlesin. Buna itiraz yok zaten. Devlet güç olduğu için halkı daha çok denetliyor ama hükümetin kendisi de denetlenmelidir. O zaman Müslüman kadrolar 22 • Kasım’14
şunu der, bu kurduğumuz devlette araçtır. O zaman üniversitede akademisyen olan arkadaşlar bugün üniversitede olan bir sürü doçent, doktor, profesör, rektör, dekan derki bu geldiğimiz meslek bizim için araçtır. Nasıl araç? Şu genç arkadaşlara, şu genç öğrencilerle nasıl arkadaş oluruz, nasıl ahbaplık kurarız, bunları nasıl bilinçlendiririz? Üniversite hedef değildir ki. Adam yetiştirmek içindir. O zaman her akademisyen arkadaş asli görevini unutmaz. Şimdi birçoğu görev aldı gitti hiç bir derdi yok. Hükümete geldi bitti, üniversiteye geldi bitti, üniversitede okudu bitti. Peki, ne olacak bundan sonra? Yıllarca Müslümanlıktan bahseden adamlara soruyorsun. İyi de arkadaşım ne yapıyorsunuz? Nasıl bir şeyi tasavvur ediyorsunuz? Yani sizin milyarlarca insana mesajınız ne efendim? Efendim İslam hak din. Hak din de, sen Budizm’e ne diyorsun, milyarlarca Çinliye ne diyorsun, Rus vatandaşlara İslam’ı nasıl anlatacaksın veya işte Afrika’daki bir yere nasıl anlatacaksın? Efendim anlayan anlar. Tüm bunlar şunu getiriyor. Muhafazakâr olmama, dinamizmi kaybetme aslında sistemin yanlış kurulmasının sonucudur. Bakın geçmiş toplumları düşünelim. Osmanlı İmparatorluğu, Selçuklu veya Endülüs. Eleştirilerimiz çok yoğun olabilir. Bunları geçelim. Ama onlar devleti ele geçirdikleri halde devleti dondurmamışlardır. Büyük bir dinamizm vardır. O dinamizm ne idi? Diyelim ki fütuhat olabilir. Adam çıktı Arabistan’da bir grup Emevi ailesinin iç kavgalarından kaçan Müslümanlar Afrika üzerinden doğru Endülüs’e gittiler ve 800 yılda dağılacak bir imparatorluğu kurdular. Bu da büyük bir dinamizm. Bugün ise kişi hükumete geldiğinde hedefini kaybediyor. Adam iktidar olmuş, bakan olmuş bilmem ne, miskinleşiyor. Bu hedeflemenin olmadığını ortaya koyar. O zaman ortada bir sorun var, sorunda şu. Geçmiş hedefleri İslamcı kesime biraz yanlış kurduk. Aşırı siyasal hedef koyduk, aşırı yani şöyle koyuldu. İktidarı ele geçirmek en büyük hedef sayılır. İktidarı ele geçirdik. Bitti denizi tüketti. Bitti ama aslında şöyle koyulmuş olsaydı hedef, bizim için iktidar ciddi bir araçtır bu aracı ele geçirdikmi daha büyük şeyler başlar. Toplumun, birçok kurulda adaleti hâkim kılma, dürüstlüğü hâkim kılma, gücümüzün yettiği kadar insanların hayrına koşma hedefi olmalı. Misal bugün hastanelerde bir noktaya gelindi. Hastalara yardım ediyorlar. Bu hedefe fikri
RÖPORTAJ anlamda da, şimdi fiili anlamda da bakan hastahane hizmetlerine seviniyor ama fikri olarak nedense iş bitmiş. Bundan dolayı İslamcılar muhafazakârlığa dönüştü. Para kazanma öne çıktı, hedeflerini kaybettiler. Hedefleri Tayyip Erdoğan’a ve hükümete muhalefet. Dediler ki biz görevimizi yaptık sizi seçtik bundan sonra görev sizin. Bu tarz bir kabul Müslümanların dünya görüşü olamaz. Müslüman asli görevini ne hükümetine, ne şeyhine, ne cemaatine terk edemez. Herkes kendi kendinden sorumludur. Kıyamet günü kimse kimseden şefaat beklemesin, bulamaz. Herkes kendi hesabını kendi verecektir. Ne partisi, ne teşkilatı, ne tarikatı, ne cemaati onu kurtaramaz. Bu bilinç ile hedef değişimi yapmamız lazım. Hedefimiz vahyi dünyada etkin kılmak olmalıdır. Yani Allah’ın emrettiği vahyi önce adam gibi kavramak olmalı. Gereği gibi okuyup, anlamak, kavramak sonra onun istediği gibi iman edip yaşamak, onu milyarlarca insana tebliğ etmeye gaye bürünmek ve gerçekten o vahyi uygun bir medeniyetin esaslarını ve sistemini nasıl kuracağımızı hedef rolüne almak ve kurmak. Hedef budur. Onun için bütün iktidarlar, teşkilatlar, bütün cemaatler bunun için bir vasıtadır. Böyle olursa insan ilk aşamada muhafazakâr hale gelip hedefinden sapmaz. Sapanlar o zaman sorunlu insanlardır, problemlidir. Ona diyecek bir şey yoktur. Yani ama büyük çoğunluğu hedefinden vazgeçemezdi eğer böyle olsaydı. Demek ki burada bir hedef arızası vardı ve bizim zamanımızdaki bu arıza biraz belli değildi. Ele geçiren yok dedi, yoktu diye düşünüyoruz. Buradan sorduğun şeyler ile ilgili kamusal alan da gördüğümüz bu muhafazakâr olma ile ilgili ifade edebildim mi demek istediğimi? Yani iktidarın özelliğinde olan şey var. İslamcıların böyle bir riski var ama bu bir algı sorunudur. Hedefsizlik sorunudur. Yani İslamcılar gerçekten bir iktidar olmadı ki, fiili anamda gerçekten bir medeniyet kurmadı ki çöküşe geçsin. Daha kurulmamış. İktidara gelebilir mi? derseniz buda ayrı bir tartışma konusu ama henüz hiç bir yerde gerçek anlamda İslamcı dediğimiz çizgi yoktur. Çünkü şunu da ilave etmek lazım bu hareket tedricen oluşacak bir iştir. Yani sabahleyin kalkıp bir İslam Cumhuriyeti, bir İslam Devleti kurulmaz. Sabahleyin ilan edilecek bir şeriattan çok kimseye hayır gelmez. Yani IŞİD’in kurduğu şeriat gibi.
Bir defa Kur’an 23 küsur senede bir toplumu hem de Hazreti Peygamberin liderliğinde tedricen inşa ediyor iken bugünkü ümmetlere, bu gün İslam’da Allah bu hakkı yasak eder. Gel de yap. Olmaz. Bu ne demektir. İktidara gelirsiniz, isterse rejim değişsin. Siz rejim değişmiş gibi yüzde yüz davranamazsınız. Toplum değişmemiş. Şekil değişsin ne olacak. Siz toplumu zorlarsanız toplum münafık olur. İkiyüzlü davranır. Maksadınız ne? Güzel örnekliğin, adaletin, ehliyetin ve liyakatin dikkate alınmasıdır. İnancı ne olursa olsun eğer insan, ehli insan ise ona örnek olmanız gerekir. Öyle yaptığınız andan itibaren belki 15 veya 20 sene sonra gerçekten İslami bir modele geçersiniz. Asgari 15-20 senedir. Mısır’daki Arap baharı sistemi olduğu zaman da burada bazı arkadaşlar çok heyecan duyuyorlardı. Dedim bir dakika, buralarda geçiş dönemi vardı. Bunlar 15-20 yılda olmaz. Sakın hayal kurmayın. Bunlar İslamcı rejim getiremez. Adı İslam olur ama model diyorsan olmaz yani bunun için zamana ihtiyaç var. Tedricen devleti öğrenecekler, tecrübe kazanacaklar. Sistemi yeniden kuracaklar, nasıl? Şu anda Mübarek’in sistemini yönetiyorlar iktidara gelenler. Bütün bunlara kafa yoracaklar. Ama ne acı ki onlara bu imkânları vermeden darbe yaptılar. Ama inşallah Tunus’taki arkadaş bu konuda daha akıllı gibi gidiyor. Yani acele etmiyor sisteme, direk biz seçim kazandık yapalım demedi. İktidarı muhaliflerle paylaşarak hem kendi kadroları tecrübe kazanıyor hem de hükumet kültürünü, devlet kültürünü öğrenmeye başlıyorlar adım adım, yavaş yavaş. Bence tedricen ortaya konacak bir İslami model en doğru modeldir ve en kalıcıdır. Çünkü o 20-25 sene sonra belki asıl noktayı yakalayacak ki ondan sonra büyük bir hızla ileri gidecektir. Ama sabahleyin şeriat ilan edip İslam Cumhuriyeti kuran her ekip 3-5 sene sonra statikleşir, dolar ve toplumun itirazına dini kullanarak baskı yapar. Bu ise dine yapılan en büyük kötülüktür. Genç Öncüler: Hayat Tarzı Anlamında İktidar Tecrübesinin Müslümanları Sekülerleştirdiğini Düşünüyor Musunuz? Bu konunun bazen çok abartıldığı kanaatindeyim. Dün ne vardı? Dün yokluk vardı fakirlik vardı. Öğrencilerin çoğunun parası pulu yoktu. Bizim nesiller Türkiye’nin en fakir nesillerinden biriydi. Çok Kasım’14 • 23
RÖPORTAJ zorluk çektiğimiz bir zamandı. İnsanların para filan bulduğu yoktu, iş bulmak çok zordu. Öyle üniversiteye girip doçent olmak, profesör olmak bunlar dürbünle görülen işlerdi. Bir defa o dönem Müslüman hareketin önemli bir kesimi ( içinde ufak bir kesim olarak zengin olanlar olsa da ) diğer ideolojik yapılarda olduğu gibi ekonomik olarak zayıftı. Ve ilk tecrübeydi bunlar köylerden gelmiş, büyük çoğunluk köy kökenliydi tek tük şehirli olan vardı. Şehri ilk defa tanıyor, tepkisel olarak bir yerde yer almış. Samimi olarak yeri almış ama tepkisel. Aslında tasavvur pek fazla yoktu. Sonra ne oldu? İslami gelişmeler çok hızlı arttı. Kalitesini bir kenara bırakıyorum. Bu saklı tutulabilir. Çünkü bizim zamanımızda 73’lü 74’lü yıllarda üniversitelerde bırak 5 vakit namazı Cuma namazını kılan bir avuç insan vardı. Bugün milyonlara ulaştı. Ancak o imkânsızlıklardan, yoksulluktan fakr-u zaruretten, devlet kredileriyle zor okuyan insanlardan sonra Türkiye Özal’la beraber 80 sonrası açılıma girdi. Açıldıkça zenginleşmeye başladı. Çok adaletli değildi ama dünkü de çok adil değildi. O zamanda Türkiye’nin %3’lük bir azınlığı tüm ekonomik hayatı kontrol ediyordu. Bunların çoğu da azınlıklardı yani etnik olarak da azınlıktı 70’li, 60’lı yıllarda. Sonra Anadolu esnafı tüccar oldu piyasaya girdi. İçlerinden bozulanlar oldu ama çok temiz kalanlar da vardı halen de var. Ve onların görünmeyen milyonlarca parası birçok yere halen de yardım olarak akıyor. Şimdi şunu kabul edelim geçmişte yıllarca para görmemiş, köylerde bu imkânların hiçbirini görmemiş rüyasında belediye, devlet imkânlarının hiçbirini rüyasında görse bile inanmayacak insanlar geçmiş 15 yılda bu imkânların tümünü tattı. Para buldu, zengin oldu, istediği imkânlara sahip oldu, devletin en önemli yerlerine geldi, üniversitelerde rektör oldu, dekan oldu mahkemelerde hâkim, savcı oldu, kaymakam oldu, vali oldu. Bunlar bu 10-15 yıl içerisinde bu nesillerin gördüğü anormal imkânlar. Belki geçmiş 50 yılda rüyada görse “yok ya bu olmaz” denilecek şeyler. Tabi bu imkânlarla karşılaşınca zenginleşmenin, mevkiin şımarttığı, ayağını kaydırdığı insanlar olmadı mı? Tabiki de oldu. Ama bu bütün zamanlarda böyle olmuştur. Gazalilerin, başka âlimlerin toplumu eleştirdiği zamanlarda iktidar imkânlarının olduğu zamanlardı. Yani iktidarın, gücün olduğu yerlerde rehavet başlar. Sistem kötüyse suiistimal kolay olur. Ama sistem güçlüyse parasal bir suiistimalde zorlanılır kolay yapılamaz yani. 24 • Kasım’14
Zaman zaman şöyle araştırmalar yapılıyor biz de yaptık bunu. Mukayese yapmak lazım bazen, deniliyor ki “gençlik kötüye gidiyor, bu gençlik çok kötü” ben aksini savunuyorum diyorum ki şu an Türkiye’deki gençlik eskiye göre daha iyi durumdadır. Benim de eleştireceğim yönleri var ama bu bizim gençliğimiz için de geçerli. Bugün milyonlarca genç var İslami hassasiyeti olan. Bunların çok şuurlusu var, az olanı var namaz kılıyor, cumaya gidiyor, bayram kılıyor, beş vakit kılıyor, ama bütün eksikliklere rağmen bazen giyim kuşamda, kız-erkek ilişkilerindeki mide bulandırıcı yozlaşmaya rağmen ciddi anlamda genç kesim namaz kılıyor, oruç tutuyor. Bu oran bizim zamanımızda hiç yoktu. Ancak akademik kadrolar, üniversiteler asli görevlerini yapsalar bu müspet oran daha fazla olur. Asli görevi nedir? Gençlere arkadaş olmak ve örnek olmak. Onları müspet anlamda etkilemek. Buna rağmen bugünkü gençlik geçmiş nesillerden daha iyidir. Bugünkü imkânlara gelen insanlar, evet sekülerleşen var dünyevileşen var ve bizim de bu hataları uyarmamız, ikaz etmemiz lazım. Ama hala o kadar çok temiz kalan, o kadar çok maddi imkânlarını veren, hala derdi olan binlerce insan var. Bu açıdan dünyevileşme imkânları risk ama imkân da orantılı bir şey. Para, makam, ilmi de sayabiliriz. Örneğin bir insanın üniversite okumak, bir yere gelmek bu nefsine sempatik gelir. Adam kibirlenebilir. Onun için muttaki, samimi, ihlaslı bir mümin zenginleştikçe ilmi düzeyi arttıkça, siyasal yetkisi arttıkça tevazusu artan adamdır, alçakgönüllüdür bunları bir baskı unsuru olarak kullanmaz. Bulunduğu mevkilerin rantıyla başkalarına tepeden bakmaz. Bunlar bugün var. Dünde vardı daha öncede Osmanlıda da Selçukluda da vardı. Bunlar Peygamberimiz zamanında da nükseden hastalıklardı. Dünyevileşenler, kalbi ayetlere karşı katılaşanlar her zaman vardı. Önemli olan samimi insanlar bunları uyaracak, ikaz edecek. Bugün samimi insanlar da az değil. Onun için gidiş karamsarlığa doğru değil, gidiş müspettir. Ama bir şartla, sorumlu, bilinçli, şuurlu, genç- orta yaşlı fark etmez vefat edene kadar herkes dili döndüğünce tebliğ ile sorumludur. Bunlar görevini yapar, ikaz eder, örnek olur ve temiz kalırlarsa ben bu geçiş döneminin ki daha kötü olabilirdi, atlatılacağına inanıyorum. Büyük imtihanla imtihan ediliyor şimdiki nesiller. Yani sizin imtihanınız büyük. Bakın akranlarınızın çoğunun altında araba var, babaları
RÖPORTAJ zengin, ceplerinden para akıyor, istediği zaman birçok kötülüğü yapma imkânına sahip. Buna rağmen temiz kalabiliyorlar. Zina etmek için zorlanmaya lüzum yok. Hayân yoksa Allahtan korkmuyorsan istediğin zaman serbest. Bu direnen gençler evliya insanlardır. Onun için ben diyorum ki lehimize olan birçok şey vardır. Diyeceğiz bizim neslimize “siz diyordunuz eskiden davamız ilah-i kelimetullah davasıdır şan, şöhret, makam davası değildir o zaman bu makam bu mevki geçici bütün bunları araç yapın Allah zenginliğinizi sizin elinizden almıyor ki zekâtını, infakını ver hava atma kibirlenme yeter.” Sen büyük bir şirket kurduğunda içinde binlerce işçi çalıştırdığında kimse sana “kahrolsun patron” demez o manyakça bir laftır o zaman kimse bir şey kurmasın hepimiz fakirlikten sürünelim. Patrondan ne istenilir? Adalet, işçinin ücretinin zamanında verilmesi, zenginsen öyle asgari ücretle falan olmaz, olur mu öyle alçaklık zenginsin sen çünkü. Fakirsen dersin ki “bakın arkadaşlar benim şirketim bu kadar ancak bu kadar maaş verebilirim” diye baştan söyle. Yani öyle şirket ve patron olmalısın ki örnek olmalısın diğerlerine. Bakın din nasıl tebliğ ediliyor? Bu din geçmiş yüzyıllarda tüccarlarla dünyaya tebliğ edildi. Endonezya’ya Filipinlere o taraflara savaşlarla gidilmedi ticaretle gidildi. Bugünde öyle ya üniversitelerde akademisyenler ya da tüccarlar tebliğ yapacak, siyasetçilerin durumu daha zor çünkü bazen kavga ediyorlar. Yani sekülerleşmeye, dünyevileşmeye rağmen bütün bunlar vardır yeni bir şey değildir yarında olacaktır. Ben bunlara rağmen şu anki durumu olumlu görüyorum. Genç Öncüler: Son Olarak Eklemek İstediğiniz Bir Şey Var Mı Hocam? Netice itibariyle uyarı dili önemli bazı şeyleri abartmamak lazım. İslamcı hareket battı gitti, yok böyle bir şey. Bahsettiğim tanıma göre bakarsak henüz hayata hâkim olmamış İslamcılık. Ne zaman iktidar olmuş da yenilmiş? Bu önümüzdeki yıllarda biz ispat edeceğiz. Yeni kadrolar, Müslüman kadrolar vahye uygun bir modeli, medeniyeti, toplumu inşa edip hayata tam hâkim kıldıkları zaman göreceğiz. Ben bunu büyük bir umut ve heyecanla Nur suresi 55. ayetteki Allah’ın vaadi gereği medeniyet egemenliğinin batıdan devralınacağına inanıyorum. Ama bu önümüzdeki 50 yılda ya da
100 yılda olur, onu Allah bilir. Bu yüzyılın ikinci yarısı 2050’den itibaren büyük oranda Müslümanların etkili olacağı bir döneme geçilecektir inşallah. Bunu kimse engelleyemez Müslümanların da kendi kendini inkâr edecek halleri yok. Önümüzdeki yüzyıllar İslam’ın yüzyılları olacaktır çünkü bu nesil düşer kalkar hata eder ama üçte biri ayakta kalsa yeter. Çaba ve gayret önümüzde büyük imkânlar doğuruyor. Gelecek kesinlikle lehimize. Asla karamsar olmaya lüzum yok. Hatalar ve günahlar her zaman olacaktır, ideal toplum yoktur. Ama bize Allah’ın öğrettiği gibi “Deki ibadetlerim, hayatım, namazım ve ölümüm yalnızca âlemlerin rabbi olan Allah içindir” Enam suresindeki bu ayet gereği biz bu hedefi öne aldığımız takdirde çabalarımızla o noktaya gideceğiz. Bugün dünden daha iyidir daha iyi olma yolunda gayret sarf edeceğiz. Kendi kendine işler düzelmez her toplum, her Müslüman kişi gücü yettiğince ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını, uyaracaktır. Dinamik bir emr-i maruf yapan toplum birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler diyor Allah Asr suresinde. Ancak iman edenler kurtulur ya da salih amel işleyenler yetmez. 1- İman edenler 2- Salih amel 3- Salih amel içinde olup ayrı sayılan birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler. Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler buradan zaferle ayrılacaktır diye düşünüyorum. İnşallah sonuç hayırlı olur. Genç Öncüler: Allah razı olsun hocam. Kasım’14 • 25
KARANTİNA
KUR’AN MI YETERSiZ, HOCALAR MI DiLSiZ ? Burak TÜREDİ
R
ivayet odur ki; Kufe’li bir hacı ihramlıyken üzerinde sinek öldürmüş fetva aramaya koyulmuştu. Hz.Ömer’in oğlu Abdullah’ın orada olduğunu öğrenince durumu kendisine arz etmiş Abdullah b. Ömer’de adamın Kufe’li olduğunu öğrenince; -Ellerinizde Hüseyin’in kanı varken, siz üzerinizdeki sineğin kanına fetva arıyorsunuz demişti.
Aslında Muaviye ve Yezid’le Hilafetin Saltanata evrilmesi büyük kopuşu hazırlamış bu olay belki de ilk meyvesi olmuştu. Artık dinin aslı değil magazini esas alınacaktı. Öyle ki camii önünde mendil satan çocuğun burnunu koluyla silmesi cemaatin pekte umurunda olmayacaktı. Neden olsun ki zaten? hangi caminin hutbesinde çiçek aşısı, cumhuriyet haftası kadar yer buldu ki o çocuk. Yada İktidar parasıyla dergilerde, te26 • Kasım’14
levizyonların akşam programlarında Ehli sünnet naraları atacak ağızlar, İmamı Azam’ın resmi otorite olan hükümdar İbn Hubeyre’yi kastederek “Vallahi Vasıt Mescidi’nin kapılarını say dese, onu dahi saymam! haykırışını unutacak ama en büyük mücahid yine kendileri olacaktı. Yokluk içinde yaşayanlara inat bir milletvekili tek kalemde 34 bin tl ile Kabe örtüsünün bir parçasına sahip olacaktı mesela. Eeee artık akıllandık. Cennetten kimse bizim akıllılara arsa satamaz ama kabe örtüsünü bir güzel satar.
KARANTİNA Politikleşen ve magazinleşen bu yeni ‘’İslamcı İslam Dini’’ önce İslamcı Şahsiyetler çıkaracak sonra İslamcı Siyaseti doğuracaktı. Böylece hilafet saltanata, mücadele suskunluğa, hakem hakime, Kur’an mushafa, siyaset politikaya evrilmiş olacak. Elinde ki kanı görmezden gelip sineğin kanında boğulacak nur topu gibi yeni bir din doğmuş olacaktı. Her Ramazan ayı geldiğinde ‘’Hocaaaam misvak orucu bozar mı?’’ sorusu artık hocalarımızı da tatmin etmiyor olacak ki şimdilerde içerisine bir tutam tarih, bir çorba kaşığı kaynakça katılan tartışmalar baş gösterdi. Büyük kopuşu hızlandıran bir dünya mesele önümüzde dururken, Ahmed b. Hanbel’in asırlar önce zalim idareciyle ilgili hadisleri atıp atmadığı tartışılmaya başlandı. Çocuk işçiler, kadın ticareti, ahlaki yozlaşma, asabiyet, her türlü zillet varken tartışılan ancak bu olabildi. Ellerimizde Hüseyin’in kanı varken sineğin kanının peşine mi düştük Allah aşkına!
Ey alimlerimiz! Sayıları 8 milyonu aşan ve her yıl onlarcası ölen çocuk işçilere dair diyebileceğiniz Kur’ani bir söz yok mu? İşçi ölümlerinde dünya 3.sü olmuş ve 9 ayda 1414 işçinin ölümüne, kader değil devlet ihmali, gözü dönmüş para hırsı diye de mi haykıranınız yok? Hepinizin merkezi olan Fatihte Aksarayda kadınların iffetinin ayaklar altına alınmasına karşı getirebileceğiniz tek bir önerinizde mi yok? Asgari ücretin 891 tl olduğu bu ülkede 1000 odalı yaklaşık 1 katrilyona yapılan AK Saray’a Ebuzer gibi seslenecek yüreğinizde mi yok? Öyle demişti hani Muaviye’nin Yeşil Sarayı’nı görünce; “Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!”
Ey alimlerimiz! Sayıları 8 milyonu aşan ve her yıl onlarcası ölen çocuk işçilere dair diyebileceğiniz Kur’ani bir söz yok mu? İşçi ölümlerinde dünya 3.sü olmuş ve 9 ayda 1414 işçinin ölümüne, kader değil devlet ihmali, gözü dönmüş para hırsı diye de mi haykıranınız yok? Hepinizin merkezi olan Fatihte Aksarayda kadınların iffetinin ayaklar altına alınmasına karşı getirebileceğiniz tek bir önerinizde mi yok? Asgari ücretin 891 tl olduğu bu ülkede 1000 odalı yaklaşık 1 katrilyona yapılan AK Saray’a Ebuzer gibi seslenecek yüreğinizde mi yok? Öyle demişti hani Muaviye’nin Yeşil Sarayı’nı görünce; “Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!”
(Halbuki Mustafa Kutlu son yazısında saray için ‘’Topkapı Tevazuunda’’, ‘’Burada bir sıcaklık ve yakınlık hissediyoruz’’ demiş. Mimarlarını ve emeği geçen herkesi tebrik etmeyi de ihmal etmemiş hani. Tamam hocam ilk resmi törende seni de çağırırlar merak etme.) Özetle bugünün gençleri asırlar önce yazılmış kitaplarla tatmin olmuyor, anlamsız tartışmalarınıza taraf değil uzay fıkhına dair söylemlerinizi, genetik moleküler biyolojinin fıkhi boyutunu sizden bekliyor. Anlayacağınız M.İslamoğlu’nun ifadesiyle ataların yediğiyle torunlar artık doymuyor. Kur’an’ın namaz, oruç, hac kadar; siyasete, emeğe, insani değerlere vereceği cevapları da kitaplarda görmek istiyor. Kasım’14 • 27
KARANTİNA
Vahdet İçin Özeleştiri Vakti Fahreddin ÖZLEN
Allah’ın Adıyla; Amerika ve Rusya yâni kapitalist emperyalizm ile ‘sosyalist emperyalizm’ bloğundan birini seçmek durumundasın bu dünyada, daha doğrusu şu anki dünyada. Devlet olma iddiasındaysan şu anki dünya düzenine öyle ya da böyle iki blok’tan birini seçerek empoze olmak, siyasetini ona göre belirlemek durumundasın. Ya İran olursun, ya Türkiye. Ya Suud olursun, ya Suriye. Ya Ürdün olursun yahut Lübnan, ya Katar olursun, ya Mısır. *** Suriye devrimi ilk başladığı yıllarda 18,19 yaşında Suriye’deydim ve sıkı bir İrancıydım. Humeyni’nin ‘ayağınız taşa takılsa siz yine de Amerika’ya küfredin’ sözü büyülü geliyordu bana. Amerika zalimdi, Irak’ta, Afganistan’da ne işi vardı? İran Amerika’ya kök söktürüyordu, büyük şeytan’a karşı dik duruyordu, mertçe konuşuyor ve Amerika’yı tehdit ediyordu. Amerika İran’ın nükleer silahlarını tehdit olarak görüyordu. İran iyiydi, Humeyni, Şii dünya’nın en karizmatik lideri olarak şu muazzam sözü söylemişti; ‘Şiiler cahili emellerini bıraksınlar ve Mekke’de, Kâbe-i Muazzama’da Sünni kardeşlerinin arkasında namaza dursunlar!’ (bknz.1979 Hicret Dergisi ka-
28 • Kasım’14
paklarından biri) Aynı şekilde Seyyid Kutub, Hasan El Benna’nın bizlere kadar ulaşan risaleleri de benim için aynı değerdeydi. Hepsi vahdet talep ediyor, Müslümanlar arasında Erbakan Hoca’nın da deyimiyle ‘Sadece İslam Birliği’ istiyorlardı ve ayrıca iki dünya savaşının ardından oluşan, Müslümanların hayat tarzlarını, İslam coğrafyasının sınırlarını hiçe sayarak hem cetvelle çizilen sınırlar hem de Doğu’ya salt batı aklıyla engaje edilmeye çalışılan yönetim, hayat ve askeri sistemini reddediyorlardı. El kaide de aynı şekilde ‘kurduğunuz sistemleri kabul etmiyor, ordularınızı tanımıyor ve savaşıyorum.’ diyordu. Hepsi de haklıydı. *** Suriye’de dokuzuncu ayımızdı sanırım Arap Baharı denen olay, Tunus, Mısır, Yemen, Libya gibi ülkeleri etkilemişti. Yoğurt almak için üst sokağa çıkmıştım, Bakkal Ebu Mahmud şunu demişti bana; ‘Neden bu ülkedesin, para yok pul yok burda bıktık artık. Türkiye’ye dön git çalış. Boşver okulu burda ne öğretecekler sana. Bıktık artık.’ Ben şaşkın şaşkın eve inip havuçlu yoğurtlu salatamı yaptım. Annemi babamı özlüyordum adamın dediklerinden sonra. Yarınki dersin de stresi vardı biraz. Masama
KARANTİNA
Biraz kendi nefsimizin ve cemaatlerimizin özeleştiri yani Allah Azze’nin Tevbe dediği ıslah ve arınma ibadetine de ihtiyacımız var. Kendinden olmayan insanların neden kendinden olmadığını düşünme yetisine ihtiyacımız var. Rasulallah’ın onca putperest ve Arap asilzadelerini hangi “erdemli” davranışıyla alaşağı ettiğini tahlil etmeye ihtiyacımız var. “Aileye” ihtiyacımız var. -i Kelâm; Bir sorun var. Ancak bir kere de “kâfiri” Allah’ın bize vahdetsizliğimizin cezası olarak görün.
oturup çalışmam lazımdı. Nasıl olsa çay molasında abilerimle konuşurdum mevzuuyu. *** Der’â da Esed’in en büyük destekçisi olan aşiretler ayaklanmıştı. Esed rejiminin askerleri küçük erkek çocuklara tecavüz etmişti. Üstelik Esed ve babası 50 yıldır bu zulümleri onlara muhalif olanlara yapıyormuş, Baas rejimine muhalif olanlar zindanlarda yıllarca işkence görüyormuş, hatta beyaz eşarp takmak Baas yanlısı aile olduğunu, siyah eşarp takmak Esed’e muhalif olduğunu anlatan simgelermiş. Şubat 1982’de Suriye’de Said Havva’ların İhvan-ı Müslimin hareketinin ayaklanmasına bu Esed’in babası Hafız Esed çok sert cevap vermiş ve 40-50 bin insanı tek gün içerisinde çoluk çocuk katletmiş. Suriye’de muhalif olmak zormuş, insanlar kendi aralarında bile temkinli konuşurmuş. O yüzden taksici beni Beşşar Esed’in mahallesinden geçerken ‘şura beşşar’ın mahallesi mi gerçekten?’ diye sorduğumda çok ağır bir şekilde susturmuştu. *** Ebu hâdi TV’nin hazırladığı İmam Humeyni belgeselini izlerken Hafız Esed’in generallerinden biri şunu söylemişti; ‘Bir keresinde Başkan Hafız Esad’ın yanındaydım. Bana demiştiki; Artık İran’da da bir “Baas’ımız” var.” (http://www. youtube.com/watch?v=A5rWnAPu-nI ) ((dakika 11.46)) Bu kelime kafama takılıp duruyordu, o gün Hama katliamını yeni duymuştum ve mezhep-
çilik fitnesine karşı çıkan kafamdaki karizmatik lider imam Humeyni’nin Hafız Esed’in Hama katliamını desteklediğini öğrendiğimde belgeseldeki Generalin anlatmış olduğu anıyı iyice anlamış kafama dank etmişti. İran yavaş yavaş itibarını benim gözümde kaybediyordu. Ama... *** Her Cuma yeni bir heyecandı artık, gösteriler düzenleniyordu. 2 ay boyunca hep bu Cuma ip kopacak heyecanıyla bekledim durdum. Sürekli internet cafe’ye gidip haber sitelerini karıştırıyordum. Oradaki dengeler benim kafamda yeni yeni şekillenmişti. İran ve Lübnan Ortadoğu’daki kalesini, kendi tabirleriyle ‘Direniş Eksenini’ kaptırmak istemezdi. Üstelik Rusya, Çin gibi ülkelerde sosyalist siyasetlerinden ötürü Esed Rejimi’ni destekliyordu. Merak ediyordum, kafamda şu soru vardı sürekli, ya da denklem şuydu; Esed kötü, Amerika daha kötü. Sosyalizm’de, Amerikan değerleri de kötü. Hatta necis... Ne olacak? “Küçük zâlim gidip, büyük zalim mi gelecek?” Hayır, bu İran yanlılarının teziydi. Ben bile o yaşta halkın bıktığını sezmiştim. Bu tamamen İslami bir isyandı. Hama’da katledilenlerin çocuklarının başlattığı bir isyan. Hem neden İran’ın ve Sosyalist bloğun ‘Filistin davasını çıkarları uğruna sömürdüğü’ bir toprak olan Suriye bizleri mezhepçilik yapmayın nidâlarıyla uyutan ve iş kendi siyasi çıkarlarına gelince fütursuzca ‘Sünni’ kesen Lübnan Hizbullah’ı ve İran’ın elinde kalsındı?
Kasım’14 • 29
KARANTİNA
Asıl mezhepçiliği aslında Şii blok yapıyordu ve İslam Coğrafyasındaki mezhep çatışmasını Hem Amerika, hem Rusya tetikliyordu. Bizler son yüz elli yılda olduğu gibi yine uyuyorduk. En nihayetinde benim Şam’daki son haftamdı. Üstelik Suriye’yi de derslerime yoğunlaşmaktan adam akıllı gezememiştim. Son haftamda Kasyun dağının sağ tarafında okula biraz uzak ama tüm Şam’ı tepeden gören bir eve taşınmıştım. Ortam çok gergindi. Daha iki hafta önce Şam’daki ilk gösteri Emevi Camii’sinde Ramazan El- Bûti’nin ‘Biz ne Tunus, ne Mısır, ne de Yemen gibiyiz. Biz vatanımızı ve yöneticilerimizi severiz, Allah Esed Ailesini korusun.’ sözlerinden sonra patlak vermişti. Camii’nin içi karışmış, yüzlerce kişi gözaltına alınmıştı. Bizim evimizden de bir abi gözaltına alınıp çok sağlam dayak yemişti hatta. Benim son gecemde yani 27.04.2011 günü cemaatle son yatsı namazımı kılmış ve vitir namazı duasında insanların yanımda ağladığına şahit olmuştum. Son gecemde o günkü çocuk aklımla hatıratıma yazdığım bir bölümü biraz utanarak aynen paylaşayım; “...ilim ortamı uçtu, düşünceler herkesi aldı. Karar verdik, dönmeyi hayırlı gördük. Balkondan Şâm-ı Şerif-i ayaklarımın altında görüyorum, Kasyun dağındaki evimiz gecenin bu saati Emevi Camiisi’nin ışıklarını çok iyi görüyor. Ben nazarımı emeviye dikmişken kafam birden düşüncelere dalıyor; şu an zindanlarda zulümler, çocuk ölümleri. Evet, manzarayı seyrederken bunlar oluyor. Ben de, Müslümanların çoğu da şu an ra30 • Kasım’14
hat uyuyor. ABD hariç! Çünkü su uyur düşman uyumaz! Yakındır ‘Biz ıslah edicileriz’ diye buralara girmeleri. Ortam tam onların istediği gibi. Kulaklarım makinalı kurşunlarını Şam’daki son gecemde duyuyor. Demin bir ambulans vurulan birini almak için önümden hızla geçti.” ABD’yi kötünün anası olarak putlaştırdığım için o zamanlar şimdi onun yanına diğer kirli ittifakları yani Sosyalist bloğu da ekleyeyim ki zaten onlar 4 yıldır fiili olarak bizzat asker göndermekte. *** İç savaş tamamen ‘yerel taleplerle’ patlak verdi. Halk savaşıyordu. Kurdukları orduya Özgür Suriye Ordusu adını verdiler. 7-8 ay böyle geçti. Türkiye tarafındaki Suriye halkı ve muhalifler Ürdün tarafındaki muhaliflere göre bi nebze rahattı. Türkiye insani olarak tüm imkânlarını seferber etmiş sınır kapılarını sonuna kadar açmış tüm yardım kuruluşlarıyla halka yiyecek ve giyecek götürüyordu. Türkiye siyasi olarak safını Esed’ten yana değil muhaliflerden yana seçmişti ancak ‹Biz insani yardımlarımızı yapar tüm askeri ve stratejik fikirler pek tabii muhaliflerin elindedir.’ dedi. Bunda haklıydı da. Savaş «devlet nazarında» Suriye halkının savaşıydı, iş artık kendilerine kalmıştı. Savaş uzadıkça uzadı, Arap Baharı analizlerinin hepsi zamanla çöp oldu. Savaş uzadıkça cihad ilan edildi pek tabii. Zaten ‘ÖSO’ da pek işe yaramayan bir salon muhâlefetine sahipti. Ahrar-uş Şam neredeyse başından beri savaşıyordu. El- Kaide’ye biat etmiş emir ‘Golani’ El- Nusra’yı kurmuştu. Zengi tugayları, Livaû-t tevhid. Hattab Cemaati, İslami Cephe... İslami Cephe son yıllarda sanırım 70 farklı savaş grubunun birleşmesiyle oluşmuştu. Ve yaklaşık bir buçuk yıldır ‘Iraktan gelenler’ dedikleri Maliki’nin ve ABD ordusunun bıraktığı silahlarla sahaya inen ‘IŞİD’ El Nusra’nın da bazı savaşçılarının aralarına katılmalarıyla büyüdü. İşin ilginci daha doğrusu doğalı mı desem bilemedim, neredeyse her grup birbirine bi teyak-
KARANTİNA kuz halinde yaklaşıyor. Nusra, Ahrar ve İslami nin düzenli ordularının müdahalesi ile belki bir Cephe için ABD / Suud güdümlü diyor, Ahrar şans Kudüs’ü işgalden kurtarabiliriz’ diyorlardı.” ve İslami Cephe Nusrayı ileriki vâdede tehdit Arap orduları çok gecikti, zaten savaşmayı da bilolarak görüyor, Zengi tugaylarını herkes ABD’ci miyorlardı. Velhâsıl Filistin ve Kudüs düştü. olarak görüyor ve daha ismini sayamadığım pek *** çok birlik çok garip ilişkilerle birbirlerine bakıCihad âlimlerinden iyi bilemem. Âlimlerden yormuş. Dahası hepsi birlik olmalısınız öğütlerine ‘biz doğru yerdeyiz, onlar gelsin.’ diyormuş. de iyi bilemem. Ben yaklaşık dört yıldır bu coğIŞİD’te çıkıp hepsini tekfir edip, Sünni aşiretleri rafyanın sorunlarını okumakla hizipleri, tefrikabile doğradı. Ahrar komutanlarını, Nusra savaş- ları, cemaatleri araştırmakla uğraşıyorum. Dört çılarını. Tüm gruplara karşı bir ‘Cinayeti’ vardı yıl çok küçük bir zaman dilimi elbet. Ancak ben artık bu grubun. İşleri ‘Tekfir’ olduğu için rahat şu an için bana görüneni söylerim, mutlak doğru ilerlediler. Tanrıcılık oynayınca gözün hiç birşeyi iddiasında da değilim. görmez pek tabii. Düzenli ordulara ihtiyacımız var, unutmaBir de akılsızca ‘batı ülkelerine tehditler savumak lazım; ‘gerilla savaşır, devletler yaşar.’ rup vatandaşlarının kesik Akl-ı selim’e ihtiyacımız kafalarının fotoğraflarını gönderdiler.’ Şiilerin kutsal var, bizim insana, tohumu “İnsanları Allah’a davet yerlerini hedef aldılar, Sofi iyi ekilmiş müslümanlara sünni dünyanın hassas olaeden, salih amel işleyen ve ihtiyacımız var. Siyasete, rak yaklaştığı Türbeleri tek vizyona... Kısacası köylü‘ben Müslümanlardanım’ tek yıktılar. Yâni ya Amerilükten çıkmaya ihtiyacımız diyen kimseden daha güzel ka, ya İranı bölgeye tekrar var. Biraz kendi nefsimizin davet ettiler. Tebliğ şuuru sözlü kim olabilir?” ve cemaatlerimizin özeleşolmadan mesajlarını Sofi(Fussilet 33) lere ulaştırmak yerine ontiri yani Allah Azze’nin Tevların nefretlerini daha da be dediği ıslah ve arınma katmerli kazandılar. ibadetine de ihtiyacımız var. *** Kendinden olmayan insanların neden kenNisan 1948 yılında henüz Filistin toprakladinden olmadığını düşünme yetisine ihtiyacırı İngiliz mandasındayken Arap birliği Kahire’de tekrar toplanmış ve görüşmelerin başlıca ko- mız var. Rasulallah’ın onca putperest ve Arap nusu olan Filistin sorunu gündeme gelmişti. asilzadelerini hangi “erdemli” davranışıyla “Başlangıçta gerilla hareketiyle sağlanan başarıları bir dizi başarısızlık izlemişti. (İsrail işgal ( yahudilere göre direniş) örgütlerinin en güçlüsü ) Haganah Kudüs yolunu geçici olarak açmayı ve en değerli Arap generali Abdülkadir el-Huseyni’yi öldürmeyi başarmıştı. Başka bir Filistin’li direnişçi Fevzi el-Kavukçu’nun ‘yabancı gönüllülerden/mücahitlerden’ oluşan ordusu hayal kırıklığından başka birşey getirmemişti. Gerilla’nın yani ‘sokak savaşı ve direnişinin’ en ateşli savunucuları bile artık; ‘Arap devletleri-
alaşağı ettiğini tahlil etmeye ihtiyacımız var. “Aileye” ihtiyacımız var. Hülâsa-i Kelâm; Bir sorun var. Ancak bir kere de “kâfiri” Allah’ın bize vahdetsizliğimizin cezası olarak görün. *** “İnsanları Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” Fussilet 33
Kasım’14 • 31
ATÖLYE
Borçlandırılmış İnsan ve Birlikte Üretmenin İmkânı Furkan GENÇOĞLU*
B
ir gece bir tefsir dersinin akabinde Osman Abi ve Dücane ile konuşuyoruz durum-vaziyet hakkında. Mesele borçlandırılmış insanların fazlalığına geldi. İnsanların çok büyük meblağlarda krediler çekip, üç yüz beş yüz bin liralık, çok pahalı evleri hayatlarının on beş-yirmi senesine ipotek koydurarak, satın almaları ve bunu zenginlik saymaları meselesini irdeliyoruz. Sahi insanlar neden hayatları boyunca ödeyecekleri kredilerin altına girip altı üstü barınacak bir evin mülkiyetini üstüne geçirme gayreti içerisine girerler? Neden kırk yıllık kira giderlerini yirmi yıl içerisinde eşit taksitlerle ödeyerek dört duvarın sahibi olmak isterler? Veya maliyeti elli bin altmış bin lira
32 • Kasım’14
olan evler neden üç yüz dört yüz bin liralardan satılır? Gayrimenkul yatırım ortaklıları ve bankaların insanları borçlandırıp kendilerine ve işlettikleri sisteme bağımlı hale getirmeleri nedendir? Türkiye Bankalar Birliğinin Eylül 2013 verilerine göre tüketici ve konut kredisi kullanan kişi sayısı 14 milyon 191 bin 65 kişiye, kredi miktarının ise 221 milyar liraya ulaştığı görülüyor. Rakamlar korkunç boyutlara ulaşmış durumda. Vatandaşların altıda biri kredi borçlu. Bunlar kredi kartı borçları değil yanlış anlamayın özellikle bankalardan alınan yüklü miktardaki kredilerin borçları. İnsanlar önce kendilerini borçlandırıyorlar daha sonra ise aman «istikrar bozulmasın» aman
ATÖLYE «faizler artmasın» diyerek işletilen sistemin dümenine gönüllü olarak su taşıyorlar. Gördükleri çarpıklara ses çıkartamamaya, göz yummaya başlıyorlar. Çünkü olası bir iktidar değişiminde istikrar bozulursa faizler artacak, faizler artınca taksitler artacak, taksitlerin artması demek tutsaklık süresinin uzaması demek. Kim daha fazla tutsak olmak ister ki? İki ucu şeyli değnek işte. Hâlbuki bariz biliniyor borçlandırılmış insan bu sistemi ayakta tutan ana kolonlardan biri. İktidar-İnsan ilişkilerinde, İktidarMedya ilişkilerinde, İktidar-Sivil Toplum ilişkilerinde muhatabı borçlandırma, minnet altında bırakma iradeyi hapsediyor. İradesi hapsedilmiş, kredilerle kuşatılmış ve tüm konforunu borç üzerine inşa etmiş insanlar cesur, iyi ve cömert olmakta oldukça zorlanıyorlar. Güvenlik korkusuyla yaşayan, geleceği belirsiz modern bireylere dönüşüyorlar. Maddi bir takım konforlar karşılığı zihinsel konforlarından feragat ediyorlar. Eğlenmeyi, neşelenmeyi, hayat sevincini anlamsızlaştırıyorlar. Çalışmanın ve üretmenin verdiği hazzın yerini borç ödemenin ağırlığı alıyor. Hâlbuki birlikte üretmenin fıkhı vardı bir zamanlar. Ben ufakken hatırlıyorum. Aynı işyerinde çalışan insanlar, aynı partiye gönül vermiş insanlar, aynı vakıf çatısı altında faaliyet yürüten insanlar, aynı sendikanın üyeleri hep bir araya gelirler, kooperatif kurarlar ve üç-beş-yedi sene içinde kendi evlerini birlikte dayanışarak zaman içerisinde yaparlardı. Bu hem maliyeti azaltıyordu, hem insanlar bir araya gelip bir şeyler üretmenin mümkün olduğunun farkına varıyordu. Buda heyecan verici bir dinamizmi ortaya çıkartıyordu. Hem araya banka, kredi vb. aracılar girmemiş oluyordu. Dayanışmanın maddi planlama ve dinamiğine göre ev belli bir sürede bitiriliyor sonra evlere yerleşiliyordu. Kimse haddinden fazla borçlanmayarak ihtiyacı olan evin sahibi oluyordu. Tabi bu sabır, takip, dayanışma isteyen bir süreçti. Artık kimse bu sürece dâhil olmak istemeyince bu tür kooperatifler zamanla yok oldu. Şimdi herkes şak diye bankadan iki yüz bin lira kredi çekiyor, pat diye üç gün içinde istediği evin içine giriyor. Sonra yirmi yıl bu evin taksitlerini ödemeye başlıyor. Toplamda kırk yıllık kirası olacak meblayı ödemeyi peşinen kabul ediyor. Kriz çıkacak mı? Ba-
tacak mıyım? İstikrar bozulacak mı? korkusuyla bir hayat boyu yaşamayı göze alıyor. Sürekli küfrederek, sürekli isyan ederek, sokaklara dökülerek eleştirdiğimiz, bizleri borçlandırarak bulutlara kulelerini yükselten bankacılık sistemini beslemeyi bıraksak ve artık borçlanmasak diyorum. Reklamcıların katakullilerine gelmeyip, ihtiyacımız olmayan malları almasak. Temel ihtiyaçlarımızı da (barınma örneğinde olduğu gibi) Müslüman diliyle cemaatleşerek, sosyalist diliyle örgütlenerek birlikte üretsek daha güzel olmaz mı? Geleceğe dair tehlikeli kaygılar gütmeyen, tutsaklaşmamış, rahat tavır alabilen, özgür insanlar olsak daha güzel olmaz mı? Şüphesiz ki Allah insanlara (üstesinden gelemeyeceği bir sorumluluk yükleyerek onlara) hiç bir şeyle zulmetmez. Fakat insanlar (Haktan uzaklaşarak kendi) kendilerine zulmederler. Yunus/44
Kasım’14 • 33
ATÖLYE
İNSANLIĞI BUHRANA SÜRÜKLEYEN
MADDECİ MEDENİYETİN ANATOMİSİ Ali Tarık PARLAKIŞIK
İ
nsanın, madde ile ilişkisi olması gerekenden fazla olduğunda; insanın, madde ile ilişkisi olması gerektiğinin dışında gelişirse, insan “ben”inin çöküşüne şahit oluruz. Kapitalizm, “kapital”i elinde bulun(dur)ana, “kapital”i elinde bulunmayanı köle eder. Kapitalizmin bu vurgulanan buudu doğasında vardır ve egemen olduğu ortamda ezilenlerin, ezenlerle bu ilişkisi istem dışı olsa bile ilişki, bu şekilde başlar, bu şekilde devam eder ve sürer. Rönesans, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi ilh. “çağdaş uygarlık” olarak dillendirilen, “uygarlığa” giden kilometre taşlarıdır. Esasında “çağdaş uygarlık” ilim, fen ve teknolojiden ziyade bir telakki biçimidir. İlmî ve teknolojik ilerlemenin, insan fıtratını bozmadığı sürece menfi bir hal olmadığı bellidir. Lakin Osmanlı’nın son dönemleri ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemleri, Batı’daki ilmî ve teknolojik gelişmelerin, gelişmesinden ziyade ideolojik ve hadarat bağlamında “Misak-ı Milli Sınırları”na enjekte edilmeye çalışıldığı dönemlerdir. Yani maddeye, dolayısıyla teknoloji ve benzerlerinin üzerinde de müşahede edilebilen ilerlemeye-gelişmeye, sekülerleşme ile birlikte muhatap olduk; desek doğru bir tespit olur mu? Bu sualin cevabından ziyade, bir takım meseleler önümüzde duruyor. Batı Medeniyeti/Hadaratı ‘insan’ın değerini düşüren birçok etkene maliktir. 34 • Kasım’14
Batı’nın madde ile ilişkisi insana, insanlığına yakışır seviyede değildir. Ve Allah’ın insana verdiği vazife bellidir. Kur’an’dan ve Sünnet’ten insanın ne yapması, ne yapmaması bellidir. Müslümanlar olarak, ıslah gibi bir sorumluluğumuz/meselemiz var. İnsanları (insanlığı) kurtarma gibi bir meselemiz var. Ve Müslümanlar, “sefer” ile sorumludur; “zafer” yolundaki “sefer” ile… Üstad Seyyid Kutub, bu noktada der ki; “İnsanlığı bu buhrandan çıkarıp helak olmaktan kurtaracak bir çözüm yolunu bu şekilde bulamayız. İnsanı insanî özelliklerini muhafaza ederek sürekli canlı tutmak ve korumak, bu yollarla mümkün olmaz. Oysa böyle bir yolu; kurtuluş yolunu, İslami bir bakış açısı, İslami bir düşünce, İslami bir hayat ve İslami bir toplum ile bulabilmek mümkündür. İşte bu nedenle biz İslami bir toplum oluşturulmasının insani bir görev, hatta fıtri bir vecibe olduğuna inanıyoruz. İnsanın kendi insani özelliklerini ve hayatını mahvetmesine engel olmak için İslami bir toplumun oluşturulması şarttır. Bu bugün olmasa bile yarın muhakkak olacaktır. Burada gerçekleşme bile orada geçekleşecektir.” Ve devamında insana yönelik bu zulmün, en mühim unsurlarını kendi tespitleriyle şöyle sıralar; “Bu zulmetin en önemli unsurlarını kısaca şöyle sırlayabiliriz:
ATÖLYE 1. Maddeye ilişkin geniş bir bilgi birikimine ve gelişmiş teknolojik/bilimsel esaslara dayanan teknik yöntemlere sahip olmamıza rağmen, insana tatbik edeceğimiz esaslar hakkındaki cehaletimiz. 2. Tüm bu yenilik ve refah yollarına açık olan, nizam ve intizama uygun, insanın özellikleri ve tabiatıyla mütenasip ve hayatın bütün yönlerini kapsayan bir nizamı kendi kendimize vaz’etmeye muktedir olamayışımız ki bu da cehaletimizden kaynaklanmaktadır. Bu cehalet nedeniyle insani özelliklerinden uzaklaşan beşeriyet her türlü cürmü işleyebilmektedir. Oysa Allah Teâlâ’nın insan için koyduğu ilkelere tabi olsa, orada tüm fıtri ihtiyaçlarına cevap bulur ve özelliklerini geliştirebilir. Böylece de insan kendisine takdir edilen ömür süresinde hayatın geliştirilip ilerlemesi için tüm yeryüzü hazinelerini bulup iletebilir. 3. İnsanın iyiliğini düşünmeyen bu maddeci medeniyet! İnsanın fıtri ihtiyaçlarını dikkate almayan, insanı bir takım makineler ve hayvanlara uygulanan ölçülerle değerlendirilen bir medeniyet! 4. Bu medeniyetin, maddenin zirvesine çıkmış toplumlarda ortaya çıkması ve devleşmesi. Bu medeniyet, birtakım hayvani yöntemleri insan hayatına tatbik etmek suretiyle yoldan çıkmış ve insanlığın kendine has özelliklerini; insanı hayvandan ve makineden ayıran özelliklerini hesaba katmamıştır. Bunun neticesi olarak da insanlığın yok oluşunu ihtar eden delil ve belirtiler ortaya çıkmıştır.” Yani; Maddeye, teknolojiye ve bunların bilgilerine malikiz. Lakin bu bilgiler insanın ne işine yarayacak? İnsan hayatında ne gibi değişimler yapacak? Neticede bir bilgi varsa ve o bilgiye malik durumdaysak bir fonksiyonu olmalı. Bir ‘işlevselliği’, ‘değeri’ olmalı. Bu konuda cahiliz ve atılız. ‘İnsan’ ve insan “ben”ine uygun; insanı, hayatı ve tabiatı kapsayan bir nizam-sitemin muhtevasına, hudutlarına ve bunları bildirmeye deklare etmeye uzağız. Siyasetten içtimai hayata, eğitimden iktisada ilh. kadar bir ‘dünya görüşü’ne ve bu dünya görüşünden membaını bulan ‘hayat’ı-‘nizam’ı bilmiyoruz/sunamıyoruz. Elimizde böyle bir telakki yok. Ama Allah’ın insanlar için bildirdiği, ilahi hudutlara uysak, sıkıntılarımızdan kurtuluruz. Allah’ın kanun-
larını ferdi bağlayan bütün sahalardan, toplumu bağlayan bütün sahalara kadar uygulasak hem sıkıntılarımızdan kurtuluruz, hem de ‘insan’ olmanın hususiyetlerine malik oluruz. Dolayısıyla da fıtratımıza uygun olarak yaşamış oluruz. ‘İnsan’lığımıza zarar gelmemiş olur. Zaten bu maddeci medeniyetin insanı insan olarak değil, maddi bir takım verilere göre insanı değerlendirmesi başlı başına bir negatif fonksiyon. İşte bu maddeye göre insanın hayatını nizamlaştırmaya çalışan medeniyet insana zarar veriyor ve insanın mutluluğu için maddeyi esas alan bütün medeniyetlerin ve ideolojilerin ve fikirlerin yıkılması gerekiyor. Allah’ın kanunlarının uygulanması gerekiyor. İktisadi refaha malik toplumlarda ortaya çıkmaya müsait olan bu maddeye dayalı telakkiler, ‘insan’ı hayvan ve makineden ayıran hususiyetleri hesaba katmayarak insanlığı buhrana sürüklemiştir. Seyyid Kutub’tan iktibas ettiğimiz satırların tedaileriyle birlikte manaları bu şekilde. Bu satırlar ‘Çağdaş Uygarlığın Sorunları ve İslam’ isimli eserinde geçiyor. Bugün baktığımızda Batı, Doğu çok farklı görünmüyor olsa gerek. Lakin! Biz Müslümanların bu menfi ve ‘insan’a ve insan fıtratına zarar veren durumdan insanlığı kurtarmamız elzemdir. Buradan bir kalkışın yolu olmalı ve de vardır! Son olarak yine Kutub’tan çıkış yolunu gösterir mahiyette bir çağrı; “Evet bu anlatılanlar; son anda da olsa beşeriyetin, Allah’ın çağrısına ve fıtri davete kulak vermek suretiyle o korkunç akibetten sakınıp Allah’ın rahmetini tercih etmesi için yeterlidir!” Kasım’14 • 35
ATÖLYE
‘EHL-İ TEVHİD VEL-ADL’ ÜZERİNE İsmail CEYLAN
K
endilerine ‘tevhid ve adalet ehli’ ismini yakıştıran bu ekolün temelleri Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd tarafından Milâdî 718-728 yılları arasında Basra’da atılmıştır. Rivayetlerde Vâsıl’ın Hasan elBasri’nin ilim meclislerinde bulunduğu günlerden birinde mecliste büyük günah işleyenin durumunu el-Basri’nin mecliste bulunanlara sorduğu, cevaben Vâsıl’ın ortaya ‘el-Menzile beyne’l –Menzileteyn’ fikrini ortaya attığı ve bunun üzerine arkadaşı Amr ile meclisten ayrıldıkları geçer. Daha sonra kendilerine yakıştırılan Mutezile(ayrılanlar) isminin buradan geldiği de rivayetler arasındadır.
Ortaya Çıkışı a. Siyasi Ortam Hz Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Müslümanların birliği mümkün mertebe sağlandı. Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan olaylar Hz. Ali döneminde yaşanan Cemel Vakası, Sıffin Savaşı ile iyice had safhaya ulaştı ve Müslümanlar arasında büyük tefrikalar çıkmasına neden oldu. Hz. Osman döneminde Hz. Osman’ı şehid etmeleriyle bilinen aşırı Sebeiyye fırkası ortaya çıktı. Sıffin Savaşı sonrası ise Müslümanlar kesin çizgilerle üç gruba ayrıldı; Hz. Ali taraftarları, Hariciler ve Muaviye taraftarları. Bu bölünme beraberinde tekfir etme ve katli mubah görmeyi getirdi. Bu kargaşa ortamında Müslüman âlimler belli başlı meselelere mescitlerde, ilim halkalarında çözümler üretmeye çalıştı ve yeni ekoller ortaya çıktı. Bunlardan biri de Ehl-i Tevhid vel-Adl oldu. 36 • Kasım’14
b. Yabancı Etkenler Dört halife dönemi sonrasında kurulan Emevi Hanedanlığı ve Abbasi Devleti zamanında fethedilen topraklarda yaşayan halktan İslamiyet’e girmeler başladı. Farklı din ve milletlerden olan bu yeni Müslümanlar İslamiyet’e beraberlerinde eski dinlerinin izlerini de taşıdılar. Bu yeni aktarımlar(mesihiyyat, israiliyyat vb.) zamanla Müslümanlar arasında yayılmaya başladı ve İslamiyet’in bir emri/nehyi olarak görülmeye başlandı. Bu yanlış gidişata dur demek için Müslüman bilginler harekete geçti ve gerçek İslâm Kelâmının müessisi kabul edilen Ehl-i Tevhid vel-Adl ortaya çıkmış oldu. c. Felsefi Olaylar Yeni fethedilen Mısır ve Suriye İslamiyet’ten önce birer Roma toprağı idi. Roma İmparatorluğu döneminde ilimde ve felsefede ileri gitmiş bilginleri barındıran bu topraklar ve İran Kültürü İslamiyet’ten sonra Arapçaya çok sayıda eser tercüme etmiş ve Müslümanlar arasında bu fikirlerin yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanların; ağırlığı teolojik olan bu fikirler karşısında yanlış akaide sahip olduğunu gören Müslüman bilginler bu konuda bazı faaliyetlere geçmiş ve bu İslam dışı görüşlere karşı cephe almıştır. Herkesçe malum olan filozoflarla ve bu aktarımlarla ilk kez mücadele eden Ehl-i Tevhid vel-Adl olmuştur.
Gelişimi ve Çöküşü Emeviler Dönemi Mutezile, kendi zulmünü halka reva görüp bu-
ATÖLYE nun Allah’tan olduğunu savunan ve bu fikri yerleştirmesi için Mürcie ile yakın dostluk kuran Emevi Hanedanlığına karşı başkaldırılarda bulunmuştur. Halifeliğin Hz. Hasan’a ait olduğunu söyleyen ehl-i beyte zulümde sınır tanımayan Emevilere karşı ehl-i beytin yanında bulunmuş ve onların bu haklı mücadelesini desteklemiştir. Emevilerin son döneminde devlet başkanları Yezid b. Velid ve Mervan b. Muhammed tarafındansa ilgiyle karşılanmış, 744-749 yılları arasında Mervan b. Muhammed’in başkanlığı süresince resmen kabul edilmiştir. Abbasiler Dönemi Emeviler yıkılınca Abbasiler döneminde özellikle Harun Reşid’in başta olduğu yıllarda ilk defa saraya yakınlaşmış ve böylece halk nazarında da önemli bir yer edinmişlerdi. Me’mun’un tahta geçmesine kadar olan sürede bazı sıkıntılar yaşayan Mutezile Me’mun döneminde altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde Kur’an’ın yaratılmış olduğunu kabul eden Me’mun, bu fikri halka ve âlimlere zorla kabul ettirmek istemiş, kabul etmeyenleri ise sürgün veya ölüm ile cezalandırmıştır. Bu zoraki girişim ‘mihne’ denen acı ve üzücü bir dönemin yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Me’mun’dan sonra başa gelen Mu’tasım devletin önemli kademelerine ‘Mutezili’ kimseleri getirmiştir. Vâsık döneminde Mutezile iyice güçlenmiş, Ahmed b. Ebu Davud devlete iyice nüfuz edebilmiş, mihne olayları tekrar yaşanmış bunun sonucu olaraksa Vâsık halk tarafından tekfir edilmiş ve ayaklanmalar baş göstermiştir. Mütevekkid dönemine gelindiğinde ise bu baskılar beraberinde tepki toplamayı getirmiş ve Ebu’l Haşan el-Eş’ari Mutezile’den koparak Eş’ari Ekolü’nün kurucusu olmuştur. a. Abbasiler Sonrası Dönem Şii Büveyhoğulları hilafeti alarak halifeler üzerinde nüfuz etmesi, Mutezile’nin yeniden nüfuzuna sebep olmuştur. Bu devirde bazı Şii akidelerine de uyarlanmış olan Mutezile; Umman, Bahreyn, Huzistan ve Irak gibi ülkelerde halk desteğini almaya ve nüfuzunu yaymaya muvaffak olabilmiştir. Büveyhoğullarından el-Kadir Billah’ın Mutezile’yi tekfir etmesi, Sünni olan Gazneli Mahmud’un Büveyhilerin merkezini işgal edip Mutezilileri Horasan taraflarına sürmesi Mutezile’nin çöküşünü
hızlandırmıştır. Selçuklular döneminde Mutezile yeniden canlanacak gibi olmuşsa da buna tam anlamıyla muvafık olamamışlardır. Bu dönemde Tuğrul Bey’in veziri Ebu Nasr Muhammed b. Mansur el-Künderi’den sonra Alp Arslan’ın veziri ve aynı zamanda Eş’ari olan Nizam el-Mülk Nizamiye medreselerini kurmuş ve buralarda Sünni sistem üzerine eğitim verdirmiştir. Horasan taraflarında da tutunamayan Mutezile Harizm taraflarına kaymıştır. Burada Mahmud b. Cerir el-İsfehani ve Mahmud ez-Zemahşerî en önemli Mutezili simalar olmuştur. Bundan sonra ise Mutezile, Şiiliğin Zeydiyye kolu içinde varlığını sürdürmüştür. Günümüzde ise Zeydiyye Yemen taraflarında varlığını sürdürmektedir.
Kelâmî Prensipleri(5 Esası) Mutezile ’ye göre 5 prensip şöyledir: 1. Et-Tevhid Allah tektir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın kadim bulunması onun en güzel sıfatıdır. Eğer Allah’ın kıdemi dışında başka sıfatlar isnat edilirse Allah dışında başka varlıkların da varlığı kabul edilir ki bu Allah’ın birliğine terstir. Allah her şeyi yoktan var etmiştir ve bu âlemin ilk prensibidir. İlk prensip için neden ve sebep yoktur. Allah sebepsiz olarak vardır. Onun sıfatları beşerin sıfatlarına benzemez. O, zatıyla semi, zatıyla basir, zatıyla hay, zatıyla kadir, zatıyla mürid, zatıyla âlimdir. Bu sıfatlar Allah’ın zatının dışında kabul edilirse birçok ilah kabul edilmiş olur. Bu ise tevhide terstir. Kasım’14 • 37
ATÖLYE İnsan hür bir varlıktır, kendi fiillerini kendi yapar. Allah kullara bir şey yapıp yapmama gücü vermiştir fakat o yaptığı fiil kendi yaratması sonucudur. Eğer Allah yaratmış olsaydı insana yapmamak düşmezdi ki o zaman da Allah’ın adl sıfatı çiğnenmiş olurdu. Hâlbuki Allah adildir, kullarına haksızlık etmez.
2. El-A’dalet İnsan hür bir varlıktır, kendi fiillerini kendi yapar. Allah kullara bir şey yapıp yapmama gücü vermiştir fakat o yaptığı fiil kendi yaratması sonucudur. Eğer Allah yaratmış olsaydı insana yapmamak düşmezdi ki o zaman da Allah’ın adl sıfatı çiğnenmiş olurdu. Hâlbuki Allah adildir, kullarına haksızlık etmez. 3. El-Va’ad vel-Va’id İyi işler ahirette sevaplandırılır, kötü işler işleyenler ise ahirette cezalandırılır. İyi işler işleyenin sevap görmemesi Allah’ın adaletine yakışmaz. Kötülük yapanların da Allah tarafından cezalandırılmaması düşünülemez, bu adaletinin gereğidir. İyiler ve kötüler Kur’an’da sayılmıştır. İman edip iyi amel işlemeyenler kötü akıbetle karşılaşacaklar. İman; ikrar, bilgi ve ameldir. Taklidi iman yoktur. 4. El-Menzile beyne’l –Menzileteyn İki yer ortasında kalan yer. Büyük günah işleyen ne kâfirdir ne de mümin, o kişi fasıktır. Eğer o hal üzere ölürse o kişi ebedi cehennemliktir. Tek farkı kâfirlerden daha az elem duyar. 5. El-Emru bil-Ma’ruf ven-Nehyu a’nil-Münker İyi amelleri emredip kötü amelleri nehyetmektir. Bunun hükmü vaciptir. Her Müslümanın bunu yapması gerekir. Diğer Görüşleri - Allah’ın Görülmesi Sorunu: Allah ahirette gözle görülemeyecektir. Allah cisim değildir ve cisimlere benzemez. Göz ancak cisimleri görebilir ve gözle görünebilen şey cisimlere benzetilmiş olur. Oysa bu tevhide aykırıdır ve Allah bundan beridir. - Kur’an’ın Yaratılmışlığı Sorunu: Kur’an yaratılmıştır. Kur’an(Kelamullah)’ın yaratılmış olduğunu varsaymak ona kadim sıfatını yakıştırmak demektir. Oysaki tek kadim olan Allah’tır ve Kur’an’ın yaratılmadığını iddia etmek tevhide aykırıdır. Ayrıca Kur’an, harf ve seslerden meydana gelmektedir. Böyle bir şey ya cismidir ya da arazdır. Oysaki ne 38 • Kasım’14
cisim ne de araz kadim olamaz, bu malumdur. - Hüsün ve Kubuh Sorunu: Allah’ın aklen bir dinle tanışmaksızın da bilinmesi vaciptir. Yine hüsün(iyi) ve kubuh(kötü) aklen bilinebilir ve bilinmesi vaciptir. - Akıl ve Nakil Sorunu: Akıl, ilim kazanmak melekesidir. İnsanı diğer mahlûkatlardan ayıran özellik; akıldır. - Ecel Sorunu: Maktul(öldürülen kimse) eceli ile ölmemiştir. Katil ecelinden önce maktulün ölmesine sebep olmuştur. - Rızık Sorunu: Haram olan hiçbir şey rızık olamaz. Rızkı veren Allah’tır ki o da kötü bir fiil işlemez. - Kabir Kavramı Sorunu: Kabir azabı yoktur. - Kader Sorunu: Allah’ın kader hakkındaki bilgisi cüz’i değil küllidir. Allah yazı yazma işlemini bilir fakat bir kişinin iyi veya kötü, güzel veya çirkin bir şeyi yazıp yazmayacağını bilmesi ilerde o olayın kesin olarak gerçekleşmesi manasına gelir. Bu ise cebri ortaya çıkarır ki böyle bir şey Allah’ın adaletine ters düşer. Mutezile hakkında elimizden geldiğince bilgi vermeye, tarih sayfalarına hapsedilmiş bu ekol hakkında bir şeyler aktarmaya çalıştık. Günümüzde de İslam beldeleri başta yaşanan kargaşa ortamına geri dönmüş, ortalığı fitne kaplamıştır. Mutezile’nin nakle verdiği değeri akla da vermesi sanırım günümüzde de bizlere yardımcı olabilecek bir metottur. Aslı astarı bulunmayan, kulaktan kulağa dolaşan bazı sözleri kutsayıp bunları delil alarak cana kıyma, ırza geçme kesinlikle İslam’la alakası olmayan şeylerdir. Bu yazıda Mutezile’nin Emevi zulmüne karşı verdiği mücadeleyi günümüzde de ortaya koyan Suriye Muhalefeti Mücahitlerine de selam etmeden geçemeyeceğim. Onların zulme karşı verdikleri bu kutlu mücadeleye ve o mübarek mücahitlere bin selam olsun!
TARİH
YAZI DİZİSİ
Osmanlı Devleti’nin Dıs Borçları 1863-1870 Dönemi Ziya DEDE*
1863 BORÇLANMASI 1863 yılında maliye yönünden Osmanlı hükümeti önemli iki problem vardı. Bunlardan birincisi Galata bankerlerine olan borçlar, diğeri ise tedavül kıymetini kaybeden madeni bakır paralardı. Eşlik ve altılık adı verilen bu paraların tedavül kıymeti %5’e kadar düşmüştü ve bu nedenle hükümete zarar vermekteydi. Bu borçlanmaya henüz kurulmakta olan Osmanlı Bankası aracılık etti.1 Galata bankerlerine olan borçlar 10 yıl süre için akdedilmiş olan borçlardı. Bu bonolar Avrupa mali müesseseleri tarafından da kabul edilmekteydi. Faizleri yüksek olduğundan hazineyi zor durumda bırakıyordu. Tasfiye edilmesi gereken diğer iç borçlarda esham-ı cedide ve tahvilat-ı mümtaze adı altında hazine veya çeşitli devlet daireleri için çıkarılmış olan %12’ye kadar faiz getiren tahvillerdi. Söz konusu iç borçların miktarı iki milyon kese idi. Hükümet bir dış borç ile bunları tasfiye etmeyi uygun gördü. 1863 borçlanması, henüz kurulmuş olan, imtiyazlarını yeni almış olan Osmanlı Bankası ile yapıldı. Borçlanma şartları şunlardı: a)Verilecek borç miktarı 200 milyon frank b)Faiz %6,ifta bedeli %2,vade 23,5 yıl ihraç fiyatı150 milyon için %72 ve bakiyesi için %68 idi. c)Karşılık olarak Bursa ve Edirne vilayetlerinin Ham(ipek)öşrü, İzmir, Kari, Midilli vilayetlerinin zeytin öşrü, diğer birkaç vilayetinde gümrük gelir-
leri ve 1860 ve 1862 borçlanmalarının karşılıkları fazlası 1863 Borçlanması sonucu elde edilen safi hasılat 142 milyon frank olmuştu. Bu borçlanma ile muntazam olmayan iç borçlanmalardan bir kısmı ve Galata bankerlerinin vadesi gelen borçları ifta edilmiştir.2 Osmanlı Devletinde batıdaki anlamında ilk bütçe 1863-1864 mali yılında hazırlanmıştır. Bu bütçenin hazırlanmasında yabancıların telkin ve tavsiyeleri önemli rol oynamıştır. Nitekim Hobart Forster raporunda gerçekçi bir bütçenin hazırlanmasından bahsedilmiş, Osmanlı Bankası yetkilileri Osmanlı hükümetine bu konuda tavsiyelerde bulunmuş, hatta banka uzmanları bütçe hazırlıklarına bizzat katılmışlardır. Sadrazam Fuat Paşa da 1861-1862 yılı başlarında padişah Abdülaziz’e sunduğu raporunda bütçeden bahsetmiştir. Fuat Paşa, bütçeyi hazırlarken bir taraftan da mali teşkilatta önemli değişiklikler gerçekleştirdi. Maliye Nezareti devletin mali işlerinden sorumlu bir merkez haline getirildi. Devlet dairelerinin tahvil çıkararak borçlanmaları yasaklandı. Gelir ve giderin bütçe usulüne göre tutulması esası kabul edildi. Devlet dairelerinin hesaplarını kontrol etmek üzere Divan-ı Muhasebat-ı Ali dairesi kuruldu. Böylece mali şişler merkezileştirilirken, devletin etkinliği daha belirgin hale getirilmek istenmiştir. Bundan böyle devlet kuruluşlarının harcamalarına Kasım’14 • 39
TARİH ödemek amacıyla yapıldığı için, Osmanlı maliyesinin o devredeki durumuna da bir gösterge teşkil eder.21 yıllık vadeli bu borçlanma ile öncelikle taksitlerin ödenmesi amaçlanmıştı.4
1865 GENEL BORÇLARI(1.TERTİP)
bütçe dâhilinde sınırlama getirilerek bütçe açıklarının azaltılması amaçlanmıştır. 1863-1864 bütçesinin geliri 346.198.000 frank olarak tesbit edilmiştir. Gelir kalemleri içerisinde ilk sırayı 94.891.000 frankta aşar geliri almıştır. Bunun 57.500.000 ile gümrük resmi takip etmiştir. Bütçe giderleri ise 327.678.000 frank idi. Devlet giderleri arasında dikkati çeken husus, dış ve iç borçlarla faizlerinin 73.000.000 frank ile ilk sırayı almasıdır. Bu durum devlet borçlarının ne kadar arttığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Gelir ve gider karşılaştırıldığında 18.500.000 frank civarında bir fazlalık görülür. Bütçe hazırlanırken, özellikle gelir kalemlerinin fazla gösterilerek gelir ve giderin denkleştirilmesine gayret edilmiştir. Denk bütçenin içte ve dışta Osmanlı Devleti’nin mali itibarını olumlu etkileyeceği, daha sonraki istikrazlar için müsait bir ortam hazırlayacağı düşünülmüştür.3
1865 BORÇLANMASI Dış borçlar vadesi gelen kupon bedellerini ödeyebilmek için hazinede para bulunmadığından 1865 yılının sonunda hükümet Osmanlı Bankası, Paris’te bulunan Credit Mobilier ve Societe Generale ile 11 Aralık 1865’te 150.000.000 franklık bir sözleşme imzalandı. Bu borçlanmanın faizi %6,ifta bedeli %2.44,ihraç fiyatı 566 olacaktı. Karşılık olarak Ergani Bakır madeni gelirleri ile Ağnam resmi gösterildi. Bu borçlanmanın gerçek karşılığı Ağnam resmi gösterildiği için buna Ağnam istikrazı adı da verilmiştir. Bu borçlanma kamu ihtiyaçlarının karşılanması için yapılmayıp, yalnızca eski borçların taksitini 40 • Kasım’14
İç borçların önemli bir kısmı tasfiye edilmekle beraber, hazineye hala ağır bir yük teşkil etmeye devam ediyordu. Bu borçlarla ilgili tahvillerin çoğu İstanbul’da Galata bankerlerinin, bir kısmı da İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere yabancıların elinde bulunuyordu. Hükümet bu tahvillerin faiz ve amortismanlarının ödenmesi için 1864-1865 bütçesine 56 milyon frank ödenek koymuştu. Ancak bu miktar yeterli değildi. Hükümet yeni bir uygulamaya, mevcut tahvilleri uzun vadeli yeni tahvillerle değiştirme yoluna gitti. Mevcut tahvillerin alınarak, yeni tahvillerle değiştirme işlemine Borçların Değiştirilmesi denilmiştir. Osmanlı hükümeti böylece kısa vadeli borçları uzun vadeli bir dış borçlanmaya çevirerek geçici bir rahatlık sağlamayı ve yabancı sermayeyi ülkeye celbetmeyi amaçlıyordu.5 İngiliz büyükelçisi Henry Bulwer’in yakından ilgilendiği ve saray üzerinde de derin etkisi olan banker M.Metton’un sunduğu proje kabul edilerek Londra’daki General Credit and Finance Corparation’la bir borç anlaşması imzalandı. Anlaşmanın şartları şunlardı: a)Verilecek borç miktarı 40 milyon Osmanlı altını b)Faiz %5,ifta bedeli %1,yıllık ödemeler iki taksit halinde, ihraç fiyatı %50,ifta süresi 37 yıl c)Osmanlı Bankası tarafından Paris, Londra, Amsterdam ve Frankfurt’ta ödenmek şartıyla;100 liralık esham-ı cedide tahviline karşılık olarak 121 liralık yeni tahvil,100 liralık esham-ı mümtaze için 143 liralık yeni tahvil sergi tahvilleri başa baş değiştirilecektir. Hükümet 7 milyon liralık tahvili de istediği zaman çıkarabilecekti. Karşılığı devletin bütün gelirleriydi. Alınan borçların 29 milyonu tahvillerin değiştirilmesine,4 milyonu hazineye gelir kaydedilmiş ve 7 milyon da daha sonra ihraç edilmek üzere bankalara rehin olarak verilmiş ve karşılığında avans alınmıştır. Ancak alınan bu avanslar vadelerinde ödenemediğinden, söz konusu bankalar rehin edilen
TARİH
tahvilleri satışa çıkarmışlar ve bu yüzden tahvilatın değerleri de düşmüştür. Söz konusu borçlanma ile ilgili hususlar, kanunla yeni ihdas edilmiş olan Düyunu Umumiye Defteri Kebiri’ne kaydedilmiştir.6 1869 İSTİKRAZI Osmanlı hükümetinin yayınlamış olduğu 18691870 bütçesinde 3 milyon lira açık ve 5 milyon liralık da dalgalı borç görünmekteydi. Bir taraftan da süresi gelen dış borçlar ve Girit isyanıyla artan günlük masraflar Osmanlı hazinesini yeniden borçlanmaya zorluyordu.7 Abdülaziz’in Paris seyahati, İmparatoriçe Eugenie’nin Süveyş Kanalı’nın açılışı vesilesiyle 1869’da İstanbul’da Abdülaziz’i ziyareti borcun Fransa’dan istenmesi konusunda elverişli hava oluşmuştu. Bu şartlar içinde, Paris’te Comptoir Descompte bankası ile 1869 Kasımı başında bir borçlanma sözleşmesi yapıldı. Bu sözleşme 300.000.000 franklık idi. Her biri 500 franklık tahvillerin ihraç fiyatı 270 frank idi. Faiz oranı %6, ifta oranı %1, süresi ise 33 yılı idi. Karşılık olarak Adana, Suriye, Yanya, Trabzon, Bursa, Bosna, Aydın, Menteşe, Konya, Bağdat vilayetleri aşar ve gelirlerinden bir kısmı gösterildi. Bu borçlanmada Osmanlı altını olarak miktar 24.444.442 lira idi. Ele geçen miktar ise 13.200.000Osmanlı altınıdır.8
1870 RUMELİ DEMİRYOLU BORÇLANMASI Sultan Abdülaziz’in ulaşım politikasında demiryolları inşası önemli bir yer tutmaktaydı. Padişah ticaret merkezlerini birbirine veya limanlara bağlayan hatların yapımına öncelik verdi. Özellikle devletin dışa açılmasında, Avrupa ile bütünleşmesinde etkili olacağına inandığı Rumeli demiryollarının yapımıyla yakından ilgilendi. Böyle bir yatırımın ger-
çekleştirilmesi için hazinede yeteri kadar para bulunmadığı için padişah maddi destek bulmak üzere nazırlarından Davut Paşa’yı Avrupa’ya gönderdi.9 Bu istikraz Rumeli demiryolları inşası için imtiyazını alan Yahudi sermayecisi Avusturyalı Baron Hirsch ile 17 Nisan 1869 tarihli bu imtiyaz sözleşmesinin neticesi olarak 1870 yılında yapılmıştır. Sözleşme gereği borçlanma tahvilleri Baron Hirsch tarafından %32 1/8 fiyatla satın alınmıştır. Bu kadar düşük ihraç fiyatlı bir sözleşme ilk defa yapılmaktaydı. Bu borçlanma neticesinde Osmanlı Devleti 34.848.001 Osmanlı altını borçlanmış, eline 11.194.920 Osmanlı altını değerinde para geçmiş,53 faizli bu borçlanmaya karşılık olarak Mısır vergisi gösterilmiştir. Baron, Osmanlı Devleti’nin 2000 km’lik bir demiryolu yapacaktı. Bu demiryolu İstanbul-Belgrad, Selanik-Avusturya hudutları arasında uzanacak; bunların Edirne, Dedeağaç ve Burgaz şubeleri de olacaktı.1871 yılında demiryolları politikacısı Ali Paşa’nın vefatı üzerine yerine geçen Mahmut Nedim Paşa tarafından proje durdurulmuştur.1872 yılında yapıla yeni sözleşme ile 2000 km yerine 1250 km demiryolu inşası kararlaştırılmıştır. Yapılan sözleşme ile Baron Hirsch Osmanlı Devleti’nin yapacağı demiryollarına ilişkin 90 yıllık imtiyazını almış bulunmaktaydı.10 Dipnotlar * İstanbul Üni. Tarih Bölümü 4.Sınıf 1 Faruk Yılmaz, a.e,S.38 2 Sait Açba, a.e,S.72-73-74 3 Rıfat Önsoy, a.e,S89-90 4 Faruk Yılmaz, a.e,S.38-39 5 Rıfat Önsoy, a.e,S.91 6 Sait Açba, a.e,S.76-77 7 Sait Açba, a.e,S.80-81 8 Faruk Yılmaz, a.e,S.40-41 9 Rıfat Önsoy, a.e,S.93-94 10 Faruk Yılmaz, a.e,S.41
Kasım’14 • 41
TARİH
YAZI DİZİSİ
II. Abdülhamid Han ve Eğitim Politikası Asım Ebrar Yıldız*
B
ir toplumun ilerlemesinde ya da geri kalmasında en büyük rolü oynayan, herhangi köhne bir toplumu yerden alıp göğe çıkarabilen ve aynı şekilde en çağdaş toplumları gökten yere indirebilen güç, şüphesiz ki eğitimdir. Eğitim bir kişinin yaşadığı toplum veya kendi içinde, değerli ya da değersiz, tüm davranış, yetenek, bilgi ve beceri gibi kabiliyetlerini geliştirme sürecine denir. Atılım ise bir konuda ilerleme, hamle yapma, ileri atılma ve savlet olarak tanımlanabilir. Eğitim ve atılım, birbirinden ayrılamayacak bir ikilidir ve bir toplumu eğitmeden atılım yapmak, eğitim süreci tamamlanmadan -ki uzun ve meşakkatli bir süreçtir- müdahalelerle atılım, asla gerçekleşemez aksine toplumun geri gitmesine sebep olur. Osmanlı eğitiminde Tanzimat ile birlikte başlayan modernleşme süreci iyi niyetli olunsa da uzun süre başarılı olunamamış, tasarı ve planlamadan öteye gidilememiştir. Eğitimde geri kalmamızın sebepleri arasında kimi zaman ikinci meşrutiyetten sonra da deneneceği gibi ‘’Tuba Ağacı Nazariyesi’’ (tasavvuf kültüründe cennette var olduğu düşünülen kökü yukarıda gövdesi aşağıya doğru olan ağaçtır) metodu ile eğitimde düzeltmeler yukarıdan başlanacak, önce elit bir kadro yetiştirilecek, yetiştirilen bu elit kadro ilk ve ortaokul öğretmenlerine ders verecek ve ancak en sonunda çocuklara ve gençlere eğitim verilecek olması idi. Bu yöntemin sadece rüştiyelere ya da ilkokullara odaklanmaktan farksız olduğu, dönemin
42 • Kasım’14
siyasetinde de dengesiz ve başarısız bir politika yürütüldüğü açıktı. Kimi zaman ise batılılaşma eğilimi ile siyaset adamlarının ülkede ilkokul, lise ve eğitimde nicelik kadar nitelik sıkıntısı olduğu halde bu günkü her ile bir üniversite kampanyası gibi -ki sözde ve bir propaganda aracı olarak iyi gözükse de fiziki imkânsızlıklar ve eğitimcilerden kaynaklanan sıkıntılar göze alınınca, öğrencilerin gözünden de eğitimcilerin gözünden de sonucu hüsran olacaktır çünkü kampüsünde ineklerin otladığı, daha kötüsü herhangi bir kampüsü bile olmayan, şehri içinde barındıramayan, herhangi bir binada herhangi öğretmenlerle eğitim yapılan yere üniversite denemez- ısrarla yeni Darülfünun kurma istekleri eğitimde atılımın gerçekleşmesine izin vermemiştir. Tanzimat ile başlayan modernleşmenin sonuç vermesi ise Sultan İkinci Abdülhamid Han dönemindedir. 1876 anayasasında zorunlu ilkokul eğitimi şöyle belirtilmektedir. ‘’Osmanlı efradının kâffesince tahsil-i maarifin birinci mertebesi mecburi olacak ve bunun derecatı ve teferruatı nizam-ı mahsus ile tayin kılınacaktır’’. Günümüz Türkçesi ile ise; Eğitimin birinci kademesi bütün Osmanlı fertlerine zorunlu olacak ve ayrıntılar özel bir düzenleme ile belirlenecektir. Bu kanun ile başlanmak ve eğitime yön vermek isteyen modernleşme, ne yazık ki 93 harbi ve ardından kaybedilen büyük toprak parçaları ile duraksamış, gerçek manada değişim ancak 1879 yılında başlayabilmiştir. Abdülhamid Han döneminde ilk olarak gayrimüslimlerle, Müslüman ahalinin eğitim seviyesi arasındaki fark kapatılma-
TARİH ya başlanmıştır. Tanzimat döneminde başlatılmış olan gayrimüslimlerin istekleri çevresinde okul açmaları serbest olduğu için özellikle ABD, Fransa ve İngiltere kiliseler çevresinde kötü bir kampanya yürütmüş ve sadece dini anlamda misyonerlik faaliyetlerini değil sosyoekonomik ve kültürel anlamda da faaliyetlerini sürdürerek kız ve erkek okullarının sayılarını arttırmışlardır. Sultan Abdülhamid ise buna tedbir olarak önce Gayrimüslim Denetçiliği Dairesini kurdurmuş ve yurdun dört bir yanında ki müfettiş sayılarını arttırmıştır. Ülkenin geleceğini garanti altına almak için eğitim ve öğretim açığını kapatmak gerekmiş ve Abdülhamid Han ülke bir kaos ortamında olduğu halde –mali ve iktisadi güç Yahudi, Ermeni ve Rumların elindedir ve Avrupa›nın yayılımcı politikası Osmanlıyı bir hayli zorlamıştır- bir eğitim reformuna girişmiştir. Cami yapılan her köye bir ilkokul yapılması zorunlu hale getirilmiş, 1876 yılında İstanbul’da 6 tane ilkokul varken, 1886’ya kadar 44 yeni ilkokul kurulmuş, 1877 yılında ülkede toplam 200›ü geçmeyen yeni usuldeki okul sayısı, 1906 yılına dek yaklaşık 47 kat artarak 9347’ye ulaşmıştır. Rüştiyelerin sayısı İstanbul’da 33 resmi, 39 özel ve 4 askeri olmak üzere toplamda 76›ya, ülke genelinde ise bu rakam 619›a ve 40 bin öğrenciye ulaşmıştır. Rüştiyelerin açılmaya başlanmasından sonrada vergi kaynaklarının da eğitim ihtiyaçlarına bağlanması ile yeni idadiler açılmaya başlanmış ve nitekim Abdülhamid Han›ın hükümdarlığının sonuna doğru idadilerin sayısı 108’e, idadilerde okuyan öğrencilerin sayısı da 20 bine çıkmıştır. Ayrıca ülkenin topraklarının geniş ve vilayetlerinin merkeze uzak olması sebebi ile okullarda oluşabilecek öğretmen açıklarını gidermek için Darulmuallimin›ler kurulmuş, kısa süreli kurslar verilerek önce yeni öğretmenler yetiştirilmiş, daha sonra da okul araç gereçleri tepeden tırnağa yenilenmiş ve Tanzimat reformlarının eğitim ile ilgili kâğıt üstünde kalan maddeleri tamamlanmıştır. Yüksekokullar kapsamında ise; Bugün ki Deniz Harp Okulunun temelini oluşturan Deniz Mühendislik Okulu, Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi), Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye(İstanbul Üniversitesi tıp fakültelerinin temelini oluşturmaktadır), Çoban Mektebi (tiftik keçilerinin yetiştirilmesi hedeflenerek, Numune Çiftliğinin içinde açılmıştır),Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye Mektebi
(Mühendis Mektebi), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Fakültesi), Hamidiye Ticaret Mektebi, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu, batı hukukuna ağırlık veren, modern eğitimin temelini ve laikliğin kurumsallaşmasında önemli rol oynayan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin temelini teşkil eden, Mekteb-i Hukuk-i Şahane ve en önemlisi Arap ve Kürt aşiretlerinin entegresi ve Osmanlı yönetimine olan bağlılıklarını arttırmak için büyük aşiretlerin çocuklarının okutulduğu Aşiret Mektepleridir. İkinci Abdülhamid Han›ın başlattığı eğitim seferberliği önemli bir atılım gerçekleştirmiş ve ileride vatanına hizmet edecek, devletin ayakta kalmasını sağlayan eğitimli kesim bu okullarda, başta Osmanlıca, Farsça ve Fransızca (hükümdarlığının son dönemlerinde de ülkeye gelen Alman subaylarının sayısının artması ile Almanca) dilleri ile Abdülhamid Han›ın eğitim sistemi doğrultusunda yetişmişlerdir. Daha fazlası; 1908 devrimini yapanlar ve Sultan İkinci Abdülhamid Han›ı tahtından indirenler de aynı okullarda ve aynı fikirlerle yetişen gençlerdir. Bu yüzden de bir bakıma kendisini tahtından indirenleri,(İttihatçılık ve Terakkiperverlik fikrini) ülkenin tüm para ve enerjisini harcayarak kendisi yetiştirmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile kurulan ulus devletlerin ve cumhuriyetimizin kurucu kadrolarının hepsi, istisnasız Abdülhamid’in okullarında ve onun eğitim sistemi ile yetişip mezun olmuşlardır. Sonuç olarak Tanzimat ve sonrasında yapılan atılımı elbette Osmanlı için bir Rönesans dönemi olarak görecek değiliz fakat bu gün bile gerçek anlamda bir yenilenme gerçekleştirmek istiyorsak, o dönemin ışığında eskiyi yıkmadan bir atılım yapmamız gerekmekte ve eğitim sistemi tamamlanmadan, mevcut sistemin sonuçları görülmeden plan ve programsız yapılan hamlelerin eğitim ve öğretime bir katkı sağlamayacağını bilmemiz gerekmektedir. Olması gereken ise eğitimde niteliğin arttırılması, eskisi gibi Türk-Müslüman Okulları’nın diğer ülkelerde ki varlığının çoğalması, köklerimize ve özümüze bakarak bir yol haritası belirlenmesidir. *Fatih Gelenbevi Anadolu Lisesi 10. Sınıf Kasım’14 • 43
TARİH
BATI İLERLEMECİ AKLININ VAKIF KÜLTÜRÜMÜZE ETKİSİ Mustafa Fatih YAVUZ
H
ayırlara vesile… İçerisinde bulunduğumuz zaman ve mekânları, medeniyet anlayışlarının son hali olan mimari ile idrak etmeye alışkınız. Aldığımız rendeleyici, insanı yine kendisinden ayıran, eğitim gördüğü alanlarda tarih adına ‘’taştan yüzler’’ gören bir nesil olarak, mimari üzerinden medeniyet algılama ve okuma çabamızın yetersiz olması malumunuz. Teknik olarak mimari harikası eserlerimizin yanı sıra bu eserlerin ortaya çıkmasında ki akıl, esas olandır. Nitekim medeniyetlerin kurucu unsuru olan akıl, şeklen değil, değerler ola-
44 • Kasım’14
rak belirmiştir. Kaynağını Kur’an ve sünnetten alıp, ıslah etme yolunu kendi politikası olarak belirlemiş Osmanlı toplumu, kendi kurumsallaşmasını bugünün modern algılayışında küçük görünen ancak, sonuçları itibari ile kurucu unsur sayılabilecek vakıf kültürü üzerinden sağlamıştır. Bu hakikatleri görüp, bunlar üzerinden bir sorgulamaya gitmek, çeşitli alanlarda taşları yerine oturtacaktır. İbn-i Haldun’un umran olarak nitelediği oluşumunu, insanın yaşamından yola çıkarak tasvir etmiştir. Çocukluk dönemi, Gençlik Dönemi, Ol-
TARİH gunluk-Yaşlılık Dönemi… Mimari bu dönemler içerisinde, olgunluk dönemi içerisinde yer alan bir alandır. Bu mimari eserlere, şekli itibari yerine altında yatan akla bakarak bir okuma yaptığımız da, ıslah ediciliğin, birey toplum ilişkisinin, peygamber efendimiz (s.a.v) emrolunduğu vahyin esaslarını yerine getirirken kullandığı metodu (nebevi yöntem) görürüz. Osmanlı vakıf kültürü olarak nitelediğimiz, Osmanlı halkının bu politikası, Osmanlı için o kadar önemli bir unsur haline gelmiştir ki, Osmanlı medeniyeti bir ‘’Vakıf Medeniyeti’’ olarak anılmaya başlanmıştır. Ancak, burada ki aklı anlamaya çalıştığımızda yine önümüze, doğru anlamlandırmaya engel çeşitli unsurlar belirmeye başlar. Bu ise vakıf kültürünün, ilerlemeye vesile olan yapılar olarak görülmesidir. Bu da 21. YY Türkiyesi’nin ilerleme anlayışının, Osmanlı Vakıf Kültürü’nü anlama ve uygulama açısından son derece vahim bir yanlış, bazıları için ise kullanılmaya hazır bir silah olarak kullanılmasına yol açmıştır. Bugün dünyada hâkim olan modern ilerleme anlayışı, kazanımı yine bu dünyada vaat eder ve dikey hedefleri ilerleme olarak gösterir. Ancak, bu sorun konumuz olan vakıf kültürüne yansıması, kurulan yeni vakıfların, ıslah edici unsurundan öte araçsallaştırılmasına, dikey hedeflere ulaşılmasında bir basamak olarak görülüp, genel ve en net tabiri ile ruhuna ve var oluşuna aykırı bir mesele haline dönüşmesine sebebiyet verir. Bu anlayış, Müslüman bireyin, karakterine de yansımaktadır. Sorunların çözümünde başvurulacak materyallerin ve kurumların belirlenişinde hâkim olan akıl çoğu zaman modern batı ilerlemeci aklıdır. En basit ifadelerle, ailesinin ihtiyaçlarını gidermek yerine, protestolara katılmaya öncelik veren gencin yaşadığı tam da bu cinsten bir travmadır. Çünkü İslam’ın ıslah ediciliğinde ki metod, insanın önce kendisinden başlayıp, aynı değişimin ailesi için de gerçekleşmesi gerektiğini umup, sonrasında tebliği ailesine ve çevresine yayması gerçeğinden hareketle, gittikçe büyüyen bir halka şeklinde ifade edilen bir önceliğe sahiptir. Bu da Osmanlı vakıf kültürünü şekillendiren ana unsurdur. Osmanlı’da kurulan vakıfların amaçları adeta bu konuda bizlere değişim için yapılan ıslahın başlangıç noktasını işaret
etmektedir. Örneğin, Yetim Çeyizi Donatan Vakıf, Suyu Soğutan Vakıf, Helva Dağıtan Vakıf, Sakatlanan ve Hastalanan Göçmen Kuşlarını Tedavi Eden Vakıf… Bu örneklerden anladığımız, insanın cüzi iradesi ile çevresine duyarlı şeklinde kullanılan içi boşaltılmış ifadeler yerine, ıslah edicilik anlayışını hayata geçirmesinin yollarını bu vakıflar üzerinden inşa ettiği olmalıdır. Bu ise, vakıf kültürünün ilerleme gayesi gütmediği, toplumun ıslah edilmesinin önceliğini yani yatay düzlemde ve derinlemesine bir ıslahın hem yönünü hem metodunu gözler önüne sermektedir. Bu anlayışın çöküşünün aşamalarını en iyi anlatan tanımlamalardan biri Arnold Toynbee’ye aittir. Toynbee ‘’Medeniyet açısından siyasi parçalanmayı dikey, içten çözülmeyi yatay parçalanma’’ olarak algılar. Bu açıklama, değişimin ve gelişmenin yönünün toplumsal olduğunun tersten bir ifadesidir. Nitekim yüce Allah (c.c) Kur’an’da Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. (Diyanet Vakfı Tercümesi Ra’d 11) buyurmuştur. Kurtuluşu kendinde aramayan Müslüman bir topluluk için bundan öte bir rehber yoktur. Islah için toplumun değişmesi ana meselemiz olmalıdır. Kasım’14 • 45
TARİH
Dinimizle Yaşayacağız!1 Mehmed Akif ERSOY Sadeleştiren: Fatih Kadir DEMİREL
46 • Kasım’14
TARİH
Kasım’14 • 47
GÜNDEM
KOBANE’NİN KURBANLARI KİMLER? Büşra KÖSESOY 48 • Kasım’14
GÜNDEM En kolayıydı görmezden gelmek. Göz kapaklarımı sıkı sıkıya yumuyorum, kulaklarımı kapatıyorum yaşanmamış olması için yalvarıyorum Allaha. Gözlerimi açınca bir annenin ıstırabı yine boylu boyunca karşımda… Henüz 16 yaşındaki bir çocuk. Karıncalanıyor ellerim, sonra kardeşim geliyor aklıma nefes alamıyor gibi oluyorum. İçim kaldırmıyor, aklım almıyor. Koyacak yer bulamıyorum. Söylenecek binlerce kelimeye inat, boğazım düğümleniyor. Yüzlerce yorum… Tiksiniyorum konuşulanlardan; utanıyorum o aileye sorulan hadsiz ve ahmakça sorulardan. Bir Yasin’i daha kurban verdik. İnanın tükenmiş ve yorgun hissediyorum. Bayramın 3. Günü sanırım. Öyle karışık ki her şey olayların bu raddeye gelmiş olmasına hayret ediyorum. İlk defa molotofların içinde kaldım. Yüzleri maskeli, 15 – 20 yaş arası, yaklaşık 10 kişi yolu kapatmış, yarıya kadar barikat kurularak ateşe verilmiş yoldan geçtik. Annem dua ediyor, kardeşlerim korkuyor… O gün bu kadar büyüyeceğini hiç tahmin edemediğimiz olayların ilk zamanları. Henüz zarar verme yok, yakıp yıkma yok, canice katletmeler yok. Sonra terörist cenazelerinin geldiği söylendi köye, zılgıtlar ve alkışlar eşliğinde gömülmüşler. İnternetten izledim videoları, burası Mardin mi? dedim kendi kendime. İlçelerde olaylar çıksa bile merkez karışmazdı pek, kepenk kapatmalar TV’de izlediğim haberlerden ibaretti benim için, bir marketin yakılmasını izlememiştim hiç. Son seçimlerde belediyeyi almış olmalarının vermiş olduğu cesaret miydi bu? Kaçakçılık yapılan tüm yolları bilen insanların Kobane’ye desteğe gitmek için illa sınırdan geçmek istemeleri, sınırda olay çıkarmaları düşündürücü. Gece saat 2 civarı, apartman titriyor, uyku sersemi ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Apartmanın üzerine döşenmiş güneş panellerine vuruyorlar Kobane kurtulmadan kimseye uyku yokmuş. Gecenin özeti zılgıtlar, tencereler, tavalar ve uykusuzluk. Sabaha uyandığımızda yakılıp yıkılmış onlarca iş yeri, bunu yapanlara karşı öfkesini bastıran binlerce insan. Şehir sessiz…
Kendi aramızda bile konuşmaya çekindiğimiz, gizlenen bir şeyler var sanki. Kuzenimden duyuyorum sloganları “em nebin yek eme herin yek bi yek” bundan 1 yıl önceki gezi olaylarını anımsatan sloganlar. Kürtlerin Gezisi mi bu? Yoksa planlanan Kürt baharı senaryosunun bir parçası mı? İkindi vakti büyük bir olayın olacağı konuşuluyor. Bu tarz olaylar genellikle organize gerçekleşir. Akşam ne olacağı belirsiz, hele merkeze uzak ilçe ve köylerde devletin, polisin olmadığı saatler. Mardin’in karıştığını duyup arayan arkadaşlardan ortak bir arkadaşımızın Hakkâri üzerinden İran’a gitmeye çalıştığını öğrendim. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı, yollar kesilip araçlar aranıyor bu kargaşa ortamında başlarına gelebileceklerden sorumluymuşum gibi hissediyorum. Yapmadığım bir şey yüzünden mahcubum. Bundan 20 sene önce yaşanmış ve ben çocukken büyüklerimin derin derin geçmişi yâd edişlerinde duyduğum hikâyelerden birindeyim sanki. Işid denen örgütün ne ara bu kadar güçlendiğini, çocukluğumda dünyayı kavuran Hizbullah’ın nasıl ve neden fişi çekilmişçesine çekmeceye kaldırıldığını anlamaya çalışıyorum. Bu günler için mi saklanmışlardı? Bir yanda kendini Kürtlerin savunucusu ilan eden HDP diğer yanda Müslüman Kürtleri temsil ettiğini söyleyen HÜDA-Par. Peki, ben bu işin neresindeyim? Neden beni temsil ettiğini idea eden bu iki grup benden bu kadar uzak? Kaçırmamamız gereken bir nokta daha var Müslümanlara zulüm ediliyor algısı oluşturup hangi grupların tabanlarına sempatizan toplanıyor? Birilerinin mazlum rolünü çalarak kendilerine durumdan vazife çıkarıyor olması endişelendiriyor beni. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmakta var bu işin sonunda. Hizbullah’ın yaptıklarını unutan varsa ben hatırlatayım imam ve âlimlerin lime lime edilişlerini. Aklımdan bir yığın senaryo geçiyor. Şu güne kadar yaşadığım topraklarda PKK’nın çektirdikleri malumunuz peki şu son bir ay içerisinde türeyen yeni figüranlar neyin nesi? İslam coğrafyasında şehit edilip adı dahi anılmayan binlerce Yasin’e selam olsun.
Kasım’14 • 49
ATÖLYE
Bir Duvar Ötesine Meydan Okumak Ervanur ERDOĞAN
Bir oyun vakti, toplamıştı bizi sahil köşelerine. Gökyüzünün özgür havasına şiir yazan çocuklardık. Aramıza cennet girdi. Gök kubbenin altında koşuşurken cami avlusuna, o ezan sesleri ki; bedenimize siniverdi. Bir şehirden bahsediyordu Hamza. Gözleri göğe dönük, yüreği secdede bir şehir. Kudüs diyordu. Dilinin ucuna geldi de yarım kaldı kelimesi. Avuçlarına doldurduğu ikinci ezanı beklerken, haber vermedin. Vefa borcum var. İnanmışlığın bakışı en çok sana yakışır. 16 yaşa ‘Secde’ sığdırmandan belli. Emanet ol cennete... Hamza, burada başladı hikâyemiz. Kafataslarına siyah bir enjektörle perde çekilmiş melon şapkalı adamlar, bizim şehrimizden seyrediyorlardı bizi. Yüzünü yıkamamışsın be adam! Gözaltlarına sinmiş bebek ağlamaları. Kar tanesi gibiydik. Bembeyaz. Avuçlarımız
50 • Kasım’14
arasında eritirken kum tanelerini, tükettiler soluğumuzu. Benzin dökmek istediler tekbir seslerine. Hiçbir renk yakıştırılmadı göğe. Griye bulanmış güneş, şehrin üstüne çökerken. Ve bizler soluk almanın bile şükrünü öderken bu göklerden yükselen peygamber sedasıydı. Şimdi yüreği ‘Evlat Hicreti’ bir annesin Gazze’m. Sütü boğazında kaldı Kudüs’ünün. Sen söylüyorken, Abdullah’ın, Cafer’in, Hamza’nın özgürlük türküsünü. Acı’nın acı çektiği günlerden her gündü. Hani beyaz kâğıtlar üzerine, Fatiha çizen çocuklar vardı. Şunu bilki kir suratlı adam, bu kurşunlar inancı delip geçmiyor. Bizler her gece, esmer buğusuyla düşlüyoruz Kudüs’ü. Bir kan deryasında araya duruyoruz, az önce yanı başımızda olan babaları, göğsümüzde ‘ ‘Elhamdülillah’lar ile uğurluyoruz Firdevs’e. Sularda vuruluyor bu şehirde. Henüz şiirimi
ATÖLYE
bitirmedim. Gülüşümden anlayabilir misiniz acının rengini? Ey Semud! Ebu Cehil’in harcanmış çocuğu! Sana zaten en çok lanetli denizinde yüzmek yakışır. Korkularına tepeden bakıyoruz. Sadece çocuk bakışının lehçesi yoktur yeryüzünde. Peşimden gel Gazzem, bu şiiri sana yazıyorum. Dört duvar çözülüyor baharın gelişiyle. Soylu bir zeytin ağacında, sayıyorken Esma-ül Hüsna’yı, İbrahim peygamberin duası dolduruyor sofraları. Zulüm dediğin şey, ayırmaktı bir evladı anadan. Bu akbabaların ayakları ruhsatsız. Nasılda ezip geçiyor rastgele, ocak kapılarını. Burada doların birimi geçmiyor, bu yüzden mi sessiz dünya? Beton suratların sancısını çekiyoruz. Her şafağın doğuşunda kurşuna diziyorlar bir şiiri. Güzelim akşamlarda bir kızıllık zuhur etmiş. Bu kızıllık güneşin değil. Bir el üzerinden kanat çırpan bombaların kızıllığı. Dünya Filistin’i anlamadı! Kurşunlar uyukluyor dizlerimin üzerinde.
Zulüme yüz çevirmek bir sistem politikası. Dağlar gibi yaşıyorsunuz insanlar. Bizleri sormayın, bizler cuma namazında en ön safta yahut taş elimizde cihattayız. Ey yüce denilen ‘cüce’ mahkemeler! Avuçlarımıza aldığımız son taş da bitti. Çocuklar kırılgandır. Kurşunla çıkarmayın kırkımızı. Ölmek rastgele gece yarısından sonra yahut üzerine çamur sıçrayan eski ayakkabıyı silerken. Şimdi dünyayı taşıyorlar buradan, bir muhacir gemisinde. Varsın biz yürüyelim cennete. Pürüzlü camlar ardından el sallayın bize. Silahlardan söz edemiyorum. Bir ara elbet güneş doğacak. Kudus’üm. Bu yurdun kınalı gelini. Bir sonbahar yaprağı düştüğü vakit Gazze’ye, kabuğunu çatlattığı zaman şiir, kapatıyor olacağız usul usul gözlerimizi. Öpeceğiz Kudüs’ü, elini ayağını bağlamadan Gazze’nin. Ve en güzel vakitte secde edeceğiz Yaradana. Bu toprak kokusunu göklerden duyuyoruz. Bir gün ah bir gün... Dualarıma bir ‘vav’ kondurayım. Çocukların duası makbuldür.
Kasım’14 • 51
ATÖLYE
Anılar Diz Çökebilmeli Bazen Bahtiyar Umut ÖZER
Ağlamak için sebep aramak gerekir mi dünyada? Gözyaşlarını; yüreğinde hiç durmadan akan ve her fırtınada yeniden canlanan duygularına şahit etmek için, sebepler gerekli midir hep? Gece, dünyanın üzerine simsiyah bir örtü misali çöktüğünde; yatağının derin sessizliğine eşlik eden anılar yetmez mi gözlerinde yaşlar biriktirmeye? Yeter... Hem de günlerce, haftalarca belki yılların kovaladığı bir hayat boyunca. Ben, hep güzel anılarım kalsın istedim dünyada. Karşımda boş bir sandalye, elimde sıcacık bir çay; yalnızlığımın demini, zihnimde yakaladığım anıların sıcağıyla almaya çabaladığımda; yüzümde tebessüm, kalbimde de huzurun çiçekleri açsın istedim. Fakat hayat bana; her ne kadar gözyaşlarımla sulasam da, kalbimin sıcağıyla beslesem de; tohumunu yüreğime ekmediğin çiçeğin açmayacağını söylüyor sanki... Yalnızca birkaç ay öncesini hatırladığımda dahi yüreğime çöken ağırlığın altında eziliyorum. Zihnimi delik deşik, bedenimi ise paramparça hissediyorum. Çünkü geride bıraktıklarım kırık dökük kalmış hep. Hatırladığımda bunların yüreğime batmasını engelleyemiyorum. Düşünüyorum... Nereye kadar bu karamsar hallerimi devam ettireceğim ki? Kanayan ruhuma karşı bu inadı ne zamana kadar sürdüreceğim? Bitmeli... Artık bana acı veren her anı; zihnimin en kuytu köşelerinde yer bulmalı kendine. Neden mi? Çünkü şu an elimde, Allah›ın bana verdiği, lütuf ve 52 • Kasım’14
keremiyle süslediği bir nimetin üzerindeyim... “An...” Ve bu ‘an’lardan oluşmuş bir can... Eğer geçmişe takılıp kalırsam, Allah’a adım adım yürümem gereken kulluk yolunda nasıl yol alabilirim ki? Dalgaların kesilmesine ve artık umutların tükenmesine rağmen yavrusundan asla ümidini kesmeyen Nuh(as)’ı Kuran’ında bana örnek olarak anlatan Allah’a her secdemde ‘Rabbim’ diye yalvarırken... Ateşe düşerken dahi yardım istemeyen, ‘Bu halimi Allah biliyor ya’ cümlesinde hayatını O’na teslim eden İbrahim(as) gibi yalnız Rabb’imi kendime dost bilmişken... Firdevs cennetlerine girmem için her anı bir silah bilip, gayret taşıtlar bilemem gerekirken... Nasıl olduğum yerde sayabilirim ki? Geçmişe takılıp nasıl kalabilirim ki? Yüreğim acıyarak, içim kanayarak, ruhum yaralar alarak da olsa; ben Rabb’ime yürümeyi nasıl bırakabilirim ki? Bırakamam... Şah damarımdan daha yakın olan Rabbim; beni bile bana bırakmazken, ben onu asla bırakamam! İşte, Üzerini gözyaşlarım ile tane tane işlediğim en güzel sebep, Rahman›dan ayrı kalışım, O›nun hasretini çekip, şu dünya zindanlarında sürgün yaşayışım olsa gerek.
MEDYA
Basından Yansıyanlar “6-7 Ekim Olayları”nın Sosyal Psikolojisi
K
endisini mağdur olarak tanımlayan, hak arama mücadelesi yaptıklarını söyleyen, bir milletin onuru için mücadele ettiklerini ifade edenler nasıl oldu da gaddar bir şekilde insanları kesip yaktılar? Sosyal psikolojinin önemli isimlerinden Philip Zimbardo “insan doğası geçişkendir, iyiden kötüye kolaylıkla geçebilir” der. Dünün mazlumları, bugün kolaylıkla zalim olabilir. Gandi filminde şöyle bir sahne vardır: İngilizlerin emrindeki Hintli askerler, göstericileri döverek kovalar. Bir noktada göstericiler geri döner ve askerleri kovalar. Askerler bir karakola sığınır. Göstericiler karakolu ateşe verir ve onları diri diri yakarlar. İnsanları sokağa çıkmaya davet ederek olayları başlatan Demirtaş ise kendisini şöyle savunuyor: “Ben sokağa çıkın dedim, öldürün demedim.” Garip bir savunma. Açıklama en ufak bir vicdan sızlamasını veya ufacık bir hata yapmış olabileceğine dair bir imayı içermiyor. Üstelik bu açıklama öngörüsüzlük de içeriyor. KCK örgütlülüğünde hassaslaşmış bir kitleyi sokağa davet etmenin, bu türden katliamlara yol açacağını öngörememek de olukça vahim.
Eğer kitleleri protesto gösterisi, miting veya kampanya şeklinde içeriği ve talepleri belirli bir şekilde değil de, sokak gösterilerine çağırıyorsanız, bu onları vurmaya, kırmaya, yakmaya ve öldürmeye çağırıyorsunuz anlamına gelir. Sokağa çağıranlar ya tüm bu ölümlerin olmasını istediler, ya da kitle psikolojisi açısından cahiller. [Sabah Perspektif, 18 Ekim 2014] – Medaim Yanık
B
Pkk’nn Cadı Avı
u büyük trajedinin, bu tarihe geçecek sorumsuzluğun, Kürtlerin 6-7 Eylül hadisesinin baş sorumlusu insanları yalanlarla dolduruşa getiren, sokakta IŞİD’çi avına çağıran HDP ve Kandil’dir. Daha birkaç gün önce HDP’li vekil Pervin Buldan’ın kızını bile hedef göstermekten çekinmeyen YDG-H gibi çetelerin, Kandil’in, Demirtaş’ın bir talimat uzağında durması; Cumhurbaşkanlığı’na talip olmuş, büyük sempati toplamış Kürt siyaseti için utanç vericidir. Hesabı önce, yaktıkları Atatürk büstleri için aman AKP karşısında müttefiklikleri zedelenmesin diye CHP’ye, Gezicilere değil, yakınları öldürülen, yaralanan, evleri, dükkânları yağmalanan, yakılan Kürtlere vermek zorundadırlar.
Neden sokağa çağırırken şiddete karşı uyarı yapmadıklarını, olayların büyümesini devrim, serhildan diyerek zevkle izleyip medyalarından verip, akıllarının neden 24 insan ölüp, yüzlerce okul, bina dükkan, ev, dernek yakıldıktan sonra geldiğini de anlatmak zorundalar. Eğer önceki gece bir devlet heyeti İmralı’ya gidip Öcalan’ın, bu kez kardeşinin ağzından değil bizzat kendi el yazısıyla kendi arzusuyla yazdığı “durdurun” mesajını Demirtaş’a ulaştırmasaydı bu cadı avı, 2014 yılında yaşadığımız bu 6-7 Eylül hadisesi kim bilir kaç can daha alacaktı. Şayet Bahçeli, kendi kitlesini IŞİD Telafer’i işgal ederken sokağa çıkarsaydı, aynı talan, öldürme, yakmaları Ülkücüler yapsaydı, bugün onlara nasıl muamele edileceğini bir düşünün isterseniz. Bu ölümlere karşı ayrım yapmadan iki kelime edemeyen insan hakları örgütlerinin, siyasete, müzakereye taş, molotofkokteyli kadar değer vermeyen siyasetçilerin, “Kürtlerin hassasiyeti” diye olayı açıklayan insan hakları savunucularının, “TC düştü düşüyor” diye vandalizmden bildiren sivil toplumcuların, sokaklar karışınca heyecanlanan yaşlı devrimci abilerin, kan akınca “bölge”ye koşan akbaKasım’14 • 53
MEDYA baların basiretsizliğini Öcalan telafi etti yine. Öcalan’ın bu olaylar için o mektupta tam olarak ne dediğini ilk HDP görüşmesinde öğreneceğiz. Ankara’da konuşulan “Hem çözüme hem de Kobani’ye yardım edilmesine karşı bir sabotaj” değerlendirmesi yapıp yapmadığını mesela. Tabii bunu kamuoyuna söyleyecek cesaretleri olursa… PKK resmi tarihinde hâlâ Öcalan’ın devletle vardığı 1 Eylül 1998 ateşkesinden hemen sonra Suriye’den çıkıp Avrupa’ya gidişi “9 Ekim komplosu” olarak anıldığına göre durum çok parlak görünmüyor. Belki 9 Ekim 2014 de ileride Öcalan’ın komployu bozduğu tarih olarak geçer… Yıldıray Oğur- Türkiye10.10.2014
Süreç ve İki Farklı Kırılma Alanı
M
emleketin genel sorunlarından bağımsız olmayan, yılların tortulaşmış, kangren olmuş Kürt meselesi sadece etnik aidiyet meselesinden ibaret değil. Kürt meselesi devletin Müslümanlıkla imtihanından da bağımsız değildir. Son öfke ve hınç kalkışmasında IŞİD bahane edilerek din ile ilişkilendirilen kurum ve şahısların hedef alınması memleketin tümünden duygusal kopuşla dinden kopuşun özdeşleştirilmesi gibi bir stratejik bir algı yönetimi kanaatini doğrulayan pek çok olgu var. Çözüm süreci ile ilkel ulusçu devlet politikalarının terkedilme sinyalinin verildiği bir dö-
54 • Kasım’14
nemde daha ilkel örgüt politikaları marifetiyle Kürtlerin seküler ulusçuluğa rehin verilmesi sorunu ile karşı karşıyayız. Muhafazakar siyaset, devletle ve resmi ideolojiyle eklemlendikçe dini hassasiyeti olan Kürt yapılanmaları, cemaatler, geleneksel otoriteler de örgüt eliyle hedef tahtasına konuyor. Müslüman Kürt halkının sekülerleştirilmeye kan ve kin pompalayarak icbar edilmesine imkan verecek adımlar sadece barış sürecini bozmayacak, uzun vadede bu memlekette Müslümanlığın asli unsurlarından birinin ötekileştirilmesine de sebep olacaktır. Müslüman Kürtlerin ayrı bir kimlik inşasının seküler ulusçuluktan geçtiğini düşünenler, mümkün olduğunca İslami temsiliyetleri devre dışı bırakmayı, ötekileştirmeyi deneyecektir... Süreç Kürt politikalarının önemli bir merhalesi olabilir ama Kürtlerin tümünü rehin almalarına da izin verilmemeli. Akif Emre- Yeni Şafak16.10.2014
Kobane Kürt Sorununun Kendisidir
B
ugün Bakur sınır hattının önemli bir kısmı IŞİD’in denetimi altındadır. IŞİD, Türkiye’nin ve dünyanın gözü önünde bu hattı denetime aldı. Şimdi bu hattan sürekli olarak Kobanê’ye ve Mürşitpınar sınır kapısına saldırıyor. Angajman kuralları her gün onlarca top ve füze ile ihlal ediliyor. AKP ise top atışlarını gerekçe göstererek köyleri boşaltıyor. Angajman kurallarını ihlal eden IŞİD çetelerine karşılık verece-
ğine halka yöneliyor, Pirsûs’u boşaltmaya çalışıyor. Nedeni açıktır. AKP tampon bölgenin Bakur ayağını hazırlıyor. Ve bu kirli planın bir parçası olarak top atışlarının danışıklı olduğu görüşü kuvvet kazanıyor. Öte yandan AKP kendisinin neden olduğu halkın ve toplumun en meşru hakkı olan protestoları ve ardı sıra gelişen sokak çatışmalarını, PKK-Hizbullah çatışması gibi yansıtıyor. Bu çok iyi planlanmış bir algı operasyonudur. AKP bu operasyonla bir; Kürtleri birbiriyle çatıştırmak istiyor. İki; tekrardan bir PKK ve Hizbullah çatışması yaratmayı hedefliyor. Böylece faşist IŞİD çeteleri ile olan ortaklığını gizleyerek dikkatleri kendi üzerinden farklı bir yöne kaydırmak istiyor. Kürtler bu kirli ve tehlikeli oyuna gelmemelidir. Bu devlet yüzyıldır aynı şeyi yapıyor, Kürtleri birbirine kırdırtıyor. Artık Kürtler Türk devletinin bu iğrenç siyasetine dur demelidir. Kendisini kullandırtmamalıdır. Dün olduğu gibi bugün de Kürt halkı büyük katliamlarla karşı karşıyadır. Bu halk artık bu katliamcı siyasete YETER demekte ve kendi kaderini kendisi tayin etmektedir. Demokratik çözüme gelmeyen, müzakereyi reddeden devlete karşı Kürt halkı da kendi çözümünü ortaya koyacaktır. Gelinen aşamada bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Direniş bu sürecin can damarıdır. Hiç kimse de halkımızın ve demokratik güçlerin bu büyük direniş ve özgürlük kalkışını kıracak ve pasifleştirecek tutumlara girmemelidir. Bese Hozat- Özgür Gündem16.10.2014
MEDYA 6-8 Ekim olayları veya zehirli ağacın meyvesi
F
arklı düşünceye tahammül, sahip olunan fikrin kalitesiyle doğru orantılıdır. Kürtlerin geçmiş acı tecrübeleri de, farklı siyasi eğilimleri, birbirini yok etmeye, baskı altına almaya veya düşmanlaştırmaya değil, anlamaya ve anlamlandırmaya icbar eden niteliği ile önümüzde duruyor. Bütün bu gerçekliğe rağmen en azından Kürt meselesinde ortaklaşması beklenen Kürtlerin, şiddet düzleminde karşı karşıya getirilmesi çabalarının ciddi biçimde, en çok da HDP tabanında sorgulanması gerektiği muhakkaktır. Çözüm süreci ile bir yandan Türkiye’de kalıcı barışın tesis edilmesine çalışılırken, öte yandan Kürtlerin kendi arasında çatışmasına seyirci kalınması Türkiye toplumu açısından da mümkün değildir. Çözüm sürecine, sadece PKK’nin değil, Kürtlerin tüm örgütlü yapıları başta olmak üzere, aşiretlerinin, medrese âlimlerinin, kanat önderlerinin muhatap alınarak katkısı sağlanmalı, hem Türkiye’nin hem de Kürtlerin iç barışına hizmet edecek diyalog ve müzakere zemini oluşturulmalıdır. Siyasal ve toplumsal şartlar her ne olursa olsun HÜDA PAR, görece zor şartlar altında siyaset yapmaya talip olan, inanış ve anlayışı çerçevesinde içinden çıktığı halkının sulh ve selameti için, itidali ve sağduyuyu elden bırakmadan, can ve mal güvenliğinin tehlikede olduğu zamanlarda gerekli tedbirleri alarak meşru müda-
faa hakkını kullanmak dışında, şiddetin siyaseti boğmasına fırsat vermeden siyasi yürüyüşüne devam edecektir. Av. Serkan Ramanlı- Hüdapar GİK Üyesi
Reyhanlı’dan Ayn El Arab(Kobane) Kadife Darbe Süreci
A
maç, Türkiye’nin bir kara harekâtı yaparak Suriye’ye girmesi, işgalci konumuna sokulması, Suriye’de çatışan tüm gruplar, Suriye yönetimi, Iran ve Rusya ile karşı karşıya getirilerek yıllarca sürecek ve nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir kaosa sürüklenmesi; belki de parçalanmasıdır. Türkiye bu oyunu bozmak ve Suriye topraklarına girmemek için ayrı bir tez ortaya koymuştur. Türkiye’nin tezi, sorun sadece İŞİD değil; sorun, Suriye’nin içinde bulunduğu durum ve Suriye yönetimidir. Bundan dolayı mesele bir bütün olarak ele alınmalıdır. Ayrıca Kobani’ye gelinceye kadar İŞİD, Irak-Suriye hattında pek çok yeri işgal etmiş, insanları göç ettirmiştir. Kürt bölgesine yönelince gösterilen hassasiyet, diğer bölgelerde niye gösterilmemiştir? Diğer taraftan İŞİD bir terör örgütü ise PKK ve PYD’de de bir terör örgütüdür. PKK ve PYD terör örgütlerine askeri yardım yapmanın mantığı nedir, amacı nedir? İki terör örgütü birbirleri ile savaşmaktadır. Birini diğerine tercih etme sebebi nedir? Bu tez, oyunun birinin bozulmasına fakat diğerinin kapısının aralanmasına imkân vermiş-
tir. İkinci oyun, PKK-HDP-BDPKCK’nin Kadife darbenin üçüncü halkasında, Kadife darbenin eylem strateji ve taktiklerini uygulayacak bir örgüt olarak yerleştirilmesi ve Kürt Kavmiyetçiliğinin ağına takılmış olan kitlelerin sokağa çıkartılarak ülkeyi kaosa sürüklemesidir. Bu ikinci oyun, 7 Ekim 2014’de, KCK’nin ve HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın ve diğer HDP yöneticilerinin Kürtleri, solcuları ve tüm siyasi iktidar karşıtlarını sokağa, eyleme çağırması yürürlüğe sokulmuştur. Türkiye’nin pek çok vilayetinde, son derece vahşi, kanlı eylemler gerçekleşmiş, 40 civarında vatandaşımız ölmüş, yüzlerce insan yaralanmış ve iş yerleri, sokaklar yangın yerine çevrilmiş, yağmalama hadiseleri gerçekleşmiştir. 7 Ekim 2014 tarihinden itibaren Türkiye’deki Kadife Darbe sürecinin genel yönetim yapısındaki üçüncü halkasında örgüt bazında bir değişiklik olmuştur. Gülen hareketi PKK-HDP-BDPKCK’ya yerini terk ederek bir dış halkaya kaydırılmıştır (Şekil 4). Dikkat edilmesi gereken nokta, kitlelerin bu denli vahşice davranmasının sebebi o anki çağrı ve onun muhtevası olmayıp Reyhanlı’dakine benzer bir Psikolojik Harekâtın aylar öncesinden yürütülmeye başlanmış ve bir şuur altının oluşturulmuş olmasıdır. Kadife Darbenin Kobani aşamasının diğer boyutları daha sonra ele alınacaktır. 17.10.2014 Prof. Dr. Burhanettin Can Milli Gazete Kasım’14 • 55
ETKİNLİK Hanımlar için Üniversite Yaş Grubu Faaliyetleri
Güzel Ahlak’a Psikolojik Bakış Uzm. Psk. Saliha Can Üstün “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 3/104) çağrısına kulak veren müslümanlar olarak en önemli vazifelerimizden birinin tebliğ olduğunu, bu vazifeyi yerine getirebilmenin yegane yolunun ise Kur’an ahlakıyla ahlaklanıp, örnek bir hal dili geliştirmemiz olduğunu biliyoruz. Bu amaçla, psikolojinin teorik arkaplanının gündelik hayattan örneklerle müslümanın şahsiyetine uyarlanacağı ve karşılaştığımız sorunlara yaklaşımımızın ele alınacağı dersimizde, Uzm. Psk. Saliha Can Üstün Hocamızla, her Cumartesi 10:00’da buluşuyoruz.
Örnek ve Önder Hz. Peygamber(sav) Abdullah Yıldız “Peygamberler insanlık için “en güzel örnek»ve “model kişilik”lerdir; onlar, Allah’tan aldıkları ilahî hakikâtleri sadece insanlara duyurmakla kalmazlar, bu ilkelerle şekillenen örnek hayatı bizzat yaşayarak yeni bir insan ve toplum tipi inşâ etmenin mücadelesini de verirler.” Her Cumartesi 11:00’de Hz.Muhammed (s)’in hayatını ve Tevhid mücadelesini, O’nu (s) tanımak, anlamak, anlatmak ve O’nun izinden yürümek amacıyla Abdullah Yıldız Hocamızdan dinliyoruz.
56 • Kasım’14
Hanımlar Kahvaltı Faaliyeti
Tefsir Dersi Tefsir grubu olarak, aralarında Elmalılı Hamdi Yazır, Kurtubi, İbn Kesir, Seyyid Kutub gibi müfessirlerin tefsir çalışmalarının da olduğu birçok tefsiri karşılaştırmalı olarak okumak ve bu sayede Kur’an’ı birçok tefsir çalışmasıyla anlamak ve hayatımıza Kur’an’la yön vermek amacıyla her Cumartesi 12:00’de toplanıyoruz.
Yazı Atolyesi – Raif Nas Raif Nas Hocamızla her Çarşamba 16.30’da, estetik açıdan dil, dilin felsefi ve toplumsal incelikleri, edebi metinlerin ve önemli yazarların tanıtılması, kendimizi ifade etmek, metin yazmak, kurgu oluşturmak başlıklarıyla, nihayetinde kendi cümlelerimizi kurabilmek amacıyla toplanıyoruz.
Cumhuriyet’in Tarihi Cevat Özkaya “Bu kitap, bugün yaşamakta olduklarımızı doğru çözümleyebilmek ve yaşayacaklarımız için isabetli bir öngörüde bulunabilmek için, yaklaşık yüz yıldır yaşadıklarımızı ortaya koyma çabasının bir ürünü olmuştur.” Bugünün Türkiye’sini daha iyi anlayabilmek için geçtiğimiz yüzyılın Türkiye’sini daha iyi okumamıza yarayacak “Cumhuriyet’in Tarihi” kitabını Cevat Özkaya Hocamızla beraber her Cuma 17:30’da tahlil ediyoruz.
Genç Öncüler Hanımlar Komisyonu olarak 11 ekim 2014 tarihinde üniversite yaş grubu hanımlarıyla açılış programında buluştuk. 135 kişinin katılımıyla gerçekleşen programımız kahvaltıyla başladı ve May Akra kardeşimizin Muddessir Suresi’ni okumasıyla devam etti. Genç Öncüler slaytını izleyerek silkelenip kendimize geldik: ‘Hasta kalplere ancak sen temiz nefesinden üfleyebilirsin, davan bir ve coşkun aslında. Sağına ve soluna bak! Omuzların dostluk aşındırıyor beş vakit.’ Ardından Kübra Özkan kardeşimiz, Genç Öncüler Hanımlar Komisyonu’nun ders ve etkinliklerini anlattı. Daha sonra sahneye çıkan Uzm. Psg. Saliha Can Üstün, her cumartesi devam edecek olan ‘’Güzel Ahlaka Psikolojik Bakış’’ başlıklı ilk dersini ‘’seksenaltıbindörtyüz saniye örneklik’’ konusuyla gerçekleştirdi.