9 771307 007009
ISSN 1307-007X
90
EDİTÖR'DEN
Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Burak Kalpaklıoğlu Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdulvahid Sipahioğlu Ali Tarık Parlakışık Ammar Balkaya Asım Ebrar Yıldız Burak Kalpaklıoğlu Esma Köse Orhan Özer Furkan Gençoğlu İsmail Akman Zeynep Rabia Genç Burak Türedi Furkan Kılıç Ayşenur Temelcan Ahmet Işıktekiner Ervanur Erdoğan Sümeyye Akgül Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk
#bagımlılıklasavas #bagımlılıklasavas www.genconculer.com facebook.com/GencOnculer www.genconculer.com twitter.com/GencOnculer facebook.com/GencOnculer twitter.com/GencOnculer
Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı/İST. Tel: (212) 567 39 40-41
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Muhterem Okurlarımız enç Öncüler Dergisi “eleştirinin olmadığı yerde putçuluk başlar.” öğretisini şiar edinerek Müslüman halkların içe dönük problemlerini gündemlerimize taşımaya devam ediyor. Genç Öncüler Dergisi bu ay günümüzün en büyük problemlerinden biri olan “muhalefet” ve “muhalefet dili” sorununa parmak basıyor. Hayatımızın her alanını kuşatması ge
G
Aralık’14 • 1
YAZI DİZİSİ
48 Öncesi İsrail Yayılmacılığı Ahmet IŞIKTEKİNER
Aralık 2014 • Sayı 90 • Yıl 11
DÜŞMANIN GÖZÜNDEN İLK KIBLE
07
İsmail AKMAN
16
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
12 İsra Hadisesine Dair / Abdülvahid SİPAHİOĞLU........................................................ 4 Düşmanın Gözünden İlk Kıble / İsmail AKMAN.......................................................... 7 Yazı Dizisi / 48 Öncesi İsrail Yayılmacılığı / Ahmet IŞIKTEKİNER............................. 12 Röportaj / Bülent Yıldırım ile Röportaj / Furkan GENÇOĞLU - Orhan ÖZER............. 16 Filistin’de Bİr Haftaasonu / Ammar BALKAYA........................................................ 22
İzzet ya da Zillet / Esma KÖSE................................................................................ 26
Bülent Yıldırım ile Röportaj Furkan GENÇOĞLU - Orhan ÖZER
Filistin’de Bir Haftasonu Ammar BALKAYA
38
II. Abdülhamid ve Siyonizm / Asım Ebrar YILDIZ..................................................... 28 Kar Zamanı / Zeynep Rabia GENÇ......................................................................... 32 Afrika - Beyaz Zenci X / Furkan KILIÇ.................................................................... 36 Şehitler ve Şahitler / Burak TÜREDİ........................................................................ 38 Sanat ve Gazeteci Mafyasının İnfazlarına Dair / Furkan GENÇOĞLU........................ 40
ŞEHİTLER VE ŞAHİTLER Burak TÜREDİ
Cemaleddin Afgani’nin ‘Dehriyyun’a Reddiye’ Risalesine Dair / A.Tarık PARLAKIŞIK. 42 Firak / Ervanur ERDOĞAN..................................................................................... 46 Basından Yansıyanlar ........................................................................................... 48 Kudüs Kitaplığı / Sümeyye AKGÜL............................................................ 50 Etkinlik .................................................................................................... 52
İnsana Dair / Uğur DEMİREL............................................ 56
22 2 • Aralık’14
Aralık’14 • 3
KARANTİNA
KARANTİNA
İsra Hadisesine Dair Abdülvahid SİPAHİOĞLU
H
üzün yılının hemen ardına isabet eden, hem Hz Peygamber’i (sav) hem de Mekke’de baskı altında bulunan Müslümanları hicrete hazırlayan yılların başında mahiyeti itibariyle –bilhassa modern çağın Müslümanlarınca- çokça tartışılan İsra Hadisesi doğrusu zor bir meseledir. Gönülden ve şuurla Allah’ın yüce şanını görenlere, idrak edenlere selam olsun! Zira O, kuluna bir takım ayetlerini göstermek için onu bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürmüştür. İsra suresinin ilk ayetinde haber verilen bu hadise nasıl olmuştur? Gece yürüyüşü anlamına gelen ve aslında Türkçe meallerde “götürdü” ifadesiyle karşılanan isra ve bu isimle anılan olayın akabinde miraç gerçekleşmiş midir? Yoksa hakikaten Hz Musa, Rabb’inin huzurundan dönen Muhammed (sav)’e üzerine yüklenen 50 vakit namaz yükünü çok bularak onu huzura dönüp pazarlık yapmaya ikna etmiş midir?
4 • Aralık’14
Son sorudan başlayacak olursak; Kur’an’ın peygamberleri ve yine peygamberlerine vahyeden Kur’an’ın bize tanıttığı Allah, bu sahnenin aktörleri değillerdir. Kim bilir tarihin hangi döneminde hangi tartışmanın ya da çekişmenin ortasında uydurulan bir diyalogdur bu namaz pazarlığı. Görülüyor ki tasavvurlarımızı belli bir çizgiye taşıdığımız zaman elbette ki kimi tarih kaynaklarında rivayet edilen bu sahneyi rahatlıkla bir kenara itebiliyoruz. Ancak ilk soruya baktığımızda kafamızın biraz karıştığını itiraf edelim. Bir rüya hali mi yoksa cismiyle Peygamber (sav) böyle muazzam bir yolculuk yapmış mıdır? Ne desek havada kalıyor. Allah’ın kudreti sonsuzdur. Öyleyse kim diyebilir ki kulunu bir gecede hem Kudüs’e götürmesi hem de oradan göğe yükseltmesi olacak iş değildir? Ya da bu Peygamber’in (sav) kalbini teskin için ona yaşıyormuşçasına hissettirilen bir rüya halidir dendiğinde bunun hikmeti az oldu diye niye itiraz edilsin?
Doğrusu hakikaten zor meseledir; bilhassa bu satırları yazan kimse için! Ancak gelgelelim sorulsa; ki meselenin bu zor veçhesi midir asıl sıkıntı? Gönül rahatlığıyla deriz ki: Hayır! Kur’an’ın haber verdiği bu yolculuğun keyfiyeti ve devamına ilişkin aktarılan rivayetlerin üzerinde dönen tartışmaları bir sonuca, hele ki herkesin gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir sonuca bağlamak neredeyse imkânsız gibi görünmektedir. Sadece bu sebepten dolayı değil ama bu tartışmaların Müslüman fikrini boğduğu dumandan dolayı da İsra hadisesini anlamak isterken ısrarla başka hikmetleri aramak gerekmektedir. Önce kamerayı biraz yukarı kaldırıp açıyı genişleterek bu hadisenin olduğu/ ya da olduğu rivayet edilen günlere hatta yıllara öncesiyle sonrasıyla kısa bir bakış atmamız ve bakarken birkaç soruya cevap aramamız gerekmektedir. Öyle ki ne için nereye baktığımızı bilelim! Allah neden muhtevası böylesine dolu olan bir surenin başında böyle bir yolculuktan bahsetmektedir? Kuluna gösterdiği ayetlerin mahiyeti, hikmeti nedir? Bu yolculuğu kuluna yaptıran Allah’ın şanının yüceliğine olan bu atfı anlayabildik mi? Bir mescitten diğerine gitmek nedendir? Ya da bu ayetin hemen ardından zikredilen Yahudilerin yeryüzünde iki kez bozgunluk yapmalarının konuyla nasıl bir ilgisi vardır? Aslında daha da artırabileceğimiz bu soruları şimdilik burada kesebiliriz. Bu soruların hepsi ve daha bunlara –ancak bu minvalde olmak kaydıyla- eklenecek bütün sorular Müslüman zihnin tefekkürüne konu olmak bakımından diğer bütün
Allah neden muhtevası böylesine dolu olan bir surenin başında böyle bir yolculuktan bahsetmektedir? Kuluna gösterdiği ayetlerin mahiyeti, hikmeti nedir? Bu yolculuğu kuluna yaptıran Allah’ın şanının yüceliğine olan bu atfı anlayabildik mi? Bir mescitten diğerine gitmek nedendir? Ya da bu ayetin hemen ardından zikredilen Yahudilerin yeryüzünde iki kez bozgunluk yapmalarının konuyla nasıl bir ilgisi vardır?
tartışmalardan daha layıktır. Zira hadise ne şekilde gerçekleşmiş olursa olsun vahyin muhtevasına girmiş bulunan bu mesele üstünde ayetlerin bizzat kendinden ilham olan bu ve benzeri sorularla düşünmek gerekmektedir. Bizim bu sorulara bu yazıda verebileceğimiz cevaplar ziyadesiyle sınırlıdır. Zaten bizim meselemiz biraz da bu soruları ortaya atıp kenara çekilmek olacaktır. Ancak tefekkürümüze katkıda bulunacağına inanacağımız bazı notları aktarmayı da ihmal etmeyeceğiz. İsra olayı yahut Kur’an’ın bize aktardığı ve bir şekilde Allah’ın şanı ve ayetleriyle ilişkilendirilmiş nice olayları düşünürken evvel emirde o hadisenin anlatıldığı peygamberi, ashabını ve
Aralık’14 • 5
KARANTİNA
Tüm bunların üzerine var olmak imkânının yurdunu terk etmekten ve kendisiyle beraber olanları buna yönlendirmekten geçtiği fikrine alışmak zorunda olan Hz Peygamber’i (sav) sırf kendisine muhalefet etmek için Allah’ın ayetlerini eğip büken Yahudilerin iğreti şeriat tasavvurlarıyla boğuşurken hayal etmeye çalışalım. Sonra dönüp defaatle soralım neden Kudüs diye? Allah yeryüzünde bir mekânı neden mübarek kılar diye? Bu soruları sormaya, anlamaya ve son derece dakik bir şekilde idrak etmeye mecburuz.
düşmanlarını iyi tanımamız gerekmektedir. Burada elbette ki Peygamber’i yahut ashabını yahut düşmanlarını tanımak derken lafın gelişi, içi doldurulmamış bir tanıma eyleminden bahsetmiyoruz. Mümkünse o an, o dakika o vahye muhatap olan Peygamber’i (sav), ashabını ve düşmanlarını o halleriyle tanımak ve anlamaktan bahsediyoruz. Şu fikri zihinlerimizde netleştirmek son derece elzemdir ki; vahiy inmeye başlayıp 23 senede tamamlanana ve başından sonuna kadar hep aynı elçisine, inananına ve düşmanına hitap etmemiştir. Her geçen gün tevhid meselesi daha da olgunlaşmış ve tüm yönüyle muhataplarının pozisyonları da bununla paralel bir şekilde belirginleşmiştir. Ve bununla beraber vahiy her geçen gün daha da karmaşık hale gelen bir sürecin içine nazil olmaya devam etmiştir… İşte Kur’an’ın İsra Hadisesi ya da diğer hikmet atfettiği hadiseleri kavramak yoluna gidenler öncelikle bu vakayı iyi tespit etmelidirler. Sonra o ayetin doğrudan seslendiği atmosferi iyi kavrayabilir ve kendilerini o atmosfere dahil edebilmeyi başarırlarsa hakikaten ayetin arka planında bulunan atıf-
6 • Aralık’14
KARANTİNA ları yakalayarak meseleyi kavramak için lazım olan düşünsel bütünlüğü tesis etmek için bir imkân bulmuş olabilirler. Tam bu noktadan sonra Kur’an’ı tefekkür edenler aslında onun Resul’ünün gün be gün Kur’an’ı talim ve teybin ve tebliğ ile gelişen sünnetini de düşüncelerine taşımak için bir kapı aralamış olurlar. Böylece vahiy; elçisi, inananları ve düşmanları arasında cereyan hadiselerin özüne girebilir aslında bugün de değişen pek bir şeyin olmadığını ve ayetlerin bu hikmetli anlatımlarının o gün olduğu gibi bugün de mücadele erleri olarak yetişmek için ne kadar ilham verici ve yol gösterici olduğunu fark edebilirler. Hz Peygamber (sav) Mekke’de risaletle geçen 9 yılda müşriklerle amansız bir mücadeleyi sürdürmekteydi ve henüz birkaç ay önce en büyük destekçilerini kaybetmiş bulunuyordu. Daha öncesinde iki yılı aşkın bir sürede kendisini koruyan aşiretiyle toplumdan tecrit edilen ve kendisine iman edenleri emniyetleri için deniz aşırı bir ülkeye gönderen Hz Peygamber (sav); bunların üstüne bir de Allah’ın hak dinini dünyevi çıkarlara hapsetmiş Yahudilerle uğraşmaktaydı. Kendi toplumunu fesada uğratmakla suçlanıyor, destek arayışları sonuçsuz kalıyordu. Ve bunların üzerinde acı Taif Seferi cahili Arap’ın dahi fikrine ters bir zulmü ona reva görüyordu. Tüm bunların üzerine var olmak imkânının yurdunu terk etmekten ve kendisiyle beraber olanları buna yönlendirmekten geçtiği fikrine alışmak zorunda olan Hz Peygamber’i (sav) sırf kendisine muhalefet etmek için Allah’ın ayetlerini eğip büken Yahudilerin iğreti şeriat tasavvurlarıyla boğuşurken hayal etmeye çalışalım. Sonra dönüp defaatle soralım neden Kudüs diye? Allah yeryüzünde bir mekânı neden mübarek kılar diye? Bu soruları sormaya, anlamaya ve son derece dakik bir şekilde idrak etmeye mecburuz. Bugün Kudüs ve Kâbe’yi kuşatan ne kadar sis varsa yahut Müslüman zihnini toparlanmaktan alıkoyan… İşte Peygamber’in (sav) bu mücadelesi, O’nun mücadelesini inşa eden vahyin tam o noktada dile getirdiği Kudüs anlaşılarak aşılacaktır. Doğrusu Allah kullarına mağfiret edicidir…
DÜŞMANIN GÖZÜNDEN İLK KIBLE İsmail AKMAN
K
udüs... Yahudiliğin, Hristiyanlığın, İslam’ın, Baha’iliğin, Kadıyaniliğin, kısmen Mormonizmin, Rastafariliğin, Yunan ve Roma paganlarının kutsal şehri... Her inancın kendi özel paradigması doğrultusunda, üzerinde kendince haklı bir talebe sahip olduğu şehir... Üç bin yıldır, birkaç yüzyıllık molalar dışında, kan, ölüm ve savaşın hüküm sürdüğü şehir.... Denizi olmayan, haritadan baktığınızda Filistin’in Ankarası’ndan hallice duran, uğruna bu kavganın niye verildiğini üç bin yıllık tarihi incelemeden anlayamayacağınız şehir...
Yunanlar ve Türklerin İstanbul-Konstantinapolis, İrlandalılarla İngilizlerin Ulster, Arnavutlarla Güney Slavlarının Kosova ve Üsküp çekişmesini, Baskların İspanyol ve Fransızlardan, Tibetlilerin ve Uygurların Çin’den, Kürtlerin Türklerden ne istediğini az çok anlayabilirsiniz. Bu meselelerde tarafların kağıt üzerindeki -aynı yahut benzer paradigmalar üzerine kurulmuş- taleplerine bakarak, tarafsız bir şekilde inceleyebilir ve kimin haklı kimin haksız olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat mesele Kudüs olduğunda, tamamen farklı bir durum karşılaşırsınız. Her taraf taleplerine kağıt Aralık’14 • 7
KARANTİNA üzerinde bir meşruluk kazandırmaya çalışsa da, paradigmaların ana kaynağı ya birbirlerinden bağımsız, ya da bir diğerinin otantikliğini kabul etmeyen dini metinlerdir ve ortak bir noktada buluşulamaz, bu da seküler bir bakış açısı ile hiç bir tarafın şehir üzerinde mutlak bir hakka sahip olmadığı bir paradoksu doğurur. Bu paradoksa seküler akıl tarafından getirilen çözüm ise, kadim düşmanların şehri paylaştığı, bir arada yaşadığı üçüncü yol romantizminden ibarettir. Bu yazıda Yahudiler ve Hristiyanların Tapınak Dağı yahut Siyon Dağı dediği, biz Müslümanların ise Mescid-i Aksa yahut Harem eş-Şerif olarak andığı Kudüs’ün en kutsal noktasının, Yahudilik ve Yahudilik ile kısmi bir kaynak birlikteliğine sahip Hristiyanlık için önemini ve tarihini Eski Ahit ve Rabinik yazıtlar ve bu kaynaklar gölgesinde yazılmış ikincil kaynaklar ışığında özetle inceleyeceğiz. YAHUDİ KUTSAL METİNLERİNDE MESCİD-İ AKSA Mescid-i Aksa Siyon Dağı’nın üzerinde, daha önce Süleyman Tapınağı’nın yer aldığına inanılan alanda kurulmuştur. Kubbetu’s Sahra’nın merkezinde ise Yahudi inancında en kutsal mekan, kutsalların kutsalı olarak anılan Başlangıç KayasıMuallak Taşı bulunur. Rabinik yazıtların temel taşını oluşturan Talmud’un Yoma risalesine [1] ve yine Rabinik bir kaynak olan Midraş Tanhuma’ya [2] göre Tanrı’nın dünyayı yarattığı öz bu taştır, Adem’in yaratıldığı toprak bu kayadan alınmıştır; Adem, Habil, Kabil, Nuh kurbanlarını bu taş üzerinde kesmiştir; Yakub rüyalarını bu taş üzerinde görmüş ve İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için bu taşa getirmiştir. Kısacası, bu taşın Yahudiler için önemi Kabe’nin bizim için önemine benzer bir nitelik taşımaktadır. Bizim Kabe’nin dünya üzerindeki ilk mescid olduğuna inandığımız gibi, Yahudiler de ilk adak yeri, ilk mabed olarak bu kayayı, daha da ötesi dünyanın ve insanın özü olarak görürler. Başlangıç Kayası’nın ve dolayısıyla Kudüs’ün Yahudilik için bu kadar önemli olmasına rağmen, 8 • Aralık’14
KARANTİNA
Eski Ahit’in Tevrat kısmında Kudüs’ten hiç bahsedilmez. Kudüs hakkındaki bilgileri Eski Ahit’in diğer kısımlarından, Tanah’tan, Mezmurlardan ve Rabinik Yazıtlardan, özellikle Babil Talmudu’ndan alırız. İlk Tapınak Kral Davud’un Kudüs’ü Kenanlıların elinden almasının ve başkent yapmasının ardından inşa edilmeye başlanır. Fakat Kral Davud’un tapınağın inşaatı tamamlanamadan vefat etmesi ile görevi oğlu Süleyman devralır ve Tanah’a göre MÖ 957 yılında inşaatı tamamlanır. Bugünden sonra Süleyman Tapınağı olarak anılan bu mabed Yahudilerin merkez mabedi olacaktır. Kral Süleyman mabedin içine, bugün Başlangıç Kayası’nın bulunduğu yere Yahudilerin kutsal emanetlerinin, On Emir tabletlerinin bulunduğu kutsal sandukayı yerleştirir. [3]. Yahudilerin savaşlarında bu tapınak düşmanları tarafından defalarca yağmalandı, zarar gördü ve onlarca kez tadilata alındı. MÖ 586 yılında II. Nebukadnezar önderliğinde Babilliler Yahudileri mağlup ederek onları sürgüne gönderdiği gibi tapınağı da yıktı. Yahudilerin en kutsal emaneti olan Ahit Sandığı’na ne olduğu konusunda da Yahudilerin kesin bir fikri yok. Rabinik edebiyatta sandığın Babillilerin eline geçmemesi için saklandığı da iddia edilirken, Tanah’ın bir bölümü olan Üzeyr’in kitabının Yunanca tercümesine göre [4] Ahit Sandığı da tapınağın tüm küçük ve büyük hazineleri ile birlikte Babilliler tarafından yağmalandı ve Babil’e götürüldü. Babil İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından MÖ 6. yüzyılın başlarında Pers Kralı Büyük Keyhüsrev Yahudilerin sürgünden azat etti ve
tapınağın tekrar inşasına izin verdi. Eski görkemini ve ihtişamını yakalayamasa da Yahudiler tapınaklarına kavuştu. Bu tapınak İkinci Tapınak olarak anılacaktı. Pers yönetimi altında Yahudiler özgürce ve baskı görmeden yaşadılar. Fakat İskender’in Persleri mağlup etmesi ile talihleri terse döndü. İskender’in tapınağı yıkmasına ramak kalmıştı. İskender’in ölümünün ardından Kudüs Batlamyus hanedanının kontrolüne geçti, Yahudiler Batlamyus hanedanı altında da fazla bir baskı görmeden yaşadılar. Fakat Batlamyusların MÖ 189 yılında Selevkoslar tarafından mağlup edilmesi ve Kudüs’ün Selevkosların kontrolüne geçmesiyle Yahudiler ve Kudüs Selevkosların evrensel Helenizasyon politikasının bir nesnesi haline geldi. Tapınağa bir Zeus heykeli yerleştirilerek tapınak Yunan panteonuna adandı ve Yahudilerin Şabat ve sünnet gibi ritüellerinin tapınakta icra edilmesi yasaklandı. Şehrin Selevkosların eline geçmesinden 22 yıl sonra Yahudiler Selevkoslara karşı ayaklanarak Kudüs’ü tekrar kontrolleri altına aldılar. MÖ 54 yılında tapınak
Romalılar tarafından yağmalandı ve zarar gördü, MÖ 20 yılında Romalıların Judea bölgesindeki uydu krallığının lideri Herod tapınağı tadilat ettirdi, tapınağın bu dönemi bugün Herod Tapınağı olarak anılıyor. Fakat MS 70’te, onbinlerce insanın öldüğü ve bir Yahudi isyanının bastırıldığı Kudüs Kuşatması sırasında tapınak yıkıldı ve bu tapınaktan geriye sadece bugün Ağlama Duvarı olarak bilinen ve Yahudilerin ibadet amacıyla ziyaret ettikleri Batı Duvarı ve Mescid-i Aksa’ya çıkan merdivenler kaldı. MS 610’da Kudüs’ün Sasanilerin eline geçmesine kadar Yahudiler Roma egemenliğinde yaşadılar. Sasaniler şehri ele geçirdikten sonra bölgede uydu bir devlet kurarak şehrin yönetimini Yahudilere verdiler. Yahudiler bu dönemde tapınağı yeniden inşa etme çalışmalarına başladılar. Bizans kaynaklarına göre Yahudiler ve Persler şehirdeki Hristiyanları katletti, Hristiyanların İsa’nın çarmıha gerildiği, gömüldüğü ve yeniden dirileceği yer olduğuna inandıkları Yeniden Diriliş Kilisesi ve Hristiyanların şehirdeki diğer kiliseleAralık’14 • 9
KARANTİNA
ri harap edildi. Nitekim 613 yılında Hristiyanlar şehrin yönetimini ele geçirdi ve 614’te 22 günlük bir kuşatmanın sonunda Bizans Yahudilerin şehirdeki egemenliğine son verdi ve yeniden yapılmaya başlanan tapınağı imha etti. Şehir bu tarihten sonra 638 yılında Müminlerin Emiri Ömer bin Hattab önderliğindeki Müslümanları şehri fethetmesine kadar Bizans egemenliğinde kaldı. Emevi Halifesi Abdulmelik bin Mervan 691 yılında, önceden tapınağın bulunduğu alana Kubbetu’s Sahra’yı inşa ettirdi. Kudüs 1099 yılında Haçlıların şehri işgal etmesine kadar Sünni ve Şii Müslümanların yönetiminde yaşamının en huzurlu dönemini yaşadı. Haçlılar şehri kuşattığında Kudüs’ün Müslüman ve Yahudi nüfusu evlerini işgalciye karşı sonuna kadar savundular. Fakat şehir 15 Temmuz 1099 tarihinde düştü ve şehrin Müslüman ve Yahudi halkı kılıçtan geçirildi. 1120’de Kudüs Kralı II. Baldwin Tapınak Şövalyeleri’ne Mescid-i Aksa’nın bulunduğu 10 • Aralık’14
KARANTİNA
alanda bir büro tahsis etti. Tapınakçılar merkez olarak burayı kullandılar. Kubbetu’s Sahra’ya verdikleri isim ise “Tapınak”tı ve isimlerini de buradan alıyorlardı. Avrupalıların algısındaki Tapınak tasviri gelecek birkaç yüzyıl için Kubbetu’s Sahra ile özdeşleşmişti [5]. Kudüs, Salahaddin Eyyubi önderliğindeki Müslümanların 2 Ekim 1187 tarihinde işgalcileri kovmasına kadar Haçlı egemenliğinde kaldı. Yahudilerle kısmı bir dini kaynak ortaklığına sahip Hristiyanlar, Eski Ahit’teki Süleyman Tapınağı mirasını paylaşıyorlardı. Aynı zamanda Yeni Ahit’in muhtelif yerlerinde de Tapınağa atıflar bulunur. Yeni Ahit’te, İsa’nın çocukluğunda tapınakta takdim edildiği [6], kutlamalara katıldığı [7], tapınağın içinde bulunduğu ticarethane durumundan kurtarmaya çalıştığı [8] bahsedilir. Yeni Ahit aynı zamanda İsa’nın İkinci Tapınağı’nın yıkılacağını ön gördüğünü söyler ve kimi yerlerde İsa’nın bedeni ile tapınak arasında varoluşsal bir ilişki kurar. [9] Kudüs’ün Hristiyanlar için bir diğer önemi de İsa’nın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü
alanda I. Konstantin tarafından yaptırılan Yeniden Diriliş Kilisesi’dir. Kudüs bugün olduğu gibi yüzlerce yıl önce de farklı toplulukların kızıl elmasıydı. Kudüs bize şunu gösteriyor: etnik, ulusçu, seküler değerler üzerine kurulmuş davalar en fazla birkaç yüzyıl hayatta kalabilirken, kaynağını hak da olsa batıl da olsa dinden; gerçek de olsa, sadece bir varsayımdan ibaret de olsa vahiyden alan davalar binlerce yıl ayakta kalabiliyor. Savaşı kaybeden taraf birkaç yüzyıl sonra geri geliyor ve kavgaya kaldığı yerden devam ediyor. Mesele Kudüs olduğunda, bir tarafın diğerine haklılığını kağıt üzerinde ikna etmesinin imkanı bulunmamakta. Şehir üzerinde hak iddia eden her taraf, kendi durduğu yerden kesin bir haklılığa sahip görünen bir casus belli’ye sahip. Üç bin yıllık sürece dönüp bakıldığında Kudüs’e ancak ve ancak bilek gücüyle sahip olunabileceği görülecektir. Tapınağı yeniden inşa etmek için Mesih’in gelmesini bekleyen ve sürgünü samimi bir şekilde içselleştiren [10] Hasidiler dışında; Yahudilerin, üç bin yıllık kültürlerinin yattığı, her Yahudi çocuğun masallarıyla büyütüldüğü, tanrının kavimler arasında paylaştırmadığı, yalnızca onlara verdiğine inandıkları [11] şehri bırakacaklarına, Müslümanlarla ve Hristiyanlarla paylaşacaklarına inanmak ancak gerçek dışı bir üçüncü yol romantizmi olacaktır. Sekülerizm batağına saplanan ve Yahudilerle aralarındaki kadim nefretlerini çözen ana akım Hristiyanlar ise Tanrıla-
rının çarmıha gerildiği şehri Yahudilere emanet etseler de; tamamen bağımsız bir siyasi dinamiği temsil eden Müslümanlarla paylaşmayacaklardır. Aynı şekilde biz Müslümanların da Yahudilerin “Sizin kitabınızda Kudüs kaç kez geçiyor? Sizin Kabe’niz bizim de tapınağımız var işte” palavralarını kabul edip, Davut ve Süleyman ve onlarca peygamberin şehrinden, Hz. Ömer’in mirasından ve 1300 küsür yıldır vatanımız olan Kudüs toprağından vazgeçmemiz beklenemez. Kudüs bizim toprağımızdır. Allah ve insan arasındaki son anlaşma olan Kur’an kendisinden önceki anlaşmaları feshetmiş ve vahyin muhatabı geçmiş toplumların mirasını kendi bünyesinde eritmiştir. Bu anlaşmanın muhatabı olan biz Müslümanlar, Süleyman’ın da, Davud’un da, İsrailoğullarından çıkan peygamberlerin de son kalan varisleriyiz. Tapınakçılar da bilinçsizce yaptıkları o hatada doğruya isabet etmişlerdi. Kubbetu’s Sahra, Kudüs’te Süleyman’ın varisleri tarafından inşa edilen son mabettir. Dolayısıyla, Mescid-i Aksa’nın Üçüncü Tapınak olduğunu söylemekte bir beis yoktur. Peki, bütün dünya Müslüman olmadığı yahut Müslümanların (Tıpkı Yahudilerin kendi iddialarını kabul ettirmek için yaptığı gibi, gerek fiziksel, gerek siyasi, gerek psikolojik) güç kullanarak bu gerçeği tüm dünyaya kabul ettirmediği sürece dünyanın Müslümanların iddiasını kabul etmesi mümkün mü? Malcolm X’in özgürlük için söylediğini Kudüs için de söyleyebiliriz: “Kimse Kudüs’ü bize vermeyecek, eğer Kudüs’ü istiyorsak, gidip kendimiz alacağız.” Dipnotlar: [1]: Babil Talmudu, Yoma 54b [2]: Kedoşim 10. bölüm [3]: Musa ibn Meymun – Beis Habekirah 4:1, (Kabalist kaynaklardan) Zohar Vayeki 1:231, Midraş Tanhuma 3. bölüm, [4]: Esdras 1:54 [5] Venedikli Matbaacı Marco Antonio Giustiniani’nin 15451552 yılları arasında kullandığı mühürde Süleyman Tapınağı Kubbetu’s Sahra şeklinde tasvir edilmiştir. [6]: Luka 2:22 [7]: Luka 2:41 [8]: Mark 11 [9]: Matta 24:2 [10]: Talmud Yoma 9b [11]: Yoma 12a: “Kudüs kavimler arasında bölünmedi”
Aralık’14 • 11
TARİH
TARİH
YAZI DİZİSİ
48 Öncesi İsrail Yayılmacılığı Ahmet IŞIKTEKİNER
E
y Kudüs! Seni unutursam sağ elim kurusun. Seni anmaz, Kudüs’ü en büyük sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın! Kudüs’ün düştüğü gün, «Yıkın onu, yıkın temellerine kadar!» diyen Edomluların tavrını anımsa, ya Rab!. Ey sen, yıkılası Babil kızı, bize yaptıklarını sana ödetecek olana ne mutlu! Ne mutlu senin yavrularını tutup kayalarda parçalayacak insana! Sürgün edilen İsrail çocuklarının şarkısı (Mezmur - 137) Ey Kudüs! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Bir tavuk, civcivlerini kanatları altına nasıl toplarsa, ben de kaç kez senin çocuklarını öylece toplamak istedim, ama siz istemediniz. Kudüs’ü Zeytinlik Dağından izleyen İsa (İncil – Matta 23/37) Ey Kudüs! Allah’ın seçtiği toprak ve onun kullarının vatanı! Senin duvarlarından dünya, dünya oldu. Ey Kudüs! Sana doğru inen çiğ taneleri bütün hastalıklara şifa getiriyor. Çünkü geldiği yer, cennetin bahçeleridir.Hz. Muhammed s.a.v. İngiliz askerlerinin postal sesleri Filistinli çocukların uykularını son kez böldüğünde 1948 yılının Mayıs ayıydı. Kudüs, daha önce Asurluların, Babillerin, Perslerin, Romalıların, Haçlıların, Arapların, Türklerin ve daha pek çok kavmin hakimiyetine ve gidişlerine tanıklık etmişti. Bu sefer Kudüs’ü terk etme sırası I. Richard’ın torunlarındaydı. İngilizler İşgal ettikleri Kudüs’ü terk ediyorlardı ancak bu kez karşılarında bir Selahaddin olduğundan değil, istediklerini aldıkları ve gayelerine ulaştıkları için ülkelerine dönüyorlardı. Peki 28 yıl süren bu İngiliz hakimiyeti boyunca Filistin’de neler yaşandı? Ümmetin kanayan yarası olan Filistin’i ve İsrail işgalini anlayabilmemiz için İsrail’in kuruluş sürecini ve 12 • Aralık’14
öncesini iyi tahlil etmemiz gerekir. Filistin meselesi ve İsrail yayılmacılığını inceleyeceğimiz bu yazı dizisinin ilk kısmında 1920-1948 yılları arası süren Birleşik Krallık Mandasını, 1948 öncesi İsrail yayılmacılığı ve bu dönemde yaşananlara kısaca değineceğiz. Bu yazı özellikle günümüzü anlayabilmemiz için ikinci yazıdan önce bir ön hazırlık niteliğinde, daha çok tarihsel bilgilere dayanmaktadır. Bu yazı haricinde yazarken istifade ettiğim Garaudy’nin Siyonizm Dosyası ve Dominique Lapierre / Larry Collins’in Kudüs Ey Kudüs kitaplarını okumanız da meseleyi anlamanız açısından oldukça faydalı olacaktır. Siyonizm Kavramı: İsrail yayılmacılığını anlamak için “Siyonizm” kavramını iyi bilmek gerekir. Adını Kudüs’teki meşhur Siyon tepesinden alan bu kavram, Hz. Süleyman’ın Siyon tepesine inşa ettiği ve daha sonra yıkılan mabedin Kudüs’e geri dönüp tekrar inşa edilmesi hedefi olarak tanımlanabilir. Ancak dini ve siyasi Siyonizm kavramları birbiriyle karıştırılmamalıdır. Dini Siyonizm çoğu zaman İsrail mistikleri tarafından savunulmuş, Yahudiliğin kurtarıcı Mehdi bekleyişi içinde olduğu, Mehdi ortaya çıktığında yeryüzünde Allah’ın saltanatının başlayacağını ve bütün ırkların tek bir ırk altında toplanacağı inancı vardır. Dini Siyonizm çok sınırlı bir insan grubunun çevresinde kaldığından ve dayanak olarak Hz. İbrahim’in inancını temel aldığından bir devlet kurmayı veya Filistin üzerinde egemen olmak isteyen siyasi yapılara daima yabancı kalmış ve Müslümanlar tarafından bir muhalefetle karşılaşmamıştır. Bu Siyonizm Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasında ayrılıklara yol açmamıştır.
Siyasi Siyonizm ise 1882 yılında itibaren Theodor Herzl ile doğmuştur. Theodor Herzl “Yahudi Devleti” kitabında sistemleştirdiği bu fikrini 1897 yılında Basel’de “Dünya Siyonizm Kongresinde” ilk kez uygulama alanına çıkarmıştır. Siyasi Siyonizm konu ve prensip olarak bu kitabın konusunu oluşturmaktadır. Herzl dini Siyonizm’in aksine çok daha katı bir anlayışa sahiptir ve Yahudiliği bir din olarak savunanlara da karşı çıkmaktadır. Herzl’e göre Yahudiler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar tek bir halk meydana getirmektedirler ve bu bağ dinden ziyade ortak tarih ve etnisiteye dayanmaktadır, bu halk her devirde işkenceye maruz kalsa bile yaşadıkları toplum tarafından hiçbir zaman eritilememiştir. Dini Siyonizm ile ayrıştığı bir diğer nokta ise Herzl’in kafasındaki devletin yerinin hiçbir ehemmiyetinin olmayışıydı. Fakat Filistin’i tercih etmesinin sebebi kendisi inanmasa bile dinsel geleneği sürdüren bütün Yahudilerin desteğini toplayabilmekti. Siyasi Siyonizm’in tek hedefi Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak ve Yahudiler dışındaki orada bulunan halkın ortadan kaldırılmasıdır. Filistin Birleşik Krallık Mandası: Bildiğiniz üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlıların Filistin’deki hakimiyeti sona ermiş, bu toprakları işgal misyonu daha sonra Lenin’in açıklayacağı gizli Sykes-Picot antlaşmasıyla İngilizlere bırakılmıştı. 1917 yılında Edmund Allenby tara-
fından yönetilen İngiliz ordusu Kudüs’ü ele geçirir. 1920 yılına gelindiğinde ülkede artık tamamen İngiliz güçlerinin hakimiyeti vardır ve 1922’de Milletler Cemiyeti Filistin’i resmi olarak İngiliz Mandasına bırakır ki Milletler Cemiyetinin asıl fonksiyonu İngiliz ve Fransız işgalcilere meşruiyet zemini sağlamaktan başka bir şey değildi. 28 yıl sürecek olan İngiliz hakimiyeti döneminde İsrail’in kuruluşu için gerekli ortam hazırlanacak ve manda hakimiyeti İsrail kuruluşu olan 1948 yılına kadar sürecektir, 1917 yılında İngiliz savaş kabinesi dışişleri bakanı Althur Balfour Siyonist Hareket lideri Lord Rothschild’a gönderdiği mektupta (Balfour Deklarasyonu) Filistin’de kurulması planlanan Yahudi devletine destek vereceklerini belirtti. Nitekim askeri yönetimi ele aldıkları 1920 yılında Filistin’de sivil bir yönetim kurarak bu yönetimi açıkça Siyonistlerin amaçlarına uyacak şekilde tasarladılar. Böyle bir politika izlediklerinden dolayı da sivil yönetimi Yahudi ve Siyonistlerle doldurmuşlardı. Yahudi görevliler arasında 1920 yılında Filistin’e gelen, mandanın kurucularından biri olan Herbert Samuel, mahkemeleri ve toprak sicil dairelerini denetleme ve yasa taslaklarını hazırlama görevi bulunan Başsavcı Norman Bentwich, Göç dairesi müdürü Albert Hyamson, İngiltere Siyonist örgütünde görevli olan Denis Cohen Theodor Herzl
Aralık’14 • 13
TARİH
TARİH rine destek olması için yeni bir devlet arayışına girdiler ve bu kez yüzlerini Amerika Birleşik Devletlerine döndüler. İkinci dünya savaşı sırasında Siyonist örgütlenme İngiltere’den Amerika’ya kaydırıldı ve merkezleri buraya taşındı. Bu değişiklikle beraber Siyonistler politikalarında da bir değişikliğe gitmiş ve “Yurtsuz Halka Halksız Toprak” sloganıyla devlet kurma arzularını artık daha açık bir şekilde dile getirmeye başlamışlardı. Siyonistler ilk olarak bir Yahudi Devleti kurulması fikrini ve Yahudilerin Filistin’e göç etmesi gerektiği fikirlerini Amerikan halkı içinde yaymaya ve destek toplamaya çalıştılar. Daha sonra Siyonistlerin Amerikan kongresini kazanmasıyla beraber ilk adım olarak 67 senatör ve 143 temsilci Amerikan – Filistin komitesi üyesi yapıldı. Yönetimin tam olarak kazanılması ise ileriki yıllarda İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olacak olan Weizman tarafından sağlandı. Rosevelt’den beklediği desteği alamayan Weizman Truman yönetiminin başa gelmesiyle beklediği tam desteği alabildi.
ve önemli pozisyonlara getirilmiş nice Yahudi ve Siyonist mevcuttu. Bütün planlar kurulması düşlenen İsrail devletinin temellerini atma yönünde yapılıyordu. Öyle ki ticaret ve endüstri Yahudilere verilmiş, Dışarıdan gelecek Yahudilerin işini kolaylaştırmak için göç dairesi ve bunları denetleyen makamlar da Yahudi ve Siyonistlere bırakılmıştı. Kurulan bu hükümetin yaptığı ilk işlerden biri Temmuz 1920’de yeni bir göç yönetmeliği çıkarmak oldu. Bunu takip eden diğer kanunlar da Yahudiler için ulusal bir yurt oluşturulması projesine hizmet eder nitelikteydi. Eylül ayında Yahudilerin toprak almasının önünü açan Toprak Transferi Yönetmeliği çıkarıldı ve Toprak Sicil Dairesi açıldı. Bununla beraber ellerinde büyük araziler bulunan Araplar topraklarını satmaları yönünde baskı altında tutuluyordu. Bu topraklar hükümet tarafından “kamu yararı doğrultusunda amaçları olduğu” gerekçesiyle satın alınıyordu. Bütün bunlar yaşanırken ülkedeki Arapların yoğun protestolarına rağmen İngilizler ülkenin kapılarını Yahudi göçmenlere sonuna kadar aralamıştı. Siyonist toplulukların kendi okullarını açmalarına ve kendi askeri oluşumlarını kurmalarına, askeri eğitim vermelerine izin veriliyordu. Filistin’deki Siyonist yapılanma devlet içinde devlet kurmuştu artık. 1936 – 1939 arasında ise ülkenin her yanını grevler, eylemler ve yürüyüşler sarmıştı. Araplar İngiliz mandasından Yahudi göçlerinin durmasını, Arap topraklarının Yahudilere transferinin durdurulmasını ve sayı üstünlüğüne dayanarak Arapların çoğunluk14 • Aralık’14
ta olduğu yeni bir hükümet istiyorlardı. Ancak İngilizler Araplara karşı yapılan bu ayırımı önlemek için hiçbir şey yapmıyorlardı. 1930’lu yıllarda Almanya’da Nazizm iktidarının Yahudilere uyguladığı baskı Filistin’e Yahudi göçlerini arttırmış, 1933 yılında Filistin’e göç eden Yahudi sayısı 30 bini geçmişti. Artık İngilizler için bu göçleri kontrol etmek oldukça güçleşmiş, Araplar ise bazı yıllarda sayıları 60 bini geçen Yahudi göçlerinin karşısında kendi topraklarında azınlık kalma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Bunun üzerine Manda rejimine karşı 1936 yılında 3 yıl sürecek Arap ayaklanması başladı ancak hiçbir sonuç vermedi. İngilizlerin misyonunun ABD’ye geçişi: 1939 yılında Avrupa’da ikinci dünya savaşının belirtileri görülmeye başlanınca İngilizler “Mac Donald Beyaz Bildirisi” ile Filistin’e Yahudi göçünü ve toprak transferini sınırladı. Bu bildiride; İngilizler, Balfour Deklarasyonunda Yahudilere verdikleri sözü artık yerine getirdiklerini, daha fazla göçe izin verilmesinin Araplara verdikleri taahhütleri çiğnemeleri anlamına geleceğini ve son olarak sadece 75 bin Yahudi’nin göçüne daha izin verebileceklerini belirtmişlerdi. Siyonistler o yıl toplanan kongrelerinde yayınlanan bu Beyaz Bildiriyi tanımadıklarını ilan ettiler. İngiltere ile antlaşmalarının sona erdiğini düşünen Siyonistler artık önlerinde engel olarak gördükleri İngiliz mandasını yıkmak ve Siyonist faaliyetlerini idame ettirmekte kendile-
İkinci Dünya Savaşı sonrası: Siyonistler için ABD desteği şu nedenle önemliydi: Savaş sonrası zayıfayan İngiltere ile ittifakı devam ettirmek onlara pek bir çıkar sağlamayacaktı. Siyonistlerin İngilizlerle ittifakının milletler cemiyeti tarafından desteklenmesi, hedeflerine nasıl uluslararası bir nitelik kazandırmışsa İkinci Dünya Savaşından sonra Birleşmiş Milletlerde daha söz sahibi bir konuma gelen Amerika’nın desteği Siyonizm için oldukça yararlı olacaktı. İngiltere milletler cemiyetinde nasıl nüfuzlu bir devlet idi ise, Amerika da kendi destekçisi Latin Amerikan ve Batı Avrupa ülkeleriyle bu yapıda oldukça güç sahibiydi. Bu nedenle Siyonistler için ABD ile kuracakları ittifaktan daha mantıklı bir seçim yoktu. Filistin’in Bölünmesi: Birleşik Krallık Mandası Filistin’de büyüyen Arap-Yahudi çatışmalarıyla başa çıkıp kendi yükümlülüklerini yerine getirmek için bütün çabaları tüketince, çareyi 1947 yılında sorunu Birleşmiş Milletlere devretmekte buldu. Bunun üzerine 29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler Filistin’in bir Yahudi ve bir Arap devleti olarak bölünmesini ve Kudüs ve çevresi için uluslararası bir yönetim öngören kararı onayladı. İsrail devletinin resmi olarak kurulmasını öngören bu kararı gazeteci Larry Collins şu şekilde nakletmiştir: New York’ta Bir Patinaj Salonu İhtilafı kaçınılmaz hale getiren, insanlar parlamentosunun bir oylaması oldu. 29 Kasım 1947 soğuk bir Cumartesi günü, ilk savaş mermilerinin Kudüs damlarına düşmesinden altı ay önce yeni kurulan Birleşmiş Milletler
Örgütüne üye elli altı ülke temsilcileri New York banliyösündeki Flushing Meadows’da toplanmışlardı. Orada eski bir patinaj salonunun kubbesi altında Akdeniz’in doğu kıyısında yer alan, Danimarka’nın yarısı kadar, nüfusu ise Belçika’nın beşte biri olan, Eski Çağ haritaları yapanlar için evrenin merkezi ve dünyanın başlangıcında bütün insanların yollarının yöneldiği bir toprak şeridinin, Filistin’in kaderini çizeceklerdi. Birleşmiş Milletlerin kısa tarihinde, bunca ihtirasın gemi azıya aldığı görüşmeler pek enderdi. Örgütte temsil edilen her ülke bu bölgeye şu ya da bu şekilde manevi mirasının bir bölümünü borçluydu. Uluslararası meclise Filistin’in Arap ve Yahudi olarak iki ayrı devlete bölünmesi teklif ediliyordu. Böylece ortak bilgelik otuz yıl süren iç savaşa son verecekti. Ama umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı. Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı Arap olduğu halde, Filistin’in yüzde elli yedisi Yahudilere bırakılıyordu. Bu Yahudi topraklarının girintili çıkıntılı ve acılı sınırlarına gelince, sağduyuya olduğu kadar savunma gereklerine karşı da gerçek bir meydan okumaydı: Kuzeyden güneye dek uzunluğu dört yüz otuz kilometreyi bulmayan bir ülke için dokuz yüz elli kilometreyi aşan bir sınır çizilecekti. Ayrıca tasarı, eski çağlardan beri Filistin’in bütün siyasal, ekonomik ve dinsel hayatının çevresinde döndüğü Kudüs şehrinin denetimini ne Araplara bırakıyordu ne Yahudilere. Kutsal yer olma niteliği ve sayısız ulusun üzerinde maddi çıkarlara sahip olması nedeniyle Birleşmiş Milletlere bırakılan Kudüs, üzerinde ne Arapların ne de Yahudilerin başkent kuramayacakları bir uluslararası toprak oluyordu. İsrail Devletinin Kuruluşu: İngilizlerin 14 Mayıs 1948’de Filistin’i terk etmesinden önce yani herhangi bir Arap ülkesi Filistin’e asker göndermeden önce; Arap Devletine ayrılan topraklar Yahudilerce 1947 ve 14 Mayıs 1948 tarihleri arasında saldırıya uğradı. Yine Yahudi Devleti’ne ayrılan topraklar üzerinde bulunan Arap yerleşim merkezlerine bir çok saldırı düzenlendi. 9 Nisan 1948’de çoğunluğu kadın ve çocuk olan 250 kişinin hayatını kaybettiği “Deir Yasin” katliamı yapıldı. Bu olaylardan sonra yaklaşık yarım milyon Filistinli Arap yurtlarından atıldı veya göç etmek zorunda kaldı. 14 Mayıs 1948’de son İngiliz yüksek komiserinin de Filistin’den ayrılmasıyla İsrail Devletinin kuruluşu resmi olarak ilan edildi. İlandan onbir dakika sonra ABD, kısa bir süre sonra da SSCB İsrail devletini tanıdılar. Böylece Siyonistler bir Yahudi Devleti kurma hedeflerine ulaşmış oldular. Aralık’14 • 15
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Bülent Yıldırım ile Röportaj Furkan GENÇOĞLU - Orhan ÖZER
Genç Öncüler: İsrail’in Son Mescidi Aksa Saldırılarını Nasıl Yorumluyorsunuz? Zamanlamanın Ayrı Bir Önemi Var Mı? Bülent Yıldırım: Siyonizm’in nihai hedefi Mescid-i Aksa’nın yıkılmasıdır. Bu hedefe ulaşmak için çalışırken, dünya kamuoyunun tepkisini de ölçüyor. Sadece İslam dünyası değil batıdaki hareketliliği de dikkate alıyor. Bu nedenle İslam dünyasının içinde bir kaos ortamı oluşturdu ve İslam dünyasının kendi iç meselelerini körükledi. İslam dünyası kendi iç meseleleriyle uğraşmaya başladı. Batıda yoğun olarak İslamofobia arttı. Tabi bu İsrail’in planı. Ben bu planı başarıyla uyguladıklarını düşünmüyorum. Çünkü son Mescid-i Aksa saldırılarında İsrail dünya kamuoyundan çok ciddi tepkiler aldı ve bu tepkiler İsrail’i epey tedirgin etti. Dikkat ederseniz şu an da geçici bir rahatlama var. Ama her an tekrar bir atağa geçebilir. G.Ö.: Filistin Davasında Arap Liderlerin Umursamaz Tavrını Biliyoruz. Türkiye’deki Eylem Hareketliliğinin Yönü Arap Ülkelerine Çevrilmeli Mi? STK’lar Türkiye Kamuoyunda Arap Devletlerinin Bu Tutumunun Aleyhine Bir Kampanya Başlatmalı Mı? B.Y.: Son Gazze savaşıyla ortaya çıkan tabloda Suudi Arabistan, Ürdün, BAE ve Mısır’ın İsrail’in yanında yer aldığını gördük. Türkiye ve Katar’ın Filistinlilerin yanında yer aldıklarını gördük. İsrail’e kar16 • Aralık’14
şı bir direniş ekseni vardı. İran, Hizbullah, Hamas, İslami Cihad. Son savaşta bunun bölündüğünü fark ettik. Hamas, Türkiye ve Katar çizgisine kaydı. İslami Cihad ortada kaldı. Hizbullah’ta İran çizgisinde kaldı. Fakat Suriye meselesi ister istemez bu direniş hattını yaraladı. İslam dünyasının liderlerini sadece Ortadoğu’daki İslam ülkeleri görürsek tamam fakat Pakistan, Uzakdoğu ve diğer İslam ülkelerini dikkate alırsak halklar nezdinde Filistin Davası noktasında bir birliktelik var. Ama özellikle diktatörlerin olduğu ülkelerde kendi ailelerini ve geleceklerini korumak isteyen diktatörlükler İsrail’in yanında yer alıyor. Geçmişte Türkiye halkı Arap-İsrail savaşlarında İsrail’in yanında yer alırken şu an Türkiye’de yapılan anketlerde %87 İsrail Karşıtlığı olduğu sonucu çıkıyor. Bu dünyadaki bir ülke içerisindeki en yoğun İsrail karşıtlığının barındığı ülke olduğumuzu gösteriyor. Bu nedenle ister istemez halk sadece İsrail’le değil, İsrail’in yanında yer alan bu Arap diktatörlere karşıda sesini yükseltiyor. Meydanlarda bu diktatörlüklere karşı tepkiler çoğalıyor. G.Ö.:Türkiye’de İktidarın Son Mescid-i Aksa Baskınına Yönelik Sert Tepkisini Nasıl Karşılıyorsunuz? B.Y.: Mescid-i Aksa bütün Müslümanların ilk kıblesi ve en kutsal üç mescitten biridir. Mescid-i Aksa meselesi imanî bir meseledir. Yani Kur’an-ı Kerim’de etrafı bereketli olarak geçer. Bu minval-
G.Ö.: Son Mescid-i Aksa de Mescid-i Aksa’yı savunmaSiyonizm’in nihai hedefi Baskınından Bir Hafta Önce İsmak ve Mescid-i Aksa savunMescid-i Aksa’nın yıkılmasıdır. rail Konsolosunun Türkiye’ye ması yapan Filistin halkının Bu hedefe ulaşmak için Tekrar Giriş Yaptığını Söyleyanında yer almamak kişinin çalışırken, dünya kamuoyunun miştiniz. Buna Türkiye’den imanını sorguya açar. İnançlı tepkisini de ölçüyor. Sadece Ciddi Bir Tepki Gelmedi. Ve insanların iktidarda olması doİslam dünyası değil batıdaki İsrail Türkiye Cumhuriyeti Vağal olarak Mescid-i Aksa mesehareketliliği de dikkate alıyor. tandaşlarına Vize Uygularken, lesinde Filistin halkının yanında Türkiye İsrail Vatandaşlarına Bu nedenle İslam dünyasının olan insanların sayısını artırdı. Vize Uygulamıyor. Bu Noktada içinde bir kaos ortamı oluşturdu Şu an Türkiye hükümetinde Hükümetin Tavrını Pasif Buluve İslam dünyasının kendi iç bulunanlarda geçmişten beri yor Musunuz? meselelerini körükledi. İslam özellikle Milli Görüş çizgisinden B.Y.: Hükümete getirdiğidünyası kendi iç meseleleriyle gelenlerde daha fazla görüyomiz eleştiriler var. Hükümet uğraşmaya başladı. Batıda ruz. Rahmetli Erbakan Hoca’nın çok doğru şeyler ifade ediyor yoğun olarak İslamofobia arttı. Siyonizm, İsrail karşıtı söylemleri ama bazen doğru şeyler yapTabi bu İsrail’in planı. hareketin merkeziydi. Doğal olamıyor. Türkiye’den İsrail’e rak bu söylemlere de yansıyor. Türk Yahudileri içerisinden Şu bir gerçek ki Mescid-i Aksa askere gidenler var ve askermeselesinde Filistin halkının yanında yer almayan, liğini orada ya- panlar burada askerlikten muaf Mavi Marmara’nın yanında yer almayan hiçbir ikti- oluyorlar. Bu 1993 bakanlar kurulunda alınmış bir dar oy oranını sabitleyemez. Türkiye artık Filistin’e karar ve çok kolay kaldırılabilmesine rağmen hümahkûmdur. Bu Mavi Marmara’dan sonra iyice kümet bunu kaldırmıyor. Mescid-i Aksa’ya yönelik netleşmiştir. Türkiye ile Filistin arasında ayrılmaz saldırının geleceğini İHH gördü. Bunu Türk devleti bir birliktelik vardır. Eskiden bu birliktelik İsrail ile mi göremedi? Buna rağmen asıl saldırının zirveye Türkiye ile arasındaydı. Stratejik bir ittifak vardı. çıkmasından bir hafta önce konsolos buraya gönŞimdi bu stratejik ittifakın Türkiye ile Filistin arasına derildi. Bunu kabul etmemek lazımdı ama geldi. Buradan giden her Türk vatandaşı saatlerce arakaydığını görüyoruz. Aralık’14 • 17
RÖPORTAJ
maya tabi tutuluyor, çırılçıplak soyuluyor. Ben çırılçıplak soyulan milletvekilleri bilirim. Bu milletvekilleri bunu söylemeye hayâ ediyor. Fakat İsrail’den Türkiye’ye gelirken ellerini kollarını sallayarak geliyorlar. Bu Türkiye için bir onur meselesidir. Ayrıca doğalgaz anlaşmalarının el altından yapılması bir takım şirketlerin bu anlaşmaların içinde yer alması bazı bürokrat ve siyasilere ortaklıklar teklif edilmesi, ortaklıkların kapalı kapılar ardında kurulması, ticaret hacminin artması. Bütün bunlar İsrail’e şunu söyletiyor. Biz istediğimizi parayla satın alabiliriz. Onun için Mescid-i Aksa’yı yıkma faaliyetlerimizi sürdürelim. Nasıl olsa bunları parayla durdurduk. Nereye kadar bu faaliyeti sürdürebiliriz diyorlar, adeta test ediyorlar. Fakat elhamdülillah en başta liderlerin ve STK’ların çağrısı İsrail’e bunun çok kolay olmadığını hatırlattı. Ama içimizde İsrail’le ilişki kurmak isteyen, İsrail’le ticaret hacmini artırmak isteyen her kesimden insan var maalesef. O zaman kendi kendime soruyorum yerlere atılan Kur’an-ı Kerim bizim fakat demek ki İsrail’le ticaret yapan Müslüman tüccarların değilmiş diyorum. G.Ö.: İsrail Mescid-i Aksa’ya Yönelik Saldırılarını Daha Fazla Şiddetlendirir Ve Mescid-i Aksa’nın Yıkımına Sebep Olursa Müslüman Toplumların İsrail’e Karşı Birleşip Bir İntifada Başlatacağına İnanıyor Musunuz? B.Y.: Öncelikle Orta Doğu’da Arap baharı dediğimiz birçoklarımızın İslami Uyanış olarak algıladığı süreci iyi okumak lazım. Biz de bu süreci İslami Uyanış olarak kabul ettik ama sürecin rahat geçe18 • Aralık’14
RÖPORTAJ ceğini ve Müslümanların hemen zafere ereceğini düşünmedik. Sadece insanları, toplumları, ülkeleri uyardık. Bu halk hareketleri Amerika’nın iradesi dışında gerçekleşti. Herkeste bir şaşkınlık var. Onun için kim çok çalışırsa o kazanacak. Fakat bir devrim mantığı bizim dünyamızda olmadığı için, devrimi kurgulayacak ve devrimin aklını oluşturacak aydınlarımız ve entelektüellerimiz devreye giremedi. Doğal olarak Amerika ve batılı güçler devreye girdi ve halkı tekrar bastırdılar. Bizim büyüklerimiz kalktı dedi ki bu devrimi Amerika tezgâhladı, Amerika’nın bir eylemi olarak bunu gördü. Evet, Emperyalizm ve Siyonizm kadrolarını değiştirmek istiyordu Ortadoğu’da. Daha genç kadrolar getirmek istiyordu ama halk hareketliliği onların bu planını uygulamaya geçirmesinden önce devreye girdi ve onları şaşkınlığa uğrattı. Amerika planlarına karşı ani bir baskındı adeta. Fakat Müslüman aydınlar bunu çok iyi göremediler. Kalkıp bu uyanışın bir İslami Uyanışa geçebilmesi için o bölgedeki insanlarla direk ilişki kurmadılar. Sadece oturdukları yerden Amerika’nın oyunu diyerek eleştirdiler. Şu anda Amerika, İngiltere, Fransa tekrar bölgeyi dizayn etmeye çalışıyor. Fakat halkın hareketine saygı duyulmalıydı. İkincisi Türkiye burada çok önemliydi. Mesela Mısır’da İhvan seçimlere girmek istemiyordu. Türkiye’nin zoruyla seçimlere girdi. Aslında seçimlere girmeme kararıyla haklıydı çünkü bütün yükü omuzlarına almış olacaktı. Nitekim öyle oldu ve Mursi hükümeti başarısız şekilde gösterilmesine sebep olundu. Biz Suriye’de muhaliflerin yanındayız bu doğru. Ama İHH olarak biz hiçbir zaman bir iç savaşı da istemedik. Biz dedik ki barış olsun. Bu yüzden biz Suriye’li muhaliflerle İran arasında hatta rejim arasında arabuluculuk yapmaya çalıştık. Türkiye Suriye ile diplomatik ilişkileri kesmemeliydi ne olursa olsun. Altmış kere değil yüz kerede gitmiş olsa bin kere de gitmiş olsa Suriye’den de buraya insanlar gelmiş olsa da Türkiye devlet olarak Suriye ile ilişkilerini devam ettirmeliydi. Alttan STK’larda halkın taleplerinin yerine getirilmesi için çalışmalar yapmalıydı. Bu sadece Suriye için değil Suriye, Mısır, Tunus, Libya, her taraftan STK’lar, İslami Aydınlar, Müslüman kanaat önderleri, Âlimler, Siyasetçiler bu kazanımların geleceğe taşınması için uğraşmalıydılar.
Ama hepimiz sınıfta kaldık işin doğrusunu isterseniz. Mesela biz bu savaş başladığında çıktık dedik ki İran’a “yanlış adımlar atılmasın”. Dediler ki biz 7 ayda muhalifleri bitiririz. Türkiye dedi ki biz 3 ayda Emevi camisinde namaz kılarız. İHH çıktı dedi ki en az 8-10 yıl sürecek bir savaşa giriyoruz Allah hepimizin yardımcısı olsun. Şimdi bir STK’nın gördüğünü 2 devlet göremediyse İslam dünyasının devletleri kendilerini sorgulamalı. G.Ö.: Ben İHH’nın İçine Dönük Sorulara Geçeceğim. Uluslararası Ceza Mahkemesi İsrail’i Mahkûm Etti. Bu Noktadan Sonra İHH’nın Beklentileri Neler Uluslararası Kamuoyundan? B.Y.: Şimdi Türkiye hala halk olarak, hükümet olarak, devlet olarak da hukuki mücadelemizin değerini anlayabilmiş değil. İslam dünyası içerisinde daha doğrusu tüm dünyada İsrail’e vurulmuş en büyük darbedir bu hukuki süreç ve ilk defa Uluslararası Ceza Mahkemesi Afrika ülkelerinin dışında bir beyaz ülkeyi hem de dünyayı yöneten bir ülkeyi, Siyonizm’i yargılıyordu. Elimizde de çok güçlü bir belge vardı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu kararları vardı. Bu komisyonun kararları bağlayıcıydı. Çünkü Güvenlik Komisyonu’nun aldığı karar neticesinde bu komisyon harekete geçmişti ve orada %100 İHH’yı haklı İsrail’i haksız görmüştü. Bunun üzerinde devlet olarak Adalet Divanı’na gidebilirdik. İsrail’i mahkûm edebilirdik. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler’de İsrail’i mahkûm edecek birçok iş yapabilirdik. Bunun üzerine Türkiye ile başka her hangi bir ülke bir araya gelip yargılama müessesi kurabiliyordu kanunen bunun imkânı vardı ve bunu BM’ye taşıyabiliyordu. O zaman İsrail hükümetinin hepsini, askeriyenin hepsini yargılayabiliyorduk ve hiçbiri dışarı çıkamıyordu. Ama Türkiye bir oyuna geldi kalktı BM İnsan Hakları Komisyonu’nda maç bitmişken 90 dakikalık maç bitti ve biz belki de 100-0 kazanmışken birdenbire Pomer komisyonu denilen bir komisyon önümüze atıldı ve Türkiye’nin kendi içerisindeki bazı bürokratları vasıtasıyla (bu bürokratların ve diplomatların demek ki İsrail ile ilişkisi güçlü) Pomer komisyonuna gidildi. Pomer Komisyonu’nda bir tane Türkiye’den -Özden Sanberk- vardı diğer üçü İsrail’in paralı hukukçularıydı, arabulucularıydı. Geçmişlerinde hep
Mesela biz bu savaş başladığında çıktık dedik ki İran’a “yanlış adımlar atılmasın”. Dediler ki biz 7 ayda muhalifleri bitiririz. Türkiye dedi ki biz 3 ayda Emevi camisinde namaz kılarız. İHH çıktı dedi ki en az 8-10 yıl sürecek bir savaşa giriyoruz Allah hepimizin yardımcısı olsun. Şimdi bir STK’nın gördüğünü 2 devlet göremediyse İslam dünyasının devletleri kendilerini sorgulamalı. bunlar vardı. Bu komisyonda ne yazık ki Filistin halkına çok büyük bir haksızlık yapıldı ve abluka şu ana kadar hiçbir zaman İsrail’in lehine olarak görülmezken yani hukuki görülmezken Pomer Komisyonu ablukanın hukuki olduğunu savundu. Pomer Komisyonu bağlayıcı değildi ama iletişim öyle yapıldı ki BM İnsan Hakları Komisyonu’nun bağlayıcılığının da önüne geçti. Burada Türkiye aslında hem Filistin’e hem de Mavi Marmara mağdurlarına, bütün dünyaya haksızlık yapmış oldu. Biz o zamanki yetkililerin hiçbirini ikna edemedik bize dediler ki “aman ha bu konuda kimseye ses çıkarmayın! Güneş balçıkla sıvanmaz”. Biz de dedik ki böyle bir şey olabilir mi ne yazık ki yine haklı çıktık keşke haksız çıksaydık. Sonuç olarak uluslararası ceza mahkemesine gittik ayrıca Türkiye’de de bir mahkeme açıldı. Bu mahkeme açılma süreci de 3 yıl sürdü. Biz mücadele ederek buraya kadar geldik. Keşke Türkiye burada hakkımızı rahat bir şekilde almamıza izin verseydi hem de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde bize destek verseydi. Ne yazık ki Türkiye’nin bazı bürokratları yetkilileri ikna ederek Uluslararası Ceza Mahkemesi Türkiye’den bilgi ve belge istemesine rağmen bu bilgi ve belgeyi göndermediler. Bunun üzerine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ndeki İsrail lobisi bir çıkış noktası buldu. O da şuydu, evet hukuken vazgeçemediler çünkü biz 60 sayfalık bir mütalaa verdik. Bu mütalaa hukuk tarihinde çok önemlidir. Savaş suçunu kabul etti Uluslararası Ceza Mahkemesi. Kasten adam öldürme, kasten adam yaralama, bilinçli bir şekilde hürriyeti tahdit ve insan onurunu zedeleyici bir şekilde işkence Aralık’14 • 19
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ G.Ö.: Şöyle Bir Algı Oluştu Kamuoyunda: Bir Ara Suudi Arabistan İçin Hacca Gitmeyin Suudi Arabistan’ı Boykot Edin Deniliyordu. Şimdi De Kudüs’e Gitmeyin İsrail’e Para Kazandırıyorsunuz Deniliyor. Sizce Müslümanlar Kudüs’ü Ziyaret Etmeli Mi? B.Y.: Bence Kudüs’e gidilmeli. Hem o bölgede yaşayan Müslüman halka destek verilmeli. Hem de Mescid-i Aksa’ya gidilirse, Mescid-i Aksa’nın savunucuları sadece Filistinliler değil diğer Müslümanlar da savunuyor, diye İsrail’e mesaj verilir.
bunların hepsini kabul etti. Ama dedi ki yoğunluktan dolayı biz bu mahkemede İsrail’i yargılayamayacağız. Yoğunluktan kastı tabiri yerindeyse eğer Türkiye bilgi ve belge gönderseydi, bu mahkemedeki ifadeleri gönderseydi burada mesela kasten adam öldürme dedi ki 10 kişi öldü. Ama 60 kişiden fazla yaralama vardı. Esaret ne kadardı 700 kişiydi. Bütün bu ifadeler Türkiye mahkemelerinden oraya gitmiş olsaydı mağdur olan kişilerin sayısının çokluğundan dolayı Uluslararası Ceza Mahkemesi İsrail’i mahkûm edecekti. Türkiye’de birileri İsrail lehine çalışarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne bu bilgi ve belgeyi göndertmedi. Fakat şimdi bakıyoruz bazı yetkililer bize diyor ki biz Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf değiliz. Doğru taraf değilsiniz. Eğer diyorlar Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni muhatap alırsak bu sefer Ermeni meselesi güneydoğudaki PKK meselesi Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde aleyhimize olur. Biz de Roma sözleşmesini gönderiyoruz kendilerine diyoruz ki, taraf olmayan ülkeler bile adaletin bulunması adına bu bilgi ve belgeyi gönderebilir. O nedenle biz Türkiye içerisinde İsrail yanlısı olan bu bürokratların, siyasetçilerin ve diplomatların tespit edilmesini istiyoruz. Şu anda her şey cemaate mal ediliyor. Doğru zaten cemaat İsrail ile paralel bir şekilde şu anda diyelim ki bu işleri yaptı. Ama İsrail ile ABD’nin iş tuttuğu sadece bir yer mi var? Şu anda herkes cemaate yükleniyor öbür kanatlar aşağıdan İsrail-Türkiye ilişkilerini kurguluyor ve bunu da aleyhimize kurguluyor. Bu işin başında da Feridun Sinirlioğlu ve arkadaşları var. Bilgi ve belge gönderme görevi onundu.
20 • Aralık’14
G.Ö.: Mavi Marmara Gemisi Gitmeden Önce Durum Hemen Hemen Şu Şekildeydi: Refah Sınır Kapısı Kapalı, Müthiş Bir Ambargo Var, Gazze’de Kıtlık Var Ve Uluslararası Kamuoyunda Gazze Hassasiyeti Yeterli Değil. Bu Ambargoyu Kırmak, Refah Sınır Kapısını Açmak Ve Uluslararası Kamuoyunda Bir Filistin Hassasiyeti Oluşturmak İçin Birinci Mavi Marmara Seferi Yapıldı. Bugün Günümüze Gelecek Olursak Refah Sınır Kapısı Kapalı, Mısır Darbesiyle Kapatıldı Tekrar, Abluka Devam Ediyor Ve Dünya’da Son Mescid-İ Aksa Saldırılarına Yeterli Tepki Oluşmadı. Dünyada Hassasiyet Kırılmaya Başladı. Bu 2. Mavi Marmara Seferinin Sebebi Olabilir Mi? 2. Mavi Marmara Yola Çıkacak Mı? B.Y.: Öncelikle Mavi Marmara’dan sonra ambargoya tâbi malların % 80’ine serbestlik geldi. Şu anda da yollar ne kadar kapalı dahi olsa bu karar halen böyle devam ediyor. İçeriye bazı malzemeler giriyor bazıları giremiyordu şu an bu ortadan kalktı. Sadece çimento, demir ve çakıl konusunda problem devam ediyor. Sadece bu malların girişinde kriz yükseldiği zaman sıkıntı doğuyor. Zaten İsrail hiçbir zaman doğru bir şey söylemez. Hep yalancıdır. İki kere Gazze’ye saldırdı yenildi yaptığı anlaşmaların hiçbirini kabul etmedi. Siyonizm’in bu yönünü bilmeyen Müslüman devletler her seferinde Siyonizm’e aldandı. Türkiye de dâhil olmak üzere onu da söylemek istiyorum. Her seferinde aman şu anlaşmalar yapılsın bombalar dursun, İsrail şu sözleri veriyor. İsrail hiçbir zaman onu yapmayacak. Mavi Marmara’nın sebebi sadece ablukanın kalkması, sadece ablukaya dikkat çekmek değildi. Biz Siyonizm’in dünyada deşifre edilerek kollarının ka-
natlarının kırılmadan Filistinlilerin özgür olacağına inanmıyoruz. Yani bugün Filistin’de abluka kalksa bile Siyonizm dünyayı hâkimiyeti altına almış durumda. Mavi Marmara bütün dünya Siyonist hareketine karşı bir başkaldırıydı. Dikkat ederseniz ondan sonra ülkelerdeki, örgütlerdeki, şirketlerdeki Siyonizm deşifresi kendiliğinden gelmeye başladı. Bir domino taşı gibi şu anda her yerdeki İsrail yanlıları ortaya çıkmaya başladı. Bu bir süreçtir. Bu süreç ne zaman tamamlanır taş, toprak arkamızda bunlar var diyene kadar bu devam edecek. Onun için Mavi Marmara’ya Siyonist Yahudiler sonun başlangıcı olarak bakıyorlar. Tevratlarında geçen bir ayet böyle, sonun başlangıcı olarak bakıyorlar. 2. Mavi Marmara, 3. Mavi Marmara biz Mavi Marmara’yı hazır tutuyoruz. Bazı bürokratlar Mavi Marmara için gerekli olan evrakları vermiyorlar biz yola çıkarız diye. Fakat bizde Avrupa’dan bekliyoruz Avrupa’daki arkadaşlar hazır olduğu zaman Mavi Marmara yola çıkacak tekrardan. Biz dünya vicdan hareketiyiz, hılful fudul hareketiyiz, erdemliler ittifakıyız. Sadece bir yerin alıp bunu götürmesi değil farklı görüşte de olsa vicdanların buluştuğu, insanların bir araya geldiği bir hareket olarak kalmak istiyoruz. O yüzden mücadelenin bu safhasına bir ara vermek istemiyoruz. Bu safha Hristiyan, Yahudi, Budist, Müslüman vicdan sahiplerinin olmalıdır. Yeni çıkacak Mavi Marmara birincisi kadar etkili olacak mı, olmayacaktır. Birincisi için bile cemaatler yeterli çalışma yapmadığı için tepkiler azalıyor.
Onun için cemaatlerin bir kere kendine gelmesi lazım. Artık şu siyasete ve iktidara eklemlenmekten vazgeçmesi lazım. Şimdi herhangi bir olay olduğu zaman neden önce İHH harekete geçiyor, İHH değil cemaatler harekete geçmeli. Şimdi İHH topladığı zaman 10 bin kişi topluyor ama bütün cemaatler toplasa 100 bin kişi toplayacak. Ama biz cemaatleri harekete geçiremiyoruz. G.Ö.: 2. Mavi Marmara Yola Çıkarsa Rotası Sadece Gazze Olmak Zorunda Mı? Bir Arap Ülkesine Bir Arap Diktatörlüğüne Gidecek Bir Mavi Marmara Mümkün Müdür? B.Y.: Her zaman. Strateji ve taktik her zaman değişebilir. G.Ö.: Güncel Bir Mesele Müslüman Gençleri İkiye Böldü Şu An. El Fetih Son Bir Saldırı Yaptı İsrail’e. Türkiye’deki Müslüman Gençler İkiye Bölündü. Mabetlere Saldırılabilir Çünkü İsrail İşgalcidir. Kimisi De Hayır Hiçbir Şartla Mabetlere Saldırılamaz Bu Yanlıştır Diyor. Siz Ne Düşünüyorsunuz? B.Y.: Bu konular ihtilaflı konulardır. Bu konularda vakaya ve sonuca bakmak lazım. Sonucun ne için olduğunu herkesin iyi sorgulaması lazım. Sebepler ortaya konulmadan sonuçlar üzerinden yapılacak yorumlar ancak ihtilafları artırır. Aralık’14 • 21
KARANTİNA
KARANTİNA
Filistin’de Bir Haftasonu Ammar BALKAYA
İ
stanbul’un keşmekeşinden sıkılıp bir yerlere gideyim diyorum ki aklıma daha hala sıcaklığını koruyan Mescid-i Aksa saldırısı geldi. Bu durum benim çoktandır aklımı kurcalayan bir hadiseydi. “Yahudiler Müslümanlar’dan ne istiyor?”, “İşgalci kuvvet İsrail, Filistin topraklarını niye sahiplendi?” gibi soruların cevaplarını merak etmiyor değildim. Nitekim ani bir şekilde İsrail’e gitme kararı aldım ve “canına mı susadın ne işin var orada!?” diyen arkadaşlara rağmen gerekli belgeleri ve işlemleri tamamlayıp aldım başımı gittim İsrail’e. Nelerle karşılaşacağımı merak ederek indim Tel Aviv’e. Gördüğüm ilk şey görevlilerin inen Türk uçağındaki Türklere karşı tutumu oldu. Bir insan ülkelerine(!) gelen insanlardan bu denli rahatsız olabilir miydi? Bizi pasaport kontrolünde asker gibi sıraya soktular önce. Ardından pasaport kontrolündeki görevlinin tek tek saatler süren sorgulaması... Size oradaki tutumu ancak şu örnekle gösterebilirim; Birkaç tane kontrol noktasının hepsinin önün-
22 • Aralık’14
de uzun sıra vardı ve hemen yanımdaki sırada bir amca tek sıra halinde değil de eşinin yanında duruyordu. Görevli önce kulübenin içinden “Hey sen sıranın en arkasına geç” diye bağırdı. İngilizce anlamayan amcamız karısının arkasına geçti ve o görevli bir hışımla kulübesinden çıkıp dövecek gibi adamın üzerine yürüyüp İbranice bir şeyler söylenip yaşlı amcayı kolundan tutarak sıranın en arkasına götürdü. Bu titizliğin bir kuralcılık mı yoksa Müslümanlara karşı bir korku mu oluşunu kendime sormadım değil açıkcası. Neyse ki sorunsuz bir kontrol geçirdim ve Tel Aviv şehir merkezine gittim. Dışardan her kültürde insanın bir arada bulunduğu yer gibi duran Tel Aviv’de bu düşüncem girdiğim bir kaç mağazada hemen değişti. Antikaya olan merakımdan dolayı bir antika dükkanını gözüme kestirip içeri girdim, içeride orta yaşlarda başında Yahudi takkesi olan bir amca vardı. Benim düzgün bir İngilizce konuşmama rağmen
satıcının bana gösterdiğim ürünlerin fiyatlarını söylerken sanki karşısında 5 yaşında çocuğa anlatıyormuş gibi alaycı bi tavırla heceleyerek ve elleriyle göstermesi beni rahatsız etmişti. Satıcıya kendimin gayet iyi İngilizce bildiğini, niçin böyle bir şey yapıyor olduğunu sorduğumda ise satıcının gülüp “(Müslümanları kastederek) Siz iyi İngilizce bilir miydiniz?” demesiyle oradan çıkmam bir oldu. Ve birkaç saat sonra maneviyatın başkenti, ilk kıblemizin olduğu Kudüs’te idim. İnsalığın Ortadoğu’da en eski yerleşmelerinden biri olan, 2 defa yok edilip 23 defa işgal altına girip 52 defa saldırıya uğrayıp 44 defa ele geçirilen ve hala dimdik ayakta duran Kudüs! Peki neydi burayı bu kadar önemli kılan? Kudüs 1538 yılında 1. Süleyman hükümdarlığında tamamiyle surlarla çevrilip yaklaşık 1960’lı yıllara kadar surların dışında pek bir yapı kurulmamış eski bir şehir. Yaklaşık 4 kilometrelik sur içerisinde yer alan Kudüs’te ilk farkettiğim şey sokaklardaki yarısı kapalı dükkanlar oldu. Bu şehirde öğrenilecek çok şey vardı, otelime yerleştiğim gibi kendimi Kudüs sokaklarına attım. Sokaklarda eli silahlı polis sayısı fazlaydı. Kafalarına göre polis araçlarıyla bazı yolları kapayıp tabiri caiz ise kendi hükümdarlıklarını yaşıyorlardı. Gerek polis gerekse asker insanla resmen oynuyordu. İstediği insana gidip pasaport kontrolü yapıp istediği sokağı kapayıp istedikleri yerden geçiş sağlıyorlardı. Bu Kudüs’te hep olan şey miydi yoksa son gerginliklerden ötürü alınmış “ileri” tedbir miydi bilemem ama yoldan geçen bir Türk otobüsüne İsrail askerinin silahını bilerek otobüse doğrultup sonra gülerek geri çekmesini pek de tedbir olarak görmüyorum açıkcası. Ve artık surların içindeyim. Dapdar inişli yokuşlu yollar, karmaşık sokaklar, birbiri içine girmiş kapalı çarşılar, sokaklarda koşturan çocuklarıyla birdenbire bambaşka bir Dünya’ya girdiğimi farkettim. Giriş kapıları birbirinden farklı ama kendileri birbiri üstüne binmiş kahverengi tarihi evleriyle Kudüs tıpki labirent gibi duran ara sokaklarıyla beni büyülemişti. Önce Mescid-i Aksa’ya gittim, bahçesine girmek için farklı farklı kapıları bulunan Mescid-i Aksa’nın her kapısını İsrail polisi tutuyordu ve bu kapılardan bir kısmı genelde kapalı tutuluyordu. Her daim açık olan kapılardan birinden girmek istediğimde İsrail polisi tekrardan pasaport kontrolü yapıp Müslüman olup olmadığımı sorup Müslüman olduğumu söy-
lediğimde ise İhlas suresini okutturup adeta bizle oynadıktan sonra bizi içeri alıyorlardı. İslam’ın ilk kıblesi, Kabe’den sonra maneviyatı en yüksek olan camimize binbir hezimetle alınıyor olmak utanç vericiydi. Neyse ki içeriye doğru yürüdükçe heybetleşen Kubbet-üs Sahra, ve onun arkasından tüm asilliğiyle aheste aheste beliren Mescid-i Aksa’yı görünce insan her şeyi unutuyordu. Kudüs’ü Müslümanlar için en değerli kılan yerdeydim. Burası Kabe’den önceki kıblemiz olan Mescid-i Aksa’yı ve Hz. Muhammed’in bir kaya üzerinden Miraç’a çıktığı yer olan Kubbet-üs Sahra’yı içerisinde barındıran muhteşem büyüklükte bir alan idi. Avluda koşturan Filistinli çocuklar, futbol maçı yapan gençler; cami içerisinde ise bir yerde yakalamaca oynayan kızlar, bir yerde okul dersine çalışan liseliler; bir başka köşede Kuran okuyan çocuklar, bir başka yerde ise camide uzanıp keyfine bakan yetişkinler… Anlayacağınız rahat, renkli ve saatlerce izlenilesi bir ortamı vardı Mescid-i Aksa’nın. Şahsen kendim ilk gün tam 5 saat aralıksız cami içerisinde oturup insanları izlemişim… Bir ara gözüm caminin en önünde duran bir dolaba ilişti. İçerisinde metal birşeyler sergileniyordu. Onların ne olduğunu çözmeye çalışırken yanıma yaşlı bir Filistinli amca yaklaştı, “İyi bak” dedi, “Bunlar yıllar boyunca Yahudilerin ve İsrail polisinin Mescid-i Aksa’ya yapmış olduğu saldırılarda kullandıkları ve bizlerin cami içerisinden topladığımız kurşunlar, gaz kapsülleri ve ses bombaları…” Şok olmuştum. Sonra devam etti “Hiç bir zaman bu zulümleri unutmayalım diye koyduk bunları caminin ortasına…” Ve ardından öğrendim ki Mescid-i Aksa defalarca saldırıya uğramıştı. 1969’da Avusturyalı bir Aralık’14 • 23
KARANTİNA
Yahudinin camiyi kundaklaması, 1980’de Meir Kahane isminde birinin bir ay boyunca camiye namaz kılmaya gelir gibi yapıp caminin birçok yerine bomba yerleştirip bunları patlatması, 1982’de yine bir bombalı saldırıya yeltenilmesi, 82’de silahlı saldırı, 83’te Mescid-i Aksa’ya girmek için kazınmış bir tünelin bulunması, 86’da Knesset üyesi bir grup insanın polis eşliğinde Mescid-i Aksa’ya girmeye çalışması, 1960’da birçok Filistinlinin ölmesiyle sonuçlanan bir silahlı saldırı ve dahası… İçerisinde ibretlik olsun diye hala kalıntıları bırakılan büyük yangınların, saldırıların eşiğinden sapasağlam kurtulan bir Mescid-i Aksa’ya bakıyordum şuan. Her şeye rağmen yüz yıllar boyu dimdik kalabilmiş, Filistinlilerin gerek kanlarıyla gerekse taşıma sularla yıllarca koruduğu Mescid-i Aksa!.. Üç büyük dinin buluşma yeriydi Kudüs. Mescid-i Aksa’dan çıkıp Hristyanların kutsal saydığı, yeryüzündeki tüm kiliselerin anası dedikleri, hac ibadetlerini gerçekleştirdikleri kilise olan Church Of The Holy Sepulchre yani Kutsal Kabir Kilisesi’ne gittim. Uzun bir yolum var sanarken Mescid’i Aksa’dan çıktıktan hemen hemen bir kaç sokak sonra buraya varmış olmama epey şaşırdım. İnanılışa göre Hz. İsa kiliseye doğru olan ara sokaklardan birinden sırtında gerileceği çarmıhıyla birlikte yürümüş ve sonunda bu kilisenin olduğu yerde çarmıha gerilip öldürülmüştü. Hristyanlar İsa’nın çarmıhıyla yürüdüğü o uzun yola Çile Yolu deyip Hz. İsa’nın yol boyunca tökezleyip düştüğü yerlere ise “istasyon” denilen kiliseler yaptırmışlardı. Toplam 14 istasyon bulunan Çile Yolu’nun sonu ise Kutsal Kabir Kilisesi’ne çıkıyordu. Grup grup gelen Hristyanlar sırayla bu istasyonlarda ayin yapıp en son Kutsal Kabir Kilisesi’ni ziyaret ediyorladı. Çevrede hiç bir polisin kapısını tutmadığı bu kilisede Hrist24 • Aralık’14
KARANTİNA yanlar kendi hallerinde ibadetlerini yapıyorlardı. Ve sıra geldi Yahudilerin en kutsal saydığı Büyük Tapınak’ın ayakta kalan tek duvarı olan Ağlama Duvarı’nı görmeye. Kapıda bir yığın asker ve polis vardı. Pasaportumu görüp Müslüman olduğumu öğrenince önce ayaküstü bir sorgulama yaşadım ve ardından X-Ray cihazından önce eşyalarım sonra kendim geçerek alana alındım. Alana girdiğim an bir Yahudi koşarak kafama kendi takkelerinden takıp “kafa açık gezmek yasak” dedi. Ve az sonra farkına varacaktım ki ister Ağlama Duvarı’nın içi olsun ister sokaklarda olsun tek bir Yahudi’nin bile başında takkesi ve kendi dinlerine özgü ördükleri saçlarıyla dolaşmayanı yoktu. Bebeğinden, çocuğuna, yetişkininden yaşlısına herkes böyle yetiştiriliyor ve kendi toplumları içerisinde kendi dinini böyle yaşayanlara çok saygı duyuluyordu. Bu anda aklıma kendi ülkemde kendi dinini yaşamak isteyen, tesettür giyen, çocuklarını imamhatiplere gönderen ailelere yapılan “baskı” geldi. Bizim ülkemizde “çağdaş” taraflarca bu insanlar özgürlüğe layık görülmezken Kudüs’te Yahudilerin kendi dinlerine bu kadar sahip çıkması oldukça düşündürücüydü... Tam da bu sırada ezan okunmaya başlandı. O da neydi?! Ağlama Duvarı’nda ezan sesi mi? Önce ne olduğunu farkedemedim, sonra anladım ki Mescid-i Aksa ile Ağlama Duvarı arasında nerdeyse sadece tek bir set vardı. Evet, neredeyse ikisinin sınır duvarları aynıymış bile. Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı, Kutsal Kabir Kilisesi. Üç büyük din, aynı set içinde, yan yana… Cuma günü Mescid-i Aksa’nın ezan sesi her yere dağılırken, cumartesi günü Yahudilerin ağlama sesini bile duyabiliyorduk. Pazar günü ise yine aynı yerden duyulan çan sesleri… Peki niyeydi bu kavga? Niyeydi yıllar süren savaşlar? Zamanı Kudüs’ü tamamıyle çözmeye yetmemiş bir geziydi benimkisi. Kısa, üstünkörü, ama az buçuk gözlem yapmaya yetebilecek bir geziydi. Son günler yavaş yavaş geliyordu. Filistin hattını da görmek istedim. Atlayıp otobüse “Utanç Duvarı” diye bilinen, Filistin’i, Filistinlileri geçidi imkansız bir duvar içine yığan Batı Şeria’ya gittim. İçeride Filistin polisinin güvenliği sağladığı dışarda ise İsrail polisinin kapıları tuttuğu bir yer Batı Şeria… 29 yaşında olup bir kez bile hemen yanındaki Kudüs’ü görememiş Filistinli biriyle tanıştım “içeride”. Açık hava hapishanesi diyorlardı oraya. Beni gören herkes, Türk
hükümetine ve Türklere olan sevgisini gösteriyor, bana hediyeler verip sıcacık sarılıyorlardı. Ardından El-Halil’e geçtim. Burada aniden patlak veren bir sokak çatışması oldu. Filistinli gençler ile İsrail polisi arasında çatışma başlamıştı. O an hem gözüme hem objektifime yansıyan bir kare oldu. Dokuz yaşlarında bir Filistinli çocuk hemen çatışmaların olduğu sokağın bir sokak üstünde evinden çıkıp arkadaşlarıyla paten yapmaya başladılar. Beni görüp eliyle zafer işareti yapan çocuk arkadaşlarıyla birlikte silah ve ses bombaları içerisinde yavaşca gözden kayboldu. Nitekim cuma namazı için Mescid-i Aksa’ya dönmüştüm. Önceki hafta cuma namazında olaylar olduğunu bildiğim Mescid-i Aksa’ya girerken biraz tedirgindim. Ama genelde cuma namazına alırken ya yaş sınırı koyan ya da başka zorluklar çıkaran İsrail polisi, sanılanın aksine uzun bir aradan sonra ilk kez kapıları cuma namazı için genç yaşlı herkese açmıştı. O coşkuyla Mescid-i Aksa’nın bahçesi doldu taştı. Derken son güne gelmiştik artık. Sorunsuz, belasız bir geziyi tamamlamanın mutluluğuyla son kez Mescid-i Aksa’da bulunmak istemiştim. Derken o hiç beklenilmeyen olay oldu bir anda… Mescid-i Aksa’nın genelde kapalı olan, Ağlama Duvarı’yla sınır kapısı olan kapı açılmıştı ve tıpkı 1986’da Knesset üyesi bir grup insanın polis eşliğine Mescid-i Aksa’ya girmesi gibi bir grup Yahudi genç, polisler eşliğinde içeriye girmeye başladı. Ne oluyor demeye kalmadan Filistinli kadın ve erkeklerin tekbir sesleriyle Mescid-i Aksa inlemeye başlamıştı. Zamanında Filistin toprakları olan bu toprakları kan dökerek işgal eden, sonrasında sanki kendi topraklarıymış gibi bu insanlara yıllar yılı zulmeden, Mescid-i Aksa’yı almak için defalarca saldırı düzenleyen Yahudiler şu an “Buralar bizim, Mescid-i Aksa da bizimdir istediğimiz gibi gireriz!” süsü vermek için kalabalık bir polis eşliğinde içeride tabiri yerindeyse gövde gösterisi yapmaya çalışıyorlardı. Buna göz yumamazdım. Önce bir grup Filistinli gençle birlikte Mescid-i Aksa camisinin kapılarını kapayıp ardından cami önüne set olduk. Bir yandan tekbir getirip tepkimizi gösterip bir yandan kovuyorduk. Polis ellerinde silahlar geniş bir önlem almıştı, Yahudiler ise polisin eşliğinde bir uçtan bir uca geçiş yapıyordu. Benim onlara meydan okuyuşumdan cesaret alıp arkamda durmaya başlayan Filistinli gençler vardı. Kadını erkeği, yaşlısı genci bir bir ar-
kama geçip Mescid-i Aksa önünde set oluyorlardı benimle birlikte. O an kendi görüş açımdan Yahudilerin bu geçişlerini kayda alıyordum, kaydı durdurduğumda ise bir polis bana yanaşıp beni provakeyle suçlamaya başladı. Ve beni orda tutuklamak istediler. Arkamda duran Filistinli gençler polislere meydan okuyup “Onu götürürseniz burdan hiç birinizi çıkartmayız” diyorlardı. Güçlü, öfkeli, yiğit bir kalabalık vardı orda. Polis kelepçe takmak istiyor, onlar engelliyordu… Ayaküstü bir sorgulama yaşadım, pasaportuma baktılar, neden geldiğimi sordular ve birkaç soru ardından beni orda bırakıp gittiler. Mescid-i Aksa yıllar boyu dimdik kaldığı gibi, bundan sonra da dimdik kalacak. Tıpkı Filistinliler gibi, tıpkı Filistin gibi! Tel Aviv’den tekrar İstanbul’a gideceğim zaman havaalanı içerisinde Türk otobüslerine İsrail polis arabalarının eşlik ettiğini gördüm. Ve içeride pasaport kontrolu noktalarına kadar hep bir görevli Türk gruplarının başlarında duruyordu. Ülkeden çıkarken bile saatlerce “sorgu” kuyruğunda bekliyorsunuz. “Ülkeye niye geldin, kaç gün kaldın, nereleri gezdin, birinden hediye aldın mı?...” Dediğim gibi kısa bir geziydi. Ama fakrettiğim tek bir şey oldu ki, bu “işgalci” insanlar hem Türklerden hem de Müslümanlardan ölesiye korkuyorlar… Kudüs’e gidin. O yaşlı yapıya, Mescid-i Aksa’ya şöyle doya doya bir bakın. Filistin kanıyla boyanmış o maneviyatı derin derin içinize çekin. Kudüs’e, tüm gözlerin üzerinde olan Mescid-i Aksa’ya SAHİP ÇIKIN! Aralık’14 • 25
KARANTİNA
KARANTİNA
IZZET YA DA ZILLET Esma KÖSE
R
asulullah sallallahu aleyhi vesellem ‘’ Oraya gidip namaz kılınız. Eğer gidemezseniz kandillerini aydınlatması için oraya yağ gönderiniz’’ buyurarak, anlatıyor Kudüs’ün Müslümanların asla vazgeçemeyecekleri bir şehir olduğunu. Ve Allah, Habibini mahzun olduğu bir anda teselli için götürmüştü Aksa’ya. Şimdi de Ümmeti bu mahzun halden çıkarıp teselli edecek tek hareke;t Kudüs’ün fethidir.Ancak Müslümanlar Kudüs’e özgürce girip namaz kıldıklarında teselli bulacak izzete susamış gönüller. Allah Mescid-i Haram ile Aksa’yı kıble yaparak birbirine bağlamıştır. Bunda Peygamberliğin İslam ümmetine verildiği mesajı vardır. Allah Ümmet’in kalbinde Kudüs’ün bu anlamını pekiştirmeyi murad etmiştir. Bu ilişkilendirme, Müslümanları uyarmak ve hiçbirinin bu iki Mescid hakkında kusurlu davranmamasını sağlamak için yapılmıştır. Müslümanlar için Mescid-i Aksa’ya yapılan her hareket, Mescid-i Haram’a yapılan hareket gibi değerlendirilir. Bu sebeple Müslümanlar Mescid-i Aksa’yı tüm güçleri ile korumaya çalışmışlar ve işgal altında olduğu süre içerisinde sürekli dua ve gayretle o kanlı ellerden Kudüs’ü kurtardıkları günün hayalini kurmuşlardır. Ömer (r.a.) tarafından 636 yılında fethedilen Kudüs, 1099 yılına kadar, tam 477 yıl Müslümanların hakimiyetinde kalmıştır. Bu süre zarfında birçok devlete ev sahipliği yapan Kudüs’ün o zamanlarını anlatan bir yazar; ‘Yapıları taştandır. Oradan daha güzelini ve sağlamını başka hiçbir şehirde göremezsin. Kudüs halkından daha iffetlisi yoktur. Kudüs çarşılarından daha temiz bir çarşı, Kudüs’ün Mescidinden daha büyük bir Camii ve Kudüs’ün manzaralarından daha çok manzara da bulamazsın’’ diyerek anlatıyordu bu mübarek
26 • Aralık’14
şehri Kudüs’ü. Müslümanların elinde olduğu süre boyunca böyle devam eden Kudüs’ün temiz sokakları haçlıların işgali ile kana boyanmış, bir vahşete tanıklık etmiştir sokaklar, caddeler ve camiler. Bir ay kuşatmadan sonra şehre giren serseri haçlılar, bir hafta boyunca Müslümanları kılıçtan geçirdiler. Bir grup Müslüman Mescid-i Aksa’nın mihrabına sığınıp üç gün direndi. Frenkler, erkek, kadın, yaşlı, çocuk demeden yetmiş binden fazla Müslüman’ı öldürdüler. Öldürülenler arasında Müslümanların alim, zahit ve önemli şahsiyetleri bulunuyordu. Yollarda ve evlerde kafalar, eller ve ayaklar birikmişti. Süvariler ve piyadeler cesetlerin üzerinde gidip geliyorlardı. Küfür yine kendine yakışanı yapmış, kan damlayan elleriyle kutlamıştı zaferini. Ömer (r.a.) şehri alışındaki hoşgörü nerede, haçlıların zalimlik ve vahşetleri neredeydi? Doğu Hristiyanları dahi bu zulümden nasibini almış, Müslümanların yönetimi zamanında elde ettikleri pek çok özgürlüğü kaybetmişlerdi. Mescid-i Aksa’yı saray olarak kullanan kral, kendisi için bir saray inşa ettirdikten sonra burayı tapınak şövalyelerine bırakmıştı. Şövalyeler orada yaşadıkları süre zarfında Mescidin avlusunun bazı bölümlerini evlerine katmışlar ve Mescidin altında bulunan bölümleri atlarına ahır yapmışlardı. Müslümanlara emanet edilmiş bu mübarek Mescid haçlı zulmü altında inlerken Müslümanlar parçalanmış ve iyice güçsüzleşmişti. Bu durum Müslümanlar arasında cihat ruhunun canlanması ve İmadeddin Zengi’nin Müslümanları haçlılar karşısında birleştirme çabalarının başlamasına kadar devam etti. İmadeddin Zengi komutasındaki cihat hareketi, O’nun döneminde Şam’ın
kuzeyinde Frenklere karşı zafer kazanmaya başladı. Zengi, haçlıların doğuda 1143 yılında kurdukları ilk krallık olan Urfa’yı ele geçirdi. Bu zafer Müslümanlara İslam’ın yeniden muzaffer olabileceği ümidini vermiş, Frenklerin arasında korku ve endişelerin artmasına neden olmuştu. İmadeddin Zenginin eliyle Urfa’nın fethi ile toprağa atılan bu tohum, Nureddin Zengi ve Salahaddin Eyyubi’nin eliyle yeşermiş, Kudüs’ün fethi ile Müslümanların izzeti bayrak bayrak dalgalanmıştı. Nureddin Zengi ömrü boyunca Kudüs’ten başka bir şey düşünmemiş, hep bu kutsal şehrin fatihi olmayı arzulamıştı. Kendisini bu ülküye öylesine adamıştı ki; Kudüs’ün fethinden sonra Mescid-i Aksa’ya koymak için çok ihtişamlı müthiş bir minber yaptırmıştır. Bu minber Zengi’nin gözünde Kudüs’ün fethini algılanabilir hale getirirken gençlerin zihninde bu fethin hayalini canlandırmıştı. Ancak onun gönlüne yazdığı bu sevda Salahaddin’in alnına yazılmıştı. Kudüs’ün fatihi Salahaddin olmuştur ancak o sancağı taşıyan el Salahaddin olsa da sancak Zengidir. Zira Zengi’nin attığı tohum yeşermiş, Salahaddin’lerin elinde sancak olmuştur. Salahaddin’in fethinden sonra çeşitli devletçikler tarafından yönetilen Kudüs, son olarak Osmanlının yönetimi altında uzun yıllar kalmış, Siyonistlerin baskı ve girişimlerine rağmen Abdulhamid kararlılığı ile Kudüs’ü kimseye pay etmemiştir. Theodor Herzl, Osmanlı ayakta kaldığı sürece hayalini kurduğu Yahudi devletini kuramayacağını anlamış ve bunu; ‘’ Osmanlı devletini yıkmak yahut bölmek bir Yahudi devleti kurmanın tek yoludur’ sözleriyle ifade etmiştir. Nitekim dediği gibi olmuş Abdulhamid tahttan indirilmiş, daha sonra başlayan birinci dünya savaşı ile birlikte yaklaşık 400 yıllık Osmanlı hakimiyeti sona ermiş, Kudüs İngilizlerin eline geçmiştir. İngilizlerin yürüttüğü siyaset fayda mantığı üzere kuruluydu. Dolayısıyla Abdulhamid’in milyar dolarlar teklif etmelerine rağmen Yahudilere vermediği toprakları, siyasi ve mali faydalar karşılığında bir takım oyunlarla Yahudilere satmıştır. Böylece Yahudiler hiçbir hakka sahip olmadıkları bu topraklarda batının desteğiyle güçlenmiş ve Filistinlileri kendi topraklarından çıkarmakla birlikte onların bulunduğu bölgelerde kendi ürettikleri bahanelerle işgal başlatmışlardır. Sonrasında ise içlerinde gizledikleri Siyonist karakteri ile ince hesaplar yaparak var olmayan haklara karşılık savaşı durdurmak için barış antlaşmalarına gidiyormuş gibi yapmıştır. Siyonistler Süleyman mabedi dedikleri hayali bir yapıyı kendilerine hedef olarak belirleyip asılda dün-
yanın efendisi olmayı ve giremeyeceği cenneti dünyada kurmayı hedeflemektedir. Böyle bir mescidin inşa edildiği varsayılsa bile Yahudilerin Allah’ın birliği için kurulmuş mescitlerde hakları yoktur. İsrailliler mabedi bulma iddiasıyla şehirdeki İslam eserlerini yok etmeyi ve şehri Yahudileştirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle şehrin bir çok yerinde kazılar yapılmaktadır. İsrail kaynakları, uydurma Yahudi tarihi tasavvurunu oluşturmak ve hala en ufak bir kalıntısına ulaşılamayan Mabet fikrini insanların zihinlerine yerleştirmek için eski Kudüs altındaki kazılarına devam edeceğini ilan etmiştir. Tarihe bakan herkes, Kudüs’ün İslam ümmetinin gücünün veya zayıflığının kıstası olduğunu görür. Ömer (r.a.) ne de güzel ifade ediyor İslam Ümmetinin durumunu; ‘’ Biz İslam ile şeref bulmuş bir milletiz, eğer bu şereften uzaklaşırsak Allah bizi zelil eder.’’ Evet tam da dediği gibi Müslümanlar izzeti, şerefiyle şereflendikleri İslam’ın dışında, Avrupa’da ya da dolarlarda aramaya başladığı günden beridir kalkmıyor yerden başımız. Dünya için başını yerden kaldırmayanlar sebebiyle başını cennete yaslamış adamların başları ya yerlerde bedensiz duruyor ya da darağaçlarında sallanıyor. Kudüs davası Müslümanları toplayıp bir araya getirecek tek davadır. Zira Kudüs, Filistin’in Mısırın değil, ben Müslümanım diyen herkesin davasıdır. Bizler de Kudüs’e olan sevdamızı yüreklerimize yazdığımızda ve Kudüs’ün kandillerini kanlarımızla doldurduğumuzda kalkacak yerden başlar, alınlara yazılacak fetihler ve secdenin izzetine saygı duyacak tüm dünya… Aralık’14 • 27
KARANTİNA
KARANTİNA
II. ABDÜLHAMİD VE SİYONİZM Asım Ebrar YILDIZ*
A
bdülhamid’i küçültmek, çürütmek, baltalamak ve engellemek isteyen her olayın ön planında kim bulunursa bulunsun, arka planında daima Yahudi’yi aramak gereklidir. Abdülhamid’in saltanatı ve hatta saltanatından sonraki yılları da dâhil, cülusundan vefatına dek en büyük düşmanı ne Ermeni, ne Moskof, ne İngiliz ne de kök ilgisini kaybetmeye başlamış, yarı aydın Türkler zümresidir. Onun perde arkasında itici, sürücü, güdücü ve körükleyici gücü ve baş düşmanı daima Yahudi olmuştur.1
28 • Aralık’14
Nereye varacağımızı göstermek gayesi ile sondan başlayalım. Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra, kendisinin yazıp bir köşk muhafızı ile Şam’da bulunan şeyhi Mahmud Ebu Şamada’ya gönderdiği mektupta şunları söylemektedir. İttihatçıların ve Yahudilerin tüm ısrarlarına ve 150 milyon altın tekliflerine rağmen, Kudüs’ü nasıl satmadığını dile getirmekte, özelliklede Filistin’de Yahudilere toprak vermediği için tahttan indirildiğinin üzerine basmaktadır. Sultana bir cevap mektubu yazan Mahmud Ebu Şamada ise Halifeye hita-
ben; Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete re Osmanlı topraklarına göç etmişlerdir. Nitekim riayet ettin. Bu davranışından dolayı Allah senden 1376’da Macaristan’dan sınır dışı edilen Yahudiebeden razı olsun, diyerek Abdülhamid Han’ı tesel- ler Osmanlı’ya başvurmuş ve başkent Edirne’ye li etmiştir.2 yerleştirilmişlerdir. Macaristan’dan sonra 1394’de Şahsının da gizli mektubunda belirttiği gibi, Fransa’nın da Yahudi tebaasını kovması ile soluk Abdülhamid Han’ın tahttan yine Edirne’de alınmıştır. indirilmesindeki en büyük Avrupa’da huzuru bulamasebeplerden biri Yahudiler yan Yahudiler, yıllarca giysi‘’Eğer Bay Herzl, benim ve daha doğrusu Siyonizm leri dâhil –kıyafetlerine isarkadaşım olduğun gibi bir olmuştur. Siyonizm her ne tedikleri süsleri takamamış, arkadaşın ise ona söyle: Bu kadar bir Yahudi düşünce kendileri için önemli olan sistemi olsa da, Siyonizm’i kırmızı, mavi renklerini kulmeselede ikinci bir adım daha kabul etmeyen, bunu itikadi lanamamış yıllar boyu adeatmasın. Ben bir karış dahi olsa bir sapıklık olarak düşünen ta sefiller gibi koyu renkli toprak satmam. Zira bu vatan Yahudilerde mevcuttur. Bu giysilere mecbur kalmışlarbana değil, milletime emanetsebeple Yahudilerde kendi dır- her türlü aşağılamayı tir. Milletim bu vatanı kanları aralarında bölünmüş haldegördükten sonra Osmanlı ile mahsuldar kılmışlardır. O, dirler fakat Siyonizm mali ve yönetimi altında rahatlasiyasi açıdan daha kuvvetli mış ve belirlenen yerlerde bizden ayrılıp uzaklaşmadan olduğu için toplu gözükOsmanlı toprakları içinde, tekrar kanlarımız ile örmektedirler. Lakin onların antisemitizmden uzak halteriz. Benim Suriye ve Filistin kalpleri dağınıktır. de hayatlarını sürdürmüşalaylarımın efradı birer birer Siyonizm 19. Yüzyılda lerdir. Fakat bugünkü İsrail’i Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Avrupa Yahudilerinin yeni kuranların ve yönetenlerin bir vatan arayışı içinde olanOsmanlı topraklarına göç Bir tanesi dahi geri dönlarının kabul ettiği, Emperetmiş olan Yahudiler değil memek üzere hepsi muharebe yalizm ile aynı sülaleden Avrupalı Yahudiler oldumeydanında kalmışlardır. gelen, Edward Said’in tabiri ğunu hatırımızdan çıkarTürk imparatorluğu bana ait ile Emperyalizmin daha alt mamamız gerekmektedir. değildir. Türk milletinindir. seviyede bir tekrarı olan siZaten bu yüzden, şuanda Ben onun hiçbir parçasını yasi bir ideolojidir. Ve bugün da İsrail’de doğu Yahudileri Ortadoğu’da barışın gelmeüvey evlat muamelesi görveremem. Bırakalım museviler sinin ön şartı, Siyonizm’in mekte ve bu tavır tarihçilik milyonlarını saklasınlar. Benim bertaraf edilmesidir. alanında da sirayet etmiş imparatorluğum parçalandığı Filistin’e Arap-Yahudi barıbulunmaktadır. zaman onlar Filistin’i karşılıksız 3 şının gelmesi buna bağlıdır. Avrupa’daki Yahudilere bile ele geçirebilirler. Fakat Siyonistler ise sorun odakyeni bir vatan bulma amacı larını özellikle basın yolu ile ile Theoder Herzl önderyalnız bizim cesetlerimiz taksim farklı yönlere çekerek, asıl liğinde, ilk Dünya Siyonist edilebilir. Ben canlı bir beden sorunu ikinci plana atmakKongresi İsviçre’nin Basel üzerinde ameliyat yapılmasına tadırlar. İşte Ortadoğu’nun şehrinde, 1897 senesinde müsaade edemem. ‘’ bugünkü haline gelmesinin, yapılmıştır. Dönemin durubölgenin yanlış bölünmüş muna baktığımızda, 1881 ve çizilmiş olmasının sebeyılında açıklanan Muharbi; Siyonistlerin bu bölgeye yerleştirilmiş olmasıdır. rem Kararnamesi ile Osmanlı hazinesi iflasını ilan Avrupa’da altın çağ (Endülüs, İslam Hâkimiyeti) etmişti. Devletin girdiği büyük mali ve siyasi buhhariç sırf Yahudi olduğu için kovulan insanlar, ran ile birlikte hasta adam diye anılmaya başlanan İslam’da ırk belirleyici bir kriter olmadığı için Osmanlı’nın başında, üç kıtanın son hükümdarı Sulöteden beri başta İslam toprakları olmak üze- tan İkinci Abdülhamid Han bulunmaktaydı. Konu-
Aralık’14 • 29
KARANTİNA
muzla ilgili olarak 20. Yüzyıla girerken, Osmanlı’nın toprağı olan Filistin, içinde İspanya’dan göç eden Sefarad Yahudilerinin azınlıkta ve Müslümanların çoğunlukta olduğu Suriye’nin vilayeti konumundadır. Siyonist Cemiyeti, ilk kongreden sonra 1898 yılında, yine Theoder Herzl başkanlığında, Basel’de toplanmış ve arz-ı mevud (vaad edilmiş topraklar) olarak gördükleri Filistin’e bir şekilde yerleşme kararı almışlardır. Osmanlı’nın burayı onlara yeni bir vatan olarak tayin etmeyeceğini bildikleri için ünlü Yahudi zenginleri ile bir araya gelip, Filistin’den toprak satın almaya ve dünya Yahudilerini de yeni alınan topraklara yerleştirmeye karar vermişlerdir. İlk kongrede ise bir ara Kıbrıs adası düşünülmüş; -hatta eğer Kıbrıs’ta karar verilmiş olsa idi birazdan bahsedeceğimiz teklifler karşısında Abdülhamid Han’ın Yahudi göçüne olumlu bakacağı düşünülmektedir- Kıbrıs dışında ise Fransa’nın vilayeti olan Uganda’da teklife sunulmuş fakat çoğunluk Filistin’den yana olmuştur. Siyonizm’in kurucusu ve teorisyeni olarak kabul edilen Theoder Herzl İstanbul’a 1896-1902 yılları arasında beş ziyarette bulunmuş. Ancak Abdülhamid Han ile yüz yüze sadece bir kere, üçüncü gelişinde konuşma fırsatı bulmuş ve Abdülhamid tahtta kaldığı sürece bir İsrail devletinin kurulmasını bırakın, Filistin’den bir toprak parçası bile alınamayacağını anlamıştır. Herzl, konu ile ilgili ilk girişimini, İstanbul’a 1902 yılı Haziran ayının başındaki üçüncü gelişinde, danışmanı Kont Newlinski aracılığı ile yapmıştır. Abdülhamid Han’a yaklaşık 20 bin sterlin olarak gördükleri Osmanlı dış borçlarını ödemeyi ayrıca yeni yapılacak demir yollarını finanse etmeleri karşılığında, Filistin’de Osmanlı’ya bağlı bir vilayet olacak İsrail devletinin kurulması için hükümetine gerekli buyrukları vermesini teklif etmiş, bu teklifine Abdülhamid Han’ın tepkisi ise 30 • Aralık’14
KARANTİNA olabilecek en sert şekilde olmuştur. Herzl’in danışmanına hitaben; ‘’Eğer Bay Herzl, benim arkadaşım olduğun gibi bir arkadaşın ise ona söyle: Bu meselede ikinci bir adım daha atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanları ile mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımız ile örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem. ‘’4 Abdülhamid Han’ın sert cevabını Herzl’e ileten Newlinski görevini tamamlamıştır fakat Herzl henüz vazgeçmemiştir. Theoder Herzl dönemin Hahambaşılık Kaymakamı Moşa Levi ile görüşüp kendisinden Sultan Abdülhamid Han ile bir görüşme ayarlamasını istemiş, Hahambaşılık Kaymakamı Moşa Levi de Saray başmabeyincisi ile iletişime geçip, bir kaç kez mektuplaştıktan sonra 4 Temmuz 1902 tarihinde, padişahın huzuruna çıkabilmek için Herzl ve kendisini kabul ettirmiştir. Saray bahçesinde geçen görüşmede Herzl bir kaç formalite iltifat ve Abdülhamid Han’ın Yahudi tebaasına karşı olan iyi niyetlerine teşekkürlerini sunduktan sonra Moşa Levi’ye önceden belirtmediği halde asıl konuya girmiştir. ‘’Kurmuş olduğum ve Siyonist Cemiyet adını taşıyan büyük bir cemiyetin adına bir öneride bulunmak istiyorum. Dernek bazı yabancı ülkelerde acı çekmekte olan Yahudileri huzur ve sükûna kavuşturmayı amaçlıyor. Söz konusu olan şey, sadece ülkenize yararlı olabilecek Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine imkân sağlanması için hükümetinize gerekli buyrukları vermenizdir. Bu talebim kabul edilirse Zat-ı alilerinin belirleyecekleri bir meblağı, İmparatorluk Hazinesi’ne bağışlayacaklardır. Abdülhamid Herzl’e karşılık olarak şunları söylemiştir: ‘’Yahudi milletine olan güvenim bu teklifinizi reddetmemi engellemiyor. Yine de Bakanlığımla bu konuda istişare yaptıktan sonra bu teklifinizin
kabul edilmesi mümkündür. Bakanlığım bu öneriyi makbul bulursa uygulamaya geçirilmesi için gerekenler yapılacaktır. Cevabım sizi memnun etti mi? ‘’ Herzl bu sözlere, ‘’ Çok memnun oldum efendim; görüşmemizin sonucunu meslektaşlarıma telgrafla bildirmeme izin verir misiniz? ‘’ karşılığını verdi, Sultan ‘’Tabii ki’’ dedi ve ekledi: ‘’Viyana’ya5 dönmeden önce bu taraflara geliniz, Saray’ın kapıları size açıktır.’’6. Bu izin ile birlikte Herzl, Abdülhamid Han’ın Filistin’e bir Yahudi göçüne izin vereceği vaadi etrafında, zaman içinde dünya basınında birçok gürültü çıkartmıştır. Osmanlı basınında ise devrin sansürü, ülke basının bu konudan söz etmesini yasaklamıştır. Abdülhamid’in birçok yazar ve edebiyatçı tarafından eleştirilse de, sansür politikası siyasi anlamda haklılığını göstermiştir. Çünkü eğer sansür yapılmasa idi dünya basınındaki gürültüler Osmanlı sınırları içerisinde de yayılabilir ve bunun neticesinde Herzl’in istedikleri çok kısa bir süre içerisinde gerçekleşebilirdi. Abdülhamid Han’ın Herzl’i yüz yüze reddetmemesinin sebebi ise ileride Meclis-i Vükela’ya sunacağı, Yahudileri Doğu Anadolu’nun bir bölgesine yerleştirdikten sonra 4. Orduya bağlanacak, 100 bin kişiden oluşan ve aralarında Yahudi göçmenlerin de olacağı bir ordu kurma planı ve en önemlisi Abdülhamid Han’ın, Siyonizm’i kullanmanın onu reddetmekten daha fazla işine geleceğini biliyor olması idi. İşin aslı şudur ki, iddia ettiği şekilde zengin Avrupalı Yahudiler –başta Rotchild olmak üzereHerzl’in arkasına çuvallarla para yığmış değildir; Abdülhamid de hafiye teşkilatı vasıtası ile bunu öğrenmiştir fakat Herzl blöf yapmaktadır; Sultan da bunu biliyordur ama Siyonistlerin Avrupa içinde palazlanmalarından ve kendisine yeni bir pazarlık kapısı açmalarından memnuniyet duymuştur.7 Herzl ise kendisi için acı olan bu gerçeği ancak 1902 yılı Temmuz’unda, Sultan ile görüştükten sonra, Viyana’ya dönmeden önceki saraya son gelişinde öğrenebilmiştir. Saray bendegânı ile görüşmek için gelen Herzl, sarayın eşiğini aşındıran birilerinin daha olduğunu fark etmiştir. Fransız Mösyö Rouvier, Osmanlı maliyesini rahatlatacak tekliflerde bulunmak üzere, bir toplantıdan çıkıp öbürüne girmektedir. Bunun farkına varan Herzl, Filistin şartından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Zaten Abdülhamid Han da Filistin’i merkeze bağlayıp
şahsi mal varlığı olarak göstererek, çoktan toprak alımını yasaklamıştır. Herzl, saray bendegânına Mezopotamya’ya bir Yahudi göçüne resmen izin verildiği takdirde, dostlarının Fransızlarınkinden daha iyi bir teklifte bulunacaklarını bildirmiştir. Lakin eskiden kendisine bol bol ümit veren saray bendegânı, nedense artık yüz vermez olmuşlardır. Sözleri ile Herzl’i destekler görünmüş ama eylemleri ile başka yöne baktıklarını belli etmişlerdir. Sonunda Herzl, bir piyon olarak kullanılıp kenara atıldığına acı bir şekilde tanık olmuştur. Abdülhamid Han, Siyonizm’i Fransızlara karşı borç pazarlığını kızıştırmakta kullanmış, yakında anlaşma yapılacağı belli olduğu için de, bundan sonra Herzl’in yüzüne bakmamıştır. Sultan İkinci Abdülhamid Han yine oyununu oynamıştır. Böylelikle artık Herzl’in hatıra defterindeki Osmanlı sayfası kapanmış, onun yerine İngiltere sayfası açılmıştır.8 Sonuçta Abdülhamid Han ileride İngilizlerin ve Siyonistlerin iş birliğiyle gerçekleşecek, Filistin’e Yahudi göçüne tam olarak engel olamadıysa da, bu akımı yavaşlatmış ve Filistin’e özel bir statü getirerek doğrudan merkeze bağlamış, kendisinden habersiz işlem yapılmasının önüne geçmeye çalışmıştır. *Fatih Gelenbevi Anad. Lisesi 10. Sınıf Dipnotlar 1-Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han, 21. Basım Haziran 2013, Devri Hamidi, Abdülhamid ve Yahudi, s. 231. 2-https://tr-tr.facebook.com/video/video.php?v=152719111477233 3-John Rose, The Myhts of Zionism, Pluto Press, London, 2004, s. 201 4-Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, Gizli belgeler ile Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, İrfan Yayıncılık, 2. Baskı, s. 212. 5-Herzl Viyanalıdır. 6-Derin Tarih Dergisi, Deşifre, Herzl Sultan’ın Huzurunda, Aralık 2012, s. 74-75. 7-Derin Tarih Dergisi, Dosya, Abdülhamid’in direnişi, Ağustos 2014, s. 61. 8-Derin Tarih Dergisi, Dosya, Toprak Alma Fırsatı, Ağustos 2014, s. 63.
Aralık’14 • 31
KARANTİNA
KARANTİNA بسم هللا الرحمن الرحيم
Zeynep Rabia GENÇ*
Yüreğimiz sıkışınca Anladık El Aksa’dan bir taş düşürülmüştür
Ve çocuk gülünce Işır El Aksa El Aksa bilir ki Çocuk koyacak taşı… Nuri PAKDİL
boynunun büküklüğünden belliydi bu vakit onun parmaklarının sayısını çoktan aşmıştı…
Kar Zamanı Bir sabaha daha uyanmak nasib olmuştu…
Bu, yaşadığı ve uyandığı sabahları düşündüğünde hayatındaki en büyük şükür sebeplerinden biriydi. Uykulu gözlerinin mahmurluğuna işlenmiş şükrün ışıltısıyla yatağından doğrulduğunda yüzüne çarpan soğuk, uykusunu açmıştı. Ansızın odasına sızmış olan bu soğuk küçük burnunu hayli üşütmüş olsa da rüzgarına gizlediği bir müjdesi olabilirdi. Gizemli soğuğun sırrını çözmek için heyecanla yatağından çıktı ve hevesle cama koştu. Küçük elleriyle pencerenin kenarını kavradıktan sonra naifçe parmaklarının ucunu kullanarak kendini yukarı kaldırıp eski kır32 • Aralık’14
mızı perdenin arasından kısa boynunu uzatarak nihayet gözlerini semada gezdirmeye başladığında soğuğun müjdesi karşıladı masum nazarını. Kar yağıyordu… Usul usul, beyaz beyaz yağan bu güzel kar onun çocuk gönlünün en sevdiği misafiriydi. İşte uzun süredir hasretle beklediği misafiri gelmişti. Kirden ve kötülükten çok uzaktı meleklerin taşıdığı bu beyaz ve özel toplar. Temizdiler, sakin ve kibar… Ses çıkarmadan onun kırık yüreğini hiç ürkütmeden yağardılar. Yılın en güzel zamanıydı kar zamanı… Öyle ki çocuk hayallerini bu vakte
saklar hala gözlerinde koruduğu neşesinin son kırıntılarını bu vakitte sünnetlerdi. Kar zamanları başkaydı. O masum hayallerini, beyaz karlar üstünde gezdirirken soğuk tanelerin sıcak avuçlarında erimesinden büyük mutluluk duyardı. Kudüs’e de ne çok yakışırdı kar… Asaleti, temizliği ve hudusuyla tıpkı Aksa gibiydi… Bir kar tanesiydi Aksa ve evet, Kudüs’e en çok kar yakışırdı. Aksa Kudüs’ün en sevdiği en kıymetlisiydi. Tıpkı O’nun kar zamanını beklediği gibi Kudüs de hasretle Aksa’sının özgürlüğünü beklerdi. Kaç kış geçmişti kara hasret Kudüs için, onun küçük parmaklarının sayısından fazla olduğu için sayamamıştı ama
O’nun küçük dünyasında savaş, birkaç kartopunun gülücükler eşliğinde savrulmasından ibaretti. Oysa büyükler onun bu ezberini bozmaya niyetlenmiş kartoplarından hayallerini çalıp onun masum toplarına mermiler gizlemeye kalkışmışlardı. Masum yüreğine sığdırdığı bambaşka acılar vardı. Evet, o küçük bir çocuktu ama annesinin gözyaşlarını görebiliyordu. Ya da babasının evden her çıkışında bir daha dönemeyecekmiş gibi ona sarılmasını. Geçen sene kar zamanını birlikte karşıladığı kendi gibi küçük elli dostu Ahmed’in bir daha dönmemek üzere gittiğini de biliyordu. Ve emin değildi ama tüm bunları neden yaptıklarını bilmese de hiç anlayamasa da hepsinin sorumlusunun Kubbe-tus Sahra’nın güzel avlusuna pis ayaklarıyla basan o adamlar olduğunu düşünüyordu. Bir keresinde abisi ona ‘’Göreceksin kardeşim bir gün onlarla savaşmaya gideceğim dönemesem bile bileceğim Kudüs bir gün özgür olacak.’’ demişti. Bu sözleri yalnız abisi söylememişti benzer cümleleri babası ve amcalarından da dinliyordu. Bir kez daha usul usul yağan güzel kara baktı ve Kudüs’ü düşündü daha geçen kar zamanı yanında olan dostunu düşündü annesinin dinmeyen gözyaşlarını ve Aksa’nın esaretini, Kubbe-tus Sahra’nın avlusunda hayal ettiği ama hiç oynayamadığı oyunlarını düşündü… Bir şeyler yapacaktı. Nasıl yapmazdı ki, bunca zulme böyle bir hasrete susmaya temiz Aralık’14 • 33
KARANTİNA
KARANTİNA
Kubbe-tus Sahra’ya vardığında etrafı iyice bir kolaçan etti. Sonra avlunun etrafından topladığı karları elinde iyice sıkıştırarak sert kartopları hazırlayıp onları yanında getirdiği torbanın içine koydu. Ve işte hazırdı… Şimdi sıra Ahmed’i öldüren bu adamları yenmeye ve Kudüs’e özlediği kar tanesini hediye etmeye, bu avluda arkadaşlarıyla oyunlar oynayabilmek için Kudüs artık acı çekmesin diye Allah için savaşmaya gelmişti. Daha kaç kar tanesi düşmek zorundaydı ki Kudüs topraklarına. O’nun savaşabilmesi için yeterliydi bunca kar tanesi… O’nun için yetmişti bu kadarı. Kar zamanı, çoktan gelmişti…
yüreği nasıl dayanırdı? Kudüs ağlarken o nasıl çocuk kalırdı… Dolabından yırtılmış eldivenlerini alıp hızlıca eline geçirdi. İnce de olsa idare edebileceği kadar onu sıcak tutan tek montunu sırtına alıp annesinin elleriyle ördüğü kısa atkısını boynuna sardı. Evden sessizce çıkmayı düşünmüştü ama annesine sarılmadan gitmek istemedi. Usulca yaklaştı annesine ve merhamet dolu gözlerini üzerinde hissettiğinde kucağına atladı. Annesi tüm sevgisiyle sardı küçük oğlunu ve içten bir tebessümle ‘’Kar zamanı… En sevdiğin…’’ diye fısıldadı… İri gözlerini annesinin gözlerine dikti ve dudaklarını ısırarak kafasını salladı. Annesi ekledi ‘’Ama üşüdüğün anda eve döneceksin bana bunun için söz vermelisin, tamam mı?‘’ dedi. Annesine asla karşı gelmezdi. Yine kafasını salladı ve hızlıca evden çıktı. Kararlıydı, Kubbe-tus Sahra’nın avlusundaki o adamları yenecek ve Kudüs’ün acısına son verecekti. Bildiği tek savaş vardı ve eline alabileceği tek bir silah. Ama neden olmasındı şimdi kar zamanıydı. Hem daha önce abisini kar savaşında bir kez yenmişti bu adamları da yenebilirdi. Minik adımlarını hız kesmeden atarken içinde hissettiği tek bir duygu vardı: ‘’Cesaret”… Çocuk dünyasında bildiği tek savaşı vermeye gidiyordu ve inanıyordu, başarabilirdi. 34 • Aralık’14
Kubbe-tus Sahra’ya vardığında etrafı iyice bir kolaçan etti. Sonra avlunun etrafından topladığı karları elinde iyice sıkıştırarak sert kartopları hazırlayıp onları yanında getirdiği torbanın içine koydu. Ve işte hazırdı… Şimdi sıra Ahmed’i öldüren bu adamları yenmeye ve Kudüs’e özlediği kar tanesini hediye etmeye, bu avluda arkadaşlarıyla oyunlar oynayabilmek için Kudüs artık acı çekmesin diye Allah için savaşmaya gelmişti. Daha kaç kar tanesi düşmek zorundaydı ki Kudüs topraklarına. O’nun savaşabilmesi için yeterliydi bunca kar tanesi… O’nun için yetmişti bu kadarı. Kar zamanı, çoktan gelmişti… Torbasının yeterince dolduğuna emin olduktan sonra yavaşça gözüne kestirdiği o pis ayaklı adamlardan birine doğru iyice yaklaştı ve sakince torbasının içindeki kartoplarından en sağlam olanını kavrayıp yavaşça dışarı çıkardı. Küçük kalbi yerinden çıkacak gibi atsa da eli titremiyordu. Sıkıca kavradığı kartopunu semaya kaldırdı ve tüm gücüyle bağırdı ‘’Allahu Ekber!’’… O’nun bu nidasını duyan adam korkunç yüzünü ona doğru korkuyla döndüğünde tüm cesaretini topladı ve minik elleriyle kartopunu alnının tam ortasına fırlattı. Yüzü gözü kar olan adam neye uğradığını şaşırmış görünüyordu. Bu şaşkın halini fırsat bilip arka arkaya atmaya başladı torbasındaki kartoplarını. Bu duruma daha fazla dayanama-
yan pis ayaklı adam, silahına sarıldı ve tüm aciz tavrıyla silahını ona doğrulttu. Şimdi Onun küçük bedeninden iki kat büyük olan bu silahın karşısında bir elinde tuttuğu yere sarkan boş torbası diğer elinde de sıkıca kavradığı son kartopuyla kalakalmıştı. Ahmed’i düşündü o da mı böyle hissetmişti o an? Peki ya şimdi canı çok mu acıyacaktı? Ama korkmuyordu, buraya kazanmak için gelmişti. Bu kar savaşından kaçmayacaktı. Aksa’nın evlatlarındandı o, Kubbe-tus Sahra’nın avlusunda oynayamayacaksa şayet cennette meleklerle oynayacaktı. Tüm bunları düşünürken yapması birden kararını verdi ve tekrar ‘’Allahu Ekber!’’ diye bağırarak o son kartopunu da fırlattı. Adamın gözüne isabet eden soğuk kartopu onu çok kızdırmış olacaktı ki elindeki silahın tetiğine tarifsiz bir hırsla bastı. Sonra mı ??? Üşütmesinden korktuğu için evladının peşinden gelen annesinin sesi yankılandı semada : ‘’Oğlummmmmmm!!!’’
Koşarak evladının yanına gitti. Sabahki şefkatiyle kavradığı gözünün nuru kalbinin neşesi oğlu göğsünden vurulmuş kollarında ölmek üzereydi. Düşünemiyor aklına hiçbir şey gelmiyordu. Bir anne olarak bedeninden vazgeçtiği oğlunun hala atan minik kalbine kıyamıyordu, yavaşça oğlunun kulağına eğilip evladını teskin etmek için korkma diye fısıldayacaktı ki; evladı, sıcaklığını hissettiği annesine gülümseyerek ‘’Ben değil o korktu anne! Kar zamanı… Kudüs’te yeniden kar zamanı olacak sen de korkma anne!’’ dedi ve sakince gözlerini yumdu uyandığı için şükrettiği müjdesiyle gelen sabaha… Tüm Dünya’da bir çocuğun kar topundan daha cesur olamamış her bir Müslüman’a ithaf ediyorum hikâyemi… Ve sormak istiyorum: ‘’Kar zamanı’’ gerçekten hala gelmedi mi?’’ * FSMÜ- Öğrenci
Aralık’14 • 35
ATÖLYE
ATÖLYE
AFRİKA-BEYAZ ZENCİ X Furkan KILIÇ
A
frika’da yaşam süresi az. Afrika’da insanlar Cahit Sıtkı amcanın şiirindeki ‘yaş otuz beş yolun yarısı’ dediği yaşta ölüyorlar. Onlar açlıkla mücadele ediyor, kıtlıkla boğuşuyorlar. Onlar aç, onlar susuz ama onlar bu dünyanın en güzel insanları aynı zamanda. Onların kariyer derdi yok, dünya meşgalesine dalmıyorlar, televizyonda hangi program, hangi dizi var diye düşünmüyorlar, hangi alış-veriş merkezine gidip gezsek, bakınsak, üzerimize ne alsak demiyorlar, hangi
36 • Aralık’14
kafede oturup bir şeyler yiyip, içsek demiyorlar. Onlar siyah yüzlerindeki ak gülümseme ile gülüyorlar ve ellerinde olan her şeye şükrediyorlar; fazlasını istemeyerek... Beyaz bir insan görünce eskisi gibi çok şaşırmıyorlar, ama beyaz bir Müslüman görünce şaşırıyorlar, seviniyorlar, gülüyorlar sonra da ağlıyorlar. Kardeşlerimizden bizi unutmayanlar da varmış, bizim yanımıza geldiler diyorlar. Öyle seviniyorlar, öyle bağırlarına basıyorlar ki sizi, siz de ağlıyorsunuz, seviniyorsunuz,
gülüyorsunuz ama en çok da onların siyah yüzlerinde gülerken ortaya çıkan bembeyaz gülüşlerine hayran kalıyorsunuz. Sonra ellerinizi semâya açıp dua ediyorsunuz. Sesleri de öyle güzel ki o da sizi ayrı bir etkiliyor. Bir insanın İlahi aşka kavuşmasına vesile olacak müthiş bir ses. Leyla ile Mecnun’da ki gibi insanı Mecnun ediyorlar ama görüyoruz ki asıl çirkin olan, kara olan Leyla değilmiş yani onlar değilmiş, bizmişiz. Leyla’yı çirkin zannedip ondan uzaklaştıkça kendimizi çok güzel hissetmeye başlamışız. Leyla’nın asıl güzelliğini fark edememişiz hikâyenin aksine. Leyla ise asıl çirkin olan Mecnun’u, bizleri görünce dünyanın en güzel şeyini görmüş gibi seviniyordu hâlbuki. Bizim kalplerimiz kararmış hâlbuki. Güzel ne çirkin ne ayırt edemez olmuşuz. Güzeli çirkin, çirkini güzel sanar hale gelmişiz. Yaptığımız her şeyde bir tatsızlık olmuştu; hiçbir şeyden tat olamaz olmuştuk. Ama halbuki bunun sebebini araştırmamız gerekirken onu da yapmadık, dünyaya daldık bataklığa saplandık. Çırpındıkça daha çok battık ama kimse de bizi kurtarmak için el uzatmadı. Çünkü elini uzatabilecek insanlarda bizle birlikte battılar o bataklığa. Yardım edebilecek eller de vardı çamura batmayanlar içerisinde ama onlarda yardım etmenin ne demek olduğunu unuttukları için yardım etmediler. İnsanlar şehir hayatına geçtiler. Oysa köy hayatında yaşarken insanlar daha mutlu idi, huzurluydu. Konu komşusunun yardıma ihtiyacı olduğu zaman karşılığında bana ne vereceksin diye düşünmeden, söylemeden koşa koşa yardımına giderdi ve yaptığı yardımdan dolayı memnun kalırdı. Bu o insanı mutlu etmek için yeterli bir sebepti. Şimdi insanlar büyük şehirlerde, büyük apartmanlarda yaşıyorlar, kimin yardıma ihtiyacı var, kimin ne sıkıntısı var bilmiyorlar, çünkü apartman yaşamları aramıza mesafe koydu şehirleştik, medenileştik sözde ama geçmişimizi unuttuk, yardım severliğimizi unuttuk. Para kazanma, kariyer hırsı ile eşi dostu ihmal ettik. Komşularımızı unuttuk, derdi olanı unuttuk, aç insanları unuttuk, fakiri-fukarayı unuttuk, yardıma ihtiyacı olan insanları unuttuk, bizim çöpe attığımız ekmeğe, yiyeceğe muhtaç insanları unuttuk,
AFRİKA’yı unuttuk. Zaten unutmasaydık bunları; ekmeğimizi çöpe atmamamız gerektiğini bilirdik, ihtiyacı olanı arar bulurduk. Yakın çevremizden başlar, Afrika’ya giderdik; unutmasaydık. Kendimize birkaç dost edinirdik, küçük çocukların çöpten çıkardığı şeylere iğrenmez; utanırdık, bir çocuğa sevgi gösterip mutlu olurduk, bir yetimin başını okşar onu mutlu etmenin sevinci ile bizde sevinirdik, Afika’ya gider aç birine bir kase çorba verir sonra sarılır ağlardık; şayet unutmasaydık. Bir çok insanın bunları yapmaya imkanı var. Ama evlerine yeni eşyalar alıp, kredi kartı limitlerini doldurdukları için yapamıyorlar bunları. Ev eşyalarını yenilemek, birinin açlığından daha önde gelen bir şey çünkü. Çünkü Hz. Muhammed ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ demiş. Yatacak yeri olmadan komşusunu nasıl düşünebilir insan! Açlığın ne demek olduğunu bilmeyen insanların, bir aç insanı düşünmesi zordur. Bir kase çorba ile doymayacağını düşünüp, türlü çeşit yemek arayan, her gün aynı yemekten sıkılan insanın bu hisleri anlaması zordur. Bir lapa ile karnını doyurmaya çalışan Afrikalıyı anlamak zordur. Bu dünyaya gelmeden önce bize seçme fırsatı verilseydi Afrikalı olmayı dilerdim. Bu olmadı belki ama ismimi değiştirmek elimde. İsmimi değiştirip ‘Beyaz Zenci X’ koyuyorum, Afrikalı dostlarım için… Aralık’14 • 37
ATÖLYE
ATÖLYE
ŞEHİTLER VE ŞAHİTLER Burak TÜREDİ
K
erbela yolunda Muhammed Hanefiyye kardeşi Hüseyin’e hitaben; ‘’Ey Hüseyin! Kadınlara ve çocuklara söyle seninle gelmesinler’’ deyince Hüseyin ‘’Bugün şehidler ve şahidler birlikte yürüyecektir’’ demişti. Bu cümleyi ilk duyduğumda, şehidlerin toprağa düşen şahidler, şahidleri ise kıyâma duran şehidler olarak kabul etmiştim. Felçli halde dahi olsa füzeyle paramparça edilecek kadar varlığı korku salan Şeyh Ahmed Yasin işte o şehidlerdendi. Şanlı Kumandan Selahaddin ise, o şahidlerdendi. Çoğaltma tutkusuyla son virajı zorladığımız, büyük demokrasi mücadeleleri(!) vererek siyasetin girdabında kaybolduğumuz, dünyevileşme hastalığına tutulduğumuz kısacası kendine müslüman olduğumuz ve Kudüs’ten hayli uzaklaştığımız günlerde belki de hiç bir şey yapmamanın verdiği ra-
38 • Aralık’14
hatsızlıkla kendimizi bazen bir caminin avlusunda, bazen bir parkta Hamas’a övgüler dizerken, siyonizme lanet ederken buluyoruz. Ne gariptir ki, onlar zilleti reddetmenin izzetiyle kıyama dururken, slogandan başka ödeyeceği bedeli olmayanların sesleri arşı inletiyor. Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle sloganlarla düşünenler sloganlarla konuşuyor. Slogandan ibaret hayatımızda sloganlarla düşündüğümüz için de en fazla slogan atabiliyoruz. Şehidler ve şahidler birlikte yürümüyor, zulme seyirci kalıyoruz. Çok iyi biliyoruz ki kurşun atarak elimizden alınan toprakları slogan atarak geri alamayacağız! Esasında kendimize itiraf edemesek de şehid olmaya imanımız, şahid olmaya insanlığımız yetmedi. Son 50 sene tarihimizi, ideallerimizi çaldığı gibi hayallerimizi de çaldı. Artık anneler ninni yerine Kudüs’ü söylemeyecek, gençler Kudüs meydanları-
Kudüs içinden bir bilge lider Aliya çıkarabilir mi bilmiyorum ama attıkları taşların verdiği mesaj net: “Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” Ya Rabbi bu sefer sen şahid ol. Sessiz değiliz! Kudüs’ü, önce yüreğinde galip getiren şehidler ve Selahaddin’ler yetiştiriyoruz. Sen oradan kıracaksın zinciri ben buradan Bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz! na inmeyecek, Türkiye Türklerindir diyenler Kudüs Kudüslülerin demeye yeltenecek, yetmeyecek güçlü olan kazansın diyecekti. Ahlaksız, ahlakı olmayana değil ahlakını kullanmayana, ahlak örtüsünü çıkarana denir. Ahklaksızlaştık! Kudüs esir değildir, kıyama durmuş izzet eridir. Aklı, yüreği ve bileği zincirlenmiş ve ikinci bir yol bulamayarak meydanları sloganlarıyla dolduranlar hakiki esirlerdir. Hani derler ya, ya elim erseydi ya aklım ermeseydi. Çok şükür ki aklımız eriyor ve elimizden de muhakkak ki slogan atmaktan başka şeyler de geliyor. Hani Halepli Marangoz’un cepheye gidemediği için ne gelir elimden diyerek kendisine en uygun olanını seçip mescide minber kürsüsü yaptığı gibi. 42 sene marangozun köşesinde beklese de vakti zamanı gelince Selahaddin’in elleriyle mescidin başköşesine yerleştirilmişti. İşte o minber havaya atılmış bir slogan değil hedef gösteren bir işaret fişeğiydi, şahidlerdendi. İbrahim Kıssası’nda Allah, Hz. Rasul’e zamansız put kırmamayı öğretti. Kırdığın her put yeniden yapılır yetmez bir de ateşe atılırsın dedi. Sana düşen okumak ve okutmak, değişmek ve değiştirmek diyordu. Kalk ve uyar derken uyan ve uyandır diyordu. Onun için Allah Rasul’ü Kabe’ye dönük namaz kılarken içeride 360 tane put vardı. Kırmadı. Değişimi sağladı. Zihinleri ve yürekleri küfürden imana, cehaletten insanlığa taşıdı. Zamanı geldiğinde değeri kalmayan putlar zaten kırılmıştı. Bugün gelinen noktada vahyin süzgecinden geçen her yeni fikir bir putu kıracak. Her eğitilen genç Selahaddin diye anılacak. Atılan sloganlar ise bir yaprağı dahi
oynatamayacak. (Akıllara genelde Arap Baharı özelde ise Mısır gelebilir. İhvanı Müslimin’in mahalle mahalle, ev ev yaptığı çalışmalar zamanı gelince kazanım sağlayacaktı. Gerçek bir devrim biiznillah olacaktı. Peki ya Tahrir Gösterileri?) Allah’ın yardımı kulun gücünün bittiği yerde başlarmış. Biz biliyoruz ki gücümüz bitmedi ve bu asrın çocuklarına düşen ahlak örtüsüne yeniden bürünmek, ölü toprağını atmak ve müslümanca düşünmektir. Yunus Peygamber gibi önce tevbe edecek ‘’Biz zalimlerden olduk Ya Rabbi’’ diyecek sonra Bismillah deyip en baştan başlayacağız. Hocalar yeniden ihlaslı ve samimi eğitim çalışmalarıyla Kudüs’ü rüyasında gören, Ebabil beklemeyen, ben varım ve ben varsam Allah’ın yardımı yanımdadır diyebilen gençleri yetiştirdiği sürece, anneler evlatlarını Selahaddin, Ahmed Yasin diye büyüttüğü sürece inşallah zafer daha yakın olacaktır. Değişen asrın değişen müslüman önderleri artık omuz omuza aynı safta duracaktır. Çünkü çok iyi bilecekler ki İstanbul ve Tahran’ı, Kahire ve Şam’ı, Bağdat’ı ve Cidde’yi aynı safta göremeyenler Kudüs’ü rüyalarında dahi göremeyecektir. Kudüs içinden bir bilge lider Aliya çıkarabilir mi bilmiyorum ama attıkları taşların verdiği mesaj net: “Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” Ya Rabbi bu sefer sen şahid ol. Sessiz değiliz! Kudüs’ü, önce yüreğinde galip getiren şehidler ve Selahaddin’ler yetiştiriyoruz. Sen oradan kıracaksın zinciri ben buradan Bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz! Aralık’14 • 39
ATÖLYE
ATÖLYE
Sanat ve Gazeteci Mafyasının İnfazlarına Dair Furkan GENÇOĞLU
B
u ülkede azınlık olduğu gerekçesiyle ezildiklerini öne süren belli kesimlerin, toplumsal yaşamın birçok alanında adeta mafyalaşıp, linç mantığı ile öteki olarak gördükleri insanları sindirmeye ve korkutmaya çalıştıklarını gözlemliyorum. Belli bir kültür medeniyet değerleriyle yetişen kitleler, iş yaptıkları alanlarda birleşerek mafyalaşıp bir linç geleneği oluşturabiliyorlar. Örneğin bu ülkede bir sanatçının sanatının değerli olabilmesi için Atatürkçü, Sosyalist, Alevi vb. kimliklerinden birine sahip olması gerekiyor. Veya gerçek bir gazeteci olabilmen için anti islamist söylemlerin hoparlörü olman gerekiyor. Aksi takdirde bu toplumsal grupların içinde barındırılmıyor, hedef gösterilerek saldırıların muhatabı oluyor ve adeta dayak yemişten beter hale geliyorsun. Ne yandaşlığın kalıyor, ne yalakalığın, ne teröristliğin kalıyor, ne ihaleciliğin. Ayrıca yetiştirilme tarzları ve doğuştan gelen kimliklerle oluşturulmuş toplumsal sınıflar arasında geçiş yapmanda pek mümkün değil. Eğer bu ülkede Alevi bir sanatçı olarak doğduysan, ölene kadar Atatürkçü, Sosyalist, Cumhuriyet mitinglerinde koşturan, CHP’den PM üyesi olan, Beşşar Esad posterlerinin arkasında konser veren “onurlu” sanatçı kimliğini korumak zorundasın. Bunun aksi zaten “onursuzluk”, “düşkünlük”, “satılmışlık” olarak nitelendiriliyor. Bu durumun yakın örneğini Yavuz Bingöl hadisesinde gördük. Yavuz Bingöl bu mafya geleneğinin içinde erimediği bu kaba sığmadığı için sanat ve gazeteci mafyası tarafından linç edildi. Sebebi ise Ber40 • Aralık’14
kin Elvan ile ilgili bir konuda kendi bireysel görüşünü ifade etmesi. Bingöl gazeteci ve sanat mafyası tarafından anında yargılanıp, infaz edildi. Tabi linç edenler bunu asla linç olarak görmüyorlar. Onlar bu yaptıklarına “kamu vicdanı” adını koymuşlar. Bu ülkede Atatürkçülüğün, Sosyalist değerlerin, Alevi mezhepçiliğinin “kamu vicdanı” olduğu bize yutturmaya çalışıyorlar. Ahmet Kaya onuncu yıl marşı eşliğinde linç edilirken, linç harekâtının mimarları bunu kamu vicdanı olarak açıklamışlar, alçaklıkları “kamu vicdanında” yargılanıp hüküm verilince, bütün suçu cahil bir genç şarkıcının üstüne atmışlardı. Bu süreç içerisinde kamu vicdanı olduğu iddia edilen ve linç hareketinin teorik kaynağı olan, linçe meşruiyet kazandıran “Atatürkçülük” linç hadisesinden çok kısa bir süre sonra sandık altında kaldı ve on yılda devlet söylemi üzerindeki etkisi azaldı. Ahmet Kaya’nın itibarı iade edildi. Cezaevine uğurladığı belediye başkanı, sırayla Başbakan ve Cumhurbaşkanı oldu. Hakkını savunduğu başörtülü kızlar üniversite kapılarından tekrar içeri girdi. Böylece “kamu vicdanı” yalanı ortaya çıktı. Ve bu linç girişimini başlatanlar aslında “kamu vicdanının” altında kaldılar. Sanat ve gazeteci mafyasının oluşturmak istediği algı için katliamlar bile muhatabın dinine, mezhebine ve ırkına göre ayrıştırılıyor. Örneğin Beşşar Esad ordusu Halep’te Türkmenleri katlederken, sekülerizmin öncü kuvveti sanat ve gazeteci mafyası derin susuşlara gark olmuş, Kobane’de beliren katliam ihtimali üzerine ortalığı ayağa kaldırmış ve hükümeti sanki IŞİD’in bölgedeki kadim müttefikiy-
miş gibi göstermek için ellerinden geleni yapmışlardı. Kürtlere olan derin sevgi ve hoşgörülerinden bunu yapıyor değillerdi elbette. Nihai hedef Kürt kamuoyunu İslamcı hükümete karşı kışkırtıp, barış masasının ayaklarından birini kırıp masayı çökertme yolunda bir adım atmak, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini IŞİD ile özdeşleştirip, Beşşar Esad yönetiminin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı uluslararası arenadaki meşruiyetini artırmak, İslamı terörle özdeşleştirip, İslami faaliyetler yapan her grup ve kişi “cihatçı terörist” olarak yaftalayıp itibar suikasti yapmaktı. Hedeflerine ulaşmak için içten içe kin besledikleri ve geziye destek vermemekle suçladıkları Kürt halkının acılarını pragmatik bir tavırla araçsallaştırdılar. Makyavelist düşüncenin iki ayaklı, iki kulaklı suretleri bunlar. Dediğim gibi bu mafya için hiç bir ölüm salt tek başına bir ölüm değil, hiç bir katliam salt tek başına bir katliam değildir. Makul ve makul olmayan ölümleri de iyi tasnif ederler. Ölü seçicilik konusunda tam bir saha uzmanıdır bu mafya. Örneğin Berkin Elvan›ın ölümü hala belli linç girişimlerine kaynaklık eden bir sembol haline getirilirken, Okmeydan’ında DHKPC-HDP çatışmasında öldürülen Bartın’lı tekstilde çalışan 16 yaşındaki çocuk işçi İbrahim Öksüz hiç bir girişimin kaynağı, sembolü haline getirilmemekle birlikte, mafyanın ilgisizliği ve toplumu harekete geçirecek alternatif bir lobinin yokluğu sebebiyle üç gün içinde unutulup gitmiştir. Berkin Elvan ölümsüzdür,İbrahim Öksüz ise ölümlüdür. Çünkü Berkin Elvan alevi ve sosyalisttir. Hükümetin, alevi
düşmanı olmasından, Suriye politikasından, polis devleti kurmasından, çocuk katili olmasına kadar birçok meselede suçlanması için ölümü kolayca araçsallaştırılabilir. Fakat İbrahim Öksüz devrimci şiddetin kurbanı olmuştur ve belli linç hareketleri için araçsallaştırılabilecek bir kimliğin sahibi değildir. Sünni, Türk bir «çoğunluk» üyesidir. Ölümü sanat ve gazeteci mafyası için işlevsel değildir. Daha ne kadar bu sanat ve gazeteci mafyasının vur dediğine vur, söv dediğine sövmeye devam edeceğiz? Veya bu hedef göstermelerin, bu linç girişimlerinin hedefi haline gelmeye devam edeceğiz? Toplumun farklı kesimlerinin acılarını kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda araçsallaştırmaları ve hitap ettikleri kitlelere, Ak Parti’ye oy veren kitleye yönelik düşmanca ve ayrımcı bir tavrın takınılması gerektiği düşüncesini empoze etmeye çalışan, hitap ettiği kitlenin içinden de Ak parti seçmenine ve kadrolarına yakın duran kişilerin itibarlarının sıfırlanması gerektiğini ifade eden bu gazeteci ve sanat mafyası her ay toplum tarafından bilinen kişileri hedef tahtasına oturtuyor ve oklarını fırlatmaya devam ediyor. Yavuz Bingöl, Melih Altınok, Kutluğ Ataman, Cengiz Alğan, Hülya Avşar, Orhan Gencebay, Şahan Gökbakar. Bunlar hiçbir zaman ilk değildi ve son olmayacaklar. Ahmet Kaya’yı linç eden gelenek yaşamaya devam edecek. Peki bu ülkenin vicdanlı ve merhamet sahibi insanları bu sanat ve gazeteci mafyasına karşı artık bir cephe açmayı düşünmüyor mu? Bunlara dur dememiz için daha kaç kurban vermemiz gerekiyor? Aralık’14 • 41
ATÖLYE
ATÖLYE
Cemaleddin Afgani’nin, ‘Dehriyyun’a Reddiye’ Risalesine Dair Ali Tarık PARLAKIŞIK*
1838 yılında doğan ve 1897 yılında vefat eden Cemaleddin Afgani, hayatına adeta haddinden fazla icraat sığdırmıştır. Cemaleddin Afgani kimilerine göre modernist, kimilerine göre büyük bir ıslahatçıdır. Biz bu yazıda, bu tartışmaya girmeden ‘Dehriyyun’a Reddiye’ isimli küçük risalesine dair ve mezkûr risaleden yola çıkarak, bazı tespitlerde bulunacağız. ‘Dehriyyun’a Reddiye’de, materyalizm yerilirken aynı zamanda yazarın nazar açısına göre içtimai değişim, uygarlık oluşturmak ve bu minvalde ki meseleler üzerinde durulmuştur. Yine aynı şekilde, mezkûr risaleden, Cemaleddin Afgani’nin hudutlu bir şekilde, metodolojisini çıkarmaya çalışacağız. Afgani’nin aktif bir hayatı vardır ve hayatı boyu oradan oraya göç etmesinin altında yatan temel saikler, umumi olarak zoraki olmuştur. Yaşadıkları, genellikle göç etmesini gerektirmiştir. İşte mezkûr risalesinde de bu şekilde daha çok ‘aktif’ bir üslup kullanılmıştır. Yani, yer yer işlenen mesele ile ilgili mühim açıklamalar yapılmakla beraber esasında, konu üzerinde derinleşmekten ziyade politik bir üslup vardır. Bazı noktalarda yoğun bilgiler verdiği görülse de esasen risalenin bir reddiye ve hiciv buudu ile de paralel olarak sert ifadelere ve saldırı ih42 • Aralık’14
tiva eden söylemlere rastlayabiliyoruz. Risalenin orijinal adı ‘erRed Ale’d-Dehriyyîn’dir. Yani ‘Dehriyyun’a Reddiye’. Dehriyyun, lügatte şu şekilde geçer; maddeciler, materyalistler, ateistler. Bu minval üzere ister Dehriyyun, ister Natüralizm, ister Materyalizm denilsin; işbu mezkûr bu telakkiye karşı bir reddiyedir. Hatta risalenin altıncı bölümünün başlığı şu şekildedir; “Sosyalizmin Arka Planı”. Bu bölümün alt başlığı ise şu şekilde; “Nihilistler… Pozitivistler… Komünistler…” Cemaleddin Afgani’nin hayatının belli dönemlerinin Hindistan’da geçtiğini düşünürsek, o dönemlerde Natüralizm (Doğaperestlik) telakkisinin sık tartışıldığını müşahede etmiş ve böyle bir risale kaleme almayı planlamıştır; “Bu günlerde, Natüralist (Doğaperest) kelimesi, tüm Hindistan’ı kaplayacak şekilde yayıldı. Artık her toplantıda bundan söz ediliyor. Özel ve genel nitelikli her gruplaşmada söz dönüp dolaşıp bu kavrama dayanıyor. Herkesin kendine özgü ama vehme dayalı bir yolu vardır. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor. Ama çoğu kimse, bu akımın gerçek mahiyetinden, temel prensiplerinden ve orijinal sistematiğinden habersizdir.”
Risalede, anlatılan telakkinin söylemlerinin bir muameleye tabi tutulmalıydı, onların sayısız yer yer karşılaştırmalı misaller ile çürütüldüğü- kuruntularına göre. Bu açıdan insanlar arasında nü müşahede edebiliyoruz. Meseleyi işlerken söz fazilet olarak algılanan bütün meziyetler, doğanın Darwin’e gelir ve bu minvalde işaretlediği noktalar- sınır tanımayan yasasıyla çelişmektedir. Bu taş kafalıların iddialarına göre, gerçeği gören bir, insanın dan biri şu şekildedir; “Darwin’in asılsız ve mesnetsiz iddialarından arzularını tatmin etmek için her yola başvurması biri de şudur: Bir topluluk köpeklerinin kuyruğunu mübahtır. Değil mi ki yokluk gelip canlıları alıp gökesmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bu alışkanlık- türüyor, şu halde utanmanın ne anlamı var? İffet ve larını birkaç asır sürdürünce, o bölgede artık kö- doğruluk ne demektir? İşte bu yüzden sözünü ettipekler kuyruksuz doğmaya başlamışlardı. Demek ğimiz komutanlar ve paşalar sahip oldukları yüksek istiyor ki, artık kuyruğa ihtiyaç kalmadığı için doğa rütbelere rağmen toplumlarına ihanet ettiler. Alda kuyruk yapmamaya başlamıştı. Yoksa bu miskin çaklığa razı oldular. Onurla yükseltilmiş Osmanlı adam Yahudilerin ve Arapların binlerce yıldan beri binasını yıkıp halklarının üzerine onursuzluğu, zilleti ve alçaklığı çektiler. Kendileerkek çocuklarını sünnet ettirdiklerini duymamış ri de emperyalistlerin önlerine mı? Doğan her erkek çocuğu attıkları kırıntılarla avunan mutlaka sünnet ettirilir. Buna Cemaleddin Afgani, pespaye hainler olarak tarihin rağmen bu güne kadar, çok ‘Dehriyyun’a Reddiye’de, tanıklığına kaldılar.” nadir mucizevî örneklerin dıCemaleddin Afgani, şında sünnetli doğan bir çocukomünizme zemin hazırlayan ‘Dehriyyun’a Reddiye’de bazı ğa rastlanmamıştır...” Dehriyyun akımına, karşı formül-şartlardan söz eder. Risalede başka bir yerinsanları uyarmanın peşinRisalenin muhteviyatı ve dede, o dönemlerde Osmanlı dedir. Toplumları fesada uğ- ğeri budundan, belirttiği forDevleti’nde zuhur eden sıkıntırattığını, huzuru yok ettiğini mül-şartlardan da söz etmek lara işaret ederek şöyle der; gerekir. “Osmanlı toplumunun bünbelirtir. İnsanları karanlığın Afgani, dinin insan aklına yesinde de son zamanlarda içine gömmeye çalıştığını üç inanç ilkesini kazandırdıonulmaz zaaflar meydana gelanlatır. İslam Ümmeti’nin ğından söz eder. Bu inanç ilkemiştir. Bunun nedeni, toplumun kendi değerlerinin bu akıma leri şunlardır; bazı önderlerinin ve askeri koa) İnsanın yeryüzünün en mutanlarının kalplerinde yer karşı koyabileceğine dikkat onurlusu olduğu gerçeğine edinen Natüralist düşüncelerdir. çeker. inanmak. Çünkü son Osmanlı-Rus savab) Her dinin bağlısının en şında Osmanlı Devleti’ne ihanet üstün ümmet, diğerlerinin ise eden subaylar, Natüralist düşüncenin etkisinde kalan kimselerdir. Bu subaylar Natüralist düşünceye batıl üzerinde olduğuna inanmak. c) İnsanın yaratılışının amacının kâmil düzeye bağlanmak suretiyle çağdaş olduklarını kanıtlamaulaşmak olduğunun bilinmesi. ya çalışıyorlardı.” Afgani bu inanç ilkeleriyle birlikte, dinin insanın Yani kendilerinin çağdaş ve yüksek seviyede olduklarını düşünenler, Osmanlı’yı ve Osmanlı top- ruhuna üç hasleti kazandırdığından da söz eder. Bu lumunu düşük seviyede görüyorlardı ve bunların üç haslet şunlardır; a) Utanma duygusu Osmanlı’da sebep oldukları menfi durumlara işaret b) Emanet ediliyor, burada. Devamında da özetle şöyle merac) Doğruluk mını ifade ediyor; Afgani, mezkûr inanç ilkeleri ve hasletlerin her “Natüralist sapıkların etkisinde kalan bu çağdaş subaylar insanın da bir tür hayvan oldukları- birinin uygarlığın sağlam esası niteliğinde olduğunı savunuyorlardı. Dolayısıyla insan da hayvansal nu söyler. Bu inanç ilkeleri ve hasletlerin, topluAralık’14 • 43
ATÖLYE mun tekâmül ve kalkınma yolunda ve mutluluğun zirvelerine ulaşmada teşvik edici güçler olduğunu belirtir. Yine Afgani başka bir formül-şart olarak, adaleti yaşatacak olan şartlardan söz eder. Bu şartlar şu şekildedir; a) Kişiliğin savunulması b) İzzet-i Nefis c) Devlet d) Allah’a inanmak Afgani bu şartları açıklamadan önce şöyle bir not düşer; “İnsanları belli bir yol izlemek zorunda bırakmak, arzularının önüne sınırlar koymak, itidal sınırlarının ötesine geçmesine engel olmak, hareket ve davranışlarında belli bir çerçevede göstermesine izin vermek, her arzu sahibinin hak ettiğini almasına müsaade etmek, azgınlaşmalarına engel olmak, başkalarının haklarının çiğnenmesine izin vermemek ancak şu dört hususla mümkün olabilir”. Adalet kavramının manasını göz önüne aldığımızda, kişiliği savunmak, izzet-i nefise malik olmak, her türlü mekanizması ile devlet ve Allah’a iman; adaleti tesis edecek şartlar olarak sunulmaları manidar. En son zikredilmesine nazaran Allah’a iman, her meselede olduğu gibi, bu meselede de başından sonuna kadar kuşatıcı ve yönlendirici olarak durmaktadır. Kişilik, nefis, devlet; Allah’ın emrinde olmadığı sürece, ne kadar talep edilirse edilsin, hiçbir şekilde olması gereken, olması gerektiği yerde olamaz. Afgani başka bir formül-şart olarak da; toplumların mutluluğunu sağlayacak olan şartları ele alır. O şartları ele almadan önce şunları belirtir; “Dinlerin en üstünü İslam Dini’dir. Mevcut dinlere baktığımızda, İslam Dini’nin sağlam bir hikmete dayandığını görürüz. Temelleri, insanlık için temel mutluluğu sağlayacak şekilde atılmıştır. Hiç kuşkusuz toplumların hakka doğru yükselen merdivenleri tırmanmaları, halkların en üstün bilimsel düzeye ulaşmaları, kuşakların fazilet zirvelerine çıkmaları, zihinlerin ince gerçeklere ulaşmaları, bütün insanların dünya ve ahret mutluluğuna kavuşmaları bazı şartlarla mümkün olabilecek bir şeydir. Bu şartlar olmadan bu saydıklarımızın gerçekleşmesi mümkün olamaz.” Şartlar şu şekildedir (müellifin görüşüne göre, kısa açıklamalarla); 44 • Aralık’14
ATÖLYE a) Akıl, hurafelerden ve kuruntulardan, asılsız vehimlerden arındırılmalıdır: Vehme dayanan inançlar, kuruntular, hurafeler akla egemen olursa, aklın gerçekleri görmesine mani olur. Akıl o noktada tefekkür edemez. O akıl ve o aklın maliki nerede korkacağını, nerede sevineceğini, neyi, nerede, nasıl, kiminle yapacağını hesap edemez. O akıl, kemal düzeyinden uzak bir akıldır artık. Tevhid, İslam inancının temelidir. Ve İslam, Tevhid akidesiyle ‘insan’ı ve insan ‘ben’ini temizler. Akıl ve şuur, Tevhid ile temizlenir. Dolayısıyla insan mutluluğunun sağlanması önünde ki engelleri, İslam kaldırarak aklın işlemesini sağlar. b)Toplumların yüzü onura dönük olmalıdır: Toplumlar onurun en yüksek seviyesine ulaşmayı talep etmeliler. İnsanlar, peygamberlik hariç, insanlar için öngörülen bütün kemal ve onur mertebelerine layık olduğunu elde ve edebileceğini düşünmelidir. Talep etmelidir. c) Her şeyden önce gelen inanç sitemi, bir toplumun ruhuna nakşedilmelidir: Ataları, taklit etme bırakılarak, zanna dayalı telakkiler ayıklanıp, sahih delillere dayalı olarak yapılmalıdır bu iş. Afgani’nin dilinden; “Bütün dinler arasında, bir şeye kanıtsız inanan insanları eleştiren tek din İslam’dır.” İslam, inanç sistemlerini kanıt ve belgelere dayalı olarak yükseltir. Afgani, bu noktada aklın ehemmiyetini şu sözleriyle vurgular; “…akıl, imanı aydınlatıcı rol oynar. Aklı bir kenara atan insan, imanın kökünü kurutmuş olur. Hiç kuşkusuz aklın özüne inemediği, ancak etkisini gördüğü şeylerle aklın imkânsızlığına hükmettiği şeyler arasında önemli bir fark vardır. Önceki, akıl tarafından varlığı itibariyle bilinir. Onun ötesine geçme gereği duymaz.” d) Toplum içerisinde, toplumun diğer fertlerini eğitmekle görevli bir grup bulunmalıdır: Bu vasıfta ki grup, gerçek bilgilerle halkın aklını aydınlatmalılar ve kesin kanıtlarla ufukları açmalılar. Halkın mutluluğu için bilim alanında yoğun çalışmalar yapılmalıdır. Bir grup bunlarla meşgul olurken bir başka grup nefisleri arındırmakla meşgul olup, halka özgüven aşımalılar. Cemaleddin Afgani’ye göre materyalistler nesillerin enerjisini tüketirler, diri kalpleri öldürürüler, felaket getirirler. Materyalistler farklı şekillerde, farklı söylemlerde, farklı görünümlerde ortaya çıkarlar. Kimi zaman filozof, kimi zaman bilim adamı olarak çıkarlar. Kimi zaman zulmün karşı kutbu ola-
rak ortaya çıkarlar. Kimi zaman peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkarlar. Ama ne şekilde ortaya çıkarlarsa çıksınlar, toplumları felakete götürürler, ifsad etmek için mücadele verirler. Cemaleddin Afgani, ‘Dehriyyun’a Reddiye’de, komünizme zemin hazırlayan Dehriyyun akımına, karşı insanları uyarmanın peşindedir. Toplumları fesada uğrattığını, huzuru yok ettiğini belirtir. İnsanları karanlığın içine gömmeye çalıştığını anlatır. İslam Ümmeti’nin kendi değerlerinin bu akıma karşı koyabileceğine dikkat çeker. Cemaleddin Afgani’nin fikri yönüne bir miktar nüfuz edebileceğimiz mezkûr risalesinde amacının, reddiyesini yönelttiği akımın maskesini düşürmek ve içtimai hayata ve uygarlığa verdiği zararları gözler önüne sermektir. Afgani, risalesinin sonunda şöyle der; “Bu küçük risale ile açıklamak istediğim hususlar bundan ibarettir. İstedim ki, Natüralistlerin maskelerini düşüreyim, gerçek kimliklerini, rezilliklerini, toplumsal hayata ve uygarlığa verdikleri zararları gözler önüne sereyim. Dinlerin yararlarını, gerekliliklerini ortaya koyayım. Özellikle İslam Dini’nin insan hayatına dayanak oluşturması bakımından vazgeçilmez olduğunu belirteyim. Her şeyin sonu Allah’a varır. O’nun rızası her işin gerisinde ki amaçtır.” Afgani, Materyalistlerin dinleri kökten kaldırmalarına çalışmalarına öfkelidir. Risale boyunca dinlerin mutluluğun, huzurun ilh. membaı olduğunu anlatır. Kendisinin Müslüman olduğundan ötürü temel dayanak noktası da kendi telakkisine göre, yani İslam’a göredir; lakin risalede çoğu yerde umumi manada ‘din’den bahsetmesi de, menfi bir eleştiriyi hak ettiği bir meseledir. Öte yandan Cemaleddin Afgani’nin akli, tarihi delilleri öne çıkardığına şahit oluyoruz. Bunu yaparken Kur’an’ı geriye atıyor, demiyoruz. Ama tarihten delillerle ilh. bazı yerlerde meseleyi işlemesi, Afgani’nin akılcılığını gösteriyor. Rabb’imizin insana verdiği bir nimet olan akıl reddedilebilecek bir mesele değildir. Lakin Afgani’nin metodun da bu meseleler (bazı yerlerde delillendirme metodları/usulü) insana “ama”, “acaba”, “fakat” diye sual yöneltmeye itiyor. Öte yandan sanıldığının aksine Afgani’de, tasavvuf meşrep bir hava da yok değildir. ‘Dehriyyun’a Reddiye’ de bazı yerlerde kullandığı ifadeler bunu tedai ettiriyor. Felsefi buudu ile birlikte, tasavvufi
buudunun olması şaşırtıcı mı? Vurgulanmamış bir buudu olsa gerek, diyelim. Talebesi Muhammed Abduh da aynı şekilde. Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’a göre daha “selefi” bir görünüm arz eden Reşid Rıza’nın, rivayetlere göre Muhammed Abduh’un, Cemaleddin Afgani’ye yazdığı bazı mektupları için, Vahdet-i Vücud telakkisini andırıyor, şeklinde yorumlar yaptığı bilinir. Bu mesele için, İsmail Kara’nın ‘Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri’ alt başlığını taşıyan ‘Din ile Modernleşme Arasında’ isimli kitabında da yer alan, ‘Cemaleddin Afgani Biyografisine İki Mühim Katkı’ isimli makalesini anmak gerekir. Biz bu yazıda Cemaleddin Afgani’yi, ne övmeyi, ne de yermeyi amaç edindik. Bilakis ‘Dehriyyun’a Reddiye’ isimli risalesinden yola çıkarak Afgani’nin fikri, usuli duruşuna değinmeye çalıştık. Afgani hakkında hüküm vermekten ziyade, kendi döneminde sözü, bugüne göre daha çok edilen Dehriyyun akımına, insanları karşı koymaya çağırdığı risalesinden yola çıkarak bazı noktalara değindik. Biliyoruz ki Afgani’yi bu küçük risale ile tanımak, yargılamak ilh. yeterli değil. Ama belki Afgani ile ilgili yorumlamalara ilh. farklı bir perspektif sunabilir. Aralık’14 • 45
ATÖLYE
FİRAK
K
anla sulanmış topraklarda, kimsesiz bir sabaha açıyorum gözlerimi. Gümbürtüden sağır olmuş kulaklarımı tıkayarak öylece düşünüyorum. Çığ gibi büyüyor gözlerim, açlık ve susuzluğun kinine boyanıyor bedenim. Belli belirsiz güneş zuhur ediyor yorgun beldemizde. Etraf sessiz… Az ötede annem, duvara yaslanmış, soğuktan çatlamış dudaklarıyla ‘Gitmelisin’ der gibi gözlerime bakıyor. O an Abdullah olduğumu hatırlıyorum. Şehit Usame’nin oğlu Abdullah, Suriye Türkmen’i küçük Abdullah… Cama doğru yönelip perdeyi aralıyorum. Taşlardan daha katı bir çehreyle göz göze geliyoruz. Baktıkça bakıyorum ve aslında karşımdakinin donuk bir bedenden başka bir şey olmadığını anlıyorum. Gözlerini çeviriyor benden eli silahlı 46 • Aralık’14
ATÖLYE
Ervanur ERDOĞAN adam. Belki biraz cesareti olsa silahı çevirip vicdanımdan vurabilir beni. Ama yapmıyor. Korkuyor ve gidiyor. ‘’Anne’’ diyorum. ‘’Önceden de bu kadar sessiz miydi buralar?’’ Susmuyor annem. ‘’Bu gidişler biter bir gün, biter elbet’’ diyor. O anda şiddetli bir fırtına kopuyor. Yüreğimden koşuyorum anneme. Cenneti gördüğüm ayakları öpüyorum. Sesim titriyor. İki birer dağız annemle. Aramızda firak rüzgârı esiyor. Belki son kez bakıyorum gözlerine. Dışarı atıyorum fersiz bedenimi. Gökyüzündeki yoğun sis genzimi yakıyor. Yüreğimdeki özgürlük atlarını birer birer salıyorum sokağa, atılmış tohumlar gibi yayılıyorlar etrafa, gökten bir parça koparıp atıyorum ağzıma. Parçanın eksikliğini hissetmiyor as-
kerler. Zulüm çizgili yüzleriyle ayarlanmış saat gibi bekliyorlar, özgürlük sınırında! İşte vakit! Başlıyor selalar okunmaya, bahtsız doğmuş bebeklerin cennete uğurlandığı cenaze namazları kılınıyor. Özgürlük adına kurbanlar adıyoruz. Kan kusuyor silahlar ve havada ölüm kokusu... Her şey daha güzelken uçurtma yarışları yaptığımız yerde İbrahim’i bekliyorum. ‘’Ey benim kardeşim! Yüzü yerde, boynu bükük kardeşim.’’ Şehit Ömer’in oğlu İbrahim geliyor işte. İçimizde mağrur bir hüzün, yakınlaştıkça yakınlaşıyoruz. Ağlamaklıyız. Susuyoruz. Neden sonra ilk adımı o atıyor, kalkıyor ve gidiyor. Yapayalnız kalıyorum.
Gökyüzü bomboş. Meleze çalan tenlerimiz, ansızın batan güneşe karşı, kavruluyor da kavruluyor. Bir an duvarlar daralıyor, kulaklarım parçalanıyor, bir uçuyor, düşüyor, sanki yer yarılıyor, küçük bir çocuğun çığlığı inletiyor sokakları. İşte yine ses ‘’ Baba’’ diyorum son kez. ‘’ En çok yüreğini öpmek isterdim.’’ Saklandığım ağacın dibine bir zincir gibi kenetleniyorum. Açmak istemiyorum gözlerimi. Hayır, açmayacağım diyorum ve açıyorum. Kelimelerin parça parça boğazıma takıldığı vakit İbrahim’i kanlar içinde yerde yatarken buluyorum. Damarlarımdaki kan hızlanıyor, kin ve nefret bürüyor çehremi, kara zulüm bir mızrak gibi saplanıyor göğsüme, koşuyorum. Bir an çocukluğum kayıyor ayaklarımın altından. Annem kolumdan tutup yüreğine çekiyor beni. Ve semadan firak esintisi iniyor yeryüzünün azalarına... Ardıma bakmadan, ağlama fırsat vermeden, ‘’Git!’’ diyor annem. Tam o sırada aydınlığın dünyama giremeyeceği bir vakitte, tam beş dakika yalvarıştan sonra, annem katran bir kurşunla bir yaprak gibi savruluyor. İşte şimdi daha hızlı koşuyorum. Günler süren yolları bir solukta tüketiveriyorum. Yorgun düşmüş bedenim, soğuktan morarmış parmaklarım, taşlar tarafından parçalanmış ayaklarım küçük bedenime fazla ağır geliyor ve bilmediğim bir zamanda gözlerimi kapıyorum. Sabah delice soğukla açıyorum gözlerimi. Tam kalkacakken tekrar yığılıyorum. Açlık toz gibi savruluyor yüzüme ve yanı başıma uzanan yapraklardan yiyebildiğim kadar yiyorum. Toprak ninni olup fısıldıyor kulağıma. Ebabil kuşları dönüyor etrafımda. Düz bir alanda minik adımlarla yürüyorum. Çamur çağıldayan dere, susuzluktan kuruyan boğazıma fazlaca cazip geliyor. Tüm kinimi ondan çıkarırcasına içiyorum. Bulanık görüyor gözlerim. Topallayarak ilerliyorum. İleride bir çit beliriyor. Bitip tükenen bedenim zorluyor kendini. Onlarca asker ‘’Allah bir!’’ diyorlar hep birlikte. Türkiye sınırına geldiğimi anlıyorum. Geçmişi bir çerçeve gibi ardımda bırakıp son adımımı da atarak, sıcak bir kucağa düşüyorum. Bembeyaz güvercinler ve mavi gökyüzü selamlıyor beni. ‘’Ya Rahman, Ya Rahim’’ diyorum. Beyaz bir tebessüm bırakarak... Aralık’14 • 47
MEDYA
MEDYA
Basından Yansıyanlar Osmanlıca Yahut Hafıza Söküm Akif Emre 06.12.2014- Yeni Şafak smanlıca dediğimiz; Türkçe’nin , ait olduğumuz İslam medeniyetinin değerleri ve kavramlarıyla anlamını bulan, zenginleşen, çağrışımlara sahip olduğu dönemin dilidir. Her medeniyetin entelektüel ve ilmi dili elbette bir seviye farkı gösterir. Osmanlıcayı salt elitlerin, saray diline indirgemek insafsızlık olur. Kaldı ki son yüzyıldaki Türkçe, kavramlarımızı koruyan sadeleşmiş ait olduğumuz medeniyet havzasının ürünü bir dil olarak son derce anlaşılır hale gelmişti. Osmanlıca okuyamayan Osmanlıcaya hakim olmayan bir aydının, sanatçının kendi kavram dünyasını üslubunu geliştirmesi muhal. Yabancı kelimelerle dolu olduğu gerekçesiyle Türkçeleşmiş Türkçeyi imha edenlerin onun yerine hangi dil ve kültür dairesine teslim olduklarından söz açmaya bile gerek yok. Bu anlamda en azından okuyup belli metinleri anlayacak düzeyde bir eski Türkçe eğitimi yarınlarımız için gereklidir. Sorun, bu eğitimin hangi yetişmiş kadrolarla ve ne kalitede verileceğidir. Gerekliliğini tartışmak abesle iştigal olur.
O
48 • Aralık’14
Yeni İslamcılık ve Foklar İsmail Kılıçarslan- 09.12.2014 ürkiye’de ana akım İslamcılık aklının kaybolduğunu, bu durumun Türkiye’deki İslamcıları ‘düşüncesiz’ bıraktığını yazmış idim geçenlerde. Herkesin kendi balkonuna çekildiği ve sokağı unuttuğu bir İslamcılığın hakiki bir alternatif olmayacağı meydandadır. O halde İslamcılık açısından yapılması gereken şey öncelikle sokağa inmeye ve hayata karışmaya yeniden cesaret etmektir. Bu cesaret beraberinde ‘milliliği’ getirmelidir. Yani şu: Gücünü yeşerdiği, yaşadığı topraklardan alan, Amerika’nın ya da İran’ın ya da herhangi başka bir ülkenin dümene geçmesine izin vermeyen ‘yerli’ bir İslamcılık... Buradaki ‘millilik’ lafzını ‘ulusallık’ ile ‘yerlilik’ lafzını ise ‘yerellik’ ile karıştırmamak iktiza eder. Demem o ki, yeni İslamcılık, gerçek bir hareketlenmeye dönüşecekse bunu sokağa inip hayata karışarak, milli ve yerli kalarak sağlayabilir. 2014 yılının temel meselelerini yakalamaya çalışmak... Belki de yeni İslamcılığın en çok zorlanacağı şey bu olacak. Çünkü fokların avlanması konusunda da bir fikir
T
temellendirmesi gerekecek, sosyal medya kullanımı konusunda da söz alacak, sokakta polis kurşunu ile öldürülen insanlar için de inisiyatif kullanacak yeni İslamcılık. Başka türlüsü mümkün değil. Başka türlüsü İslamcılığı tıpkı bugün olduğu gibi ‘sözünü bugüne söyleyemeyen’ tuhaf bir ideolojik yanılsamaya dönüştürür çünkü. Bunu kim ya da kimler, nasıl bir yöntemle yapar, yapabilir? Bu önemli bir soru ve henüz cevabı bende yok. Ancak cevabı bende olmayan, bundan çok daha önemli bir soru var elimde: Mevcut iktidar döneminde ‘yeni İslamcılık’ın doğma ve büyüme şansı var mıdır? Türkiye İslamcılığının kaderini, bu soruya ‘evet’ cevabını verebilmek belirleyecektir. Ne diyordu Sartre: ‘Şimdi, fokları bilmem de, sokak falan dedin sen. Anarşist misin evladım? Camiden eve evden camiye... Mis.’
Diyelim, Hükümet “Alevi Açılımı” yapacak, bunun için Alevi kanaat önderleriyle oturup konuşması lazım, davete icabet etmek bir cesareti gerektiriyor, onu aştınız, davete icabet ettiniz, oturup konuştunuz, Başbakan’ın yaklaşımını çok olumlu buldunuz, onu ifade etmek cesaret meselesi haline geliyor, diyelim Hükümet bir proje oluşturdu, onda rol almak cesaret meselesi haline geliyor.... Düşünün, “Kürt sorunu”na ilişkin çözüm sürecinde Öcalan bile devlet yetkilileri ile görüşmesi sebebiyle ekstremistler nezdinde kendini savunma konumuna itilebiliyor. Amaç bunların aşıldığı bir süreci de yaşıyor Türkiye. Bu da bir rehabilitasyon Türkiye için. Kim bilir ne kadar insan var kendi gerçek düşüncelerini açıkladığı takdirde böyle bir mahalle baskısına hedef olmaktan çekinen. Ülkenin cumhurbaşkanı ile Yemen türküsü okuduğu için çarmıha gerilen bir sanatçı profili, ne kadar insanı bunaltıyordur kim bilir. Türkiye’nin normalleşmesinin bir boyutunun da bu alanda gerçek bir özgürleşmenin sağlanmasını olduğunu not etmek istiyorum.
tahmin etsek de, bunların ‘şişirildiği’ ihtimali çok yüksek. Tamamen ilgisiz bir Fatih Belediyesi dosyası yaratılması, hükümetin dünyaya şikayet edilmesi anlamına gelen Zarrab konusu ve nihayet Erdoğan’ı sırf zengin olmak için AKP’yi kurmuş olmakla itham edecek kadar müdanasız olabilen 25 Aralık ithamı, saldırının niyetini açıkça ortaya koyuyor. Eğer başarılı olsaydı hükümet ‘kim vurduya’ gidecek ve Hizmet ‘gerçek’ iktidarın parçası, ortağı ve belki de sahibi haline gelecekti. On iki yıllık AKP iktidarında hiçbir yolsuzluğun olmadığını söylemek nasıl anlamsızsa, bu dönemi yolsuzluk üzerinden değerlendirmek de o denli anlamsız. Evet, kamuoyu çalışmalarına göre toplumun yüzde yetmişi yolsuzluk olduğuna inanıyor. Ama Erdoğan sorulduğunda bu oran yarı yarıya düşüyor ve söz konusu kanaat ayrışmasının açıkça ideolojik olduğu görülüyor. Dolayısıyla esas meselemiz yolsuzluk değil, onu malzeme haline getiren büyük kavgamız. Kısacası AKP’nin hâlâ hazmedilememiş olması… O nedenle de yolsuzluklar son kertede iktidarın yaptığından ziyade iktidara yapılan bir şey… Doğrudan AKP’nin suistimali… Bugünlerde muhalefet panikte, çünkü AKP bu silahı da muhalefetin elinden alacak gibi gözüküyor.
Yetiş ya AYM yetiş ya Kılıç Pusudaki Canavarlık Ahmet Taşgetiren 09 Aralık 2014 – Star “Mahalle baskısı”nın 2014’te bile devreye girebilmesinin asıl fonksiyonelliğinin iktidarın projelerine ilgi göstermesi muhtemel kesimlerin önünü kesmeye yönelik alanda olacağını unutmamak gerekiyor.
Yolsuzluklar AKP’nin Suistimal Edilmesidir Ethen Mahçupyan 09.12.2014- Türkiye olsuzluklar bu tablo içinde ve bu işlevi sağlamak üzere ‘pişirildiler’. Dosyaların sadece 17 Aralık kısmının ilk bölümünde birtakım gerçeklerin olduğunu
Y
Melih Altınok 02.12.2014- Türkiye evcut Meclisin temsil kabiliyeti çok yüksek olsa da herkes ideal olarak seçim barajının düşürülmesini savunuyor. Ancak bu ve benzeri değişiklikleri yapmaya muktedir yegane merci Meclis. Hatta parti kurdurtma, pragmatist fiili ittifaklar ve basının tetikçi olarak kullanılması da
M
bu meşru amaç çerçevesinde tolere edilebilir. Ancak seçime üç beş ay kalmışken, tıpkı 367 kararında olduğu gibi hukuk garabetlerinden medet umup yarışın kurallarını bozmaya çalışmak olacak iş değil. Kaldı ki “bir garip iktidar” için, kastetmekten çekinmedikleri istikrar da yalnızca hükümetin lehine bir durum değil. Tüm Türkiye halkının geleceğiyle oynadıklarını düşünmüyorlar bile. Bu arada Destici’nin baraj düşürme başvurusunda Haşim Beyin oyunun renginin ne olacağını son bir yıldaki tutumundan tahmin etsek de, kesin bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü aynı Kılıç, 1995 yılında aynı içerikteki bir başvuruyu reddederken “mahkeme kendini yasa koyucu yerine koyamaz” diyordu. Bununla da yetinmeyip, yalnızca partiler için değil, bağımsız adaylar için de yüzde on barajını şöyle savunuyordu: “Siyasi partilerden aday olanlar için %10 oranında ülke barajı öngörülmüşken bağımsız adaylar için böyle bir baraj söz konusu değildir. Yeni Yasa ile bağımsız adaylar için de öngörülen %10’luk seçim çevresi barajı bir ölçüde siyasi partilerden aday olanlarla bağımsızlar arasında temsilde adalet doğrultusunda bir eşitlik sağlamaktadır.” (1.12.1995 tarihli, 1995/56 esas sayılı ve 1995/60 karar sayılı karşı oy gerekçesi.) Evet, sıradaki komplo gelsin...
Aralık’14 • 49
KİTAPLIK
KİTAPLIK
KUDÜS KİTAPLIĞI DOĞUNUN BÜYÜSÜ AH KUDÜS Kudüs’e bakışımız “Ey” iledir. “Ey”, onurlu şehre, onurlu bir sesleniş, İnsanın şehrini, dolayısıyla kendisini onaylıyor bu bakış. İnsanlık tarihine bir bağış ve örnektir Kudüs. Tarihin bize bağışı ise zaman içindedir. İlk atadan Sevgili’ye kadarki zamandan beri bir çok peygamber Kudüs’te konakladı. Hepsi kendi ruhundan ona bir şeyler verdi. Sevgilinin Sevgili’ye yükselişinin tanığıdır Kudüs. Mucize içinde mucizeler taşır. Büyük bir sevginin ve aşkın olduğu bir yere şeytanlar da musallat olur. Zalimleşir ve o ruhu dağıtmaya çabalar, sınır tanımazlar. Tarihin en kanlı toprağıdır Kudüs. Bu da onun kaderi. O zalim eller, ellerini kanla yıkamaya alışkındırlar. İnsanlık Kudüs’ün kanlı gömleğine bürünüyor. Kudüs ise barış ve sevginin sığınağı olmayı hedefliyor. Kendisi insanlık tarihinin renklerini, ruhlarını, erdemlerin, Peygamberler ruhundan doğma güzellikleri insanlığa sunma çabasında. Bu bizim bakışımız… Bir de Batı’dan bir bakış var. Yüzyıllar boyunca hep bir “Ah” ve “ilenme”, öfke ve hasret ile. Bu altın şehir, ne zenginlikler taşır içinde. Batı kolu bir bakışla ve saldırıyla şehri ele geçirirken kendinden olmayanların kökünü kuruttu, topraklarını kanla kazıdı. Kanlı ruhunu soluksuz sürdürüyor. O, ruhunun karanlık dehlizinde kan püskürüyor. Başaramayınca “ah” edip duruyor. Kudüs onların eline geçtiğinde kanlı bir infaz süreci yaşıyor. İşte bu eser, kimi Batılı edebiyatçı ve yazarların kaleminden, Batı’nın Doğu’ya bakışını, müslümanlara olan öfkelerini, vahşi Haçlı Seferleri’ne dizilen övgüleri, Endülüs’ün yok edilişine sevinçlerini ama her şeye rağmen kimi yazarların da müslümanların ahlakına hayranlığını, medeniyetlerinden etkilenişlerini ortaya koyuyor. Chateaubriand’dan Andre
50 • Aralık’14
Gide’e, Oscar Wilde’dan Cervantes’e ele aldığı edebiyatçı ve yazarların eserlerinin satırlarında, Hıristiyan Batılı’nın Müslüman Doğu’ya bakışının arkasında yatan dini, kültürel, zihni, siyasal etkenler yani bu bakışın ruhunu tesbirliyor. YİTİK SEVDA: KUDÜS Kudüs, asırlardır kalbimizde yaşattığımız hasret beldesi... Mekke ve Medine’den sonra gelen kutsal mekân... Peygamberimizin (a.s.m.) Mi’raca çıkarken uğradığı ilk kutsal durak.... Hz. İbrahim’den Hz. Yakub’a, Hz. Musa’dan Hz. Îsa’ya peygamberler diyarı... Peygamber kıssalarının geçtiği, yaşayan Kur’ân tarihi.. Üç semavî dinin ortak değerlerinin canlı görüntüleri... Bütün orijinalliğiyle ayakta kalan 5 bin yıllık medeniyet ve mimarî izleri... Bütün güzelliği ve tazeliğiyle Emevî, Memlük ve Osmanlı eserleri... Yüzyıllardır paylaşılamayan miras, yeni keşfettiğiz, kendimizi aradığımız âlem... Ve.. Kudüs; anlatılamayan bir şehir, Mescid-i Aksâ, ifade edilemeyen bir derinlik... Bir Kudüs, Halil, Mescid-i Aksâ, Kubbetü’s-Sahra rehberi olan kitap size insanlık tarihini sunuyor. Kudüs’e gitmeden önce bu kitapla mutlaka tanışmalısınız. Gidemezseniz dahi bu kitapla Kudüs’ü adım adım yaşayacaksınız. ALLAH’A ISMARLADIK KUDÜS “Kudüs bizim kalbimizdir. Filistin bir bedense, bu bedenin kalbi Kudüs`tür. Bu şu demektir. Bizler Filistin dışında yaşıyor olabiliriz. Tarihi şartlar bunu böyle zorlamış olabilir. Ama her birimiz bir kalp taşıyoruz. Yani Kudüs`ü. Ve o kalbi yerinden sö-
Sümeyye AKGÜL
küp alabilecek bir güç yoktur” Doğrusunu söylersek Filistinli kadın her Filistinli gibi konuşuyordu! Filistin meselesi nasıl çözümlenir sorusuna herkes gibi onun da yanıtı yok.”Filistin meselesi nasıl çözümlenir onu bilemem. Ama bu çözümün nasıl başlayacağını çok iyi biliyorum” dediğinde sözünü kestim; “Nasıl?” diye.”Herkes önce kendi direnmeli. Birey olarak. Ve her Filistinli, topraklarında var olmaya devam edecektir. Herkes de bu gerçeği kabul edecek...” Filistinli ölen gençleri hatırlattığımda ise yine beni şaşırtan sözler etti:”Ben Filistin için ölmeyeceğim. Ama ben Filistin için yaşayacağım! Ölüm haktır... Bu inkar edilemez. Zamanı geldiğinde herkes onu tadacak. Ama ben hayatta iken hep Filistin için yaşayacağım! “Filistinli kadın sanatçının, Filistin meselesine yaklaşımı şöyle özetlenebilirdi: Filistin davası bir din ve toprak davası olmanın ötesinde kimlik meselesidir. İsrail bu kimliği Filistinlilerin elinden alarak kendine giydirmeye çalışıyor. Buna asla müsaade etmeyeceğiz” KUDÜS TARİHİ
Tarihe göz atan herkes “Kudüs’ün İslam ümmetinin gücünün ve zayıflığının kıstası” olduğunu görür. Kutsal şehrin işgali, ümmetin zayıflığının ve dağılmışlığının sonucudur. Yukarıda söylediğimiz gibi Kudüs’ün yönetimini elinde bulundurmak güç göstergesidir. İslam ümmetinin güçlü olduğu her dönemde Kudüs, Müslümanların yönetimine girmiş; ümmetin zayıfladığı zamanlarda yabancılar bu şehre göz dikmişlerdir. Kutsal şehir eskiden olduğu gibi günümüzde de pek çok kimsenin arzuyla sahip olmak istediği bir yerdir. Tarih boyunca şehri Romalılar işgal etmiş, sonra Hz. Ömer
zamanında Müslümanlar şehri fethetmişler, İslam ümmetinin zayıflamasıyla Haçlılar şehri iki asır boyunca işgal etmişlerdir. Ardından Müslümanlar güçlerini tazelemişler ve büyük komutan Salahaddin Eyyübi, Müslüman kuvvetlerini toplamayı ve onlarda cihat ruhunu canlandırmayı başarmış ve Kudüs’ü Haçlıların elinden kurtarmıştır. Kudüs şehrine eski azametini, güzelliğini iade etmiş ve şan ve şeref sembolü olan minberi Mescid-i Aksa’ya getirmiştir. Eğer İslam ümmeti Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine yeniden bağlanıp birliğini sağlar ve dirliğini elde edebilirse; inanıyoruz ki, Kudüs ve Mescid’i Aksa tekrar ve onurlu günlerine dönecektir KUDÜS DAVAMIZ Kudüs kurulduğu günden bu yana vahyi, ilahi tebliği ve peygamberlik müessesesini temsil etmiştir. Dolayısıyla burası kurulduğu günden beri bir İslâm şehridir. Evet, Kudüs bir İslâm şehridir.Çünkü İslâm, Yüce Allah’tan vahiy alan bütün peygamberlerin ortak dinidir. Kudüs de bir peygamberler şehridir. Kudüs bir İslâm şehridir. Üstelik alelade değil, özel konuma sahip bir şehridir. Yüce Allah bu şehrin ve onu saran toprakların bereketli kılındığını İsra sûresinde bildirmiştir. İşgalciler ne kadar uğraşsalar da bu kutsal şehrin İslâmi kimliğini ortadan kaldıramayacaklardır. Ancak bütün dünya Müslümanlarının Kudüs’e yönelik sinsi oyunlar karşısında oldukça dikkatli ve duyarlı olmaları gerekir. Kudüs sadece Filistinlilerin değil bütün dünya Müslümanlarının ortak varlığıdır. Kudüs tüm Müslümanlara emanettir. Müslümanların ortak değerleridir. İslâm’ın ilk kıblesi ve kutsal mescitlerin üçüncüsü oradadır. Orayı fethedenler kıyamete kadar gelecek Müslüman nesillere emanet etmişlerdir. Bu emanete hep birlikte sahip çıkılması ve Kudüs davası bilincinin yaygınlaştırılması gerekir.
SELAHADDİN-İ EYYÜBİ VE KUDÜSÜN YENİDEN KEŞFİ Kudüs Fatihi ve III. Haçlı Seferi’nin muzaffer komutanı olan Salâhaddin , o günün dünyasının en büyük imparator ve krallarıyla çatışmış, onların bütün saldırılarını bertaraf etmiş ve Kudüs’ü onlara karşı koruyarak Hz. Ömer’in yadigârı olan bu mübarek şehri Müslümanlara hediye etmiştir. İslâm aşkı ve heyecanıyla bütün haçlıların kökünü bu mübarek bölge Filistin’den söküp atmış ve burasını ebediyyen bir İslâm toprağı olarak sonraki nesillere bırakmıştır. Haçlılar, o günden sonra Filistin ve diğer İslâm toprakları üzerine ordular göndermiş ama hiçbir zaman netice alamamış, Müslümanlara karşı kesin zafer kazanamamıştır. Zaman zaman bazı işgal kuvvetleri bölgeye yeniden musallat olmuş ve bundan sonra da olacaktır. Fakat bu işgal kuvvetleri şunu çok iyi bilmelidir ki, müslümanlar bu toprakları onlara asla vermeyecek ve mutlaka bu işgaller bir gün sona erecektir. KUDÜS: KUTSALLIĞIN BAŞKENTİ Kudüs’ü fotoğraflamak, insanın Yaratıcısıyla kurduğu ilişkilerin tarihini fotoğraflamaktır. Bazen bir kareye Kudüs’te yaşamış bütün peygamberler, mezarları, sunakları, mabetleri sığar; bazen fotoğrafçı “Yahudiler Ağlama Duvarı’nda niye ağlıyor?” sorusunun karşısında aciz kalır. Bazen bir kare fotoğrafta 32 defa yıkılmış şehrin basamak basamak tarihi serilir gözler önüne; ama “Şehri bu kadar değerli kılan neydi?” sorusunun karşısında fotoğraf susar. İşte o zaman sözün sırası gelir. Söz ile göz birlikte hakikatin sırrına ererler. Söz, Süleyman Tapınağı, Beytülmakdis ve Mescid-i Aksa arasındaki tarihi serüveni hikaye eder; göz Aksa Camii’nin ve Kubbetüssahra’nın revak-
larında, çinilerinde, kitabelerinde bir yad-ı cemil arar. Söz, İsa Peygamber’i öldürmek isteyenleri anlatır; göz İsevi inançlar üzerine inşa edilmiş kiliselerde dolaşır; Söz, Miraç’ın şahitlerini anar; göz Muhammedî temasların izini arar. Söz, Türklerin Anadolu’dan önce Kudüs’e girdiklerini ve Filistin’deki ilk bağımsız Türk devletinin 28 yıl yaşadığını anlatır; göz Filistin Selçuklu Devleti’nin yadigârlarında dolaşır... Söz, bakan gözlere söz verir: Kudüs’te kalacak kalbiniz… - Üç büyük din; İslamiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik ve bir kutsal mekan: Kudüs’te hangi peygamberler nasıl bir hayat yaşadı? - Neden Kudüs bu üç büyük din için çok önemlidir? - Kudüs’ü kimler defaaten yıkmak istedi ve kimler işgal etti? - Türkler Kudüs’e Anadolu’ya girmeden çok önce girdiler ve bir devlet kurdular. Bu devlet Kudüs’e kaç yıl hükümran oldu? - Osmanlı Devleti’nin Kudüs’ü yönetirken kurduğu düzenlemelerin hangileri hâlâ devam etmektedir? - Osmanlı Devleti tarafından inşa edilen hangi yapılar hâlâ dimdik ayaktadır? - Hürrem Sultan’ın Kudüs’te yaptırdığı imarethane, Kudüs ekonomisini nasıl etkilemiştir? - Mimar Sinan’ın tamir ettiği Ağlama Duvarı’nı II. Abdülhamid niçin Yahudilere tahsis etmiştir? - Kudüs’te, Müslümanlar için çok mühim bir yere sahip olan Kubbetüssahra ve Mescid-i Aksa dışında hangi kutsal mekanlar, tarihî eserler hâlâ ayakta ve ziyaret edilmekte? - Yahudiler Kudüs’te Ağlama Duvarı dışında hangi mabetlerde ve hangi dini ritüellerle ibadet ediyor? - Hıristiyanlar, Hac Yolu ve Kıyamet Kilisesi dışında hangi kutsal mabetlerde nasıl ibadet ediyor? - Kudüs İslâm Müzesi’nde hangi eserler sergileniyor? Bütün bu soruların cevapları ve daha fazlası, Mescid-i Aksa’nın detaylı krokisi, Kudüs’ün her yerinden çekilmiş 100’ü aşkın fotoğraf; Türkiye’de ilk defa Kudüs: Kutsallığın Başkenti albümünde... Aralık’14 • 51
ETKİNLİK
ETKİNLİK
ÜNİVERSİTE DERSLERİMİZE HIZ KESMEDEN DEVAM
Üniversite Sohbetleri Devam Ediyor
G “Allah rızasını talep edenlere selamete erme yolunu gösterir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkararır, doğru yola sevk eder.”(Maide/16) Allah’ın rızasını amaç edinerek çıktığımızı yolda heybelerimizi doldurmak adına düzenlediğimiz dersler devam etmektedir. Üniversite yaş grubundaki tüm hanım kardeşlerimizi de bekleriz.
Üniversite ders başlıklarımız: Güzel Ahlaka Psikolojik Bakış- Saliha CAN ÜSTÜN Siyer “Örnek ve Önder Hz.Peygamber”- Abdullah YILDIZ Tefsir Çalışma Grubu Cumhuriyet Tarihi Okumaları- Cevat ÖZKAYA Yazı Atölyesi- Raif NAS Dersler hakkında bilgi almak için: 0506 630 56 45
LİSELİ HANIM KARDEŞLERİMİZLE DERSLERİMİZ DEVAM EDİYOR
52 • Aralık’14
betin ikinci yarısında ise Ahmet Cemil Ertunç’un “Cumhuriyetin Tarihi” kitabı kaynaklı yakın tarih okumalarına devam ediliyor. Günümüzde yaşanan gelişmelerin tarihsel arkaplanı irdeleniyor. Üniversite öğrenimine devam eden tüm kardeşlerimizi bekliyoruz. Yer: İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih-İstanbul İletişim Tel: 0(212) 635 42 52/ 53
SAİD ERCAN İLE SOSYAL MEDYA ÜZERİNE KONUŞTUK 13 Aralık Cumartesi günü lise ve üniversiteli hanım kardeşlerimizle birlikte “Sosyal Medya” başlıklı bir seminer düzenledik. Konuşmacımız USMED (Uluslararası Sosyal Medya Derneği) Başkanı Said ERCAN idi.
L
iseli hanım kardeşlerimizle birlikte, Kavram İnceleme, Mü’minlerin Özellikleri, Peygamber ve Sahabe Hayatları, Bir Ülke Bir İnsan, Biyografiler, Bilinç serisi ve Gündem okumaları gibi dersler yapıyoruz. İnsandan sorulacak olan “Ömrünü nerede harcadığı, Ne amelde bulunduğu, Malını nerede kazandığı ve nereye harcadığı, Vücudunu ve gençliğini nerede çürüttü ve bildiği ile ne derece amel ettiği?” gibi soruları hatırlamak ve birbirimize hatırlatmak için daha geniş halkalar olalım istiyoruz. Lise yaş grubundaki tüm hanım kardeşlerimizi de bu yolda
enç Öncüler Erkek Üniversite Komisyonumuzun organize ettiği ve her hafta çarşamba günü saat 18.00’de başlayan Genç Öncüler Üniversite Sohbetleri Cevat Özkaya hocamızın moderatörlüğünde devam ediyor. İlk yarısında Türkiye Gündemi ve İslam dünyasında yaşanan gelişmelerin değerlendirildiği üniversite sohbetlerinde, katılımcıların katkılarıyla interaktif bir fikir paylaşım ortamı oluşuyor. Soh-
yanımızda görmek isteriz. Bizimle iletişime geçmek ve daha detaylı bilgi almak için; Fatih: 0539 780 10 08 Kağıthane: 0538 615 15 16 Başakşehir: 0545 522 66 54
Said ERCAN konuşmasında sosyal medyanın gittikçe artan öneminden bahsetti. Biz müslümanların bu önemli mecrayı nasıl ve hangi düzeyde kullanmamız gerektiğine dair tavsiyelerde bulundu. Said ERCAN’ın yazı ve videoları için; http://www.saidercan.com/
Aralık’14 • 53
ETKİNLİK
ETKİNLİK
Salıncak Çocuk Kulübü
B
ir yağmur damlasıdır kimi zaman kurak bir toprağın yüzüne umut serpen... Ve bir çocuktur çoğu zaman geleceğe dair umutları hep yeşerten... Salıncak Çocuk Kulübü, bünyesinde yapılandırdığı faaliyetlerle geleceğe dair umudumuz olan çocuklarımızın ahlaki eğitimine büyük bir hassasiyetle eğilmektedir. program çerçevesinde verilen ahlaki ve dini eğitimin yanı sıra gündelik hayatta pratiğe yönelik davranış eğitimi de alanında tecrübeli kişilerce çocuklara verilmektedir. böylelikle de aslen yapılan çalışmalarla geleceğin ‘’ilmi ile amel eden’’ neslinin ortaya çıkması hedeflenmektedir. Size en bölgedeki ders grubuna katılmak için iletişim numaralarından bizimle irtibata geçebilirsiniz. Faaliyetler Haftalık Değerler Eğitimi Kuran-ı Kerim Eğitimi Salıncak Çocuk Dergisi Yazokulu Çocuk Şölenleri Futbol Turnuvaları Çocuk Günleri
İLKOKULLU KARDEŞLERİMİZ SALINCAKTA SALLANMAYA DEVAM EDİYOR Salıncak Çocuk Kulübü üyesi, ilkokul ve ortaokullu kardeşlerimizle birlikte yaptığımız haftalık ilmihal, siyer, peygamber hayatları ve ahlak gibi derslerimiz devam etmektedir. 29 Kasım cumartesi günü Salıncak Çocuk Kulübü olarak Fatih, Başakşehir ve Kağıthane’den gelen kız kardeşlerimizle Sultangazi’de bulunan İstanbul Halk Ekmek (İHE) Fabrikası’na gezi düzenledik. Ekmeğin yapım aşamasını öğrenen ve kocaman ekmek makinalarını gören kardeşlerimiz pek mutlu oldular. Bizimle iletişime geçmek ve daha detaylı bilgi almak için; Fatih: 0537 498 25 30 Kağıthane: 0538 615 15 16 Başakşehir: 0545 522 66 54
54 • Aralık’14
#bağımlılıklasavaş
G
enç Öncüler, cafcaflı medya imparatorluklarının işleyemediği konuları işlemeye devam ediyor. Genç Öncüler taşeronu, kent yağmasını, mültecilerin sıkıntılarını, uyuşturucuyu, alkolizmi, gençlik politikalarını, medyanın bozuk düzenini kendisine dert ediniyor. Genç Öncüler her şey dert edinmekle başlar diyor. Son aylarda artarak devam eden madde bağımlılığına bağlı ölümler, nice evlerin ocaklarına ateş düşürmeye devam ediyor. Gençlik, küresel çetelerin ve yerli işbirlikçilerinin planlı saldırıları ile uyuşturucu ağına düşürülüyor, toplumun geleceği ifsad ediliyor. Genç Öncüler Gençlik Hareketi olarak uyuşturucu ile mücadelenin öncü Kur’an neslinin başlıca görevlerinden biri olduğunun farkındayız. Bu minvalde 13 Aralık Cuma gecesi sabah namazına kadar şehrin her tarafına dağılan onlarca arkadaşımızla birlikte, uyuşturucu kullanımının artışına ve bağımlılığa dikkat çekmek amacıyla afişleme çalışması gerçekleştirdik. Toplumda uyuşturucuyla mücadele konusunda farkındalık oluşturma amacı güden kampanyamız çerçevesinde Twitter’da #bağımlılıklasavaş etiketi ile trend topic çalışması gerçekleştirdik. Türkiye ve
İstanbul gündeminde yer bulan çalışmamıza bir çok ünlü sima mesajlarıyla destekte bulundular. Kampanya çerçevesinde sosyal medya ağlarında binlerce tivit atıldı, binlerce paylaşım yapıldı. Genç Öncüler İslam toplumlarının ifsad edilmesine karşı her zaman eylemlliliğini sürdürecektir Yeryüzünün her türlü kötülükten arındırılması için birbirleriyle iyilik ve takvada yani Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olma konusunda yardımlaşan Genç Öncüler; aynı inancı paylaşmanın kardeşliği içinde üzerimize çöken kara bulutları dağıtacak gücü kendilerinde bulmaktadırlar. Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa Suresi /135. Ayet Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır. Ali İmran Suresi/ 104. Ayet
Aralık’14 • 55
ŞİİR
insana dair Uğur DEMİREL
Çevremde, nesnelerin belirsiz belirginliği aklımda, gediğine oturmayan garip tanımlar.. Asumanın zemini parçalayan bakışı kara gözlü matemlerin efsunlu afakı korkutuyor beni. Kurşunlanmış evler esir aldı idrakimi zira. İnsanların, koşuşturmaya kapılıp unuttukları uzvu dikkatini çekmiyor kendini kaybeden insanın. Bu gaddar, cıvkı çıkmış dünyada bilirim, sormayacak kimse: ‘Ey geviş getirme yetisi olanlar, ne zaman göreceksiniz?’ İsmiyle muteber oluşuna bakmayın, dilimin ucuna gelip de çıkmayan daha doğrusu yakıştıramadığım dehrin nefes alanlarına, seslenişim var! ‘Hissetmiyor musunuz hay’... diye başlayamam cümleye. İçimdeki kırılmışlığın tezahürü bu.
56 • Aralık’14
Gidenler gitti çoktan, ama hiç düşünemedim kalanların bu kadar seveceğini ‘hutame’yi. Ve nereden bilebilirdim topyekun batıla boyun eğeceğini. ‘İnsan, bilmem nasıl hayvandır!’ Söverdim bir zaman, değişmiş de değil tavrım, ama insan... Nasıl kapattı gözlerini çocukların ölümüne, ve sendeleyen sokak ortasında kızarmayan yüzler karşısında bile. ‘İnsanlar hüsrandadır!’ Amenna... Ama, ey Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler! Siz, neredesiniz?
iRADENi TUTSAK ETME! #bagımlılıklasavas www.genconculer.com facebook.com/GencOnculer twitter.com/GencOnculer
BAGIMLILIK SEYTAN ISI PISLIKTIR #bagımlılıklasavas
#bagımlılıklasavas www.genconculer.com facebook.com/GencOnculer www.genconculer.com twitter.com/GencOnculer
facebook.com/GencOnculer twitter.com/GencOnculer