Genç Öncüler/Düzenin Hırçın Çocuğu Şiddet/91

Page 1

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

90


EDİTÖR'DEN

Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu

Allah’ın Selamı ve Rahmeti üzerinize olsun.

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir

JE SUIS MUSLIM

Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Burak Kalpaklıoğlu Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ali Tarık Parlakışık Zozan Demirci Sena Çataloğlu Rabia Aktaş Yusuf Talha Avcı Şükrü Kaba Kani Polat M.Salih Demirtaş Furkan Gençoğlu Senanur Budak İsmail Ceylan Muhammed Şamil Asım Bekir Fatih Kadir Demirel Adres Çatalçeşme Sk. Defne Han No: 27/15 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı/İST. Tel: (212) 567 39 40-41

G

Sevgili Arkadaşlar

enç Öncüler Dergisi olarak 2003 yılında çıktığımız yolculuğumuzda bu ay 90. Sayımızı neşrediyoruz. Elinizde tuttuğunuz ve ekranlarınızdan okuduğunuz bu dergi tamamiyle gençlerin çalışmaları ve gayretleriyle çıkıyor. Yazarları 15-24 yaş aralığında olan dergimiz, Türkiye’li Müslüman gençlerin kendi özgün fikirlerini özgürce ifade edebildiği bir ortama kaynaklık ediyor. “Düzenin Hırçın Çocuğu Şiddet” başlığı ile kapağa taşıdığımız mesele günümüzün ana problemlerinden biridir. Sokakta, okulda, evde ve daha birçok noktada Müslümanları zaafiyete düşüren, yapmaması gereken hareketleri yaptıran bir haldir. Bu meseleyi dert edinen arkadaşlarımızla bir çalışma yaptık ve takdirinize sunuyoruz. Bu sayımızda Ali Tarık Parlakışık şiddetin kökenlerine inerek kaynağını sorguladı. Zozan Demirci ülkemizin kronik problemlerinden biri olan “Eğitimde Şiddet” ve sonuçlarını inceledi. Senanur Çataloğlu “Aile İçi Şiddete” farklı bir boyuttan baktı. Ayşenur Temelcan savaş ortamında büyüyen çocuklar ile normal bir ortamda büyüyen çocuklar arasındaki farkı irdeledi. Savaşın çocuklar üzerindeki etkisini yazdı. Yusuf Talha Avcı şiddetin çıkış kapısına işaret etti. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. “Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa/135

Ocak’15 • 1


TEVHİD ve TESLİM Kani POLAT Ocak 2015 • Sayı 91 • Yıl 12

14

06

ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ

ÇOCUKLAR ADINA SAVAŞMAK

36 Şiddeti Çözümlemek / Ali Tarık PARLAKIŞIK..................................................... 4 Çocuklar Adına Savaşmak / Zozan DEMİRCİ............................................... 6 Şiddetin Boyutları / Sena ÇATALOĞLU....................................................... 8

İmanımızda Öfkeye Yer Yok / Rabia AKTAŞ........................................... 14 Şiddet Ne? Kurban Kim? Çıkış Kapısı Nerede? / Yusuf Talha AVCI............ 16

İbrahim Kalkan İle “Edebiyat ve Sanat” Üzerine / Ali Tarık PARLAKIŞIK. 18

Zozan DEMİRCİ

O’nun İzi, Bizim Yolumuzsa Eğer;

İmanımızdaÖfkeye Yer Yok Rabia AKTAŞ

Mahmut Kar (Köklü Değişim Dergisi) ile Mülakat.................................... 28

İslam Düşüncesine Dair… Kuran Nasıl Bir Kitaptır?/ Şükrü KABA............................. 34 Tevhid ve Teslim / Kani POLAT............................................................................... 36 Uluslararası İlişkiler Üzerine / M.Salih DEMİRTAŞ.................................................. 38 Sokakta Yaşayan Evsizlere Dair / Furkan GENÇOĞLU............................................. 40

40

Yaban Domuzları ve Kudüs / Senanur BUDAK......................................................... 42 Meta Kelimesi Üzerine / İsmail CEYLAN.................................................................. 44 Benim de Canım Çok Sıkılıyor / Muhammed Şamil.................................................. 47 Görmesem, Duymasam? / İsmail Ceylan.................................................................. 48 Kelimeler / Asım BEKİR.......................................................................................... 49 Can Kulağı Kalb Gözü / Mehmet Akif ERSOY.......................................... 50

İbrahim Kalkan İle Mülakat Ali Tarık PARLAKIŞIK

18 2 • Ocak’15

SOKAKTA YAŞAYAN EVSİZLERE DAİR

Basından Yansıyanlar ........................................................................ 52 Etkinlik ........................................................................................... 55

Furkan GENÇOĞLU

Ocak’15 • 3


KARANTİNA

KARANTİNA

‘Siddet’i k e m e l m ü z ö Ç Ali Tarık PARLAKIŞIK

Ş

iddet; bazen bir taşma, bazen bir aşma, bazen bir yok olma, bazen bir var olma, bazen bir müşahhasta yok olan ‘var’ın mücerret kıvamındaki bir ‘fiiî tekevvün’dür. Ne olursa olsun şiddet ‘an’da vardır. Dolayısıyla görünendir. Görünen olduğu için de, dolayısıyla bir fikrî veya zihnî veya ruhî/psikolojik bir zemini vardır. Dolayısıyla şiddet ‘amaç’sız ve ‘araç’sız değildir. Durumu, yeri, mekânı, zamanı buudundan bir yerden, başka bir yere doğru giden bir ‘şey’dir, şiddet. Burada ‘şey’ kelimesini dillendirmişken; ‘şey’ ve ‘şiddet’ bağlamında ‘şiddet’in, engin ufukları kapsayabilir bir kavram olan ‘şey’ kelimesi içerisine girmesine de değinmeliyiz. Fikrî-felsefî cereyanlarda geniş bir yeri olan ‘şey’; müfekkiremizde el atılan her bir meseledir. ‘Şiddet’ fikrî, zihnî, ruhî/psikolojik bir zemine malik ise haliyle ‘şey’e de girer. Konumuna göre şiddet, ‘müspet’ veya ‘menfi’ ne şekilde olursa olsun, böyledir. Şiddetin tekevvün sürecinde, ruhî/psikolojik buuduna bir de içtimaî buudunu eklemeliyiz. Daha doğru bir ifadeyle içtimaî buudu da, etkileri buudundan mühimdir. ‘Şiddet’ bağlamında ‘etki’yi söz konusu ettiğimizde, karşımıza iki durum çıkabilir; a) ‘etki’ karşısında ‘tepki’ b) ‘etki’ karşısında ‘pasifizm’. İkinci durum umumî düzlemde belli bir yere kadar geçerli olup, belli bir yerin sonunda ‘tepki’ halini alabilir. İçtimai buudu söz konusu ettik ya; işte her iki durumda da içtimai, buudun akislerini müşahede ediyoruz. Peki… Şiddet nedir? Şiddetin işlevleri nelerdir? Şiddetin gücü nedir? Şiddetin konumu nedir? Şiddet her zaman aynı değere maliktir? Şiddetin esbabı mucibesi var mıdır? Şiddet hakkında söz söyleyebilmek için ‘şiddet’i çözümlemek gerekir mi? Şiddet tek veçheye mi maliktir? Şiddet salt bir mesele midir? Bu sualleri çoğaltabilir miyiz?

4 • Ocak’15

Ek bir sual; modern hayattaki modern insanı şiddet bağlamında, şiddeti modern hayattaki modern insan bağlamında nasıl değerlendirebiliriz? Gerginlikler, fışkırışlar, değerler buudundan şiddeti ele alırsak; İçinde sıvı bulunan herhangi bir esnek yapı, gerildiği takdirde fizikî sıkışma sonucu patlama meydana gelir ve sıvı dışarıya fışkırır. Gerginlik ve fışkırış buudundan teşbih bu. Var olan bir durum karşısında ‘şiddet’ kapsamına girebilecek herhangi bir yolla, karşındakini muhatap etmek. Değerler buudundan teşbih de bu. Yalnız, değerler nereye kadar, diye bir sual ile karşılaşabiliriz burada. Yine klişe bir sözü tedaileri icabı zikredebiliriz; “Bir kişinin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter.” Mamafih… İnsan, muhatap olan ve muhatap olunan şeklinde geniş iki kanada malik bir varlık olduğuna göre, şiddet insanın genişliğine nispetle nerede, nasıl, ne şekilde olabilir? Söz gelimi; eşine karşı şiddet uygulayan bir kocanın, şiddet uyguladığı anda iki veçheli bir panoraması vardır; a) eşine karşı b) kendine karşı. Burada manasını aşikâr etmemiz gereken nokta ise hususî düzlemde bu misal için, umumî düzlemde meselemiz için şiddettir. Eşine karşı ve kendisine karşı olarak, bu misaldeki kişinin çözümlemesi yapılırken, panoramaya üçüncü bir mesele zeyl edilir, o da bir mesele olarak ‘şiddet’tir. Hatta meseleye, şiddetin şekillerini ve de en mühimi olarak muhteviyatını zeyl edersek, nasıl bir panorama ile karşılaşabiliriz? Ve yine aynı şekilde, şiddete muhatap olan ve şiddete muhatap eden ilişkisine, şiddete kadar gelen süreci de dâhil edersek ne diyebiliriz? İki eş arasındaki bu misal, tedaileri icabı bu şekilde dursun!

Meseleye farklı zaviyeden devam edersek; şiddetin gerektiği yerde, gerektiği şekilde uygulanması menfi midir, müspet midir? Virgülsüz, duraksız bir şekilde ortaya attığımız bu cümle görüldüğü kadar basit midir? Tam bir çözümlemeye tabi tutarsak bu cümleyi, şiddetin; Gerektiği yer Gerektiği şekil Gerektiği yerde, gerektiği şekilde uygulanması; fiil-kuvve halinde Menfi / Müspet / ‘ne’ye, ‘kim’e göre menfi, müspet / Zaman / Mekân, meselelerinin çözümlenmesi, yerine oturtulması gerekir. Bu çözümlemelere zeyl olarak, şu noktanın da aşikâr hale getirilmesi, tanımlanması gerekir; şiddetin gerektiği yerde, gerektiği şekilde uygulanması durumu, şiddet sayılır mı? Dolayısıyla karşımızda şöyle bir tablo bulunmaktadır; ‘Ben’/’Biz’ (Ruhî/Psikolojik) ‘Sen’/’Siz’ (Ruhî/Psikolojik) Uygulanan-Şiddet (Gerçekleşen) Uygulanan Sonrası (Etki, Etki-Tepki) Sonuç (‘Ben’/’Biz’, ‘Sen’/’Siz’, Uygulanan, Uygulanan Sonrası; bu durumların gerçekleşmesinin akabinde, Som Halde Ortada Duran. Menfi de olabilir, müspet de olabilir veya önce menfi sonra müspet de olabilir.) Dolayısıyla sağlam bir şekilde meseleyi anlamak ve anlamlandırmak için, sağlam bir şekilde analiz etmemiz gerekir. Şiddet meselesi tek veçheli bir mesele olmadığı ve de her zaman aynı şekilde ve sonuçlara malik olmadığı için de hassas ve sağlam bir analiz gerekir. Farkında olalım veya olmayalım her nevi şiddet sorununu doğuran, kaşıyan yolları da halletmiş oluruz böylelikle. Farklı bir misalden devam edersek… Örgütler ve şiddet bağlamında şunları söyleyebiliriz; haklı veya haksız bir devlet ve bir şiddet üreten örgüt arasında kalabilme durumu olan halk, muhtemelen bu ikilemde alakası olmayan ve zorlama bir şekilde üçüncü taraf olabilir. Buradan devam edersek; eğer iki taraftan biri şiddet üreten taraf durumunda ise doğal olarak, taraflardan öbürü de gücü yettiği oranda karşılık verebilir. Bu son yargı, salt bir nazarın şahit olduğudur. Bir devlet ve bir örgütle hudutlandırmayalım meseleyi. Öyle veya böyle, şiddet uygulama araçlarına malik olan bir zümre, elinde şiddet uygulama araçlarına malik olmayan kitleleri, şiddete muhatap ettiğinde panorama nasıl ve hangi düzeyde olacak? Burada müsavi bir durum yoktur. Ve ‘normal seyrinde giden’ bir zümreyi de, karşılık vermeye çekebilecek bir du-

rum vardır. Mazlumun, kendini korumak amacıyla karşılık vermesi, şiddet olarak vasıflanamayabilir; lakin sağlam bir otorite, sağlam bir hayat sürme ortamı olmayan bir bölgede de, insanlar arası ilişkileri korumak (haklar, hürriyet ilh.) ve bu minvaldeki meseleleri de gözümüzün önüne getirmemiz gerekir mi? Nihayetinde karşılığı olan bir meseledir şiddet. Tek veçheli bir mesele değildir. Varlığı ile yokluğu arasında müşahede edilebilir bir fark vardır. Burada şiddet meselesine lugavî buuddan yaklaşmak, meseleye vukufiyeti artıracaktır. Şiddet şu manalara gelir: Kuvvet veya güç aşaması Hız, sürat Sertlik, sert hareket Sıkılık, müsaadesizlik Peklik, aşırılık, fazlalık Kaba kuvvet, baskı Mezkûr manaların her biri şiddet kelimesinin, mana alanını oluşturur. Bu manalarında, mana alanlarına nazar edilebilir. Şahit olunduğu üzere, şiddet kelimesinin manaları arasında yalnız menfi ve müspet manalar yoktur. Öte yandan “cebir” manasına müsavi olan manalar ile alakasız gibi görünen “kuvvet veya güç aşaması” gibi manaların ise tedailerine nazar etmek gerekir. Dolayısıyla “şiddeti konumlandırmak” olarak ifade edebileceğimiz mesele, hayattaki yeri, ehemmiyeti, konumu, işlevi, getirisi, götürüsü gibi alanlardan-buudlardan tespit etmeyi içerir. Menfilik, müspetlik bu konumlandırmadan sonra gelecektir. Şiddetin menfiliğinin veya müspetliğinin olabilirliği meselesi de, şiddetin menfi veya müspet haller ile irtibatından sonra gelecektir. Umumî düzlemde, karşıdan nazar ettiğimizde “şiddet”i ve sonra da “şiddet”e dair meseleleri müşahede edeceğiz. Eşya ve insana karşı menfi şiddetin yerine refahı tesis etme işi ise zaten dünyada meseleler üstü meselelerdendir. İslam ise bunu sağlayacak tek dindir. Uçsuz bucaksız hiçbir meselede kapalı kapı bırakmayan dindir. Hayatın her alanını kucaklar. Dolayısıyla hakların gaspını, hakların yok sayılmasını, kaba kuvveti-şiddeti engelleyen, refahı sağlayan tek sistem İslam’dadır. Dolayısıyla İslam’ın “ed-Din” oluşunda, meselemiz için de bir yer bulabiliriz. (Zaten) Bu da; bizim inancımız ve davamız zaviyesinden üstünlüğümüzü gösteren ve ışıldatan meseledir. Ocak’15 • 5


KARANTİNA

KARANTİNA

ÇOCUKLAR ADINA SAVAŞMAK Zozan DEMİRCİ

B

ulmak için değil, aramak için yollara düşer ya hani insan. İşte böyle bir yolculuk esnasında posta kutuma bir dostumun bırakmış olduğu mesajı okuyordum: Ülkenin kanayan yaralarından birini daha masaya yatırmamız gerektiğini söylüyordu: “Eğitimde Şiddet” “Bu yolculuk daha bir anlam kazandı” dedim. Ne yorgun başımı yasladığım buğulu cam, ne çiseleyen yağmur, ne camın ardında akıp giden hayatlar… Şimdi zihnimde yer edinen; defalarca haberlerde izleyip, gazetelerde okuyarak şahit olduğumuz; şiddete maruz kalmış ve bizim iç geçirmekten başka bir tepki göstermediğimiz çocuklardı. Eğitimde şiddeti konuşacaksak; akla ilk gelen çocuklar olmaz mıydı? Sonra, dedim ki: “Bu işte var bir terslik.” “Eğitim ve Şiddet” yan yana birbirine yakışıksız iki kelime… Bu işte vardı bir terslik ve ben, hiçbir zaman anlam vermeyecek olsam da bu tersliği sorgulamaya başlamalıydım. Zira, vakti geldi de geçiyordu, bu yara çok ihmal edilmişti. Gerçi, bırakın bir çocuğa uygulanan şiddeti konuşmayı, ben terbiye etmek için dahi bir çocuğun küçücük de olsa, geçici de olsa, kalbinin kırılmasına anlam veremem. Becerebilirsem sorgulamaya devam edeceğim. Nasıl oluyordu? Nasıl oluyordu da bir çocuğa şiddet uygulanıyordu... Nasıl oluyordu da insanlığın umudu çocukları incitebiliyordu birileri? Eğitim! aldığını iddia eden insanlar, neden bu yola başvuruyordu? Bir süre, zihnimde sadece “neden” sorusu dolandı durdu. Neden? Neden bir öğretmen öğrencisini eğitmek ile mükellefken şiddete başvurur?

6 • Ocak’15

“Mesleğini sevmiyordur.” diyordum kendime. Peki ama çocuklar, onları da mı sevmiyordu? Peki, tamam. Hadi diyelim ki, çocukları da sevmiyordu; (ki öyle bir şey yok) o halde, kendi kanından canından olmayan, kendisine emanet edilmiş çocukları incitmenin hakkını nereden buluyordu. Emanete ihanet edilmez desturunu da mı bilmiyordu? Hadi varsayalım, varsaymaya devam edelim. Diyelim ki, emanetin ehemmiyetinden de bihaber bu insan… O halde aldığı diploma ile; “kahrolsun” sloganlarıyla kahredemediğimiz sistemin verdiği hakla mı, nasılsa mesleğimden olmam güvencesiyle mi bu hakkı buluyordu kendinde. Ya da Türkiye’de eğitim, uysal vatandaş yetiştirmek için bir araç olarak kullanılıyordu. Yani; gerçekten birileri, eğitim kelimesinin eğ- kökünden geldiğini, eğitim kelimesinin aslında daha ziyade hayvan terbiyesi için kullanıldığını, insanların yalnızca ta’lim edilebileceğinin bilincindeydi, fakat korumaya çalıştıkları düzenleri için insanların başına vurup baş eğdirmeleri, uysallaştırmaları gerekiyordu. Bu birileri, adeta “Ağaç yaşken eğilir.” diyordu. Oysa neden eğilir ki, bırakalım Yaradan’dan gayri hiç kimse için eğilmesin, doğru kalsın başlar. Ya da yoktur böyle birileri, ben komplo teorileri üretiyorumdur. Komplo teorileri üretmeme rağmen, hiçbir geçerli sebep bulamadım ya bu tersliğe… Zaten bulmamalıydım değil mi, bunun sebebi olamazdı değil mi? Tersliğe sebep bulamadığıma göre çözümü konuşmalıyım değil mi? Ama toplumsal alışkanlığımız çözümü değil, sorunu konuşmak değil miydi? Mazur görün, kişi yetiştiği toplumdan bağımsız olamıyor işte. Çözüm mü? Elle tutulur bir çözüm sunabilir miyim bilmiyorum, ama yelpazeyi genişletip kelamı sadece öğretmenleri sorgulamaktan uzaklaştırmak istiyorum. Esasen demek istediğim; aileler bu işin neresinde… Çocuklarını kime emanet

ettiğini kaç ebeveyn merak ediyor? Kendinden çok öğretmenleriyle vakit geçiren çocuklarının, hayat boyu rehberleri olacak öğretmenlerini, kaç ebeveyn merak ediyor? Sözlerime klişe bir cümle ile devam edeyim. Her ne kadar insanın kalıp cümlelerden kurtulmasını istesem de, ezberlenmiş kelimelerle konuşmaktan rahatsız olsam da… Bazen klişe cümlelere ihtiyaç duyar insan, bazen olur ya, insan der ki: Tamam işte, bu söz tam buraya ait. İşte tam buraya ait dediğim cümle: “Eğitim ailede başlar.” ne doğru bir cümle değil mi? Gerçekten de eğitim ailede başlamıyor mu? Günümüzde eğitimi şiddetle tamamlayabileceği gafletindeki öğretmenler nasıl bir ailede yetişiyor? Ne yaptığını bilmez bu öğretmenler, ailede yanlış eğitilmiş olmanın sonucu değiller mi? Bu öğretmenler her şeyden evvel, yani çocuğa sınırsız imkânları sunmaya çalışmaktan evvel, çocuklarının kalbine merhameti aşılamayan ailelerin çocukları değil mi? Bütün insanlığa örnek olabilecek bir öğretmeni tanımayan, çocuklarına da anlatamayanların yetiştirdiği öğretmenler değil mi bunlar? Velhasıl, eğitim ailede başlıyor ya da başlamadan birileri tarafından bitiriliyordu. Gördünüz mü, bakın hâlâ çözüme dair birkaç söz dökülmedi kalemimden... Çözüm; anne-babaların Resul-ü Ekrem’in (s.a.s.) “Çocuklarınıza bırakacağınız en güzel miras iyi terbiye ve güzel ahlaktır” nasihati üzere çocuklarını yetiştirmesinde. Esasen bu sözü emir telakki etmelerinde… Pekala biz gençlere düşen ne? Elbette bizim için de söylenmiş bir başucu sözü var. Biz gençler de başucumuza bu sözü alıp yollara düşersek, bir şeyler değişir… Hangi söz mü? “Ben öyle bilirim ki yaşamak berrak bir gökte çocuklar adına savaşmaktır.”

Ocak’15 • 7


KARANTİNA

KARANTİNA bu- hunne) iz bırakacak şekilde yaralamak, yüze vurmak anlamına gelmediğini belirten hadislerin olduğunu, dövün fiilinden kastın ‘misvakla vurmak’ olduğunu tefsir eden âlimlerin olduğunu görmemezlikten gelirler. İbn-i Abbas ile Ata’ya göre kadın ancak misvakla dövülebilir.(Taberi, Camiul beyan, 5, 68; (Sohbetin tamamı için : http://www.sosyaldoku. Sabuni M. Ali, Revai’ül beyan, 1, 469) Ayrıca dacom/hayatrehberi/156-bedeviye-bile-nazik ) yak aletinin 10 dan fazla vurulması da caiz değilAllah’a inanan insanlar isek O’nun bizi her dir. (Muslim Hudud 40) zaman her yerde gördüğü şuuruyla yaşayacağız. Hz. Cabir rivayet etmiştir: “Resulullah bizi Rasullullah’ın ahlakı bu minvaldedir. Başkalarına yüzü damgalamaktan ve yüze vurmaktan sakınveya elaleme göre şekillenmiş bir yüzeysel üs- dırdı.” (Müslim, Libas, 106) lupta değildir O(s.a.v). Ebu Hureyre (r.a)’dan: Cenab-ı hak şöyle buyurmuştur: “ Müminlerin imanca en kâmili ah“Onlarla (Kadınlarınızla) gülakları en güzel olanlarıdır. En Allah’a zellikle geçinin. Eğer onlarhayırlınız da kadınlarına en inanan insanlar dan hoşlanmayacak olsahayırlı olanınızdır.” (Tirmiisek O’nun bizi her zaman her nız bile, sabredin. Olur zi rivayet etmiştir) yerde gördüğü şuuruyla yaşayacağız. ki, sizin hoşunuza Bu ayet ve hadisleRasullullah’ın ahlakı bu minvaldedir. gitmeyen bir şeyde rin sayısını arttırmak, Başkalarına veya elaleme göre şekillenmiş Allah pek çok hayır peygamber efendiyaratır.” (Nisa,19) bir yüzeysel üslupta değildir O (s). mizin hayatından Ebu Hureyre rabirçok örneklik sunCenab-ı hak şöyle buyurmuştur: dıyallahu anh’ten: mak mümkündür. “Onlarla (Kadınlarınızla) güzellikle geçinin. Resulullah sallahu Rasullulah’ın yoEğer onlardan hoşlanmayacak olsanız aleyhi vesellem şöyle lunda olmak… bile, sabredin. Olur ki, sizin hoşunuza buyurmuştur: Bir Müslüman’ın gitmeyen bir şeyde Allah pek çok “Erkek bir mümim, yegâne arzusu, lakin bu hayır yaratır.” (Nisa,19) mümin karısından nefret arzu sadece dile getirmekle etmesin; bir huyundan razı olnaatlar okumakla ifa edilmiş olmazsa diğerinden razı olur.” (Müslim muyor. rivayet etmiştir) Bizler günde 70 defa tevbe istiğfar eden bir “…İtaatsizliklerinden korktuğunuz (kadınlara) peygamberin ümmetiyiz. Affedilmişken, Allah ise önce nasihat ediniz. Ve sonra da yatakları- ondan razıyken dahi nefsinden Allah’a sığınan nızda yalnız bırakınız. Ve (hala itaat etmezlerse) bir peygamberin… dövün…” (Nisa, 34) Şimdi hangi hakla üsluplarımızı hesaba çekBu ayete dayanarak hanımına bırakın nasihat meyiz, ‘ben böyleyim değişmem’ci bir tavırla keetmeyi, bırakın onun hoşlanmadığı bir tavrı hak- nara çekiliriz? kında karşısına geçip iki çift laf etmeyi ona doğŞimdi hangi vicdanla eşler arasındaki iletişirudan eziyet edenler… mi, çocuklara güzel davranmayı önemle vurgu“Dövenleriniz hayırlılarınız değildir” (İbn-i layan Ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler varken Mace, Nikah, 51) kendimizi ‘dışarı’nın algısı üzerinden tanımlayaDiyen bir peygamberin ümmeti oldukları- biliriz? nı, peygamberimizin hayatında hiçbir zaman KAYNAKÇA hanımını dövmesine dair bir örnekliğe rastlanRiyazus Salihin, Hayat Yayınları madığını ve ayette geçen ‘dövün’ fiilinin (vadrıİlimdunyasi.com

peygamberin kabri yarıldı, onu içeri aldı orada beraber çay içtiler zannedersin. Öyle bir hacıefendi geliyor. Hacı efendi geliyor; ahlak, hadis kitaplarında kalmış…. Keşke hiç hacca gitmeseydin de Rasullullah’ın ahlakının örneği olan bir baba olarak, koca olarak, hanım olarak, kız olarak, evlat olarak bilinseydin…”

ŞİDDETİN BOYUTLARI Sena ÇATALOĞLU

Ş

unu düşünmeye davet ediyorum, evliliklerin bitiminin sebebi sadece şiddetin fiziki boyutu mudur? Kadına ve çocuğa yapılan fiziksel türdeki istismar yüzünden hayat korkularla yaşanmakta, evlilik kâğıt üzerindeki imzadan işkence mahkûmiyetine taşınmaktadır. Fakat bunun yarattığı çaresizlik sonucu kadın boşanma hakkını dahi kullanamamaktadır… Şu an istediğimiz kadar ileri tedbirler almış olalım, onlarca cinayete; acı kayba dayanarak yine de bunları söylemek mümkündür. Şiddetin onlarca boyutunun 3. sayfa yüzüdür bu… Resim detaylı incelenince Rasullullah’ın yaşantısına bakarak rahatlıkla ezber bozacağımız fakat ne yazık ki gözlerden kolay kaçan dil şiddeti var bir de… Çoğu evliliğin kanayan yarasıdır. Yarası kanayan dahi fark etmez bunu belki… Toplumumuzda ne yazık ki fazlalık bir hassasiyet olarak algılanma gafletine tanık olduğumuz ve nemelazımcı bir tutumla göz ardı edilen…

8 • Ocak’15

Bu konuda topluma yön veren görüşleriyle dikkati çeken Nureddin Yıldız hocanın “ ‘Hanıma ‘hişşt’, yabancıya ‘Hanımefendi’ ” adlı sohbetinin bir bölümünü aktarıyorum: “Şimdi bir Müslüman sakal var, şalvar var, sarık var yani maşallah maşallah olsa olsa Halid bin Velid bu kadar olurdu dış görüntü yüzde yüz. Tarikat da var o da süper iç dünya da tamam. Bir de hanımından sorduğun zaman o adam piyasada yok. Dışarıdan insanlar bu asrın en büyük zatı zannediyorlar. Kutup kutup adam öyle basit biri değil. Çocuğunu dinlediğin zaman o adamı tanıyamıyorsun. Çocuğuna başka çünkü hanımına başka; Çocuğuna başka, abisine başka, hanımına başka, ama arkadaşlarında rahmet abidesi. Çocuğuna ‘ne var la’ diyor arkadaşlarına ‘buyurun efendim’ diyor. Hanımına ‘hişt’ diye çağırıyor başka bir bayan olduğu zaman ‘hanımefendi bakar mısınız’ diye çağırıyor. Bu kadının tek kusuru var Allah’ın emaneti onun üzerinde. Allah’ın adıyla emanet almış. Öbür kadınla mahremiyeti de yok. Ama bu adam bir hacca gitmeye görsün,

Ocak’15 • 9


KARANTİNA

KARANTİNA

SAVAŞ ORTAMINDA BÜYÜYEN VE BAĞIMSIZ BİR ÜLKEDE BÜYÜYEN ÇOCUKLAR ARASINDAKİ MUKÂYESEYE DAİR Ayşenur TEMELCAN

S

avaş ülkesinde büyüyen çocuklar dışarı çıktıklarında evlerin üzerlerinde bomba izlerini görürler sabahları. Belki de küçücük ani bir ses onları rahatsız eder bazen. O küçücük yürekleri hep ürkektir ama kocamandır ve asildir, güvenecek bir limana, sıkı sıkı sarılmaya birilerine, başlarını yaslayacakları bir omuza ihtiyaçları vardır. Fakat yeri geldiğinde kendilerini koruyabilecek savunma mekanizmasına sahiptirler. Kendilerine verilen bir hediye onlar için kocaman parlak birer mutluluktur gözlerinde. Onların şımaracak kıyafetleri, pahalı oyuncakları yoktur. “Bu akşam ne yiyeceğim?” kaygısı vardır içlerinde. Oysa savaş ortamında büyümeyen, şımartılmış her türlü imkânın sınırsız verildiği, otokontrol sağlayamayan çocuklar için ise bir şekerin, bir baş okşa10 • Ocak’15

manın küçücük çöp kadar bile değeri yoktur. Çünkü bağımsız bir ülkede yaşayan çocuklar yarın karnının doyacağını, babasının; onu kumandalı tren alarak şımartacağını, annesinin süslü elbiseler alıp “Hadi tatlım giy şunları” diyeceğini biliyordur. Önüne her şey hazır geliyordur. Ama sarılacak bir annesi, babası, güvendiği bir limanı vardır. Sevgi ihtiyacı ve diğer temel ihtiyaçları (beslenme vb.) karşılanır. Bu güne, yarına ve geleceğe dair korku, kaygı ve amaçları yoktur ve bu çocukların %80’i edilgen çocuklardır. Eğitimci Necla KOYTAK’ ın Kadından Topluma Eğitim Seminerleri çerçevesinde düzenlenen seminerlere katıldığım zamanlarda duyduğum şu sözü unutmuyorum “Japonlar çocuklarını Hiroşima denilen ve çöl halindeki kente götürürler. Bak bizim Atalarımıza ne oldu? Eğer biz de çalışmazsak bize ne olur?” diye anlatırlarmış, çocukları daha

küçük yaşta hızlı ve çalışkan olsun diye hareketli tren şeklindeki makinelere bindirirlermiş. Bunu öğrenen Türkler şöyle derler keşke bizim de Hiroşima’mız ve hızlı trenlerimiz olsaydı o zaman biz de çocuklarımızı sizin gibi yetiştirirdik ve buna karşılık Japonlar Türklere keşke bizim de sizin gibi bir Seyit Onbaşımız, Sarıkamış’ımız, Çanakkale’miz olsaydı, o zaman biz çocuklarımızı daha küçükken asker yetiştirirdik. Bu sözleri işittiğimizde tüylerim diken diken oldu. Demek ki savaşın zorluğunu gören, onun sıkıntısını yaşayan, her türlü çilesini çekmiş bir ülkenin insanları çocukları yetiştirirken onlara bu duyguları aşılamış ve küçücüklükten itibaren yetiştirmeye başlamışlar. Japonlar şu an dünyada teknolojik bakımından en güçlü ülkelerden biridir ve bu hale çok çalışarak geldiler. Japonları geçmişlerinden ders çıkarmayı bilmişler, çocuklarını ona göre eğitmişlerdir. Eğer çalışmayıp, kendilerini geliştirmezlerse yarın onların da sonlarının da aynı hale gelebileceğini çocuklarına aşılamışlar. Amerika; Japonya’nın Hiroşima Kentine atom bombası atmıştı, atom bombasının etkisiyle ve Hiroşima kentinde binlerce insan öldü ve Hiroşima bir çöl haline geldi. Japonya 2.Dünya savaşında yenildi. Yapılan antlaşma sebebiyle Japonya’nın askeri ordu kurma imkânı yok, fakat siyasi anlamda ordu kuramayan Japonya bu açığını teknoloji ordusuyla tamamlamıştır. Bugün Japonya teknoloji devleri arasındadır. Bizler ise tarihin izlerini unutmuş, M. Akif’in Asım’ın Nesli dediği ve güzel mısralarıyla süslediği İstiklal Marşımızı bile anlamaktan mahrumuz! Örneğin; Amerika ve Filistin’deki çocukları karşılaştıralım: Amerika: Her türlü imkâna sahip, her şey ayaklarına serili, umursamaz bir nesil yetişiyor. Hatta çok fazla fast food tarzı yiyeceklerin yenilmesi özellikle çocuklarda obezite hastalığını artırıyor. Filistin: “Acaba bu akşam bir şey yiyebilecek miyiz?” diye düşünüp garip bakar gözleri. İlaç, yara bandı yok ki yaralarını sarsınlar. Savaştan geri kalan mermilerle taşlarla oyun oynar onlar. En ufak bir hediyeden mutlu olurlar. Bir başka örnekte Afrika ‘da başta Somali olmak üzere, neredeyse kıtanın tamamında açlık ve yoksulluk hâkimdir. Türkiye’den giden yardımlar nispeten de olsa onların ihtiyacına cevap vermektedir. Oradaki çocuklar günlük yemek ihtiyaçlarını haşlanmış patates ya da

elma kabuklarıyla karşılıyorlar. Onlar yeri geldiklerinde suyu bulmakta bile zorlanıyorlar. “Bu akşam yemeğimiz var mı?” sorusu annelerin içini acıtıyor. GEZİ-GÖZLEM/BOSNA-HERSEK Bosna’nın Başkenti Sarajevo ‘da bulunan International University of Sarajevo’da(Uluslar arası Saraybosna Üniversitesi) organize edilen Sosyal Sorumluluk Projesi Çerçevesi Kapsamında yetimhaneye düzenlediğimiz etkinlikte; gruplara ayrıldık her grup kendi sayısındaki öğrenci sayısı kadar çocuk aldı. Benim dâhil olduğum grupla birlikte çocukları Virelo Bosna’ya (doğa parkı)götürdük. Bu etkinlikte yaptığım gözlemleri şu şekilde açıklamak isterim: Öncelikle bazı etmenleri göz önünde bulundurmak istiyorum: *ORTAK PAYDALAR *KÜLTÜR FARKLILIĞI *HASSASİYET *PSİKOLEJİK *İLETİŞİM BECERİLERİ *MADDİ VE MANEVİ ETMENLERDİR. Yaptığımız gezide yanımızda Boşnakça ve ayrıca Türkçe bilen bir ağabeyimiz vardı. IUS (International University of Sarajevo )’ nun ELS (English Language School ) öğrencileri grup grup ayrılarak her grup sayısındaki öğrenciye birer çocuk verildi. Benim dâhil olduğum grupla bize emanet edilen çocukları Sarajevo ‘daki Doğa parkı Virelo Bosna ‘ya götürdük. Çocuklara hayvanat bahçesi ve doğa parklı olmak üzere iki seçenek sunuldu. Benim dâhil olduğum grup ve ben; çocukların istekleri üzerine Sarajevo’ nun doğa parkı Virelo Bosna ‘ya götürdük. Yarış o sevimli yüzlerin tatlı gülümsemeleriyle son buldu ve bizim grup kazandı. Ocak’15 • 11


KARANTİNA

Bisiklet sürerken yanımda oturan emanet çocuğum Amra’nın etekleri her açıldığında aynı anda bisiklet sürüp gülümserken, aynı anda da eğilip eteğini kapatması ve bunu her defasında hiç üşenmeden yapması dikkatimi çekti. Bu ne kadar güzel bir ‘HASSASİYETTİ’ böyle. On yaşındaki bir çocuk, şimdilerde bir yetişkinin bile aklına gelmeyecek kadar asil davranış yapmıştı. Aynı zamanda bu davranışı manevi değerlere bağlılıktı. O çocuklar Srebrenitsa Savaşından sonra dini (MANEVİ)değerlerin kıymetini daha iyi anlamışlardı. Savaşın üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen hala savaş psikolojisi çocukların üzerinde devam ediyordu. Yetimhaneye geri döndüğümüzde yetkililerle görüştük ve onlardan çocuklar hakkında savaştan bu yana ki gözlemlerini anlatmalarını istedik. Yetimhanedeki görevlilerin çocuklar hakkındaki izlenimleri şunlardı: ‘Srebrenitsa Savaşından bu yana bu çocuklara birlikteyiz. Belli yemek saatlerimiz, belirli etkinliklerimiz ve yatış saatimiz var. Günü verimli kullanmaya çalışıyoruz. Çocuklar için birlik, beraberlik içinde yapılan faaliyetlere önem veriyoruz. Böylece çocuklar iyi motive oluyorlar. Savaştan bu yana hâlâ çocukların üzerinde bir tedirginlik var. Ani ses ve yüksek sesli gürültülerden korkuyorlar.(PSİKOLOJİK) Hâlâ bazı çocuklar bazı şeyleri rüyalarında görüp bağırarak uyanıyorlar. ( PSİKOLOJİK) 10 yaş ve bunun gibi daha küçük yaştaki çocuklar içinde altını ıslatanlar da var. Bir de yine şuna dikkat ettim, kız çocukları; bir erkek onlara çok güzelsin dediklerinde yüzleri kızarıyor. Aman Allah ‘ım dedim bu bizlerin şu asırda dahi kaybettiği bir şey. Ne kadar masum ve mahcup. ( HASSASİYET) Oysa belki o çocuklar birçok maddi imkâna sahip, zengin ailelerin şımarık çocukları olsa, onların hiç umurlarında olmazdı. Oysa yetim 12 • Ocak’15

KARANTİNA olan veya savaş ortamlarında büyüyen bir çocuk kendisine verilen en ufak bir hediyeyi bile çok fazla önemser. Öyle de oldu. Çocuklarla birlikte bir hediyeci dükkânına girdik ve oradan çocuklara ‘Seni Seviyorum’ yazılı kırık kalp şeklindeki kolyelerden, kendimize de o kolyelerin aynılarından aldık. Günün sonunda çocuklarla birlikte restoran ‘a gittik ve Bosna’nın ünlü yemeği Cevabi yedik. Yemeklerimizi yedikten sonra çocukları yetimhaneye bıraktık. Yetimhaneye gittiğimizde birçok çocuk elimize eteğimize yapışarak, bizimle gelmek istediklerini söylediler, hatta bizimle gelemeyen çocukların bir kısmı ağladı. Bizler çocuklarla ilgili anne babaları ve ya savaş ile ilgili hiç soru sormadık. Sadece benim emanet aldığım çocuk Amra’yla ilgili sorular sorduk. AnneBabasının savaştan sonraki durumunu sorduk. Yetimhanenin tatil olduğu yaz döneminde Srebrenitsa ‘daki halasına gidiyormuş. Çünkü Amra’nın babası vefat ettikten sonra Amra’nın annesi maddi yetersizlikten dolayı Amra’yı Sarajevo’daki yetimhaneye bırakmıştı.(MADDİ ETMEN) Amra’nın annesi de Amra’yı yetimhaneye bıraktıktan 2 yıl sonra vefat etmiş ve Amra’nın halası ona sahip çıkmıştı. Yaz tatilinde Amra halasının yanında kalıyordu ve anne sevgisine muhtaçtı.( MANEVİ ) Annesiyle ilgili sorduğunuz sorularda anne kelimesini duyduğunda başını öne eğmesi ve cevap vermek istememesi belki de bizlere en güzel cevaptı.( HASSASİYET) Yetimhaneden emanet aldığımız diğer kızlardan da gözlemlediğim, bir takım şeyler vardı: Genel olarak Amra ve diğer kızlar Türkçe’de Anadolu lehçesinde yapılan latifeleri (şakaları) Boşnakça’ya çevirerek söylemiştim. Amra’ya beyaz güvercinim, diğer kızlara da kınalı keklikler demek istedim ve bu esprimde israr ettim fakat bize yol rehberliği yapan ağabeyimiz bunun çok kötü olduğunu söylediğinde şaşırdım hadi kınalı keklik neyse de neden beyaz güvercin olmaz, beyaz güvercin güzel bir hayvan diye düşünmüştüm, Türkçe’deki bazı kelimeleri Boşnakçaya çevirdiğimizde Boşnak kültürü farklı olduğu için bunlar farklı algılanıyor. Yol rehberimizin söylediği şey şuydu birisi sana eşşoğlu eşek dese hoşuna gider mi? Elbette hayır dedim. Ama bu güvercin diye israr ettiğim de yol rehberimiz ‘Hayır Boşnak Kültüründe insanlara hayvan benzetmesi küfür ve argo kelime olarak algılanıyor’ dedi. Hatta Türkçe deki peder kelimesinin Boşnakça ‘da farklı bir argo kelime anlamına geldiğini de söyledi.

Pruva Maçka=Hırçın Kedi ifadesinin de kötü bir anlama geldiğini ifade etti. (KÜLTÜR FARKLILIĞI) Gezi de en çok ilgimi çekenlerden biri de hediye dükkânın da tanıştığımız bayandı. Bayanın ismi Nermina’ydı. Nermin benim annemin ismi dediğimde kendisi çok şaşırdı. Meğer Boşnakça ‘da Nermina Bayanlar için, Nermin ise erkekler için kullanılıyormuş. (ORTAK PAYDALAR/DİLDEKİ FARKLILIKLAR) YETİMHANEDEN NOTLAR: Genel olarak çocuklarda sosyal fobi gözlemledim. Etken değillerdi.(PSİKOLOJİK) Sosyal ortama uyum sağlarken güçlük çekiyorlardı, tutuklardı. Özellikle kendi aralarında iletişim kurmaları uzun zaman aldı. Bizim grubumuzun emanet aldığı çocuklarda farklı yaştan çocuklar vardı.(İLETİŞİM BECERİLERİ) Fakat iletişim kurduktan sonra gerçekten kaynaştılar ve birbirine ısındılar. Bisiklet turumuz onların birbirlerine kaynaşmaları için gerçekten de yararlı oldu. Daha sonra ördekli şelalenin başında dinlendik. Dinlenirken şarkılar söyledik. Çocukların mutlu olması, yorulmamıza rağmen, bize her şeye değdiğini gösterdi. Temiz hava ve doğal ortam çocuklara iyi geldi. Daha sonra bütün çocukları önce restoranta yemek yemeye, sonra da alışveriş merkezine götürdük. Alışveriş merkezinden her çocuğa kendi istediği kıyafeti aldık. Yaptığımız etkinliklerde çocukların tercihlerini ön planda tuttuk. MANEVİ ETMENLER SAVAŞ

NORMAL

Sevgi ihtiyacı

Sevgi ihtiyacı karşılanmıyor

Ambargo uygulanmış, minnet duygusunu çok iyi biliyor.

Minnet duygusu gelişmemiş.

Maddi ödüller onun için çok kıymetli

Hediye, şeker gibi şeyler onun için alışıldık.

Manevi ödüller de onun için çok kıymetli

Maddi ödüller daha kıymetli

PSİKOLEJİK ETMENLER SAVAŞ

NORMAL

Sosyal Fobi

Sosyal Etken

Uyum ve davranış bozukluğu (tırnak yeme, ıslatma)

Normal ve sağlıklı psikolojiye sahip, kendiyle barışık

Mahcup

Şımarık ve doyumsuz

Korkak

Cesur

MADDİ ETMENLER SAVAŞ

NORMAL

Ambargo uygulanıyor

Temel besin maddelerini bulmak kolay

İşsizlik

İş imkânı rahat

Helal et bulmak zor

Helal et bulmak kolay

Tekstil, süt vb hayvan ürünlerinde ithalat

Tekstil, besin ürünleri imal edilebiliyor

HASSASİYET SAVAŞ

NORMAL

Manevi hassaslıkları fazla

Manevi hassaslıkları daha az

Kültürlerine Sıkı sıkıya tutunuyorlar bu onların vazgeçilmezi

Kültürlerine karşı daha az bağlılıkları var.

Bağımsızlıklarına Düşkünler

Bağımsızlıklarına düşkün değiller

MANEVİYAT SAVAŞ

NORMAL

Dinlerine daha sıkı bağlılar ve onu öğrenmede daha istekliler

Dinlerine bağlılık oranı çevreye ya da aileye göre değişiyor

Dinlerine bağlılık ve öğrenme isteği daha fazla

Dinlerini öğrenme isteği daha az

FARKLI AÇILARDAN GÖZLEM RAPORU: *Karakter Analizi *Gelişim Alanları *Pedagojik GELİŞİM ALANLARI AÇISINDAN Amra: Psikomotor ve sosyal gelişimini en iyi biçimde tamamlamış. Jasmina: Sosyal ve Duygusal Gelişiminin ilerleyişinde problemler var. Fakat bilişsel gelişimi üst düzeyde. Nermina: Psikomotor, Sosyal ve Duygusal gelişimi çok iyi, bilişsel gelişimi normal. PEDOGOJİK BOYUT Uyumlu fakat ani seslerde ani ürkme (ani refleksleri güçlü)Fobi, Uyum ve davranış bozuklukları (tırnak yeme altını ıslatma vb.) Nermina: Olgun ve uyumlu GÜNÜN SONUNDA ÇOCUKLARIN DUYGU VE DÜŞÜNCELERİ: Amra: Buraya gelmeniz, sizinle gezmek beni çok heyecanlandırdı. Çok mutlu oldum. Jasmina: Türklerin gelip bizi hatırlaması, çok güzel. İyi ki geldiniz. Nermina: Sizlerle birlikte gezmek çok güzeldi ve eğlenceliydi. Ocak’15 • 13


KARANTİNA

KARANTİNA

O’nun İzi, Bizim Yolumuzsa Eğer;

İmanımızda Öfkeye Yer Yok Rabia AKTAŞ

Ey kardeşlerim, Ben şimdi size ne şiddeti anlatacağım, ne de şekillerinden, türlerinden bahsedeceğim. Şiddeti yol bilmiş birini bunlar durduramaz bence, bunlar vicdanını yoklatamaz. Bu yüzden başla şeylerden bahsetmek lazım. Hakk’tan, yoldan, kul hakkından… Düşünün kardeşlerim, Bize en büyük önder ve örnek

14 • Ocak’15

olarak kim gönderilmişti? Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selem. O’nun yolunu yol, izini iz bildik. Peki O’nun sallallahu aleyhi ve selem hayatının hangi yönünde şiddet vardı? Şiddeti geçelim öfke bile yer almıyordu. O’da sallallahu aleyhi ve selem insandı, O’nunda sallallahu aleyhi ve selem duyguları vardı. En büyük imtihanlara yine O sallallahu aleyhi ve selem tabii oluyordu. Ama

hiçbir zaman duygularını kine, nefrete, öfkeye veya intikama çevirmedi, bunlara bürümedi. Öyle ki Taif’te, sırf tebliğ yapıyor diye taşlandı. Hepimiz bu olayı biliriz. İçimiz hep acır, hatta öfke bile duyarız. Ancak O sallallahu aleyhi ve selem bunu yapmadı. Allah helak etme imkanı sundu. Ama O sallallahu aleyhi ve selem bunun yerine duayı seçti. Nerede kaldı öfke, nerede kaldı şiddet? Dua, tüm yollar için dua. Hal bu olunca O’nun yetiştirdiği nesilden de başka bir şey beklenemezdi. Onlar hem normal bir insanın nefsine sahiptiler, hem de nübüvvet medresesinin öğrencileriydiler. Alelade davranamazlardı. Hz.Ali azılı bir düşmanı alt edecekken, düşmanın yüzüne tükürmesiyle kılıcını düşmanının üzerinden çekmişti. Neden? “Sen benim nefsime dokundun, korkarım ki seni Allah rızası için değil de, yaptığın nefsime ağır geldi diye öldürürüm!” korkusu yüzünden. Ali diyoruz, nübüvvet evinin ehlinden söz ediyoruz. Birazcık tefekkür gerek şimdi bize. Düşmanı alt etmene anı! Böyle bir an bizim şimdiki hangi halimize tekabül eder? Birinin bizi küçük düşürmesine mi? Allah rızası için çalışırken karşılaştığımız zorluklara mı? Birilerinin niyetine zarar verdiğini fark etmiyor musun? Peki bu durumda bizler ne yapıyoruz? Hani Enes anlatır, Zeyd anlatır. Onlar O kapının en iyi tanıklarıdır. Bir kere kötü muamele görmemişlerdir. Bir kere olsun dayak yememişlerdir. Dayak bir yana azarlanmamışlardır bile. Zaten O sallallahu aleyhi ve selem hiçbir dünya meselesine kızmamıştır. O kızdığında hep Allah için kızmıştır. Nihayetinde merhamet sultanı olmak da bunu gerektirirdi herhalde. Düşünmek gerekir kardeşlerim, tüm öfkeleri, şiddetleri bir kenara koyalım da , çocuklara yapılan bu zulmü diğer keseye atalım. Bu diğer zulümleri haklı göstermez ama çocuklara yapılanların hiçbirinin farkında değiliz. Onlara karşı aşırı ve anlamsız öfkelerimiz, kızgınlıklarımız ve hatta şiddetlerimiz var. Sadece dövmekten bahsetmiyorum. Zaten fıkhen çocuğun yüzüne vurmak bile haram kılınmıştır. Bizim böyle güzel bir dinimiz var işte. Üstüne yol göstericimiz, Peygambe-

rimiz sallallahu aleyhi ve selem hiçbir zaman eğitim metodu olarak dayağı kullanmamıştır. Hele ki çocuklara! Sadece dayak değil, bunun yanı sıra sözel olarak aşağılamak, yok saymak, önemsememek, düşüncelerine değer vermemek, söylediklerini dinlememek hepsi şiddete girer. Hepsi nefsi körükler. Hepsinin bir sonraki adımı, bir üst şiddet türüdür. Sadece bunu yapıyorum, şunu yapmıyorum diyemeyiz. En azından, diye bir ölçüt olamaz bizim için. Ben dövmüyorum, diyemeyiz kardeşlerim. Dayağın da, kötü lafın da acısı gider, yürek yarası kalır. Bunları yaptıktan sonra da çocuklarımızın sakin, kavga etmeyen, uyumlu ve sorunsuz bireyler olmalarını bekleyemeyiz. Elbet hiç sinirlenmemeliyiz demiyorum, diyemiyorum. Çünkü insanız, fıtratımızda var. Ama hakim olabiliriz. Öfkelenince hiçbir şey yapmamak, en karlı olanı olabilir. Sonucunda pişman olmaktansa, hiçbir şey yapmamak daha iyidir. Ama illa bir şey yapacaksak, bu yapacağımızın yolunu ayetler, sünnetler ve hadisler çizebilir. Çizmelidir. Allah azze ve celle kelamında Müslümanların vasıflarından bahsederken şöyle diyor; “Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların) dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran Suresi, 134) Yine, öfkelenince bir soruna yol açmaktansa kalkıp abdest almak, geçmiyorsa 2 rekat namaz kılmak sünnettendir. Peygamberimizin sallallahu aleyhi ve selem önemli bir hadisi de bize bu konuda yön çizicidir; “Bir kula, yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek öfkesini yenmesinden daha büyük bir ecir yoktur.”(İbn-i Mace) Kardeşlerim, Öyleyse bu devrin bunca zor imtihanının içine, birde hakim olunamaz öfkemizi ve sonucunda pişman olacağımız davranışları katmayalım. Her şeyi bir kenara koyup bu yolda sünneti tutalım. Öfkelenince susalım. Umulur ki, Rahman olan Allah’ın merhametine mahzar oluruz. Dua ile… Ocak’15 • 15


KARANTİNA

KARANTİNA

ŞİDDET NE? KURBAN KİM? ÇIKIŞ KAPISI NEREDE?

E

ğer ortada bir problem varsa, bu problemi parçalara ayırıp, sadece problemin bir parçasını çözmeye çalışmak ve hatta o ufak resmi, büyük resimmiş gibi takdim etmek, sorunların çözümüne katkı sağlamıyor. Modern akıl kâh feminizm kâh hümanizm kılığına bürünüp “şiddet” meselesini de “kadına şiddet” olarak bayraklaştırıp aynı bu şekilde parçalıyor. Olan, tespit açısından sağlıklı olsa da, çözüm açısından yeterli olmayan verilerle gündeme gelen “kadına şiddet meselesine” oluyor. Çünkü bu hareketlerin çoğu “şiddetle” değil,

16 • Ocak’15

Yusuf Talha AVCI Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Lisans Öğrencisi

“İslam’ın değerleriyle” mücadele ettikleri için çözüm üretemiyorlar. Kadın üzerinden İslam’la hesaplaşma niyeti hâsıl olduğu sürece de ne yazık ki üretilemeyecek. Peki, sorunun kaynağı ne? Neden haber bültenleri, 3. Sayfa haberi denilen karısını katleden, çocuklarını doğrayan, camdan atan, silah sıkan sonra da intihar eden adamlarla dolu? Aslında mesele sadece “kadına, çocuğa şiddet”, “adamın gaddarlığı” meselesi değil. Eğer biz olaya sadece kadına şiddet meselesinden yaklaşırsak, büyük resmi kaçıracak ve popülerizme yenik düşeceğiz. Şiddet meselesine burada bütüncül bir pencereden bakmaya çalışacağız. Şiddet irdelendiğinde bir süreç olarak karşımıza çıkmakta. Psikolojik olarak başlayan, fiziksel boyut kazanan ve terörize olmaya kadar varan bir süreç. Bozulma insanın zihninde başlıyor. Evvela insanın başkalarına dair saygısının, merhametinin ve şefkatinin azalıp kaybolması gerekiyor. Artık bakan, karşısında değersiz, ayak bağı, sorun üreten bir eş, çocuk, komşu, adam ve hatta fikir görüyor. Burası eşler ve çocuklar arasında huzursuz, ilgisiz, takdirden uzak, mutsuz evlere; trafikte yok yere korna çalıp el kol işareti yapan sürücüye; kendisi gibi düşünmeyen herkesi cahil, yobaz, köylü(!) gören ve ötekilere kendisi gibi düşünmeyi telkin eden entelektüele tekabül ediyor. Psikolojik şiddet, geri besleme ile kendi kendini ne kadar tahrik ederse artık fiziksel bir boyut kazanıyor. İçerideki öfke ve kızgınlık artık dışa vuruyor. Yani ötekilere. Bu ötekiler sıradan kişiler değil aslında. Ötekiler; şiddeti uygulayanın kendisinden

güçsüz, aciz gördüğü kişiler. Bundan dolayı daha güçsüz olan kadınların, çocukların, yaşlıların, fakirlerin ve hatta hayvanların mağdur olduklarını görüyoruz. Yani kadın olmaktan değil de aslında şiddet uygulayana göre zayıf olmaktan kaynaklanan bir mağduriyet. Burası özellikle içkili bir şekilde eve gelen eşini çocuğunu döven babaya; hakkını savunmaya kalktığında kodamanlarca itilip kakılan, tehdit ve dayakla susturulmaya çalışılan mağdura tekabül ediyor. Terörize şiddet ise, fiziksel şiddetin organize olmuş halidir. Psikolojik şiddet farklı insan topluluklarına, şehirlere, ülkelere ve dinlere kin, nefret, düşmanlık olarak yönelerek organize bir şekilde terörize oluyor. Kendi dinlerine girmediğimiz müddetçe bizden hoşnut olmayan Batının, İslam coğrafyasında döktüğü Müslüman kanı, evleri başlarına yıkılan aileler, yetim çocuklar, harap olmuş şehirler, sokaklar, yollar, camiler terörize olmuş şiddet dalgasının arkasında bıraktıklarından başka bir şey değil. Televizyon, gazete ve dergilerinde bizleri karalayarak yaptıkları psikolojik harekatı, ordularıyla da devam ettirmekten çekinmediler ve çekinmeyecekler. Bunu yaparken de suratına sakal, eline silah takmış şeytanın yaya ve atlılarını da kullandılar ve kullanacaklar. Hatta bizden biri gibi gözüken yöneticilerle dahi kadınlarımıza, çocuklarımıza, şehirlerimize ve medeniyetimize kastettiler. Yani bizden gözükenler, onlara yapamadıklarını bizlere yaptılar. Bu oyunda blöf ve ikiyüzlülükten bol bir şey yok. Pişkinlik ise cabası. Bizler “yeryüzünde fesat çıkarmayın” dedikçe onlar “bizler ıslah ediyoruz” diyorlar. Bizler “gelin, hamisi kesildiğiniz barış ve adalette buluşalım” dedikçe onlar “ahmaklar için olan bu palavralara biz de mi iman edelim” diyorlar. İçimizdeki ahmaklar ise fikrinin ve benliğinin namusunu celladına teslim etmeye razı bir şekilde, Paris’te sergilenen tiyatro üzerinden kendilerinin “onların bildiği kızlardan olmadığını” haykırıyorlar. Özlerinde “beyaz Müslüman-Türk-Doğulu” olduklarını ispat etme yarışında “biz sadece onlarla alay etmek için onlardanmış gibi görünüyoruz” diyorlar1. Ve utanmadan bizleri onlara biat edip de onların ayinlerine iştirak etmediğimiz sürece yüksek insanlık mertebesinden kovmakla tehdit ediyorlar. Halbuki ne yaparsak yapalım onların gönlünü edemeyeceğiz. Cemil Meriç’in deyimiyle: Olimpos Dağı’nın çocukları Hira Dağı’nın evlatlarını asla kabul etmeyeceklerdir.

Bu üç boyutuyla da mesele başlı başına “şiddet” meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Allah, rahmetiyle her şeyi kuşatırken insanın, başkasına karşı merhamet duygularını kaybetmesi meselesi. Allah, insanlara tahammül edip hemen hesaplarını görmeyerek onlara imkân verirken insanların, başkalarına zaman tanımaktan aciz olması, başkalarına tahammüllülerini kaybetmesi meselesi. Öldürme davasının, yaşatma davasının önüne geçmesi. Öldürmenin, yaşatmaktan daha fazla prim yaptığı bir dünyanın ibadetidir şiddet. Ve kibir barındırır aslında içinde. Kibir, sınır tanımazlığın ilk adımı. Öyle ki insana kendi içlerinden Rabbinin mesajlarını getiren elçiler geldiğinde bunu göz ardı ettirende kibirden kaynaklanan bir beğenmeme, isyan halidir aslında2. Sınırları ve kuralları artık kendin koyarsın. Senden güçsüz ve aciz olduğuna ve de senden olmadığına inandığını harcayıverirsin. Bazen söz ile bazen güç ile. Acziyetin kabulü ise, kulluğun ilk adımı. Allah’ın koyduğu sınırları tanır ve kabul edersin. Her şeyi yaratıp idare eden otoritenin karşısında acziyet ancak; onun yarattıkları tüm diğer mahluklar karşısında ise “tek olana” kulluktan kaynaklanan bir kuvvet. Rabbimizin koyduğu bu kurallar içerisinde kişinin diğerine zulmetmesi yok. Rahman adı gereği merhamet, Rahim adı gereği şefkat var hatta. Biz kadınları ve çocukları erkeklerden daha güçlü kuvvetli hale getirerek şiddeti önleyemeyiz. Zulümleri, zalimlerin karşısına daha büyük bir zalim çıkartarak bitiremeyiz. Kitaba uyacağız. Her zaman Firavunları alt edecek ordular ve silahlar da temin edemeyebiliriz. Ancak insanlara Rahman ve Rahim olan Allah’ı anlatabiliriz. Yeryüzündeki bütün güçleri güçsüz kılacak bir güce sahipken, bu gücü insanoğluna zulmetmek için kullanmadığını hatta; vahiy ve peygamber göndererek bizlere rahmet ettiğini, lütufta bulunduğunu anlatabiliriz. Yeryüzünde herkese rızıktan, güçten, sağlıktan ve daha nice nimetlerden bir pay verdiğini hatırlatabiliriz. Böylece belki hiddetli ve dehşetli Ömerler, yumuşar da adaletin en sağlam savunucuları olur. Böylece belki müşrik ordularının kumandanı Halitler, Allah’ın kılıcı olurlar. Şüphesiz ki, bunlar yoktan var eden Rabbimiz için elbet kolaydır.

1

2

Okuyunuz (2) Bakara Suresi

Okuyunuz (7) A’raf Suresi

Ocak’15 • 17


RÖPORTAJ

RÖPORTAJ

İbrahim Kalkan İle “Edebiyat ve Sanat” Üzerine Ali Tarık PARLAKIŞIK

“Bilgi ve vicdani sorumlulukla hareket etmek sanatkârın asli vazifelerindendir. Bunalım içinde oluşumuzun temel sebebi meseleleri doğru anlayamamış olmaktan kaynaklanmaktadır.”

İ

brahim Kalkan bir sanatkar, bir senarist, bir fikir adamı… Kendisiyle çay sohbetleri etrafında konuşmalarımızı sürdürürken yaptığı eleştiriler, tespitler mühim bir hat üzerinde gidiyor. Edebiyatın ve sanatın hemen her alanında ürün vermiş, daha da mühimi söyleyecek bir sözü olan birisi İbrahim Kalkan. Üstad sizi tanıyabilir miyiz? 1949 Çorum doğumlu olup yazı hayatıma şiirle başladım. Sadece özenti mahsulü olan şiirlerin, yıllar sonra şiir olmadığını anlayıp yeniden başladım yazmaya. 1966’da İstanbul’a geldim. Yıllar sonra tiyatro ile tanıştım. Oyunlar yazmaya çalıştım. Daha sonra masal, hikâye, çeşitli gazete ve dergilerde düşüncelerimi yazmaya gayret ettim. Ardından sinema olmak üzere hemen her sahada elimden geldiği kadarıyla bir şeyler yapmaya gayret ettim. Müslüman bir sanatkâr gözüyle nazar ettiğinizde, Müslüman Mahalle için meselelerimiz sizce nelerdir? Meselelerimizi başlı başına ‘mesele’ olarak görebiliyor muyuz? Yine aynı şekilde meselelerimize, başlı başına bir mesele

18 • Ocak’15

olarak değer verebiliyor muyuz? Fikrî bir bunalım yaşadığımız aşikâr. Bu bunalımı aşabilecek noktaya nasıl geliriz, var olan membalarımızdan nasıl faydalanabiliriz? Sanat umumi manasıyla inanmayı icap ettirir. Hakikatte, inanç sahibi kimseler gerçek manada eserler üretebilir. İnsan olmanın biricik şartı sorumluluktur. İnandığı değerlerle bütünleşmek suretiyle örer eserini. Sanatkâr tefekkür etmek, araştırmak, anlamak anladıklarını sevimli kılmak ve içinde yaşadığı cemiyete kendini adamak durumundadır. Hür irade sahibi olmaya mecburdur. Bilgi ve vicdani sorumlulukla hareket etmek sanatkârın asli vazifelerindendir. Bunalım içinde oluşumuzun temel sebebi meseleleri doğru anlayamamış olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu bunalımı bertaraf etmenin biricik yolu kimliğimizin icabı olan ilmi esaslara sadık kalmak, adaleti işletmek ve sanatı bu manada ayağa kaldırmaktır. Bu anlayışla baktığımızda hiçbir ‘meselemizi’ mesele edinmiyor, gereğini yapmıyoruz. ‘Fikir’ nedir? ‘Fikir’in şamil olduğu alan neresidir? Müslüman mahallede ‘fikir’ hak ettiği yerde mi?

Sanat umumi manasıyla inanmayı icap ettirir. Hakikatte, inanç sahibi kimseler gerçek manada eserler üretebilir. İnsan olmanın biricik şartı sorumluluktur. İnandığı değerlerle bütünleşmek suretiyle örer eserini. Sanatkâr tefekkür etmek, araştırmak, anlamak anladıklarını sevimli kılmak ve içinde yaşadığı cemiyete kendini adamak durumundadır. Hür irade sahibi olmaya mecburdur. Bilgi ve vicdani sorumlulukla hareket etmek sanatkârın asli vazifelerindendir.

Fikir bilginin, tefekkürün, değişmez temel prensiplerin hamulesidir. Fikrin kendi sahası bellidir, konu her ne ise ona teşmil olan düşüncelerdir. Kuşatıcı bir anlayışla devam eder. Bilgi ile donatılmış kanaat ifadesidir fikir. Burada dikkat edilecek husus meselenin doğru anlaşılması, muhakeme kabiliyetinin var olması, ayrıca konuya dair fikrin çerçevesinin geniş olmasıdır. İçinde bulunduğumuz an bizi yanıltabilir. Muhtemel değişiklikleri esas almak icap etmektedir. Sanat eseri beslendiği temel kaynaklardan da hareketle bütünü, geneli kapsamalıdır. Bu anlayışla bir değerlendirme yapılacaksa, sanat dar kalıplara sıkıştırılamaz. Müslüman mahalle için mücerret fikrin ehemmiyeti nedir? Sizce, mücerret fikir seviyesi, Müslüman mahallede olması gereken yerde mi? Meselenin ruhuna nüfuz etmek açık anlaşılır olmak esastır... Vakıanın nasıl göründüğünden çok neyi ifade ettiğini, ne olduğunu doğru tespit

etmektir esas olan. Müşahhas olanda ittifak yok ki mücerrette olsun. Sıkıştığımız zaman doğru olana sığınıp, sıkıntıyı atlattıktan sonra nefsimizin talebine dönmek, döneklik olsa gerek. Müfekkiremizin mühim ve görünen tarafı olması hasebiyle, İslami yayıncılık ile ilgili birkaç sual yöneltelim size; Umumi olarak İslami yayıncılığın seviyesini nasıl buluyorsunuz? İslami yayın çevreleri müelliflere, şairlere hak ettikleri değeri sizce veriyor mu? Müslüman bir müellif veya şair, İslami dergi veya yayınevi sahiplerinden başta telif ücreti gibi meselelerde haklarını alabiliyorlar mı? Müellif veya şairler, ortaya ürün koyarken çalışmalarında katkılar ile destekleniyorlar mı yoksa engellerle mi karşılaşıyorlar? Yarış halinde aynı kitapları neşredip birbirlerine çelme takmakla meşgul çoğu yayıncılar. Gazete ve dergilerimiz umumi manada kültürle sanatla alakadar olmuyor. Sorduğunuz bu sualleri her biri kitaplık çapta cevap ister. Kaldı ki bütün Ocak’15 • 19


RÖPORTAJ

RÖPORTAJ Temel konularda farklı değerlendirmeler. Ve batı formlarını taklit ve uyum anlayışı içinde çoğu, iyi bir yol değil takip edilen. Biz olmayı başarmak, ayrımcılığı bir kenara iterek bütün olmaya ve inancımızın gereğini yapmaya mecburuz. Modernleşmenin ne olduğu hususunda sıhhatli bilgiler yok.

bunlar çoktan cevaplandırılmış olabilmeliydi. Bu konularda yazılmış kaç eserimiz vardır. Hangi gazete bu hususlarda tefrikalar yayınlıyor. Belki ben görmedim. Ama görene de rastlamadım. Araştırıp soruşturmadan belki masa başında yarım yamalak bilgilerle birkaç satır yazılmıştır. Bir iki istisna haricinde tiyatro eseri basan kitapçı bilmiyorum. Bu diğer sanatlar içinde geçerlidir. Hayır, burada ‘hak’ askıda bekletiliyor. Böyle bir düşünce gelişmiyor. Telif vermemek için yol arayışındalar. Telif çok istisnai olarak belki… Ama genelde yok denilecek kadar azdır. Müellif ortaya koruğu eserine ancak bir yerlere mensubiyeti varsa ve eserin hazır müşterisi mevcutsa, yani hiçbir risk yoksa basılır dağıtılır, onun dışında dağıtım da, yayın da problemdir. Eserin kalitesi özellikler hiçbir değer taşımaz. Batı’nın modernleşme süreci ile Müslüman dünyanın modernleşme süreci farklı şekillerde olmuştur. Batı Kilise Kurumu ve bu kurumun başındakilerin dayattığı dogmalar ile bu dogmalara karşı oluşan zıtlığın giderilmesi isteğinin sonucunda, Batı dini, siyasi, içtimai, kültürel manada bir değişim yaşadı. Batı, kendi değişimini, kendi iç isteği doğrultusunda doğurmuştur. Türkiye’de ise seçkinlerin tepeden bir dayatması sonucu olduğunu görüyoruz. Sizce, Müslüman dünyada şu anda bulunan, fikrî bunalımda o dönemlerin etkisi ne kadardır? Maalesef ciddi bir kargaşa döneminden geçiyoruz. Sayısız ve birbiriyle didişen cemaatler. 20 • Ocak’15

Bir sanatkâr olarak ‘insan’ ve ‘hayat’ sizin için ne ifade ediyor? ‘İnsanî hayat’ kavramsallaştırması bu minval üzere nereye tekabül ediyor? Yaratılış sebebimizi doğru anlamak durumundayız. Hayat dediğimiz nedir? Dünya hayatı mı? Ahiret hayatı mı? Bu soruyu sorduktan sonra, insan olarak sorumluluğumuzu anlamaya çalışmalıyız. Evet, her iki halde de insan için hayat tektir. Ölüm hayatın sonu değil. Ömür dediğimiz kısa zamanın finalinde sonsuzluğa açılan ebedi hayattır esas olan. İnsan ona göre şekillenmekle yükümlüdür. İnsan ve hayat birbirini kuşatıcı olması hasabiyle, birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Bir sanatkâr olarak ‘dil’ ve ‘üslûp’ ilişkisi nerede başlar? Yine bu minval üzere ‘dil’ ve ‘üslûp’ meseleleri hayatta, sanatta ve mücadelede ne kadar bir alana şamil? Dil, meramı ifade için kullandığımız biricik vasıtamızdır. Bir dilin vücuda gelmesi uzun bir zamanın neticesindedir. Bizim açımızdan Türkçe, bir başka millet için Arapça, bir başka millet içinde Fransızcadır. Burada kullanılan her kelime bazen farklı manalara gelebilir. Kullanıldığı cümle içinde kendini gösterir anlatılmak istenen anlaşılır olur. Kendimizi ifade vasıtamız olan dili doğru yerli yerinde kullanmaya gayret etmeliyiz. Bu da bilgi ve tefekkürle mümkündür. Üslup kişinin duygu ve düşüncelerini beyan ediş şekli olarak çıkar karşımıza. Üslup dikkatle, tavırla, kişilikle bağlantılıdır. Müslüman bir sanatkâr olarak, Türkiyede “sanat, sanatçı” adı altında şahit olduğumuz icraatları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne yazık ki hakiki manada sanat ve sanatkâr yeterli sayıda değildir. Müslümanlık söz konusu olduğunda meseleyi daha geniş almak mecburiyetindeyiz. Örnek teşkil edici eserler ortaya

koymak mecburiyeti söz konusudur. Bunun bu şekilde tecellisinin sebebi, İslam’ın değil, İslamcı anlayışın sanata yanlış bakışındandır. Bir tarafta sanatı malayaniden sayacak diğer taraftan da bir sürü hurafeyi besleyeceksiniz. Bu durum sanatı olması gerektiği gibi ifaya manidir. Benim anladığım sanat, bütün benliğinle hakka dayanarak bilgi ve tefekkürle insanlığa bir ayna tutmak anlayışıdır. Fikir, sanat, dil demişken zaman zaman tartışılan politik bir meseleye kısaca değinmiş olalım; İktidarın eğitim ve sanat ile ilgili politikalarını yerinde buluyor musunuz? İktidarların bir eğitim ve sanat politikası yok, bu gidişle de olacağa benzemiyor. Nelerle meşgul olunduğuna bakıldığında mesele anlaşılacaktır. Peki doğrudan bir sual ile muhatap edersek sizi; ‘Sanat’ nedir? Ve ardından meselemiz için de başat rol oynayabilecek mühim bir mevzu; ‘Mücerret sanat’a nazarınızda belirleyici noktalar nelerdir? Sanat hayatı doğru anlama, anlatma işidir. Benim anladığım sanat, bütün benliğinle hakka dayanarak bilgi ve tefekkürle insanlığa bir ayna tutmak anlayışıdır. Sanat var olanı açık, anlaşılır bir dille ifade işidir. Bunlarla beraber estetik, net, sevimli, berrak, kalıcı eserlerdir… Eşyanın ruhuna mümkün mertebe nüfuz etmek, anladığını anlatmaktır. Mücerret kelimesi iyi anlaşılmalıdır. Burada genellikle cisim belli değildir. Mesela melek ve şeytan, yani iyiyi veya kötüyü temsil eder. Burada da temel bilginin, sıhhatli bilginin olması gerektiği çıkıyor kaşımıza. Ve ardından sorular geliyor, neden, ne zaman, nasıl gibi. İnsana sanat yoluyla vereceğiniz bilgilerdeki saflık temizlik, güzellik veya bunun aksi işlediğiniz konu vermek istediğiniz mesaj, işleme kabiliyet ve kapasiteniz ve daha nicesi belirleyici en önemli nokta bilgiden kaynaklanmaktadır. Siyaset-sanat, iktidar-sanat, din-sanat ilişkileri sizce ne ölçüde olması gerekir? Dini esaslar haricinde her şey değişkendir. Sanatkâr bunlarla paralellik kurmaz. Mümkün olduğunca bunlardan uzak durur. İktidar tarafgirliği gerçek sanatı tahrif eder, zaafa uğratır. Ayrıca

Sanat hayatı doğru anlama, anlatma işidir. Benim anladığım sanat, bütün benliğinle hakka dayanarak bilgi ve tefekkürle insanlığa bir ayna tutmak anlayışıdır. Sanat var olanı açık, anlaşılır bir dille ifade işidir. Bunlarla beraber estetik, net, sevimli, berrak, kalıcı eserlerdir… Eşyanın ruhuna mümkün mertebe nüfuz etmek, anladığını anlatmaktır. sanatın uyarıcı özelliklerini kullanamaz. Esas itibariyle sanatın kendi siyaseti vardır. Sanatkâr netice itibariyle beşerdir, bu bakımdan din’i kullanmaz. Yani eserini dini eser anlayışıyla sunmaz, edeben doğrusu budur. Çünkü hatayı kendi üstlenir. Tebliğ aracı olarak sanatın imkânları konusunda düşünceleriniz nelerdir? Çoğu sanat eseri bu görevi ifa eder. Tabiatında var olan özellileri itibariyle sanat zaten bir tebliğ vasıtasıdır. Bize aykırı gelen taraflarıyla da bu görevi ifa ettiğini görürüz. Masallarda, şiirlerde, mimaride ve diğer sanatlarda örnekleri çoktur. Çünkü sanat cihanşümuldur, muhatabı bütün insanlıktır. Doğruyu doğru ifade etmek, yerinde zamanında ortaya koymak, bunlar tespit bilgi ile mücehhez olmayı icabettirir. Ahlak burada en önemli faktörlerdendir. Sözünüzün özünüzle ne derece örtüştüğü hususunda dikkatli olmak esastır. Yalan söyleyen, hile yapan, gayri ahlaki davranışlar ve saplantılar içindeki bir kimsenin eseri ne kadar müessir olabilir ki. Mücerret sanat geleneğimizin, geldiği çizgi ve bu günkü noktamızı karşılaştırdığınızda yapabileceğiniz tahliller nasıl bir seyir halindedir? Hemen en başta şunu ifade edeyim ki, bilgi ve muhasebe yok, tefekkür yok, merak yok. Bunlar olmadan netice alınamaz. Var olan sadece özenti ve kopyacılık. Bu da bizi neticeye götürmez. Konu her ne ise evvela onu iyi bilmek, anlamak icabeder. Ne anlatmak istiyorsunuz, niçin, kime ve benzer soruları kendinize sormalısınız. Sözde Ocak’15 • 21


RÖPORTAJ yalancıya sövecek, fiiliyatta ondan geri kalmayacaksanız, netice alamazsınız. Taklitten kendinizi kurtarmak için kendinizi hesaba çekip ben kimim sorusunun cevabını bulacaksınız.

RÖPORTAJ Mücadele söz konusu ise, bunu bilgi, inanç, ikna ve disiplinle yapabilirsiniz, bunun yolu da sanattır. Shahespre, Boudler’i, Tolstoy’u ve daha nicesini hatırlayınız ölçüp tartınız, nelere hâkimler? Ve günümüzde bu isimlerin devamı olan yüzlerce sanatkârları var sorumluluğunu yerine getiren. Peki, sizin adınıza kimler var? Çok eskiden geçmişlerden kalma bir kaç kişi… Ki onları da biz layıkıyla tanımıyoruz.

Müslüman Mahalle’de, mücerret sanatlara verilmesi gereken ehemmiyet, sizce veriliyor mu? Sizin Müslüman Mahalle içinde bir sanat ve fikir geçmişinizin olduğunu biliyoruz. Hatıralarınızdan da bazı misallerle meseleyi adeta müşahhaslaştırabilirseniz, mahallenin için‘Sanat Felsefesi’ şeklinde isimde sanatın yerini biraz okuma imkânı bulabililendirilmiş haliyle, sanat ve riz. felsefenin iç içe bir okumasıMaalesef, dün birilerinın imkânları sizce neler? Maalesef, dün birilerini ni kıyasıya eleştirenlerin bu Sözde sanat felsefesinden kıyasıya eleştirenlerin gün onlara methiyeler düzbahsetmek mümkün ama tatbu gün onlara methiyeler düğünü görüyoruz. Söylenebikatı maalesef yok. Çünkü düzdüğünü görüyoruz. cek söz çok ama ben isimlere sanat kenara itilmiştir. Ama girmek istemiyorum. Birçok Söylenecek söz çok ama sanatı kenara itenler nedensanatkârımızın bir duruşu olse Yunus’un dediği gibi, söze ben isimlere girmek ması sebebiyle kenara itildikbaşlayıp ondan birkaç beyit istemiyorum. Birçok lerini perişanlık içinde heba okuyuverirler. Felsefe, benim sanatkârımızın bir duruşu olup gittiklerini biliyoruz… anlayışıma göre bir konu üze‘Onların, rahmetli büyük olması sebebiyle kenara rinde olabilirleri, yani bütün adamdı’ şeklinde ihtiyaç sebeihtimalleri gözden geçirerek itildiklerini perişanlık biyle anıldıklarını görüyoruz. düşünme anlayışını geliştiriçinde heba olup gittiklerini Bu mahalle de sanat sözde var. mekle beraber fikri sabitlikten biliyoruz… ‘Onların, Yalakalık baş tacı edildikçe oraçıkmayı, çıkarmayı esas alır. dan umumi manada sanatkâr rahmetli büyük adamdı’ Şüphesiz değişmez esasların çıkmaz. şeklinde ihtiyaç sebebiyle dışında cereyan eder bu durum. Bu da o kapasiteye sahip anıldıklarını görüyoruz. Bu Mücadele ve sanat ilişkisi olmakla mümkündür. Eşyayı mahalle de sanat sözde var. ne şekildedir? bileceksiniz, canlı varlıkları Yalakalık baş tacı edildikçe Burada sizden bizden anbileceksiniz, fıtrattan haberilayışı işin sonunu getirmiştir. oradan umumi manada niz olacak ve dahası… Şucu, bucu olmak mecburiyeti sanatkâr çıkmaz. söz konusudur. Mesele yapılan Platon’dan mülhem “ide” işin eğri mi doğru mu olduğunkavramı ve “form şekil” bağdan ziyade, bizim taraftan mı değil mi lamında bir sanat okuması yaparsak neler söyrevaçtadır. Dolayısıyla mücadele daha çok kutupleyebiliriz? laşma noktasına doğru hızla ilerlemektedir. Esaİdeal olanı arayış sanatkârın sorumluluğu sen sanat bir medeniyet belgesidir. Yabancıların dâhilindedir. Dolayısıyla form ve şekil itikadi ülkemizi ziyaretleri sebebiyle nelere dikkat ettikesasları ihtiva eder. lerine neleri fotoğraflarını çekerek tesbit ettiklerine bakınız. Ansiklopedilerimize bakınız yerli İnsan hayatındaki müşahhas meselelere müyabancı sanatkârların nasıl anlatıldıklarını görün. teveccih, sanatın mücerretliği buudundan, bir Mozart hakkında ne kadar bilgi var, Itri hakkında sanat telakkisi sunabilir misiniz? ne kadar. Veya aklınıza gelenleri mukayese edin. Hemen ilk aklıma gelen Aşık Veysel’in bir 22 • Ocak’15

deyişi var: “Kazması yok küreği yok/Ustası var çırağı yok/Gök kubbenin direği yok/Muallâkta bina çatmış.” Burada mücerret olan bilgini müşahhaslaştırılmış halini görüyoruz. Söyleyen âma bir şair, görmüyor. Peki, Veysel bunu görebiliyor da biz niçin göremiyoruz. Çoğu geçmişte kalan şairlerimizde benzer değerde mısralar, beyitler bulabiliriz. Burada soru ve bir kudretin varlığından bahis var.

siplin gerekir. Buna isterseniz kalıp diyebilirsiniz. Edebiyat dediğimiz, konusunu merak uyandıracak, faydalı olabilecek, muhatabını belli esaslarla düşünmeye sevk edecek özellikler taşır. Sadece sevimli sözler etmekten ibaret değildir. Üç beş yüz sayfalık bir romanı okuyucunu sıkmadan, keyifle okuyabilmesini ve bundan da güzel bir netice çıkarabilmesini temin etmektir. Konu bütünlüğü, dil birliği olmalıdır elbette.

Mücerret ve şümullü bir ifade zemini olarak ‘edebiyat’ın sizce sanat içerisindeki konumu nedir? Edebiyat ister edeple, ister estetik özellikleriyle her zaman gündemimizde olmuştur, bundan böyle de olmaya devam edecektir. Sanatın bütün unsurlarında edebiyatın esasları söz konusudur. Sözü yerinde ve güzel söylemek hususiyetleri bakımından sanatın olmazsa olmazıdır.

Günümüz dünyasında edebiyat ve eğitimin imkânları nerede duruyor peki? İmkân her zaman mevcuttur. Mesele imkânı yerinde ve zamanında kullanabilmektir. Eğitim en başta kendi lisanını doğru öğretmek, öğrenmekle başlar. Kendi lisanını bilmeyen nasıl edebiyat yapabilir ki? En bilgilimiz bile üç beş yüz kelime içinde döneleyip duruyor. Oysa sözlüklerimizde yüz binlerce kelime sahiplenilmeyi bekliyor. Dile hâkim olmadıkça ortaya doğru edebi eserler koyabilmek mümkün değildir.

Peki edebiyatta ahenk, sizce mühim midir? Edebiyatı, edebiyat yapan nosyonel değerler, sizin dünyanızda keyfî ve kemmî düzlemde nerede duruyor? Ahenk sözü farklılaştırır, özel ve güzel kılar. Bu özelliğidir edebiyatı vazgeçilmez yapan, aynı konuyu edebi kurallara riayet etmeksizin söyleyen çoktur ama dikkatimizi çekmez. Ama ahengi ve edebi özellikleri ihtiva eden söz bizi celbeder. Edebiyatımızın gelişememesinin bana göre temel sebebi ahenginin olmayışındandır. Birkaç isim dışında son yüzyılın edebiyatı ahenkten yoksundur. Yunus’u, Bakî’yi, Fuzulî’yi ve benzerlerini yaşatan sebeplerden biridir ahenk. Yukarıda da ifade ettiğim gibi edebiyatın nosyonu kelimenin kendisinden de anlaşılacağı üzere sözü doğru, sevimli, ahenkli kılmaktır. Bundan maksat bilginin yaygınlaşmasını sağlamaktır. Burada keyfilik hemen hemen söz konusu olamaz, çünkü başlı başına sorumluluk icabettirdiğinden kemiyeti itibariıyle de doğru, sıhhatli, kaliteli olması şarttır. Edebiyatı anlamak, manalandırmak ve sınıflandırmak için belli kalıplar içerisinde mi hareket etmeliyiz? Bir üslup meselesi, iki konunun muhatabı esastır. Elbette kimilerine göre kalıplar şart olmayabilir. Fakat sözün etkili olabilmesi için bir di-

Türkiye’de şu an edebiyatın konumu sizce belli mi? Genç edebiyatçıların nelere dikkat etmeleri gerekiyor? Dilimizi bilmediğimize göre, belli olan, yerimizde saymaktan da geri kaldığımızdır. Kitap trajları neticeyi gayet net göstermektedir. Bir şekilde meşhur edilmiş yazarların kitapları bile beş yüz, bin adet basılıyorsa mesele açıktır. Şiirde, romanda ve hikâyede durum aynıdır. Tiyatro zaten okunmaz. Birincisi devamlı olarak kelime haznelerini geliştirmektir. Tefekkür etmeyi öğrenmek, matematik bilgisini doğru anlamak, kendisiyle hesaplaşmayı bilmektir. Eşyayı ve hadiseleri anlama gayreti içinde olmak. Meseleleri çok yönlü düşünme anlayışını geliştirmek. Kendi olmayı başarmaya çalışmak. Ve bunun gibi esaslara riayet etmektir. Eskiden beri şiir yazdığınızı biliyoruz. Yine aynı şekilde şiirin meseleleri ile de ilgileniyorsunuz? Şiir sizce nedir? Mücadele içerisinde şiirin konumu nedir? Bir “metin”in “şiir” olabilmesi için sizce ne tür ölçüleri olması gerekiyor? Şiir, romandır, hikâyedir, mimaridir. Konusunu kısa ve öz olarak ifade etmesi bakımından fevkalade özelliktedir. Şiirin yüzlerce tarifi yapıOcak’15 • 23


RÖPORTAJ la gelmiştir. Bir konuyu şiir diliyle anlatırken o husustaki bütün bilgilerinizi kısaca açık anlaşılır bir lisanla anlatıp okuyucunun bütün zihni melekelerini harekete geçirmektir. Bir tarafta tekrar tekrar okunmasını temin edecek diğer taraftan da, her okuyuşta muhatabı düşündürecek ve yeni bir mana çıkarmasını sağlayacaksınız. Mücadele içinde şiirin konumu bahsine gelince hemen aklıma gelen Necip Fazıl’ın ‘Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes. Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es.’ mısralarıdır. Bu şiirin niçin yazıldığı, ne zaman yazıldığı, neleri ve kimleri muhatap aldığı hususu ne yapılması gerekeni de ifade etmektedir. Benim bu husustaki düşüncem gayet net ifade edeyim ki şiirin vezinli olması şarttır. Hece veya aruz sebebi ise ahenk, dilin imkânları, şairin muhayyilesinin genişliği veya derinliği. Ayrıca anlatılmak istenen konunun zenginliği esastır. Vezinli şiir öğrenmeye zorlar şairi. Daha çok kelime ve mana bakımından zenginlik demektir. Bununla beraber edebi sanatları yerinde ve daha doğru işleyebilmeyi temin eder. Sadece kafiye meselesi de değildir. Anlatılmak istenen konunun akıcılığı dilin imkânlarıyla temin edilebilir. Mevcut şiir akımlarının ve şiir telakkilerinin ‘değer’leri nedir sizce? Şiir hüviyeti ile ortaya koyulan ürünlerin bu hüviyeti ne kadar hak ettiklerine dair neler düşünüyorsunuz? Mevcut akımlar maşeri vicdanda kabul görmedi. Şiir yazanların çoğu sıkıştıklarında klasik şiire yaslanıyor oradan örnekler veriyor. Birbirlerinin şiirlerini okumuyorlar bile. Şiir kendini ve şairini yaşatır. Sekiz yüz senedir Yunus’u yaşattığı gibi. Buna daha pek çok geçmişte var olan şairimizi ilave edebiliriz. Ayrıca daha hayatta iken unutulmuş, şiir yazmış pek çok kimse vardır ki... Bazıları ideolojik sebeplerle varlıklarını devam ettirmelerine rağmen silinip gitmiştir. Şiir edebiyat ürünü sayılabilir mi tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz? Elbette edebiyat mahsulüdür. Üstelik edebiyatın en yaygın ve müessir olanıdır. Dağdaki çoban bile birkaç şiir bilir. Edebiyat kelimesini ne manaya geldiğine bakmak kâfidir. Benzer özellikler taşıyan edebiyat kavramı içinde şiir de vardır. 24 • Ocak’15

RÖPORTAJ Şiir türünün tahayyüle etkilerini nasıl okuyorsunuz? İyi şiir zaten okuyucuyu tahayyüle sürükler. Konu hakkında ne kadar bilgisi varsa o nispette olur. Bir ‘mavera’ kelimesi bize neleri çağrıştırır. Ve devamı nerelere götürür. Veya Aşk. İşleyenin ifadesi, yani şairin anlatmak istediği ve anlatış tarzı elbette tahayyüle sürükler okuyucunu. Yahya Kemal’in, ‘Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin’ deyişi her yaştaki insanda bu manada etkisini gösterir. Şiir daha çok tahayyülün meyvesi oluşu bakımından da okuyucusuna bu manada kapılar açar. Bir insan nasıl şair olur? Bir insana şair dememiz için o insanda nelerin bulunması gerekir? Elbette bu konu kabiliyet meselesidir. Zorlama ile olmaz. Ancak kabiliyeti olanın da dikkat etmesi icabeden hususlar vardır. Olmak için öğrenmek, incelemek, hayal gücünü kullanabilmek gerekmektedir. Bir miktar meşk etmek de icabeder. Şiir yazacak kimsenin işleyeceği konu hakkında bir donanımının olması şarttır. Aşk mı, tatmış olmak gerekir, ölüm mü, idrak etmiş olmak şarttır. Şair diyebilmek için çok şiir yazmış olmasından ziyade yazdıklarını nasıl ifade ettiğine bakmak gerekmektedir. Duygu ve düşüncesinin, ifade tarzına sinmiş olan renk bize onu anlatmaya yeter. Masal türünün edebiyat içerisindeki yeri nedir? Eğitim imkânları içerisinde masalın konumu sizce nedir? Bir edebiyat imkânı olarak masal nerede durmalıdır sizce? Masalların özellikle başlangıç ifadesini fevkalade enteresan ve manidar bulurum. ‘Bir varmış, Bir yokmuş’. Hayatı bu kadar güzel özetleyen söz bize aittir. Ölüm ve dirim arasındaki kısacık hayat hikâyesidir. Hayatın gerçeğini anlatmak için belki de çoğu hayal mahsulü, olabilirlerden meydana gelen masallar çocuklar için ufuk açıcıdır. İbret alınması gereken derstir de. Masallar çocuklarımızı hayata hazırlayan fevkalade özellikli eserlerdir. Ne var ki bu gelenek zamanla kaybolmuştur. Eğitim açısından bakıldığında çok yararlı olacağına inanırım. Masal belki de edebi sanatlar içerisinde en zor ve büyük sorumluluk gerektiren bir konudur. Çünkü muhatap tertemiz bir dünyası olan çocuktur, ona neyin nasıl anlatılacağını iyi

bilmek şarttır. Çocukta tefekkürü beslemesi sebebiyle eğitimin temellerinden biri olmalıdır. Masaldan maksat eğlendirerek hayatın gerçeklerini çocuğa anlatmaktır. Ancak masalı anlatan kimsenin bu hususta yeterli donanımının olması şarttır. Özellikle zamanımızda, bilgisayar, televizyon gibi vasıtaların yaydığı bilgilerden haberdar olup çocuğun dikkatini celbedecek, tabiatına uygun konular seçmek hususunda yeteneğinin olması gerekmektedir. Hikâyenin edebiyat dünyamızda yeri neresidir peki? Kısa ve öz oluşu itibariyle okuma alışkanlığı kazandırmaktadır. Fakat mana ve mahiyeti itibariyle revaçta değildir. Galiba konu seçiminde zorlamalar olumsuzlaştırmaktadır. Hikâyede konu ve işlenişi bakımından sadelik arzetmesi hayatın içinden mevzuların ve karakterlerin doğru seçilmesi işi kolaylaştırır kanaatindeyim. Çünkü hikâye ayrıntılara pek girmez ancak gerek teminde gerek anlatımında bir takım fevkaladeliklerin yer alması gerekir. Modern hikâye çizgimizi nasıl buluyorsunuz? Modern kavramına açıklık getirmek lazım, nedir modernlik? Çağa ayak uydurmak mıdır? Medeniyet telakkisi midir? Yoksa giyim kuşam itibariyle başkalaşmak mıdır? Hikâye denilince okuduklarımdan pek azını tatminkâr bulduğumu söyleyebilirim. Mesele yanılmıyorsam Tarık Buğra’nın ‘’İki İhtiyar’’ unutamadıklarımdandır. Kısa öz ve ilgi çekici konulardan teşkil edilmesi gerektiğine inanırım. Hikâyenin edebiyat türü içindeki imkânları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kısa ve öz oluşu dikkate alınırsa etkileyici olup, çok renkli konuları işleyebilir. Hikâye ne-

dense pek yazılmıyor. Esasen hemen hepimizin gündelik hayatımızda şahit olduğumuz pek çok konu var ki yazılmalıdır. Roman ve şiire nispetle daha kolay yazılabilir. Mesele ânı doğru tespit etmekten ibarettir. Çehov’un hikâyeleri bu bakımdan ilgi çekicidir, çoğu hikâyesinde kendinizi veya bir yakınınızı bulabilirsiniz. Edebiyatta ‘roman’ın imkânları nelerdir sizce? Roman daha fazla detaylandırılmış uzun hikâyedir. Teması ve kurgusu işleniş özellikleriyle önemlidir. Fakat şartlanmaların dışına çıkabilmek, geniş bir yelpaze açabilmekten mahrumuz. Ön yargılarla sanat olmaz. Sanat hür irade ile işlenebilirse netice verir. Bir mahallenin bakışıyla meseleleri görme anlayışı işin hakikatine erişmeyi mümkün kılmaz. Tarafgir bakış açısıyla ele alınan konular yazar için de okuyucu için de yorucu olmaktadır. Sizin tiyatro ve sinema ile de içli-dışlı bir ilişkiniz var. Hem oyunculuk anlamında hem oyun yazarlığı manasında tiyatro ve sinema ile ilgili bir umumi çerçeve çizebilir misiniz? Yine aynı şekilde, tiyatro ve sinemayı karşılaştıracak olursanız benzerlikler, farklılıklar bağlamında neler söyleyebilirsiniz? Tiyatro benim açımdan fevkalade önemlidir. Çünkü oyuncusu, seyircisi ile aynı anda aynı havayı teneffüs etme imkânı sunar. Tiyatro diğer sanatlara nispetle canlıdır, konu göz önündedir. Etkisi de daha fazladır. Bir başka güzelliği de okur-yazar olmayanıyla en üst seviyede eğitim görmüş kimseleri aynı anda muhatap alır. Etkilenişleri farklı da olsa özündeki muhabbeti seyircisine yansıtır. Bir türlü birliği tesis edemediğimizden başarısızlıkta devam ediyoruz burada da. Başarısızlığımızda değişik vesilelerle ahkâm kesen, yol kesen ilgili, yetkili idarecilerin payı büktür. MeOcak’15 • 25


RÖPORTAJ

RÖPORTAJ

Sinema, neredeyse akla gelebilecek her şeyi kapsayabilir. Elinizdeki kamerayla gökyüzünden yeryüzüne bakma imkânı sunar. Bir yaprağın dalından yere nasıl düştüğünü tespit etme fırsatı verir. Dolayısıyla daha realist olabilmeyi sağlar.

selenin özüne bakıp ne yapılması lazım geldiğini araştırmak yerine maalesef didişmeler ve zıtlaşmalarla götürüyoruz. Şahsi beklentim yok ama yine de elimden geldiği kadarıyla oyun yazmaya devam ediyorum. Sinemada da başarılı olduğumuzu söyleyemem. Sözünü ettiğim sanata sırtını dönmüş bir zihniyet var oldukçada bu böyle gidecektir. Tiyatroya nispetle, sinema daha yaygın tabi ki. Birinde, yani tiyatroda sahneye çıktığınız anda oyunun sonunu getirmek zorundasınız. Sinemada ise tekrar çekimlerle rolünüzün gereğini yaparsınız. Bana göre birinde hareketli resim vermek, diğerinde ise seyirciyle yüz yüze ‘o’ olmak durumundasınız. Benzerlik olmakla beraber tiyatronun zevki heyecanı sinemada yok. Tiyatronun ehemmiyeti ve imkânları bahsinde neler söyleyebilirsiniz? Tiyatro, hayatın içindedir. Yüzleşmekte olduğunuz seyirci ile alışverişin ölçülerine riayet esastır. Seyirciyi sınırlı mekânların dışına çıkarabilmek esastır. Tiyatroda beden dili, üslup, tavır, ikna kabiliyeti gibi esaslar kullanılır. Zengin 26 • Ocak’15

bir eğitim vasıtası olmanın yanında eğlendirici, dinlendirici ve bilhassa düşündürücü özellikler ihtiva eder. Tiyatro aynı anda farklı eğitim seviyesinde olanlar ve farklı telakki sahiplerini aynı anda, aynı duyguları paylaşabilme imkânı veren bir sanattır. Tiyatro canlıdır. Her şey göz önünde cereyan eder. Sınırlı bir mekânda temsil ediyor olmasına rağmen alabildiğine geniş bir görüş alanı hissini verir. Tamamıyla duygu işidir. Dekorundan perdesine, sahnesinden sergilenmesine kadar tiyatro sizce neyi ifade eder? Her hangi bir vakayı belki çok basit bir dekorla anlatabilme imkânına sahip olması bakımından pratiktir. Hemen her alanda varlığını gösterebilen özelliklere sahiptir. Bununla beraber bilgi bakımından muazzam bir donanım gerektirir. Çünkü sahnede rolünü icra etmekte olan oyuncu metnin dışına çıkabilir, hata edebilir, sözü yanlış söyleyebilir. Bu durumda donanımlı oyuncu hatasını ustaca düzeltebilir. Bu da bilgi ile mümkündür. Bütün bunların seyirciye yansıması müspet olacağından olması yaşatılması gereken sanatlarımızdandır.

Sinemanın ehemmiyeti ve imkânları üzerine neler tefekkür ediyorsunuz? Yaygın bir sanat dalı ve geniş bir zamanda hazırlanıyor olması bakımından güzel eserler verebilme imkânı vardır. Ancak meselelere hep ‘peşin para’ anlayışı ve günü kurtarma hesaplar var olduğundan olanla yetineceğiz. Sinema imkânları bakımından fevkalade zengindir. Hemen her türlü uygulamaya imkân verir. Çok değişik konuların rahatça işlenebileceği geniş bir sahası vardır. Bir sinema eserini vücuda getirmek için her türlü imkân mevcut. Sinema, neredeyse akla gelebilecek her şeyi kapsayabilir. Elinizdeki kamerayla gökyüzünden yeryüzüne bakma imkânı sunar. Bir yaprağın dalından yere nasıl düştüğünü tespit etme fırsatı verir. Dolayısıyla daha realist olabilmeyi sağlar. Hazırlık safhası, yapımın gerçekleştirilmesi esnasında müdahale imkânları mevcuttur. Sinema sizce neyi ifade eder? İyi bir propaganda silahı olarak kullanılmaktadır. Ehli bunu başarıyor. İster oyalama diyelim ister uyuşturma ve daha başka benzetmeler… Sanatın bakış açısı bütün insanlığı kapsar, bu bakımdan önemlidir de. Özellikle temel konularda birlik ve bütünlüğü sağlama noktasında her sanat dalında olduğu gibi sinemada da esastır. İranlı yönetmen Macid Macidi’nin “Peygamber yaşasaydı tebliğin dilini sinema yapardı” şeklinde bir sözü var. Bu sözün sizdeki tedaileri ne yönde? Faraziyeleri doğru bulmam. Mesela ben de ‘şiir yapardı ‘ desem. Bunlar hoş değil bana göre. Peygamber’i doğru anlamak lazımdır. Niçin ihtiyaç duysun buna. Tiyatro ve sinema hususunda konuşursak eğer kadın oyunculuğu ile ilgili ne düşünüyorsunuz. Kadın oyuncuların oynayacakları rollerden ve bu minvaldeki birçok meseleye kadar reyleriniz nelerdir? Kadın oyuncuların sahne arkasında ve önündeki sıkıntıları nelerdir? Bu sıkıntılar nasıl giderilir? Önce ‘nasıl’ı ve ‘niçin’i tespit etmek gerekir. Bu sanatların lüzumuna inanmak gerekir. Bu bir vasıtadır bu vasıtayı niçin kullanmalıyız? Maksat nedir? Hedef nedir? Bunlar doğ-

ru tespit edildiğinde diğer malzemelerin nasıl olmasının icabettiği kendini gösterir. Kadın oyuncu problemi nasıla bağlıdır. Ölçüyü kaçırmamak kaydıyla kadın oyuncunun mahsurlu olabileceğini sanmıyorum. Zaten ölçü kaçtığında diğer unsurlarda aynı noktaya çıkabilir. Müslüman Mahallede, tiyatro ve sinemaya verilen değer, sizi tatmin ediyor mu? Tiyatro ve sinemanın gelişimi meselesinde neler yapılmalı sizce? Bu alanla ilgili gerçek manada katkılar nasıl yapılmalı? Yapılabilecek katkıların önündeki engeller sizce nelerdir? Müslüman mahalle dediğimiz yerde bunlar maalesef kifayetli ve tatminkâr değildir. Eleştirel, tarafgirlik ve hamasetle dolu esercikler. Önce bunun yararına inanmak. Ne olduğunu doğru anlamak lazımdır. Biricik şart hür irade gerekir. Katkı dediğimiz önünün açılmasıyla ve inançla temin edilir. Meselenin tamamen maddi olduğuna inanmıyorum çok küçük imkânlarla çok büyük eserler vücuda getirilebilir. Bizi imkânlarımızın var olduğu inancındayım. Bazı yatırımlara bakın, eğitimle, kültürle alakası olmadığı gibi verdiği zararı telafisi imkânsız. Müziği konuşursak, müzik ile ilgili olarak ilk söyleyecekleriniz neler olur? Ve peşinden eklersek; din-müzik, sıhhat-müzik, gençlik-müzik, fert-müzik, toplum-müzik meseleleri… Dikkat edilirse hayatımızın her safhasında varlığını gösteren musîkide de gerileme had safhadadır. Itri’nin bir segah eseri var ‘Tuti mucize guyem’ güftesini bir iki defa okuyalım ve dinleyelim. Musîki eserinin nasıl olması icabettiğini pek güzel anlatıyor. Bu zevk meselesi denebilir ama bilgi ve görgü itibariyle geride kalmışların zevki ne olabilir? Çoğu gürültü makamında bana göre. Din-müzik konusunda kuran okuyan bir hafız düşünelim okuduğu ayetin mealine vakıf ve musîki bilgisi var. Bir de ezberlemiş ama okuduğu ayetin mealini bilmiyor. Mukayese edin anlaşılacaktır. Kilisede, havrada, camide musîki zaten var. Ve genelde iç içedir ama kifayetsiz ve bilgisizce olduğundan netice vermiyor. Rüzgârın esişinde, suyun akışında, yağmurun ahengine var olduğu gibi sessizliğinde bir musîkısi mevcuttur. Bunlar doğru anlaşılmadıkça gürültü olur. Ocak’15 • 27


RÖPORTAJ

RÖPORTAJ

“Kapitalizm üretimi artırmayı hedef ediniyorken, İslam dağıtımı hedef ediniyordu.” Mahmut Kar (Köklü Değişim Dergisi) ile mülakat

B

ilindiği üzere ülkemizde maden ocakları kazalarında ekmek uğruna ölümü göze alan işçilerin zaman zaman ölümlerini haberlerde okuyoruz. Müslümanlar olarak kapitalist sömürünün ahenkli bir şekilde işletildiği bir dünyada yaşıyoruz ve bundan memnun değiliz. İslam Coğrafyasına baktığımızda Müslümanların yaşadığı İslami beldelerin çoğunda fakirliğin hakim olduğunu görüyoruz. Doğalekonomik kaynaklar açısından kıt bir coğrafya-

28 • Ocak’15

da olmasına rağmen Batı’nın gelişmiş olmasını, zengin kaynaklara sahip olmasına rağmen ise İslam Coğrafyasının az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler sınıfında kalmasını ne ile izah edebiliriz? Bu minvalde işaretlersek, yaşadığımız dünyada muhatap olduğumuz sorunlara çözümler üretmek konusunda ne gibi sıkıntılar yaşıyoruz? Sorunuzun içinde dikkatlerden kaçmayan çok önemli bir tezatlık var öyle değil mi? İslam coğrafyası tüm ekonomik kaynaklar açısından

çok büyük zenginliklere sahip. Petrol, doğalgaz, çökmüş toplumlarda maddi servet mevcut olsa kömür, altın ve daha birçok iktisadi değer İslam dahi bunların azalması ve fakirleşme çok çabuk topraklarında var. Aynı zamanda tarım arazileri olur. Zaten bir toplum düşünce metodunu kayve bu arazilerin verimli kullanılması için olmazsa betmeden elde ettiği bilimsel gerçekleri kaybetse olmaz olan nehir yatakları, İslam topraklarından bile onların çoğunu tekrar elde edebilir. Hal bu akıp gidiyor. Sonra tüm bu kaynakları ve ekono- ki, kendine ait verimli düşünce metodunu kaymik değerleri sanayide işletecek, kullanılır hale bederse anında gerilemeye ve elindeki tüm tekgetirip bunlara ekonomik değer katacak beyin nolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı gücünün ve çalışan nüfus yoğunluğunun da zen- öncelikle fikri değerlere sahip çıkmak gerekir.” gin olduğu bir İslam Coğrafyası’ndan bahsediyoruz. Ama ne yazık ki tüm bu zenginliğe rağmen Bahsettiğiniz bu fikri değeri biraz daha açar Müslümanlar fakir. Tüm bu zenginlikler Müslü- mısınız? manların maslahatına kullanılmıyor. Sizin topBahsettiğim fikir, kitaplarrağınıza, sizin tarlanıza bir da yazılı olup pratik gerçeklieşkıya giriyor ve tüm zenği olmayan felsefi düşünceler Müslümanlar sahip ginliğinizi alıp gidiyor. Siz değil. Hayatla ilişkisi kurulaise kendi toprağınızda, kendi mayan gerçek ötesi farazi müoldukları bu ekonomik tarlanızda o eşkıyaya cüz’i bir lahazalar da değil. Fikirden değerlerden çok daha ücret karşılığında işçilik yapıkasıt, hayatın gerçekleri ile yorsunuz. karşılaştıkları zaman toplumönemli olan başka ların kullanabileceği pratik bir değeri kaybettiler. Peki, bunun temel sebebi düşüncelerdir. Eğer bu fikir Ekonomik değerlerin nedir? olursa toplumdaki bireyler Müslümanlar sahip oldukkarşılaştıkları olaylar ve hayeniden kazanılması, ları bu ekonomik değerlerden yatın gerçekleri üzerinden bir bu önemli kıymetin, çok daha önemli olan başka hükme varmayı ve bir karar bir değeri kaybettiler. Ekonovermeyi gerçekleştirebilirler. değerin yeniden mik değerlerin yeniden kazaAynı zamanda toplumların kazanılmasına bağlıdır. nılması, bu önemli kıymetin, yöneticileri ve idarecileri de değerin yeniden kazanılmasına bu fikir çerçevesinde hüküm Bu, Müslümanların bağlıdır. Bu, Müslümanların ve kararlar alabilirler. Ama kaybettiği fikri değerdir. kaybettiği fikri değerdir. Fikir böyle bir fikir olmazsa elinizgelişmekte olan bir toplum için deki ekonomik servetlerin hayatta elde edilebilecek en büdeğeri ve kıymeti yok olup yük değerdir. Hele hele bizler gibi fikri anlamda gider. Çünkü o ekonomik servetlerin kıymetini köklü bir geçmişe sahip toplum için atalardan gören ve kendi kapitalist ve sosyalist fikri çerçeteslim alınacak en büyük mirastır fikir. Bakın bu- vesinde onlar üzerinde hüküm vermeyi ve karar rada sizlere İslam’ın iktisat yönetimi ve siyaseti almayı akbabalar gibi bekleyen sömürgeciler varkonusunda önemli çalışmaları olan Takıyyuddin dır. İşte biz Müslümanlar olarak o fikirden nereen-Nebhani bu fikrin değerini şu ifadelerle anla- deyse son yüz yıldır yoksunuz. İslam’ı bir hayat tıyor: “Maddi servetler, bilimsel buluşlar, tekno- nizamı olarak hayatımıza tatbik edilen bir fikir ve lojik yenilikler ve benzer şeylerin yeri, fikirlerden ideoloji olarak görmüyoruz. Bugün Müslümanlar, çok daha aşağı seviyededir. Bunlara ulaşmak sa- Allah’ın Rasulullah elçiliğinde gönderdiği İslam hip olunan fikirlere bağlı olduğu gibi bunların risaletini bize kadar ulaştıranların anladığı gibi korunmaları da yine bu fikirlere bağlıdır. Fikri anlamıyor, kavradığı gibi kavramıyor maalesef. değerlerini koruyabilen bir toplumun maddi ser- Aynı zamanda Müslümanlar kapitalist ve sosyavetleri tahrip edilse dahi, böylesi bir toplum onu list fikirler gibi kendilerine kazandırılmak istenen hemen yeniden üretebilir. Fakat fikri değerleri karşıt fikirlere de bağlanmamışlardır. Yani MüslüOcak’15 • 29


RÖPORTAJ manlar kapitalizmin iktisadi özgürlükleri çerçevesinde serbest piyasa ekonomisini bir fikir olarak kavrayıp özümseyerek uygulamıyorlar. Yine bir dönem komünizmin ekonomik sosyal adalet prensibinin peşinde ona inandıkları için koşmadılar. Aksine fikri değerlerini kaybetmiş olmaları gereği, sömürgeci kapitalizmin kendi üzerlerinde uygulamaya koyduğu zoraki uygulamalardan dolayı ona aşık oldular. Yoksa kapitalist fikirlerin ekonomik, sosyal, siyasi ve ictimai gerçekliğini anlayıp kavrayarak kabul ettikleri için değil. Yani Müslümanlar olarak son yüzyılda hayata ilişkin meselelere çözümlemeler sunan, sahih veya batıl herhangi bir fikirden yoksun yaşıyoruz. Müslümanlar fikri bir çöküntü ve düşüklük içerisindeler maalesef. Yaklaşık bir asırdır İslam’ın İktisat nizamından uzak yaşıyoruz, dediniz. İslam’ın iktisadi siyaseti hangi fikri değer ve esasa dayalıdır, bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? İsterseniz İslami iktisadi siyasetin esaslarından bahsetmeden önce bugün dünyaya egemen olan ve tüm ülkeleri hegemonyası altına alan kapitalist iktisadi siyasetin esaslarından ve bu siyasetin bozukluğundan bahsedelim. Zira bugün insanlığın ekonomik buhran içinde yaşamasına sebep olan kapitalist iktisadi siyasetin ne olduğunu bilmeden, İslami iktisadi siyasetin doğruluğu zihinlerde somutlaşmayabilir. Kapitalist nizamın bozukluğunu anlayabilmek için onun iktisadi siyasetinin esasını teşkil eden “Milli Gelirin Artırılması” teorisinin ne olduğuna ve aslında nasıl bir tuzak olduğuna bakmak gerekir. Zira biz bile Türkiye’de ekonominin gelişmişliğini milli gelirin artırılması esası ile değerlendiririz. Mesela eğer milli gelir artarsa kişi başına düşen gelir de artacak diye düşünürüz. Aslında kapitalist iktisadi siyaset bizi böyle düşünmeye yönlendirir. Doğal olarak kapitalist iktisadi siyasete göre milli gelirin artırılması için üretimin ve hizmetlerin artırılması gerekmektedir. Çünkü ona göre insanın ihtiyaçları sınırsız ve limitsizdir. Kaynaklar ise sınırlıdır. İşte kapitalizm, sınırlı kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için üretimi artırmayı hedefler. İnsanların daha çok çalışıp üretim ve hizmet gelirlerini artırarak milli geliri artırmaları amaçlanır. Milli gelir ise aslında insanların ihtiyaçlarına göre bir dağılım sergilemez. 30 • Ocak’15

RÖPORTAJ Onlar servetin kimin elinde olduğuna bakmaksızın gelişmişliği/kalkınmayı genel olarak milli gelir miktarları ile ölçmektedirler. Onlara göre toplumun onda biri servet sahibi olsa, onda dokuzu ise yiyecek, giyecek ve sığınabilecek bir meskene sahip olamasa dahi, toplam servet toplam nüfus oranına bölünecek ve kişi başına düşen milli gelir şu kadardır denilecektir. Bu çok büyük bir yalan değil midir? Şimdi bunun en başta konuştuğumuz fikir ile alakası yok mudur? Kapitalist nizam ekonomik sorunlara toplumsal bir sorun çerçevesinde bakmaz. Aslında sadece ekonomik sorunlara değil tüm sorunlara toplumsal sorun olarak bakmaz. Yani ekonomik soruna insanlar arası ilişkilerle ve servetin insanlar arasında dağıtılması ile ilgili bir sorun olarak bakmaz. Aksine servetlerin artırılması için insanlara çalışma ve mülk edinme hürriyeti verir ve doğal olarak sorunu bir üretim sorunu haline getirir. Dikkat edin kapitalizme inanmış ve kapitalizm ile sömürülen ülkelerde ekonomik buhranlar yaşandığında hemen üretimin düştüğüne yönelik açıklamalar yapılır. Hemen iktisadi gelişmeye ve üretimi artırmaya yönelik çağrılar yapılır. Bu çağrılar Müslümanların topraklarında kâfir devletlerin varlıklarını korumak ve ayaklarını sabitlemek içindir. Kapitalist iktisat nizamında tüm değerler maddidir. Maddi değeri ön planda tutanlar zengin olanlardır. İnsani, ahlaki ve ruhi değerlere sahip topluma karşı kapitalist sermayedar ve yöneticiler cimri davranırlar. Türkiye’de bu kapitalist sitemin cenderesinde kalmıştır. Bu nizam ile kalkınmayı hayal eden ve büyüme hedefleyen bir ülkede yaşıyoruz maalesef. İslam’ın bu konu ile ilgili çözümü var mı? Tabi ki var. İslam insanın hangi sorununu çözmede aciz kaldı ki, bu sorunu da çözmede aciz kalsın? Öncelikli olarak şunu ifade etmemiz gerekir. İslam insanın ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu asla kabul etmez. İnsanın ihtiyaçları sınırlıdır. İnsanın hem zaruri ihtiyaçları hem de lüks ihtiyaçları vardır. Her halükarda insanın ihtiyaçları sınırlıdır. Dolayısıyla İslam insanın ihtiyaçlarının sınırlı olması gerçeğinden hareketle kapitalizm gibi sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak için üretimi artırmayı iktisadi siyasetinin hedefi yapmaz. İslam hiç birini diğerinden ayırmadan tüm insanların fert fert zaruri ihtiyaçlarını garanti al-

tına alır ve tam olarak temin eder. Lüks ihtiyaçlarını ise yaşadığı toplumun ekonomik şartlarına göre gücü yettiğince temin eder. İslam’ın iktisadi hedefini şu dört nokta ile özetleyebiliriz; 1) İslam herkese birer fert olarak bakar. Dolayısıyla ferdin ihtiyaçlarını karşılamada ferdicidir. 2) Her bireyin temel ihtiyaçlarının tamamının karşılanmasını gerekli görür. Bireyi Müslüman gayri Müslim, kadın erkek, yetişkin çocuk ve akıllı deli diye bir ayrıma tabi tutmadan temel ihtiyaçların tatmini için temin eder. Bu sebeple İslam, bu kapsamda insancıldır. 3)Rızkı elde etmek için insanların çalışmasını mubah/serbest kılar. Bu serbestiyette tüm bireylere eşit davranır ve her birinin servetten dilediği miktarda pay alması için yol açar. Ancak burada esas olan mülk edinme keyfiyetinde İslam’ın bireyleri şer-i hükümler ile kayıtlı tutmasıdır. Mesela herhangi bir birey, içki satarak, içki üreterek mülk edinemez. 4) İslam tüm ilişkilerde olduğu gibi fertler arasındaki ekonomik ilişkilerde de yüce değerlerin hâkimiyetine önem verir. Dikkat edilirse kapitalist iktisadi nizamda dağıtım merkezli bir siyaset yok. Üretim merkezli bir siyaset var. İslam’da ise dağıtım merkezli bir siyaset var. Çünkü İslam’ın iktisat nizamı insanların ihtiyaçlarını karşılamak için dağıtımı ölçü almıştır. Kapitalist iktisadi nizam ise servet sahiplerinin daha çok zengin olmasını sağlamak için üretimi ölçü almıştır. Peki, İslam üretmeden dağıtımı nasıl sağlayacak? Evet, işte kilit soru budur. Servetin dağıtımını İslami iktisadi siyasetin temel hedefi olarak belirlemiş olmak, üretimin artırılmaması ve ihmal edilmesi anlamına gelmez. Çünkü dağıtımın bizzat kendisi servetin geliştirilmesini gerektirecektir. Üstelik serveti artırmak veya geliştirmek her fert için zorunlu bir şeydir. Burada dikkat edilecek husus servetin geliştirilmesi ve üretimin artırılmasını iktisadi siyasetin hedefi haline getirmemektir. İktisadi nizamın temel hüküm ve kanunlarını üretimi geliştirmek esası üzerine kurmamaktır. Üretimin geliştirilmesi teknik ve iktisadi bilgiler ile geliştirilecek bir meseledir. Hatta bu bilgi ve teknolojiler her yerden alınabilir. Çünkü bu bilgiler ideolojik bakış açısı ile ilgili değil evrensel bilgilerdir. ABD’den, Avrupa’dan, Rusya’dan alı-

nabileceği gibi Çin’den de alınabilir. Esas olan bu bilgilerin şer-i hükümler ile çakışmamasıdır. Kapitalizmin dünyayı sömürdüğü bir zamanda, bahsettiğiniz İslam’ın iktisadi siyaset nizamı reel anlamda uygulanabilir mi? Müslümanlar olarak bizler 90 küsur yıldır İslam’ın hayata müteallik tüm nizamlarından uzak yaşıyoruz. Bununla beraber neredeyse bir asırdır kapitalist nizamların üzerimizde tatbik edildiğine şahit olduk. Dolayısıyla İslam’ın ekonomik sisteminin hayatta tatbik edildiği dönemleri görmediğimiz ve yaşamadığımız için bunların bugün real anlamda uygulanıp uygulanamayacağı konusunda kuşkular yaşıyoruz. Bu soruya iki şekilde cevap vermek doğru olur. Birincisi, İslam’ın hayatın tüm sorunlarına çözümler sunan nizamları vahiy kaynaklıdır. Allah yarattığı kulların hangi nizamlar çerçevesinde nasıl yaşayacağına dair bir din gönderdi. Bu dinin kanun ve nizamlarının zaman ve mekân ile sınırlı olduğunu söylemek Allah’ın yaratıcı olarak kulları hakkındaki tasarruf ve tasavvurunda şüpheye düşmektir. Dolayısıyla İslam, insanoğlu için bir fikir bir akide ile gelmiştir. Bu fikir, insan hayat ve kâinatı kuşatan, hayatın öncesi ve sonrasını da kuşatan ve bu hayatın öncesi ve sonrası ile insan arasında doğru bir ilişki kuran özelliktedir. İşte İslam akidesi ve insanlığın kalkınmasını sağlayacak fikir budur. Bu fikre sahip bir toplum ekonomik zenginlikleri ve servetleri kaybetse de, büyük ekonomik buhranlar yaşasa da yeniden bu sahip olduğu fikir ile o değerleri kazanabilir. Ama eğer bu fikirden yoksun ise vaziyet yaşadığımız bu asra benzer. İkincisi, İslam yeryüzünde tüm nizamları ile 13 asır boyunca uygulanmıştır. Bu durum reel bir gerçekliği ortaya koymaz mı? 13 asır boyunca büyük bir coğrafyaya hükmeden İslam’ın uygulamaya koyduğu ekonomik bir nizamı yok muydu? Vardı. O halde o günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Araçlar ve gereçler haricinde. İnsan aynı insan, İhtiyaçları da değişmedi aynı şekilde kaldı. Bugünden sonrada değişmeyecek. Çünkü insanın fıtratı değişmedi ki ihtiyaçları değişsin. Şimdi siz söyleyin, İslam’ın İktisadi nizamı reel anlamda uygulanabilir mi? Görmek ve yaşamak lazım. Değil mi?

Ocak’15 • 31


RÖPORTAJ İslam, Allah tarafından Rasul elçiliğinde yeryüzünde risaleti ve daveti taşınmış, toplum üzerinde nizamları uygulanmış bir dindir. Dolayısıyla hem İslam’ın tekrar yeniden hayata hâkim kılınması konusunda takip edilecek yol, hem de nizamların uygulanmasında örnek alınacak şeriat ile ilgili yöntemin adresi Rasul’dür. Dediğiniz şekilde olunca yani, İslam hayatta bir bütün olarak hükmedilince, iktisadi manada insanların hayatında refah ve yaşam seviyesi açısından ne gibi değişiklikler olacak? Öncelikle Allah’ın rahmet ve bereketi ile dünya yeniden buluşacak diyebiliriz. Çünkü yeryüzünü insanlığın hizmetine sunan ve İnsanlığı gönderdiği din ile karanlıktan felaha ve feraha kavuşturan Allah, İslam’ın hükümlerinin hayattan uzaklaştırılması ile kullarına gazaplandı. Yeniden İslami hayatın başlaması ile Allah kullarından razı olacak. Ve hem yeryüzü hem de gökyüzünün sakinleri İslam’ın hayattaki varlığından razı olacaklar. Allah Rasul’ü, Hilafet yönetimi ile İslam’ın yeniden hayata hâkim kılındığında nelerin olacağını bizlere nasıl haber veriyor: “…Sonra yeniden Nübüvvet metodu üzere Raşid-i Hilafet olacak, insanlar arasında Nebi’nin sünneti ile amel edilecek. İslam yeryüzünde komşularıyla buluşacak (ağırlığını koyacak), hem gökyüzünün sakinleri, hem de yeryüzünün sakinleri ondan razı olacak, gökyüzü indirmedik bir damla (yağmuru) bırakmayacak, yeryüzü bitirmedik hiçbir hayrını bereketini ve bitkisini bırakmayacaktır.” (Taberani) Somut manada iktisadi olarak Müslümanların ve tüm insanların hayatında neler değişecek? İnsanlar Allah’a kul olmanın gereğini yaptıklarında Allah’ın rahmeti yeryüzüne yağarsa somut olarak neler değişmez ki? En basit şekli ile şunu söyleyelim. Yeraltındaki tüm zenginlikler kapitalist devletlerin sömürgeci sermaye şirketlerinden kurtarılacak. Tüm bu yer altı kaynakları kamu mülkiyeti olarak halkın maslahatına sunulacak. 32 • Ocak’15

RÖPORTAJ Sanayi sektörü dâhil tüm iktisadi sektörlerde bugün petrolün ana katkı maddesi olarak kullanıldığını düşündüğümüzde nelerin değişebileceğini siz tahayyül edin. Bu toprakların altındaki zenginliği şu anda iki üç dev şirket sömürüyor. Bu zenginliği o toprakların yöneticileri masalarına konulmuş küçük kırıntılar ve koltuk karşılığında sömürgecilere peşkeş çekiyor. Tüm bu zengin kaynaklar bize ait olacak. Tarım ekonomisi gelişecek. Verimli olduğu halde devlet politikaları ile ekimi durdurulan bu topraklar yeniden tarıma elverişli hale gelecek. İslam iktisat nizamının uygulandığı bir toplumda iş ve işçi sorunları olmayacak. Dolayısıyla işsizlik diye bir durum ekonomik bir sorun olarak algılanmayacak. Çalışamayan durumda olanların asli temel ihtiyaçları devlet tarafından temin edilecek. Sağlık ve eğitim hizmetleri karşılıksız verilecek. Yer altı kaynaklarının, insanların ortak malı olduğundan bahsettiniz. Geçtiğimiz zamanlarda Soma’da 301 ve Ermenek’te 18 maden işçisi, çıkan yangında vefat ettiler. Bu kömür madeninin işletim hakkı özel bir şirkete tashih edilmişti. Madende gerçekleşen kazada ise şirketin ihmaller zinciri gündem olmuştu. Bu çerçevede Soma gibi kömür madenleri ve benzer yer altı madenlerinin İslami iktisattaki yeri nedir? Bakın buraya kadar İslami İktisadi siyaset ile kapitalist iktisadi siyasetin temel esasları hakkında bir ölçü ortaya koyduk. Kapitalizm üretimi artırmayı hedef ediniyorken İslam dağıtımı hedef ediniyordu. İşte Soma bu iki siyaseti somut olarak görmek için çok berrak bir resimdir. Soma’da biz ne gördük? Düşük iş gücü maliyeti ile daha fazla çalıştırarak (24 saat), zor şartlarda üretimin maksimum seviyede artırılması amaçlanıyordu. Bunu hangi gerekçe ile yaptılar? Üretim artarsa Milli gelir artacak. Üretim artarsa Soma halkının yaşam seviyesi artacak. Üretimi artırmak için daha çok kişi çalışacak ve daha çok kişi iş sahibi olacak ve gelir düzeyi artacak. Hepsi yalan. Üretim arttı. Şirket sahipleri servetlerine servet kattı. İşçiler ise aynı yoksulluk seviyesinde kaldılar. Geride bir de yetimler bıraktılar. İslami İktisat nizamının Soma’yı nasıl değerlendireceğine bakalım şimdi. Temel hedef, üretimi artırmak değil. Temel hedef servetin dağıtımıdır. Üretim servetin

dağıtımının yapılması için esasi kanun ve ölçü değildir. Üretim servetin dağıtımının içindeki bir parçadır sadece. Şimdi İslami iktisat siyasetinin madenlere nasıl bir nizam koyduğuna bakalım. İslam madenleri iki kısımda inceliyor. Birinci kısım, herhangi bir fert için çok büyük bir miktar sayılmayacak ve miktarı sınırlı olan madenlerdir. İkinci kısım ise tükenmeyecek kadar çok olan madenlerdir. Miktarı sınırlı olan madenler ferdi mülkiyete girer ve mülkiyeti kime ait ise o kişi tarafından işletilir. Miktarı sınırsız olan veya miktarı çok olan madenler tamamıyla kamu mülkiyetine girer. Hiçbir kişi veya şirket bu tür bir malı alamaz kullanamaz. Devlet kendi adına asla ve asla kamu mülkiyetine ait böyle bir malı kişi veya şirketlere tashih edemez veremez. Burada nakledilen şu hadisi zikretmek istiyorum: “Ebyad ibni Hammal Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip bir tuz bölgesinin kendisine verilmesini istemiş. Rasul’de bu teklifi kabul etmişti. Ebyad kalkıp gidince Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yanında bulunan şahıslardan biri “Ey Allah’ın Rasulü ona ne verdiğini biliyor musunuz? Ona kaynağı kesilmeyen bir su verdiniz. Bunun üzerine Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ‘Onu ondan geri alıyorum’ buyurdu.” Burada zikredilen su ifadesi suyun kaynağının kesilmemesi sebebiyledir. Yani burada Ebyad’a verilen tuz bölgesini kaynağı kesilmeyen suya benzetilmiştir. Soma ve Ermenek kömür madenleri de aynen bu hadiste ifade edilen kaynağı kesilmeyen su ve tuz bölgesi gibidir. Ama maalesef Soma kamu mülkiyeti olmasına özel bir şirkete tashih edilmiş ve resmen o şirkete sahibinin serveti haline getirilmiştir. Böyle olunca da o şirket kapitalist sömürge siyaseti gereği çalışanların çalışma şartlarını iyileştirmeyi dahi üretimin düşmesi için bir sebep saymıştır. Örneğin yaşam odalarının yapılması üretimi durdurmayı gerektireceği veya yavaşlatacağı için yapılmamış ve üretim artırımı hedeflenmişti. Sonuç ortada… Yaşadığımız dünyada muhatap olduğumuz ekonomik ve diğer tüm sorunlara İslami çözümler üretme konusunda ne gibi sıkıntılar yaşıyoruz? Öncelikle yaşadığımız bu dönemde sorunları üreten sistemin varlığını görmezden gelmemeliyiz. Yani İslam dışı sistem devamlı sorun üretiyor

ve dolayısıyla da insanoğlu sorunlar içerisinde çözümsüzlükle boğuşuyor. Müslümanlar ise sorunlara çözümler üretme konusunda doğru bir yöntem üzerinde yürümüyor. İnsanoğlunun muhakkak sorunları artacaktır. Zaman ilerledikçe yeni sorunlar ortaya çıkacaktır. Bu yeni sorunlara çözümler İslam müçtehitleri tarafından bulunacaktır. En önemli sorunlarımızdan birisi içtihat kapısının kapanmış olmasıdır. Dolayısıyla sorunlara çözüm üretebilmek için çözümün kaynağına dönüş gerçekleşmelidir. İslam akidesi tüm sorunlara çözümlerin çıktığı bir kaynaktır. Ancak bu kaynak bugün sadece ibadet ve ahlak için bir müracaat membaı olarak görülüyor. İslam hayatta tatbik keyfiyeti olan bir ideolojidir. Bu ideoloji tüm problemlerin ve sorunların çözümü için kendisinden fikirlerin fışkırdığı akli akidedir. Biz bugün bu ideolojiyi yeniden hayatta var etmek için çalışmalıyız. İslam’ın müntesipleri, dünya üzerinde bulundukları şu anki durumda hangi yolla, hangi yöntemle İslami çözümleri ve umdeleri tekrar hayata geçirebilirler? İslam, Allah tarafından Rasul elçiliğinde yeryüzünde risaleti ve daveti taşınmış, toplum üzerinde nizamları uygulanmış bir dindir. Dolayısıyla hem İslam’ın tekrar yeniden hayata hâkim kılınması konusunda takip edilecek yol, hem de nizamların uygulanmasında örnek alınacak şeriat ile ilgili yöntemin adresi Rasul’dür. Eğer, Allah Rasul’ü, Mekke’de İslami Devleti kurmak için çalışırken, müşrik otoritenin yönetimi paylaşma teklifine yanaşmışsa, biz sizin namazınıza karışmayalım, sizde bizim putlarımıza karışmayın denildiğinde onlara olur cevabı vermişse, biz de bugünkü küfür rejimlerinin bizlere sunduğu demokrasi, milli irade gibi tekliflere olur diyelim ve onlara yanaşalım. Eğer Allah Rasul’ü, Medine’de ilk İslam Devleti’ni kurduğunda Medine toplumu üzerinde İslam’ın nizamlarının bazılarını uygulamış, bazılarını da şartlar ve konjonktür gereği ertelemiş veya uygulamamışsa, bizde tedrici metod ile (aşama, aşama) İslam’ın nizamlarının uygulanacağına inanalım ve bu yönde çalışmalar yapalım. Kısacası Allah Rasulü’nün sünnetine dönüp bakalım. Ocak’15 • 33


ATÖLYE

ATÖLYE

YAZI DİZİSİ: 1

İSLAM DÜŞÜNCESİNE DAİR…

Kuran Nasıl Bir Kitaptır? Şükrü KABA

M

üslüman olmamızın gerekleri iman ettiğimiz değerlerde gizlidir. Bugün imanın şartı adı altında veya iman esasları içerisinde iman ettiğimiz esaslardan biri de kitaplara inanmak ve/veya iman etmektir. İman edilen değerlerin bizlerce bilinmesi ve anlaşılması çok önemlidir. Kitap hakkında konuşmak ve kitap hakkında fikir sunmak zor bir iştir. Hele bu kitap Allah’ın kitabı olursa iş daha fazla önem arz etmektedir. Bu yazımızda Kuran’ı Kerim kendisini nasıl tanıtmıştır? Bunun üzerinde durmaya çalışacağız. İslam düşüncesi üzerinde yoğunlaşan ihtilaflar bugün genelde kitap ile alakalıdır. Kitabın doğru tanımlanması onun ihtilaf üreten değil ihtilafları ortadan kaldıran kitap olduğu ortaya çıkaracaktır. Kuranı Kerim’de Şuara suresinin 192-196 ayetlerinde Kur’anı Kerim kendisini tanıtmaktadır. Ayetlerde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz, bu(ilahi mesaj) âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir; onunla mutlak güvenilirlik derecesinde olan vahiy inmiştir senin kalbine ki (ey Muhammed onunla) uyaran kimselerden olasın(ve çevrendekileri) apaçık Arap diliyle (uyarasın).Ve bu (mesaj, temel çizgileriyle),hiç şüphesiz, ilahi hikmetleri bildiren önceki kitaplarda da yer almaktadır.” Şuara suresi 192-196 ayetleri arasında geçen Kuran tanımının altı unsuru bulunmaktadır. • Kaynağı Allah’tır. • Vasıtası Cebrail’dir. • Muhatabı Hz. Peygamber ve onun kalbidir. • Gönderiliş gayesi uyaranlardan olmaktır. • Dili Arapçadır. • Önceki kitapları/sahifeleri de muhteva olarak kapsamaktadır. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilen Kuran kendisi ile insanları ve toplumu eğitmek ve ıslah etmek hedefine ve özelliğine sahiptir. Bunu Rab kelimesinin

34 • Ocak’15

kullanılmasından anlayabiliriz. Peygamberimize parça parça vahiy meleği vasıtasıyla indirilmiş bir kitaptır. Bu kısma kadar genelde tefsir literatüründe yapılan Kuran tanımlarında yer alan ifadelerdir. Bu literatürün yaptığı Kuran tanımlarından biri ise şu şekildedir: Cebrail vasıtasıyla, Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle teabbud olunan kendine has özelliklere ihtiva eden Allah kelamıdır. Bu tanıma baktığımızda üzerinde durmamız gereken ve dikkat çeken en önemli nokta tilavetiyle ibadet edilen kitap ifadesidir. Tilavetiyle ibadet edilen kitap anlayışı Kuran okumanın insanlar için yeterli olacağı anlayışını ortaya koymuştur. Okuduğumuz kitapla davet etme gibi bir sorumluluğumuz olduğunu bize yukarıdaki ayetlerde geçen ifadeler açıklamaktadır. “Uyaran kimselerden olasın diye…” ifadesi tam olarak buna işaret etmektedir. Burada tilavet kelimesine yüklediğimiz anlam insanların Kuran’la olan ilişkilerini bu zamana kadar bir şekilde şekillendirdi. Ancak tilavet kelimesi ne anlam ifade etmektedir? Tilavet; okumak, anlamak, hayatın merkezine koymak, yap dediğini yapmak yapma dediğini yapmamak için okunan bir kitaptır. Zaten Kuran’a uyarsak onun hükümleriyle hakkıyla ibadet etmiş oluruz. Peygamberimiz uyaranlardan olsun diye indirilen bu Kuran Arapça indirilmiştir. Kuran’ın Arapça olmasındaki gaye ise peygamberin görevi uyarmak ise bu uyarıyı kendi toplumunun anlayacağı dilden yapması gerekecektir. Ancak bugün Kuran’ın Arapça olması ile ilgili ayetler üzerinden farklı bir Kuran düşüncesi inşa edilmektedir. Bu ise Kuran’ın anlaşılamaz olduğunu ortaya koyan düşüncedir. Anlaşılsın diye apaçık Arapça bir kitap olarak indirilen Kuran Arapça olması yönünden anlaşılmazlığın konusu haline getirilmiştir. Kuran peygamber efendimiz özelinde özellikle kendi-

sini uyaran olarak belirlemiş, ardından bizleri kitapla hem uyaran hem de uyarılan kılmıştır. Hayattan ve anlaşılmaktan yoksun bırakılmış bir kitap nasıl olur da hayata hâkim olur? Arap diline yüklenen kutsal bir anlam yoktur. Çünkü böyle olursa sorumluluk yalnızca Arapça bilenlerle sınırlı kalırdı. Ancak bütün Müslümanların Kuran’la ilişkileri sorumluluk alanı ise bunun farkında olmak ve buna göre kitapla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Arapça, Kuran’ın anlaşılması noktasında tabii ki önem arz etmektedir ki bunu görmezden gelmemiz mümkün değildir. Ancak bu kitap eğer ibadetin konusu ise, hayatın ve hayat tarzının konusu ise ne olursa olsun Arapça bilsin bilmesin herkes bir şekilde vahiyden haberdar olmak zorundadır. Arap diline vakıf olmakla bilgilenmemiz, dilin inceliklerinin manaya delaletini ortaya koyma yolunda yapılan çalışmalar ulaşılmak istenen nihai hedefin üzerine set çekmemelidir. Nihai hedef cehalet karanlığını Kuran nuruyla ortadan kaldırmaktır. Bu Kur’an aydınlığını hayatına yansıtmak esas hedeftir. Bu hedefe ulaşmada Müslümanlar birbirinin yoluna taş koyan değil birbirine yol açan konumda olmalıdırlar. İslam düşüncesi adıyla bir konu ele alınırken genelde Peygamber efendimiz döneminden başlanarak bugüne varıncaya kadar ekoller, akımlar, mezhepler ve bunların ortaya koyduğu düşünceler ayrıntılarıyla ele alınmaktadır. Bu durum bazı problemlerin tarihsel arka planını bilmek adına önem arz eder. Ancak şunun farkına varmalıyız ki İslam düşüncesinin ilk başlangıç noktası vahiydir. Kuran’ı doğru bir şekilde tanımlamadığımız sürece inşa ettiğimiz düşünce hata vermeye boşluklar bırakmaya başlayacaktır. Hayatımızdaki boşlukları sahih bir İslam anlayışı doldurabilir. Peygamber efendimiz Haris b. A’ver’den rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyurmuştur: “Haris:

Birgün mescide uğradım. Baktım ki insanlar çeşitli olaylara dalmışlar. Hz. Ali’nin yanına girdim ve dedim ki: ey Ali insanlar dünyevi şeylere dalmışlar gidiyorlar. Hz. Ali şöyle dedi: Gerçekten böyle mi yapıyorlar? Haris: Evet aynen böyle yapıyorlar. Hz. Ali cevaben şöyle buyurmuştur: Ben Rasulullah’ın şöyle dediğini işittim ‘İlerde fitneler meydana gelecektir’. Hz. Ali dedi ki: ‘Ya Rasulallah bu fitnelerden çıkış yolu nasıldır? Peygamberimiz şöyle buyurdu: ’Allah’ın kitabı sayesinde sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki işlerin hükmü bu kitaptadır, hakikati ayrıntılı bir şekilde ortaya koyandır. Alay, lakırdı ve lüzumsuz bir söz değildir. Kim zorbalık yaparsa Allah onu perişan eder. Hidayeti Kuran dışında arayanları Allah saptırır. Kuran Allah’ın sapasağlam ipidir gerçeği hatırlatan ve her hükmü hikmetlerle dolu olan bir mesajdır. Dosdoğru yol kuranın anlattığı yoldur öyle bir kitaptır ki arzular onunla sapmaz, onu konuşan diller hakikati karıştırmazlar. Ondan konuşan âlimler hakikatten şaşmazlar. Bu öyle bir kitaptır ki okundukça eskimez. Kuran okundukça tazelenir. Kuran’ın incelikleri asla bitip tükenmez. Bunu söyleyen doğru söyler. Kuranın dediğini yapanlar ecir sahibi kılınırlar. Onunla hükmedenler adalet üzere olurlar. Kim Kuran’a davet ederse doğruya davet etmiş olur. Cinler bu kelamı işittiklerinde ‘İnsanları ve diğer varlıkları kurtuluşa çağıran acayip bir mesaj dinledik dediler. (Cin Suresi/1). Ey A’vel bu kelimeleri al ve hayatına tatbik et… KURANI HAYATIMIZA TATBİK EDEBİLMEYİ ALLAH NASİP EYLESİN… KAYNAKLAR 1. Prof.Dr İsmail CERRAHOĞLU (TEFSİR TARİHİ sayfa:13 Kuran Tanımı) 2. MUHAMMED ESED KURAN MESAJI (Şuara suresi 192-196) 3. Envârul Kur’an ders notları-MEHMET OKUYAN 4. HADİSİ ŞERİF (İmam Tirmîzî ‘SÜNEN’ Fedâilü’l-Kur’ân 14.BAB)

Ocak’15 • 35


ATÖLYE

ATÖLYE

TEVHİD ve TESLİM Kani POLAT Mehmet Niyazi Altuğ Anadolu Lisesi

’La ilahe illallah’’ dil ile söyleyip kalp ile ikrar edilerek bitecek bir süreç değildir. Bir yaşam mücadelesi bir kulluk gayesidir. Ruhun sağlık dairesi vücudun enerji merkezidir. İnandığın gibi yaşamak ve inandığın yolda feda etmektir. İnandığına teslim olmak, inandığın yapının bir neferi, inandığın yolun bir yolcusu, inancının bir parçası olmaktır. Önce ‘’La’’ ile bütün inandığın taptığın statüko ve yetki verdiğin her şerden vazgeçip silip yok sayarak ‘’ilahe’’ ile ancak, yalnız ve yalnız, bir tek ona ‘’illallah’’ ile bütün varlığımızı zekamızı ve malımızı kendimizin sandığımız, kendimize adadık-

36 • Ocak’15

larımızın onun yoluna sermek ve teslim olmaktır. Bizde her ne var ise onun kaynağının tek ve gerçek yegâne sebebi ve sahibinin Allah olduğunu bilmek onu hakkıyla tanımaya çalışıp bütün noksanlıklardan münezzeh olduğuna kanaat edip kulluk amacımızı hakkıyla yerine getirmektir. “Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.” Zariyat, 56 Tevhidin inşası şirkin imhası ile olur bu yüzden ilk önce her şeyden arınıyor ve yalnızca ona yöneliyoruz; ondan gayri her şeyi reddediyor yalnızca mabud yaratıcı ve kural korucu olarak onu tanıyoruz Allahtan başka hiç bir otoriteden hiç bir ideoloji ve evrensel kabul edilen esfel belgelere boyun eğmiyor ve Allah’tan başka kimseden emir almayacağımız ahdini veriyoruz. Tek yaratıcı kural koruyucunun Allah olduğunu bildiğimiz gibi her şeye Kadir olanın, her şeye gücünün yeteceğini bilip mütefail bir Müslüman

olarak, elbet çalışıldığı, gerekli gayret ve çaba gösterildiği zaman hakkın hakim kılındığı günlerin gelebileceğine inanan Müslümanlar olarak “Lla ilahe illallah’’ı böyle anlamalıyız, yoksa her düşümüzde her hayalimizde karşımıza Amerika veya başka herhangi bir güç çıkıyor, hayallerimizi engelliyor bizi ütopyamızda bile rahat bırakmıyor ise bizler onları mutlaklaştırmışızdır, bizler Allah’ın Kadir sıfatını anlayamayıp yapabileceğimiz gücümüzün yettiği şeylerden kaçınmışızdır. Her hamlemizde ve planımızda karşımıza geçim sıkıntısı çıkartıyor bahaneler peşinde koşuyorsak biz ‘’la ilahe illallah’’ı kalplerimize nakış edememiş, hayatımızda uygulayamamışızdır. “Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” Fatiha 1 Bizler övgümüzü yalnızca Allah’a yapar ve yalnızca onu yüceltiriz ‘’Partimizi-şeyhimizi-kavmimizi veya kutsal saydığımız aziz gördüğümüz kendilerini vesile olarak algıladıklarımıza değil’’ biz hamdımızı övgümüzü ve ibadetimizi yalnız Allah’a yapar bu hususta aramıza hiç bir kişiyi ve nesneyi koymaz ve böylece yalnız Allaha teslim oluruz. Seyyid Kutup ne kadar da güzel söylemiş ‘’O putlaştırılan şeyleri kaldırdığınızda arkasında onu put yapanın çıkarları olduğunu göreceksiniz.’’ diye Ali Şeriati’nin deyimiyle ‘’Dünya bizim yurdumuz değil, sürgünümüzdür.’’ Bizler ebedi

seçimimizi yapacağımız bu dünyada “Ey Adem oğulları! Siz şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Yasin 60) ayetiyle şeytanı kendimize apaçık bir düşman belleyip uysallaşma ve ılımlaşmaya mahal vermeden hakkın safında ‘’la ilahe illallah’’ buyruğunca yaşamalı, savaşmalı ve teslim olmayız ‘’Canların cananı uğrunda can vermeyi cana minnet saymalıyız.’’ Necip Fazıl Kısakürek “İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?” “Biz atalarımızı böyle bulduk, böyle yapıyordu onlar.” dediler. İbrahim dedi ki: “Bir düşünün! Neye kulluk ediyorsunuz?” “Siz ve geçmişteki atalarınız!” “Hiç şüphe yok ki, düzmece ilahlar benim düşmanlarımdır ve benim için, âlemlerin Rabbinden başka dost yoktur.’’ Şuara 72-78

Ocak’15 • 37


ATÖLYE

ATÖLYE

Uluslararası İlişkiler Üzerine M.Salih Demirtaş Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

U

luslararası ilişkileri insanlar arası ilişkilere benzetiyorum. İnsanlar arası ilişkilerde nasıl sempati, nefret, sevgi, öfke, kıskançlık, bağlılık varsa ulusların devletler veya örgütler aracılığıyla kurmuş olduğu ilişkiler de bu çizgidedir. Bu durumu az çok belirleyen şey ise milletlerin tarihsel tecrübeleri, kaderleri, savaşları ve barışlarıdır. Bunların hiçbiri mekanik bir ilişki içerisinde değildir. Teoriler ve bunun gibi mantıksal çıkarımlarla oluşan kuramlar işte bu arka planlar sayesinde şekillenir, ölçülür ve oluşturulur. Herkesin bir sabahı ve aydınlığı vardır. Bunu pozitivist düşüncenin bize vermiş olduğu umutla(!) değerlendirmeye çalıştığımızda sosyal bilimlerde insanın merkeze alınmasının sorunsal-

38 • Ocak’15

lığıyla karşı karşıyayız. Böyle olduğunda ise bu durum güçlülerin işine gelir ve onların güdümüne bırakılır. Küçük devletler ise bu oyuna gelerek ya da bunun farkında olup ona karşı gösterecek bir cesareti olmadığı için realite sahnesinden çekilerek kendi benliğini güçlü bir şekilde ifade edemeyecek ya da etmesinin önüne geçilmek için her türlü fırsat değerlendirilecektir. Eğer cesaret ederlerse bu büyükleri rahatsız eder ve devreye değerler üzerinden yapılan kelime oyunları sokulur; onu küçük düşürmeye, kendini beğenmiş olduğuna, heyecanlı bir politika izlediğine, insanları böldüğüne, ben dilini kullanarak ötekileştirmeye ve büyüklenmeye vs. dair kamuoyunu manipüle etmek için büyük söz sahibi abi

devletler bir savaş başlatırlar. Bu savaş kelimelerle yapılan bir savaş gibi. Tıpkı Musa’nın karşısına çıkan sihirbazlar gibi; sihirbazlar halkı oyalıyordu ve insanların gerçeği çıplak bir şekilde görmesini engelliyordu. Bu durum büyüklerin ve güçlülerin iktidarını sağlamlaştırıyor ve güya onların sağlamış olduğu refah ve özgürlük, beraberlik gibi boyalı kelimelerle insanların zihinlerini kontrol ediyor, bu durumdan kendileri faydalanıyor ve bu düzeni bozacak bir hamleyi birileri yaptığında onu insanların arasında huzuru bozan, onları bölen, dengeleri alt üst eden bir ayrımcı, bölücü olarak suçluyor ve bu yönde elindeki imkânları kullanarak insanlar üzerinden baskı kuruyor. Bunu öyle bir sinsilik ve düzenbazlıkla yapar ki, insanlara ben sizin iyiliğinizden başka ne istedim, sizin için hep iyiyi düşündüm, size refah ve güzel hayatlar sundum. Şimdi bütün bunlar dururken aramızdaki huzuru bozan kişilerin ne olacağı belirsiz söylemlerinin arkasından mı gideceksiniz. Tıpkı Firavunun söylemleri gibi değil mi, işte o ayetlerin ve tarihin günümüzdeki okumalarını yapmasaydık, okuduklarımız tarihin dehlizlerinde kaybolup giden dedikodular olmaz mıydı? Sorulması gereken soru şu: tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, uluslararası ilişkilerde sihirbazların göz bağlayıcı sihirlerini yutan hakikat asasının ne olduğudur. Bu sorunun cevabı acaba hayatımızın neresinde, gerçekten bu sorunun cevabını merak ediyorum. İşte o zaman saflar netleşecek ve her şey gün yüzüne çıkmış olacak. Tekrar başa dönersek eğer, uluslararası ilişkileri anlamın yolu bana göre insanlar arası ilişkileri, bu ilişkiler arasındaki olguları, dinamik değişkenleri iyi anlamaktan geçer. O zaman hiç bir şeyin göründüğü gibi masum olmadığını fark edeceğiz. Bunun için bir insanın kendisi bir “ben” olması gerekir. Eğer “ben” varsa bir şah-

Sorulması gereken soru şu: tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, uluslararası ilişkilerde sihirbazların göz bağlayıcı sihirlerini yutan hakikat asasının ne olduğudur. Bu sorunun cevabı acaba hayatımızın neresinde, gerçekten bu sorunun cevabını merak ediyorum. İşte o zaman saflar netleşecek ve her şey gün yüzüne çıkmış olacak. siyet vardır. Birçok insan bu durumdan rahatsız olabilir ama sen “sen” olmazsan diğerlerinin arasında onlar gibi biri olmak seni asla kendine ait bir şahsiyet kılmayacak. Bu büyük bir risktir. Fakat risk almadan hiç bir kalıcı zafer olmaz. O risk göze alınmalıdır; bunun için kendimize ve Mutlak Hakim ve Adl olan Allah’a olan güven o kadar kuvvetli olmalıdır ki, doğanın, tarihin ve toplumların da Allah’ın iradesiyle sana yardımları ulaşsın. Çünkü sen onların içinde yaşayan güçlü ve şuurlu bir şahsiyet, kuvvetli bir irade ve sağlam bir güven duygusuna sahipsin. Evet, aynı ulusların arasındaki ilişkiler de bu şekildedir. Öyleyse tahriklere, ihanetlere ve küfürlere hazır ol. Çünkü böyle olanların hayatında bunlar hep oluyor. Gene de bu almaya değer bir risk değil midir? Ocak’15 • 39


ATÖLYE

ATÖLYE

SOKAKTA YAŞAYAN EVSİZLERE DAİR Furkan GENÇOĞLU İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Lisans Öğrencisi

K

ış kapımıza geldi hatta kapıyı çaldı. Çoğumuz en yeni montlarımızı giydik, renkli berelerimizi kafalarımıza taktık, yün atkılarımızı boynumuza doladık, deri botlarımızı ayaklarımıza geçirdik ve “İnşallah bu sene kar çok yağar.” duasıyla sokaklarda dolaşıyoruz. Kış, bize sobanın üstünde kavrulan kestane nostaljisini, bol kahkahalı kartopu savaşlarını, okul tatil mi diye TV ekranlarının başında geçirdiğimiz zamanları hatırlatıyor. Fakat herkes maalesef bu kadar şanslı değil bu ülkede, bunu maalesef çoğu zaman unutuyoruz. Ama onlar her zaman kendilerini bizlere hatırlatıyorlar. Yine İstanbul’un muhtelif noktalarında bir parkta, bir havuz kenarında, bir bankın üstünde, bir caminin avlusunda, bir deponun önünde battaniyesine sarılmış uyumaya çalışan yüzlerce evsizi görüyoruz. Bazen ben de soğuk kış günlerinde sabah erkenden ellerimi ovuşturarak okula giderken Saraçhane Parkı’nda bankların üstünde yatanları görüyorum. İçim ürperiyor ve Allah’a hamd etmeye utanıyorum. Çünkü birilerinin çok kötü durumda olması karşısında onların elinden tutamayıp, iyi ki ben onlar gibi değilim diyerek Allah’a hamd etmenin gerçekten utanılacak bir şey olduğuna inanıyorum. Evet, bireysel olarak yapabileceklerimiz gerçekten çok az. Bir dürüm yaptırıp başuçlarına bırakıyoruz bazen. Bazen iki çift çorap alıp yanlarına koyup usulca uzaklaşıyoruz. Bu uzaklaşma aslında fıtratımızdan, özümüzden uzaklaşmamız.

40 • Ocak’15

Onlardan kaçarken aslında kendimizden, korkularımızdan kaçıyoruz. Facebook sayfalarımıza yavaş yavaş düşmeye başladı, sokakta yaşayan evsizleri belediyeye bildirme hatları. Alo bilmem neler falan. Geçen sene aradım zabıtayı sokakta titreyen bir dedeyi görünce. Gelmemek için kırk takla attılar. Sonradan öğrendim ki keşke aramasaymışım. Ne yapıyor belediyeler? Sokakta yaşayan insanları affedersiniz adeta köpek toplar gibi sokaklardan toplayıp spor salonlarına yığıyorlar ve hava ısınınca tekrar onları sokaklara bırakıyorlar. Fatih’te sokaklarda yaşayan birini Zeytinburnu’na götürüp ertesi gün kapı dışarı ettikleri için sokakta yaşayan insanlar çoğu zaman bu spor salonlarına gitmeyi kabul etmiyorlar ve o soğuk kış gecelerini sokakta geçirmeyi yeğliyorlar. Zaten sokaklarda yaşayan insanların psikolojik problemleri var. Çoğu zaman ekiplere haber verilse dahi yardım tekliflerini kabul etmiyorlar. Şu soruyu kendimize soralım lütfen. Bu uygulama insani midir? Bu uygulama bir çözüm müdür? Bu ülkede on iki yıldır hükümette olan, İslam’ın yönetimsel ilkelerini idarelerinde kendilerine referans aldıklarını fırsat buldukları her konuşmada ifade eden yöneticilerimize şu soruyu sormak lazım. Sizin yönettiğiniz bu ülkede, bu şehirde, bu ilçede sokaklarda yaşayan insanların dramını görüp, yıllardır köklü bir çözüm üretmeyip anlık hesaplarla günü kurtarmanın derdine düşmek bir yönetim

zafiyeti değil midir? Bu insanların bu halini düzeltmek “sosyal devlet” olduğunu iddia eden Türkiye Cumhuriyeti’nin makamlarının bir görevi değil midir? Bu ülkenin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ne iş yapar? Türkiye Cumhuriyet’i sokaklara düşmüş insanlarına kol kanat geremeyecek kadar aciz bir devlet midir? Halkın vergileriyle maaş alan, makamları doldurmaktan zevk alan, fakat aldığı zevki şevke dönüştürmeyip sefa sürmenin derdine düşen yetkilileri uyarıyorum. Sizin de her konuşmanızda ifade ettiğiniz gibi Allah var. Ahiret var ve hesap günü var. Hesap gününün azabından korkun. Artık inisiyatif alın ve sokakta yaşayan insanların sürekli olarak kalabilecekleri ve tedavi sürecine girebilecekleri ortamları hazırlayın. Bu insanlara öncelikle kendi kendilerini idare edebilecek düzeye gelene kadar sürekli barınabilecekleri ortamlar hazırlayın. Daha sonra psikolojik tedavi sürecine başlayın. Eğer aralarında madde bağımlıları varsa, onlara madde bağımlılığı tedavisi uygulayın. Bu mağdur insanlar ruhsal ve bedensel olarak normalleştikten sonra iş ve meslek edindirme noktasında ellerinden tutun. Kendi rızkını kendi çıkartabilecek hale gelene kadar bu insanlara kol kanat germeye devam edin. Kendi rızkını kendi çıkartabilecek hale geldikten sonra ise zaten bu insanlar kendi yuvalarını kurmak isteyecek, evlenmek veya evine dönmek isteyecektir. Topluma kazandırılmış olacaklar. Bir insanı daha bu dünyaya kazandırmak kadar kutsal ne olabilir? Bu vizyon, emek ve sabır isteyen bir süreç. Önce bu makamları dolduran yetkili ağabeylerimizin ve ablalarımızın bu yaşanan dramı kendilerine dert edinmeleri ve belli bir vizyonlarının olması lazım. Sonra mesailerinin hakkını vererek bu süreçte ortaya bir emek koymaları lazım. Ve daha sonra bu insanların normal yaşantılarına dönmeleri için onlarla dayanışmaları ve sabırla bu süreci takip etmeleri lazım. Takip edecek birimleri kurmaları lazım. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün sokaklardaki evsizleri barındırabilecek parası var. Bu mağdur insanları rehabilite edebilecek binlerce psikoloğu var, tedavi edebilecek binlerce doktoru var, iş ve meslek sahibi yapacak yüzlerce kurs merkezi var. Yani yağ var, un var, şeker var; peki neden helva yok? Çünkü dert yok. Ne zaman bu ülkede makamları dolduran idareciler garibin ve mazlumun derdiyle dertlenir, işte o zaman bu helva yapılır.

O makamlar ve o kullanımınız için sizlere tahsis edilmiş bütçeler emanettir. Mülkün asıl sahibi her namazınızda büyüklüğünü tesbih ettiğiniz Allah’tır. Öyleyse Allah’tan korkun ve emanete hıyanet etmeyin. Türkiye’de yaşayan ve mağdur olan insanların sıkıntılarını kendinize dert edinin. Bu ülkede sokakta yaşayan insanların olduğunu görüp hala rahatça makamlarınızda oturuyorsanız, kendinizi sorgulayın. Eğer Allah’tan gerçekten korkuyorsanız günü kurtarmanın derdine düşüp, sokakta kalmış, evsiz ve sefalet içinde yaşayan insanları havalar soğuyunca sokaktan toplayıp, havalar ısınınca sokağa geri göndermeyin. Köklü çözümler ve projeler üretin. Eğer derdiniz bitmiş, şevkiniz kırılmış ise, o makamları işgal etmeyi bırakın. “Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak ne harcarsanız o, anababa, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.’” Bakara/215 “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” Bakara/177 Ocak’15 • 41


ATÖLYE

ATÖLYE

E

YABAN DOMUZLARI ve Kudüs Senanur BUDAK

42 • Ocak’15

lhamdülillah Müslümanım. Dinimin gereklerini yaparım. Yaradanı sever, O’NUN hatırına yaratılana bakarım. Kulum. Şükretmek arzumdur. Lanet okumak ise kahrım. ALLAH’ a inandığım kadar O’nun merhametine ve kahır gücüne de inanırım. Peygamber’i ateşten koruyan RABBİM, POMPEİ’deki halkı da taşlaştırmıştır. Hz. Nuh’un sapıtmış ümmetini boğmuş, Yunus (a.s.)’ı balığın karnında yaşatmıştır. ALLAH her şeyi gören, duyan ve işitendir. Ben eminim ki bu kadar Müslüman halkın ahı yerde kalmayacaktır. Bu kadar zulmün sonu da hayır olmayacaktır. Ne mutlu KUDÜS ve Müslümanlar için canını hiç korkmadan ateşe atanlara! Ne mutlu onlar için konuşup dua edenlere! Ne mutlu onlar için gözyaşı dökenlere! Ne kadar anlarım bilmem… Belki de hiç anlamıyorum; inandığın din uğruna aşağılanmak, dövülmek, sövülmek şerefini. Ama çok iyi bildiğim bir şey var: HOŞ GELDİN CAHİLİYE DEVRİ.! İnsanlar daha övünedursun: “Teknoloji çağındayız, laik ve çağdaşız. Kültürlü, aynı zamanda hoşgörülüyüz.” Bunların hepsi safsata! Cahiliye devrinde bile hiç bir Yahudi Mescid-i aAksa ‘da bu kadar rezillik çıkartmadı. Hani sizin çağdaşlığınız, dinlere ve o dinin mensuplarına saygınız? Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetih ettiğinde kiliseye sığınan hiç bir insana zarar vermemiş, Ayasofya’dan başka hiç bir kiliseyi camiye çevirmemiştir. Elbet sabredeceğiz. Bu Kudüs’ün ve bizim sınavımız. Biz kurtuluşa ereceğimiz günü bekleyelim, o zalimler ve onlara destek veren yaban domuzları ise kahrolacakları günü... Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa›nın da dediği gibi “Son ere, son mermiye ve son damla

Ne mutlu KUDÜS ve Müslümanlar için canını hiç korkmadan ateşe atanlara! Ne mutlu onlar için konuşup dua edenlere! Ne mutlu onlar için gözyaşı dökenlere! kana dek!” ORAYI koruyacağız. Çünkü biz Müslümanız. Bizim arkamızda ALLAH var. O zamanında Kabe için nasıl ebabil kuşlarını gönderdiyse, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa için de zalimlere aynı eziyeti yaşatacaktır. Mescid-i Aksa’yı savunan insanların üzerine tazyikli lağım suları atan zihniyet, bilmiyor ki bizim için bu Efendimiz (s.a.v.)’in ter kokusu kadar mukaddes ve paha biçilmez bir hediyedir. Yazık ki aradan geçen bu kadar yıl bunları onların anlamasına yetmemiş. Biz özgürüz. Hiç aşağılanmadık. Biz hiç kısıtlanmadık. Çünkü buna hiç bir yaratılmışın gücü yetmez. Çünkü ALLAH buna izin vermez. İkinci Dünya Savaşı’nda insan haklarının gözetilmesi için kurulan ama bozuk bir atık fabrikasından farksız olan o kuruluşlar, kendilerinin ceza ve hüküm zamanları geldiğinde hiç kimsenin onlara yardım etmediklerini görüp yalvaracaklar. İşte o zaman kayıtsız kalan taraf biz olacağız. Çünkü bize verilen merhamet nehri onlara sıra geldiğinde kuruyacak! Herkes şunu bilsin: “Batı hangi maskesiyle Büyük Doğu’nun çocuklarını vurursa vursun biz savaşmaktan vazgeçmeyeceğiz.” Ta ki zafer bize nasip oluncaya kadar... Şu an içime hapsettiklerimi ifade etmem imkansız... Ancak bunları size yansıtabilirim Mehmet Akif İnan ve Mescid-i Aksa şiiriyle;

Mescid-i Aksa Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Varıp eşiğine alnını koydum Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu Gözlerim yollarda bekler dururum Nerde kardeşlerim diyordu bir ses İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin Unuttu mu bunu acaba herkes Burak dolanırdı yörelerimde Mi’raca yol veren hız üssü idim Bellidir kutsallığım şehir ismimden Her yana nur saçan bir kürsü idim Hani o günler ki binlerce mü’min Tek yürek halinde bana koşardı Hemşehrim nebi’ler yüzü hürmetine Cevaba erişen dualar vardı Şimdi kimsecikler varmaz yanıma Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım Rüzgarlar silemez gözyaşlarımı Çöllerde kayıp bir yetim vâhayım Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Götür müslümana selam diyordu Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslâm diyordu (Mehmet Akif İnan) Ocak’15 • 43


ATÖLYE

ATÖLYE AYETLERDE ‫ َمتَاع‬KELİMESİ 1. Âdem ve Eşi Kıssası

‫( َمتَاع‬Meta) Kelimesi Üzerine İsmail CEYLAN İlahiyat Fakültesi Lisans Öğrencisi

ُ َ‫فَا َ َزلَّهُ َما ال َّش ْيط‬ ‫ان َع ْنهَا فَا َ ْخ َر َجهُ َما ِم َّما َكانَا ٖفي ِه‬ ‫ْض‬ ُ ‫َوقُ ْلنَا ا ْهبِطُوا بَ ْع‬ ٍ ‫ض ُك ْم لِبَع‬ ٌ ‫ض ُم ْستَقَ ٌّر َو َمتَا‬ ‫ين‬ ٍ ‫ع اِ ٰلى ٖح‬ ِ ْ‫َع ُد ٌّو َولَ ُك ْم فِى ْالَر‬ “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek meta’ vardır, dedik.” (Bakara suresi 36. ayet) (A’raf suresi 24. ayet) 2. Boşanmış veya Kocası Ölmüş Kadın Hakkında

H

ayatın her safhasında her canlıya aynı imkânı veren, yaşatan (Rahman) ve hayatın sonunda yalnızca kendi emir ve yasaklarına uyanlara rahmetini esirgemeyecek olan, çalıştıran (Rahîm) Allah’ın adıyla/Allah’ın adına. O yüce Zat’ın içimizden seçtiği (bizden olan), O Zat’ın ilâhî emir ve yasaklarını bize bildirmesi, uygulamasını göstermesi için gönderilmiş olan ve bu görevi tam manasıyla yerine getirmiş olan Hz. Muhammed’e ve tüm peygamberlere salât (rahmet) ve selâm(selâmet) olsun. Yazımızın asıl maksadı Burhanettin Can Hoca ile yapılan sohbetlerde bir sunum iken daha sonrasında üzerine bir şeyler ekleyerek dergide yayınlanmasına karar kıldık. Meallerde ve tefsirlerde

farklı manalar verilen, bazılarınca direk Arapça karşılığı (meta’) ile geçiştirilen bir kelime üzerine elimizden geldiğince bir şeyler hazırlamaya çalıştık. Kelimeyi üç ana başlık içerisinde ele aldık; ayetlerde, meallerde ve lügatlarde ‫ َمتَاع‬kelimesi: a. Ayetlerde beş kısma gitme gereği duyduk çünkü bu bölümlerde kelime farklı manalarla anlamdırılmıştır. b. Meallerde beş kısımlandırmada bulunduk; verilen farklı manaları görmek için farklı meallerde kelimeyi inceledik. c. Lügat bahsinde ise sekiz lügatı yeterli bulduk. Bunların ikisi Türkçe-Arapça, altısı ise ArapçaArapçadır.

ٌ ‫ت َمتَا‬ َ‫ُوف َحقًّا َعلَى ْال ُمتَّ ٖقين‬ ِ ‫ع بِ ْال َم ْعر‬ ِ ‫َولِ ْل ُمطَلَّقَا‬ “Boşanmış kadınlar için, hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) meta’ vardır; bu, Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur.”

(Bakara suresi 241. ayet) (Bakara suresi 236. ayet), (Bakara suresi 240. ayet)

3. Dünya- Ahiret Nimetleri Farkları

ٌ ‫َمتَا‬ ‫س ْال ِمهَا ُد‬ َ ‫ع قَ ٖلي ٌل ثُ َّم َماْ ٰویهُ ْم َجهَنَّ ُم َوبِ ْئ‬ “Azıcık bir meta’dır o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âli Imrân suresi 197. ayet) (Âli Imrân suresi 14. ayet), (Âli Imrân suresi 185. ayet), (Nisa suresi 77. ayet), (Tevbe suresi 38. ayet), (Yûnus suresi 23. ayet), (Yûnus suresi 70. ayet), (Hûd suresi 3. ayet),(Ra’d suresi 26. ayet), (Nahl suresi 117. ayet), (Kasas suresi 60. ayet), (Kasas suresi 61. ayet), (Mü’min suresi 39. ayet), (Şûrâ suresi 36. ayet), (Zuhruf suresi 35. ayet), (Hadîd suresi 20. ayet)

4. Dünya Hayatı Hakkında

‫ص ْي ُد ْالبَحْ ِر َوطَ َعا ُمهُ َمتَاعًا لَ ُك ْم َولِل َّسيَّا َر ِة‬ َ ‫اُ ِح َّل لَ ُك ْم‬ ‫ص ْي ُد ْالبَ ِّر‬ َ ‫َو ُح ِّر َم َعلَ ْي ُك ْم‬ ّ ٰ ‫َما ُد ْمتُ ْم ُح ُر ًما َواتَّقُوا‬ َ‫للاَ الَّ ٖذى اِلَ ْي ِه تُحْ َشرُون‬ “Hem size hem de yolculara meta’ olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl 44 • Ocak’15

kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun. “ (Mâide suresi 96. ayet) - (Enbiyâ suresi 111. ayet), (Nûr suresi 29. ayet), (Ahzâb suresi 53. ayet), (Yâsîn suresi 44. ayet), (Vâkıa suresi 73. ayet), (Nâziât suresi 33. ayet), (Abese suresi 32. ayet) (Nahl suresi 80. ayet), (Ra’d suresi 17. ayet) 5. Yusuf Kıssası

ُ‫قَا َل َم َعا َذ هللاِ اَ ْن نَاْ ُخ َذ اِ َّل َم ْن َو َج ْدنَا َمتَا َعنَا ِع ْن َده‬ َ‫اِنَّـا اِ ًذا لَظَالِ ُمون‬ “Dedi ki: meta’mızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah’a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!” (Yûsuf suresi 79. ayet) (Yûsuf suresi 17. ayet), (Yûsuf suresi 65. ayet)

MEALLERDE ‫ َمتَاع‬KELİMESİ 1. Kur’an’ı Kerim ve Açıklamalı Meali (Diyanet Vakfı) Yaşamak, hediye cinsi, faydalanmak-fayda, menfaat sağlamak-geçici menfaat, bir miktar geçimgeçim vasıtası, eşya, ticaret malı, bir şey, geçici eğlence, istifade edilen şey. 2. Hak Dini Kur’an (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır) Nasip, borç, intifa hakkı, geçici fayda, zevk, geçimlik, yiyecek, geçinmek- geçindirmek, tat, yaşam, eşya, yük, değerli mal, yol azığı, ticaret malı, menfaat-geçici menfaat, bir şey, ihtiyaç, fayda. 3. Kur’an Mesajı (Muhammed Esed) Geçim sağlamak-geçim, tedarikte bulunmak, zevk, geçici tatmin, keyif ve rahatlık, rızık, geçim sağlayacak bir şeyler, haz ve doyum, tutunma, azık, mal, yitik, eşya- süs eşyası, avuntu, erteleme, kamusal amaçlarla kullanılan, bir şey, hayat, rahatlama vasıtası, beslenme.

Ocak’15 • 45


ATÖLYE

ŞİİR KÖŞESİ

Bizim bu çalışmamızın gayesi meta’ kelimesini kesin bir mana ile buluşturmak değildi. Biz bu çalışmamızda meallerde ve lügatlarda verilen farklı manaları açığa çıkarıp muhataba başka manaların da varlığını ve bunları da göz önünde bulundurarak kelimenin geçtiği ayetleri anlamaya çalışmasını amaçladık.

4. Fi Zilal-il Kuran (Seyyid Kutub) Geçim yeri, hediye, meta, geçim sağlamak, nimet, aldatıcı bir haz-haz, zevk, besin maddesi, yarar, yaşama-yaşatma, kullanım eşyası-eşya, mutluluk, bir şey, geçici mal. 5. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri (Süleyman Ateş) Yaşamak-yaşatmak, faydalandırma-fayda, geçim-geçimlik-geçinmek, zevk, yaşamak, yiyecek, yük, eşya, ticaret malı, bir şey. LÜGATLARDA ‫ َمتَاع‬KELİMESİ 1. Mu’cem (Kadir Güneş/Türkçe-Arapça) Mal, mülk, eşya, donanım, nesne, bilgi, malumat, geçici fayda, eğlence, haz, faydalanma, zevk alma. 2. El-Mevârid lit-Tüllâb (Mevlüt Sarı/TürkçeArapça) Fayda, satılık kumaş, alet, kendisinden faydalanılan yemek, ev eşyası. 3. Müfredat Elfâz’il-Kur’an (Râğıb el-İsfehâni/ Arapça-Arapça) Vakti uzayıp giden ya da zamanı uzun bir faydalanma. Boşanan kadına iddeti süresince faydalanması için verilen şeyler. 4. Kitab’ül-Ayn (Halil İbn Ahmed el-Ferâhidi/ Arapça-Arapça) Evin faydaları ve diğer ihtiyaçlar hususunda insanların faydalandığı şeydir, faydalanılan her şey. 46 • Ocak’15

5. Mu’cemu’l-Muhit (İbn Abbâd/Arapça-Arapça) Kendisiyle faydalanılan her bir şey, kendisiyle uzun süre faydalanılan şey, fayda. 6. Es-Sihâh fi’l-Lüğati’l-Cevheri(İsmail b. Hammad el-Cevheri/Arapça-Arapça) Faydalanmak. Nikâhtan faydalanma, hacdan faydalanma ve boşanmadan faydalanma kullanımlarında meta’(‫ ) َمتَاع‬kelimesi hacdan, nikâhtan ve talaktan faydalanmak manasına gelmektedir.

Benim de Canım Çok Sıkılıyor Muhammed Şamil

7. Tâcü’l-U’rus min Cevâhir’il-Kâmus (Seyyid Muhammed Mürteza Hüseyn ez-Zübeydi/ Arapça-Arapça) Fayda, kendisiyle faydalanılan şey. 8. Mü’cem’ül-Vesid (Arap Mısır Cumhuriyeti/ Arapça-Arapça) Kendisiyle faydalanılan her bir şey; yemek, evin esasları, ticaret eşyası ve mal gibi. Farklı meallerde ve farklı lügatlarda verilen manaların buluştuğu orta nokta meta’ kelimesinin uzun süreli olmasıyla beraber içerisinde izaleliği/ geçiciliği de barındırıyor olmasıdır. Meta’ kelimesi aynı zamanda kendisinden faydalanacak şey olarak da tanımlanabilir. Bizim bu çalışmamızın gayesi meta’ kelimesini kesin bir mana ile buluşturmak değildi. Biz bu çalışmamızda meallerde ve lügatlarda verilen farklı manaları açığa çıkarıp muhataba başka manaların da varlığını ve bunları da göz önünde bulundurarak kelimenin geçtiği ayetleri anlamaya çalışmasını amaçladık. Ves-Selâm.

Dertliler olarak o kadar sayımız azaldı ki. Ve üstüne üstlük teslim ettik tüm mevzileri. O çokbilmişler ele geçirdi bütün gazetelerimizi. Süper halkla ilişkiler ajanslarına çevirdiler köşelerini. Ama bizde andırgrand politbürolarda devrim yapılmıyormuş bunu öğrendik. Kafamıza vurdular, oyumuzu aldılar, ele geçirdik sistemi. Artık devlet biziz. Devlet biziz, milli istihbarat biziz, emniyet, silahlı kuvvetler biziz. Daha çok belediye, daha çok belediye almalıyız. Daha çok para lazım bize, daha güzel evler, daha güzel arabalar lazım. Güç ve iktidar bizim olmalı. Elbette bizim olacak. Sonra Tarkan’ı getireceğiz halk konserlerine. Bir buçuk milyon lira vereceğiz. Sokaklarda insanlar donarak ölecek. Biz politbürolardan kaçacağız, elitbürolara yerleşeceğiz. Göğü deleceğiz. İmar planlarımız, yoksul mahalleleri yok edecek. Yoksulları betondan tanrılara hapsedeceğiz. Yüz yirmi ay taksitle Yeryüzünde cenneti vaad edeceğiz.

Sonra, gelsin audi a sekizler. Hz. ömer bir siyer kahramanıymış meğer. Allah nimetlerini kullarının üzerinde görmek ister. Ulan yine ucuza gitti ayetler. İşçiye emeğini alnı kurumadan verin dediler bize. Bizimkiler gitti taşeron şirket sahibi oldu. Alıyorlar ihaleyi milyon liraya. Al sana işçi kardeşim, sekiz yüz lira. Demiştik ya ne kadar belediye, o kadar para. Zaten araya aracı koymak kadim geleneğimizdir. Önce Allah ile aramıza aracılar koyduk. Şimdi belediye ile işçinin arasında aracı olduk. Çünkü aracılığın iyi kazandırdığını biliyoruz. Biliyorsunuz, biz iyi biliriz. Burada işler kesat dostum Gazi Mustafa Kemal’in manevi şahsının huzurunda Anıtkabir özel defteri imzalıyoruz hala. Şimdilik bu kadar. Ben Yeni Türkiye’den bildiriyorum.

Ocak’15 • 47


ŞİİR KÖŞESİ

ŞİİR KÖŞESİ

Kelimeler Asım BEKİR

GÖRMESEM, DUYMASAM? İsmail Ceylan Gözlerimde bir sancı var bugün Açmasam, kapaklarını gözlerimin aralamasam Ayırmasam onları, bıraksam, görmesem… Görmesem Filistin’i, Suriye’yi Görmesem bebekleri alınlarındaki mermi izleriyle Görmesem anneleri ellerinde çocuklarının parçalarıyla Oğlu önünde yere serilen anneyi görmesem Üzerine köpek salınan babaları görmesem Tecavüze uğramış bacıları Ayağı kopmuş kardeşleri görmesem Herkesin olanlara seyirci kaldığını Herkesin kendi hayatına daldığını Görmesem olmaz mı anne?

48 • Ocak’15

Kulaklarım ağrıyor bugün Tıkasam kulaklarımı aralıksız Dinlemesem hiçbir şeyi, duymasam… Duymasam Filistin’i, Suriye’yi Duymasam seslerini üzerlerine bomba atılmış bebekleri Duymasam masum annelerin feryatlarını Duymasam saf, temiz bacımın çığlıklarını Duymasam babalara koşan mermi seslerini Herkesten yükselen sessizliği Herkesin Filistinsiz Suriyesiz ettiği duaları Duymasam olmaz mı anne? - Olmaz oğul. Hayır, olmaz. Gör ki amellerin kardeşlerin için şekillensin, Duy ki yaptıkların bu vurdumduymaz gidişi değiştiriversin.

Kelimeler... Kelimeler düştüğünde bir yağmur gibi ruy-ı zemine Doyum olmaz gönlün raksına o hoş neşeyle. Kelimeler dirildiğinde tüm istiyakıyla sathında İbrahim’in, Sarsılmaz bir halifesi oldu nev-i beşerin Ve yıkılmaz münadisi oldu devlet-i ilahiyyenin! Kelimeler! Kelimeler, ey dostum, ey İbrahim’in takipçisi Musa’nın asasında dirildiği gibi, Yutsun içindeki tüm sihirleri Ve inşirah etsin sathını şanlı nil gibi... Derken kutsal vadide işit Rabbin kelimelerini Sen, ey Musa’nın yol arkadaşı, İsa›nın ihanetsiz havarisi, Kelimelerdir; ölülerin ba’su ba’del mevti Tanrının kelimeleri düştüğünde yeryüzüne; Bazen Firavunu boğan su gibi, Bazense İbrahim’i yakmayan ateş gibi, İşte o zaman anlayacaksın hakikatin ta kendisini! Ey sessiz, ey örtüsüne bürünen, ey çağın öncüleri! Kalkın, kalkın ayağa Ve sarılın Onun kelimelerine İşitin Onun kelimelerini getiren meleklerini İşte Lokman›ın ölümsüzlük iksiri Ey dostum, unutma bunu ölmek için içmelisin...

Ocak’15 • 49


TERCÜME

TERCÜME

CAN KULAĞI KALB GÖZÜ 1 Mehmet Akif ERSOY Sadeleştiren: Fatih Kadir DEMİREL

ّ ‫بِس ِْم‬ ‫َّح ِيم‬ ِ ‫للاِ الرَّحْ َم ِن الر‬ ٌ‫َاويَة‬ ِ ‫فَ َكأَيِّن ِّمن قَرْ يَ ٍة أَ ْهلَ ْكنَاهَا َو ِه َي ظَالِ َمةٌ فَ ِه َي خ‬ ‫ُوشهَا َوبِ ْئ ٍر ُّم َعطَّلَ ٍة َوقَصْ ٍر َّم ِشي ٍد‬ ِ ‫َعلَى ُعر‬ َ‫ض فَتَ ُكونَ لَهُ ْم قُلُوبٌ يَ ْعقِلُون‬ ِ ْ‫أَفَلَ ْم يَ ِسيرُوا فِي ْالَر‬ ٌ ‫بِهَا أَوْ آ َذ‬ ‫صا ُر‬ َ ‫ان يَ ْس َمعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا َل تَ ْع َمى ْالَ ْب‬ 2 ‫ور‬ ِ ‫َولَ ِكن تَ ْع َمى ْالقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّ ُد‬

Tercümesi “Zulme daldıkları için helâk ettiğimiz ne yurtlar var ki: Üstü altına gelmiş yatıyor; ne kuyular var ki: Başında, ne yüksek kal’alar var ki: İçinde, kimseler yok! Acaba bunlar yeryüzünde hiç dolaşmıyor mu ki: Düşünecek kalbleri yahut görecek gözleri olsun? Şu hakikat iyi bilinmelidir ki: Gözler kör olmaz; lakin asıl göğüslerdeki kalbler kör olur.” Tefsir-i Şerif Bu iki âyet-i kerime :

‫يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا َربَّ ُك ْم إِ َّن ز َْل َزلَةَ السَّا َع ِة َش ْي ٌء‬ 3 ‫َظي ٌم‬ ِ ‫ع‬

Suretindeki tehdid-i mehib ile başlayan Hacc Suresi’ne mensubdur. Geçmişten ibret almak herkese lâzım. Kitâbullah’ın duygusuzlukla, görgüsüzlükle itham ettiği kimseler, doğrudan doğruya Mekke müşrikleri ise de; göçmüş milletlerin dâstân-ı 50 • Ocak’15

izmihlâlini, çökmüş memleketlerin lisân-ı hâlinden işitip ibret almak ihtiyacı her devrin, her tavırdaki insanları için pek tabiidir. Zira tarihin bir tekerrür-i dâimiden ibaret olduğuna, çünkü kanun-ı fıtratın asla değişmediğine yakin derecesinde bir itminan edinebilmek için, aynı hareketlerin aynı âkıbetler husule getirdiğini görmek, fakat gözle görmek, hem pek çok defalar görmek lazım gelir. Bu ise ancak ( ) fermân-ı ilâhisine imtisal ile kâbil olabilir. 4 Müslümanlar, önlerindekini görmüyor! Lâkin heyhat! Zamanımızdaki Müslümanlar, hatta dünyayı dolaşsalar, göreceklerinden ne öğrenecekler ki –Asr-ı Saadette yaşayan müşrikler gibi- biçârelerin asıl kalb gözleri alabildiğine kör! İşittiklerinden ne belleyecekler ki, zavallıların asıl can kulakları alabildiğine sağır! Hakikat öyle! İsterse her adım başında bin ibret-âmiz levha isterse her zerre-i mevcudun yüreğinden bin dehşet-engiz sayha yükselsin… Nazarlar için seçilmez bir karaltıdan başka görgü, kafalar için anlaşılmaz bir gürültüden başka duygu yok! Ya Rabbi, şu en elim hüsranlar, en vahim buhranlar içinde çalkanıp duran İslam’ın intibâhı için ta’mik-i nazar, tedkik-i haber devresi ebediyen gelmeyecek de, bu ümmetin uyanması sabâhı-ı mahşere mi kalacak? 4 Bir millet, bir vatan nasıl perişan olur?

Ey cemaat-i Müslimin, artık Allah için olsun uyanınız; kalp gözünüzü, can kulağınızı böyle sımsıkı kapamayınız! Bir millet ne hale geliyor da topraklara seriliyor; bir vatan nasıl oluyor da ayaklar altında kalıyor; bunu görünüz, anlayınız! Hâla mı duygusuzluk? Hâlâ mı görgüsüzlük? Etmeyiniz! Sonra şu başımızdaki felâket yok mu, işte ondan beterine, hem Allah göstermesin, bin kat beterine maruz kalacağız! O zaman, hayât-ı milletten eser kalmayacak; 5 O zaman nâmus-ı İslam büsbütün mahvolacak; O zaman haremserây-ı tevhidi en murdar ayaklar çiğneyecek ; O zaman şeriatın o mâsum nâsiyesi , küfrün mülevves eliyle yerlerde sürüklenecek! 6 Çocuklarımızın, torunlarımızın felâketi Haydi biz, duygusuz mahluklar, bu zilletlerin, bu rezaletlerin hepsine katlanalım; “Üç buçuk günlük hayatın ne değeri var!” diye kendimize teselli verelim de cemâdâtın bile dayamayacağı haybetler, hüsranlar içinde geberip gidelim! Lâkin çocuklarımızı, torunlarımızı düşünmeyecek miyiz? Her halkası bir batından teşekkül edecek o canlı silsile-i sefaletin kıyamete kadar lanetine hedef olmaya da katlanacak mıyız? 7 İlâhi huzurda ne yapacağız? Haydi buna da aldırmayalım, buna da katlanalım! Heyhat! Şu “üç günlük!” hayatın arkasında bitmez tükenmez bir hayat var ki bu gidişle o, bizim için namütenahi bir devre-i azabdan başka

bir şey olmayacak! Acaba orada ne yapacağız? Dünyada iken hayat-ı şeriatı, namus-ı milleti bile bile heder eden biz sefiller, huzur-ı ilahiye hangi yüzümüzle çıkacağız? Ey cemaat-i Müslimin, görüyorsunuz ki duracak zaman değil: Çünkü zaman durmuyor! Haydi, bakalım, hüsran-ı mübinden kurtularak yaşamak, İslam’ı da yaşatmak istiyorsanız durmayınız.

ْ ‫وا ا ْست َِجيب‬ ْ ُ‫يَا أَ ُّيهَا الَّ ِذينَ آ َمن‬ ‫ُول إِ َذا‬ ِ ‫ُوا ِ ّلِ َولِل َّرس‬ ْ ‫َدعَا ُكم لِ َما يُحْ يِي ُك ْم َوا ْعلَ ُم‬ ّ ‫وا أَ َّن‬ ‫للاَ يَحُو ُل بَ ْينَ ْال َمرْ ِء‬ 8 َ‫َوقَ ْلبِ ِه َوأَنَّهُ إِلَ ْي ِه تُحْ َشرُون‬

1. SR, 26 Aralık 1912/13 Kânunievvel 1328 – 16 Muharrem 1331,c.9-2,aded 224-42,s.277-278. 2. Hacc Suresi,45-46 âyetler. 3. Hacc Suresi,1.Ayet. Meâli : “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!” 4. Akif Bey’in, İslâm ülkelerinin perişanlığını ve başına gelen felâketleri saydığı birkaç yer için bkz.Safahat, 2.kitap, Süleymaniye Kürsüsünde, s.146-172;3.kitap, Hakkın sesleri(bkz. Manzum Tefsirler);4.kitap. Fâtih Kürsüsünde, s.226-229,238240,243-246,249-260;5.kitap, Hâtıralar, 293-295,301-306,311; 6. kitap Asım, s.335-338,340-341.354.369-370,381-384,392393,403;7. kitap, Gölgeler, s.411,415-416,471-474(Sanatkâr). 5. Bkz. Manzum Tefsirler… 6. Manzum Tefsirden : “Son ders-i felâket ne demektir? Şu demektir./ Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir !” 6. Safahat, 2.ve 4. kitapların sonundaki dualara ve 5. Manzum Tefsir’e bkz. 7. Akif Bey, 5. kitaptaki “Uyan” şiirinde (s.265-266) ve “Çanakkale’de savaşan gazilere” hitap ettiği mısralarda (s.304305) bu endişeyi dile getirmiştir. 8. Enfal Suresi, 24. âyet. Meali: ” Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” Mukayeseli okuma imkanı için Merhum Üstad Mehmed Akif Ersoy›un yukarıdaki yazısının Sebilürreşad’daki orjinal nüshası: Not: Konu başlıkları ve dipnotlar M. Ertuğrul Düzdağ hocamızın ‹Mehmed Akif Ersoy: Tefsir Yazıları ve Vaazlar ‹ eserinden iktibas olunmuştur. Çalışmamızın daha sonraki süreçlerinde kelime ve terkip sözlükleri eklenecek ve ilave yazılar eklenecektir. Bilginize. -Fatih Kadir Demirel

Ocak’15 • 51


MEDYA

MEDYA

Basından Yansıyanlar Beddua seansları bitti, Kerbela mersiyesi verelim: “Medet ya mazlum Hüseyin!” Prof. Dr. Mustafa Öztürk Star Açık Görüş – 03.01.2015

B

ugünün Türkiye’sinde Hz. Hüseyin ve Yezid’i kim temsil ediyor meselesi bir tarafa, söz konusu şahsın referans kullanma ve argüman oluşturma tarzı ahlâkîlik, ilmîlik, ilkelilik, dürüstlük, tutarlılık gibi hiçbir müspet özellik taşımamakta, bilakis gerek müntesibi olduğu hareketin başındaki kişinin, gerek onun sıkı takipçilerinin her zaman ve zeminde yapageldikleri üzere, “hedefe ulaştıracak her türlü yola girip çıkmak mubahtır” anlayışını fiilî temsilde Makyavelizme rahmet okutturmaktadır. Zira Fethullah Gülen ve müntesiplerinin genelde Şia ve Şiîliğe, özelde Aleviler ve Aleviliğe hiç sıcak bakmadıkları, aksine öteden beri İslam’ın belki de en dar Sünnî yorumuna sahip çıktıkları hemen herkesin malumudur. Gülen hareketinin son yıllarda Alevilerle yakından ilgilenmesi Alevi din ve İslam anlayışını onama veya bu kültürün çocuklarını bağrına basma gibi bir saikle değil, tıpkı dinlerarası diyalog meselesinde olduğu gibi, kendilerine alan açma veya nüfuzlarını her alana yayma projesinin bir aracı olarak görme ve bu uğurda bütün her şeyi basit bir nesne gibi kullanma stratejisiyle ilgilidir. Zira Said Nursi’nin Kürt olduğunu öğrenince buna hayıflandığına ve bu yüzden onunla vicahen tanışamadığına

52 • Ocak’15

dair yaygın söylentilerin de ima/ işaret ettiği gibi çok tahammülsüz ve dar kalıplı bir karakter ve kişiliğe sahip olan Gülen’in yıllar yılı savunduğu sözde sıkı gelenekçi Sünnî İslam anlayışında en azından heterodoksiye tekabül eden Aleviliğe kelâmî-itikadi açıdan hüsnü nazarla bakması ihtimal dâhilinde değildir. Kaldı ki bu zatın ve İlahiyat akademyasındaki temsilcilerinin dinî alanda geleneksel kabullere aykırı her yeni görüş ve yoruma ne denli mesafeli durdukları gayet iyi bilinmektedir. Meseleyi daha iyi kavramak için Yeni Ümit dergisinin Tarihsellik konulu elli sekizinci sayısındaki makalelere bakılabilir. Bu sebeple, Gülen ve hareketindeki sıkı gelenekçi kalın kabuğun bir anda kırılıp bertaraf olması pek olası değildir. ***

Mehmet Akif Hindikuş Dağları’nda İsmail Kılıçarslan Yeni Şafak- 27.12.2014

B

ir ‘çölleşmeyle mücadele programı’ başlatabilmenin yegâne yolu kendi suyuna, kendi ağacına, kendi güneşine ve kendi ekim-dikim bilgine güvenmekle olur. Niçin böyledir bu? Şundan: Memleketin havasına, suyuna, ağacına güvenen bir şair olarak Akif, Tacettin Dergahı’nın duvarına İstiklal Marşı’nı yazdığı gün, Anadolu halklarının yenilmeyeceği, bu savaşı kaybetmeyeceği belli olmuştur. Bugün Hindikuş Dağları’nda, Halep’te, Bağdat’ta, Peşaver’de yeteri kadar Pennsylvania çamı

mevcutludur. Çölleşmeyi iki taraftan pompalayan bahçıvanlar da vardır. Bize lazım gelen, kendi çınarını kendisi dikebilecek adamlardır. Akif’in İstiklal Marşı, İslam âleminin aradığı çınarın ta kendisidir: ‘Rûhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli; Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli! Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.’ Ne diyordu Platini: ‘Bu Akif sporcu bir insanmış hafız. Tuttuğunu deviren bir pehlivanmış. Yiğitliği cüssede zanneden Akif’e bakıp utansın bence.’ ***

Sol ütopya yaşıyor mu? Akif Emre Yeni Şafak- 06.01.2015

B

ugün Sosyalizm ve Solculuk adına siyaseti ve fikir hayatını şekillendirmek isteyen yönelimlerde iki ortak özellik öne çıkıyor: İlki, Sosyalist de olsa Sol adına çıkanların Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin kuruluşu aşamasındaki üç ana damara bağlı köklerine dönüşü. Gerek mülkiyet ilişkileri gerek siyasal sistem arayışı bakımından ne kadar devrimci olursa olsun Sosyalizm adına çıkanların Kemalizm özlemleri nüksetmesi tesadüf değil. Zaten Türkiye’de Sol büyük ölçüde iktidar muhafazakârlığı şeklinde tecelli ettiğinden otoriteye başkaldıran, özgürlükçü, sınıfsal söylemleri olan bir dil bir anda terkedilmiş görü-

nüyor. En azından reel politik düzlemde böyle... İkinci olarak öne çıkan özellik; neo-liberal Sola evrilen, Sosyalist toplum projesine hala bağlı olduğunu savunan tüm renkleriyle Sol ve Sosyalist hareketler artık inşa edici bir tekliften çok kimlik siyaseti ile kendilerini var kılıyor olmalarıdır. Cumhuriyetin kurucu felsefesini yeniden keşfeden, bu anlamda Kemalizm’le sorunu olmayan, hatta kurucu felsefeyi Sol olarak benimseyen bir Marksist yorum yerlilik iddiasıyla yaldızlanabiliyor. Bügünden bakınca sahip olduğu insan ve beyin malzemesine rağmen sürekli tekrarladıkları Marksist ütopyaya rağmen teklif sunamayan okumuş kitleden başka bir şey kalmıyor elde. Müslümanlara karşı jakoben, Kürt milliyetçilerine karşı halkçı, Türkçülere karşı azınlıklardan yana ama Ortadoğu’yu birleştirmekten dem vuran bir dil! Kemalist köklerini keşfeden bir Sol düşünce, dayatmacı Batılılaşma ve modernleşmeyle sorunu olmadığı gibi Müslümanların değerleriyle barışması da muhal görünüyor. Sergilenen geçici hoşgörü gösterisi sona ermiş, perde kapanmış. ***

Kuveyt’te gazetecilik yapmanın keyfi üzerine… Yıldıray Oğur Türkiye- 02.01.2015

T

ürkiye’de günlük 38 ulusal gazete çıkıyor. Bu sayı Almanya’da 15, İngiltere’de 20. 38 ulusal gazetenin 3’ü spor gazetesi. Gerisi politika ağırlıklı gazeteler. Bu 38 günlük ulusal gazeteden 21’i AKP hükümetine ve Erdoğan’a muhalif gazeteler. 38 gazetenin toplam tirajı 4 milyon 700 bin. Bu tirajın 3 milyonu yine muhalif gazetelerde. En

çok satan 5 gazeteden 4’i yine muhalif gazete (Zaman, Posta, Hürriyet, Sözcü) Aslında bazı gazetelerin durumunu muhaliflik kelimesi bile tam olarak ifade etmiyor. Muhalif gazetelerden bir kısmı Erdoğan’a her gün ön adı olan Tayyip diye hitap eden başlıklarla çıkıyor. 344 bin satan Sözcü gazetesi örneğin, her gün içinde Tayyip ve dönüşümlü olarak “hırsız, katil, şeriatçı, IŞİD’çi ya da diktatör” kelimelerinin geçtiği manşetlerle çıkıyor. Bu 38 ulusal gazetede 1000’e yakın profesyonel köşe yazarı var. Dünyada çok örneği olmayabilir. Her gün bu yazarlardan en az 400’ünün köşe yazıları gazetelerde yayınlanıyor. Bunlardan en az 200’ü siyasi yazılar. Ve bu köşe yazarlarının üçte iki’si de hükümete muhalif köşe yazarları. Yine muhaliflik kelimesi yetersiz kaldığı bir yerdeyiz. Mesela ülkenin en çok okunan köşe yazarı bir seferinde Erdoğan’a “Mezarına tükürülmesin diye polis bekleyecek başına” diye bile yazdı. Bu köşe yazılarında her gün en az 20 köşede Erdoğan’dan ve hükümetten “Hırsız, katil, faşist, diktatör, ruh hastası, tedavi ihtiyacı var, cahil” gibi ifadelerle bahsedilmesi ise artık rutin. O yazılardan birini Türkiye’den medyanın daha özgür olduğu Kuveyt’te yazacak bir yazarın akıbeti Basra Körfezi’ndeki petrol akıntılarından birinde çırpınan bir karabataktan daha farklı olmaz herhalde… ***

Hayır, Bu Cinayetleri İşleten Benim Dinim Değil!

Selahattin Eş Çakırgil 20.12.2015- Haksözhaber

U

nutmayalım, bu cinayetler, bu katliâmlar asla ve kat’â, bizim dinimizin emri olmadığı gibi, bu gibi yöntemlere cevaz da vermez,

İslam.. Ayrıca yine hatırlanmalı ki, Allah’u Tealâ, nice hayvanlara bile, başka cinsten hayvanların yavrularını bile yememek özelliği vermiştir ki, herhalde bunun hikmetlerinden birisi de hayatın devamını sağlamak olsa gerek.. Ve yine unutmayalım ki, kendimizi müslüman olarak nitelediğimiz müddetçe, yüzde yüz kendi şahsî hatalarımızdan kaynaklanan yanlışlarımız, hata veya suçlarımız, sadece şahıslarımızın değil, bütün müslümanların, bütün İslam Milleti’nin ve İslam’ın hesabına yazılacaktır. Halbuki, benim dinim olan İslam, bu gibi cinayetlerin işlemesine asla izin vermez. İslam bize savaşlarda takib edilecek yol haritasını veriyor, savaş ahlâkının kurallarını veriyor. Çocuklara, kadınlara, yaşlılara, savunmasız insanlara ve mâbedlere saldırılamıyacağını; savaş olduğu zaman saldırgandan daha şiddetli mukabelede bulunulmaması, barış istendiğinde savaşın sürdürülmemesi gerektiğini bildiriyor. Ancak bu net gerçeği, bu eli kanlı, gözü dönmüş ve amma, dillerinden Allah lafzını düşürmeyen kimselere nasıl anlatmalı ki, yüzlerce yavrucuğu bile gözlerini kırpmadan, ilkel bir intikam duygusuyla delik-deşik edebiliyorlar? Freedom House’a göre Türkiye’de medya özgürlüğü Kuveyt’ten bile geri durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütüne göre ise Türkiye 180 ülke içinde 154’üncü sırada. Irak’ta, Etiyopya’da bile medyanın durumu Türkiye’den daha iyi. CPJ’nin listesinde ise Türkiye en kötü 10. ülke. Erdoğan’a göre ise Türkiye dünyada gazetecilerin en özgür olduğu ülke. Gerçek ne peki? Gelin biraz rakamlara bakalım. Ocak’15 • 53


MEDYA Ey İman Edenler! Nereye Gidiyorsunuz? Prof. Dr. Burhanettin Can Milli Gazete – 02.01.2015 “Nereye gidiyorsunuz?” sorusu, Kur’an’ın çağrısı ve Kur’an’ın öngördüğü ve Allah’ın emrettiği hayat tarzı ortada varken, çağrıya uygun olmayan tüm düşünce, tutum, tavır ve davranışın sorgulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda genel olarak Türkiye’nin özel olarak da dini hassasiyeti yüksek olanların, nereye doğru gittiklerini sorgulaması gerekmektedir: Sigara, alkol, uyuşturucu ve fuhşun 10-12 yaş düzeyine indiği bir Türkiye, nereye yelken açıp gitmektedir? Gökdelenleri ile komşulukların öldürüldüğü, cami ve minareleri ile İslam diyarı diye seslenen şehirlerin siluetlerinin yok edildiği bir Türkiye, nereye gitmektedir? 1+1, 1+2 ev politikaları ile geniş ailenin parçalanıp çekirdek aileye dönüştürüldüğü, akrabalık ilişkilerinin çözülmeye başladığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? İstanbul’un tarihi yarım adasını, otelleştirip turistleştirerek, evsizleştiren, camilerini cemaatsiz bırakan bir Türkiye, nereye gitmektedir? Kreş ve huzur evlerini çoğaltan bir Türkiye, nereye gitmektedir? Rantiyenin, rüşvet ve yolsuzluğun doğallaştırıldığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Cinsiyet farklılığının ortadan kaldırılmak istendiği, Eşcinselliğin doğallaştırıldığı, aldatmanın, gayrı meşru çocuk meydana getirilmesinin normalleştirildiği ve zinanın suç olmaktan çıkarıldığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Genç kız ve erkeklerin aynı evde yaşadıkları bir Türkiye, nereye gitmektedir? 54 • Ocak’15

ETKİNLİK İnsanlarının birbirine güvenmediği, güven duygusunun her geçen gün aşındırıldığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Boşanmaların arttığı ve doğallaştığı, aile reisliğinin kalktığı, evlerin arenaya ve otele döndürülmek istendiği bir Türkiye, nereye yol almaktadır? Etnik, mezhepsel, sınıfsal ve cemaatsel olarak kamplaşan bir Türkiye, nereye gitmektedir? Zenginleşen dindarlarının (!) surlarla çevrili mekânlarda yaşadığı, kibir abidesine döndüğü, müstağnileşmeye doğru hızla yol aldığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Cuma, bayram namazlarında camileri tıklım tıklım olan, dindarlığı ile muhtevası uyuşmayan bir insan unsurunun her geçen gün sayısının arttığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Tüketen, tüketim toplumuna dönüşen, kredi kartları ile borçlandırılarak yaşatılan bir toplumun inşa edildiği bir Türkiye, nereye gitmektedir? İnsanların yatak odalarına, banyolarına, mahremlerine girerek her şeyi kasetlere çeken, otellerini güvenli olmaktan çıkaran bir Türkiye, nereye gitmektedir? Önünde engel gördüğü herkesi karalayan, ona tuzak kuran bir bürokrasiye, bir insan unsuruna sahip bir Türkiye, nereye gitmektedir? Muhatabını, rakip gördüğü kimseyi saf dışı bırakabilmek için her türlü iftirayı atan ve her türlü tuzağı kuran/kurmak isteyen kifayetsiz muhterislerinin sayısının her geçen arttığı bir Türkiye, nereye gitmektedir? Her türlü kötülüğün kaynağı olarak önce “Müslümanları” sonra “Ergenekoncuları” sonra da “Paralele Yapıyı” gören ve her taşın altında bunları arayan bir Türkiye, nereye gitmektedir?

Her türlü kötülüğün kaynağı görülen, her taşın altında suçlu ve günahkâr olarak aranan Ergenekon’u, aklayan, sütten çıkmış ak kaşık yapmaya çalışan bir Türkiye, nereye yol almaktadır? Yılbaşlarına alkol, kumar ve dansözle giren bir Türkiye, nereye gitmektedir? Sokaklarında “Namaz kılan hırsızlar”, “Namaz kılan hainler” diye bağırılan bir Türkiye nereye gitmektedir? “Hırsızız ama dinsiz değiliz”, “hırsızız ama hain değiliz”, “bal tutan parmağını yalar”, “çalıyorlar ama yapıyorlar, yapmadan çalanlar gibi değiller” savunma refleksini geliştiren Müslümanlar, nereye yol aldıklarının farkında mıdırlar? Ne söylediklerinin farkında mıdırlar? Müslümanlar ne yapmak istemektedir? Hucurat süresinin 9. ayetinin gereğini yapması gereken hak, hukuk, adalet aramadan, futbol takımı tutar gibi taraf tutarak yangına benzin sıkan Müslümanlar/camialar nereye yelken açmaktadırlar? “İman edenlere karşı kalbimizde kin bırakma” (59 Haşır 10) diye dua yapmayı emreden bir Kitab’a mensup Müslümanlar, etraflarına kin, nefret ve düşmanlık yayarak nereye gittiklerinin farkında mıdırlar? “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın” (5 Maide 8) diyen bir Kitabın mensupları, bunun tam zıddını yaptıklarının farkında mıdırlar? Allah’ın ayetlerinin bir kısmını oyun eğlence konusu edindiklerinin farkında mıdırlar? Böyle yapmakla nereye gitmek istemektedirler? Peygamberi stadyumlara getirip gezdirten Müslümanlar (!), nereye gitmektedirler? İsrail’i “otorite” olarak tanıyıp ondan izin almayı meşru gören, “ABD ve İsrail’i kullandıklarını” söyleyip onları savunan Müslümanlar, nereye gitmektedirler?

Isparta Genç Öncüler Sabah Namazında Buluştu

Müslüman gençler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları, Mısır’ın tutuklu bulunan seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye destek vermek için sabah namazı sonrası bir araya geldi.

M

ısır’ın tutuklu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin serbest bırakılması için 41 şehirde eş zamanlı olarak yapılan gösterilere Isparta’dan da destek verildi. Sabah namazı sonrası Eski Özel İdare Binası arazisinde toplanan üniversite öğrencileri adına bir açıklama yapan Mehmet ÖZEK, Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin zindana atılmasının batının demokrasi, eşitlik ve özgürlük söylemlerinin ne kadar sahte olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiğini söyledi. ÖZEK, “Mısır halkının oyları ile Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi 2013 yılının Temmuz ayında yapılan askeri darbe sonucu Sisi yönetimi tarafından zindana atılmıştı. Başta ABD olmak üzere Batılı devletin desteğiyle gerçekleşen bu darbe Batı’nın demokrasi, özgürlük ve eşitlik söylemlerinin ne kadar sahte ve anlamsız olduğunu da bütün dünyaya gösterdi. Mursi’nin devrilmesi için Sisi’ye destek yarışına giren Suud, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletler ise Alem-i İslam’ın hangi zihniyete sahip yöneticiler tarafından yönetildiğini ortaya koydu.

Bizler Türkiye’nin 40’a yakın ilinde sabahın bu saatinde bir araya gelen Türkiyeli gençler olarak başta Cumhurbaşkanı Mursi olmak üzere Mısır’ın kahraman devrimcileriyle gurur duyuyoruz. Artık Alem-i İslam’ın geleceği, kaderi ortaktır. Kudüs’ün, Kahire’nin, Şam’ın Şerif’in geleceği aynı zamanda İstanbul’un, Konya’nın, Diyarbakır’ın da geleceğidir. İçinde bulunduğumuz bu durumdan hep birlikte, saflarımızı sıklaştırarak, yeniden kardeş olarak çıkmaktan başka da yolumuz yoktur. Biz gücün, zorbalığın hakim olduğu bir dünya değil; adaletin, barışın, kardeşliğin hakim olduğu bir dünya istiyoruz. Bunun tek yolu da İslam’ın diriltici nefesidir ve bugün dünya her zamandan daha çok bu nefese, ruha muhtaçtır. Alem-i İslam’ın dört bir tarafını kaplayan bu kara bulutlar mutlaka bir gün dağılacak ve Müslümanlar da dünyadaki diğer insanlar gibi hür bir şekilde yaşayacaklardır. Buradan bir kez daha bu coğrafyanın gençleri, evlatları olarak yüreklerimizin yeryüzünün dört bir yanında zalimlere karşı direnen mazlumlarla, ezilenlerle olduğunu ilan ediyoruz” dedi. Ocak’15 • 55


ETKİNLİK

LİSELİ HANIMLARLA SIRA GECESİ 1 Ocak Perşembe günü İstanbul’daki tüm liseli hanım kardeşlerimizle birlikte “Sıra Gecesi”mizde buluştuk. Artık geleneksel hale getirdiğimiz yöresel gecelerimize dolu dolu bir program daha ekledik. İçeriğinde; yöresel sunum, skeçler, halay ekibi, türküler, karaoke, çiğ köfte ikramı ve sürpriz hediyeler bulunan programımıza katılım fazlasıyla iyiydi. Eğlence, Allah’ın he-

lal dairesi çerçevesinde doruklardaydı. Programımıza Allah’ın kelamıyla başlayıp, Genç Öncülere dair yapılan konuşmayla devam ettik. Ders gruplarımızın tanıtımını yaptık.Genç Öncüler Gençlik hareketimize bir çok kardeşimizi daha eklemiş olduk. Rabbim tüm bu kardeşlerimizle birlikte rızası için hayırlı işler yapabilmemizi nasip eylesin inşaallah.

“ALİ AYÇİL” İLE SÖYLEŞİ

Ü

niversite yaş grubundaki hanım kardeşlerimizle yaptığımız Yazı Atölyemizde bu ay “Ali Ayçil”i konuk ettik. Ali Ayçil, atölyeye katılan arkadaşların yazıya, yazarlığa dair sorularını yanıtladı. Katılımcıların fazlasıyla memnun kaldığı bir söyleşi oldu. İlerleyen süreçte farklı yazarların da misafir edileceği “Yazı Atölyesi”ne ilgili tüm hanım arkadaşları bekleriz.

56 • Ocak’15



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.