Merhaba Değerli Okurlar, Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ahmet Tarık ÖZCAN Ali Tarık PARLAKIŞIK Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Firdevs Büşra KALUÇ Muhammed TUTKUN Sabâhat BOYNUKALIN Şeymanur EKREN Uğur DEMİREL Usame SARIYAŞAR Yusuf ELBAŞI Zeynep TOPUZ Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah ARSLAN Abdulvahid SİPAHİOĞLU Ahmet Tarık ÖZKAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatih RAZİ Hanne Meryem Hasan DEMİRCİ Melike YURT Meltem GÜLEÇ Nesibe KANUNİ Sare Gülce YENİCE Sude KARAMANOĞLU Uğur DEMİREL Zeynep AKSU Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr
Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
M
ilyonlarca yıl boyunca, dünyaya milyarlarca insan misafir olmuş. Hepsinin bu topraklar üzerinden rızıklandığını düşününce, dünyadaki kaynakların bitmemiş olmasının, Allah’ın bizlere verdiği ne denli büyük bir nimet olduğunu “elhamdulillah” diyerek fark ediyoruz. Şükrümüzü ediyoruz, ama eşyayı hor kullanmaktan da alıkoyamıyoruz kendimizi. Nehirden akan suyla bile abdest alırken israf etmemeyi öğütleyen bir peygamberin ümmeti olarak, modern dünyanın cazibesine (ya da tuzaklarına mı diyelim) kapılıveriyoruz. Tükettikçe tüketiyoruz, doyamıyoruz, her şeyi önüne katarak yiyip bitiren canavarlara dönüştük sanki. Yalnızca maddi değil manevi kaynaklarında hızla tükendiği bu çağda, dostluklarda, duygularda, insan ilişkilerinde de hızlı bir şekilde doyum noktasına ulaşıyoruz ve hemen ardından farklı noktalara yelken açıyoruz. Ocak sayımızda, tüketim kültürümüzün hangi noktaya doğru ilerlediğini analiz ettik. Aralık’ta işlemiş olduğumuz “evsizler” konusuyla tam bir tezat oluşturacak bu sayıyı okurken, aradaki uçurumu düşünmemek elde değil. Zeynep Aksu’nun “Bu Bir Özeleştiridir III”, Burak Kalpaklıoğlu’nun “Tüketim Kültürü ve Tükenen İnsan”, Nesibe Kanuni’nin “Tesettür” ve Hanne Meryem’in “Tüketim Kültürünün Neresindeyiz?” başlıklı yazılarında tüketim alışkanlıklarımızdaki değişim ve tesettür modasının ulaştığı boyut mercek altına alınıyor. Gündem sayfalarında, Ahmet Tarık Özkan’ın “Yeni Yılın Bize Hatırlattıkları” ve Hasan Demirci’nin “No-el” yazılarında yılbaşı kutlamalarına dair yorumlarını ve bizim için yılbaşının neler ifade ettiğini okuyabilirsiniz. 27 Aralık’ta 75. ölüm yıldönümünü geride bıraktığımız ve idealize ettiği gençlik, Asım’ın Nesli olmaya çalıştığımız şair Mehmet Akif’e dair, Uğur Demirel tarafından hazırlanmış bir yazı da ilerleyen sayfalar da sizleri beklemekte. Abdullah Arslan’ın “Askerlik Üzerine” başlıklı yazısı ise gündemimizin diğer konusunu oluşturmakta. Genç yazar arkadaşlarımız tarafından yazılmış denemeler ve öyküler, Karikatür Analizi, Kitap-Film Tanıtımı, Tarih Defteri, İslam Coğrafyası, Etkinlik Haberleri, Kültür-Sanat Duyuruları, Hayali Röportaj ve Dini Kavramlar sayfaları da her ay olduğu gibi bu sayımızda da istifadenize sunduğumuz bölümlerden. Karantina yazıları, gündem konuları ve edebiyat sayfaları ile içerik açısından dopdolu bir Genç Öncüler sayısı elinizde. Hepimiz için faydalı olması duasıyla… Ocak ‘12 • 1
Ocak 2012 • Sayı 70 • Yıl 10
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE TÜKENEN İNSAN
06
BURAK KALPAKLIOĞLU
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR
14
FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Mehmet Akif Ersoy UĞUR DEMİREL
18
NO-EL HASAN DEMİRCİ
17
ASKERLİK ÜZERİNE ABDULLAH ARSLAN
2 • Ocak ‘12
32
Öyleyse Yokum MELTEM GÜLEÇ
Bu Bir Özeleştiridir-III / Zeynep Aksu......................................... 4 Tüketim Kültürü ve Tükenen İnsan / Burak Kalpaklıoğlu ............. 6 Tesettür / Nesibe Kanuni . ......................................................... 8 Tüketim Kültürünün Neresindeyiz? / Hanne Meryem..................10 Mehmet Akif Ersoy / Uğur Demirel............................................14 Yeni Yılın Hatırlattıkları / Ahmet Tarık Özkan............................16 No-El / Hasan Demirci..............................................................17 Askerlik Üzerine / Abdullah Arslan............................................18 “Ne Kadar Felsefi Konuşuyorsun”/ Firdevs Büşra Kaluç...............21 Kazananlar ve Kaybedenler / Fatih Razi......................................22 İslam Coğrafyası - İran İslam Devrimi / Sare Gülce Yenice..........24 İslami Kavramlar - Günahta Israr Etmek / Şeyma Nur Ekren . ...28 Karikatür Analizi / Sûde Karamanoğlu .....................................31 Öykü - Öyleyse Yokum / Meltem Güleç....................................32 Mevdudi ile Hayali Röportaj / Abdulvahid Sipahioğlu ................36 Kitap Film Tanıtımı / Ayşenur Aksu...........................................38 Tarih Defteri - 6-7 Eylül Olayları / Muhammet Tutkun..............40 Etkinlik - Acının En Tatlı Hali.....................................................43 Etkinlik - Gençlik: “Ben Varım!” Dedi / Nihal Açıkel....................44 Kültür Sanat / Melike Yurt ......................................................46 Şiir / Mehmet Akif Ersoy...........................................................48
Ocak ‘12 • 3
a
karantin
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR-III ZEYNEP AKSU
Örtünün kadın ve erkek tüm Müslümanlara farz olduğunun bilinciyle her birimiz giyimimiz, bakışımız, konuşmamız, yürüyüşümüz ve en önemlisi olan ahlâkımızı Allah’ın “güzel” dediği güzelliklere bürüyüp yeryüzünde mütesettir halifeler olmalıyız.
İ
lahi Cemal’in yeryüzünde bir tecellisi olarak güzel olmak gerekir. Her hâl ile! Tebliğ ve temsil timsali olan Müslümanların da güzelliklerine çok daha fazla önem vermesi lazım gelir üstelik. Birilerinin de söylediği gibi “Müslümanlar her şeyin en iyisi ve en güzeline layıktır ve öylesi davranmalıdır.” Amenna! Ancak bilirsiniz bazı kavramlar süreç içerisinde esas anlamından uzaklaşır. Ya da farklı düşünce, inanış, kültür ve geçmişe sahip kimliklerin zihin dünyalarındaki karşılığı farklı olunca yine farklı anlamlara tebdil eder. İşte ne yazık ki ‘güzel’ kavramı da bu süreçte yozlaşan, bozuşan kavramlarımızdan biri… Çünkü güzellik başta da belirttiğimiz gibi ilahi yasanın bir yansıması ve aynı zamanda bizatihi âlemlerin Rabbi’nin bizden istediği. Zira Kur’an-ı Kerim’de ‘hulukun azîm’ diyerek methettiği Hz. Peygamber, en güzel ahlak sahibi örnekliktir. Ve yine
4 • Ocak ‘12
rehberimiz Hz. Peygamber, güzel zan üzere olmamızı tavsiye ederek bir başka güzelliğe vurgu yapmıştır. İnsanlarla güzel geçinmek, güzel ticaret yapmak, güzel düşünmek, güzel yürümek, güzel bakmak, güzel giyinmek, tam anlamıyla güzel olmak bir Müslümanın vazifesidir. Tam olarak bu noktada özellikle son zamanlarda ‘güzel’ den anladığımızı muhasebe ettiğimizde birçoğumuzun tökezlediğini görmezden gelmek mümkün değil. Çünkü zihin dünyamızdaki ‘güzel’ algısı Allah ve Resulü’nün belirlediği ‘güzellik’ten oldukça uzaklarda ve çoğu zaman taban tabana zıt. Güzel yaşam algımız zamanın bize dayattığı, en popüler ve moda olan ‘en iyi’ye sahip olmak, o ölçüde hayat sürdürmek gibi garip bir dönüşüme uğramış durumda. Örneğin; “ filanca adam çok güzel bir hayat sürüyor” gibi basit bir cümle duyduğumuzda birçoğumuzun zihninde lüks, konfor, keyif ve haz içinde, dünyevi sıkıntılardan uzak bir yaşam tarzı canlanabiliyor. Veya bir insanın “güzel”liğinden bahsedildiğinde; modern kalıpların belirlediği standartlara sahip, madden güzel bir insan tahayyül edebiliyoruz. Ya da “falanca kız gerçekten güzel giyiniyor” dendiğinde; falanca kızın uyumlu, modaya uygun, ya da “tarz” giyindiğini düşünebiliyoruz.
En güzel ve hak dinin mensubu mümineler olarak yine Allah’ın emrine itaat gayesiyle örtünürken çağın kandırmacalarına direnmemiz icap ediyor. Aksi takdirde modernitenin dayatmasına yenik düşebildiğimiz gibi, Allah’ın emri olan örtünün sınırlarından çok da uzaklarda, kendimizce ‘şık ve zarif’ modern tesettür kalıpları oluşturabiliyoruz. Oysa biz “Ben güzele güzel demem Allah (c.c.) güzel saymadıkça” diyebilenlerden olmalıydık.
Oysa filanca adamın güzel bir hayat sürdüğünü duyduğumuzda müminlerin özelliklerini pratize eden bir yaşam tarzı belirmeliydi zihnimizde veya güzel bir insandan bahsedildiğinde ahlakını peygamberi bir ahlaka çeviren bir Müslüman düşünmeliydik, ya da “güzel giyinen bir hanım kız” dendiğinde her yönüyle Allah’ın çizdiği sınırlar dâhilinde, Hz. Peygamber’in (s.a.v) de tehlikesine önceden dikkat çektiği “giyinik çıplaklık”a asla yanaşmayan bir mümine belirmeliydi tasavvurumuzda. En güzel ve hak dinin mensubu mümineler olarak yine Allah’ın emrine itaat gayesiyle örtünürken çağın kandırmacalarına direnmemiz icap ediyor. Aksi takdirde modernitenin dayatmasına yenik düşebildiğimiz gibi, Allah’ın emri olan örtünün sınırlarından çok da uzaklarda, kendimizce ‘şık ve zarif’ modern tesettür kalıpları oluşturabiliyoruz. Oysa biz “Ben güzele güzel demem Allah (c.c.) güzel saymadıkça” diyebilenlerden olmalıydık. Malumunuz moda dergilerimiz ve tesettür defilelerimizin bir semeresi olarak moda programlarında yarışan örtülü kızlarımız da oldu mesela. Gerçi bu kadar uç örneklerle meseleyi kendimizden uzaklaştırmak, kendimizi moda ve örtüsüzlük fetişizminden beri tutmak da çok ciddi bir hata olacaktır. Zira mütedeyyin ve muhafazakâr insanların semti olarak bilinen ve çoğu zaman sosyal araştırmaların mekânı olan Fatih ve Üsküdar caddelerinde dahi örtü
emrinin ‘lafız’, ‘mana’ ve ‘maksad’ından uzak örtülülere sıkça rastlamanız mümkün. İşin ilginç ve biraz kara mizah tarafı da tesettür modasını eleştirip ayrı bir ‘moda’ yaratanlarımız da az değil. Ya da sosyal paylaşım sitelerinde kendilerine ait sayfaları, gerçekten kendi mahremleri sananlarımızın sayısı da hiçe sayılır cinsten değil. Sokakta aynı halde görseniz belki edep dışılık olarak nitelendireceğiniz bakış, duruş ve giyim kuşamla bütünleşmiş ilginç pozlar verebilen gençlerimizin sayısı da görmezden gelecek gibi değil. Dediğimiz gibi; çok flu bir dönemdeyiz ve gerçekten karmakarışık zihinlerimiz var. Bazen öylesi hâl alıyor ki meselelerimiz, içinden çıkamayacağımızı düşünüyoruz. Kendi yorumlarımız hatalı olabildiği gibi, çoğu defa çözüme de kavuşturmuyor, ama bunu fark edemiyoruz. Ancak diğer meselelerde olduğu gibi, örtü ve moda meselesinde de, artık kendi tevilimizi bir kenara bırakmalıyız. Özgürlük, kendini ifade edebilme, ya da feminizm gibi lüzumsuz söylem ve savunmalarla farklı cenahlara da kaydırmamalıyız mevzûyu. Örtünün kadın ve erkek tüm Müslümanlara farz olduğunun bilinciyle her birimiz giyimimiz, bakışımız, konuşmamız, yürüyüşümüz ve en önemlisi olan ahlâkımızı Allah’ın “güzel” dediği güzelliklere bürüyüp yeryüzünde mütesettir halifeler olmalıyız.
Ocak ‘12 • 5
a
karantin
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE TÜKENEN İNSAN BURAK KALPAKLIOĞLU
G
ünümüz modern dünyasında insan gitgide daha modernleşen ve daha da bireyselleşen bir varlık haline geldi. Son yıllarda artan tüketim çılgınlığıyla beraber insan evinin odasında dört duvar arasında kalmış durumda. Artık ailesinden eşinden dostundan daha çok telefonuyla ve laptopuyla vakit geçirmekte. Tüketim kültürü insanları daha da doyumsuz tatminsiz ve mutsuz yapmakta, çün-
6 • Ocak ‘12
kü insanlar tüketim çılgınlığının rüzgarına öylesine kapılıyorlar ki bir zaman sonra yetişmeyecek kadar yorgun, bırakamayacak kadar bağımlı, yiyemeyecek kadar hasta durumuna düşüyorlar. Her gün tüketip attığımız onlarca ürünün bedelinin sadece bu ürüne verdiğimiz bir miktar para olmadığını anlamalıyız. Evet bir şeyi satın alıp işimiz bittikten sonra atınca aslında tüketip attığımız şey sadece bu ürün değildir. Onun
Adama başta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. Adama nerede balık tutucağını sordum. Kıyıda diyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım.
üretilmesi ve satışa sunulması sürecine dahil olan her şeydir. Örneğin bu kadar çok ve hızlı tüketimi karşılamak için dünyanın bizim bilmediğimiz yerlerinde karın tokluğuna sağlıksız koşullarda çok uzun saatler boyunca çalıştırıldığının, daha hızlı yetişsin de bir an önce yenilsin diye hayvanlara ve bitkilere yapılan genetik müdahalelerin ve doğaya ne kadar zarar verdiğimizin farkında mıyız ? Dünyanın doğal kaynaklar üzerine bir araştırma yapan bilim adamları başta batılılar olmak üzere bütün ülkelere bu tüketim çılgınlığına son vermeleri çağrısında bulunuyor ve uyarıyor: Aksi takdirde 2050 yılına geldiğimizde yaşayabilmek için dünya gibi iki gezegene daha ihtiyacımız olacak. Araştırmalara göre son otuz yılda dünya üzerindeki doğal kaynakların üçte biri insanlar tarafından tüketildi. Denizlerdeki balıklar, atmosferdeki karbondioksidi yok eden ormanlar ve temiz su kaynakları hızla tüketiliyor. Raporun bulgularına göre, 350 memeli, kuş, balık ve sürüngen türü de soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıya. Uzmanlar doğal kaynakların bu kadar hızlı tüketilmesinin en önemli sebebinin batılı ülkelerdeki yüksek tüketim oranları olduğunu belirtiyor. Rapora göre ortalama bir ABD vatandaşı
bir İngiliz’in iki katı, bir Afrikalı’nın ise yirmi dört katı kadar doğal kaynak tüketiyor. Aslında tüketim toplumundaki bir üreticitüketici ilişkisini ve tüketici’nin metaya olan bağımlılığını aslında bu fıkra çok iyi açıklar. Ateşli bir köy çocuğu şehrin en büyük marketinde işe başvurur, burada her şey satılmaktadır. İlk günün sonunda patron sorar : -Evet bugün kaç kişiye satış yaptın ? -Bir! -Ne bir mi? Diğerleri 20-30 satış yaptılar, nasıl bir? Kaç lira tuttu peki? -320.334 lira. Patron epey şaşırır ve sorar: -Nasıl becerdin bunu? -Adama başta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. Adama nerede balık tutucağını sordum. Kıyıda diyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım. Ocak ‘12 • 7
a
karantin
TESETTÜR NESİBE KANUNİ
“Kabul et ki peygamberler bize dirilmekten haber vermemişler. Cehennem ateşi de yok ortada. Kulların kendilerine nimetler bahşedenden hayâ etmeleri gerekmez mi?” Allah’ın Resulü (s.a.v.) insanların en ince duygulusu, en güzel siretlisi, görevine en bağlananı ve haramdan en çok nefret edeniydi. Ebu Musa el Hudri’den rivayet edilmiştir: “Allah’ın Resulü (s.a.v.) perde arkasındaki bakire’den daha fazla hayâ sahibi idi. O, bir şeyden hoşlanmasaydı onu hemen yüzünden anlardık.”(Müslim). İbn-i Kayyım
D
ilin değişmesinin kültürün de değişmesi anlamına geldiğini söylerler ve biz birkaç kelime üzerinde düşünüp durumu anladığımızı sanar geçip gideriz. Örneğin “ikon” kelimesini düşünelim. Asıl anlamı Ortodokslarda İsa(a.s.), Meryem(a.s.) ya da azizlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dinsel resimler iken şu anda Türk Dil Kurumu; bilgisayarda kullanılacak herhangi bir programı simgeleyen küçük resim diye tarif ediyor. Halk dilinde ise bambaşka çağrışımlar yapıyor, örneğin moda ikonu deyince şüphesiz kafamızda hepimizin canlandırdığı bir resim var. Biz yüz yıl önce dilini kaybetmiş bir toplumuz. Birçok kelimeyi koruduk, bazılarının cismini taşıdık ama anlamını yitirdik, bazılarını da tümden kaybettik. Artık görsek de tanımayız. Edep kelimesi de arada kalmış bir kavram oldu bizim için. Annelerimiz ve babalarımızın bize nispeten yerinde kullandığını söylemek hata olmaz sanırım ama bizim
8 • Ocak ‘12
için böyle bir kavram literatürümüzde zaten hiç olmadı. Dinlediğimiz bir sohbette veya -özel araştırırsak- kitaplarda manasını görebiliyoruz. Yoksa ikon kelimesi kadar bile hayatımızın içinde olduğunu iddia edemeyiz. Kelimeyi tanımaz olduğumuzdan beri de onun ifade ettiği anlamı da tanıyamaz olduk. Edebi ister dini ister örfi bağlamda ele alalım, kayıplarımız var. Kötü olan tarafı şu ki neyi kaybettiğimizin farkında bile değiliz! Annelerimiz, ablalarımız gibi giyinmiyorduk ve bunu kabullenmiştik de ama en azından kendi şeytanımıza bahane buluyorduk. Nefsimin önüne geçemiyorum, içimden öyle geliyor, ilerde biraz daha dikkat edeceğim gibi söylemlerimiz vardı. Bir kaç senedir gözle görülür hızda büyüyen ve cidden gözle de görülen bir akım başladı. Garip bir şekilde hepimiz tesettür ayetlerini ezbere biliyoruz, hatta asr-ı saadette kadınların nasıl giyindiğine dair okumalara bile katılıyoruz ama her emirde olduğu gibi bunda
da hayatımıza aktarırken bazı problemler yaşıyoruz. Bildiğimizi bilmiyor gibi yapıyor veya öyle bir şey yok gibi davranıyoruz. Bazılarının yaptığı takvadan, bizim yaptığımız vasat olan gibi bir hale bürünüp vicdanımızda tek bir pürüz bırakmıyoruz. Yeni çıkardığımız durum ki en içler acısı olan bu olsa gerek, tesettürün de bir modası olduğuna dair nutuklar atmak hatta bu konuda çalışmalarda bulunmak. Fiyatı bir lise öğrencisi için yüksek sayılabileceği halde en çok satanlar listesine girmiş dergilerimiz var artık. Dergilerimiz derken bir ikilem yaşıyorum zira o dergiyi çıkaranlar, okuyanlar ve okumayı tercih etmeyenlerin toplumun aynı sınıfına dâhil olup olmadığından emin değilim artık. Son on yıldır içine düştüğümüz zenginlikle inşa ettiğimiz yeni dönem kölelik sistemleriyle bir kast oluşturduk. Toplumun üst, yüksek (âlâ) tabakasını oluşturan ve giyim zevklerimizi belirleyen sınıfla biz aynı sokaklarda gezip aynı yemekleri yiyor muyuz bilemiyorum. Bildiğim şu ki, babalarımız sokaklardaki billboardlarda veya televizyon reklamlarından kadınlar kullanıldığı için kadının değerinin düştüğünü söyleyip bununla mücadele etmeye çalışırken biz başörtüsüne sahip kadınların da boy boy pozlar verdiği yayınların içinde boğuluyoruz. Bunun yanlış olduğunu asla sesli ifade edemiyoruz. Çünkü ifade özgürlüğü için edilmiş onca laftan sonra kendimize de geniş özgürlükler tanımaya karar vermiş gibiyiz. Ya da en başında bahsettiğimiz kaybımız, edebimiz gerçekten bizimle bulunmaktan artık hoşlanmıyor. Kadınların bu derece gösteriş merakına kapılmış olması ve buna hem sebep olan hem de onları tüm güzelliğiyle sergilemekten büyük zevk alan Müslüman erkeklerin varlığı ezber bozar nitelikte. Zühdü, gösterişe kapılmamayı ve malın en gizli şekilde ve çokça infak edilmesini tavsiye eden peygamberimizin (s.a.v.) mesajı birazcık yanlış anlaşılmışa benziyor. Zira hayâ duygusu müslümanın vazgeçilmezi, onu kâmil bir mü’min yapan özelliklerinden biridir. Hayânın uzaklaşmaya başlaması tehlike çanlarının çaldığına işaret eder. Yüzünü göstermeye çekinen,
televizyon açıldığında peçesini çekiştiren nenelerimizin yanında, özgüveni zirvelerde dolaşan, sahnelerden korkmayan ve ne yaparsa yapsın bir açıklaması olan, utanmayan bizler çok çiğ duruyoruz. Asil ve vakur bir mü’min\mü’mine olma vasfının en önemli emarelerinden olan hayâ tesettür şeklimizi de doğrudan belirliyor. Tesettürden kastım salt başörtüsü asla değil, kılık kıyafet de değil ve cinsiyet ayrımına da gitmiyorum. Tesettürü oldu olası yanlış yorumlamamıza sebep olan mantığımızı bir kenara bırakalım. Baştan aşağıya kendini koruma altına alan, saklayan, muhafaza eden ve bu uğurda bir mücadelesi olan birinden bahsediyorum. Bazen sesini yükseltmekten hayâ eden ama hakkı söylemesi gerektiğinde susturulamayan birinden. Kendini baştan aşağıya kapatmış ama kalbini, zihnini dünyaya açmış birinden değil. Kılık kıyafetinin ayırtına henüz varmadan, yaşayışından, halinden ve tavrından onun tesettürünü görebileceğiniz birinden bahsediyorum. Evet. Bizler bazı kavramların modasının geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Çoğu zaman aradığımız halde güzel örneklikler bulamıyoruz, okuduğumuz kitaplar beynimizdeki karmaşayı daha da artırıyor. Akışa kapıldığımızda çılgınca akan bir selde sürükleneceğimizi biliyoruz. Ama giyinişimizi zevklerimizi başkalarının tayin etmesine izin vermek bizim tavrımız olmamalı. Allah bize sınırları belli kurallar koymuştur fakat bunu küresel ekonominin en çok istifade ettiği bir kanala bulaştırmak, modaya kurban vermek Müslüman için gerçekten içler acısı bir durum. Ne giydiğimiz önemli evet, bir kimlik taşıyoruz fakat bu bizi esir alan, vaktimizi, paramızı heba eden bir yolla gösterildiğinde asıl amacından sapıp hem zihnimizde hem de toplum gözünde bizleri farklı bir noktaya taşıyacaktır. Hayâsını kuşanmış ve onunla tesettürünü tamamlamış Müslüman kadın ve erkekler bu ümmetin öncüsü olmaya aday olabilirler ve hep de onlar olmuşlardır. Rabbim emrini doğru anlayabilenlerden olmamızı sağlasın. Ocak ‘12 • 9
a
karantin
Tüketim Kültürünün Neresindeyiz? HANNE MERYEM
Z
ihinlerin batılı hayat tarzıyla işgal edildiği bir dönemden geçmekteyiz. Yüzyıllar önce işgalle, sömürüyle başlayan bu süreç, günümüzde zihinlerin işgal edilmesiyle devam etmekte. Bugün gelinen nokta ise fiziki işgallerden daha tehlikeli belki de. Zira insanlık, batılı hayat tarzının, insanlığın ulaşmış olduğu en ideal yaşam tarzı olduğuna inandırılmış durumda. Bahsedilen hayat tarzı hayatımızın her alanında bizleri kuşatan, varoluş amacımızdan uzaklaştıran, bizleri yapay gündemlerle oyalayan bir hal aldı. Bunun en büyük örneğini de alış-verişlerimizde görüyoruz. Daha on yıl önce alışveriş için dükkanlara giren insanlar müşteri iken, artık “tüketici” oldu. Yani bu kavram artık, bir şey satın alan, ihtiyaçlarını gideren anlamında kullanılmamaktadır. Tabi ki biz bu amaçlarla alışveriş yerlerine gidiyoruz ama bizlere bir şeyler satmak amacıyla ürünler üretenler, bu ürünleri pazarlayanlar bize maalesef bu gözle bakmıyorlar.
10 • Ocak ‘12
Gerçekten İhtiyaç mı? Kapitalizm, serbest piyasa sistemi ile kendi içinde sürekli yenilenen, güçlenen bir yapıya sahiptir. Bu canlılık, kapitalist sistem için tek yaşama yoludur. İnsanlar tercihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıklarında kapitalizmin sonu gelmiş demektir. Bu nedenle kapitalistler, bu canlılığı sürekli diri tutmanın çabasındadırlar. Bunu da medyayı kullanarak “reklam” ile yapmaktadırlar. Ortalama bir ailenin günlük ihtiyaçları 150 kalem ürünle karşılanırken sunulan üretimler 40 bin kaleme ulaşmıştır. Yani ihtiyaçtan fazlası üretilmektedir. Tabi ihtiyaç fazlası ürünler de reklamlar sayesinde ihtiyaç gibi sunularak satışları sağlanmaktadır. Pazarlama taktiklerinin asıl amacı, tüketiciyi ürünün niteliğinden ambalajına, gerekliliğinden imajına yöneltmektir. Medya, tüketim kültürüne “özendirme görevi ile katkı” sağlar. Günümüzün önemli pazarlamacılarından Jack Trout diyor ki: “İnsanlar çoğunlukla gerçekte kendilerini yönlendiren güdüleri bilmiyorlar. Deneyimlerime dayanarak diyebilirim ki, insanlar ne istediklerini bilemezler. Öyleyse onlara neden soralım ki. İnsanlar çoğunlukla almaları gerektiğine inandırdığımız şeyleri alırlar. Onlar bir ölçüde sürüye kapılıp giden koyunlara benzerler…” Dolayısıyla medya “duygularımıza” yön verir. Çünkü gerçek reklamcılık, “benim şu özelliklerdeki ürünümü al” demekten ziyade, “bu ürün sana şu deneyimi yaşatacaktır / Seni şu zümrenin mensubu yapacaktır.” duygusunu hissettirmektir.
Maruz kaldığımız reklamlar, sanki “sevginin, aşkın, güvenin, cesaretin, özgüvenin” bir sembolüymüş gibi kendilerini bize sunarlar. Bir yandan bizi daha fazlasını istemeye yönlendirirken, bir yandan da çizdikleri yaşam tarzını özendirirler. Ünlü markaların reklam sloganlarına baktığımızda da bunu görebiliriz: • Doritos: Hayat senin! Kuralları sen koy. • Elidor: Hep bakacaklar. • First Duo : Daha fazlasını istemekle çok olmuyorsunuz. • Hazırkart: Ben özgürüm. • Nissan: Beklentilerinizi değiştirin. • Pepsi: Daha fazlasını iste. • Toyota RAV4: Hayatı hafife al. Reklamcıların, bir başka taktiği de insanların taklit etme duygusunu kullanmalarıdır. Özenilen bir sanatçının bir ürünü kullanması o ürünü almanız için yeterli olabiliyorsa tüketim kölesi olmuşsunuz demektir. Bir diğer taktikleri de, insanların çoğunluğa uyma yönelimlerine hitap etmektir. “Herkes alıyor ben niye almayayım. Herkes aldı ise bu ürün iyidir.” yaklaşımı reklamlarda sıkça kullanılır. Gençlerin belli markaları tercih etmelerinin hatta marka takıntılı olmalarının altında bu sebep de yatıyor olabilir. Yoğun bir reklam bombardımanı da sık kullanılan taktiklerdendir. Mesela, Coca Cola’nın bir reklamı bir günde 160 ülkede 560 milyon kez gösterilmektedir. İşte bu tarz farklı reklam taktikleriyle, insanlar eskiden müşteri (satın alan) iken, şimdi tüketiciye (yani, ihtiyaç fazlası ürünleri ihtiyaçları var mı düşünmeden tüketen bireylere) dönüştürüldüler. Tabi bunu yaparken de piyasa herkesin gelir durumuna gore farklı ihtiyaçlar (!) üretti. Herkese Farklı Yönden Seslenme Farklılaşma tüketim kültürünün en önemli silahıdır. Her tabaka için belirli tüketim kalıpları oluşmuştur. Her tabakadan insan kuşatılır. Zenginler otomobil, müzayede, tenisten; yüksek kültürel sermayeye sahip olanlar galeri ziyaretlerinden, sanat festivallerinden, klasik müzikten; düşük se-
Reklamı yapılan birçok şey insanın temel gereksinmelerinden çok uzaktır. Ekonomik durum ne olursa olsun insanlar lüks tüketime yönlendirilir. Zengin biri için bu lüks tüketim jipi, villasıysa, sıradan bir vatandaş için belki de ihtiyaç dışında aldığı kıyafet, takı, cep telefonudur. Doğal olarak israfı sürekli zenginler yapıyormuş, sadece zenginler lüks içinde yaşıyormuş gibi sıradanlaşmış bir düşünce çok da doğru değildir. viyede olanlar ise futboldan, cipsten, koladan hoşlanır hale getirilmiştir. Toplumun sinir uçlarını körelterek birçok konuda duyarsızlaştırıp sürekli bir tüketici konumu yaratmak istenmektedir. Reklamı yapılan birçok şey insanın temel gereksinmelerinden çok uzaktır. Ekonomik durum ne olursa olsun insanlar lüks tüketime yönlendirilir. Zengin biri için bu lüks tüketim jipi, villasıysa, sıradan bir vatandaş için belki de ihtiyaç dışında aldığı kıyafet, takı, cep telefonudur. Doğal olarak israfı sürekli zenginler yapıyormuş, sadece zenginler lüks içinde yaşıyormuş gibi sıradanlaşmış bir düşünce çok da doğru değildir. Son yıllarda hızla hayatımıza giren ve hayatımızın olmazsa olmazı olan cep telefonları herhalde en güzel örnek olur. İlköğretim öğrencilerinin bile ellerinde 700 TL’lik telefon var artık. En yenisi veya en özelliklisini yakalama şansınızsa hiç yok. Tasarımcılar sizin 3 adım ötenizdeler. Her gün daha yeni modeller piyasada.
Ocak ‘12 • 11
a
karantin
Tüketim Kültürünün Ürettiği İnsan Tüketim kültürü özünde bireyciliği barındırdığından, üretme ruhunu ve paylaşımcılığı körelterek toplumsallaşma ruhunu boğmaktadır. Ve ortaya çıkan insan tipi; nemelazımcı, bencil, yalnız, mutsuz olduğu için eğlence merkezlerinin veya tv’nin bağımlısı, tekdüze, çevre ilişkileri zayıf, dostu, sırdaşı olmayan, güvenmeyen ve güvenilmeyen, bir kişilik. İslam Bu Tüketim Kültürüne Ne Diyor? Peki müslümanlar olarak “üretim-tüketim ilişkileri” hakkındaki düşüncemiz nedir? İslam, üretimin ve tüketimin hangi esaslar dahilinde olmasını öngörür. Peki ya biz, fiilen yaşamakla bir cüz’ünü oluşturduğumuz modern üretim-tüketim ilişkileri bütünü içinde, İslam’ın öngördüğü modeli, zihnen kabul edebilecek durumda mıyız? İslam, üretimin ihtiyaçlar kadar olmasını öngörür. İhtiyaçtan fazlasını üretmek birkaç açıdan mahzurludur. İhtiyaçtan fazla üretecek olursanız; 1. Hammaddeyi gereğinden fazla tüketmeden bunu yapamazsınız. Hammaddenin israfı tabiatın/çevrenin tahribi anlamına gelir. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası üretim, bize “emanet” olarak verilmiş tabiatın tahribine sebep olur. (Küresel ısınma ve bir sürü felaketle karşı karşıya kalmamızın sebebi de tam olarak budur) 2. İhtiyaç fazlası üretimin kâra dönüşmesi, ancak toplumda yapay ihtiyaçlar oluşturmakla mümkündür. Burada da “israf” söz konusudur. 3. İhtiyaç fazlası üretimi esas alan ekonomi 12 • Ocak ‘12
anlayışı, kaçınılmaz olarak acımasız bir “rekabet” ortamını doğurur. Modern ekonomik sistemde var olabilmenin olmazsa olmazlarından birisi “durmadan büyümek”tir. Belli bir seviyede durmak, bu sistemde yok olmakla eş anlamlıdır. Dolayısıyla büyümek için her ne lazımsa onu yapmak zorunda kalan işletmeler, ahlakî ilkeleri de, hukukî ilkeleri de buna göre düşünüp tesbit etmek zorundadır. Kimse doğruluğuna kani olmadığı bir şeyi yapmaz. En azından devamlı olarak yapmaz. Başlangıçta yaptığı şeyin doğru olmadığını düşünse bile, onu yapmaya devam ettiğinde, -yaşadığı gibi inanmanın kaçınılmaz sonucu olarak- “kabul ettiklerinin” değil, “yaptıklarının” doğru olduğunu söylemeye başlayacaktır insanlar. İslam Böyle Söylerken, Çağımız Müslümanları Tüketim Kültürünün Neresinde? Az önce saydığımız sebeplerden ötürü, İslam tüketim kültürüyle bağdaşamayacağı için, kapitalizmin hayat kaynağı, modern çağın en büyük hastalığı olan ve günümüzde de değişerek devam eden tüketim hastalığının en az etkilemesini düşündüğümüz kesim hep Müslümanlar oldu. Belli bir zamana kadar belki ilkesellikten değil ama olanakların yetersizliğinden vb. şeylerden Müslümanlar tüketim kültüründen ve konformizimden uzak kaldılar. Fakat ne yazık ki bu durum son zamanlarda, Müslümanların “parayı ve iktidarı bulması” ile değişti. Zengin Müslüman erkeklere hitap eden mekanlar (lokanta, cafe, otel, lokal vs.) , zengin Müslüman kadınlara hitap eden mekanlar (güzellik ve spor salonları, tesettür mağazaları vs.) ve böyle aileler için özel hazırlamış lüks konutlar, siteler ve tatil köyleri… Sektör Müslümanlar palazlandıkça genişledi ve büyüdü. Tabi ki tüketim kültürü ve konformizimde aldı başını gitti. Artık kimse bunları tartışır olmadı. Zaten Müslüman her şeyin en iyisine layık değil miydi? Üretip satanlar da Müslümanlar olunca, tüketimin ne aşamaya geldiği gözden kaçar oldu. Oysa tüketim kültürüne karşı olmak sadece o ürünün kim tarafından üretildiğini düşünmek ve almamak değildir. Gerçekten ihtiyacımız değilse (ki tüketim kültürü sana o ürünün ihtiyacın oldu-
Bize dayatılan ve ideal gibi gösterilen tüketim alışkanlıklarına karşı “almıyorum” diyebilmeliyiz. Bir ürünü almamanın, bir markayı reddetmenin ötesinde bir hayat tarzını reddetmeliyiz. Ayrıca bugün Amerikanın ve İsrail’in işgalci ve zalim politikalarını destekleyen uluslarası firmaların ürünlerini boykot etmek bize bir muhalif duruş kazandıracaktır. ğuna inandırıyor) almamak ve tüketmemektir. Bu noktada Müslümanlar, içine çekilmek istenildiği tüketim sektörüne karşı uyanık olmalı ve basiretli bir şekilde hareket etmelidir. Sırf markasından veya renginden ötürü bir başörtüye 100 lira vermeye, ihtiyacımızı daha azı görebilecekken 500 liralık cep telefonu almaya, her tip elbisemize uygun ayakkabı koleksiyonu yapmaya, evlerimizi ve çevremizi kuşatmış bulunan cihazlara itiraz etmeye, bunu en azından zihnen yapmaya hazır olup olmadığımız meselesinin modern çağda İslam’ın doğru algılanıp doğru yaşanmasıyla doğrudan ilişkisi vardır. Bunlar olmadan yaşayamayacağımız düşüncesine sahipseniz, bunun da size modernitenin hediyesi olduğunu acilen fark etmek durumundasınız. Bütün bunlar insanın nefsî arzularına ve hevasına hitap eden, onu köpürten bir hayat tarzının ifadesi. Dolayısıyla modern hayat tarzının en temelde insanın nefsî hevası üzerine kurulu olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Şimdi sorulması gereken esas soruyu soralım: Müslümanca bir hayat için moderniteye ruh veren teori ve pratiklerle zihnen hesaplaşmaya hazır mıyız? Hazırsak, Neler Yapabiliriz? Her işinde olduğu gibi, alışverişinde de sorumluluk bilincine sahip olması gereken bir Müslüman, kendisine sunulan ürünü dikkatlice inceleyecek ve kandırmacalara boyun eğmeyecektir. Yani alışverişini bilinçli tercihlere dayandıracaktır. Öncelikli olarak, bize dayatılan ve ideal gibi gösterilen tüketim alışkanlıklarına karşı “almıyo-
rum” diyebilmeliyiz. Bir ürünü almamanın, bir markayı reddetmenin ötesinde bir hayat tarzını reddetmeliyiz. Ayrıca bugün Amerikanın ve İsrail’in işgalci ve zalim politikalarını destekleyen uluslarası firmaların ürünlerini boykot etmek bize bir muhalif duruş kazandıracaktır. Daha önce demiştik ki: İnsanlar, tercihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıklarında kapitalizmin sonu gelmiş demektir. Her önümüze geleni almazsak, seçersek, eskiyene kadar kullanırsak, tamir edersek, paylaşırsak bu sistemin kökünü dinamitlemeye başlamış oluruz! En azından kalbimizi, ruhumuzu tüketim kültürünün yozlaştırıcı etkisinden uzaklaştırmış oluruz. Bizler Müslümanlar olarak, dünyanın geçici ama aynı zamanda önemli olduğunun bilincinde olmalıyız. Unutmamalıyız ki, ebedi olan ahiret yurdundaki durumumuzu bu dünyadaki tercihlerimiz belirleyecektir. İbn Mesud (ra)dan rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor; “İlim kaynakları, hidayet kandilleri, evlerin çulları, gecelerin lambaları olun! Yepyeni kalplere, eskimiş elbiselere sahip olun ki gök ehlince tanınasınız ve yer ehlince de bilinmeyesiniz.” Gök ehlince tanınmayı, yer ehlince tanınmaya tercih ediyorsak, esas ihtiyacımız olan “eskimiş elbiseler yanında yepyeni kalmış kalpler” dir. KAYNAKÇA • Tüketim Kültürü ve Müslümanlar - Ömer İslam • Moderniteye direnmek - Ebubekir Sifil, Milli Gazete / 03 Temmuz 2011 Pazar • Modernizm, Tüketim Toplumu ve Müslüman –Ercüment Aytaç / 10 Ocak 2008 • http://reklam-sloganlari-fb.cix1.com/ • h t t p : / / w w w . i s l a m i d i r e n i s . c o m / i s l a m / i n d e x . php?option=com_content&view=article&id=95:cola-turkave-tueketim-kueltuerue&catid=46:kapitalizm
Ocak ‘12 • 13
GÜNDEM
Mehmet Akif Ersoy Uğur DEMİREL
D
üşüncelerinden dönmeden, paraya ve mevkiye yaltaklanmadan, vicdana hıyanet etmeden, gururunu çiğnetmeden, insan kalarak, hak bildiği yolda yalnız olarak gitti.’’(Hilmi Yücebaş)
Akif’i böyle tanımlıyordu Hilmi Yücebaş. Hayatının tamamını ümmete adamış, kardeşlerinin bağımsızlığı ve ilerlemesini düşünerek mürekkebini tüketmiş bir şairden beklenen de başka bir şey olamazdı. Bu düşünceyle mücadeleci oldu Akif, mütefekkir oldu, dört dil bilen er oldu, alim oldu. Böyle mücahit oldu. Çağını idrak eden, gününün getirdiği sıkıntı ve felaketlere göğüs geren, zorlukları aşabilmek için halka doğruları anlatarak öğrenmeye teşvik etti. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” düsturuyla hareket ederek imanı, vicdanı, edebi ve liyakati anlattı. Zulüm karşısında sessiz kalmadı. ‘’Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum. Çekilir belki fakat; çekmeye gelmez boynum’’ diyerek zalime karşı düş duruşunu gösterdi. Pek çok kimsenin göze alamayacağını göze alıp, ‘’Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır.’’ düsturuyla hareket etti. Savaş meydanında Asımlar susmasın diye susmadı, Hak adına söyleyeceği sözler hep oldu Koca Akif’in. 14 • Ocak ‘12
‘’Tükürün, mileti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere! Tükürün Ehl-i Salibin o hayasız yüzüne! Tükürün, onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyet denilen maskara mahluku görün: Tükürün maskeli vicdanın asrın, tükürün! diye haykırdı çoğu zaman. ‘’Belamı kaldı ki dünya evinde görmediğim” ‘diye yakındı kimi zaman ama toprak boş duramazdı, tohum ekilmesi lazımdı. Bunun için kaleminin ucuyla toprağa gübre verdi. Kendi payını hiç düşünmedi Akif. Ayağındaki delik ayakkabıları, sırtındaki yamalı ceketi onu gocundurmadı. Ölümünden sonra geride bıraktığı bir kat elbise, yastığının altındaki bir kaç lira, bir istiklal madalyası, bir mavzer tüfeği, ilk ve tek şapkası ve bir fakron saati, onun dünya malına ne kadar ehemmiyet verdiğini ortaya koyuyordu. Bunları milleti bilsin diye değil, kurtulsun diye yapıyordu Akif. Göz önünde olmayı da zaten hiç sevememişti. ‘’Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince Günler şu heyulayı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir.’’
diye sesleniyordu Akif ama, belki de hayatı boyunca duyduğu hiçbir ezanı yatarak ya da oturarak değil, ayakta dinlemenin mükâfatı olarak Allah(c.c), yazdığı marşı herkesin hazırolda, dik ve ciddi bir şekilde söylemesini lütfetti... Necip Fazıl’ın da belirttiği gibi ‘’Akif’in top arabasını iki at çeker: Biri iman ve islam savaşçısı, öbürü şair. Esas olan birincisi...’’ idi. Yani Akif ‘’boşuna yaşamadı, boşuna savaşmadı, boşuna ölmedi’’. Bunlara rağmen Akif, kendini anlatamamış, daha doğrusu o üzerine düşeni yapmış da, onu anlayacak Asımlar bir türlü ortaya çıkmamıştı. Bunun akabinde dünyayı verseler de bu cennet vatanın bir karış toprağını değişmeyeceğini ifade eden Akif, dünyadaki cennetinden on bir sene uzakta kalmış, ancak ölümünün yaklaştığını anlayınca sadece cennetinde ölebilmek için gelmişti. Mısır dönüşü Mehmet Akif’e yeterince ilgi göstermeyen basına Peyami Safa’nın şu sözleri pek manidardır. ‘’Zararı yok, bazen bütün bir milleti bir kaç adamın vefası temsil eder.’’ Çok geçmeden 27 Aralık 1936’da, sevdalısı Allah rasulu(s.a.v) ile aynı yaşta iken Rabbi Rahimine kavuştu. Cenaze merasimi bile örtbas edilmeye çalışılmış, Bayezid meydanında çıplak duran tabutunu en iyi arkadaşlarından olan Mithat Cemal (Kuntay) bile tanımakta zorlanmış, Akif’in naaşı olduğunu anlamamıştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencileri bu tabutun Mehmed Akif’e ait olduğunu öğrenince gereğini ‘anca’ yapmış, bir anda kalabalıklaşan halkla birlikte Edirnekapı Şehitliğine defnetmişlerdi. Şunu söyleyebiliriz ki Üstad Akif’in gözleri açık gitti. Bir zamanlar biz de millet, hem de nasıl milletmişiz diyen şair, gözlerini çoraklaşmış topraklara, tepkisizleşen beyinlere, hissizleşen kalplere, dağılmış, her biri bir tarafa savrulmuş bir ümmete kapadı gözlerini. Peki kendini İbrahim milletine adamış bu garip, aciz kul, koca şair ve mütefekkir için ne
yapmalı? Mücadelesinin boşa olmadığını, filizlerinin elbet vereceğini ve verdiğini ona nasıl hissettirmeli? Yazının başından sonuna sıraladığımız Akif’in özelliklerini Asımlar Asımlara nasıl ulaştırmalı? - Önce hayatın merkezine iman ve islamı koyup ona göre tavır almalı. Akif’i Akif olarak anlayıp, Akif olarak sevmeli. Hak bilinen yolda, ‘ben varım’ diyerek koşmalı, koşamıyorsa yürümeli. Dünyevi menfaatlere yüz vermemeli, çok okumalı, tarihini bilmeli. Daima mazlumun yanında olup ,dilsiz şeytan olmamalı. Çalışkan olmalı, tembellikten beri olmalı, Müslüman kardeşlerin birliği için mücadele etmeli, Ahlaklı olmalı ve asla ye’se kapılmamalı... Ki, gözü arkada kalmasın... Ocak ‘12 • 15
GÜNDEM
Yeni Yılın Hatırlattıkları AHMET TARIK ÖZKAN
Y
aklaşan yılbaşı ile bir yıla daha veda etmeye hazırlanıyoruz. Üzüldüğümüz, dertlendiğimiz, unuttuğumuz ve sevindiğimiz pekçok olayla birlikte kendimizi yeniden tanımlıyor, imtihanlarla dolu ömrümüzün bir sayfasını daha dolduruyoruz. Geçen bir yılın sonunda ve gelecek bir yılın başında yani yılbaşı dediğimiz şu noktada duralım ve son günlerle birlikte tekrar gündemimize giren yılbaşını değerlendirmeye çalışalım. Yılbaşı nedir? Toplumumuz için ne ifade etmektedir? Duruma islam inanç ve değerler sistemi açısından baktığımızda 100-150 yıl kadar öncesinde böyle bir kutlamaya rastlamıyoruz. Kutlanmaya başladığı dönemler ise Osmanlı’nın batıdan gelen meşrutiyet, gayrimüslim hakları, kılık kıyafet düzenlemeleri, askeri yenilikler...vb konuları tartıştığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemi Osmanlı’nın bir şeylerin ters gittiğini anladığı ve batılılaşma yolu ile kendisine çözümler aradığı bir dönem olarak nitelendirebiliriz. Yani geçmişten getirilen anlayışın hararetli biçimde sorgulandığı ve yeniden şekillenen dünya içerisinde kendini konumlandırmaya çalışan aydınlar zümresinin çare olarak batılılaşmayı (batı gibi olmayı) düşündükleri bir dönem. Kısaca yılbaşı bu buhran döneminin “tek” sığınılacak limanı olarak seçtiğimiz batılılaşmanın bir sonucu olarak hayatımıza girmiş “ithal” olgulardan biridir. Kendisi gibi ritüelleri ve kutlamaları da ithaldir. Noel babanın kim olduğunu, neden çocuklara hediye dağıttığını, kesilen çam ağaçlarının neden süslendiğini, neden hindi eti yendiğini, yoğun alkol tüketimi eşliğinde çılgınca kutlamala-
16 • Ocak ‘12
rı... vs. bizim değerler sistemimizle izah etmemizin imkanı yoktur. Yani bizde hiçbir karşılığı yoktur. Toplum yapımıza uzaktır, yabancıdır. Ancak çevremize baktığımızda günler öncesinden başlatılan yılbaşı hazırlıklar, yapılan rezervasyonlar, yılbaşı indirimleri ve kampanyalar, içkili mekanların olağanüstü hareketliliği, çılgınca eğlenceler, en yüksek ikramiyeli piyango çekilişleri ve televizyonlardaki yılbaşına özel eğlence programları... Adeta bu etkinliklerle diğer günlerden farklı, önemsenilmesi ve dikkate alınması gereken, toplumun, tarihinin derinliklerinden süzerek günümüze getirdiği tüm bayram ve özel günlerin yanında alternatif olarak bir “yılbaşı” figürü oluşturulmaya çalışıldığı görülüyor. Peki bu durum nasıl açıklanabilir? Yaşananlara baktığımızda olan biten her şeyin tüketim, modernizm, kapitalizm üçlüsü arasında döndüğünü görüyoruz. Kendi asil geçmişini modernleşme, batılılaşma adına terk eden, oluşan boşluğu batılı insan gibi tüketerek dolduran ve ardından kapitalizmin ağında sömürgeleşen insanlar üretme stratejisinin bir ayağını oluşturmaktadır yılbaşı. Ülkemizde seçkin bir kesimin üstlendiği ve devlet bürokrasisinin tam destek verdiği her alanda süren modernleşme çalışmaların somut örnekliğidir. Yılbaşı kutlamaları ve bu çerçevede gelişen etkinlikler batının dünyaya ve zamana bakışını açık bir şekilde özetlemektedir. Yılbaşı batıda, zamana karşı sorumluluk bilincinden yoksun, haz ve anlık tatmin peşinde koşan, mutluluğunu çok tüketimde arayan bir anlayışın göstergesidir. İnsan özgürlüğü ve mutluluğu adına vurguların ön plana çıkarıldığı, gerçekte insanın, insani de-
ğerlerin
önemsizleştirilerek
hazzın ve maddenin kutsandığı, insanın sadece figüran olarak yer aldığı bir oyunun
NO-EL HASAN DEMİRCİ
sahnelenmesi gibidir. Yılbaşı sabahı uyandığında geçirdiği bir gecelik eğlencenin faturasının ağırlığını bir sene taşımak zorunda kalan insanlar bunun en güzel örneğidir. İslam zamana, insana emanet edilen bir hazine gözüyle bakmaktadır. İnsanı ondan sorumlu tutarak nerede ve nasıl harcadığı ile hesaba çekileceğini ifade
etmektedir.
Zamanın,
insan ile kovulduğu cennet arasına bir perde olarak koyulduğunu belirterek hayırla geçen ömrün (zamanın) ona dönüşün tek kapısı olduğunu bildirmektedir. İnsanın kendini tekrar ispatı için verilen bir şans acaba ne kadar eğlence ile geçirilebilir, onun geçişi ile ne kadar mutlu olunabilir? Veya geçişi çılgınca kutlamaların,
başıboş
eğ-
lencelerin mi, yoksa samimi bir muhasebenin mi sebebi olmalıdır? Olması gereken durumu “Kendini hesaba çekip bugün Allah rızası için ne yaptın?” diyebilen Hz. Ömer ve müminler ortaya koymaktadır. Kısaca sorulması gereken soru yeni bir yıl ile yeni bir umuda mı yoksa insanlığa biçilen yazgıya mı merhaba
Biliyorum Noel; alkolizmi, moda etiketiyle bin bir türlü maskaralığı, giyindikçe çıplaklaşan bir zihniyeti, yapmacıklığı ve ‘nüfusu arttıkça insan sayısı azalan bir dünyayı’ bacalarımızdan evlerimize sen soktun. Ve bunları hediye paketine sararak getirdin ki, gözümüze güzel görünebilsinler. Ve güzel göründüler. Hediyelerine insanımız taptı. Fakat içlerinde saatli bomba vardı o paketlerin. Ve henüz patlamış değiller. Yıllar sonra çocuklarımızın elinde patlayıverecekler. Yeri gelmişken söyleyeyim; getirdiğin şeylerin yanında neleri götürmedin ki! Mesela, masumiyeti, sevgiyi, güzelliği, aile içi sohbeti, okumayı, araştırmayı ve ilmi alıp götürdün. Bir de duvarlarımızda süs eşyası(!) gibi kullandığımız Kur’an-ı Kerim vardı. Onu alıp götürdüğünü hiç fark edemedik. Elimizde Hz. Muhammet’in üç beş sünneti kalmıştı. Getirdiğin televizyonu izlerken onları da çalmışsın da haberimiz olmamış. Özetle hem başımızdaki gözlerimizi hem de kalp gözümüzü çalıp gittin. Bacalarımızda bunların sadece külleri kaldı. Bunları söylediğim için bana gerici yaftası vurulmasının sebebi yine sensin. Ve bunları söylediğimden dolayı karşıt görüşte olup samimi olduğum insanlar bana içten içe düşmanlık besliyorsa bunun sebebi insanlarımızın kalbine soktuğun fitnedir. Biliyor musun Noel; muhtemelen yılbaşında Müslümanlarca (!?) harcanan alkol oranı, Müslümanların Mekke’sinde, Medine’sinde yıl boyu tüketilen Zemzem oranını hayli hayli geçecektir. Zemzem’le alkolü aynı cümle içinde kullanıyorsam bunun da sebebi sensin Noel. Ve biliyor musun Noel; Filistin, Irak, İran, Pakistan, Hindistan, Libya, Mısır ve birçok coğrafyada bulunan masum Müslüman kardeşlerimin üstüne attığın hediye paketine sarılmış bombaları unutmadım. Sözde, demokratik-çağdaş (!) başlığı altında tüm Müslüman topluluğun arasına soktuğun kavram ve kelimelerden oluşmuş biyolojik-psikolojik uyuşturucu başlıklı silahları unutmuş değilim. Bir vücudun Sağ’ı ve Sol’u eline bir bıçak alıp kendi bedenini bıçaklıyorsa sebebi ülkeme soktuğun kardeş düşmanlığıdır. Ve görüyorsun ki ben sana Noel ‘Baba’ demedim. Çünkü ‘Baba’ kelimesi bende samimiyeti, sevgiyi, güzelliği, hoşgörüyü çağrıştırır. Ve sen de ‘Baba’ kelimesini kullanarak yaptığın çirkef işlere masumiyet süsü veriyorsun, biliyorum. O beyaz ve uzun sakalının altında kim bilir daha ne karanlık işler çeviriyorsun! Lütfen Noel, bizim eve girme. Ömrüm boyunca bacalarımızı tıkadık. Bizim eve giremezsin Noel! Aksakallı dedelerimizin, Nasrettin Hoca’larımızın bize getirdiği güzelliklerle meşgulüz.
diyeceğiz? Ocak ‘12 • 17
GÜNDEM
Askerlik Üzerine ABDULLAH ARSLAN
T
ürk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunlarının 2.maddesindeki tanımıyla askerlik, Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyetini korumak için harb sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyetidir. Ülkemizde askerlik zorunluluk prensibine dayanır. Zorunlu askerlik kavramı, 1789 Fransız İhtilali sonrası artan ulus devlet ve ulusal egemenlik anlayışının ortaya çıkardığı bir kavramdır. Bu kavram soğuk savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tartışılmaya başlanmıştır. Halihazırda ise bir çok Avrupa Birliği ülkesi zorunlu askerlikten vazgeçmiş ve tümü tarafından vicdani retçilik bir hak olarak tanınmıştır. Zorunlu askerliğin tartışılmaya başlanması insan haklarıyla ilgili olduğu kadar devletler açısından olumsuzluklar içermesi düşüncesiyle de ilgilidir. Örneğin zorunlu askerlikte belirli bir süre için askere alınacak er, bu süre zarfında eğitimini tamamlayamadan, yarı eğitilmiş bir şekilde çatışmaya girebilecek, tam olarak almadığı bir eğitimi tatbik etmeye çalışacaktır. Bu durumda askerler “harb sanatını” gereği gibi ifa edemiyeceklerinden dolayı devletin “askeri zaiyat” verme
18 • Ocak ‘12
olsalığı artacaktır. Verilmesi muhtemel bu zaiyatla, devletin prestijinin sarsılması yanında, zorunlu askerin, sadece bir kaç aylık eğitimle yer aldığı bu çatışmada yaşamını yitirmesi veya hayatının geri kalanını etkileyebilecek ağır yaralar alması söz konusu olacaktır. Kaldı ki söz konusu asker, yeterli eğitimi alsa ve zaiyata konu olmasa dahi asli mesleği bu olmadığından hayatının geriye kalan hiç bir döneminde bu hususiyetleri kullanamayacaktır. Zorunlu askerlerin çatışmalara girmemesi de ayrı bir sorunu meydana getirecektir. Söz konusu askerler patates soyarak, bulaşık yıkayarak ya da komutanın özel işlerini görerek “vatanlarına hizmet” ödevlerini yerine getirmek durumunda kalacaklardır ki doğrusu sayılan bu ve benzeri işlerin askerlikle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Şu halde böylesi bir askerlik de, devlete, askerlerin kıyafetleri, yeme içmeleri, barınmaları gibi birçok kalemde gereksiz masraflar olarak yansıyacaktır. Burada asıl zarar görense, kuşkusuz, cebinden verdiği vergilerin bu tarz işlerde kullanılmasından dolayı halk olacaktır. Ülkemizde de vatanına patates soyarak, bulaşık yıkayarak ya da komutanın özel işlerini görerek değil de “yetişmiş iş gücü” olarak katkıda bulunmak isteyen vatandaşlarımız için yakın zamanda bir yasa çıkartılmış bulunmaktadır.
Kamuoyunda ‘’Bedelli askerlik yasası’’ olarak bilinen ‘’Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” un hükmüne göre 30 yaşın üstündekiler ve otuz bin lira verebilecek olanlar askerlikten muaf tutulacak. Bu yasanın askerlikle ilgili ideal bir düzenlemeye hizmet etmek yerine otuz bin lirası olana hizmet ettiği açıktır. Şüphesiz otuz bin lirası olmayıp bedelli askerliğe başvuramayanlarında, otuz bin lirası olup bedelli askerlik diye bilinen yasadan yararlanmak isteyenlerinde bu kadar süre askerliklerini yapmamış olmaları bunu gerekli görmediklerindendir. Dolayısıyla sorun, bedelli askerlik yasasıyla çözülebilcek bir sorun olmaktan öte askerliğin zorunluluğuyla ilgilidir. İşte bu askerliğin zorunlu olması anlayışı “vicdani ret” kavramını doğurmuştur. Vicdani ret, kişinin, dini, siyasi veya ahlaki nedenlerle askerlik hizmetini, silah altına alınmayı reddetmesi şeklinde açıklanabilir. Modern zamanlarda vicdani retçiliğin ortaya çıktığı yer olarak Amerika görülmektedir. AB ve Avrupa Konseyi çatısı altında mevzuatına geçirmeyen iki ülkeden birisi ise Türkiye’dir. Yakın zamanda bu konu, Türkiye’de, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Eylül toplantısında, vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin Türkiye’ye açtığı dava üzerinden hazırladığı raporda, Türkiye’nin Aralık ayına kadar vicdani ret hakkı ile ilgili atacağı adımları belirlemesini istemesinin ardından
Zorunlu askerliğin tartışılmaya başlanması insan haklarıyla ilgili olduğu kadar devletler açısından olumsuzluklar içermesi düşüncesiyle de ilgilidir. Örneğin zorunlu askerlikte belirli bir süre için askere alınacak er, bu süre zarfında eğitimini tamamlayamadan, yarı eğitilmiş bir şekilde çatışmaya girebilecek, tam olarak almadığı bir eğitimi tatbik etmeye çalışacaktır. Bu durumda askerler “harb sanatını” gereği gibi ifa edemiyeceklerinden dolayı devletin “askeri zaiyat” verme olsalığı artacaktır.
Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan İsmet Yılmaz’ın şu açıklamasıyla gündeme gelmiştir: “Hem adalet bakanımızın dediği gibi hem bizim arkadaşların ortak çalıştığı (gibi), diyoruz ki: Bu gibi ‘Ben askere gitmeyeceğim veya üniforma giymeyeceğim’ diyen insanlar için bir ceza, yani her seferinde 3 yıl, 5 yıl değil bir ceza vereceğiz. O cezayı hapiste çektikten sonra da askerlikten muaf olacak. Düzenleme budur, bununla ilgili bir çalışma yapılacak.” söz konusu bakanın lütuf gibi sunduğu bu açıklama yöneticilerimizin insan haklarından ve hukuktan ne anladığının zannediyorum en açık göstergesidir. Bir vatandaş devlete ve kurumlara karşı olduğundan, dini inançları nedeniyle silah altına alınmayı reddettiğinden, savaşlara ve onlan yürüten ordulara karşı olduğu ya da emir alıp vermeyi istemediğinden dolayı, vicdani retçi olabilir. Burada vicdani retçiler açısından ortak nokta, savaşa kimsenin gitmemesi halinde orta yerde bir savaşın olamayacağı anlayışından yola çıkarak silah altına alınmanın reddidir. Vicdani retçi herhangi bir gerekçeyle silah altına alınmayı ahlaki açıdan sorgulamakta ve savaş mekanizmasıyla işbirliği yapmayı reddetmektedir. Tüm bu açıklamalar, kanaatimce, vicdani retçiliğin gayet anlaşılaOcak ‘12 • 19
Askerlik hizmeti, tanımı, yaptığı işi meslek haline getirmek olan “profesyonel” bir şekilde yürütülmeli ve gönüllülük esasına dayanmalıdır. Bu sayede asli mesleği harb sanatının icrası olmayan yurttaşlar bile bile ölüme gitmeyecek, komutanın özel işlerini yapma vs. gibi işler askerin görev kapsamı dışına çıkacaktır. Hazırlanan bedelli askerlik yasasının bu tartışma sahasıyla ilgisi yoktur. İlgili kavram olan “vicdani ret” ise bir hak olarak tanınmak zorundadır.
bilir bir olgu olduğunun göstergesidir. Kaldı ki demokrasinin bayraklaştırıldığı, demokrasi çığlıklarının atıldığı bu dönemde hiç bir gerekçenin, vicdani retçiliği tanımamayı mazur gösteremeyeceği bir gerçektir. Vicdani ret meşruiyetini, en çok da , içerisinde tüm insani değerleri barındıran ve insan fıtratının tam bir yansıması olan İslam dininde bulur. İslam dininde vicdani sorumluluk sadece Allah’a karşıdır. İslam dini insanı yalnızca Allah’a karşı sorumlu tutarak diğer herşeye karşı özgür bir vicdan ve irade tasarlamıştır. Burada Mustafa İslamoğlu’nun şu sözleri vakıayı bizler için daha belirgin hale getirecektir “Sanırım bizde devleti temsil ettiğini düşünenler şöyle akıl yürütüyor: Devlet benim, millet de devletindir. Dolayısıyla millet bizim olmuş olur. Bu durumda milletin bizden bağımsız bir vicdanı olamaz. Biz ne dersek o olur. (...) Vicdanını bize inşa ettirmeyen ölsün. Dolayısıyla ‘vicdani red hakkı’ diye de bir hak olamaz... (...) Teorik olarak düşünüldüğünde, çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede ‘vicdani red hakkı’nı en çok İslam dinine mensup olanların savunması gerekir. Müslümanlar için bu hakkı elde etmek sadece ‘hak ve özgürlük’ adına değil, dini mükellefiyet 20 • Ocak ‘12
adına da bir vecibedir. Adı ‘barış’ olan bir dine mensup olacaksınız, mukaddes kitabınız haksız yere bir adam öldürmeyi bütün bir insanlığı öldürmek olarak niteleyecek, bir cana kıyanın yerinin ebedi cehennem olduğunu söyleyecek, bireysel savaşa birileri ‘terör’ adını koyduğu için lanetleyeceksiniz, ama iş kitle imha silahlarının su gibi kullanıldığı devlet savaşına gelince, bütün mukaddes ilkeler yerini ilkesiz bir hamasete terk edecek. (...) Bu yüzden ‘vicdani red hakkı’ bu ülkede en çok dinine bağlı samimi Müslümanları ilgilendirmektedir.” Tüm bu yazılanlardan sonra, bizce, zorunlu askerlik hizmetinin ana gerekçelerini yaratan koşullar tüm dünyada dönüşüm geçirdiğinden, bugün bizzat zorunlu askerlik tartışılmalıdır. Askerlik hizmeti, tanımı, yaptığı işi meslek haline getirmek olan “profesyonel” bir şekilde yürütülmeli ve gönüllülük esasına dayanmalıdır. Bu sayede asli mesleği harb sanatının icrası olmayan yurttaşlar bile bile ölüme gitmeyecek, komutanın özel işlerini yapma vs. gibi işler askerin görev kapsamı dışına çıkacaktır. Hazırlanan bedelli askerlik yasasının bu tartışma sahasıyla ilgisi yoktur. İlgili kavram olan “vicdani ret” ise bir hak olarak tanınmak zorundadır.
DENEME
‘’Ne Kadar Felsefi Konuşuyorsun ‘’ FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Konuşmak her gün tekrarladığımız bir eylem... Ailemizle, arkadaşlarımızla, dışarıdaki insanlarla farklı konularda konuşmalar yapıyoruz. Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde bazen öyle konular açılır ki, bir düşünceler patlaması yaşanır. Zihin zorlanır, fikirleri toparlamaya çalışır. Tam en güzel fikirler ortaya çıkacakken bir ses böler her şeyi : “Ne kadar felsefi konuşuyorsun.” İşte tam bu en önemli, zihnimizi o kadar güzel çalıştırdığımız o çok kısa süren zamana bile tahammül edemeyen insanlar var. “Ne kadar felsefi konuşuyorsun” cümlesi “Benim huzurumu kaçırıyorsun, niye aklını çalıştırıyorsun, kendimi kötü hissediyorum senin yanında” demektir. Onlar isterler ki, herkes bizim gibi izlediği diziyi arkadaşına anlatsın. Herkes en beğendiği ünlüyü kendinden geçercesine konuşsun. Herkes “face”te neler
olup bittiğinden bahsetsin. Herkes telefonunun kalitesini övsün arkadaşlarına. Onların konuşacağı konuları belirleyen, beyinlerine hükmeden üç hükümdarları var: Televizyon, internet ve cep telefonu. “Ne kadar felsefi konuşuyorsun” cümlesi aslında bir yardımdır. “Sana yardımcı olmak istiyorum. Bak seni o içinden çıkamadığın labirentten, tek bir
cümleyle nasıl da kurtardım!” demektir. “Ne kadar felsefi konuşuyorsun” cümlesi aslında bir nasihattir. “Sen niye her şey üzerine düşünüyorsun ki. Rahatla ve kendini hayatın akışına bırak. Mümkünse uyu ve uyuş! Bak o zaman mutlu olursun.” demektir. İnsan düşünmeden edemiyor. Sanki çok fazla sorgulayan, projeler geliştiren, fikir üreten bir toplumuz. Buna rağmen ufacık bir sorgulama, azıcık bir “Bu böyle nereye kadar” düşüncesi; mini minnacık bir proje, görüldüğü, fark edildiği anda hemen söndürülüyor. Söndürülen düşünce ve heyecanların sahipleri! Sizler kalbinizi ferah tutunuz. Frost’un sözünü sizlere armağan ediyorum: ‘’Ormanda yol ikiye ayrılıyordu. Ben az geçilen yolu seçtim. Farkı da bu oluşturdu.’’
Ocak ‘12 • 21
DENEME
M
ücadele her zaman iki zıt kavram üzerine vuku bulur. İnsanlık tarihi boyunca bu hal değişmemiştir. İnsanlar ya kaybederler, ya da kazanırlar; çünkü bu Allah’ın değişmez kanunudur. Şimdi ise bu konuyu Kur’an-ı Kerim ışığında bazı örneklerle desteklemek istiyorum. Hem ilk insan, hem de ilk Peygamber olması hasebiyle Hz. Adem’ den başlamak doğru olacaktır sanırım. Hz. Adem ile Şeytan arasında geçen diyalogu hepimiz bilmekteyiz. Kıssayı konumuz itibariyle ele alacak olursak. Bir kazanan tarafın, bir de kaybeden tarafın olmasıdır. Örnekliğimize Hz. Adem’in oğulları üzerinden devam etmek yerinde olacaktır. Habil il Kabil, ikisi de aynı babanın aynı annenin oğulları ama bakın ki mücadeleleri ne yönde. Habil Allah’ın emrini en güzel şekilde yerine getirmek için mücadele verirken, Kabil ise Allah’ın emrini en kötü bir şekilde yerine getirmek için mücadele etmiştir. Her ikisinde de bir itaat var. Ama Allah(c.c) sadece birisininkini huzurunda kabul ediyor. Bu kıssada da konumuz
22 • Ocak ‘12
itibariyle bir kazanan taraf, bir de kaybeden tarafın olmasıdır. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz o kadar çok örnek var ki ben konumuzun sıhhati açısından bu iki örnekle yetiniyorum. Örneklerde görüldüğü üzere mücadele şuurlu iman edenler ile şuurlu küfredenler arasında cereyan ediyor. Ama dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki yalnızca bir tarafın kazandığı, diğer tarafın ise kaybetmesidir.
İnsanoğlu yaratılırken, zaafı olan bir varlık şeklinde yaratılmıştır. O yüzden insanoğlunun dayandığı bilgiler, inandığı değerler, ibadet ettiği kutsallar noktasında seçim yaparken bir hayli dikkat etmesi gerekir; çünkü aklından çıkarmaması gereken bir şey var ki onu çıkardığı an kendi sonunu getirmiş olur.
Peki biz hangi taraftayız? Gelin şimdi bu soruyu karşılaştırmalı olarak maddeler halinde sıralayalım. Kazanan Taraf -Sürekli çözüm üretir. -Olaylara her zaman olumlu bakar. -Bir iş olduğu zaman ben de bu işte varım der. -Çok konuşmak yerine hep bir şeylerle meşgul olur. -Her zaman bir planı vardır. -Geçmiş yerine geleceği düşünür. -Çenesi yerine beynini çalıştırır. -Onun için dünyevi her şey Ahiret için bir araçtır. -Yapıcıdır . -Dayanağı vahiydir. -Peygamberler ve ashaplarının yolunda gitmeye çalışır. -İnsanları Allah için sever. -Sürekli ölümü hatırlar. -Takva sahibi olmak için elinden geleni yapar. Kaybeden Taraf -Sürekli sorun çıkarır. -Olaylara her zaman olumsuz bakar. -Bir iş olduğu zaman benim de başka bir işim vardı der. -Bir şeylerle meşgul olmak yerine hep boş şeyler-
le meşgul olur. -Her zaman bir planı vardır fakat uygulamaz. -Gelecek yerine anı düşünür. -Beynini çalıştırmak yerine çenesini çalıştırır. -Onun için dünyevi her şey bir amaçtır. -Yıkıcıdır. -Dayanağı zanlarıdır. -Para, makam, kariyer kimde ise onun yolundan gitmeye çalışır. -İnsanları kendi menfaati için sever. -Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. -Kibirli olmak için elinden geleni yapar. Bunlar sadece benim aklıma gelenler eminim ki okurken sizlerin de akıllarına nice maddeler gelmiştir. İnsanoğlu yaratılırken, zaafı olan bir varlık şeklinde yaratılmıştır. O yüzden insanoğlunun dayandığı bilgiler, inandığı değerler, ibadet ettiği kutsallar noktasında seçim yaparken bir hayli dikkat etmesi gerekir; çünkü aklından çıkarmaması gereken bir şey var ki onu çıkardığı an kendi sonunu getirmiş olur. -Kaybedenlerin yolu mu? Kazananların yolu mu? O yüzden diyoruz ki; Henüz vakit varken seçim sizleri bekliyor. Unutmayın yarın çok geç olabilir. Ocak ‘12 • 23
İSLAM COĞRAFYASINDAN
İRAN İSLAM DEVRİMİ ve AYETULLAH HUMEYNİ SARE GÜLCE YENİCE
“Dünya artık hiçbir zaman 1 Şubat 1979’dan önceki gibi olmayacak.”
O
smanlı İmparatorluğu’nun 20. yy’ın başlarında dağılmasından sonra Ortadoğu’da meydana gelen en önemli olaylardan birisi de kuşkusuz 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi’dir. Gerçekten de, bu devrim, Petrol’ün keşfi, bağımsız Arap devletlerinin ortaya çıkışı ve İsrail’in kurulması üçgeninde gelişen bölge tarihinin en son önemli noktasıdır. Genel siyasi tarih açısından bakıldığında İran İslam Devrimi, devrim öncesi olayların seyriyle; devrim sonrası oluşturulan siyasi-ekonomik ve kültürel yapılarıyla ve şii karakteri yanında daha evrensel mesajlarıyla; bölge ile dünya politikasına yaptığı etkileriyle Fransız, Bolşevik ve Çin devrimleriyle karşılaştırılabilecek bir konumdadır. Bazı nüans ve anlayış farklılıklarına rağmen 20. yy’daki tüm liberal ve sosyalist devrimlerin ortak sloganı haline gelen “özgürlük, eşitlik, adalet, bağımsızlık” gibi kavramlar İranlı devrimcilerinin de yıldızlaşan ilkeleridir. Benzer ş e k i l d e ,
24 • Ocak ‘12
“ezen-ezilen,” “sömüren-sömürülen,” “burjuvaproleterya,” “efendi-köle” çelişkileri, İran Devrimi’nde “müstekbir-mustazaf ” ayırımına dönüşmüş; ABDİsrail-Sovyetler Birliği-Batı Avrupa ile İslam dünyasının yöneticileri müstekbir saflarında, İran ile birlikte Müslüman olsun olmasın fakir ülkelerin halkları ise mustazaf saflarında konumlandırılmıştır. Bu ve benzeri sınıflandırmalar aslında kendilerini ezilenlerin koruyucusu ilan eden tüm devrimciler tarafından yapılagelmiştir. İran’daki devrim, İslam tarihi açısından ayrı bir kırılma noktasıdır. 661 yılından 1258 tarihine kadar geçen süre içinde (kısa bir süre hariç), genel olarak Sünni devletler (Emeviler, Abbasiler, Selçuklular) tarafından yönetilen İran toprakları, 1200’lü yılların başından itibaren Moğol kontrolüne girmişti. 600’lü yılların ikinci yarısından itibaren İslam hakimiyetine girmesi İran toprakları birinci dönüm noktası ise, ikincisi Moğol istilasıdır. Bu tarihten 1500’lü yılların başına kadar İran, irili ufaklı Moğol, Türk, Arap ve Fars hanedanlarının hakimiyetinde, çatışmaların istikrarsız ortamında bir dönem yaşamıştır. İslam medeniyetinin iki ana kolu bu tarihlerde şekillenmeye başlamış ve günümüze kadar ulaşmıştır: Batıda Türkler (Osmanlı İmparatorluğu – Sünni), doğuda İranlılar (Safevi Devleti – Şii). Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluundan geriye kalanla Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Doğu kanadında ise 1502 yılında kurulmuş olan Safevi Devleti gelecek için de belirleyici rol oynamıştır. Safevi Hanedanı, İran’ı sistematik olarak Şiileştirmiş ve diğer devletlerle mezhep temeli üzerinden rekabete girişmiştir.
19. yy’ın son çeyreğindeki “Tütün İsyanı” ile 20. yy’ın başındaki “Anayasa Hareketleri”ni İran tarihi içerisinde kayda değer geşlişmeler olarak ortaya sıralayabiliriz. Bu iki olay, İran halkının yönetime katılma çabalarının ve ileride ortaya çıkacak devrimci hareketlerin anlaşılması bakımından önemlidir. İran siyaseti son iki yüzyıl boyunca sürekli olarak yabancı baskı ve müdahalesi altında kalmıştır. 1800’lü yılların ortalarından itibaren birkaç defa fillen işgal edilerek, devletin karar süreçleri felç edilmiştir. Saray yönetimi yabancı güçlerin müdahalesi neticesinde aslında 20. yy başlarında fiilen çökmüş durumdadır. Bu çöküşün resmen ilan edilebilmesi 1924 yılında iktidarı ele geçiren Pehlevi Hanedanı’nın marifetiyle ancak 1979 yılına kadar ertelenebilmiştir. Bu çerçevede, İran İslam Devrimi, İslam’ın Şii kolunun yeniden dirilmesi olarak görülebilir. Devrim, genel olarak İran’daki yabancı nüfuzuna, yabancıların İran’ın içişlerine karışmasına, Pehlevi-ABD yakınlaşmasına, bozuk ekonomik koşullara, İran’ın batılılaştırılması ve modernleştirilmesi çabalarına tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, bütün bu retoriğin gerisinde, etkileri çok kuvvetli Şii tarihinin sembolik olayları belagatli biçimde yer almıştır. Şehid Hüseyin, Kerbela, Hz. Ali, Ehli Beyt, Yezid, Hz. Fatıma gibi Şiilerin önemli isim ve olayları her vesile ile gündeme getirilmiştir. ‘Humeyni kolektif bir iradenin odak noktasıdır.’ İran devrimi bir çok ilki beraberinde getirmiştir. Bunların belki de en önemlisi ‘Velayeti Fakih’ diye adlandırılan yeni bir yönetim biçimi getirmesidir. Velayeti Fakih modelinin temel yaklaşımı, ‘siyasi yönetimin meşruiyet temelini’ hem halka, hem de İslam inancına yaslamasıdır. Daha önce din adamları, siyasi önderler olarak ortaya çıksa da, bu hep sınırlı kalmış, ulema devletin başına hiç bir zaman geçmemiştir. Bu model, klasik “İmamet” ve “Beklenen Mehdi” inancına dayanan Şii siyasi düşüncesinden ve bin dört yüz yıllık Şii siyasi pratiğinden farklıdır. İran İslam Devrimi, getirdiği farklı düşünceler ve devrim sonrası gelişen politikaları nedeniyle, entellektüel, siyasi, ekonomik ve kültürel çevrelerde muazzam bir ilgiye mazhar olmuştur. Bu ilgi üç konu başlığı altında özetlenebilir: 1) devrime sebep olan nedenlerin ve devrimci süreçte ortaya çıkan olayların analizi; 2) devrim sonrası oluşan yeni devletin felsefi
ve kurumsal arkaplanı; 3) İran İslam Cumhuriyeti’nin politikaları. Devrimci süreçte üzerinde en fazla durulan konuların başında 1953 yılında ABD ve İngiltere destekli bir darbe ile görevden uzaklaştırılan Başbakan Dr. Musaddık olayı gelmektedir. Halk tarafından sevilen ve İran ulusal çıkarlarının savunucusu olarak bilinen Başbakan Musaddık’ın bu şekilde iktidardan uzaklaştırılması, İran halkının uzun yıllar sürecek bir travma yaşamasına yol açmıştır. İran uzmanları büyük bir ittifakla Musaddık olayının bir zincirleme etki yaptığını ve devrime varan sürecin tetikleyicisi olduğunu kabul etmektedirler. Devrimci süreç Ayetullah Humeyni’nin 1960’ların başından beri monarşi ve ABD karşıtı söylemleri olmadan tam olarak anlaşılmaz. Humeyni, Ortadoğu’nun en eski ve köklü medeniyetlerinden birisine sahip İran halkının Şah ve ABD tarafından kırılan onurunun sözcüsü olmuş, bu uğurda hapishanelerde yatmak, suikastlere uğramak, oğlunun öldürülmesi gibi büyük bedel ödemekten kaçınmamış, ömrünün son onbeş yılını ülkesinden ayrı sürgünde geçirmiş birisidir. Monarşi, Şah ve ABD karşıtlığından hiç taviz vermeyen düşünceleri ve kararlı tutumu; sade ve basit yaşam tarzıyla halka yakın tavırları; geleneksel Şii düşünceyi reform ederek modern kitlelerin kabullenmelerini sağlayan entellektüel açılımları; İslam tarihinin olayları ve şahsiyetleri ile modern zaman olay ve şahsiyetleri arasındaki kurduğu sembolik bağlar; ve hepsinden öte, bütün bunları yaparken ortaya koyduğu belagatlı söylem, onu bir müddet sonra tüm İran muhalefetinin doğal lideri konumuna ulaştırmıştır. İran İslam Cumhuriyeti ideolojisinin dış politikaya yansıyan temel özellikleri arasında, müstekbirOcak ‘12 • 25
mustazaf ayırımı, monarşi, ABD, İsrail, kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı bulunmaktadır. Müstekbir-mustazaf ayırımı İslam’ın hak-batıl ayırımından ilham alan bir kavramsallaştırmadır. Buna göre, tüm insanlığı sömürmeye çalışan, onların ulusal ve kişisel varlıklarında gözü olan, bunun için her türlü kötülüğü yapan veya yapmaya hazır olan müstekbirler ile varlıkları elinden alınmış, zayıf bırakılmış, hakları gasp edilmiş mustazaflar arasında kıyasıya bir savaş vardır. Bu savaşta ABD, İsrail, Rusya ve kısacası egemen güçler müstekbirler tarafında, başta İran olmak üzere sömürülen ülkeler ve halklar ise mustazaflar tarafında resmedilmektedir. İslam dünyası açısından ise müslümanların iradelerine muhalif olarak işbaşına gelen monarşiler ile diktatörler müstekbir, geniş halk kitleleri ise mustazaflar olarak değerlendirilmektedir. İran’ın dış politikasında etkili olan bir diğer düşünce ‘ne doğu ne batı, sadece islam’ fikridir. Yani yeniden yapılanma döneminden geçen İran ne ABD önderliğinde bir batıyı, ne de Sovyetler önderliğinde bir doğu-
yu benimseyecektir. Yalnızca müslüman halkların yanında yer alacak ve hiç bir şekilde başka bir ülkeye siyasi bağımlılık fikrini reddetmiştir. Ayetullah Humeyni tüm dünya müslümanlarının birliğinden yanadır ve müslüman dünyanın karşı karşıya kaldığı problemlerin çoğunun temelinde, müslümanların İslam’ın kutsal yoluna yabancılaştırılmalarını; doğu veya batının çürümüş hayat tarzlarını benimsemelerini; baskıcı ülkelerin entrikalarının bir sonucu olarak ülkelerinin parçalanmışlığını görmekteydi. Kurtuluşun yegane yolu İslam’a dönmek, gerçek ve doğru İslami hükümetler kurmak ve suni farklılıkları ortadan kaldırarak yeniden birliği sağlamaktı. Ve bu birliğin yeniden sağlanması sürecinde aynı zamanda tüm müslümanlar arasında mezhep ayrımı yapılmaksızın birlik sağlanmalıydı. Önemli olan herkesin “müslüman kimliği”nde birleşmesi ve zulme karşı birlikte hareket etme iradesini ortaya koymasıydı. Fakat İran İslam Devrimi’nin son 30 yılına bakıldığında, devrim ihracı çabalarının sınırlı ve kısmen etkisiz
Devrim Takvimi 1978 • 7 Ocak’ta İttila Gazetesinde Humeyni hakkında iftira dolu bir makale yayınlandı. • 8 Ocak’ta Kum şehrinde makaleye tepki olarak 4000 öğrenci sokaklara döküldü ve sürgündeki Humeyni’nin dönmesi için eylem yaptı. • 7 Şubat’ta işçiler greve girdi. • 15 Şubat’ta öğrenciler yeniden Şah aleyhine yürüyüş yaptı. • 19 Şubat’ta halkın Tebriz’de bankaları, sinemaları, meyhaneleri basması üzerine Şah Rıza Tebriz valisini görevden aldı, SAVAK’ı etkisiz kalması nedeniyle kınadı. • 20 Şubat’ta Tebriz halkı hükümet tarafından hain ilan edildi. 26 • Ocak ‘12
• 3 Mart’ta Şah BBC’ya yaptığı açıklamada Kum ve Tebriz olaylarının ” komünistler ve gericilerin ” birleşmesinin sonucu olduğunu iddia etti. • 5 Nisan’da polisler “çok yaşa Şah” diye bağırmayı ret eden iki din adamını öldürdü. • 10 Nisan’da hapishanelerdeki tutuklar yoğun işkenceye karşı açlık grevine başladı. • 17 Nisan’da İngiltere Savunma Bakanı: ” Şah rejimini destekleyeceğiz; zira Şah devrilirse, İngiltere’nin çıkarları tehlikeye düşecektir ” dedi. • 5 Mayıs’ta İmam Humeyni, Le Monde muhabiriyle yaptığı gö-
rüşmede; ” komünistlerle işbirliği yapmayacağız” dedi. • 15 Mayıs’ta genel grevler başladı. • 14 Ağustos’ta İsfahan’da sıkıyönetim ilan edildi. • 23 Ağustos’ta Şah’ın bir komplosu sonucu bir sinema dolusu insan yanarak öldü. • 7 Eylül’de artık iyice yaygınlaşmış olan gösterilerde halk ve asker yakınlaşmaya başlamıştır. Halk askere çiçekler atar ve ” askerler kardeşimiz, Humeyni liderimiz ” sloganı atmaya başlar.
Humeyni İran’da değildir: 15 yıl boyunca sürgünde yaşıyordu ve sadece şah indirildiğinde dönmek istiyordu. Humeyni hiçbir şey söylemez: sadece şah’a, rejime, bağımlılığa hayır der. Humeyni bir politikacı değildir: bir Humeyni partisi olmayacak, bir Humeyni hükümeti de olmayacaktır. Humeyni kolektif bir iradenin odak noktasıdır.’ kaldığı söylenebilir. Bu durumda etkili olan bir çok faktör olmakla beraber İran’ın dış politikasında ideolojiden başka belirleyici etkenler de olmuştur. Bunlar 1) jeostratejik gerçekler, 2) tarihsel miras, 3) İran’ın etnik, dini ve kültürel yapısı, 4) ülkenin ekonomik koşulları 5) ordunun durumu ve askeri ihtiyaçlar, 6) stratejik-doğal kaynakların varlığı, 7) basın-yayın ve kamuoyunun etkisi, 8) anayasal kurumların etkisi, 9) rejim içi çekişmeler ve 10) uluslararası sistemin yapısıdır. Türkiye ve İran ilişkilerin de ise Türkiye’nin de geçirdiği değişim ve dönüşümlerle birlikte, şu durumda, devrim öncesindeki süreçle kıyas kabul etmeye-
cek ölçüde yakınlık gözlenmekte. Yazının sonunu Foucoult’dan bir alıntıyla yapalım, Humeyni’ye dair, ‘Bugün hiçbir devlet başkanı, siyasi lider, medyanın destekledikleri bile, bu kadar kişisel ve yoğun sadakatin nesnesi olamamıştır. Bu bağlılık kuşkusuz şu üç olgudan kaynaklanır: Humeyni İran’da değildir: 15 yıl boyunca sürgünde yaşıyordu ve sadece şah indirildiğinde dönmek istiyordu. Humeyni hiçbir şey söylemez: sadece şah’a, rejime, bağımlılığa hayır der. Humeyni bir politikacı değildir: bir Humeyni partisi olmayacak, bir Humeyni hükümeti de olmayacaktır. Humeyni kolektif bir iradenin odak noktasıdır.’
• 8 Eylül’de Kanlı Cuma diye bilinen olay gerçekleşir. Halk ve askerin yakınlaşması üzerine, orduda bölünme olma ihtimaline karşı hükümet sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etti. Ancak binlerce insan yürüyüşe başladı. Jale Meydanı’na gelindiğinde, askerler üzerlerine ateş açtı. Çocuk, kadın, yaşlı binlerce kişinin öldüğü bu olay Kanlı Cuma olarak anıldı. • 6 Ekim’de İmam Humeyni, Necef’ten Fransa’ya gitmek zorunda kaldı.
• 24 Ekim’de ilköğretim ve lise öğrencileri Tahran Üniversitesinde namaz kılarak eylem yaptı. • 26 Ekim’de Humeyni her türlü uzlaşmayı ret etti. • 4 Kasım’da Şah yürüyüş yapanları kurşuna dizdirdi. • 1978 yılı böyle bitip, yıl 1979’a gelindiğinde; • 6 Ocak’ta greve gitmiş olan basın, Humeyni’nin emriyle Şah’ın cinayetlerini yazmak için grevi bıraktı. • 8 Ocak’ta işlenen cinayetler ne-
Kaynaklar • Iranian Islamic Revolution From Past to Present: A General Evaluation. (English) By: Gündoğan, Ünal. Middle Eastern Analysis / Ortadogu Analiz, 2011, Vol. 3 Issue 29, p9399 (http://ehis.ebscohost.com/eds/ pdfviewer/pdfviewer?sid=1626fcc8a700-4468-8d61-b5ee61f868cc%40 sessionmgr110&vid=2&hid=1) • Abrahamian, Ervand (2010); A History of Modern Iran, Cambridge University Press. • Tarihten Günümüze Türk-İran İlişkileri Sempozyumu (10-17 Aralık 2002), Konya, Türk Tarih Kurumu Basımevi (2003) • TDV İslam Ansiklopedisi, İran Maddesi, 22. Cilt, s392-437 • http://www.marksist.org/tarihtebugun/2917-1-subat-1979-irandevriminde-ayetullah-humeyni-iranadondu• http://www.eksisozluk.com/show. asp?t=foucault+ve+iran+devrimi
deniyle Humeyni genel yas ilan etti. Aynı gün Şah’ın askeri ve Başbakan’ı Azhari İran’dan kaçtı. • 13 Ocak’ta Humeyni tarafından ilk İslam İnkılap Şurası kuruldu. • 16 Ocak’ta Şah İran’dan kaçtı. • 1 Şubat’ta Humeyni 15 yıllık sürgünden sonra İran’a döndü. • 5 Şubat’ta Humeyni Mehdi Bezirgan’ı başbakan olarak atadı. • 11 Şubat’ta inkılap zafere ulaştı. • 1 Nisan 1979’da İran İslam Cumhuriyeti resmen kuruldu. Ocak ‘12 • 27
İSLAMİ KAVRAMLAR
GÜNAHTA ISRAR ETMEK ŞEYMA NUR EKREN “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz Allah sizi helâk eder de yerinize günah işleyip sonra da tevbe edecek bir kavim yaratırdı.” (Müslim) buyuruyor Rasullullah(sav). Biliyoruz ki melekler gibi yaratılmadık. İnsan isyan eder, taşkınlık yapar. Ama tevbe de eder. İşte bu nokta çok önemlidir. Tevbe, ilâhi rahmetin tecellilerine yol açar. Allah(cc) tevbe suresinin 112. Ayetinde müjdelenenleri sayarken de ilk başta tevbe edenleri zikreder: “Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele.” (Tevbe Suresi, 112) Peki her tevbe eden için bu müjde geçerli midir? Asıl tevbe edenler günahlarında bile bile ısrar etmezler “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (Ali imran 135) Bu ayetin tefsirinde Elmalılı şöyle der:
28 • Ocak ‘12
“Gerçekte günahları da Gafur (affedici), Rahim olan Allah’tan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şanı büyük Allah’tan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte asıl tevbe edenler, herhangi bir günah sonunda derhal Allah’tan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenlerdir.” Günahta ısrar etmek iki manada kullanılmaktadır: 1-Günahı tekrarlamak: Israrın kesin manası ‘günahı amelde pişman olmadan tekrarlamak’tır, yani örfçe ‘günaha devam ediyor’ denilmesidir. Günahta ısrar edenin pişman olmayacağı da bellidir. 2-Tövbe ve istiğfar etme azmi olmadan günah işlemek (bir defa bile olsa): Bir rivayette İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: “Günahta ısrar etmek demek insanın günah işleyip istiğfar etmemesi, tövbe etmeye azimli ve kararlı olmaması demektir.” Bir başka rivayette Resul-ü Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “İstiğfar edenin günahında ısrar yoktur, hatta bir günahı günde yetmiş kere işlese de.” Bu ve benzeri hadisler, günah işlendikten sonra tövbe ve istiğfar edilmemesine ‘günahta ısrarlı olmak’ dendiğini göstermekteler.
Günahta Israr Etmenin Sonuçları Günahta ısrar etmek ayet ve rivayetlerde şiddetle kınanmış ve bazı kötü sonuçları şöyle belirtilmiştir:
Günah işledikten sonra, pişman olunmazsa ve hele günah işlemek tatlı gelirse, günaha ısrar etmek, dadanmak olur. Pişmanlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günahlar, ısrar edildiği takdirde büyük günaha dönüşürler. Küçük günahı küçük görmek ve küçük günah işlediğini söyleyerek övünmek de, büyük günah olur. Büyük günah işlemeye ısrar etmek de, küfre yani imanın gitmesine sebep olur.
1. Günahta ısrar eden kişiye mağfiret olunmaz ve hidayete erdirilmez. “Onlar için ister mağfiret dile, ister onlar için mağfiret dileme hiç fark etmez! Eğer onlar için yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah onları asla bağışlamayacaktır! Bu, şüphesiz ki onların, Allah’ı ve Resulünü inkar etmeleri sebebiyledir. Allah ise, inkarlarındaki ısrarları yüzünden fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 80) 2. Günahta ısrar edenler Allah’ın (cc) “Yazıklar Olsun.” hitabına mazhar olurlar. Rasulullah (sav) buyuruyor: “Merhamet ediniz ki merhamet edilesiniz. Bağışlayın ki bağışlanasınız. Sözü dinleyip de, kendisine sözün tesir etmediği kişiye yazıklar olsun. Bile bile günaha ısrar edenlere de yazıklar olsun.” (İmam Ahmet) 3. Günahta ısrar edenler zalimlerden olurlar. Rasulullah (sav) buyuruyor: “Müminin işlediği her günah kalbinde siyah bir nokta meydana getirir. Tevbe edip kötülükten sıyrılarak af dileyince o siyah nokta kalbinden silinir. Eğer günaha günah eklerse siyah noktalar çoğalıp kalbini kaplar.” (Buhari) 4. Günaha devam edenin kalbi mühürlenir. Rasulullah (sav) buyuruyor: “Günaha devam edenin zamanla kalbi mühürlenir, o artık sevap işleyemez olur.” (Bezzar,Müsned/Tevbe) Ayeti kerimede de şöyle buyuruluyor: “Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (Mutaffifin 14) 5. Günahlarından tevbe ettiği halde onu işlemeye devam eden kimse Rabbi ile alay etmiş olur. Günahlarında ısrar eden bir kişi, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun Peygamberini (asm) hafife almış
olur. Ayrıca Kurân’ın hükümlerini yerine getirmeyen veya yaptıklarını ısrarla sürdürenler Cenab-ı Hakk’ın azabını da üzerine çeker. Eğer tevbeye sarılmazsa bu onu daha da büyük uçurumlara sürükler.
Unutmayalım: Hatada Israr, Helaka Sebeptir
Günah işledikten sonra, pişman olunmazsa ve hele günah işlemek tatlı gelirse, günaha ısrar etmek, dadanmak olur. Pişmanlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günahlar, ısrar edildiği takdirde büyük günaha dönüşürler. Küçük günahı küçük görmek ve küçük günah işlediğini söyleyerek övünmek de, büyük günah olur. Büyük günah işlemeye ısrar etmek de, küfre yani imanın gitmesine sebep olur. Cafer-i Sadık hazretleri; “Bir hata işlediğiniz zaman istigfar edin, hatada ısrar helak olmaya sebeptir” buyurmuştur. Bir kimsenin kalbinin kararmış olmasının alameti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz. Ata-i Horasani (ra) buyurdu ki: “Büyüklerimizden birisi, hata ve noksanlarını avucunun içine yazar, avucuna bakıp, hata ve noksanlarını görüp hatırlayınca, eli titrerdi.” Nefs, bir kötülük deposudur. Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki: “İbret almak istersen, hata sahibi kişilerin akıbetlerine bak da kalbini topla!” Dolayısıyla küçükte olsa insan her günah işledikten sonra hemen tövbe etmeli ve yeniden günaha dönmeme kararı almalıdır, zira günahta ısrar etmek ve onu tekrar tekrar yapmak kulu Allah’tan uzaklaştırır, kalbini siyahlaştırır. Bu da insanın tövbe etmesini zorlaştırır. Peki; Ocak ‘12 • 29
Günahta Israr Etmekten Nasıl Kurtulabiliriz?
Şah damarı vücuttaki en hayati damarlardır. Onlara bir zarar geldiğinde ölüm ya da felç riski çok yüksektir. O yüzden bu damarlara “Can damarı” da denmektedir. İşte Ayet-i kerime bize bu misalle şunu izah eder ki; Rabbimiz bize sonsuz derecede yakındır. Kalbimizin en ince ve gizli arzularını bilir.
1. Günahta ısrar etmekten kurtulmanın yolu kime karşı işlenildiği düşünülmekten geçer. Günahlardan kurtulmanın en önemli yollarından biri, Cenab-ı Hakk’a olan imanımızı kuvvetlendirmektir. Ve O’nun (cc) sürekli bizi gördüğünü ve bildiğini düşünebilmektir. Zira bazı günahları yaparken insanlardan bile çekiniyoruz. Haya ediyoruz. İnsanların görmediği yerleri tercih ediyoruz. Halbuki; asıl utanıp çekineceğimiz Cenab-ı Hakk’tır. Bilal Bin Sad (ra) bu konuyla ilgili şöyle demiştir; “İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bakmayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın.” 2. Günahta ısrar eden kişi Allah’ın (cc) kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilmelidir. “Celalim hakkı için, insanı (biz) yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz! Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16) Şah damarı vücuttaki en hayati damarlardır. Onlara bir zarar geldiğinde ölüm ya da felç riski çok yüksektir. O yüzden bu damarlara “Can damarı” da denmektedir. İşte Ayet-i kerime bize bu misalle şunu izah eder ki; Rabbimiz bize sonsuz derecede yakındır. Kalbimizin en ince ve gizli arzularını bilir. Nasıl ki; güneş bize nihayet derecede uzaktır. Fakat ışığı ve ısısıyla bizi sarıp sarmalar. İşte Cenab-ı Hak da bizlere güneş misali gibidir. Bizlerden uzak olmakla birlikte her birimize nihayet derecede yakındır. Bize bizden daha yakındır. En ince yalvarışlarımızı, en saklı arzularımızı bilip cevap verir. Onun için Rabbimiz’in her an bizi gördüğünü, bildiğini düşünürsek, günah işlemekte de ısrar etmeyiz. 3. Melaikeler de sürekli bizi görüp yaptıklarımızı kaydetmektedirler. “O iki kaydedici (melekler her yaptığınızı) kaydederken (onlar) sağdan ve soldan (her iki tarafınızda) oturmakta olan (melekler)dir. (İnsan) hiçbir 30 • Ocak ‘12
söz söylemez ki, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici (melek) bulunmasın!” (Kaf 17,18) Nasıl ki; kamerayla görüntülendiğini bilen bir kişi hal ve hareketlerine çeki düzen verir. Üstünü başını düzeltir ve konuşmasına dikkat eder. Öylede, sağımızda ve solumuzdaki melaikelerde bizim için birer kamera görevi görmekteler. Zira her yaptığımızı, hatta her söylediğimizi kaydediyorlar. Ta ki; kıyamet gününde biz unutsak da onlar hatırlatsın ve “Ben yapmadım, görmedim, söylemedim.” diyenlere birer şahitçi olsunlar. İşte melaikelerin varlığı da, bizleri günahlardan uzaklaştırmaya önemli bir vesiledir.
Sonuç Olarak Şeytan, biz pişman oldukça Allah’ın bizi affedeceğini bilmektedir. Bu sebeple bizi usandırmak veya ümitsizliğe düşürmek ister. Kalbimize şüphe ve tereddüt vererek, sürekli günahlara geri döndüğümüzü, tevbelerimizin kabul edilmeyeceğini fısıldar. Bu oyuna gelmemeliyiz. O ısrar ettikçe biz de ısrar etmeli ve tekrar tekrar tevbe etmeliyiz. Günah arzusundan kurtulmak zordur. Bu da şeytanın önemli kozlarındandır. Bize günaha karşı koyamayacağımız hissi vererek, arzularımızı gözümüzde büyütür. Pes etmemizi ister. Oysa Yüce Rabbimiz hiçbir kuluna kaldırmayacağı yük yüklemez. Emir ve tavsiyelerine uymaya çalışan kullarına da kolaylık sağlar. Ebu Muhammed Sehl rh.a., bu konuda şöyle demiştir: “İnsanda arzu ve isteklerin bulunması fıtratın bir gereğidir. Günaha karşı arzu oluştuğunda insanın yapması gereken; kalbiyle halini Mevlâ’ya arz etmek, gelen düşünceyi kötü görmek ve nefsini de devamlı kötü görmeye zorlamaktır.” KAYNAKÇA • İmam Gazali; İhya’u Ulum’id Din / Tevbe • İmam Suyuti; Camiu’s Sağir / Tevbe • Yusuf Kandehlevi, Hayatüs Sahabe • Riyazü’s Salihin / Tevbe • http://tevbeistigfar.com/gunahlarda-israr-eden-bir-kisinintevbesi-kabul-edilir-mi/ • http://tevbeistigfar.com/gunahta-israr-etmekten-nasilkurtulabiliriz-gunahlari-nasil-terk-edebiliriz/
KARİKATÜR ANALİZİ
SÛDE KARAMANOĞLU
Haklısınız, daha kayda değeri bulunabilirdi hakkında bir şeyler yazmak için. Ama çoğu zaman hâlimiz bu ağaçtan daha kayda değer değil. Yakın buldum kendime doğrusunu söylemek gerekirse. Öyle ki tellere ancak ulaşıyor belki gölgem, bazen bir gölgem dahi yok. Okulların yıllık meselesi takılıyor şu sıra aklıma. Kim bulmuş, nerden çıkmış, batı özentisi miymiş değil miymiş, güzel miymiş bilmiyorum ama çok da mühim değil aslına bakarsınız. Demek istediğim şu ağaca benzetiyorum kısmen bu meseleyi de. Hatıra mefhumu 30 kişinin vesikalığı ve altına yazılmış çoğunun samimiyeti meçhul kelimelerle açıklanıyor zihinlerde. Hâlbuki hatırlamak için bir güzelliği yıllığın çok daha ötesine gidebilmek mümkünken yine de antika olan yıllık değil de biz oluyoruz. Biraz hayâl gücü diliyoruz. Çok çok az olsa da kâfi. Ayakları yere basacak biraz hayâl gücü, telleri aşacak. Bir gün olur teller kalkar ama muhtemel ki çok kişinin gölgesi öteye geçmez, geçemez. Kimi tellerin farkında bile değildir. Kimi teller gitmiş diye sevinir ama telin varlığı da yokluğu da bir olmuştur onun nazarında, bilmez.
“Köylü milletin efendisidir.” Bu tarz yargı cümleleri vâki olan bir durum üzerine söylenmeli sanırım. Böyle bir cümleyi duyunca insan ister istemez. “Hadi canım!”, “Cidden mi!?” gibi ironi temelli hayret cümleleri sarf edecektir. Kaçınılmaz geliyor. Köylünün milletin efendisi olduğunu dillendirme ihtiyacı nereden ileri gelmiş. Sanki içerisinde biraz telaş ve yüklü miktarda emir barındırıyor; rahatının bozulacağından endişe eden insanların telaşını ve kendinde bu cümleyi sarf edecek gücü bulabilen kişinin otoritesini. Bu sebepten diyorum. Böyle yargı cümleleri bir durum vâki olsun diye değil de, vâki olan durum üzerine söylense daha iyi olacaktır. Gönüllerdekini elbette Allah bilir ama gönüldeki bu ise de dillendirmeden önce iki kez düşünmek faydalı olacaktır diye düşünmekteyim.
Ocak ‘12 • 31
ÖYKÜ
ÖYLEYSE YOKUM MELTEM GÜLEÇ
‘’Allah’ım! Bu yapmacıklık!’’ dedi, ‘’Beni öldürüyor!’’ Fark ettiğinden çok daha fazla çıktı sesi. Ziyadesiyle de sert bir tonda üstelik. Hani mesela, size böyle bağırsa birisi, fena halde gücendirebilirdi. Hatta belki, suçlanıp oturduğunuz yere sinebilirdiniz bile. Öylesine emin ve bir o kadar aşağılayıcıydı çünkü halleri. Kim olsa gücenir... Buna rağmen, o yaptıklarından bihaber, muhatabının hissettiklerine ilgisiz, devam etti söylenmelerine; ‘’Şu laflara bakar mısın ya, ne demek bu şimdi? Bugünlerde herkes de söz sahibi maşallah! Eskilerin kemikleri sızlıyor olmalı kesinlikle, vah vah, çok yazık değil mi?’’ Bu kez ağzından akan cümleleriyle birlikte sakinleşiyordu sesi. İlk siniri geçmiş olmalı. Soru sorduğu yerde duraksadı bile hatta. Cevap beklemiyordu aslında; ama başını kaldırıp etrafına baktığında sadece duvarları ve yıllanmış eşyalarını görünce sustu yine de. Karşısındakine konuşma hakkı tanır gibi bir susma. Ya da kendisine tanıdığı bir düşünme hakkı gibi... Madden evine döneli birkaç saat olmuştu; ama manen dönüşü tam bu sırada gerçekleşti 32 • Ocak ‘12
belki de. O anda deminki sesinin duvarlardan yankılanıp üzerine üzerine geldiğini hayal etti. Yetmedi, bir de inanıverdi bu hayale. Kendi sesine gücendi, suçlandı ve sindi oturduğu yerde. Sonra, olduğu yerden izlemeye başladı odasındaki cansızlığı. Ona öyle geldi ki, kendi soluklarını da duymasa, zamanın durduğuna dahi inanabilir şimdi. Raflarda yıllanmaya bırakılmış tozlu kitapları; onlardan daha fazla yer etmiş, sıra sıra dizili filmleri; hemen yanındaki sönük televizyon; kim bilir ne zamandır dinlemediği radyo ve senelerdir kullandığı diğer tüm eşyalar... Hepsi zamanın durduğunu kanıtlamak ister gibi hareketsiz, her zaman oldukları yerde, her zamanki gibi hissiz, ruhsuz... Bütün cansızlıklarıyla gözüne batıyorlardı bir de üstüne üstlük. Bu kadarı da fazla! Canı sıkıldı. İyi ki perde aralığından içeri sızan ışıkta sallanıp duran, haşarı toz tanecikleri var. En azından. Odaya hareket katan toz tanecikleri. Annem tahammül edemezdi bu tozlara oysa. Caddenin kenarına konuşlanmış evimizi, ceviz mobilyalarımızın her bir köşesini tozlardan uzak tutmak için bitmek bilmeyen temizliklere kalkışırdı. Çok da yorulurdu eminim, ama bu yorgunluk anne elinden çıkmış akşam yemeği
İyi ki perde aralığından içeri sızan ışıkta sallanıp duran, haşarı toz tanecikleri var. En azından. Odaya hareket katan toz tanecikleri. Annem tahammül edemezdi bu tozlara oysa. Caddenin kenarına konuşlanmış evimizi, ceviz mobilyalarımızın her bir köşesini tozlardan uzak tutmak için bitmek bilmeyen temizliklere kalkışırdı. Çok da yorulurdu eminim, ama bu yorgunluk anne elinden çıkmış akşam yemeği lezzetinden elbette ki hiç eksiltmezdi.
lezzetinden elbette ki hiç eksiltmezdi. Annemin elleri evin her yerine uzanmış, her metrekaresini kuşatmış gibiydi. Ve biz bu kuşatmadan, tarihte hiç olunmadığı kadar memnun olan bir halktık. İyi ki gece geliyor ve bölüyor gündüzlerimi. Zaman kendi rengiyle de olsa boyayıp günlerimi, ahenk katıyor bana. Gece siyah. Olsun, siyah da bir renk. Benim rengim değil belki, ama bana desen veriyor ve düzenliyor beni yine de. Kız kardeşim korkardı gecenin karanlığından, ne garip. Beni şimdi mutlu eden ve bana huzur veren bu siyah, ona kaçacak delik aratırdı adeta. O da bu deliği uykunun derinliklerinde bulurdu. Gece herkes uyuduğunda hala uyanık olmaktan korkması hep bu yüzden. Belki de gece sadece diğer korkularımızı gün yüzüne çıkaracak kadar sakin olduğu için korkunçtu. Onun için. Bense geceyi hep sevdim. İyi ki film izlemeyi seviyorum. Onlar benin dünyamdaki en başarılı sanal hayat kurucuları çünkü. İçinde gerçeğimden eser olmayan yeni bir dünya kurmama yardım ediyorlar bir şekilde. Ben sahnelerden bir hayal oluyorum, filmden bir karakter. En sevdiğim adamı seçip onun en yakın arkadaşıymış gibi davranıyorum. Acılarına ortak olabiliyorum böylece, esprilerine kahkaha
atıyorum avazım çıktığı kadar. Bunu babam öğretti bana. Hiçbir zaman abim kadar iyi bir kitap kurdu olamayacağımı anlayınca, babam kadar iyi bir film izleyicisi oldum ben de. Kendimden vazgeçip filme başka biri gibi dâhil olarak. Başka birinin hayatını yaşayarak iki saatliğine. Dolayısıyla tahmin etmesi kolay olmalı ki; sinemalar büyüler beni. Ama ışıklar yandığında o salondan gerçeğe çıkmaktan ve filme dair içimde dolup taşan ne varsa birine anlatamayıp içimde patlatmaktan nefret ediyorum. Bezen kelimeler yetersiz kalıyor, bazen ben, bazen -varsa- karşımdaki. Bu yüzden sevmiyorum sinemaya gitmeyi. Büyülü bir nefret benimkisi. Bu film sevgime yüklüyorum bazen kargaşalarımı da. Hikâyelere bu kadar dâhil olabilmemi mesela, gerçek hayatıma bu kadar dışarıdan bakabilmemi. Özellikle yolculuk anlarımda kafam bir kameraya dönüşüyor, bense tam anlamıyla bir film seti oluveriyorum. Kendilerinden habersiz amatör oyuncular dolduruyor kadrajımı. Her biri kendi filminin başrolündeyken yine de çekingen adımlar atanlar çıkıyor aralarından. Garipsememek elde değil. ‘’Bir yeni mail alındı!’’ Ocak ‘12 • 33
mış ışıkta sallanıp duran, haşarı toz taneciklerine asılı kalmış düşünceler sadece. Hala toz tanecikleri var. Hala gece geliyor gündüzlerin ardından. Hala film izlemeyi seviyorum ben. En azından.
‘’Bir yeni mail alındı!’’ Ve keşke teknolojik hastalıklarım bu kadar ani bölmese düşüncelerimi. Her seferinde aniden nüksederek. Aklımdakileri sonuna kadar serbest bırakıp zihnimde oradan oraya sıçralamalara izin verdiğim nadir zamanlarımda hele. Böyle değildim ben. Ve keşke teknolojik hastalıklarım bu kadar ani bölmese düşüncelerimi. Her seferinde aniden nüksederek. Aklımdakileri sonuna kadar serbest bırakıp zihnimde oradan oraya sıçralamalara izin verdiğim nadir zamanlarımda hele. Böyle değildim ben. Ailem de bu kadar uzakta değildi. Abim ve kızkardeşim başka insanlar değildi. Biz vardık ve biz başka zamirlere ihtiyaç duymazdık. Şimdi bakıyorum, başka insanlar bile olmuşuz. Ve bunların hepsi sinip kaldığım bu yerden görüş alanıma giren, perde aralığından içeri sız34 • Ocak ‘12
Bir yerden sonra düşünmeyi bırakmak gerektiğini biliyorum. Denedim ve sonunu göremedim çünkü düşüncelerimin. Daha ileriye gitmekten de korktum düşünürken. Düşünürken düşmekten. Bu benim de sonum olabilir ve ben... Tek başımayım. Her gün onlarca insanla karşılaşan, bir o kadarıyla telefonlaşan, teşekkürleşen, kibar ve kalıplaşmış cümleler kuran, dili damağına yapışana kadar susmayan, seminerlerden seminerlere koşan üst düzey yönetici. Bir laptop karşısına yapışık yaşadıktan sonra! Düşüncelerimi başkalarının zihnine hafifçe bırakmak yerine ıssız evdeki toz taneciklerine astıktan sonra! Ve gerçek hislerimi basıp durduğum tuşlarda, söyleyip durduğum sözlerde, görüp durduğum yerlerde değil de, sadece geçmişte bulduktan sonra! Sadece yalnız değil, kalabalık bir yalnızım. Gürültülü ve huzursuz bir yalnızlık benimki. Bu yüzden bazen gerçekten düşünmeyi bırakmak gerekiyor. Yemek hazırlamaya başladığımda odamı ve kafamı en azından bir şarkı doldursun istiyorum. Son yıllarda edindiğim bir alışkanlık bu aslında. Defalarca başa sararak şarkılar dinliyorum bıkana kadar, tekrar tekrar aynı filmleri izliyorum replikleri ezberleyene kadar ve yazıları baştan okuyorum büyüsünü kaçırana kadar. Sevdiklerimi tüketiyorum seve seve, ama bir şeyleri tüketmiş olmaktan nefret ediyorum her seferinde. Odamı dolduruyor son günlerimin şarkısı bu arada. Mutfağımda bir erkek sesi var şimdi, ritmine dikkat ederek konuşuyor, derdini anlatıyor bir şekilde. Bir yerden sonra, soliste eşlik ederek
şarkının yapay neşesinden nemalanmayı deniyorum, sesim yine ayarsız bir fazlalıkta olduğu halde hem de, aldırmadan. Şarkı dağılıyor ağzımda, bense gaz moleküllerine dönüşüp camdan kaçacak oluyorum neredeyse.
kul arkadaşımın o anda nerede olduğunu öğ-
Telefon çalıyor zırıl zırıl. Marulları yıkamaya başlamıştım oysa, ellerimi üzerime silip koşuyorum telefona. Ah, sadece bir mesaj. Önemli değilmiş bile, okumadan kapatılacak cinsten hatta. Acaba diğer gsm operatörleri de kullanıcılarını bu kadar sık rahatsız ediyor mudur ki? Anlık ümitler vererek mesela? Neyse.
men birkaç cümlelik bir doğum günü mesajı ifşa
Yemek yerken yapılacak en uygun iş televizyon izlemek. Çünkü yemek yerken ellerinizi bu iş için kullanmanız gerekir ve yapılan eylemi sekteye uğratmamak için lapt... Televizyon açıldı bile, aniden böler teknoloji insan düşüncelerini işte böyle, tamamlatmadan cümleleri dahi. Her zaman. Herkesin çok övdüğü o dizi var şu anda ekranlarda. Kahkahalar atarak izlenip keyfi yerine getirebilir. Çok sıkarsa da yemek boyunca tahammül edip, sonrasında internet âlemine dalabilir, başkalarının neler yaptığına bakabilir kişi. Ve işte istediğini yaptığın, bol seçenekli, özgür hayat!
dim şiiri, sonbahar yapraklarını beğenemediğim
Dizi orta halli, içimden onlarca eleştiri savurdum ama ekrana karşı yine de. Geri durmadım eleştirmekten. Düşünmeden eleştirmekten hem de. Düşünmediğim kadar hafifim sanki yaşarken.
Gecenin sessizliğine sessizliğimden ekledim
Bundan sonra da aylar önce arkadaşlarımın zoruyla kaydolduğum, ama zamanla hayatımda büyük yer tutmasına da mani olamadığım sosyal paylaşım ağına çevirdim yüzümü. İlko-
rendim. Lisedeyken aramızdan su sızmayan şu arkadaşımın doğum günü olduğunu fark ettim fotoğraflarından. Bir zamanlar hummalı hazırlıklarıma sebep olan o gün, işte bugünmüş. Heettim ortalığa, ‘’En yakın zamanda görüşelim!’’ demeyi ihmal etmeden. Bir işi daha halletmiş olmanın rahatlığıyla devam ettim işime. Birkaç benzer doğum günü tebriği daha yazıp bir şiir okudum, bugün ben dışarıdayken hiç dikkatimi çekememiş sonbahar yapraklarına dair. Beğenkadar. Ardından gelen duygusallığımı atmak içinse birkaç komik yazı bulup keyiflendim. Bütün duygularımı surat mimiklerimle ifade ederim. Bütün ifadeleri laptop ekranına altyazı geçtim. Ben dâhil kimsenin fark etmeyeceği ayrıntılar oluverdi hissettiklerim. Vakit geç olmuştu. ‘’İyi geceler herkese!’’ yazdım. Eskiden söylerdim. ardından. Sosyal ağlara takılıp düştüm yatağıma bugün de. Gece renginden örttü üstüme ve ben kapadım kameramın merceklerini. Sanalda, boşalttığım yeri o sıralarda gün doğan bir memleketten bambaşka biri doldurdu herhalde. Belki yokluğum hiç hissedilmedi bile. Düşünmedim. Ocak ‘12 • 35
HAYALİ RÖPORTAJ
Mevdudi ile Hayali Röportaj ABDULVAHİD SİPAHİOĞLU
Hayali röportajlarda bu ay konuğumuz Ebu Ala El Mevdudi. Pakistanlı mütefekkir ve dava adamı Mevdudi’yi daha önce de konuk etmiştik. Bu ay da kendisinin Hitabeler adıyla derlenen kitabı veya başka bir ifadeyle hutbelerinden bu ay ikinci röportajımızı yapmış olduk. Kendisiyle ‘tam’ ve ‘buçuk’ Müslümanları konuştuk. Röportajımızın merkezinde ise En’am Suresinin 162-163 ayetleri bulunuyor. Üstad bu ayetlerden hareketle tekraren ve tekraren kulak vermemiz gereken uyarılarını sıralıyor ve Müslüman oluşun asli şekline dair bize son derece pratik noktaları işaret ediyor. Bizler yaşadığımız hayat itibariyle yaptığımız işleri hangi merciye havale ediyoruz veya bunların bir karşılığı olup olmadığını düşünüyor muyuz? Hayatın içerisinde dinin müdahalesine açık bıraktığımız veya bir başka söyleyişle dine teslim ettiğimiz kısım ne kadardır? Bu sorulara elbette doğru cevabı bulmalı ve o cevapla amel etme gayreti içerisinde olmalıyız. Üstad Mevdudi bu sorulara cevap mahiyetinde önemli ip uçlarını bizlerle paylaşıyor. İstifadelerinize sunuyoruz….
1- Meselemiz Müslümanlığın nasıl tamam olabileceği meselesi. Öncelikle bununla ilgili Kuran ve sünnette nasıl bir bakış açısı bulabiliriz? Hak Teala Kuran’ı Kerim’de buyurmuştur: De ki: Benim namazım da ibadet yollarım da yaşayışım da ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben böyle bir emir aldım ve ben Müslümanların ilkiyim. (En’am 162-163) Bu ayetin-i celilenin şerh ve açıklamasında Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuşlardır: Her kim severse Allah için sevecek, her kim de düşmanlık ederse Allah için edecek, her kim de bir şey verecek olursa Allah için verecek, her kim de bir şeyden birini men edecek olursa Allah için edecek. Böyle yapan kimse, imanını kemale erdirmiş olur. Yani böyle kimse kâmil bir mümindir. 36 • Ocak ‘12
için düşünecektir. Ortağı bulunmayan Allah için düşünecektir. Böyle düşünürken, Allah’ın yanı başında herhangi başka bir husus düşünmeyecektir. Yani ne kulluk bakımından başka birisi göz önünde bulundurulacaktır, ne de yaşayış ve ne ölüm bakımından.
2- Bu ayetleri ve Hz. Peygamber’in sözünü nasıl anlamak gerekir? Birinci ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre İslam ve imanın icabı şudur ki: insan kendi varlığını yaşayışını ölümünü ve her şeyini Allah için, yalnız Allah
3- Buradan hareketle Müslüman oluşu nasıl tanımlıyor ve tarif ediyorsunuz? Müslümanlık da iki çeşittir. Tam Müslümanlık ve buçuklu Müslümanlıktır. Bir kısım Müslümanlı vardır ki, Hak Teala’nın vahdaniyetine ve Resul-i Ekrem’in (sav) peygamberliğine ikrar verir ve din itibariyle İslamiyeti kendi dini seçmiş olur. Fakat bu kimse, bu dinini yaşayışının bir cüz’ü olarak kabul eder. Yaşayışın bir dalı diye düşünür. Bu muayyen cüz ve bu muay-
yen dal, İslam inançlarının yanı başında bazı ibadetler; mesela tesbih çekmek, namaz kılmak bazen Hak Teala’yı hatırlamak, bazı yemeklerde içmeklerde, bazı işte güçte men edilmiş bulunan hususlardan çekinmek ve bazı dini hususlarda az çok bağlı bulunmaktır. Bütün (tam) Müslüman ise bütün şahsiyetini kendini ve her şeyi İslam ve inancı için vermiş kimsedir. Onun bütün hususiyetleri ve her şeyi Müslümanlık içinde yoğrulmuştur. Baba ise Müslüman vasfı ile babadır. Oğul ise Müslüman vasfı ile oğuldur. Koca ise yahut da hanım ise Müslüman vasfı ile kocadır veya hanımdır. Tüccar ise, arazi sahibi ise, çiftçi ise, sanatkâr ise, işçi ise Müslüman vasfı iledir. 4- Buçuk Müslümanlar olarak nitelendirdiğiniz kimselerin hallerindeki eksikliği biraz daha açacak olursak ne ilave edebiliriz? Fakat kendileri hakkında saydığımız bu meseleler hariç bu kimselerin yaşayışının her cephesi iman icabından ve Müslü-
manlık gereklerinden uzaktır. Birine karşı sevgi beslerlerse, ya kendi nefsâni isteklerinden dolayı yahut da menfaat icabı veya mesela arazi ortaklığı, hemşerilik veya buna benzer hususlar için sevgi beslerler, düşmanlık etseler hatta savaşa dahi girseler yine bunlar gibi herhangi bir dünyevi ve nefsâni meseleden dolayı savaşmışlardır ya da düşmanlık etmişlerdir. Bu kimselerin bütün işi gücü, alışı verişi, bütün ilgilendiği hususlar, çoluk çocuk meseleleri aile meseleleri, toplum meseleleri düşüp kalktıkları, konuşup görüştükleri kimselerle olan ilgileri ve her şeyleri tamamen hak rızası ile ilgisi olmayan hususlardır. Din ile alış verişi olmayan dünyevi meselelerdir. 5- Peki diyebilir miyiz ki bunlar bu halleriyle kimseye zararı dokunmaz ve kendi başlarınadır da yaşadıkları din yalnız onları ilgilendirir? Müslümanlık gerilemiş ve bozulmuş ise bu gibilerin sayesinde bozulmuş ve gerilemiştir. Bu gibi Müslümanların teşkil ettikleri topluluk ve sözde Müslüman
camia neticesindedir ki yaşayış nizamı küfrün yularına bırakılmıştır. Bugün toplumumuzda yaşanan sapıklılıklara esir olmuşlar ve az bir dini serbestlikle iktifa etmişlerdir. 6- Buna karşılık tam Müslümanın hâlini nasıl tarif edebiliriz? Böyle bir kimsenin bütün zevkleri, bütün hoşlandığı hususlar bütün düşüncesi tasavvurları, sevgi beslemesi, rağbet göstermesi, sevmemesi, nefret etmesi her şeyi ve her şeyi Müslümanlık içindir. Bu kimsenin kalbi de kafası da beyni de gözleri de kulakları da karnı da edep yerleri de elleri de ayakları da cismi de canı da her şeyi İslam’ın hükmü altındadır. Onun ne sevgisi İslam’dan azade olur ne de düşmanlığı. Birisi ile ahbaplık eder de yakınlık gösterirse İslam için gösterecek, birine karşı düşmanlık beslerse savaşırsa yine İslam için düşmanlık besler ve savaşır. Bir şeyin yapılmasını men etmek isterse İslam’ın iktizası içi men edecektir. Ocak ‘12 • 37
KİTAP-FİLM TANITIMI AYŞENUR AKSU
MUSTAFA KUTLU/ AKASYA VE MANDOLİN Yazar Mustafa Kutlu’yu hikâyelerinden hatırlayacaksınız. Okuyup öykülerin her birinden ayrı ayrı lezzet almışsınızdır. Bu sefer deneme tarzında eseriyle karşımıza çıkıyor ve bizlere âşığı olduğumuz İstanbul’u hakkını vererek tanıtıyor. Yazar daha çok gezi gözlemlerinden, sosyal ve kültürel değişimimizden söz ediyor. Dilinin sadeliği ve akıcılığı bıkmadan okumanızı sağlayacak.
AHMET BULUT/NAMAZ DİRİLİŞE ÇAĞRI Yaşadığımız çağın sorunlarının en temelini oluşturan îman ve bunun sonucunda amellere iyi hallerin yansıyamama durumu ahlâkı ve ibadetleri olumsuz yönde etkiliyor. Namaza bağlılık, namaza saygı ve sevgi gitgide yok oluyor. Kılınan namazalarda ise hûşû yitiriliyor. Bu kitap Allah’ın izniyle namaza gerektiği kıymeti verebilmenizi, Ahmet Bulut’un tatlı üslûbu ise bir okuyuşta bitirmenizi sağlayacak.
KEMAL ÖZER/DECCAL TABAKTA Yediklerimizin helal olduğundan bir nebze emîn olduğumuzu varsaysak bile temiz olanlardan ne kadar yiyoruz? Ya da yediklerimizin temiz olmasına ne kadar dikkat ediyoruz? Dışarıdan satın aldığımız birçok yiyeceğin içeriğinden haberdar değiliz fakat Yüce Rabb’imiz bunlardan da hesaba çekecek ve biz bunlara da dikkat etmek durumundayız. Tohumlarımız genetikleriyle oynanarak bambaşka gıdalara dönüştürülüyor ve bizlerin organizma’dan mekanizma’ya dönüşmesi hedef alınıyor. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Derneği Genel Başkanı Kemal Özer bu durumu çok güzel bir şekilde kaleme almış ve bizleri aydınlatmış.
SİBEL ERASLAN/SİRET-İ MERYEM Sibel Eraslan cennet kadınlarının sultanı olarak tabir etmiş Hz. Meryem’i. Hz. İsa bizlerin ve Hristiyanların peygamber kabul ettiği yalnız bu kabul edişte çok farklılıklar barındıran biri ve Hz. Meryem ise onun temiz pak anneciği. Hz. Meryem’i bir de Sibel Eraslan’dan okuyun. Anlatıcılığındaki edebî üslûbu kitap kurtlarının tercih edeceği cinsten.
38 • Ocak ‘12
HOTEL RWANDA Ruanda’da 1994 yılında 800 bin Tutsi ve Hutu’nun katledilmesini konu alan filmin yönetmenliğini Terry George yapmıştır. Filmin büyük bir bölümü Güney Afrika’da çekilmiştir. Kendisi Hutu, eşi Tutsi olan otel müdürü, katliam sonrasında zulüm görmüş insanları otelinde barındırmış ve birçok bürokratla işbirliği yaparak insanları korumuştur. Bunları yaparken Birleşmiş Milletler’in hiçbir yardımını görememiştir. 1200 kadar mülteciyi otelinde saklayarak korumuş ve film bu topluluğun Tanzaya’ya doğru hareketleriyle son bulmuştur.
CENNETİN ÇOCUKLARI Children of heaven ismiyle gösterime sunulmuş 97 yapımı, İran’lı yönetmen MajidMajidi’nin çekimlerini Tahran’da gerçekleştirdiği bir İran filmi. Fakir bir ailenin iki çocuğu olan Zehra ve Ali, bir ayakkabıyı beraber kullanmak zorunda kalırlar. Ali okullar arası bir koşu yarışmasında, üçüncüye ayakkabı verildiğini duyunca bu yarışmaya katılır ve kardeşine ayakkabıyı hediye etmek ister. Maalesef ki birinci olur. Bu dramatik ve dokunaklı filmi gözleriniz dolarak izleyeceksiniz.
ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ Ülkemizde dahi yayınevlerine, kafelere isim olan bir sloganın (carpe diem – anı yakala) geçtiği bu film, 1959 yılını anlatmakta olup, John Keating adlı çok başarılı ve bir o kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok disiplinli bir erkek okulu olan Welton Acadamy’de öğretmenlik yapmaya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu baskı altında olan öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla tanıştırır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademisinin felsefesine tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akademi yönetimi tarafından da gözden kaçmayacaktır. Okul müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat öğretmenini, öğrencilerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu görmüştür. Bunu bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating’i okuldan ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan öğrencilerinin verdiği tepki Bay Nolan’ı hayatı boyunca yaşadığı belki de en utanç duyacağı anına sürükler ve film biter.
Ocak ‘12 • 39
TARİH DEFTERİ
6-7 EYLÜL OLAYLARI MUHAMMET TUTKUN
OLAYLAR 1955’ten itibaren Demokrat Parti hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de Demokrat Parti’den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri’nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası’na getirilen kısıtlamalar da büyük oranda 6-7 Eylül olaylarına sebep olarak gösterilmiştir. Ekonomik koşullar zorlaştıkça hükümetin azınlıklara karşı politikası da değişir ve ilişkiler gerginleşir. Kıbrıs Türkleri’ne yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’te İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında para toplayarak Kıbrıs Rumları’nın ENOSİS çetelerine gönderdiği ile ilgili bir haber çıkmıştır. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs görüşmelerine devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlanır. (Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attığı iddia edilen Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıyabında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir 40 • Ocak ‘12
Valiliğine getirilmiştir.) Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde 6 Eylül’de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sekreteri Kamil Önal “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz.” diye yazmıştır. Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı bazı resmi ve gayri resmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel halk ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirir. İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesi’ne yapılır. Ardından şehrin her tarafından gelen insanlarla büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta “yanlışlıkla” bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başlar. İstanbul’daki Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet olaylara karşı pek müdahale etmez. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize grup-
ların kent içinden olayların yaşandığı yerlere ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlanır. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000’den fazla bina tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalanmıştır. İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler. Olaylar sırasında kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verilmiştir. Diğer şehirlerden gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa İstasyonu’na geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalanmışlardır. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıkmıştır. (örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişinin geldiği ortaya çıkmıştır.)
HASARLAR
Zamanın bazı gazetelerine göre “Asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır”. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının kanıtlarından birisi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudilere ait olması, hatta Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Bazı araştırmacılara göre ölü sayısının az olmasının sebebi gruplara “ölü olmasın” emri verilmesidir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayri resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Resmi rakamlara göre 60 olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir. Zamanın bazı gazetelerine göre “Asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır”. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının kanıtlarından birisi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudilere ait olması, hatta Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
OLAY SONRASI
Olayların başladığı saatlerde İstanbul’da olan başbakan Adnan Menderes saldırıların kontrol edilememesi üzerine Sapanca’dan çağrılır ve sıkıyönetim ilan edilir. Olaylarla ilgili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104’e yükseldi. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa etti. Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda komünistler suçlanmıştır. Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bulunduğu kişiler ile ölmüş dört kişi hakkında dava açıldı. Tutukluların çoğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ocak ‘12 • 41
Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum Türkiye’den göç etti. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başladı ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türkler’in sermayeye hakim olması hızlandı. Birkaç bin Rum ise özellikle Mersin ve Tarsus’a yerleşti. Zamanla kalan Rumlar’ın da büyük çoğunluğu İstanbul’u terketti. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000’e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür.
muhalefet lideri İsmet İnönü’nün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suçsuz vatandaşlara işkenceyle suçlayan konuşmasıdır. Dava beraatla sonuçlanmıştır. Kısa süre sonra Kıbrıs Türktür Cemiyeti de kapatılır. 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturdu. 27 Mayıs darbesinden sonra darbeciler tarafından organize edilen Yassıada yargılamalarında olayların DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırılmıştır. Bazı araştırmacılara göre Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil ve üyeleri cezaevine girdi. Ama “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” deyince serbest bırakıldılar. Olaylar halkın üzerine kaldı. Çünkü mahkemede, “Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi” denildi. Mahkeme sonucunda kimse ceza almadı. Olay hakkında ikinci dava ise Yassıada’da görüldü. Menderes ve hükümet üyeleri bu konuda yargılandı. Bu davada da olaylar sadece hükümet üyeleri ve özellikle de Menderes’in üzerine yıkıldı. Menderes, defalarca MEH(milli emniyet hizmeti) yani MİT Başkanı’nın mahkemeye çağrılmasını istedi. Ama bu çağrı kişilerce hep reddedildi. Bu sebeple olaylar aydınlatılamadı. 42 • Ocak ‘12
Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum Türkiye’den göç etti. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başladı ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türkler’in sermayeye hakim olması hızlandı. Birkaç bin Rum ise özellikle Mersin ve Tarsus’a yerleşti. Zamanla kalan Rumlar’ın da büyük çoğunluğu İstanbul’u terketti. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000’e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür. 6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı oldu. Rumlar kendilerini güvende hissetmemeleri sebebiyle yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Dönemin hükümetin kabul etmediği olaylar 1998 yılı içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lirayı vermeye hükümet yanaşmadı. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapmış olan Sabri Yirmibeşoğlu, bu olay hakkında bir gazeteye verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci vermiştir. “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
ETKİNLİK
ACININ EN TATLI HALİ… A
raştırma ve Kültür Vakfında gelenekselleşen, Genç öncülerin vazgeçilmezi olan, eşsiz tadıyla yine bir çiğ köfte günün de bir araya geldik. Vakfımızın Kağıthane şubesinde gerçekleşen çiğ köfte günümüze katılım bir hayli yoğundu. Kağıthane İmam Hatip ve vakfımıza gelen diğer liselerden arkadaşlarla sayımız 60’a kadar yükseldi. Vakfımızın eskilerinden olan ama daha eskimedim diyen “YUSUF TOPUZ” ağabeyimizin yaptığı çiğ köfteyi yiyen Genç öncüler bir hayli memnun gözüküyorlardı. Ne zaman ki acının tadını aldılar, o zaman mırıldanmalar başladı. Tabi çiğ köftenin acısını unutmanın bir tek yolu vardı. Ki Genç öncüler bunu çok iyi bilir. Tanışma,
paylaşma ve kaynaşmadan olan birkaç cümleyle çiğ köftenin acısı gitti, yerini tatlı muhabbetler aldı… Amaçta buydu zaten, bir araya gelip bir şeyler yemek ve bu vesile ile muhabbetlerimizi adeta koyulaştırmak. Programımıza katılan arkadaşlardan ve programda emeği geçen başta “YUSUF TOPUZ” ağabeyimize ve Kağıthane İmam Hatip yönetimine teşekkür ederken, “programa katılamadım diye üzülen” arkadaşlarımızı bir daha ki çiğ köfte günün de aramızda görmek bizleri bir hayli mutlu edecektir Etkinliklerimizi kaçırmak istemeyen arkadaşlarımız lütfen bizlere ulaşın…
(A.K.V. Kağıthane Şubesi) TEL: 0212.283.33.28 CEP: 0507.927.57.290538.467.79.92 Unutmayın Genç Öncülerin; TEK DERDİ, DERTLERİNİ PAYLAŞMAK… NOT: Vakfımızın Kağıthane şubesinde her Pazartesi, Saat: 16:00’da “liseli” gençlerle sohbetimiz devam etmektedir. Katılımlarınızı bekleriz. (Program erkeklere yöneliktir.)
MÜSLÜMAN ÖNDERLERİ KONUŞUYORUZ! ALİ TARIK PARLAKIŞIK
Genç Öncüler olarak her ayın ilk Cuma günü düzenlediğimiz, her seferinde farklı başka bir İslam önderini anma programlarının (birincisi kasım ayında Malik el-Şahbaz tanıtılmıştı), ikincisinde bendeniz tarafından sunulan Mevdudi’nin hayatı, mücadelesi, çalışmalarını işlediğimiz programda liseli arkadaşlarımızla vakfımızın salonunda toplanıp, karnımızı doyurduktan sonra programı açtık. Mevdudi’nin mücadelesini anlatırken sık sık Mevdudi’nin kendisine kulak verip, konuşmalarını aktardık. Mevdudi’nin hayatı, mücadelesi, çalışmaları, fikri yönü ve kitaplarına göz attığımız toplantıda yer yer Mevdudi’nin çalışmalarındaki zaaflarına da değindik. Bıraktığı mirasa dair anekdotlarda bulunduk. Allah’ın izniyle sürdürmeyi düşündüğümüz bu programları, her ayın ilk Cuma günü Araştırma Ve Kültür Vakfı’nın İstanbul/Fatih’teki salonunda, kardeşlerimizle yediğimiz yemekten sonra başlatılan programda, bir kardeşimizin sunusuyla devam eden programlara teşriflerinizi bekliyoruz… Araştırma Ve Kültür Vakfı İstanbul/Fatih Şubesi telefon numarası: 0212-635-42-52 Ocak ‘12 • 43
ETKİNLİK
GENÇLİK: “BEN VARIM!” DEDİ NİHAL AÇIKEL
G
enç Öncüler, 31 Aralık 2011 Cumartesi günü kitle faaliyetlerine bir yenisini daha ekledi. “Bir Gençlik Aranıyor! Geç olmadan…” çağrısına kulak veren 400’e yakın konuk, Ali Emiri Kültür Merkezi’ni sabahın erken saatlerinde doldurdu. Kayıt işlemlerinin tamamlanmasının ardından, Burak Yakupoğlu’nun sunuculuğundaki program Kuran tilaveti ve
44 • Ocak ‘12
sinevizyon gösterimiyle başladı. Ardından Yusuf Şentürk kardeşimiz Genç Öncüler’i tanıtan ve sempozyumun amacını özetleyen konuşmasını yaptı. Sıra, alanında uzman konuşmacıların, kafamızdaki soru işaretlerini giderecek konuşmalarına gelmişti. İlk konuşmacı Prof. Dr. Nevzat Tarhan’dı. “Postmodern Hayatın Gence Sunduğu Senaryolar” başlıklı konuşmasında, gençleri, popüler kültürün çıkmazından kurtulabilmek için farkındalık oluşturmaya çağırdı. 3F’nin (futbol, film, festival) gençler üzerinde adeta narkoz etkisi oluşturduğunu söyleyen Tarhan, ümidimizi yitirmememiz ve hedeflerimizi iyi belirmemiz gerektiğine vurgu yaptı. İkinci konuşmacı ise “Bir Karadelik: izm’ler” başlığı ile Abrurrahman Arslan
oldu. Arslan, izm’lerin doğuşuyla birlikte din adamlarının yerini entelektüellerin aldığını, fakat İslam’ın kendi kalıplarından başka bir kalıba sığdırılamayacak bir din olduğunu vurguladı. İzm’lerin birbirinin karşıtıymışçasına ortaya çıkmasına rağmen birbirini beslediğini söyleyen Arslan, üniversite öğrencilerine de “başkalarının sloganlarını papağan gibi tekrarlamaktan vazgeçmeleri” yönünde çağrı yaptı. Birinci oturumun ardından namaz ve ikram arası verildi. “Onlar da gençtiler!” adlı ikinci oturumun ilk konuşmacısı “Tevhidi Bir Teslimiyet: Hz. İbrahim” konusu ile Prof. Dr. Yaşar Düzenli oldu. İbrahim (as)’in farkındalığı sayesinde sürüden ayrıldığını, aklı selim bir şekilde Allah’a teslim olduğunu anlatan
Düzenli, sağlıklı bir Müslüman olmanın göstergesinin kötülükler karşısında yüzünün buruşması, vicdanının rahatsız olması gibi refleksler göstermesi olduğunu belirtti. Son konuşmacı ise “Edep ve Haya Rehberleri: Hz.Yusuf ve Hz. Meryem” başlığı ile Abdullah Yıldız oldu. “Hayy’dan haya etmeyen, diri bir hayat sahibi olamaz.” diyerek başladığı sözlerine, bir erkek ve bir hanım olarak Hz. Yusuf ve Hz. Meryem’in hayasızlık karşısında verdiği “Ben Allah’tan korkarım!” tepkisini hatırlatarak sürdürdü. “Müslüman olmak önemli, fakat müslümanca yaşamak ve Müslüman olarak ölmek çok çok daha önemli!” diyerek sözlerini bitirmesinin ardından program sona erdi. Oldukça faydalı bilgiler edindiğimiz ve manevi anlamda doyduğumuz bu faaliyetimizde, bir çok yeni simayla tanışmış olmaktan dolayı ayrı bir mutluluk yaşadık. Yeni tanışmış olduğumuz tüm kardeşlerimizi vakfımızın etkinliklerinde tekrar görüşmek üzere bekliyoruz…
“TESLİMİYET’İN EN DOSTÇASI: HZ. EBUBEKİR” 10 Aralık 2011 Cumartesi sabahı AKV’de heyecanlı bir hazırlık vardı. Arkadaşlarımızla birlikte bir yandan kermes için bahçede son hazırlıkları yaparken, bir yandan da birkaç saat sonra gerçekleşecek faydalı sohbet için sabırsızlanıyorduk. Liseli ve üniversiteli kardeşlerimizin yavaş yavaş salonu doldurmaya başlamasının ardından “Muhammed Emin Yıldırım” hocamızla birlikte “Teslimiyetin En Dostçası: Hz. Ebubekir” adlı bereketli bir konferans gerçekleştirdik. Program öncesinde ve sonrasında davetlilere sunduğumuz kermesimizle birlikte, davetliler arasında hoş bir muhabbet sağlandı. Programa katılan davetliler programdan memnun kaldıklarını belirterek ve muhtelif zamanlarda tekrarlanması talebinde bulunarak programımızdan ayrıldılar.
Ocak ‘12 • 45
Kültür Sanat Melike YURT
30 Dilde Kur’an Sergisi
3. İstanbul Edebiyat festivali İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ ile Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinin iş birliğiyle düzenlenen “3. İstanbul Edebiyat Festivali”, 5-10 Aralık tarihleri arasında TYB İstanbul Şubesi Kızlarağası Mehmed Ağa Medresesi’nde gerçekleştirildi. 3. İstanbul Edebiyat Festivali’nde, edebiyat şöleninden, atölye çalışmalarından açıkoturum ve panellere, film gösterimlerinden konsere, sergilerden, Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri değerlendirmelerine kadar 20 farklı etkinlik düzenlendi ve 44 sanatçı ve bilim insanının da etkinliklere katıldı. Daha önceki üç yılda da olduğu gibi bu senede farklı isimlerin katılımı ile geçmiş yılı değerlendirmesinin yanı sıra gündemi de belirledi. 6 gün süren etkinlik ödül törenin düzenlenmesi ile son buldu.
46 • Ocak ‘12
Geçtiğimiz ay İstanbul yine ilginç sergilerden birine ev sahipliği yaptı. Kuran’ın 1400 yılı vesilesi ile İslam Eserleri müzesindekine 2010 yılının sonlarında gerçekleştirilen Kur’an Sergisinden sonra bu sefer de İnsan Kitap Sanat Galerisi’nde 30 Dilde Kur’an Sergisi gerçekleştirildi. 20 Kasım’da açılan Sergi on gün boyunca görülebildi. Sergide İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Kürtçe Kur’an-ı Kerimlerin yanı sıra Zulu, Malezya ve Hausa dillerindeki 30’dan fazla çeviri örneği sunuldu. Çeviri Kur’an-ı Kerimlerin yanı sıra birçok farklı tarzda yazılmış ve hazırlanmış değerli mushaflar da sergide yer aldı.
Afrikalı Yetimler Gecesi Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden Kampüsten Dünyaya ve Kitap Ayracı Projesi ekibi “bir yetimin yanağında küçük bir tebessüm olmak” sloganıyla Afrikalı Yetimler Gecesi’ni 11 Aralık 2011 Pazar günü Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Gecede konuşma yapan İHH Yönetim Kurulu Üyesi Gülden Sönmez, Hakan Albayrak ve diğer bir konuk ise Amerikalı Müslümanlar için sürdürdüğü mücadeleyle tanınan Dhoruba bin Wahad’dı. Programda ayrıca Kampüsten Dünyaya ve Kitap Ayracı Projesi ekibinin düzenlediği “Açlık, Obezite ve Ölüm” konulu uluslararası karikatür yarışmasında dereceye girenlere ödülleri takdim edildi. Malavi’de başlattıkları yetimhane inşaatını tamamlamayı planlayan öğrenciler gecede yetimler için 25 000 TL toplandığını belirtti, bu rakamın hedeflerini fazlasıyla karşıladığını, artan parayla birkaç yetime yıllık sponsor olacaklarını açıkladılar.
Kültür Sanat 2. Türkiye Dergi Fuarı Geçen yıl ilki düzenlenen Türkiye Dergi Fuarı’nın 2.si bu yıl güzel bir mekânda, Sirkeci Tren Garı’nda düzenlendi. 10 Aralık Cumartesi günü başlayacak Türkiye Dergi Günleri 14 Aralık Çarşamba akşamı sona erdi. Geçen yıl daha sessiz geçen fuar bu yıl 2. kez düzenlenmesi sebebiyle daha hareketli geçti. Çocuk dergilerinden ilmi akademik dergilere, edebiyat dergilerinden mizah ve gençlik dergilerine, aile dergilerinden tasavvufi ve güncel dergilere kadar 70’ten fazla derginin katıldığı bu güzel ve bereketli bir fuar oldu. Dergilerin eski sayılarının yer aldığı gezerken stantlardaki görevlilerin size dergi hediye ettiği, çay kokusunun etrafı sardığı ve kıymetli yazarların konuşmalar yaptığı bir fuar oldu. Kaçıranlar üzülmesin seneye bu zamanlarda yine düzenlenir inşallah…
A. Ali Ural Fener Bekçisinin Rüyaları “Posta Kutusundaki Mızıka” adlı kitabı ile geniş bir okuyucu kitlesinin dikkatini celbeden şair ve yazar A. Ali Ural on bir yıllık öykü suskunluğunu “Fener Bekçisinin Rüyaları” ile bozuyor. Otuz öyküden oluşan kitap yine Ali Ural’ın kısa ama etkili anlatımının en derin özelliklerini taşıyor. Herkesin içinde ve dışında var olan sıradan olayları, detayları tasvir ederken okuyucuya yine pay bırakarak okuru bir bakıma kitaba dâhil ediyor ve kitaba dâhil olan okur, cümleleri içselleştiriyor, belki yazarın kalemi ile fakat kendi zihni, kendi yorumu ile kitapta hâsıl oluyor. Bu yönü ile yazar okurda yer ediyor. Ali Ural Takipçilerini yine ilginç bir kurgu, müthiş bir edebi zevk bekliyor.
“Hz.Peygamber’e Adanmış Bir Ömür Mustafa Asım Köksal” Siyer Araştırmaları Merkezi, merhum Mustafa Asım Köksal Hocaefendinin anıldığı bir panel düzenledi. Panele Necmettin Nursaçan, Prof. Dr. Şefaettin Severcan ve merhum Mustafa Asım Köksal Hocaefendi’nin oğullarından Salih Köksal katıldılar. Necmettin Nursaçan, Asım Köksal ile ilgili ilginç hatıralarından örnekler vererek onun naif kişiliğini, tevazusunu, örnek şahsiyetini anlattı. Prof. Dr. Şefaettin Severcan, İslam Tarihi eserinin ne denli önemli bir eser olduğunun altını çizerek ilmin manevi müktesebat ile birleşmesi halinde ancak hakikate ışık tutabileceğini vurguladı. Salih Köksal ise Mustafa Asım Köksal’ın nasıl bir aile reisi olduğunu anlattı. Gece, Necmettin Nursaçan Hoca’nın yaptığı dua ile son buldu.
Ocak ‘12 • 47
ŞİİR
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!... -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu? Mehmet Akif ERSOY
48 • Ocak ‘12