“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa/36) Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ahmet Tarık ÖZCAN Ali Tarık PARLAKIŞIK Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Muhammed TUTKUN Sabâhat BOYNUKALIN Şeyma Nur EKREN Uğur DEMİREL Usame SARIYAŞAR Yusuf ELBAŞI Zeynep TOPUZ Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah YILDIZ Abdullah Erkam TOKER Fatih RAZİ Hariz Malik DAĞLI Melike YURT Meltem GÜLEÇ Muhammed Enes UÇAR Nesibe KANUNİ Osman Zinnur AKSU Sare Gülce YENİCE Sude KARAMANOĞLU Zeynep AKSU Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr
Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
Merhaba Değerli Okurlar,
S
on 20 yıldır dünya gerçekten çok mu değişti, yoksa biz gençler yaşadığımız dönemin daha özel olduğunu sanıp da mı böyle şeyler söylüyoruz bilemiyorum. Çok değil, daha 15 yıl öncesine kadar neredeyse tüm evler, kendisinden onlarca kat daha yüksek apartmanların gölgesi altında kalmadan güneşi görebiliyorlardı ve insanlar kapıya çıktıklarında birbirlerine selam veriyorlardı. Henüz kendimizi, kapısında “güvenlik” olan sitelere; kaloriferi, asansörü olan “konforlu” evlere hapsetmemiştik. Çocuklar, kapısında güvenliğin olmadığı sokaklarda güneş batana kadar oynarlardı, akşamları çat kapı gelen komşulara “Şimdi bu da nerden çıktı?” denmezdi, birinin sevinci/derdi hemen duyulurdu komşular arasında. Şimdilerde bir hikayeden alıntılanmış gibi gelen bu cümleler, çok yakın bir zamana kadar hepimizin hayatının olağan bir parçasıydı. Şehirleşmenin başımıza açtığı en büyük sorunlardan biri de olsa, İslam coğrafyasında komşuluğun yok olması söz konusu olamaz. Nisa suresi 36. ayet, her yerde ve her çağda, komşuluğun önemini tüm Müslümanlara hatırlatmaya devam edecek. Modern dünyanın oyuncakları, tüm gücüyle insanları bireyselleştirmeye çalışsa da, insanoğlu maddi ve manevi anlamda çevresindeki insanların desteğine ihtiyaç duyan sosyal bir canlı olarak bu oyunu oynayamayacak bir fıtrata sahip. Fakat insan fıtratına aykırı şeyler de yapabiliyor bazen… Kendisini 100 metrekarelik beton alanına kapatıp, karşı komşusundan bi haber yaşıyor. Sokaklardaki evsizler, evlerindeki cesetleri 3 gün sonra koktuğu için bulunan yaşlı insanlar… Bu insanlar da birilerinin komşusuydu bir zamanlar muhakkak. Genç Öncüler dergisi yayın ekibi olarak, karantina bölümündeki yazıların, “komşuluk ilişkilerimizi” gözden geçirmek için bir vesile olmasını umuyoruz. Gündem maddelerimizde ise Suriye’de durmak bilmeyen zulüm, İskilipli Atıf Hoca, Çanakkale Savaşı, Hz. Meryem (as), özgürlük ve demokrasi kavramları var. Her sayımızda görmeye alışkın olduğunuz İslam Coğrafyası, Hayali Röportaj, Karikatür Analizi, Kitap Tanıtımı, Kültür-Sanat ise ilerleyen sayfalarda istifade edebileceğiniz diğer bölümler. Nisan sayısında, Suriye’deki zulmün sonlandığını bildirebilmek, Adem Özköse abimizin ve Hamit Coşkun kardeşimizin güzel haberlerini verebilmek duasıyla…
Mart ‘12 • 1
Mart 2012 • Sayı 72 • Yıl 10
“KOMŞULUK”
06
(Müslümanların Kaybettiği Bir Kavram Daha)
16
ÜMMET BİZİ BİR BEKLİYOR İFFET SEMBOLÜ FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
HZ. MERYEM (A.S) ABDULLAH YILDIZ
FATİH RAZİ
23
Said-i Nursi ile Hayali Röportaj
GENÇ ÖNCÜLER I. EDİRNE SEFERİ
UĞUR DEMİRCİ
OSMAN ZİNNUR AKSU
28
2 • Mart ‘12
MORİTANYA SARE GÜLCE YENİCE
24
Komşuda Pişen Bize de Düşer / Nesibe Kanuni...................................... 4 “Komşuluk”/ Fatih Razi ..................................................................... 6 Masal / Meltem Güleç................................................................ 8 Bir Ömür/ Zeynep Topuz.............................................................. 12 Demokrasi ve Despotizm/ Hariz Malik Dağlı........................................ 13 Eş-şa’b Yurid İskat en Nizam! / Burak Kalpaklıoğlu........................... 14 Bir İffet Sembolü Hz. Meryem (a.s.) / Abdullah Yıldız.......................... 16 İskilipli Atıf Hoca Kimdir?/ Abdullah Erkam Toker.............................. 21 Basından Yansıyanlar / Burak Kalpaklıoğlu ....................................... 22 Gezi - Genç Öncüler I. Edirne Seferi/ Osman Zinnur Aksu.................... 23 Söz Sizde .......................................................................................... 24 Bu Bir Özeleştiridir! - 5 / Zeynep Aksu .............................................. 25 İslam Coğrafyasından - Moritanya/ Sare Gülce Yenice....................... 26 Karikatür Analizi / Sûde Karamanoğlu ............................................. 29 Hayali Röportaj - Said-i Nursi / Uğur Demirel.................................... 30 Hicret / A. Tarık Özkan .................................................................... 32 İslami Kavramlar - Nifak - Münafık / Şeyma Nur Ekren .................... 34 Kitap Tanıtımı / Ayşenur Aksu........................................................... 37 Derdimiz “Özgürlük” mü Olmalıydı? / Muhammed Enes Uçar............. 38 Tarih Defteri - Çanakkale Savaşı / Muhammet Tutkun..... 40 Etkinlik / Haydi Gençler Namaza / Abdullah Yıldız............ 44 Kültür Sanat / Melike Yurt .............................................. 46 Şiir - Daralan Vakitler/ Cahit Zarifoğlu ............................ 48 Mart ‘12 • 3
a
karantin
KOMŞUDA PİŞEN BİZE DE DÜŞER NESİBE KANUNİ
A
lt katta oturanlar bu akşam parti veriyorlar galiba. İnanılmaz bir gürültü var. Zaten geçen gece de sabaha kadar çocukları ağladı. Gerçi kendi çocukları mı bilmiyorum, hiç denk gelmedik. Çocukları var mıdır? Zaten evlerine giren çıkan belli değil, geçen yaşlı bir çift gördüm, dün de çocuklu bir kadın. Küçücük ev canım her gün başka biri mi yaşıyor anlamıyorum. Geçenlerde aniden alt katımızın boşaldığını ve cama kiralık yazısının yapıştırıldığını gördüm. Yaşadığım büyük şok şüphesiz taşınmış olmasından kaynaklanmıyordu. Daha adını bile öğrenemediğim komşum ve sadece camdan bakarken birkaç kez gördüğüm küçük haşarı oğulları bir anda uçup gitmişti. İzlediğim filmlerden sahneler aklıma geldi. Birinin aniden taşınması gerekir. Yıllar sonra onu arayan bir arkadaşı gidip komşusuna “nereye taşındığını biliyor musunuz?” diye sorar, o da karşıdakine güvenirse bir kâğıda adresi yazıp verir. Düşündüm de aynısı başıma gelse yüzlerini görsem zorlukla tanırım mı diyeceğim? Tanışmayı denedim ama kapıdaki zincirin aralığından bir selam verip çekildi, adını bile söylemedi desem bütün suçu atmış olur muyum? Diyelim ki attım, iki alt komşumun kim olduğunu dahi bilmiyor olmamı bu devirde kimseye güvenilmez gibi laflarla açıklayabilir miyim? 4 • Mart ‘12
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Ebu Hureyre (R.A.)’den rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “-Vallâhi mü’min değildir, Vallahi mü’min değildir, Vallâhi mü’min değildir.” - Kim Ya Rasulallah? Diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle buyurdu: -Komşusu, belâlarından emin olmayan kimse (mü’min değildir).”[1] Aslında herkes gibi haklı olarak ben de kent yaşamını, değişen hayat koşullarını, vaktin ne kadar kısıtlı ve değerli olduğunu öne sürerek işin içinden sıyrılmak istiyorum. Zira cidden öncelikle en büyük suçun siteleşmeyi sağlayan belediyelerin veya devasa binalar yapan şirketlerin olduğunu düşünüyorum ben de. Yeni bir şehir yapısı tasarlarken içine insani duyguları, manevi hazzı dâhil etmeyen, sadece maddi tatmini sağlayan öğeleri yerleştirerek insanların yozlaşmasına katkıda bulunurken bir taraftan da bundan büyük bir rant elde eden kurumları kast ediyorum. Yine de buna bizim katkımız küçümsenmemeli. Daha dedelerimiz zamanında bir iki katlı evlerde ikamet edilirken şimdilerde güvenliği olmayan sitelerden korkar olduk. Bazı mahallelerde kesinlikle kalmak istemiyoruz. Hatta sırf ismi yüzünden bazı
semtleri tercih etmiyoruz. “Ev alma komşu al” atasö- defnetmememizi emretti ve kötü komşudan diriler zünün önemini biliyorum elbette. Bir eve taşınırken incindiği gibi ölüler de incinir” buyurdu. [5] muhitin önemli olduğunu güvenilir insanların çevreDinimizin bize bu kadar sık ve yoğun bir şekilde sinde olmanın kişinin erdemine de katkıda bulun- önemini vurguladığı komşu haklarına riayet, komduğunu. Hatta Peygamber efendimiz (s.a.v.) hadis-i şularının aç kalmaması, komşularının güvenliğinden şeriflerinde: emin olması gibi kavramlar acaba sadece kapı kom“Ev almadan önce komşunuzu, yola çıkmadan şuları için mi geçerli? Daha büyük çaplı düşünmemiz önce arkadaşınızı araştırınız.” diye buyururken tam de gerekmez mi? olarak bizim bu hassasiyetimizi dile getiriyordu. [2] Komşu deyince bazen aklıma kapı komşumdan Terazinin hassasiyeti işte tam da bizim bu değer- önce komşu ülkeler geliyor. Kendi yaşadığım şehirde lerimizle oynayarak bozuluyor. Hepinasıl da refah ve mutluluk içinde bir miz çevremizde iyi insanlar olsun, gühayat sürdüğümü ama çok da uzak Müslim’in Ebu venelim, hırsızlık vakaları en aza insin olmayan yerlerde aç yatan insanlar Zerr’den (R.A.) istiyoruz. Fakat bir taraftan da daha olduğunu, bomba seslerine alışmış naklettiği bir geniş evler, daha iyi eşyalar, alışveriş kulakların nasıl da acı çektiğini dümerkezlerine yakınlık gibi etmenleri şünmeden edemiyorum. Peygamber rivayette: önceliyoruz ve karşımıza sadece aynı “Dostum Resulullah efendimiz (s.a.v.) şu dönemde yaşamaddi refah seviyesine ait insanların saydı bizim komşuluk ilişkilerine bu (S.A.V.) bana: oturduğu siteler çıkıyor. Çocuklarının derece sığ yaklaşmamıza nasıl bir - Çorba yaptığın güvenliğini önceleyen aileler onları tepki gösterirdi? Suriye’deki kardeşzaman suyunu etrafta görebilecekleri maddi sıkıntı lerimizin her gün gözlerimizin önünbol koy. Sonra da içindeki ailelerden de uzaklaştırıyorde çektiği zulme çok da büyük tepkomşularının lar ve peygamberimiz (s.a.v.)’in bazı ki göstermediğimizi görseydi utanç buyruklarının artık hayatımızda yeri haline bak. Muhtaç içinde olmaz mıydık? Peki Allah (c.c.) kalmıyor. bizi an be an görür ve gözetirken bu olanlara çorbadan Müslim’in Ebu Zerr’den (R.A.) bir miktar götürerek kadar neşe dolu ve ilgisiz olmamızı naklettiği bir rivayette: iyiliğin dokunsun.” neyle açıklayabiliriz? Kelimelerin ar“Dostum Resulullah (S.A.V.) dındaki anlamları durup düşünmeye diye tavsiyede bana: ihtiyacımız var. Hiç bir söz boş değil bulundu. - Çorba yaptığın zaman suyunu ve hesabından muaf değiliz. Dünyabol koy. Sonra da komşularının haliyı sırf asıl hayatın belirleyicisi olduğu ne bak. Muhtaç olanlara çorbadan bir miktar götü- için daha fazla ciddiye almalı, vahyin buyruklarına rerek iyiliğin dokunsun.” diye tavsiyede bulundu. [3] olabildiğinden daha fazla kulak kabartmalıyız. Peygamber efendimiz (s.a.v.) komşuluğu tek “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş (ve orboyutta incelemiyor hiçbir zaman. Çünkü ona kom- tak) tutmayın. Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, şulukla alakalı gelen uyarılar da ciddiyet arz ettiği yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızkadar çok boyuta da sahipler. Bu konunun ne ka- daki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinin mâlik oldar önemli olduğunu O’nun(s.a.v.) şu sözlerinden duğu kimselere (kölelerinize) iyilik edin. Allah (C.C.) anlayabiliriz: kendini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sev“Cibril bana komşu hakkını o kadar çok tavsiye mez.”[6] etti ki, neredeyse komşuyu komşuya vâris Kaynaklar: kılacak zannettim.” [4] [1] Buhari, Edep, 29 (VIII.12). Hz. Ali’nin bir sözüyle de ola[2] Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/178. [3] Müslim, Birr ve sıla ve’l-edeb, 143 yın diğer boyutlarına küçük bir (2625). geçiş yapmak mümkün: [4] Buhari, Edeb,28; Müslim, Birr ve Sıla “Resülullah (S.A.V.) bize ölüve’l-edeb, 140 (2624,2625). [5] Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/72. lerimizi sâlih kimselerin içerisine [6] Nisa:4/356
Mart ‘12 • 5
a
karantin
“KOMŞULUK”
(Müslümanların Kaybettiği Bir Kavram Daha)
FATİH RAZİ Bu yazının içeriği; “İslam dininde komşu kimdir? Komşunun hakları nelerdir? Komşulara nasıl davranmalıyız?” gibi sorulara cevap niteliğinde değil de, Müslüman toplumların“komşuluk” gibi bir değeri nasıl kaybettiklerine; yani sorunun kökenine dair kısa bir “öz eleştiri” tarzında kaleme alınmıştır. -Beton yığınlarının içinde kaybolmuş insanlar! Kültür ve Medeniyetini unutmuş toplumlar çökmeye hazır bir bina gibidirler. En ufak bir sallantıda yok olacaklardır. Tarihin belki de en kötü zamanlarından birini yaşıyoruz. Müthiş bir şekilde batı sevdalısı olmuş durumdayız. Sözgelimi, batının “iyi” yanlarını örnek almak adına kendi değerlerimizden vazgeçer hale gelmişiz. Bireyselleşme almış başını gidiyor.
Kendi evlerimizden başlayalım isterseniz; imkan varsa her çocuğun ayrı bir odası, ayrı bir bilgisayarı, belki de ayrı bir televizyonu vardır. Hal böyle olunca bırakın “komşuluk” ilişkisini, “aile içi ilişkiler” bile sıkıntıda. Aile, toplumların ana kalbidir. O kalbi neyle beslerse insan, ileride onun karşılığını görür. O kalp, batı sevdasıyla, televizyonla, bilgisayarla, parayla, makamla beslenmişse eğer, o zaman o kalp katılaşmış olur. Eğer bir kalp katılaşmışsa, onu taşıyan beden sadece beslenme görevini görür. Kaba tabirle; yer, içer ve yatar. Yani “Değil komşusunu düşünmeyi, kendisini bile düşünmez ve bu durumda hayatını sürdürmeye devam eder.” Vurdumduymaz bir toplum haline gelmişiz. Her şeyden uzaklaşmak istiyoruz. Akraba ziyaretleri, komşu ziyaretleri, hasta ziyaretleri vb. tüm
şusuna Ailesine, akrabasına, kom zaman ayıramayanlar, zamanlarını nerelerde geçiriyorlar, acaba? kimsenin Şu bayramlar da olmasa evinden çıkacağı yok! ölse Yanı başındaki komşusu dar haberi bile olmayacak ka bireyselleşmişiz…
6 • Mart ‘12
ziyaretler bizlere adeta birer “yük”, “sıkıntı” ve “dert” olmuş durumda.
için yardım yapmayı kendilerine ilke
Bizden büyükler belki de bu konuda bizden biraz daha şanslılar; çünkü onların zamanında bu tarz ziyaretler örf-i birer adet olduğu için böyle bir sıkıtı yaşamamışlar. Ama bizler “bireysel”, “özgürlükçü” bir ortamda büyüdüğümüz için, “komşu” kimdir? Bilmez olmuşuz…
çalışan toplumuz!
Ülkeler, şehirler, köyler, kasabalar, mahalleler, caddeler ve sokaklar… Kuru kalabalıktan geçilmiyor, bilmem farkında mısınız? Ailesine, akrabasına, komşusuna zaman ayıramayanlar, zamanlarını nerelerde geçiriyorlar, acaba? Şu bayramlar da olmasa kimsenin evinden çıkacağı yok!
edinen sahabenin yolunda gitmeye Bu toplum yeniden “vahiyle” canlanacak! Bu toplum yeniden “Peygamberin
sünnetiyle”
canlanacak,
Allah’ın (c.c) izniyle… Eğer hala batının kirli oyunlarına aldanmaya devam edeceksek, vallahi yarın mahşer gününde işimiz çok zor olacak demektir. Evet, batıya karşı “henüz vakit varken” harekete geçelim, geçelim ki bizden sonraki nesiller “İslam”ı unutmasın. Durum bu, aziz okuyucu! Üzülerek söylemek gerekirse, bugün
Yanı başındaki komşusu ölse haberi bile olmayacak kadar bireyselleşmişiz…
“Komşuluk” kavramını unutturan-
Dünyevileşme uğruna ailesinden, akrabasından, komşusundan kaçar hale gelen insanların sayısı git gide artmakta…
ra”…
Para, makam, şan, şöhret almış götürmüş bizleri bir yerlere… Sahi, biz kimiz? Cevap belli; biz Müslüman’ız… Biz, komşusu açken tok yatamayan Resul’ün ümmetiyiz! Biz, Mekkeli muhacirlere kucak açan, Medineli ensar olma gayretini veren bir avuç topluluğuz! Biz, bir hurmayı birkaç kişiyle paylaşmayı bilen örnek neslin izindeki toplumuz! Biz, gösteriş için değil de Allah
lar, yarın kim bilir hangi kavramları unutturacaklar, “biz MüslümanlaUnutmayalım ki; Unutmamak için, hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Yazımı Nisa suresi 36. Ayetinin meali ile bitirmek istiyorum; “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş (ve ortak) tutmayın. Anayababaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinin mâlik olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik edin. Allah (c.c) kendini beğenen ve
-Beton yığınlarının içinde kaybolmuş insanlar! Kültür ve Medeniyetini unutmuş toplumlar çökmeye hazır bir bina gibidirler. En ufak bir sallantıda yok olacaklardır. Tarihin belki de en kötü zamanlarından birini yaşıyoruz. Müthiş bir şekilde batı sevdalısı olmuş durumdayız. Sözgelimi, batının “iyi” yanlarını örnek almak adına kendi değerlerimizden vazgeçer hale gelmişiz. Bireyselleşme almış başını gidiyor.
dâima böbürlenen kimseyi sevmez.” Selam ve dua ile…
Mart ‘12 • 7
a
karantin
MASAL MELTEM GÜLEÇ
B
u gece öyle bir hava sarmış ki semtimi; sanki sadece yerdeki tozları değil, beni de alıp götürecek bambaşka memleketlere. Ya da Emirgan’daki çiçek kokularını bu tarafa taşımakla yetinmeyip döküverecek gibi içime, geçmişteki nağmelerden. Bahar havaları hep böyle olur zaten. Evkaftaki memuriyetten de istifa ettirir insanı bu hava, tütüne de alıştırır. Ben her bahar aşık olmam diyeni, her bahar gitmek isteğiyle de bırakıverir başbaşa. Şairlerin mevsimidir bahar. İnsanın eline bulaşan çilek kokusudur, dalgaları çıldırtan coşkudur, deniz kenarında bir soluktur, ürpertiyle savrulan çimenlerdir ya da o yeşilliğin arasında dans eden tek bir papatya.
8 • Mart‘12
İnsanı değiştirir bahar. Benim mesela, içimdeki çocuğu salıverir ortaya. Bahar gecesi, yıllardan sağlam kurtulmuş tek oyuncağı bu saklı çocuğun, -ki korumak adına saklamak isterim ben her zaman onu, gri hayatımın donuk bakışlarından etkilenmesin diye en diplere gizlerim dikkatlice. Bu yüzdendir ki baharda dahi geceden yana yapar tercihini o çocuk. Bu yüzdendir ki hep saklanarak çıkar ortaya. Elimdeki beyaz poşette yine iki ekmek… Yolum, evime çıkan güzergahta. Çocukluğumun ışıl ışıl sokağının yerindeyse şimdi cılız sokak lambaları… Hem, ben büyürken sokak da küçülmüş mü sanki? Ne fark eder, ben yine sallayabiliyorum ya ekmek poşetimi istediğim gibi. İçimdeki
çocuk seke seke ilerlerken kaldırımlarda, ekmek poşeti de kolumla birlikte daireler çiziyor havada. Hayat başka bir renk alıyor işte o anda, tozpembemsi... Yirmi beş yıl gençleşiyorum da yine kolumu çevire çevire helikopter gibi havalanıp evimizin balkonuna konmayı hayal ediyorum ben. Bunu hiçbir zaman yapamadığıma da şükrediyorum içimden, gerçekleştiremediğim diğer hayallerimle birlikte bu da başkalaşıp maziye karışmak yerine; her an aklımda canlanmaya hazır bir rüya. Çocukluğum gibi, hani mesela. Apartmanımın kapısına vardığımda içime doluşan yine; eve girmek için akşam ezanı vaktini geçirmiş çocuğun heyecanlı korkusu. Ezan okunalı çok oldu zira. Parmak uçlarıma basa basa giriyorum içeri. Annem uyumuşsa bir ümit, hiçbir zaman bilmeyecek ne kadar geç geldiğimi. O görmeden ellerimdeki kumları yıkayıp yatağıma girebilirsem hele; şimdi kızgınsa bile sabaha diner öfkesi. Yine öperek uyandırır beni. Anneler çocuklarını hep öperek uyandırır çünkü. Gel gör ki, yakalanmamam gereken sadece annem değil tabii. İlk katta Hatice Teyze var mesela bir de. Kapı deliğinden kontrol ediyor tüm geçenleri, biliyorum. İçeriye tanımadığı bir insan girmesin sakın diye bu saatlerde bile tetiktedir o yine. Çok yaşlı Hatice Teyze aslında, babamdan bile kocaman! Buruşuk buruşuk elleri de yüzü de. Biraz daha yaşlandığında gözleri, sarkık göz kapakları arasında kaybolacak galiba, öyle geliyor bana. Sonra bantla yapıştıracağız gözkapaklarını alnına, görebilsin de üzülmesin diye. Gerçi şimdi de göremiyormuş, öyle diyor. Bir de bacaklarından çok şikâyet ediyor, merdiven çıkamıyormuş onlar yüzünden. Ama sanmayın ki beni bu saatte görse anneme söyleyemeyecek. Annem nasılsa her gün illaki yokluyor Hatice Teyze’yi. Bazen Hatice Teyze de bizim eve çıkıyor güç bela. O gelince ben koşa koşa odama saklanıyorum, ranzanın altına girip bekliyorum biraz vaktin geçmesini. Yoksa kapıdan girdiği anda görürse çok ıslak öpüyor beni, sevmiyorum.
Yaşlı ve kambur teyzeler hep çok ıslak öperler çünkü. Ama fazla beklemiyorum yine de ranzanın altında. Nasıl olsa yerine oturduktan sonra pek kalkmıyor ki Hatice Teyze. Oturup anneme anlatıyor işte, aklına ne gelirse. Ben önce biraz dinliyorum, o yine aynı şeyleri anlatmaya başladığında kendi oyunuma dönüyorum. Anneme çok şaşırıyorum bir de; nasıl bu kadar unutkan oluyor da, aynı şeyleri tekrar tekrar dikkatle dinliyor, anlamıyorum. Tüm bunlar hayalimde seyrederken parmak uçlarım da apartman merdivenlerini aşmaya çalışıyor olabilecek en sessiz şekilde. Küçük bir çocuk kolay sıyrılır aralıklardan, amma velakin küçük bir çocuğun payına düşen heyecan kalbini öyle kocaman yapabilir ki böyle zamanlarda, sığmayacak gibi olur sanki bedenine. Ben öylesi bir kalple işte, ikinci kata ulaşıyorum, Hatice Teyze’nin beni görmemiş olmasını dileyen saf çocukluk duamla bir de. İkinci katta Mevlüt Dedemler oturuyor. Burada biraz daha rahatım, çünkü Mevlüt Dede hem emekli hem de servis şoförlüğü yapıyor. Akşam geldiğinde çok yorgun oluyor bu yüzden, erkenden de yatıyor. Ama ben sokaktayken ne vakit her zamanki yerine arabasını park ettiğini görsem yorgunluğuna aldırmadan koşmaya başlıyorum ona doğru. Sokaktan aşağı, evine doğru yürümeye başladığında o da beni görüyor. Her gördüğümde kucağına atlıyorum. Her kucağına atladığımda beni havaya kaldırıyor. Eski polis Mevlüt Dedem, büyüyünce ben de polis olabilirmişim, öyle diyor. Bir de Mevlüt Dedemin hanımı var Mart ‘12 • 9
tabii; Menkıbe Teyze. Kızları Ayşen’le birlikte o da bize geliyor bazen. Bütün apartmanın bizde toplanacağı günlerde Ayşen Abla anneme yardım ediyor, sonra daha kimse gelmemişken birer kahve içiyorlar her seferinde. Ayşen Ablanın telve gibi siyah saçları var, aralarında tek tük beyazlar parlıyor; ama daha hiç evlenmemiş. Bir de, her sigara yakışında sanki daha dertli oluyor Ayşen Abla. Dertli olduğundaysa sanki daha yaşlı…
ALARM! Sabahları uyanmak çok zor olmaya başladığından beri alarm için en rahatsız edici sesleri kullanıyorum. Alarmı ise annem beni uyandırmayı bıraktığından beri... Nereden baksan, hayli zamandır. ALARM! Ama bu sabah daha korkunç, çünkü ilk defa bu sabah beni yirmi beş yıl sonrasına uyandırıyor. Buna aldırış edecek kadar bile vaktim yok.
İnsanlar dertleriyle yaşlandıklarında çocuklar gürültü yapsın istemiyor. Ayşen Abla söylemez anneme belki de beni bu saatte görse bile, bazen benimle oyun da oynuyor çünkü. Arkadaşım gibi, ama büyük arkadaşım. Bir gün ben de büyük olduğumda onunla evlenirim belki. Bilmem ki. Şimdi söylediğimde gülüyor; ama beni seviyor, onu biliyorum. Oyun oynadığımızda hiç canı sıkılmıyor, ben de sıkılmıyorum.
‘’Aa, demek üst komşumuzsunuz, üst katın dolu olduğunu bilmiyorduk.’’ diye iki dakikada yalan kıvırıp göstermelik bir özür dilediklerinde bu işi çözmüş olabileceğimi düşünmekse benim suçum. Polis çağırmalıydım aslında!
Şimdiyse geç kalmış olmanın sıkıntısıyla sonunda kendi katımıza ulaşıyorum, soluk soluğa. Minik göğsüm inip kalkıyor olmalı, sessizce süzülüyorum içeri. Elimdekileri mutfağa bırakıp kaçıyorum odama doğru. Elimi yıkamayı hep unuturum ben sokaktan döndüğümde. Odama girince aklıma geliyor, aldırış etmiyorum. Nasılsa yıkatıyor elimi annem her sabah uyandığımda. Hızlıca atıp üzerimdekileri buz gibi yatağa seriyorum çocukluğumu. Gözlerimi yumduğumda uyku perisinin gelmesi uzun sürmüyor. Çocuklar hep çok çabuk dalar uykuya çünkü. |-|-|-|-|-|-|-|-|
10 • Mart‘12
İşe geç kalmamak için alelacele giyiniyorum. Kahvaltı yapmak yerine on beş dakika fazla uyumayı tercih ettiğimden beri günün ilk öğünü öğle saatlerine sarkıyor zaten. Evdeki tek ses acelemin ayak sesi. Koşarak o da terk ediyor dairemi ve kendimi apartman koridorunda buluyorum.
Merdivenleri hızlı hızlı inerkense hiç rahatsız hissetmiyorum kendimi, çıkarttığım sesten ötürü. Çünkü taşındıklarından beri hafta sonu gecelerimi gerek son ses dinledikleri şarkılarla, gerek sabahlara kadar izledikleri filmlerle zulme çeviren yeni komşularım bunu hak ediyorlar zannımca. En son dayanamayıp uyarmak için kapılarına kadar gittiğimde ‘’Aa, demek üst komşumuzsunuz, üst katın dolu olduğunu bilmiyorduk.’’ diye iki dakikada yalan kıvırıp göstermelik bir özür dilediklerinde bu işi çözmüş olabileceğimi düşünmekse benim suçum. Polis çağırmalıydım aslında! Hayır, ne idüğü belirsiz tip derler ya, aynen öyleler haspalarım. Korkuyorum bile bazen. Sonuçta her gün ben okuyorum üçüncü sayfalarda; canlı bombaların, katillerin, kanun kaçaklarının boş dairelerin camlarına perdeler çekip
aylarca içinde oturduklarını, apartman sakinlerinin ruhu bile duymadan hem de. Ama sonra böylesi bir durum olsa bu kadar ses yaparak dikkat çekmeyi göze alamayacaklarını düşünüp rahatlatıyorum kendimi. Besbelli okuluna uğramayan kendini bilmez birkaç üniversiteli işte. Bir alt kattaysa her zamanki ayakkabılar var yine kapının önünde. Bir çift siyah kundura ve kahverengi sokak terlikleri. Yalnız yaşayan bir adam hayal ediyorum her buradan geçişimde. Yalnız ve mağrur. Değişiklikleri sevmeyen; ama içinde olduğu hayatta da huzuru bulamayan biri. O adama dönüşmekten korkuyorum her sabah. Hayallerimdeki suratı o kadar benziyor ki bana. Gerisini getiremiyorum düşündüklerimin. Apartmanın ağır dış kapısını her zamanki gibi sessizce açıp kapatıyorum. Diğer komşuları rahatsız etmek istemem. Geçtiğimi bile fark etmemeliler, sanki hiç yürümemişim gibi olmalı kapılarının önünden; öylece çıkıp gidiyorum. Onların hayatından da hiç geçmemiş oluyorum. Bana varlığını hissettirmeyen komşularıma varlığımı hissettirmemem yapabileceğim en büyük iyilikmiş çünkü. Kabulleneli epey oluyor. Dışarıda ise dünkü havadan eser kaldığı söylenemez. Bir de sabah soğuğu kol geziyor şimdi sokaklarda. Ceketime sarınarak yürüyorum. Dün gece sarındığım anılar kadar sıcak tutmuyor beni bu ceket. Belki de daha kalınından yeni bir tane almalıyım. Diyorum ki bir de; sadece sokaktaki arabaların rengi bile sinseydi hayatıma, yetinebilirdim. Çocukken yediğimde dilimi boyayan şekerler kadar bile olamıyor şimdi milyarlar. Renk verip mutlu edemiyorlar beni bir şekilde.
Şair de diyor ya heyhat! “Bir varmış bir yokmuşu bırakıyorsun kışa, Masalları çeviriyorsun ey bahar Bir yokmuş bir varmışa” *
Bugün üşüdüğümde çocukluğuma sarınıyorum. Çok gri olduğumda bir hatıra yakıyorum en kalabalığından. Boyalara karışıyorum. Bir masal yazıyorum içimdeki çocuğa. Bir varken bir yok oluyorum, yokken varlığa dönüyorum. Gökten üç elma düşüyor aslına hürmeten. Birini annemin, birini ılık bahar gecesinin, birini de saklı çocuğun hesabına yazıyor masal. Benim payıma bugün düşüyor. Kaldığı yerden… Masal devam ediyor. *Şiir Yılmaz Aybar’a aittir.
Olmadı, dün akşamki tozpembe gökyüzü kalsaydı bari. Pamuk şekerindendi ya hani bulutlar, soğuk hava dalgalarından bihaberken. Gökkuşağı bile çok renkti zaten eskiden. Şimdi sadece 7 iken. Birkaç mevsimlik zaten hayat; ama şu anda en çok baharı kaçırmış olmaktan korkuyorum. Mart ‘12 • 11
Bir Ömür Zeynep Topuz
Pısırık adımlarla dünlerle cebelleşiyor... Sol yanım Gece üzerine almıfl kefenini Saçıyor semaya parıltısını... Bir kanatlının demir parmaklıklar Sahasında çırpınışı gibi, Günler aylar… Tedirgince demliyor gözlerinde Varını yoğunu. İki dudak arasına yuva yapmış Sükutlar, kimsesizlikler… Bir varmış bir yokmuş yokluklar Ve... Zaman acımasızca küçülüyor. Tebessümler dibe vuruyor Yaralar kabuklaşıyor.. Gittikçe kalınlaşıyor Lisanlar lal, gözler göl… Uçurumun avucunda konaklayan Yalnızlıklar Aklının en işlek köşesinde Cirit atan anılar… Kalemine sığınıyor... Diyemediğinden ötürü Bitmişlere gitmişlere KAL-EMİ... diyor. Lakin selam eder … Kelam etmez… Yine pısırık adımlarla Usulca yarınına yol eker… 12 • Mart‘12
ARAŞTIRMA
D
emokrasi çok eski bir sözcük ve hakkında pek çok tanım var. “Demos” halk ve “kratos” yönetim demektir. Aristo’ya göre “Demokrasi, çoğunluk oldukları için özgür ve yoksul insanlara iktidarın verildiği durumdur”. Sokrates’e göre ise “yoksulların hasımlarını yenip, kimisini öldürüp kimisini sürmesi, kalanlarına da eşit ölçüde özgürlük ve iktidar vermesiyle varlık kazanır demokrasi”. Halkın tabanını oluşturan kesimin, diğer bir deyişle Voltaire’nin ayak takımı dediği kesimin, bilgisinin ve donanımının ne kadar olduğu çok tartışılır bir durumdur. Zira her ne kadar okur-yazar oranı yüzde doksanlarla ifade edilse de bilhassa ülkemizdeki insanların yazması bir yana ne kadar okuduğu ortadır. Bu durumda ülkenin alt tabakası diyebileceğimiz halk güruhu tarafından idare edilecek devletin, kendini geliştiremeyeceği gibi ayakta kalabilmesinin de imkânsız olduğu ortadır. Bununla beraber “dağdaki adamla benim oyum bir mi?” diyen bir zihniyetinde kabul edilebilirliği yoktur. Bizde uygulanan demokrasiye bir göz atacak olursak devletin en önemli işleyiş mekanizması diyebileceğimiz yürütme, yani meclisimizdeki milletvekillerini halkın seçtiğini söylemek biraz zor, çünkü partilere oy veriyoruz ancak milletvekillerinin kim olacağı veya kaçıncı sıradan aday olacağını parti başkanları belirliyor, parti başkanlarını ise halka nazaran çok daha azınlıkta olan kesim seçmektedir. Bu durumda halk, ülkesini yönetecek kişilere bakarak değil, görüşlerine ve ideolojik yaklaşımlarına göre oy vermektedir.
Buna en büyük delillerden birisi ise yıllardır söylene gelen halkın yüzde 60’ı sağ, yüzde 40’ı sol lafının seçimlerde hep yaklaşık olarak aynı çıkmasıdır. Bu da halkın kişinin nasıl yönettiğinden veya neye dayanarak muhalefet yaptığını önemsemediği gerçeğini önümüze sermektedir. Meselenin farklı bir boyutu ise halk tabanının kolay yönlendirilebilir olduğu gerçeğidir. Çünkü halkımız dünya ile ilgili görüşlerini büyük ölçüde basın-yayın organlarından öğrenmektedir. Gündeme getirilen konuları tartışmakta gündemde 1 hafta durmayan konuları, 30 yıllık Kürt sorunu olsa bile, unutup sanki hiç olmamış gibi yaşamaktadır. Bu durumda basın-yayında adı geçmeyen insanların halk tarafından en çok benimsenecek görüşlere sahip olsa bile seçilemeyeceği de ortadadır. Ülkelerin diğer kurumlarına baktığımız zaman (askeriye, mahkemeler vb.) bunların zaten halk tarafından belirlenmiş insanlar değildir. Bu durumda bu kurumlarla olan görüş farklıları yüzünden bir iktidarın ne derece işleyebileceği bir soru işaretidir. Bu tabakaların çıkarları doğrultusunda, halkın istedikleri törpülenmiş olacaktır. Halkın istediklerini yansıtmaktan uzak olan bir demokrasi ise ancak zengini daha zengin, fakiri daha fakir kılacaktır. Halkın kültürü, donanımı ve refah düzeyi artmadıkça demokrasi ya ayak takımının despotizmi ya da yüksek zümrelerin çıkarlarına hizmet eden “sözde demokrasi” tiyatrosundan daha ileri gitmeyecektir.
Mart ‘12 • 13
GÜNDEM
Eş-şa’b Yurid İskat en Nizam! (Halk Düzenin Değişmesini İstiyor!) BURAK KALPAKLIOĞLU
S
uriye intifadası bir yılını doldurdu ve ilk ayaklanmaların başladığı 15 Mart’tan bu yana Suriye’de her gün 20-30 kişi ölüyor. Esed rejiminin yaptığı tüm bu katliamlara rağmen, Suriyeli kardeşlerimiz büyük fedakarlıklarla direnişi sürdürüyor ve Suriye halkı 48 yıldır bu diktatör rejimin baskısı altında yaşıyor. Daha öncede, 2 Şubat 1982’de Beşşar Esed’in babası Hafız Esed döneminde, İhvan Hama’da ayaklanmış; Suriye Ordusu yaklaşık 30 bin kişiyi katletmiş, 25 bin kişiyi tutuklamış ve bu olay tarihe Hama Katliamı olarak geçmişti. Katliamdan sonra tutuklananlardan haber alınamadı, alınamıyor. Bu insanlar hala cezaevinde mi yoksa öldürüldüler mi bilinmiyor. Hama Katliamı’na kadar, İhvan’ın Mısır’dan sonra en güçlü olduğu ülke Suriye idi. Ancak Hama Katliamı’ndan sonra İhvan yapısal olarak çökertildi ve Suriye’de Baas rejimine karşı örgütlü bir muhalefet kalmadı. Haziran 2000’de Beşşar Esed iktidara geldi. İlk başlarda yeniliklere açık reformcu bir lider görüntüsündeydi. Sivil muhalefetin, siyasal özgürlükler ve çok partili sisteme geçiş gibi taleplerine olumlu cevaplar vermişti. Ancak 2001 Mayıs ayında muhaliflerin önemli bir kısmı tutuklandı ve muhalefet kontrol altına alındı. 2005 yılında liberal kesimlerin daha ağırlıkta olduğu muhalefet, değişim taleplerini tekrardan gündeme getirdi. 2005 Ekim ayında “Şam Deklarasyonu” adı altında bir bildiri yayımlandı. Şam Deklarasyonu, hem Baas rejimini net biçimde sorgulamış hem de tüm muhalefet kesimlerine, ortak bir zeminde buluşma çağrısında bulunmuştu. Deklarasyonda Baas rejimi otoriter, totaliter, despotik bir yönetim kurmakla suçlanmış; yeni bir anayasa hazırlanması, kurucu bir meclisin
14 • Mart‘12
oluşturulması ve adil seçimlerin yapılması talepleri dile getirilmişti. 2006 Mart’ında ise geniş çaplı tutuklamalar tekrardan başladı. Deklarasyonu imzalayanların bir kısmı yurt dışına çıkmak zorunda kalırken bir kısmı tutuklanarak siyasi faaliyetlerine son verildi. Beşşar Esed’in 11 yıllık döneminde görüyoruz ki Suriye muhalefeti, rejimi yıkmaya yönelik devrimci bir mücadele değil; siyasal özgürlük, güçler birliği ilkesi gibi reformlar içeren salt özgürlükçü bir mücadele vermiş ve Hama Katliamı’ndan bu yana örgütlü bir İslami muhalefet görülmemiştir. Bugün ise Suriye’de muhalifler tam bir devrimci mücadele veriyor. Zalim Beşşar’ın reform çağrılarına, meydanlarda“Yallah irhal ya Beşşar!” (Haydi defol ey Beşşar!) sloganları karşılık veriyor. Reform; bir şeyi rasyonalize etmek, çağın şartlarına uygun hale getirmektir. İnkılap ise ifsad olanı ıslah etmek, köklü bir değişime tabi tutmaktır ki Kuran’ın amacı da budur. Bu perspektiften baktığımızda İslami mücadele, reformcu bir mücadele değil, devrimci bir mücadele olmalıdır. Suriye intifadası ilk olarak Der’a şehrinde çocukların duvarlara sloganlar yazmalarıyla başladı. Bu çocuklar ve gençler tutuklanıp işkenceye tabi tutuldu ve bunun üzerine Suriye halkı sokaklara döküldü. İnternet üzerinden örgütlenen gençler her cuma günü evden çıkarken anneleriyle babalarıyla helalleşip Cuma Namazı’ndan sonra yapılan gösterilere katıldılar. Şu an Suriye’de öylesine zalim bir rejim var ki, gösterilere katıldığı için tutuklanan 9-10 yaşlarındaki çocuklara hapishanelerde elektrik veriliyor, cinsel organları kesilerek işkenceler yapılıyor. İnternete düşen videolarda ise Beşşar’ın portresinin
“Size ne oluyor da: ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lütfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” NİSA 4/75
önünde secde etmediği için tekme tokat dövülen kardeşlerimizi görüyoruz. Son zamanlarda Suriye Ordusu’ndan kaçıp Özgür Suriye Ordusu’na katılan 40 bin kişi var. İbre, devrimcilerden yana döndü gibi görünse de, devrimciler güçlendikçe despot Esed rejimi zalimleşiyor. Ayaklanmaların başladığı 15 Mart’tan bu yana 8 bin kişi şehit olurken en yoğun çatışmalar geçtiğimiz şubat ayında yaşandı. Hama Katliamı’nın yıldönümünde, Kandil Günü, Humus’ta camiiler bombalandı ve 350 kişi şehit edildi. Beşşar ise bir gün sonra kameraların karşısına geçip halkla alay edercesine tefsir okudu. Nusayri gruplar dahi Humus Katliamı’nı kınadılar. Suriye’de zulüm ve vahşet öyle boyutlara ulaştı ki Ramazan el-Buti gibi rejim işbirlikçiliğinde sembol bir alim(!) dahi -halk gösterilerini fitne, devrimcileri de isyancı olarak tanımlamasına rağmen- toplumsal baskı sebebiyle, askerlerin göstericiler üzerine ateş açmasının haram olduğuna dair fetva verdi. Baas rejimi her zaman kendisine sadık Sünni ulema arayışında olmuştur ama bunda çok da başarılı olduğunu söyleyemeyiz; çünkü Baas diktası on yıllardır İslami muhalefete nefes aldırmamıştır. Laikleştirilememiş Müslüman halkın mescit dersleri bu muhalefetin doğal adresi olmuş ve halk bu mescitlerde yapılan gizli derslerle örgütlenmiştir. Yine de aynı Türkiye’de olduğu gibi, cuma hutbelerinde rejimin ve Beşşar’ın övüldüğü söyleniyor. Suriye istihbaratı Muhaberat ise yıllarca muhalif Müslümanlara yaşam hakkı tanımamış. Hatta buradaki Suriyeli ağabeylerimiz, biz onlarla röportaj yaparken, her tarafta Muhaberat ajanı olduğunu ve artık insanların kendi ailelerinden dahi şüphe-
lendiklerini söylemişlerdi. Mamafih komplocu Nasrallah’ın devrim süreci boyunca yaptığı talihsiz açıklamaların ardı arkası kesilmiyor. Daha önce de Esed rejimine verdiği desteği dile getiren Nasrallah, son Humus katliamından sonra yaptığı açıklamasında “Herkes gibi biz de bu tablodan etkilendik. Humus şehrinde yaşayan, rejimle alakası olmayan kardeşlerimiz ve dostlarımızdan haberleri araştırmalarını istedik. Bize, Humus’ta her zaman yaşanan çatışmaların dışında başka bir şeyin olmadığını söylediler.” dedi ve katliam olduğunu bile kabul etmedi. İran’ın bu konudaki tavrına değinmeyeceğim. Çünkü onlar otuz sene önce, Hama olayında da İhvan karşıtı bir tutum sergilemişlerdi. Nasrallah ve İran, Suriye olayında Suriye halkına destek vermeyip kendi politik emellerinin peşinden koşarak, ümmetle aralarına kalın duvarlar ördüler. “Size ne oluyor da: ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lütfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” NİSA 4/75 Ortadoğu intifadasıyla beraber Ortadoğu’da bir değişim süreci yaşanıyor ve despot rejimler teker teker devriliyor. Müslümanlar özgürleşirken en kanlı çatışmalar Suriye’de yaşanıyor. Siyonist İsrail Filistin’e ne yaptıysa, Baas rejimi şu an Suriye halkına daha fazlasını yapıyor ve bizim elimizden, Suriyeli kardeşlerimize dua etmekten başka bir şey gelmiyor. Rabbimiz bize Ortadoğu’daki devrimlerin ardından emperyalizme ve siyonizme karşı tek vücut ümmet olabilmeyi nasip eder inşallah. Vesselam. Mart ‘12 • 15
BİR İFFET SEMBOLÜ
HZ. MERYEM (A.S) ABDULLAH YILDIZ
-Âllah iman edenlere namusunu koruyan, İmran’ın kızı Meryem’i de misal gösterir.” (Tahrim, 66/12) Hz. Meryem, Hz. İsa’nın (a.s) annesidir. İsrailoğullarının âlimlerinden ve ileri gelenlerinden biri olan ve Hz. Davut’un (a.s) soyundan gelen İmran’ın kızıdır. Meryem “dindar kadın” demektir; ‘erkeklerden sakınan, iffetli’ anlamında “Betül” adıyla da anılır. İmran’ın hanımı Hanne kısır bir kadındır. İbnü’l-Esir’in rivayetine göre, bir gün bir ağacın gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş görür; bu olay içindeki çocuk sahibi olma duygusunu alevlendirir. Kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Allah’a yalvarır ve duası kabul edilirse çocuğunu BeytülMakdis’e hizmetçi olarak adadığını söyler: “Bir zamanlar İmran’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et.” (Âl-i İmran 3/35) Hanne bu adamayı yaparken çocuğunun bir kız olma ihtimali aklına gelmez. Eğer çocuk kız olursa Beytül-Makdis’te hizmette bulunması nasıl mümkün olabilir? Kızı doğunca, Allah’a şöyle seslenir:
16 • Mart ‘12
“Rabbim! Onu kız doğurdum; -oysa Allah onun ne doğurduğunu çok iyi biliyordu-. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve neslini kovulmuş şeytandan sana emânet ediyorum.”(3/30) Babası, Meryem’in doğumundan önce vefat eder. Hanne çocuğu kundaklayıp Beytül-Makdis’e götürür, görevlilere teslim eder. Çocuğun gözetilmesi görevini Hz. Yahya’nın (a.s) babası Zekeriyya (a.s) üstüne alır. Zira onun hanımı, Meryem’in teyzesi veya kardeşidir. Meryem, artık bir peygamberin koruması altındadır. Mescidde ibadetle meşgul olan Zekeriyya ona özel bir yer (mihrab) tahsis eder. “Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya’yı onun bakımına memur etti. Zekeriyya, Meryem’in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. ‘Bu, sana nereden geldi ey Meryem!’ dedi. O da; ‘Bu, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır’ dedi.” (3/37) Hz. Meryem (a.s), bu temiz ortamda iffetli ve şerefli bir şekilde yaşamakta iken Rabbimizin
talimatı ile ona gelen melekler, Allah’ın kendisini bir peygamber annesi yapmak için seçtiğini müjdelerler:
Keza; Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Şuayb’ın iki kızından birinin, Hz. Musa ile konuşması şöyle anlatılır:
-”Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir emirle meydana gelecek olan bir çocukla müjdeler ki, onun adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünya ve ahirette şeref sahibi ve Allah’a yaklaştırılanlardan olacaktır. İnsanlara, beşikte iken de konuşacaktır. O, salih kimselerden olacaktır.” (Al-i İmran 3/45, 46)
“Derken o iki kızdan biri hayâ üzre / utana utana yürüyerek ona (Musa’ya) geldi...” (Kasas
Hz. Meryem (a.s), bu haber karşısında hayretler içerisinde kalır: -‘Rabbim! Bana hiç bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur’ der. Rabbi şöyle seslenir: -‘Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilerse ona sadece “ol” der ve o da hemen oluverir.’ (3/47) Bir gün, Allah Teâlâ, Hz. Cebrâil’i ona, güzel bir insan suretinde gönderir (Meryem 19/16). Hz. Meryem, onu gerçek bir insan zanneder ve kendisine bir zarar verebileceğinden korkarak şöyle der: -”Ben senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma!” (Mer-
28/25)
İşte bir peygamber anasının, bir peygamber kızının ve bir peygamberin eşsiz hayâ örneklikleri!
“Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya’yı onun bakımına memur etti. Zekeriyya, Meryem’in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. ‘Bu, sana nereden geldi ey Meryem!’ dedi. O da; ‘Bu, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır’ dedi.”
Evet… devam edelim… Cebrail (a.s), Hz. Meryem’in korkusunu gidermekte gecikmez (Meryem 19/19): -”Ben, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için gönderildim.” Hz. Meryem onun Cebrail (a.s) olduğunu anlayınca, biraz sakinleştiyse de çocuk müjdesi karşısında derin bir hayrete düşer. Kendisine hiç bir erkek eli değmemişken bunun nasıl olabileceğini sorar: “Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim.” (19/20)
Cebrail (a.s): “Rabbin diyor ki” der: ‘Babasız çocuk vermek bana pek kolaydır. Hem biz onu katıyem 19/18) (3/37) mızdan insanlara bir âyet/mucize İşte hayâ sembolü olan “Beve rahmet kılacağız. Ezelde böyle tül” Meryem’in birdenbire karşısına çıkıveren takdir etmişizdir.’ (19/21) bir yabancı erkek karşısındaki iffetli refleksi: Allah (c.c), Hz. İsa’nın (a.s) babasız doğmaRahmân’a sığınırım!.. Bana dokunma!.. Sen sını takdir buyurmuştu; ona ruhundan üfledi ve de Allah’tan kork!.. “ol” dedi (Enbiya 21/91; Tahrim 66/12). “NiHatırlarsak; aynı refleksi, Aziz’in karısının iğ- hayet Allah’ın emri gerçekleşti. Meryem İsa’ya renç teklifine karşı Hz. Yusuf (a.s) göstermişti? gebe kaldı.” (Meryem 19/22) -“Allah’a sığınırım!” (Yusuf 12/23) Hem de Hamile Meryem (a.s), insanların bulamaaynı kelimelerle! (Allah’a istiâze ederim/sığını- yacağı bir yere çekilip, tek başına beklemeye rım!...) başladı. Böylece, kavminin şüphe ve itham dolu
Mart ‘12 • 17
bakışlarından kurtulmuş olacaktı. Büyük sıkıntı içindeydi…
karşı da mahcup etmeyeceğini idrak etmenin verdiği bir huzura kavuştu...
Doğum sancıları gelince, bir hurma ağacının altına sığındı. Doğum sancısına, insanların kendisine yöneltebilecekleri itham ve iftira ihtimalleri de eklenince yaşadığı ıstırap dayanılmaz bir hâl aldı:
Ve Hz. İsa’yı alıp kavminin yanına gitti. İnsanlar daha doğmadan mabede adanmış ve orada ibadete dalmış tertemiz, iffetli bakireyi kucağında bir çocukla karşılarında görünce dehşete düştüler.
-“Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim” dedi. (19/23)
-“Ey Meryem!” dediler. “Doğrusu sen görülmemiş bir iş yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi Meryem! Senin ne baban ahlâksız, ne de annen iffetsizdi.” (Meryem, 19/27-28)
Ne zor bir durumdu; ne yaman bir kahırdı bu!
Zikredilen Harun, Hz. Meryem’in soyundan Bu derin sarsıntı, Cebrail aleyhisselâmın şu higeldiği, Musa’nın (a.s) kardeşi tabı ile yerini sükûnet ve sekînete Harun’du (a.s). Kavmi ona bu şebıraktı: “Ye, iç; gönlünü kilde hitap etmekle; onun işledi“Sakın üzülme! Rabbin alt tahoş tut. Eğer ğini zannettikleri fiil ile Harun’un rafından bir ırmak akıttı. Hurma birini görürsen, (a.s) yolu arasındaki büyük tezadalını kendine doğru silkele, üze‘Rahman olan dı vurgulayarak, yaptığı şeyin ne rine taze ve olgun hurmalar döAllah’a konuşmama kadar acayip bir şey olduğunu külsün.” (Meryem 19/24, 25) orucunu adadım, ortaya koymayı amaçlamışlardı. Hz. Meryem, çocuğunu dünbugün kimseyle İbn Cerir ve İbn Kesîr’in rivayetyaya getirmişti. Ancak, kavminin konuşmayacağım’ lerine göre ise, Harun aralarında yanına nasıl dönebilirdi. Onu hakde.” (19/26) Ve Hz. bulunan fâcir bir kimse idi ve onsızca, iffetsizlikle itham edecekleri lar Meryem’i itham ederken kötü Meryem “savm-ı kesindi. Bunu Allah’ın takdir ettibir kimsenin kardeşi yaparak, onu samt”a: susma ğini onlara nasıl inandırabilirdi. Bu aşağılamak istemişlerdi. (Şamil İsl. orucuna girdi… karmaşık düşünceler ve sıkıntılar Ans.) içinde ne yapacağını şaşırmışken, Onların bu ithamları karşısında ilahi hitap şöyle devam etti: Hz. Meryem, kendisini kınayanlara çocuğu gös“Ye, iç; gönlünü hoş tut. Eğer birini görürterdi ve bu olayların sırrını ona sormalarını işaret sen, ‘Rahman olan Allah’a konuşmama oruetti. Ancak onlar öfkeye kapılarak, hayretler içecunu adadım, bugün kimseyle konuşmarisinde sordular: yacağım’ de.” (19/26) Ve Hz. Meryem “savm-ı -”Dediler ki: Biz beşikteki çocukla nasıl konusamt”a: susma orucuna girdi… şabiliriz?” (Meryem19/29) Susmak Konuşmaktan Evlâdır Gün gelir, susmak konuşmaktan daha önemli, öncelikli ve anlamlı hale gelir. Ve bilin ki; susmak, konuşmaktan çok daha zordur. Hiç savm-ı samt’ı düşündünüz, denediniz mi? Deneyince anlarsınız... Hz. Meryem, Rabbinin mucizelerini görünce, yaratanının kendisini koruduğunu ve kavmine 18 • Mart‘12
Ve Hz. Meryem’i aklayan ilâhi mucize gerçekleşti: Kundaktaki Hz. İsâ (a.s) konuşmaya başladı: -”Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verildi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe de namaz kılmamı ve zekat vermemi emretti. Bir de anneme hürmetkâr kıldı. Beni asla zalim ve isyankâr yapmadı. Doğ-
duğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selâm ve emniyet vermiştir.” (Meryem 19/30-33. Ayrıca bkz: Maide 5/110)
Ancak kavmi, diğer peygamberlerin kavimlerinin yaptığı gibi, mucizelere rağmen, onu yalanlamayı tercih ettiler. Kur’an-ı Kerim, İsrailoğullarının lânetleniş sebeplerini dile getirirken, Hz. Meryem’e yaptıkları iftirayı da zikreder: “İnkâr edip Meryem’e büyük bir iftira attıkları ve; ‘Meryemoğlu Allah’ın Rasûlü Mesih İsa’yı biz öldürdük’ dedikleri için Allah onlara lânet etmiştir...” (Nisa, 4/156-157) ***
vardır…
Hz. Meryem’in doğuşundan, Hz.İsa’yı (a.s) mucizevî bir şekilde dünyaya getirişine kadar ki olaylar, Kur’an’da ayrıntılı olarak yer alır. Böylece, Yahudi ve Hristiyanların saptırdıkları gerçekler bütün çıplaklığı ile ortaya konulur. “İşte, hakkında ihtilaf ettikleri İsa, -‘hak söz’ olarakbudur.” (Meryem19/34)
Hayatın pek çok ân ve alanında doğru davranmak isteyenler için ve özellikle de iffetini korumak isteyen mümin şahsiyetler için hayâ timsali Hz. Yusuf kıssasında çok güzel dersler bulunmaktadır.
Kur’ân, onun yaratılış hakikatini ilk yaratışa benzetir: “Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi ve oluverdi.” (Al-i
(Yusuf 9/7)
İmran 3/59)
Hz. Adem’in (a.s) topraktan halk edilişine inanmak nasıl imanla alâkalı bir konu ise, Hz. Meryem’in, Hz. İsa’yı (a.s) babasız olarak dünyaya getirişi de imanla alâkalıdır. Kalbinde fitne bulunanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi onun durumu hakkında şüpheye düşerler; Allah’a teslim olan kalpler ise, olayı âyetlerin haber verdiği şekilde kabul edip, tasdik ederler. Kur’an bu hakikati şöyle açıklar: “Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma.” (3/60) Hz. Yusuf (a.s.) ve Hz. Meryem’den (a.s.) İffet Dersleri Hiç şüphe yok ki, Hz. Meryem (a.s) kıssasında da, Hz. Yusuf (a.s) kıssasında da nice ibretler
“Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinde, isteyenlere/arayıp-soranlara nice ibretler vardır.” Çocukluk dönemi, babasından aldığı eğitim, gençlik devri, zina fitnesi karşısındaki tavrı, zindan hayatı, devlet yöneticiliği; ihlası, ihsanı, lisan-ı sıdkı ve diğer özellikleriyle kapsayıcı bir örnektir o… *** Namusunu iffetle koruma konusunda tüm insanlık âlemi ve özellikle de kadınlar için nümûne-i imtisal olan Hz. Meryem annemizin kıssasında da, elbette çok güzel ve çeşitli dersler bulunmaktadır: “Irzını iffetle koruyan (Meryem’i de an) ...onu ve oğlunu âlemler için bir ibret kıldık.” (Enbiya 21/91)
“Biz, Meryem’in oğlunu ve annesini bir âyet kıldık...” (Müminûn 23/50) Mustafa İslamoğlu Adayış Risalesi’nde der ki: “Hanne’nin adağı olan Hz. Meryem’in insanlık tarihinde ayrıcalıklı bir misyonla görevlendirilMart ‘12 • 19
mesi, oğlu İsa’nın (a.s) bu misyonu peygamber- Meryem’de uzun soluklu bir iffet direnci ve kalikle sürdürmesi, Hz. Zekeriyya’nın (a.s) devreye rarlılığı görülür. girişi, keza Hz. Yahyâ’nın (a.s) mûcizevî doğu*Bugünün Yusufları ve Meryemlerinin iffetmu ve bu üç ismin âkıbetlerinin de birbirine lerini koruma dirençleri de sürekli-kesintisiz olbenzer bir şekilde, dâvâları yolunda hayatlarını malıdır. fedâ ile (Hz.İsa mânevî kurbandır) Sonuç olarak: son bulması... Bunların tümünün Meryem gibi örnek *Meryem gibi örnek bir mümiilk sebebi İmran’ın karısının adabir mümine hanım ne hanım olmanın yolu; yışıdır... Bugün ümmet olarak olmanın yolu; -arınmaktan kendi önderlerimizi yetiştirme arınmaktan -Rabbe gönülden itaatten, sürecine daha ana karnındayken Rabbe gönülden başlanması gerektiğini bilmeli, -secde ve rükû’dan yani naitaatten, Meryem’ini adayacak Hanne’leri mazdan geçer: secde ve rükû’dan yetiştirmeden, “müjde” deme“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, yani namazdan ye gelen çağın “İsa”larını bekleNuh’u, İbrahim ailesini ve İmran geçer: me ucuzluğuna düşmemeliyiz. ailesini âlemler üzerine seçti.” Kur’an’ın gösterdiği usûlü ve “Gerçek şu ki, (3/33) üslûbu benimsemeliyiz.” Allah, Âdem’i, “Melekler dedi ki: Meryem, Nuh’u, İbrahim *** şüphesiz Allah seni seçti, arındırailesini ve İmran Hz.Yusuf ve Hz.Meryem kısdı ve âlemlerin kadınlarına üstün ailesini âlemler salarından, hayâyı kuşanma nokkıldı.” (3/33) üzerine seçti.” tasında alınabilecek derslerden “Meryem, Rabbine gönülden bazıları: “Melekler dedi itaatte bulun, secde et ve rüku’ *Hz. Yusuf aleyhisselâm; Züleyha/Rail’in zina teklifi karşısında: -‘Maazallah: Allah korusun’ diyerek büyük günahtan Allah’a sığınır. *Hz. Meryem annemiz de; Cebrail aleyhisselâmı güzel bir erkek suretinde görünce aynı refleksle: -”Ben senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma!” der.
ki: Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, arındırdı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.” “Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku’ edenlerle birlikte rüku’ et.” (3/42-43)
*İşte, zina tehlikesi karşısında yapılacak ilk şey, hemen Allah’ı hatırlayıp derhal O’na sığınmaktır. *İkincisi ise; zindan’ı zinâ’ya tercih etme bilincidir. Çünkü zîna, ebedî zindana adım atmaktır! *Gerek Hz. Yusuf’ta ve gerekse Hz. 20 • Mart‘12
edenlerle birlikte rüku’ et.”
(3/42-
43)
*Yusuf gibi örnek bir mümin erkek olmanın yolu; -ihlas, ihsan ve ittikâ’dan, -lisan-ı sıdk’dan (doğruluk dili) -salih amellerle samimi dualardan geçer: Yazımızı, Hz. Yûsuf’un (a.s) duası ile bitirelim:
ِ ِِالص ح َ ال ني َّ َت َو َّف ِني ُم ْس ِل ًما َو َأ حْ ِل ْق ِني ب
“(Yâ Rabbi!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlerin arasına kat!» Evet! Müslüman olmak önemlidir! Müslüman kalmak daha önemlidir! Müslüman olarak ölmek ise daha çok önemlidir!
GÜNDEM
İSKİLİPLİ ATIF HOCA KİMDİR? Abdullah Erkam TOKER
“...uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir.” demişti, “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!.. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
C
umhuriyetin ilanıyla birlikte her şey değişir. Önce hilafetin kaldırılması, ardından şapka kanunun yürürlüğe girmesiyle başta Erzurum olmak üzere Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane’de bu değişiklikler halk tarafından protestolarla karşılanır. Gezici İstiklal Mahkemeleri bu şehirlerde dolaşarak şehir meydanlarında idam kararlarını tatbik ederler. Hamidiye topları tarafından bombalanan Rize’liler: “Atma Hamdiye atma, vergi de vereceğuz serpuş da giyeceğuz.” diye türkü tuttururlar, ancak 8 kişi idam edilir. Erzurum’da Şalcı Bacı belki de İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edilen ilk kadın olmuştur. Şehid edilenlerden birisi de İskilipli Atıf Hoca’dır. 1875 yılında Çorum’un İskilip ilçesinde doğan Hoca, İstanbul İlahiyat Fakültesi’ni bitirmiştir. Fatih Camii ve Kabataş Lisesi’nde öğretmenlik yapan Hoca 31 Mart Olayından sonra Sinop’a sürülmüştür. Milli Mücadele yıllarında İslam Teali Cemiyetini kurarak Anadolu’nun toparlanmasına yardımcı olmuştur.
Ancak ne olduysa cumhuriyetin ilanından sonra olur. Şapka İnkılabı’ndan bir buçuk sene önce yazdığı “Fransız Mukallitliği ve Şapka“ adlı kitabından dolayı tutuklanır. Hakkında tepkisizlik kararı verilir. Kısa süre sonra yeniden tutuklanır. Bu sefer üzerinde bulunan suç: “Halkı isyanlara karşı kışkırtmak“tır. Oysa Hoca, şapka kanunu aleyhine gerçekleştirilen hiçbir protestoya katılmamıştır. İstiklal Mahkemesi savcısı, hakkında 3 yıl hapis isteminde bulunur ancak iki gün sonra idamına karar verilir. Hoca kendini savunmaya hiç gerek duymamıştır. Hüküm 4 Şubat 1926 sabahı infaz edilir. Hoca’nın son sözü, “Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız.” olmuştur. Birkaç yıl öncesine kadar mezarının nerede olduğu dahi bilinmeyen İskilipli Atıf Efendi’nin mezarı, 2009 yılında, bugün Şafaktepe Parkı olarak bilinen yerde bulunmuş ve ailesinin isteği üzerine İskilip’e nakledilmiştir. STK, vakıf ve derneklerin uğraşısı sonucu Sağlık Bakanlığı, Hoca’nın ismini memleketindeki devlet hastanesine vererek ilk defa bir iade-i itibar girişiminde bulunmuştur. Allah rahmet eylesin… Mart ‘12 • 21
GÜNDEM
“Dindar nesil yetiştirme” tartışması üzerine;
Basından Yansıyanlar
Burak Kalpaklıoğlu
Başbakan Erdoğan Bir haftadır köşelerinde yazanlara sesleniyorum: Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? İsyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Hiçbir meselesi olmayan bir nesil mi istiyorsunuz? Biz sizlerle bu meselede anlaşamayız. Dindar bir nesil çağdaş olamıyor mu? Hem çağdaş hem de dindar olunmuyor mu? Başınızı önünüze eğin de hem dindar hem de çağdaş bir nesil nasıl yetiştirilir onu düşünün! Biz o terbiyeyi alarak büyümüş bir nesiliz. Biz bugün de hala o zihniyeti taşıyan kafalara isyan ediyoruz.
Hayrettin Karaman Yeni bir anayasa çalışması yapılıyor. Başbakan da çocuklarını dindar Müslüman olarak 22 • Mart ‘12
yetiştirmek isteyenlere yardımcı olacaklarını ifade etmiş oluyor. Onun sözlerini ülkenin bütün çocuklarını, velileri istesin istemesin dindar Müslüman yapacağız şeklinde anlamak için anlama arızalı olmak gerekiyor.
Mumtazer Türköne “Devlet, dindar nesiller yetiştirsin!” Dindarlara çok sevimli, din-dışı bir hayatı tercih edenlere ise korku verici gelecek bir talep. Ama imkânsız. Çünkü sosyolojik bir gerçek var: Devlet, istese de dindar nesiller yetiştiremez. Hem devletin, hem de onunla karşı karşıya gelen bireyin ve toplumun doğasına dair bir imkânsızlıktır bu. Devlet elindeki gücü kullanarak, din ile toplumlar arasında aşılması güç duvarlar inşa ederek dinsizliği yayabilir. Toplumu dinsizleştirebilir. Ama din ile birey arasındaki sıcak ve samimî ilişkiye aracılık edemez.
rinde tahakkümüne boyun eğilmiş olunacağı ortadadır.
Ahmet Hakan Sormak istiyorum siz hükümet edenler! Ne hakla karışıyorsunuz benim çocuğumu nasıl yetiştireceğime? Çocuğumu ister Mahmut Efendiye mürit olarak yetiştirim, ister Sartre’a takipçi olarak… Size mi soracağım çocuğu mu nasıl yetiştireceği mi! Hem kim verdi size nesilleri belirleme hakkını? Çekin ellerinizi nesillerin üzerinden. Rahat bırakın nesilleri.
Rıdvan Kaya Dinin toplum hayatında etkili, belirleyici bir yeri olduğu ve halkın geniş kesimlerinin taleplerine cevap vermekle görevli bir iktidarın dine ait olanı öne çıkartmaktan kaçınamayacağı görülmelidir. Sorun inanmayanlar, farklı düşünenler ise bunlara serbesti getirilerek kolaylıkla bu işin üstesinden gelinebilir. Ama ortak alanda dini görünürlüğe yer yok denilirse o zaman azınlığın çoğunluk üze-
Nihal Bengisu Hükümetin hem din eğitimini hem de pozitif bilimler eğitimini bir arada alabileceğim okullar olmalı şeklindeki bir talebi karşılamak gibi bir görevi var. Hükümetin imam hatip lisesi ya da benzeri okullara uygulanan katsayı engelini kaldırmak gibi görevleri var. Hükümetin dini inancı dolayısıyla başını örten kadınların maruz kaldığı ayrımcılığı gidermek gibi görevleri var. Ama dindar bir nesil yetiştirmek gibi bir görevi yok, olamaz da.
Mustafa Akyol Ben, devletin laik nesiller yetiştirmeye kalkmasına karşı çıkmış biri olarak, aynı devletin dindar nesiller yetiştirmeye kalkmasına da karşıyım… Devletin din için yapabileceği en iyi şey, ona gölge etmemektir.
GENÇ ÖNCÜLER I. EDİRNE SEFERİ
GEZİ
OSMAN ZİNNUR AKSU
S
aat 22.00’da vakıf merkezinde toplanan 70 kadar liseli Genç Öncü’nün amacı belliydi: ‘Edirne Çıkarması’nda başarıya ulaşmak… Yemek faslının ardından gecemiz başladı. Vakfın alt katına alınan langırtlar gecenin ilk ancak son olmayacak sürpriziydi. İki langırtla fırfır yapmama kurallarını alt üst ederek, kimilerinin deyimiyle “sistemin dayattığı kurallara başkaldırarak” eğlenceli maçlar çıkardık. Kimisi orta sahanın gerisinden attığı gollerle geceye renk katarken, kimisi kenardan izleyip atılan her uzun topa “ofsayt” demekle yetindi. Bazı beceriksiz arkadaşlar ise kendi kalelerine attığı gollerle ön plana çıktılar. Onlar da şanslarını “ilim yolunda” deneyeceklerdi... Organizasyonu düzenleyenler onları da unutmamıştı ve sıradaki aktivite onlar için hazırlanmıştı: Bilgi Yarışması. Bilgi yarışması sırasında kimi zaman şaşırdık, kimi zaman eğlendik ama en çok da öğrendik. Şike iddialarına rağmen yarışmayı kazanan “Sanayi” ekibi oldu. Kendilerine pek de yabancı olmayan ‘sürpriz’ ödüllerini aldılar. Fatih Razi ile kısa bir hasbihal ettik ve yola çıktık. Yorgunluğun da etkisiyle otobüs yolculuğunda genelde uyuduk. Edirne’ye az bir yol kala uyandık. Edirne’ye yaklaşıyorduk. Terkedilmiş bir Osmanlı kentine varmanın, Mimar Sinan’ın ustalık eserine yaklaşmanın heyecanını hepimiz içimizde yaşıyorduk. İlk durağımız tahmin edileceği üzere
Selimiye Camii idi. Buz gibi havada aldığımız feyizli abdestlerimizin ardından sabah namazımızı Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim!” dediği mekanda eda eyledik. Ardından Meriç Nehrinin kıyısında, Bulgaristan’ı işaret eden yol işaretlerinin önünde kahvaltımızı ettik. Yemek faslının ardından rotamızda Edirne Müdafi Mehmed Şükrü Paşa’nın kabri vardı. Gözlerimiz ismini vermek istemediğimiz, tarih okuyan bir ağabeyin üzerindeyken onun sorulan her soruyu “Bilmiyorum.” diyerek geçiştirmesi bizleri hayal kırıklığına uğrattı. Bir sonraki durak, 3 Şerefeli Camii… Fotoğraflarla ölümsüzleştirmeye çalıştığımız bu mekanın tarihi özelliklerini vikipedi.com’dan alınan çıktıların okunmasıyla öğrenmeye çalıştık. Tabii ki bu kadar gezip de yemek yemeden olmazdı. Edirne merkezde içtiğimiz çorbaların ardından Merkez Camii ve Eski Camii’yi gezerek Edirne programımızı noktalamış olduk. Pek çok yeni arkadaşlıklar edindiğimiz bu program esnasında kimi zaman eğlendik, kimi zaman öğrendik. Kimi zaman yorulduk, kimi zaman sürprizlere şaşırdık. Ancak her şeyiyle çok eğitici bir program oldu. Bu doyurucu programın hazırlanmasında emeği geçen herkese Allah razı olsun diyerek yazımızı noktalayalım.
Mart ‘12 • 23
“İçinde bulunduğumuz çağın tüketim kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir tüketim canavarına dönüşmemek için nelere dikkat ediyorsunuz?” ELİF BETÜL ŞEN İhtiyaçlar üzerine kurulu olmadığına eminim. Üretim ve çeşidin artmasıyla insanların kafayı yemesi de cabası olup en sevdiğimiz bakkalların azalmasıyla süper marketlerin artması sinir bozucu. Süper marketten bir şeyler aldıktan sonra unuttuğu bir şeyi de bakkaldan alan mahalle insanı olarak bakkalda da kazıklandığımı düşünüyorum. Keşke çocuklarımız da markanın ne olduğunu hiç bilmeden büyüse, bu yüzden insan ergen kardeşinden soğuyor zaman zaman. Boş zamanlarında ve hafta sonlarında alışveriş merkezlerine gidiyor insanlar vakit geçirmek amacıyla, biz yazın hafta sonunu piknik yapalım diye beklerdik. Gözlemlerim sonucu birçok insanın bankalar sağ olsun aslında kazanmadıkları paraları harcadıklarına şahidim. Bu yüzden insanların para yüzünden psikolojileri daha çok bozuluyor bu tüketim çağında. Bir öğrenci olarak bir tüketim canavarına dönüşmek çok elimde olmasa da, kredi kartından ve taksitten uzak duruyorum. Bir bardak çaya da 1 lira vermek yerine çayımı da evde içiyorum. Bir de ekmeği Samsun’da elli kuruşa alıp sonraki gün İstanbul’da 1 liraya almak gücüme gidiyor. Hayat çok zor! 24 • Mart‘12
GÜZİN KANTAR Ülkelerin gelişmişlik oranlarının tüketimleriyle belirlendiği bir çağdayız, daha çok tüketmeye odaklıyor bu insanı ister istemez.’Al ver ekonomiye can ver’ mantığını başka nasıl izah edebiliriz? ‘Sınırsız’ ihtiyaçlarımız diye diye özümsetilmeye çalışılan olgu zaruret listelerimizi kabarttı ve işin kötüsü üretmediğimiz gibi var olan kaynakları da pervasızca harcıyoruz. Tükettikçe tükeniyoruz işin özü. Bir tüketim canavarı olmamak için elimden geldiğince israf yapmamaya çalışıyorum, doğaya daha fazla zarar vermemeliyiz, ben de geri dönüşümü kolay ambalajlanmış ürünleri kullanmaya özen gösteriyorum. Bilinçlenme adına var olan düzenin, bize normal olarak dayatılan tüketim kültürünün defolarını, kaçınılmaz sonunu hatırlatan yazıları okuyorum, çevremle paylaşıyorum. BİRGÜL ERORHAN Toplumun benim gördüğüm büyük kısmı israf içinde, beğenilen ya da canların istediği her şey alınmaya çalışılıyor. Gerçekten tüketim çılgınlığı ifadesini hak eden bir israf görüyorum insanlarda. Ben önlem olarak ne yapıyorum, ihtiyacım yokken mağazaların bol olduğu yerlerde ya da alışveriş
merkezlerinde pek gezmiyorum. Diğer türlü insan parası olunca her beğendiğini almak istiyor. Ve de aç karnına market, bakkal vb. yerlere girmemeyi tavsiye ediyorum :D MERVENUR LİMON Bize bir şeyler tükettirmeye, pazarlamaya çalışanlar hakkında şöyle düşünüyorum, artık daha fonksiyonel, daha kullanışlı, daha çok problemi çözen şeyleri satma devrinin sona erdiğinin, eşya yönünden insanları tatmin edecek yeni şeylerin azaldığının farkındalar galiba ki, hiç tükenmeyen bir şeyi satmaya çalışıyorlar; o da boş laf edebilme kanalları! Yani twitter, yani facebook, yani bloglar vs.. Artık pek çok telefon sosyal ağlarla uyumlu olduğu için tercih ediliyor, tablet pc’ler her yerden bu ağlara bağlanabilmek için alınıyor, laptoplar keza... Teknik olarak satılan ve tüketilen elektronik eşya olsa da aslında yapacak işi olmayan çoğunluğun boş laf üretebileceği, zaman tüketebileceği mecralar. Evet, sosyal ağ ile devrim de yapılır ama en çok ne yapılır hepimiz biliyoruz, bu yüzden tüketime şöyle bakmak lazım belki de: boş durana şeytan iş bulur. Al bunu ye der, yersin, tüketirsin.
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR! – 5 ZEYNEP AKSU
H
ızlı bir değişimin içerisindeyiz. Her birimizin şahit olduğu ve fakat birçoğumuzun farkında olamadığı bir değişimin oyuncularıyız. Çok öteye gitmeye de gerek kalmıyor, on yıl öncesinin değerleri dahi farklılaşmış, eskimiş, miâdını doldurmuş sayılıyor. Sadece böyle de düşünülmüyor; değersiz ve itibarsız da görülüyor aynı zamanda. Hal böyle olunca bir çok ortamda yok sayılıyor, yokluğu fark edilmiyor bile. ‘Eskimiş değerlerimiz’in yanı sıra bugün birçoğumuzun sahip olduğu ‘yepyeni imkanlarımız’ var. Bireyselleştiren, kendi dışındakileri umursatmayan bu imkanlara herkes bir şekilde vâsıl olabiliyor. Sözgelimi bundan on yıl önce evinde bilgisayar bulunabilen insan sayısı nadirken, şimdi bir çok insan cep bilgisayarlarıyla işlerini kolaylıkla halledebiliyor. Eskiden ‘lüks’ sayılan birçok eşya ya da gider artık ihtiyaç listelerinde baş sıralarda bulunuyor. Memleketine gitmeye vakit bulamayan aileler, tatil gibi ciddi bir ihtiyaçları (!) için kredi çekmeyi dahi sıradan görebiliyor. Gidişat böyle seyredince her gelen nesil, birçok şeye daha istemeden sahip olabiliyor. Kolayca elde edebildiğinden nimetlerin farkına varamayan ‘doygun’, ‘tatmin’ fakat aynı zamanda mutmain olmayan ve şükürsüz bir gençlik ortaya çıkıyor. Hiçbir şeyden ‘mahrum’ olmayan doymuş bir nesil, böylece mahremiyetlerini de yok ediyor.
Öyle ya, evlerimizde televizyon mahrumiyeti çektiğimiz zamanlarda belli mahremiyetlerimiz vardı. Mesela anne babasının yanında oturuşuna, konuşmasına dahi imtina eden evlatlar vardı. Bir edepsizliği fiiliyata dökmek şöyle dursun, edepsizliğe tahammül edemeyen gençler vardı. Hepsinin ötesinde ‘mahremiyet’ algısına sahip gençler vardı. Zira şimdilerde neyin mahrem, neyin konuşulabilir-izlenebilir olduğu bilincine dahi ulaşamamış birçok körpe beyin aslında ‘mahremiyet’ diye bir olgunun varlığından habersiz. Çünkü ‘mahrum’ yetişmiş ebeveynler, hiçbir şeyden mahrum etmedikleri evlatlarına sınır koymadıkları gibi, konulan sınırlara dahi tahammül edemiyorlar. Özgürlük kavramını birçok yerde yanlış algıladığımız gibi ‘çocuğun özgürlüğü’ meselesinde de sınırsızlaştırıp, maddi yönden doygun ve fakat manevi yönden zâfiyet geçiren bir kuşak bırakıyoruz. Özgüven (!) sahibi müslüman çocuklar, kendi dışında kimseyi düşünmeyen gençler, ahlak, örf ve ananelerden habersiz ya da yok sayan nesiller yetiştiriyoruz. Bu hızlı değişimin bir an evvel farkına varıp, değişimin oyuncusu değil, yönetmeni olmalıyız. İlla bir alternatif sunmak gerekiyorsa Müslümanca bir bakışla, Müslümanca alternatifleri yine biz Müslümanlar üretmeliyiz. Çünkü dışarıdan ithal ettiğimiz çözümlerle bir şeyleri çözme çabamız, düğümü büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır.
inde ’ meseles ü ğ lü r ü g z ğun ö en bir ku gibi ‘çocu ir ız ç e ım g t ığ e d a zâfiy algıl eyen vi yönden rde yanlış e e n y a k m i düşünm o t ç y a e ir s k b a ı f im ın k e v m a ışınd ygun kavra r, kendi d önden do Özgürlük y la k i oruz. u d c d o a ç m n ma yetiştiriy ırıp, r t lü ş s le ü la il s m ız e s i n ır ib sah sayan de sın zgüven (!) a da yok Ö y . iz z s u r r e o b ıy a rden h şak bırak e ananele v f r ö , k hla gençler, a Mart ‘12 • 25
İSLAM COĞRAFYASINDAN
MORİTANYA SARE GÜLCE YENİCE
İ S L A M
M
C U M H U R İ Y E T İ
oritanya, resmi adıyla Moritanya İslam Cumhuriyeti, bir kuzeybatı Afrika ülkesidir. Batısında Atlas Okyanusu, güneybatısında Senegal, güneydoğu ve doğusunda Mali, kuzeydoğusunda Cezayir, kuzeyinde ise Batı Sahra yer alır. Nüfusu dört milyon civarında olmasına rağmen ülke toprakları Mısır ile yaklaşık aynı büyüklüktedir. Coğrafi yapısı itibariyle düzlük bir ülkedir. İsmi Berberi Krallığı Mauretania`dan geliyor. Başkenti ve en büyük kenti Novakşot Atlantik kıyısında yer alıyor. Kuzey Afrika ülkelerinden sayılan Moritanya, resmi adı İslâm Cumhuriyeti olan beş ülkeden biridirir, fakat resmi adı her ne kadar ‘İslam Cumhuriyeti’ ibaresini taşısa da, bu durum kimliğinde yer almamaktadır. Dahası ülkenin yönetiminde öngörülen politikalar ve 26 • Mart‘12
yasaların belirlenmesinde dini usüller referans alınmamakla birlikte, devlet politika olarak sosyal hayatı dindışılaştırmaya çalışmaktadır. Yüzde 100’ü Müslüman olan ülkenin resmi dini İslâm`dır. Halkın tamamı Sünni Müslüman’dır. Büyük çoğunluk ise Maliki’dir. Resmi dil Arapçadır. Fransızca ikinci resmi dil olarak kullanılmaktadır. Ancak halkın konuştuğu dil Arapçadır. Küçük bir azınlık da Berberice konuşmaktadır. Bunun yanı sıra yukarıda anılan etnik unsurlara özel bazı diller de konuşulmaktadır. Moritanya sıcak bir ülkedir. Güneyde tarıma elverişli küçük bir alanın dışında kalan toprakları genellikle kuraktır. Güney bölgesi yağmurlu geçer. Ülke genelinde gündüzler sıcak, geceler oldukça soğuk geçer.
Moritanya’da İslâmi kültürel ve ilmi çalışmalar yürütmek üzere de Uluslararası İslâm Düşüncesi Entstitüsü adlı bir kuruluş kurulmuş. Bu enstitü siyasi tartışmalara girmeden güncel İslâmi meselelerle ilgili konferanslar, sempozyumlar düzenliyor, ilmi araştırmalar yaptırarak yayınlıyor ve çeşitli eğitim çalışmaları düzenliyor. Moritanya’nın Kısa Tarihi
İslami Hareketler
Mağrib el-Aksa denen Kuzeybatı Afrika`ya ilk olarak h. 55 (m. 675) yılında Ukbe bin Nafi elFuhri`nin kumandasındaki Müslüman kuvvetler ulaşmıştır. Bu olayın arkasından Batı Sahra`da ve daha kuzeyde yaşayan Berberiler arasında İslâmiyet hızla yayılmaya başladı. Batı Sahra`nın güneyinde kalan Moritanya topraklarına İslâm`ı götürenler de büyük ölçüde Berberiler oldu. Tarihi kaynaklara göre 14. ve 15. yüzyıllarda Mısır`dan bazı Arap kabileler Moritanya topraklarına göç etmişlerdir. Moritanya`da Araplarla Berberiler kaynaşmış ve bütünleşmişlerdir. Bunun yanı sıra Arapça Kur`an dili olması dolayısıyla Berberiler arasında da yayıldı ve zamanla Berberice unutulmaya başladı. Sömürgeci güçler Moritanya topraklarına yönelik saldırılarını 15. yüzyıldan itibaren başlattılar. İlk gelenler 15. yüzyılda coğrafi keşifleri kullanarak dini ve sömürgeci gayelerine ulaşmaya çalışan Portekizlilerdir. Ancak Moritanya Müslümanları vatanlarını cesaretle savundular. 1920`de Fransızların işgali sonrası Moritanya sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika`sının bir eyaleti oldu. Fransızlar Moritanya`yı işgal ettikten sonra ülkenin her tarafına yaydıkları misyonerler vasıtasıyla geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak dinlerine son derece bağlı olan Moritanya Müslümanları arasında Fransızların saldığı Hıristiyan misyonerler hiçbir başarı elde edemediler. Moritanya halkı işgal yönetimine karşı sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadelede bazı tarikat şeyhlerinin ve din alimlerinin önemli etkinlikleri oldu. Ve 28 Kasım 1960`ta tam bağımsızlık ilan edildi.
Moritanya’da İslâmi hareket hayli etkili ve güçlüdür. Bu ülkedeki İslâmi mücadeleyi yürüten iki ana cemaat bulunmaktadır: Müslüman Kardeşler ve İslâmi Yöneliş. İslâm Yöneliş cemaati ve 1991’de siyasi partiler kanununun çıkmasının hemen ardından “Ümmet Partisi” adında bir siyasi parti kurmak için dilekçe verdi. Ancak yönetim izin vermedi. Bununla birlikte Ümmet Partisi gayri resmi olarak çalışmalarını sürdürüyor. Partinin kurucu genel başkanı Muhammed Emin ibnu’l-Hasen resmi kuruluş izni alıncaya kadar çalışmaya devam edeceklerini bildirdi. İslâmi cemaatler faaliyetlerini çeşitli dernekler, cemiyetler ve eğitim kurumları vasıtasıyla yürütüyorlar. Bu amaçla kurulan kuruluşlardan biri İslâmi Kültür Cemiyeti. Bu cemiyet ülkenin değişik yerleşim merkezlerinde gençlerin ve çocukların eğitimi için birçok merkez açmış. Ancak hükümet İslâmi faaliyetlerin etkili olduğunu ve özellikle gençlerin ve kadınların bu faaliyetlere ilgi gösterdiklerini görünce adı geçen kuruluşu gençlere yönelik bazı klüplerini ve eğitim merkezlerini kapatmaya zorladı. Moritanya’da İslâmi kültürel ve ilmi çalışmalar yürütmek üzere de Uluslararası İslâm Düşüncesi Entstitüsü adlı bir kuruluş kurulmuş. Bu enstitü siyasi tartışmalara girmeden güncel İslâmi meselelerle ilgili konferanslar, sempozyumlar düzenliyor, ilmi araştırmalar yaptırarak yayınlıyor ve çeşitli eğitim çalışmaMart ‘12 • 27
ları düzenliyor. Hayır çalışmalarını düzenlemek için de Uluslararası İslâmi Yardım Konseyi kurulmuş. İslâmi hareket ülkede İslâm kanunlarının eksiksiz uygulanmasını istiyor ve bunun için etkili mücadele veriyor. Cumhurbaşkanı Muaviye Veled et-Tayi Temmuz 1980’de İslâm kanunlarını uygulamaya koyacağı sözü verdiği halde bu sözünü yerine getirmedi. Bu yüzden İslâmi hareket mensupları cumhurbaşkanını ağır bir dille eleştirdiler. Hükümetin İslâmi amaçlı siyasi partilerin kurulmasına izin vermemesi de İslâmi hareketle yönetim arasında sürekli bir söz düellosunun yaşanmasına sebep oluyor. Hükümetin İslâmi cemaatlerin siyasi faaliyetler içine girmelerini engellemesinin sebebi onların arkasında basite alınamayacak bir desteğin olduğunu görmesi. Çünkü daha siyasi partiler kanununun çıkmasından önce Aralık 1990’da gerçekleştirilen yerel seçimlerde İslâmi Yöneliş listesinden seçime giren adaylar oyların % 57.6’sını almışlardı. İslâmi hareketin gittikçe daha da güçlendiğini gören hükümet bu hareket üstündeki baskılarını artırıyor. Moritanya üzerinde siyasi ve ekonomik çıkarları olan Fransa’nın da bu baskı uygulamasında önemli etkisi ve rolü var. Zaman zaman bazı uluslararası istihbarat örgütlerinin adamları tarafından düzenlenen provokasyonlar da İslâmi hareket aleyhine değerlendiriliyor. Moritanya’da tasavvufi tarikatlar da yaygın. Ancak bu ülkede tasavvufi tarikatların çoğunda
28 • Mart‘12
sömürge döneminde uygulanan cahilleştirme politikasının izleri var ve bu tarikatlara giren insanlar İslâmi yönden kendilerini yetiştirmek yerine, şeyhlerinin evlerini tavaf etmek vs. gibi İslâm’la ilgisi olmayan hurafelerle oyalanıyorlar. Son dönem siyasi gelişmeleri ise: etnik anlaşmazlıklar 1989’da yaşanan iç çatışmalarla doruk noktaya ulaşsa da o zamandan bu yana kısmen yatışmıştır. Etnik gerginlikler ve hassas bir konu olan kölelik, geçmişte olduğu kadar hala siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Moritanya’da bir çok grup ülkeyi daha çoğulcu ve çeşitliliğe önem veren bir yer haline getirme yolunda çabalarını sürdürüyor. 5 ağustos 2008 yılında da bir askeri darbe yaşanmıştır. Kaynakça: *http://ezproxy.sehir.edu.tr:2384/eds/pdfviewer/ pdfviewer?sid=f8dbed5f-7bb8-4c55-8ab0-2e14de9a3414%40ses sionmgr15&vid=2&hid=101 *http://ezproxy.sehir.edu.tr:2384/eds/detail?sid=c2f87ddecdc7-4b09-bdc7-1aaf8a266cc0%40sessionmgr13&vid=1&h id=101&bdata=JnNpdGU9ZWRzLWxpdmU%3d#db=eda& AN=58529415 *http://www.haber7.com/haber/20120223/Moritanyadailahiyat-ogrencileri-tutulandi.php *http://www.timeturk.com/tr/2012/02/23/moritanya-daislami-enstitu-krizi-suruyor.html *http://www.inegoltso.org.tr/belgeler/ulkerapor/Moritanya.pdf *http://www.ihvanforum.org/showthread. php?t=112150&page=1 *http://www.enfal.de/moritanya.htm *TDV/Moritanya Maddesi
KARİKATÜR ANALİZİ
SÛDE KARAMANOĞLU
F
elsefe sorularındaki yaptığı deneylerin neticelerini bir önceki deneyini yalanladığı hâlde ona uydurmaya çalışan, önceki deneylerinden, o yanlış fikirlerinden vazgeçemeyen şu paradigmalarını bir türlü bırakamayan ismen ‘pozitivist’ aslında son derece skolâstik bilim adamlarını bilirsiniz. ÖSS, YGS, LYS, KPSS gibi bilimum ‘pozitivist’ seçimlerden geçmiş çoğu kişi en az bir defa karşılaşmıştır bu bilim adamıyla. Bu bilim adamının böyle meşhur olmaktaki tek suçu belki atomlarla belki bezelyelerle belki de elektrikle ilgilenmiş olmasıdır. Demek istediğim bu adamcağızın yerinde çocuğuyla ilgilenmiş bir anne, ekmek yapan bir fırıncı, test çözen bir 15’li yahut ofisinde vakit öldüren bir başka adam olsaydı hiçbir şey fark etmezdi. Çünkü pozitivist duruş yahut skolâstik düşünce bilim adamını sıfatına değil tamamıyla kendisine aittir. Yani kendimize aittir. Hataları düzeltmek her zaman zor olandır insanoğlu için sanıyorum. Bu yüzden hatalar üzerine, hataların üzerinde yaşıyoruz, her yeniye hatalar üzerine yerleştiriyoruz. Güzel olduklarını düşündüklerimiz bile şöyle bir çekilip uzaktan baktığımızda bizi ancak kendimize getiriyor belki getiremiyor; yanına bir güzeli zoraki iliştiriyoruz.
G
ride yaşıyor görünürüz çoğu zaman. Ne siyahızdır ne de beyaz. Sırlar Dünyası’nı eleştiririz ya hep iyiler var ya da tümden kötüler diye. Hâlbuki yapıp etmelerimizin yahut yapıp etmelerin neticesinde gerçekten de ya iyiyizdir ya kötü, ya siyahızdır ya beyaz, mazlum ya da zalimizdir. Arası yoktur. Gride yaşamıyoruz aslında. ‘Koyu’ siyahın içindeyiz. Arada fırçanın ucuyla değdirdiğimiz beyazlar fayda etmiyor. Gride yaşadığımızı düşünüp, aslen siyahın farkında olup, o az buçuk beyazlarla avunuyoruz. Belki ifratı, tefriti geçip fıtratta olduğumuzu zannedip hayli ileri gidiyor bile olabiliriz. Fıtrata çokça uzak olduğumuz hâlde. En basitinden demek istediğim çocuğumuza aldığımız fazladan bir oyuncak belki mazlumun ahını alacak ve beyaz bir tebessüme sebep olacağını beklerken biz, en koyusundan siyahı çalacaktır yüzümüze.
Mart ‘12 • 29
HAYALİ RÖPORTAJ
Said-i Nursi ile Hayali Röportaj UĞUR DEMİREL
Üstad Said Nursi 1878 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğdu. İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alan Nurslu Said, Doğubeyazıt’ta üç ay gibi çok kısa bir sürede icazet aldı. İlmi münazaralardaki başarısı, genç yaşta ulaştığı seviye, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberlemesi gibi nedenlerle Bediüzzaman (zamanın harikası) ismiyle anıldı. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’nin bir konferansta, ‘’İslam dünyasına hakim olmak için ya Kur’an Müslümanlar’ın elinden alınmalı ya da Müslümanlar Kur’an’dan soğutulmalı’’ demesi üzerine, hayatının gayesi olarak Kur’an’ın bu asra bakan manevi mucizesini insanlara göstermek için eserler verdi. Yaşam tarzı, anlattığı hakikatler, dik duruşundan taviz vermemesi gibi nedenlerle, fark edilen yirminin üzerinde zehirlenme girişiminde bulunuldu. Risale-i Nurları yazmaktan vazgeçmemesi, 1960’ta ölene kadar, 82 yıllık ömrünün son otuz senesini sık sık zindanlarda geçirmesine neden oldu. Zira ölümünün ardından da rahat bırakılmadı, defnolunduğu mezar açılarak, bir gece vakti, Isparta’da, bir kaç kişiden başka kimsenin bilmediği bir yerde toprağa verildi. Yazdığı on dört eserle arkasında milyonlarca Nur talebesi bıraktı. Biz de bu on dört eserin harmanlanmasıyla elde edilen Gençlik Rehberi isimli kitabıyla Üstad Sayid Nursi’yi Hayali Röportaj adlı köşemizde konuk ettik ve istifadelerinize sunmaya çalıştık. Allah(cc), Said Nursi’den razı olsun.
Ü
stadım, hayat dediğimiz şey nedir? Her insan dünya da kendine bir yol çizip o doğrultuda ilerliyor. Seçilen istikamet kulun dünya hayatını nasıl etkiliyor? El cevap: İnsan eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayrimeşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kainatı,
30 • Mart‘12
bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kainatlar, onun dalaleti noktasında mâdumdur ölmüştür; akıl, alakadarlığı ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise itikatsızlığı ciheti ile yine madumdur ve ademle hâsıl olan ebedi firaklar mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyor. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar, imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî zevkleri varlığa ait olan zevkleri veriyor. İşte hayat böyledir.
Peki dünya hayatının zulmetinden kurtulup, hayatı Allah’a has kılmak, iman edip salih amel işleyenlerden olabilmek için Rabbimiz bizden ne istiyor? El cevap: O Mün’im-i Hakiki, bizden, o kıymettar nimetlere, mallar bedel istediği fiyat üç şeydir: Biri zikir, biri fikir, biri şükürdür. Başta Bismillah zikirdir. Ahirde Elhamdülillah şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i sanat olan nimetler; Ehad, Samed ‘in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana ge-
tiren bir miskin adamın ayağını öpüp padişahı tanımamak ne derece belahat ise, öyle de, zahiri münimleri medih ve muhabbet edip Münim-i Hakiki’yi unutmak ondan bin derece daha belahatti. Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle.
Üstadım, insan doğar, yaşar ve ölür. Bu bağlamda düşündüğümüzde sorduğumuz ilk soru hayatla ilgiliydi. Son sorumuz da ölümle ilgili olsun istedik. Bir müslümanın ölüm tasavvuru nasıl olmalı? El cevap: Herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım; nur-i
O takdirde Rabbimizin emir ve yasaklarının dikkate alınması gerekildiğini, aksi takdirde elem verici sonuçların yaşanacağını ehl-i dünyaya nasıl anlatmalı? El cevap: Acaba yüzde bir ihtimal-i helaket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için bir tek muhbirin sözü dikkate alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, helaket endişesinden gelen manevi acı onun yemek yeme isteğini kaçırdığı halde, böyle yüzbinler sadık ve musaddık muhbirin yüzde yüz ihtimal ile dalalet ve sefahat, göz önündeki kabir darağacına ve ebedi haps-i münferidine kat’i sebep olduğunu ve iman, ubudiyet, yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir cennete, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor, diye ihbar eden emarelerini ve eserlerini gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubudiyet olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen
Kur’an ile gördüm ki, ‘ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mümin için bir insana verdiği o endişeden gelen elim elemi kaldırabilir mi, sizden soruyorum?
asıl siması nuranidir, güzeldir’ gördüm. Risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin
Bu durumda o zevk ve sefa ehline bir çağrınız, nasihatiniz var mı? El cevap: İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz; o keyfinize kafidir. Haricinde ve gayrimeşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu geçen beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani, geçmiş zamanın hadisatını sinema ile hal-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki aval dahi-mesela elli sene sonraki halleri- bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahat, şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ahirette ebedi ve daimi süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediye’yi kendine rehber etmek gerektir.
mukaddemesidir, başlangıcıdır. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir mekan değişikliğidir.
Berzah
alemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hakeza, bunlar gibi hakikatler ile ölümün hakiki simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihette müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarikatçe rabıta-ı mevtin bir sırrını anladım. Ey zevk ve lezzetine müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzetle çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır. Mart ‘12 • 31
DENEME
Hicret A. TARIK ÖZKAN
P
ek çoğumuz peygamber efendimiz ve sahabeler dönemi hakkında okumalar yapmışızdır. Zira bu dönem hem günlük yaşantımızı, hem devlet yönetimimizi, hem bilim ve sanat anlayışımızı yani dünyaya bakış açımızı belirleyecek nadide örneklerle dolu bir dönemdir. Peygamberimizin Kur-an’ı yaşayışı ve onu en yakından anlayan sahabilerin içtihadı, hayatın devamı ve karşılaşılan sorunlar için ilaç görevi görmektedir. En parlak dönemlerimizin ardında bu gerçeklerin yaşama az ya da çok tesirini görmek mümkünken, onun yokluğu bize zelillik ve perişanlık olarak geri dönmüştür. Kısaca onların varlığı ve yokluğu hayatımızın mihenk noktasını oluşturmaktadır. Ancak bu olaylar okunurken, bu olayların günlük hayatımıza yansımalarını günlük hayatımıza tam manası ile aktaramamakta, dikkatli bir gözle bakamadığımız için bir olaydaki binlerce hakikati göz ardı etmekteyiz. Aslında yaşadığımız sıkıntıların tamamının çözümü sayfalar arasına sıkışmış hakikatlerin, örnekliklerin anlaşılması ve yaşanması olduğunu biliyoruz. Bu-
32 • Mart ‘12
nun içinse bilginin bize getireceği yararın hikmetine inanmalı ve ondaki gerçeğe alıcı gözüyle bakmayı öğrenmeliyiz. İşte tam bu noktada aklıma biraz göz ardı ettiğimiz bir süreç, bir dönem olarak “Hicret” geliyor. Açıklamaya çalıştığımız konuyu teorik bir düzlemden ziyade şöyle bir soru ile ele almak istiyorum: Yüzlerce milat olabilecek olaya sahip bir İslam kültüründen, niçin hicret bir takvime başlangıç tayin edildi? Hz. Ömer dönemine baktığımızda artık Arap Yarımadası’nın sınırlarını aşmış, bir Arap-Bedevi toplum olma özelliğini kırmış, yüzlerce ulusun bir arada Ortadoğu ve İran coğrafyalarına hakim olduğu bir İslam Devleti görmekteyiz. Tabidir ki kendini “biz ve diğerleri” şeklinde tarif eden, kendini dünya için bir kutup olarak gören, devlet sistemini ve toplum yapısını farklı bir zemine oturma çabasındaki bir devletin kendine başlangıç kabul edeceği bir tarihe ve ona göre şekillendirilecek bir takvime ihtiyacı vardı. Zira takvimin sadece zamanı ölçmeye yarayan bir alet değil aynı zamanda toplumların tarih anlayışlarının, zamana ve olaylara bakış açıklarının da merkezini teşkil eden bir gösterge mis-
yonu da vardır. Böyle bir misyonu olmasaydı, zaten kullanılmakta olan (cahiliye döneminde) ay esaslı takvim mevcut haliyle kullanılmaya devam ederdi. İşte bu ön koşulların hazırlamış olduğu hicri takvim kullanılmaya başlanır. Ancak akılda başta bahsettiğimiz soru oluşuyor; Mekke’nin fethi, Peygamber’in doğumu ve ya ölümü, yapılmış gazveler, seferler, büyük savaşlardan birisi ya da ilk vahyin gelişi değil de neden Mekke’den Medine’ye göç? Tarihsel olarak başlangıcını Hz. Adem’e dayandıran bir anlayışa sahip olunmasına rağmen neden yaşamış peygamberlerden birisinin önemli hatıralarından birisi değil de göç? Neden şanlı bir zafer yerine sahip olunan her şeyin; evlerin, eşyaların, tanıdıkların, akrabaların ve kutsal Mekke’nin arkada bırakılması pahasına bir göç? Bence bu soru İslam Devleti ve Müslümanlar için tarihin ve zamanın başlangıcı, öncesi ve sonrası diye ayrılacak iki zaman diliminin ortası olan “hicret”in sadece bir bırakış, bir göç olmadığını bize açıklayacaktır. Hicretin gelişimine baktığımızda zorlukların had safhaya ulaştığı, ibadet, tebliğ dahil pek çok emrin çok zor koşullarda yapıldığı bir ortam görüyoruz. Müslümanlar için Mekke, bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumda. Açlık ve terk edilmişlik duyguları ile kıvranan Müslümanlar işkenceler altında ölüyor; peygamber, meczup ve büyücü diye isimlendiriliyor... Medine’den gelen Müslümanların daveti ve Allah’ın “arzın geniş olduğu”nu hatırlatmasıyla başlayan hicret bu koşullarda oluştu.
Hicretin sonrasına baktığımızda, hiçbir şeyi olmadan, sadece Allah’ın emri doğrultusunda yola düşen muhacir ile evlatlarını dahi paylaşmaya hazır ensarın yardımlaşması; İslam’ın üstündeki baskıların kalkmasıyla oluşan İslami insantoplum-devlet üçlüsünün oluşması; ciddi hiçbir toplumsal, ekonomik statüye sahip olmayan Müslümanların Yahudilerle karşılıklı anlaşma imzalaması; hatta bu anlaşmaya uymayanları şehirden çıkarması ve en önemlisi zulüm ve işkenceden uzaklaşmak için ayrıldıkları bir şehre, muzaffer ve güçlü olarak geri dönüşleri insana yeniden dirilişin öyküsü gibi geliyor. Var olma, yaşanma, oluşma… Bence sadece Peygamber’in dini değil tüm tevhid mücadelesi için bu anlama geliyor. Yüzyıllar boyu yasaklanmış, tahrif edilmiş kitapların, kirletilmiş güzel hatırların yeniden son dinle birlikte ‘’Ben de varım!’’ deyişi... Artık varlığıyla bir kutup olan Müslümanların örnek gösterebilecekleri bir devlet, bir toplum, bir iktisat sistemi, bir yaşanan, bir realite olarak İslam’ın var oluşu. Doğruya, güzele, hakikate dair tüm niyetlerin, tüm gerçeklerin yumruklaşışı, bayraklaşışı… Milyonlarca yıl sonra doğruyu arayan insanlara yanan bir meşale. Yani DİRİLİŞ… Bence meseleye bu açıdan baktığımızda, Hz. Ömer’in hicreti bir başlangıç, bir merkez olarak tüm Müslümanların önüne koyuşunu daha net anlıyoruz. Aslında sadece Hz. Ömer’i değil, kendi gerçeğimizi, varlığımızı da yeniden anlıyoruz. Bilgiyi salt duygudan ya da teoriden ayırarak yaşama dönüştürüyoruz.
Mart ‘12 • 33
İSLAMİ KAVRAMLAR
NİFAK - MÜNAFIK ŞEYMA NUR EKREN
Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti
N
ifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münafıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olabilir. Münafık ise nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir. İstılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslam’a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münafıklık içindir; bu kimse, hâlis münafıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslam inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah’a karşı işlenmiş bir günah olur. Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer sure-
34 • Mart ‘12
tindeki münafık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münafık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve kımıldanışlarla İslam’ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yer altı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münafık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münafıklarla ilgili şu ayet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer, veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (Tevbe: 9/57)
Nifakın Kısımları: İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır. 1) İtikadî (İnançla İlgili) Nifak: Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münafıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münafık denince: İslam toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslam toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba gö-
Hesap gününü düşünen bir mü’min, Resûl-i Ekrem (sav)’in nifak âlameti olarak zikrettiği amelleri kendi nefsinde görürse, derhal tedavi yolunu seçmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiği zaman ahdini tutmamak, hûsumet zamanında da hak’dan ayrılmaktır.” buyurulmuştur. türür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır. Dışarıdan müslüman olduğunu söylediği halde kalbinden inkâr etmek, müslümanlığı kabul etmemek. Bu nifakın sahibi Allah katında kafirlerden aşağıdır. Ama müslümanlar arasında müslüman sayılırlar. Çünkü kalplerdeki nifakı Allah’tan başka kimse bilmez. 2) Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak: İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete hıyanetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münafık alametlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alametlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münafıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslam’la bir arada bulunması mümkündür. Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münafıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münafık sözü, meselenin iman-küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivayetlerde üç; bazı rivayetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münafık denmemelidir. Ama, bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.
Münafıkların Vasıfları: Nifak kalbe ait bir hastalıktır ve münafık akaid açısından kâfirdir. Ancak kalben iman etmediği halde, diliyle kelime-i şehadeti ikrar ettiği için, dünyevî hükümler açısından müslümanların tâbi olduğu hukuka tâbidirler. Dolayısıyla müslümanların iktidar olduğu toplumlarda, münafıkların sayısı hızla yükselir. Kâfirlerin gâlip, müslümanların mahkûm durumda olduğu cemiyetlerde ise, durum farklıdır. Zira o durumda, dünyaya şehvetle bağlı olan ve keyiflerine göre yaşamak isteyen kimseler (münafıklar) gerçek inançlarını açıklamaktan çekinmezler. Hesap gününü düşünen bir mü’min, Resûl-i Ekrem (sav)’in nifak âlameti olarak zikrettiği amelleri kendi nefsinde görürse, derhal tedavi yolunu seçmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiği zaman ahdini tutmamak, hûsumet zamanında da hak’dan ayrılmaktır.” buyurulmuştur. Her müslüman; kalbî bir hastalık olan nifakın mahiyetini ve nifak alametlerini iyice öğrenmelidir. Elbette ilim, amel etmek içindir. Nifak alâmetlerini kendi nefsinde gören her mükellef bu hastalıktan kurtulmanın yollarını aramalıdır.
Kuran’a Göre Münafıkların Kimlikleri ve Günümüzde Münafıklık Kur’an’ın “Doğrusu münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (4/Nisâ, 45) diye hüküm verdiği
Mart ‘12 • 35
“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.” Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münafıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız.Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur.Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur’an’a sarılmalıyız. münafıkların kimliklerini, yukarıdaki ayetlerden yola çıkarak şu şekilde özetleyebiliriz: 1) İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı; kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır. İbadetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibadet yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar. 2) Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar, müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış görünüşlerini süslü gösterirler. 3) Ahlak ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik, ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık, yalan, cimrilik, menfaatçılık, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine uyma. 4) Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku, gerek mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış, müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen bir psikoloji. 5) Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için, kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri. Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren, fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle adam kandırmaya çalışan bir tip. 36 • Mart‘12
SONUÇ İslam ile küfür arasındaki mücadele kıyamete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır.İslam itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur’an ve hadisler, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü’minlere haber veriyor. Münafıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü’minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor. Bir kimsenin münafıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alametlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek caiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır.İzzet, şeref ve itibar sadece Allah’a, Rasülü’ne ve mü’minlere aittir. “Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.” Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münafıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız.Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur.Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur’an’a sarılmalıyız. KAYNAKÇA • Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 273-278 • Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları • Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 271-277 • Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri. • http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/kat138.asp
KİTAP TANITIMI AYŞENUR AKSU
MUSHAFLAR VE BOMBALAR AHMET PAKALIN 2 Şubat 1982’de Suriye’de Nusayri rejiminin Hama’da sırf inançları yüzünden katlettiği binlerce Müslümanı anlatan bir eser. Çıra yayınlarının yayınladığı Hama’yı konu alan 3 sıralı roman çalışmalarından birincisidir. Zalim hükümdar niteliğindeki Esad’ın Mü’minlere olan nefretini, halkının üzerinde nasıl da acımasızca gözler önüne serdiğini içimiz burkularak okuyoruz.
İNSANÎ İLİŞKİLERDE İLAHÎ ÖLÇÜ MUHAMMED EMİN YILDIRIM Hayatımızın her yerine olduğu gibi insanî ilişkilerimize de yön verecek olan yine Kur’an’dır. Kalem yayınlarının çıkardığı kitabımız bu bağlamda 4 başlık altında topluyor ilişkilerimizi. İnsanın kendisiyle, insanın Allah ile, insanın eşya ile ve insanın insan ile olan ilişkisi olarak. Kitap aynı zamanda kişisel gelişim tarzında insanî ilişkilerde on altın kural başlıklı bölüm barındırıyor. Yine sıkça tartışılan diyalog konusuna ayetler ışığında açıklık getirmiş yazarımız.
YÜREK DEVLETİ MUSTAFA İSLAMOĞLU Fetihler önce yüreklerde yapılmalıdır ki kalıcı olsun. Zaman alacak olsa da kesin çözüm için bu gerekir esasında. Yazarımızın Düşün yayınlarından çıkarmış olduğu kitabı sevginin kime, nasıl ve ne ölçüde olması gerektiğini çok güzel tanımlıyor. Lafta kalan ve amellere gelindiğinde bir türlü uygulanamayan “Sloganik İslam”ın faydasız olacağı vurgulanıyor.
ALLAH’A ISMARLADIK KUDÜS SEFER TURAN Kudüs, hepimizin davası… Yıllardır kanın ve gözyaşının eksik olmadığı kutsal mekân. Pınar yayınlarından çıkmış olan kitabımız, Kudüs’ün haklı davasında geçen önemli isimleri, Kudüs şehrini, şehrimizin tarihçesini tanıtıyor, Yahudilerin ve Hristiyanların bu bölgedeki planlarını gözler önüne seriyor, Hanzala’nın öyküsünü bildiriyor bizlere.
Mart ‘12 • 37
DENEME
“Senelerdir var olan statükoya karşı kendi argümanlarımızla çıkamamamızın alternatifidir ‘özgürlük’.” Evet bu sözde söylemek istediğim ilk bakıldığında anlaşılamayabilir. “Ne yani özgürlük kötü bir şey mi?”, “Neden kendi argümanımız olamıyormuş özgürlük?”, “Bizim argümanımız neymiş ki?” diye sorular yöneltilebilir. Aslına bakarsanız camiamızda zamanında “özgürlük” adı altına hakkını arayan ya da “özgürlük” adı altında hakkını arayanlara destek olanlar bu soruları sormanın yanında tepki de göstereceklerdir. Önyargıyı bir kenara bırakarak bir dinleyin bu Müslüman kardeşiniz ne demek istiyor, derdi ne? Cumhuriyetin ilk yıllarında laik (la-dini) zihniyetin yaptığı icraatlara tepki verirken Müslümanlar-eğer açıp bakılırsa görülecektir ki- “özgürlük” söylemini kullanmamışlardır. Bunun nedeni neydi peki? Acaba yapılan icraatlar özgürlükçüydü de bu icraatlara karşı çıkıp tepki gösterenler özgürlüğe mi karşıydılar? Neden farklı argümanlar ileri sürerek bunlara karşı çıktılar da kapı gibi “özgürlük” söylemini bir kenara bıraktılar? 38 • Mart‘12
Yapılan bu icraatların özgürlükçü olup olmaması konusuna girmeye lüzum görmeden, Müslümanların ilk zamanlarda ne gibi argümanlar kullanarak bunlara karşı çıktığından bahsetmek istiyorum öncelikle. Sene 1925- Şapka Kanunu: Bu kanun bahsedilen statüko ve laik(la-dini) düzen tarafından çıkartılmıştır. Artık şapka takmak zorunludur ve şapka takmamak suçtur. Bunun neticesinde ülkenin muhtelif yerlerinde tepkiler ortaya çıkmıştır. Erzurum’da halk “Biz gavur memur istemeyiz.” demiştir. Hamidiye
kruvazörü Rize’yi “Şapka gavur icadıdır, biz Müslümanız, takmayız” demesi üzerine bombalamıştır.
başörtüsü” gibi bir yargıya sahip oldu. Yani insanlar özgürdür, istediklerini yaparlar, o zaman özgürlüğün tesisi adına başörtüsü takmak isteyenlere de izin verilmeli denilmeye başlandı. Büyük kaybımız burada başladı. “Allah’ın emri diye Sene 1932- Ezan Türkçe okunmaya takılan ve bu şekilde savunulan başörtüsü” artık başlandı: Resim yine aynı, kurulu tağuti düzenin bir “özgürlükle” savunuluyordu ve bu bilinçaltımıza uygulaması daha ve halkın bir başkaldırısı daha. işlemişti. İşin başında hakkımızı almak için bir araç Fakat söylem yine şu şekilde “Dinimizin bir uygulamasıdır ezan ve aslı gibi okunmalıdır”. Bu olarak kullandığımız “özgürlük” artık amacımız olmuştu. Peki, bu ne gibi sonuçda sadece söylemle kalmamış filar doğurdu. Müslümanların bilinilen de tepki verilmiş, Bursa Ulu “Özgürüz biz, çaltında “özgürlük”, her şart ve Camii’de Topal Halil adında halkistediğimizi yaparız”. koşulda olması gereken bir olgu tan biri ezanı Arapça okumuş ve olarak kaldı ve eşcinsel dernek ve tutuklanmaya kalkmıştır. Bunun Bu söylem bize kulüpleri de “özgürlük” söylemini üzerine halk daha da ayaklanmışkulluğumuzu ellerine silah olarak aldıklarında, tır. unutturdu. Biz özgür Müslümanlara söyleyecek söz değil kulduk aslında. kalmadı. Eğer bir laf denilirse bu Bu örnekleri çoğaltmamız taAllah’ın emri diye kulüplere Müslümanlar samimibii ki mümkün fakat daha fazlasıkarşı çıktık başörtüsü yetsizlikle suçlanacaklardı. Bunna gerek duymuyorum. dan dolayı ses çıkartanlar azınyasağına, İslam’ın Burada bahsedilen şu, biz lıkta kaldı ve özgürlük arkasına kendi söylemlerimizle hakkımızı sembolü diye kızdık sığınan her hareket meşru görülaramaya kalktığımızda o malum biz sarığın kaldırılıp meye başlandı, bir kısım meşru zihniyetin kalesi olan yargı taraşapka kanununun görmeyenler de “dilsiz şeytan” fından cezalandırılıyoruz. “O zagetirilmesine ve yine olarak kaldılar. Müslüman caman başka söylemler bulmalıyız.” şairin dediği gibi mianın yozlaşmasının en büyük dedi müslümanlar. Haklı davala“Şehadetleri dinin müsebbiplerinden biri oldu artık rını sürdürebilmeleri için “hak” “özgürlük”. Kendi içimizde bile olan yetmiyormuş gibi insan ürütemeli” olan ezanın “bu Allah zülcelalin emridir, böyle nü batıl olan bir söylemin arkaTürkçeleştirilmesine böyle yapılmalıdır” denildiğinde sına sığınma ihtiyacı hissettiler, kızdık yine aynı cevap hazırdı “Özgürüz biz, iste“özgürlük”. sebeplerden. Derdimiz diğimizi yaparız”. Bu bir yere kadar meşru göözgürlük değil Bu söylem bize kulluğumuzu rülebilirdi. Mücadele, mücahede kulluktu bizim. unutturdu. Biz özgür değil kulortamındayız hakkımızı elde etduk aslında. Allah’ın emri diye mek için söylem önemli değildir karşı çıktık başörtüsü yasağına, diyenler çıktı ve bir şekilde bu İslam’ın sembolü diye kızdık biz sarığın kaldırısöylem hayatımıza girdi. 28 Şubat dönemlerinde en parlak dönemini yaşadı bu “özgürlük” lıp şapka kanununun getirilmesine ve yine şairin söylemi. Tesettürlü hanım ablalarımız “Siz bizim dediği gibi “Şehadetleri dinin temeli” olan ezaözgürlüğümüzü kısıtlıyorsunuz, hakkımızı istiyo- nın Türkçeleştirilmesine kızdık yine aynı sebepruz” dediler. Birçok özgürlükçü söylem üretildi lerden. Derdimiz özgürlük değil kulluktu bizim. Asr-ı saadetteki gibi kulluğumuzu unutmayıp ve televizyon ekranlarında vurgulandı. Bu “özyaptığımız fiiliyatları, beşeri söylemler yerine Algürlük” o kadar çok vurgulanmıştı ki artık bu işin sosyolojik bir sonucu olarak halkın geneli lah zülcelalin kelamıyla savunmayı Rabbim biz“başörtüsü için özgürlük” yerine “özgürlük için lere nasip etsin.
Mart ‘12 • 39
TARİH DEFTERİ
ÇANAKKALE SAVASI MUHAMMET TUTKUN
Ç
anakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında, 1915-1916 yılları arasında, Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti konumundaki İstanbul’u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya’yla güvenli bir tarımsal ve askeri ticaret yolu açmak, Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı’na girmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaş sonucundan iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir. DENİZ SAVAŞLARI
“Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur.” düşüncesiyle hareket eden İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanı40 • Mart‘12
yorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. İngilizler, tarihinde hiç yenilgi almamış bir donanmaya sahipti.Bu donanma Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti. İtilaf Devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart’ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı’nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral John de Robeck komutasındaki, aşağı yukarı en az 16 savaş gemiden oluşan dev donanma Çanakkale’yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi
adlı Osmanlı mayın gemisinin, boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusu, açtığı top atışlarıyla buna engel olmuştur. Yerinde kalmış bu mayınlar üç gemiyi batırmış, üçünde de ağır hasar bırakmıştır. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmiştir. Boğaza giriş kapıları aralanmıştır. Sonuç olarak, 18 Mart 1915’te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası’na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. Gelibolu Yarımadasında Müttefik çıkarmaları, yarımadanın güney bölümündeki altı kumsal ve iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya ve Fransız askerleri çıkarma yaparken Arıburnu Cephesi’ne ise Anzaklar çıkarma yapmıştır. Bunlara ek olarak bir hafta içinde İskenderiye’den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi’nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı. Plana göre; 18 Mart sabahı 2 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.1. Tümen, saat 10:30’da boğazdan içeri girdi, 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı. Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüs-
lerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. 3. Tümen, plana göre 1. Tümenin arkasından harekete geçti. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında ilerlediler. Şiddetli çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı. Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Plana göre 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve yakın muharebe yapılarak tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren isimli bir gemi büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bo-
Nusret Mayın Gemisi
Mart ‘12 • 41
uvet isimli bir diğer gemide onu izlemekteydi. Bu sırada Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye Tabyası ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. İki büyük gemi dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Bu arada, ilerleyen saatlerde bazı gemiler isabet alarak bazıları da mayına çarparak hasar aldılar ve çekilmek zorunda kaldılar. 2. Tümen 3. Tümen’in yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah Tabyasını bombardıman ediyorlardı. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye, daha sonra da Namazgah, aldığı isabetle savaş dışında kalmıştı. Anadolu Hamidiye Tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible isimli bir gemiye ateş ediyordu. Saat 15.14’te İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalardan uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean isimli bir diğer gemi de mayına çarpmıştı. KARA SAVAŞLARI Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı, umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti. Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere İngiltere’ye üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngilizler bu öneriyi kabul edecekken Rus Çarının hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirmesi bunu engelledi
42 • Mart‘12
Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye bir uzman gönderildi. Bu uzman 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, donanmanın tek başına Boğaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Mart’ta 29’uncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerini göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu. Böylece Mısır’daki Anzak tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu. Türk tarafı da denizde alınan galibiyetten sonra kendine güveni artmış bir şekilde hazırlıklarını sürdürüyordu. 25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma’ya bağlı savaş gemileri Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardı. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kala, içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkarma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile 2 km kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür.
CEPHELER Sebdülbahir Cephesi Sebdülbahir cephesine çıkartma yapan İngiliz ve Fransız ordularının ilk hedefi Kirte Köyü olmuştur. Burada ilk taarruz 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Bu taarruz başarılı olamamış ve Osmanlı kuvvetleri itilaf kuvvetlerini geri püskürtememişlerdir. Buradaki ikinci taarruz 6 Mayıs 1915 sabahı yapılmıştır. İttifak devletleri bunda da başarılı olamamışlardır. Üçüncü taarruz ise 4 Haziran 1915 tarihinde yapılmıştır. Bu taarruz da başarısız olmuştur. Daha sonra yapılan Zığındere Harekatı, Sarı Bayır Harekatı, Kirte Bağları Muharebesi’nde de itilaf devletleri başarılı olamamıştır. Hiçbir başarı alınamaması sonucunda İngiliz General Sir Ian Hamilton bu cephede hiçbir askeri operasyona girilmemesi emrini vermiştir. Arıburnu Cephesi Burada çıkarma yapılan 25 Nisan 1915 gününden ağustos ayına kadar çeşitli muharebeler yapılmış olsada hiçbirinde başarılı olunamamış ve Anzak kuvvetleri, çıktıkları yerlerden 3-4 km ilerleyebilmiş, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır. Anafartalar Cephesi Bu cephede yapılan ilk taarruz, Birinci Anafartalar Muharebesi olarak adlandırılır. 5-6 Ağustosta başlayan çıkarma sonrası itilaf ordusunun taarruz yapabilecek düzene geçmesi 8 Ağustosu bulmuştur. 8 Ağustosta başlayan taarruzu, Osmanlı kuvvetleri geri püskürtmeyi başarmıştır. Bu cephede yapılan ikinci taarruz ise Tekketepe Muharebesi olarak bilinir. Bu taarruzda İngiliz tümeni Osmanlı savunması karşısında başarılı olamamış ve ağır kayıplar vererek geri çekilmiştir. Daha sonra buradaki kuvvetler,21 Ağustos 1915
sabahı, İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne genel bir taarruza geçmişlerdir. Aynı anda AnzakKolordusu’na bağlı bir tugay da Bomba Tepe’ye taarruza geçmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş ve tepe, Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır. Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşı’nın-tahliyeye kadar ufak çaplı çatışmalar yaşanmış olsa da- son muharebesidir. SONUÇ Çanakkale Savaşları, her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk, 215.000 itilaf kuvveti askeri olmak üzere toplam 428.000 kişi öldü. Çanakkale Savaşları sonucunda, batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu. Savaşlar sonucunda Osmanlı’nın binlerce okumuş ve aydını hayatını kaybetti. Tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli ve tıbbiyeli, bu savaşta hayatını kaybetti. Mart ‘12 • 43
ETKİNLİK
HAYDİ GENÇLER NAMAZA! ABDULLAH YILDIZ
B
u satırların yazarının da aralarında bulunmakla onur duyduğu Namaz Gönüllüleri Platformu 2012 yılını Gençlik ve Namaz Yılı ilan etti. 2006’da Namazla Diriliş Seferberliği ilan ederek, “namazı sevdirmeye ve toplumda namaz bilinci oluşturmaya” yönelik çalışmalar yapan Namaz Gönüllüleri, 2012’de özellikle gençlerin namazla buluşmasına ağırlık vererek, Kur’an’da Rabbimizin vaat ettiği üzere, onları her türlü ahlaksızlıktan ve kötülükten korumaya vesile olmak istiyorlar. Namaz Gönüllüleri Platformu olarak, beş yıldan beri yaptığımız çalışmalara yeni bir ivme kazandırmak ve sosyal hayatın tamamına namazı yaymak amacıyla 2012 yılında: -“Haydi gençler namaza!” diyoruz. Bilindiği gibi, gençliğimiz çok yönlü tehlikelerle ve kötü alışkanlıklarla kuşatılmış durumda. Fuhuş, alkol, uyuşturucu vb. haramlardan beslenen şeytani odaklar öncelikle gençlerimizi hedef alıp ağlarına düşürmeye çalışıyorlar. Böyle bir ortamda gençliğimizin manevî ve ahlakî açıdan donatılması kaçınılmaz bir görev olmaktadır. Sadece gençleri değil, toplumun tüm kesimlerini
44 • Mart‘12
her türlü yozlaşma ve kirlilikten uzaklaştıracak olan manevî değerlere her zamankinden daha fazla muhtacız. Namaz Gönüllüleri Platformu olarak, insanımızın ve özellikle gençlerimizin manevî değerleriyle yeniden buluşmasında namaz bilincinin belirleyici rol oynayacağına kesin olarak iman ediyoruz. Bu inançla beş yıl boyunca aralıksız sürdürdüğümüz ‘Namazla Diriliş Seferberliği’ne yeni bir boyut kazandırmak ve çalışmalarımızı özellikle gençlerimiz üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz. Bu gerekçelerle, 13 Şubat 2012’de Platform adına yayımladığımız basın açıklamasında, aşağıdaki tekliflerimizi kamuoyunun ve yetkililerin dikkatlerine sunduk: 1. Örgün eğitim kurumlarında okuyan yaklaşık 20 milyon civarındaki gencimizin özgürce namazlarını eda edebilmeleri için okullarımıza yeterli ve nezih mescitler açılmalıdır. 2. Cuma namazlarının rahatça kılınabilmesi için tüm resmî ve sivil kuruluşlarda mesai saatleri uygun hale getirilmelidir.
3. İsteyen herkesin vakit namazlarını kolayca kılabilmesi için tüm resmî ve sivil iş yeri, alışveriş ve kültür merkezi gibi sosyal hayatın tüm alanlarında uygun mescitler açılmalıdır. 4. Okullarda okutulmakta olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi müfredatı ile ders saatleri; Kur’ân-ı Kerim’i anlamıyla birlikte ve Peygamberimizin hayatını yeterli seviyede öğretecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. 5. Camilerimiz; kadınların, gençlerin ve çocukların Cuma ve vakit namazlarını rahatça eda edebilecekleri şekilde elverişli hale getirilmelidir. Platform olarak, 2006’dan beri yaptığımız çalışmalarda bizimle birlikte programlar organize eden ulusal ve yerel kuruluşlar adına bu teklifleri kamuoyuna takdim ederek; inanç ve ibadet özgürlüğünün en doğal gereği olan bu tekliflerin gerçekleşmesi için tüm siyasi partilerin, sivil kuruluşların, basın-yayın organlarının, aydınların ve kanaat önderlerinin destek olmalarını beklediğimizi beyan ettik. *** Yeri gelmişken; Namaz Gönüllüleri Platformu ve faaliyetleri hakkında kısa bilgi aktaralım: Namaz Gönüllüleri Platformu; 2006 başlarında “İnsanımıza namazı sevdirmek ve namaz bilinci kazandırmak” amacıyla 100 kadar yazar, ilim, fikir ve sanat insanı tarafından bir “sivil aydın inisiyatifi” olarak kuruldu. Platform, 19 Ağustos 2006’da yayımladığı bir deklarasyonla Namazla Diriliş Seferberliği başlattı (http://www.namazladirilis.com/modul. php?yid=44&bl=15). Bu çerçevede; yaklaşık 70 kadar yazar, ilahiyatçı, hatibin konuşmacı olarak katılımı; yine yaklaşık 200 yazar, ilim ve sanat insanı, kanaat önderinin desteği ve ulusal ve yerel planda faaliyet yapan 250 civarında partner kuruluşun organizasyonu ile şu ana kadar Türkiye’nin tüm illeri ile büyük ilçelerinin
çoğunda, Kıbrıs’ta, Avrupa ve Balkan ülkelerinde toplam 1000’den fazla“Namazla Diriliş” paneli düzenlendi. Namaz Gönüllülerinin “Namaz” konulu bireysel konferans, seminer ve sohbetleri de bunlara eklenirse, binlerce toplantı ile yüz binlerce insana yüz yüze namaz anlatılmış oldu. Bu zaman zarfında Namaz Gönüllülerinin hazırladığı “Namazla Diriliş” Kitapçığı, toplam 2 milyon adet dağıtıldı. Beş yıl önce 20 kadar olan “Namaz Bilinci” kitapları, şimdi 100’ü aşıp, toplam 5 milyon adet sattı. Grubun www.namazladirilis.com sitesi çok sayıda okuyucu tarafından izlendi (Sitede “Namazla Diriliş” kitapçığı, Namaz kitapları, Namazla Diriliş programları, Basında namaz, Namaz şiirleri, hikâyeleri, hatıraları, fotoğrafları... yer alıyor). Ayrıca: halka namaz bilinci kazandırmayı amaçlayan çok sayıda radyo-tv programı yapıldı ve yapılıyor. Programlar dinleyici/izleyici üzerinde etkili oluyor. Medyada yer alan Platform çalışmalarına dair haberler, ülke genelinde ve yurt dışında “Namaz”ı gündeme taşıyor. Böylece, toplumun tüm kesimlerine Namaz bilinci ve duyarlığı kazandırılmaya çalışılıyor. Namaz Gönüllüleri Platformu, beş yılı aşan zaman diliminde, “Namazla Diriliş” panelleri ve programlarına ek olarak; 2009 yılında “Haydi Camiye” kampanyası başlattı ve toplam 100 bin adet broşür dağıttı. 2010-2011 yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığının başlattığı “Vahyin 1400.Yılı / Kur’ân Yılı” çerçevesinde yurt çapında “Kur’ân’la Diriliş” panelleri gerçekleştirdi. Platform, 2012’de ise GENÇLİK VE NAMAZ YILI dolayısıyla gençliği merkeze alan ve gençliğin namazla buluşmasını hedefleyen çalışmalar planlanıyor. Öyleyse, gelin; hep birlikte “haydi gençler camiye” kampanyasına destek olalım.
Mart ‘12 • 45
Kültür Sanat Melike YURT
Nurettin Durman’a Vefa Gecesi
Zafer Acar, Diri Zafer Acar son yılların dikkat çeken şairlerinden.İslami hassasiyet taşıyan dizelerini, hem form hem de muhteva olarak gittikçe sağlamlaştırıyor. Son kitabı Diri 1453 mısra ironisiyle okur kitaplığından çıktı. Modernizmin insanın ruh ve manevi dünyasında oluşturduğu tahribatı ancak maneviyatın derinliği ile ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu ve şehir hayatının karmaşık fikir yığıntılarınında kaybolmamanın ancak insanın içinin sesine kulak vermesi ile mümkün olduğunu söyleyen şair, ruhun maneviyatın ‘Diri’liği vurgusunu yapıyor mısralarında. Yeni dönem Türk Şiirini takip etmek isteyenler Diri’ye buyursunlar.
46 • Mart‘12
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi ve Üsküdar Belediyesi geçtiğimiz 19 Şubat Pazar günü uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir programa imza attı. Bir Düş Yolcusu başlığıyla düzenlenen Nurettin Durman gecesinde dostluk vefa samimiyet gibi duyguların gerçek anlamıyla hatırlanmasına iki kurum da büyük katkı sundular. Otuza yakın şairin katılımı ile gerçekleşen akşamda, onun dostları, onu anlatmak için sahneye çıktıklarında, gözleri doldu kiminin, konuşamadan indi kürsüden. Gecenin açılış konuşmasını TYB İstanbul adına Yönetim Kurulu Üyesi Bünyamin Yılmaz yaptı. Özcan Ünlü, Metin Önal Megüşoğlu ve Mürsel Sönmez gibi isimler konuşmalar yaparak Beylerbeyi’nin hem şairi hem berberi bu güzel insanı en güzel şekilde anlattılar.Hele ki Mürsel Sönmez’in konuşması dinlenmeye değerdi. Tanımayanlar Nurettin Durmanın şiir kitaplarını bir karıştırırlarsa büyük bir yürekle karşılaşacaklar tabi bir o kadar da samimiyetle.Bu güzel şaire Rabbim hayırlı uzun ömür ihsan etsin… Ebabil Yayınlarından Dört Yeni Şiir Kitabı Çeşitli edebiyat dergilerinde boy gösteren dört genç yazardan dört yeni şiir kitabı. Şiir her dönem form ve muhteva değiştirmesine rağmen her daim en popüler edebiyat türlerinden olma özelliğini günümüzde de koruyor. Vural Kaya / Cezbede Bir Narsist, Evren Kuçlu / Talimatlar, Özgür Ballı / İronika , Emre Öztürk / Kemik Yasası yepyeni dört şiir kitabı.Genç şairlerin kaleminden çıkan şiirlerin kimi iç dünya vurgusuna narsizimin penceresinden bakıyor,kimi sosyolojik eleştiriler içeriyor, kimi hayatı sorgularken ironi ve lirizme başvuruyor, kimi de konuşma dilinin rahatlığına imgeler katarak ifade ediyor derdini.Dertle dertlenmek yada dertlerine deva bulmka isteyen her şiir sever için tavsiye edilir…
Kültür Sanat Hacı Ahmed Hilmi Efendi anıldı Osmanlı Devleti’nin son devresinde yetişen âlim ve evliyâdan, İzmit Gazi Süleyman Paşa medresesi müderrislerinden, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevî Hazretlerinin İzmit’e görevlendirdiği halifelerinden Hacı Ahmed Hilmi Efendi, İzmit’te Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir etkinlikle ve yoğun bir katılımla anıldı. Mahmud Es’ad Coşan Araştırma ve Eğitim Merkezi Başkanı Dr. Necdet Yılmaz’ın moderatörlüğünde, Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, Doç. Dr. Hür Mahmut Yücer, Tasavvuf Tarihi Uzmanı Fatih Yıldız ve İslam Hukuku Uzmanı Necmettin Azak’ın yanısıra Tarih Araştırmaları ve bölgesel çalışmalarıyla tanınan Ahmet Nezih Galitekin, Hacı Ahmed Hilmi Efendi’nin bilinmeyen çok farklı yönlerini ortaya koydular. Program için salon girişinde sergilenen Hacı Ahmed Hilmi Efendi’nin özel eşyalarından rahlesi, üzerine özel notlar aldığı Râmûzü’l-ehâdîs adlı eser, kendi yazdığı kitap olan Muhibbü’l-fıkh lihıfzi’d-dîn adlı eseri, sarığı, takkesi, mendili ve mektupları katılımcılar tarafından ziyaret edildi.
Ali Haydar Haksal’a Saygı Gecesi Sakarya Büyükşehir Belediyesi, “Ustalara Saygı” programları çerçevesinde Ali Haydar Haksal için bir panel gerçekleştirdi. Sakaryalıların yoğun ilgi gösterdiği program, Ali Haydar Haksal’ın kısa bir biyografisiyle başladı. Ardından konuşmacılar İsmail Kıllıoğlu, Osman Bayraktar, Zafer Acar, Yunus Emre Özsaray ve Aykut Nasip Kelebek; Ali Haydar Haksal’ın yazar, dergici ve aksiyoner yönlerine değinerek Sakarya halkına Haksal’ı ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştılar. İsmail Kıllıoğlu Haksal’ın çok yönlülüğüne ve gelenek bağlılığına değindi, Zafer Acar ise Yedi İklim dergisine vurgu yaparak dergi içinde usta-çırak ilişkisinin hem ustaları diri tuttuğunu hem de gençlere heyecanlarını tecrübeyle birleştirecekleri bir ortam sunduğunu belirtti. Gecenin sonunda söz alan Haksal teşekkür konuşması yaptıktan sonra projelerini orda bulunan topluluk ile paylaştı.
Şehadet ve Şahitlik Gecesi Şubat ayının şehadet ayı oluşunu hatırlatan ve “sözünde duranlar ve sırasını bekleyenler” sloganıyla 18 Şubat Cumartesi Ümraniye Haldun Alagaş Spor Salonu’nda çok özel bir gece düzenlendi. Cihadın ve şehadet kavramının mahiyetini gün geçtikçe unuttuğumuz günümüzde,bu gibi geceler herkes için tazeleyici olmakla birlikte gençlerin bilinçlenmesi yönünde de çok faydalı oluyor emeği geçenlerden Allah razı olsun.Gece Sinevizyon gösterisinde Fethi Şikaki, Hasan el- Bennâ, İskilipli Atıf Hoca, Bilal Yaldızcı, Hâlid el-İslambûli, İzzeddin Kassam, Malcolm X, Metin Yüksel, Ömer Muhtar, Şeyh Said, Emir Hattab, Selami Yurdan, Abdulaziz Rantisi, Seyyid Kutup, Şamil Basayev, Nizar Reyyan, Ahmet Yasin gibi şehitlerin hatırlatılması ile başladı. Yoğun bir içeriğe sahip olan program konuşmalar, ezgiler, tiyatro gösterisi ve şiirlerin okunması ile sona erdi. Mart ‘12 • 47
ŞİİR
Daralan Vakitler... Cahit Zarifoğlu Yanakları, saçları, gözleri yanmış Zehirli gaz bombaları Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini Ağızları, küçücük dilleri yanmış. Bütün Beyrut sapsarı kalmış. Sanki ağlamak imkânsız Başları paletlerle ezilmiş babaları Yahudi doğramış analarını Binlerce çocuk topların, betonların altında. Beyrut’un gözyaşları şimdi Kudüs’ün yanı başında, Müslümanlarsa uzakta, Sanki başka, gelinmez bir dünyada. Acın bir vadi, Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda Gözüm baksın sadece, Ayrıntıları, Kıvrılıp kırılmış bilekleri Kemikten yakılmış etleri, Kuma serilmiş cesetleri, Büyük ajansların yaydığı resimleri Bir seyirci gibi görsün dursun, Bir kadın gibi ağlasın… Beyrut yengeç kıskacında, Çoğu Müslüman kâfir yanında Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin. Sen Filistin, hokkaları doldur kanla , Şairler eğer ahın varken Uzanırlarsa tomurcuklara güllere her biri kanlı bir ateş gibi korku Bir azar, bir şamar olsun.
48 • Mart ‘12
Filistin, sen işine bak Yoğur gazabını Yaradan’ın… Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde? Çam ormanlarının salınışında Kuşların cıvıldayışında, Otların serin tenlerinde. Eğer varsan bakıp görmeye Şeffaf perdenin az ötesini Bir ateş bulutu var en bildik yerde En emin yerde. Ve bak asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler, Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar. Farz et körsün, olabilir. El ele tut , Taş al ve at, Kâfiri bulur. Hani ceylanların, Hani cihat marşın? Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın? En arka safta bile kalmadın, Cengi attın, dünyaya daldın, Tezeğe konan sinekler gibi. Dönüyor burgaç Dünya üstten yanlardan daralıyor. Ovalardan, Dar üst geçitlere sürülen sığırlar gibi, Bir gün ister istemez , Karşısında olacaksın kaçtıklarının. Dua et! O gün henüz mahşer olmasın…