Genç Öncüler/Öğütüm Sistemi/73

Page 1

Merhaba Değerli Okurlar,

G Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ahmet Tarık ÖZCAN Ali Tarık PARLAKIŞIK Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Burak KALPAKLIOĞLU Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Muhammed TUTKUN Sabâhat BOYNUKALIN Şeyma Nur EKREN Uğur DEMİREL Usame SARIYAŞAR Yusuf ELBAŞI Zeynep TOPUZ Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ahmed SELİM Burak KALPAKLIOĞLU Fatih RAZİ Hanne Meryem Hariz Malik DAĞLI Melike YURT Osman KARA Salih BABACAN Saliha CAN Sude KARAMANOĞLU Sena ÖZKAN Zeynep TEMEL Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr

Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91

enç Öncüler Dergisi olarak, yıllardır gençlerin gündemindeki meseleleri çeşitli araştırmalarla ve değerlendirme yazılarıyla sayfalarımızda irdelemeye çalışıyoruz. Son yıllarda, eğitim sistemine yönelik birçok değişiklik yapıldı ve görünen o ki yapılmaya da devam edilecek. 4+4+4 yasasının kabulü, akıllı tahtaların ve tablet kullanımının yaygınlaştırılması, dershanelerin tamamen kapatılacağına dair söylemler bunlardan yalnızca birkaçı. Okuyucu kitlemizin çoğunun eğitim sistemine dair şikâyetlerinden haberdar olduğumuzdan, Nisan sayımızda bu konuyu gündemimize alıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir gencin ortalama eğitim hayatının 16 yıldan oluştuğunu düşünürsek, toplumun yapısının oluşmasında en önemli paylardan birine eğitim sisteminin sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Maalesef okul çoğumuz için, “bunları gerçek hayatta nerde kullanacağız?” diye düşünerek öğrendiğimiz konuların işlendiği, arkadaşlarla sohbet edebilmek için teneffüslerin iple çekildiği, etrafı dört duvarla çevrilmiş, belli saatler aralığında içinde bulunulmak zorunda olunan, belli kurallar çerçevesinde içinde barınabileceğiniz bir mekan. Şüphesiz, yapması gereken çağrışımlar bunlar olmamalıydı, fakat tablo çoğu yerde bu. Bugünlerde, sistemdeki verimsizliklerin giderilmesi ve öğrencinin tekrar öğrenmeyi talep eder hale getirilmesi için art arda reformlar yapılıyor. Nüfusunun %38’i 22 yaşın altında olan genç Türkiye’de, bunların yapılması da şarttı, bakalım bu uygulamalar ne derecede amacına ulaşabilecek. Akıllı tahtalar çocukların şevkini arttıracak mı gerçekten? Yoksa müfredatta köklü değişiklikler mi yapılması daha faydalı olacak? Hepsini zamanla göreceğiz inşallah. Karantina bölümünde Ahmet Selim, “Eğitim Sistemindeki Bozukluklar”; Burak Kalpaklıoğlu “Eğitimin Üzerindeki İdeolojik Baskı” ve Fatih Razi “Öğütüm Sistemi” başlıklı yazılarında, Türkiye’deki eğitim sistemini analiz ederek, farklı açılardan eleştiriler getirdiler. Bu konuyla paralel olarak Yard. Doç. Dr. İbrahim Hakan ile gerçekleştirdiğimiz röportajın da faydalı olmasını umuyoruz. Gündem bölümünde ise henüz acısı taze olan, iş güvenliğinin sağlanmamasından dolayı çıkan yangında 11 işçinin hayatını kaybettiği Esenyurt faciasını Burak Kalpaklıoğlu yazdı. Diğer bir gündem maddesi, Hariz Malik Dağlı’nın kaleminden, henüz bir çok noktanın aydınlatılmadığı ve uzun yıllar boyunca unutulmayacak Uludere Katliamı. Her sayımızda görmeye alışkın olduğunuz deneme, araştırma, öykü, şiir, karikatür analizi, kültür-sanat, etkinlik bölümleri de ilerleyen sayfalarda istifadenize sunduğumuz bölümler. Mayıs sayısında, güzel haberlerle dolu bir gündemle görüşmek duasıyla Allah’a emanet olun… Nisan ‘12 • 1


Nisan 2012 • Sayı 73 • Yıl 10

07 EGiTiMiN uZERiNDEKi iDEOLOJiK BASKI

08

ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ

BURAK KALPAKLIOĞLU

16

Aşk-ı Minval

24

PSİKOLOG SALİHA CAN

ABDULLAH ÖMER ÇELİKBİLEK

2 • Nisan ‘12


Cihad 30

SENA ÖZKAN

Eğitim Sistemindeki Sorunlar/ Ahmed Selim......................................... 4 Eğitim Üzerindeki İdeolojik Baskı/ Burak Kalpaklıoğlu . ........................ 7 Öğütüm Sistemi / Fatih Razi................................................................. 8 Esenyurt Faciası, Müslümanlar ve Emek/ Burak Kalpaklıoğlu.............. 10 Uludere Üzerine Akıtılan Birkaç Damla Söz Yaşı/ Hariz Malik Dağlı...... 12 Aşk-ı Minval / Psikolog Saliha Can................................................... 16 Kimin Karşısında Olduğunun Farkında mısın? / Hanne Meryem ......... 18 Söz Sizde / Nihal Açıkel...................................................................... 22 İstiharat Sınavımız / Abdullah Ömer Çelikbilek ................................. 24 Karikatür Analizi / Sûde Karamanoğlu ............................................. 27 Objektifime Takılanlar / Rüveyda Çiçek ............................................ 28 Cihad/ Sena Özkan........................................................................... 30 Kur’an ve Sünnet Bilinci / Osman Kara............................................... 32 Röportaj / Betül Babacan - Zeynep Temel.......................................... 34 Necip Fazıl Kısakürek / Hasan İhsan Kırçiçek .................................... 42 Etkinlik / Film Gösterimi - Salih Babacan ......................................... 44 Etkinlik / Sıra Gecesi - Aysel Çeliktepe .......... 45 Kültür Sanat / Melike Yurt ................................ 46 Şiir / İbrahim - Asaf Halet ÇELEBİ ......................... 48

Nisan ‘12 • 3


a

karantin

EgitiM SiSTEMiNDEKi SORUNLAR AHMED SELİM

E

ğitim sistemi Türkiye’de herkesin eleştirdiği bir kavram ama aslında bu konuda neyi eleştirdiğimizi tam olarak biliyor muyuz? Tam olarak nerede eksiklik var, sebebi nedir, nasıl düzeltiriz? Asıl tartışmamız gerekenler bunlar. Bu konuda eğitimci ve eğitimci adaylarının ortak kanısı olan bazı sorunları da öncelikle ele almak ve kısaca bahsetmek istedik. Bu sorunlar genel başlıklar halinde; Merkezi Sınavlar Bu konu Türk eğitim sisteminde öğrencilerin, öğretmenlerin ve velilerin yani herkesin en çok şikâyetçi olduğu konuların başında geliyor. OKS ve ÖSS (yeni adıyla LYS ve YGS) gibi sınavlar öğrencileri öğrenmeye değil sınavları geçmeye yönelik çalışmaya itiyor. Bu sınavlardaki öğrenci başarıları aynı zamanda hocaların da başarısını etkilediği

için öğretmenlerde bu sistemim bir parçası olmak zorunda kalıyor ve sınava yönelik eğitim veriyorlar. Aynı zamanda bu sorun birçok başka sorunun da sebebini oluşturuyor. Ezberci Mantık Ezberci mantıkta dersler sınav öncesi ezberleniyor, sınav geçilir geçilmez unutuluyor. Bu mantıkla öğrenci belki sınıfını geçiyor veya ÖSS’yi kazanabiliyor ama alması gereken yeterli bilgi donanımına ulaşamıyor. Pratik Hayattan Kopukluk Okullarda öğretilen dersler, verilen bilgiler günlük hayata yönelik pratikten uzak kaldığı için öğrenci asla tam anlamıyla öğrendiklerini kullanamıyor. Öğretmen Niteliği Eğitim hayatlarında ütopik bir eğitim sistemi anlatılan öğretmenler gerçek hayatla yüzleştiklerinde bocalayabiliyor. Eski öğretmenler ise yenilikleri kabullenmekte zorlanıyorlar. Dershane Günümüzde eğitim deyince hepimizin neredeyse aklına okuldan önce dersane geliyor. Dersaneler hayatımıza o kadar girdi ki herkes dersaneyi olmazsa olmaz olarak görüyor. Bu da aslında çoğunlukla haklı bir bakış açısı çünkü son yıllarda hepimizin yaşayarak gördüğü gibi dersaneye gitmeden hatta günümüzde dersanenin yanısıra özel ders almadan üniversite ve lise sınavlarında

4 • Nisan ‘12


başarı sağlamak mümkün gözükmüyor. Peki dersanelerin bu kadar yaygınlaşmasının ve zorunlu hale gelmesinin başlıca etkeni nedir? Başlıca sebep okullarda –hepimizin bildiği gibi- verilen yetersiz eğitim bunun sebebi. Dolayısıyla, çocuklar ilkokul 4. sınıftan itibaren dershaneye gitmek zorunda kalıyor. Mevcut sınav sistemleri ve sınava yönelik eğitimde bu kurumların gittikçe büyümesini sağlıyor. Eğitim-Sen’in (2008) araştırmasına göre lise öğrencilerinin %93.8’i üniversite sınavına lise eğitimi dışında özel ders veya dersaneye giderek hazırlanmaktadır. Bu rakam bize olayın geldiği noktayı gösteriyor sanırım.

Özellikle ilköğretimlerde ve yine özellikle belli bölgelerde (özellikle doğuda ve kırsal bölgelerde) karşılaştığımız bu sorun öğretmenlerin öğrencilerle bireysel olarak ilgilenmesine engel oluyor. Öğretmenler öğrencilerine daha az vakit ayırabiliyor. Ayrıca bölgesel olarak değişen bir durum olduğu için eğitimde eşitsizliğin de önünü açıyor.

Eğitime Ayrılan Bütçe Tükiyede eğitime ayrılan bütçe gün geçtikçe artmakla beraber hala komik düzeylerde. 2006’da Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün verilerine göre Türkiyenin eğitimin tüm düzeylerine Gayri Safi Milli Hâsıla’dan ayırdığı pay % 2.7 iken, OECD üyesi ülkelerin ortalaması % 5.5’tur. Buna Macaristan ve Meksika gibi (beğenmediğimiz!) ülkeler de dâhildir. Bu oran Amerikada % 7.4, Güney Kore ve Danimarka’da % 7.3, İsrailde %7.8, İzlanda’da ise % 8’dir. Bu alanda son yıllarda atılan olumlu adımlarla birlikte daha alınacak çok yolumuz var.

Şunu da dipnot olarak eklemeliyiz ki bu oranların yüksek olması salt gelişmişlik düzeyini göstermeyebilir. Önemli olan bu bütçenin nitelikli bir şekilde artırılmasıdır. Kalabalık Sınıflar Özellikle ilköğretimlerde ve yine özellikle belli bölgelerde (özellikle doğuda ve kırsal bölgelerde) karşılaştığımız bu sorun öğretmenlerin öğrencilerle bireysel olarak ilgilenmesine engel oluyor. Öğretmenler öğrencilerine daha az vakit ayırabiliyor. Ayrıca bölgesel olarak değişen bir durum olduğu için eğitimde eşitsizliğin de önünü açıyor.

Donanım ve Fiziki Yapı Eksiklikleri Bilindiği üzere okullarımızda birçok teknik yetersizlik var ama daha da önemlisi hocalarımızın çoğu var olan imkânları etkin bir şekilde kullanamıyorlar. Bu da eğitime ayrılan bütçeyle yakından ilgili. Üniversite çağına gelene kadar çocuklar pek çok sosyal ve sanatsal etkinlikten uzak kalıyorlar. Spor ve yüzme salonları, sanat atölyeleri açılamıyor. Eğitime Erişimde Yetersizlik Maalesef hala maddi durumu yetersiz insanlar zenginlerle aynı eğitim imkânlarına kavuşamıyor. Bu tür bir dengesizlik sosyal adalet kavramını da Nisan ‘12 • 5


çalıştığı için bir sonraki sene aynı şeyle karşılaştığında hiçbir fikri olmayacak bir düzeyde olabilir. Bir öğrencinin sınıfını geçmesi, o öğrencinin o derslerden yeterli seviyede olduğunu göstermesi gerekir. Yani bu da eğitimin değişmesinin yanısıra sınavlarda da belirleyiciliğin artırılmasını gerekli kılar. Bir başka örnek de eğitime ayrılan bütçe konusudur. Bu mesele bir ülkenin eğitime verdiği önemi gösteren önemli bir kriterdir. Aşağıdaki tablolarda bu durum açıkça görülmektedir. sarsmaktadır. Zenginlerin her türlü imkândan faydalanabilmesi (özel kolejler, dersaneler, özel dersler vs) eşitlik kavramını sarsan çok büyük bir etkeni oluşturuyor. Bu sorun sadece eğitimi değil tüm adalet kavramını da ilgilendiriyor. Mesleki Teknik Eğitim ve Katsayı Engeli Bu konu 28 Şubat sürecinden bu yana Türkiyenin kanayan bir yarası. Geçtiğimiz seneye kadar var olan katsayı uygulaması yüzünden mesleki liseleri ve imam hatip liselerine yönelim çok azaldı. Bu durum bu okulların eğitim kalitesinde de büyük bir düşüşe sebep oldu. İnşallah bundan sonra yavaş yavaş eski canlılıklarını kazanacaklardır. Bunun yanında mesleki teknik liselerden çıkan kişilere yeterli iş imkânı bulunmadığı için teknik liselere ilgide azalma olmuştur. Başlık başlık verdiğimiz bu sorunların yanısıra ideolojik ayrım ve kayırmalar, Milli Eğitim’in aşırı merkeziyetçi yapısı, müfredatlardan kaynaklanan sorunlar gibi konular da eğitim sisteminin genel sorunlarını oluşturmaktadır. Eğitim sistemimizin genel sorunlarını bu şekilde sınıflandırabiliriz. Bu konuların çözümlenmesine yönelik adımlar da atılmış durumda. 2007-2013 yıllarını kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda belirtilen sorunların çoğuna yönelik çözüm önerileri ve hedefler bulunmaktadır. Tabii ki bu meselelerin ayrıntılı olarak çözümlenmesi bizim yapabileceğimiz bir iş değil fakat en azından temel bazı konuların nasıl olması gerektiğini biliyoruz. Mesela ezberci eğitimin kaldırılması, sınava yönelik eğitim yerine pratiğe yönelik eğitim verilmesi gerektiğinde hemfikiriz. Örneğin eğitim sisteminde öğrencilerin her bitirdikleri yıl belirli bir seviye ve bilgi birikimine sahip olduklarından emin olunması gerekir. Bir öğrenci ezber mantığıyla sınavı geçecek şekilde 6 • Nisan‘12

Burada bazı gerçekleri, sorunları ve temellerini görmemiz gerekiyor. Belki de bu tablolar bize en önemli sorunu da dolaylı olarak gösteriyor. Biz ülke olarak eğitimcilerimiz, devletimiz eğitime gerçekten önem veriyor muyuz yoksa diğer ülkeler gelişirken biz de önem veriyor gibi mi yapıyoruz? Bizce değişmesi gereken her şeyden önce bu mantık. Eğitime gereken önemi verdiğimizde tüm sorunlara çözümler oluşacak, yeni kapılar açılacaktır. Hele de eğitimimiz tarihi geçmiş ideolojilerden arınıp Allah yolunda bir eğitim olursa işte o zaman çözüm bulamayacağımız hiçbir sorun kalmayacaktır. Kaynaklar: • •

www.setav.org Öğretmen adaylarının Türk eğitim sisteminin sorunlarına ilişkin görüşleri. Kürşat Yılmaz, Yahya Altınkurt. Uluslar arası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 1, Yıl: 2011.


EGiTiMiN uZERiNDEKi iDEOLOJiK BASKI

a

karantin

BURAK KALPAKLIOĞLU

T

ürkiye’de devletin okulları devlet için eğitim kurumu olmaktan çok bir makul vatandaş (Kemalist, laik, milliyetçi)yetiştirme merkezi işlevi görüyor. 6 yaşında okula başlayan bir çocuk liseyi bitirene kadar 12 yıl boyunca bir sürü ideolojik dayatmalara maruz kalır. Bu eğitim sistemi bir Müslüman’ın kabullenemeyeceği bir içeriğe sahip. 1933 yılından bu yana yaklaşık 70 senedir her sabah ilköğretim okullarında çocuklara andımız denen ırkçı şoven bir marş okutuluyor. Müslüman’ın namazı, ibadeti ve hayatı yalnızca âlemlerin rabbi olan Allah içindir ve milliyet denen olgu Allah’ın insanlara birbirlerini daha iyi tanımaları için verdiği bir özelliktir. Bir Müslüman ırkıyla gururlanamaz bundan mutsuz da olamaz. Andımız ise varlığım Türk varlığına armağan olsun ne mutlu Türküm diyene gibi Kuran’ın ayetleriyle bağdaşmayan şirk içerikli söylemler içeriyor ve biz sadece Allah için olan varlığımızı ulusal kimliklere armağan etmeyi reddediyoruz. Türkiye’de eğitim sistemi kendi içerisinde birçok tutarsızlığı da barındırıyor. Devlet haydi kızlar okula diye kampanya yaparak okumayan kız çocuklarını okutmaya çalışırken öbür yandan da okula gitmek isteyen başörtülü kızları okula almıyor. Öğrencilere okulda ideolojik propaganda ve eylemlerde bulunmaları yasaklanıp tasdiknameye kadar varan cezalar verilirken devlet bizatihi okullarda öğrencilere antla, marşla, milli güvenlik ve inkılâpçılık ve Atatürkçülük dersleriyle Kemalist, laik, milliyetçi, konformist bir gençlik yetiştirme gayretkeşliğini sürdürüyor.

28 Şubatın bir zulmü olan 8 yıllık kesintisiz eğitim apaçık insan hakkı ihlalidir. Çünkü devlet annesinin babasının elinden çocuğunu alıyor “Bu çocuk 8 yıl benim eğitimimden geçecek tesettürlü ise de başını açıp da gelecek benim dediğim dedik çaldığım düdük” diyor. Yahu neden başörtüsü ve okul bir arada olamıyor? Bir Müslüman’ın Allah’ın bir emrini yerine getirmesi neden egemen güçleri bu kadar rahatsız ediyor? Şu aralar Ak Parti hükümeti 4+4+4 ile eğitimde yeni önerge sundu Yeni düzenleme ile ise 12 yıl zorunlu oluyor. Başörtüsü için eski sistemden daha insaflı bir düzenleme var. Ancak eğitimin zorunlu tutulması sebebiyle bu da bir insan hakkı ihlali. Bu yeni eğitim Sistemi’nde de İslami şiarlara karşı savaş açmış resmi ideolojinin dayatmaları ve eski saçmalıklar son bulmayacaksa yeni gelecek sistemin de pek bir anlamı yok. Bir Müslüman genç olarak yeni eğitim sistemi için benim beklentilerim şunlardır: Başörtüsüne her kademede kayıtsız şartsız özgürlük. Okullarda ant dayatmasına son. Tevhid-i Tedrisat kanununun kaldırılması ve Kişinin kendi istediği şekilde, özgürce eğitim görmesi Okullarda namaz yasağına son. Her okula en az bir mescit. 8 yıl, 12 yıl fark etmez zorunlu eğitimin kaldırılması. Karma eğitimin yanında isteyenlere sadece erkeklerin ve sadece kızların olduğu okullar gibi alternatifler sunulması. Nisan ‘12 • 7


a

karantin

T

ürkiye’de eğitim konusu gündemden hiç düşmüyor. Bilmem farkında mısınız? Hilafetin yıkılışını ilan eden cumhuriyet yanlıları ilk devrimini “eğitim” alanında yapmıştır. Harf inkılâbıyla başlayan bu serüven var olan halkı elli yıl geriletmiştir. Cumhuriyet yanlıları dayatmacı bir (sözde) eğitim ile var olan halkı zorlayarak kendi ideolojilerini aşılamaya başlamışlardır. Sözgelimi; her sabah yemin ile başlatılan bir eğitimin neresi eğitimdir. İslami bir ahlak ile kendilerini yetiştirmeye çalışan insanları, tek tek batı eğitimiyle manipüle etmişlerdir. Kendi eğitimlerinden geçmek istemeyen insanlara gerici ve yobaz diyerek, onları insan yerine koymayıp her fırsatta onlara ikinci sınıf muamele yapmışlardır.

8 • Nisan‘12

Eğitim, karşılıklı sevgi, saygı ve güven duygularını geliştirip güçlendirmeli ve kavram kargaşasını ortadan kaldırmalıdır. Ama var olan eğitim sistemi hiç de böyle bir insan modeli inşa etmiyor. Sözgelimi; sistem öğrencileri o kadar çok eğitiyor ki, çocuk evde annesine kızgın, babasına küs, kardeşleriyle konuşmuyor, arkadaşlarıyla kavgalı vb. yaşantıyla hayatına devam ediyor. Bu nasıl bir eğitim ki, 7 yaşında başlayıp yaşı kemale erene kadar okuyup da, devletinin eğitimiyle devletine düşman olabiliyor. Ya da öğrencinin inançları dolayısıyla devlet öğrenciye düşman olabiliyor. -Ahmet Taşgetiren hocanın 1998’deki şu cümleleri bu durumu açıklayıcı nitelikte olsa gerek; “Eğitim kişilik inşa eden boyutunda ne ka-


dar derin sancılar bulunduğunu görmek için, Türkiye’nin geçen elli yılına bakmak yeter. Devletin gençlerle kavgalı olduğu süre… Bugün çetelerle boğuşuyor Türkiye… Bunlar, dünün öğrencileridir. Bir kısmı darağacına gitti, bir kısmı cezaevlerinde ömür törpülüyor, bir kısmı yıllarını heba ettikten sonra yılgınlık içinde hayata monte olmaya çalıştı ve bir kısmı mafya oldu…” Yine o zamanların Din Eğitimi Genel Müdürü Dr. Halil Hayıt’ın şu cümleleri var olan eğitim sisteminin insanları eğitmekten çok kafaları karıştıran bir sistem olduğunu gösterecek nitelikte olsa gerek; “Eğitim, her şeyden önce hitap ettiği toplumun değerlerini benimsemeli ve yeni nesilleri de bu değerler doğrultusunda ve ilmin ışığında kimlik sahibi olarak yetiştirmelidir. Zira toplum değerlerinden kopuk ve uzak bir eğitim anlayışının kendi toplumuna verebileceği fazla bir şey yoktur. Bugün insanlık kâinatı fethetmenin, uzayı keşfetmenin, yer altı ve yer üstü zenginliklerini en iyi şekilde değerlendirebilmenin yollarını aramaktadır. Bu gelişmeleri görmezden gelmek mümkün değildir. Eğitim, bütün alanlarda, bütün birim ve basamaklarda ilim iman bütünlüğü, ilim iman dengesini sağlayabilmelidir.” Yoksa şimdilerde öne sürülen “4+4+4” eğitim önerisi de, bu eğitim bataklığını çözemez! Var olan eğitim sistemini ortadan kaldırmadıkça, bu toplum refaha eremez. Refaha eremeyen toplum kuru kalabalıktan ötesi değildir. Batı öğretileriyle insan değer kazanmaz, tam tersine var olan değerini de kaybeder. Batı eğitimini eşya üzerine inşa eder, çıkar eğitimiyle insanları eğitir.

Batı komple teorileriyle insanları sürekli oyalar. Bu oyalamanın adına da eğitim der. Oysa bu durum kendi ideolojilerini toplumlara öğütlemekten başka bir şey değildir. Maalesef durum bu aziz okuyucu... Bence, “Böyle bir eğitime de, eğitim gerek.” -Nasıl mı? Bu sorunun cevabı gayet basit, Yüce Allah(c.c)’ın öğretisiyle başlanmalı eğitime, o Rahman’ın kitabıyla eğitilmeli insan. -Kâinatı, eşyayı ve kendisini “Rabbin adıyla okumalı.” -Onun terbiyesiyle eğitmeli kendisini. -Ahlakı ondan öğrenmeli. -Yaşantısına o yön vermeli. -Saygıyı ve sevgiyi ondan öğrenmeli. -İyi ve kötü kavramlarını da o Rahman’dan öğrenmeli ki, neden bu dünyada varım sorusunu idrak edebilsin… Son olarak birkaç cümleyle yazımı bitirmek istiyorum; Batının eğitimi toplumları, kavram kargaşasına, savaşlara, ırkçılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe yani kısacası “kaosa” sürüklerken, İslam dininin eğitimi tüm toplumları refaha, adalete, huzura, barışave mutluluğa ulaştırmıştır. Unutmayın ki, Hz. Muhammed(a.s) hitap ettiği toplumu Allah’ın kitabı olan Yüce Kuran-ı Kerim’le eğitmiştir. Sözgelimi; Mekkeli bedevileri, Medeni hale getiren Yüce Allah’ın eğitimidir. Rabbim bu “öğütüm” bataklığından neslimizi ve gelecek nesilleri biran önce kurtulmasını nasip etsin. (Amin) Selam ve dua ile…

Nisan ‘12 • 9


GÜNDEM

ESENYURT FACİASI, MÜSLÜMANLAR VE EMEK BURAK KALPAKLIOĞLU

G

eçtiğimiz ay Esenyurt’ta bir inşaatın şantiyesinde, inşaat işçilerinin kaldığı çadırlar-

da çıkan yangın sonucu 11 inşaat işçisi hayatını kaybetti. Esenyurt ne ilk ne de son. Türkiye’deki işçi ölümleri rakamlara baktığımız zaman bir ülke sorunu haline gelmesi gerekebilecek kadar önemli bir vaka. 1945 yılında çıkarılan İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları

lizmin aç ve susuz bıraktığı Afrika’nın yardımına

Kanunu’ndan bu yana ülkemizde iş kazası ve

Müslümanlar koşar. Yoksullar için kermesler dü-

meslek hastalığı sonucunda ölen ve sakat kalan işçilerin kaydı tutuluyor. 1946’dan 2010 yılına kadar iş kazaları sonucu ölen işçilerin sayısı tam 59.300’e ulaşmış durumda. (2011 verileri henüz yayınlanmadı ) Her yıla 9226 ölü işçi! Son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi ölmüş. Sosyal adalet adına Türkiye’de en büyük icraatları her zaman Müslümanlar yapar. Emperya-

zenlenir kumanyalar dağıtılır. Buraya kadar her şey çok güzel, ancak emek ve mağdur işçilerin yanında olma konusunda kabul edelim ki Türkiyeli Müslümanlar olarak sürekli sınıfta kalıyoruz. Şu dönemde yaşayan bir İslamcının gündemini hangi konular teşkil eder. Filistin, Ortadoğu devrimleri, Kürt sorunu, Kemalist vesayet vs. bu minvalde benim anlayamadığım bir husus var emek konusu neden Müslümanların hiçbir zaman gündemine oturmuyor? Müslüman bulunduğu yerde adaleti tesis etmekle yükümlüdür ve zulme karşı fasılasız mücadele eder. Peki, 11

10 • Nisan ‘12


Sosyal adalet adına Türkiye’de en büyük icraatları her zaman Müslümanlar yapar. Emperyalizmin aç ve susuz bıraktığı Afrika’nın yardımına Müslümanlar koşar. Yoksullar için kermesler düzenlenir kumanyalar dağıtılır. Buraya kadar her şey çok güzel, ancak emek ve mağdur işçilerin yanında olma konusunda kabul edelim ki Türkiyeli Müslümanlar olarak sürekli sınıfta kalıyoruz.

işçinin kışın ortasında çadırlarda kalarak çalıştı-

zenginliğini artırması için çalıştığını söylüyoruz

ğı yani sağlıksız ortamlarda çalıştırılması zulüm

ve bunları kabul ediyoruz ama nedense kapita-

değil midir? Neden hiçbir Müslüman kuruluş bu

list düzenin mağdur ettiği işçilerin yanında ol-

facia sonrası olay yerinde eylem ya da internet

muyoruz.

sitelerinde basit bir açıklaması yapmadı. Böyle konulardaki sessizliğimizi Türkiyeli Müslümanlar olarak ne zaman bozacağız merak ediyorum. Haksızlık etmeyeyim aslında bu konuda çalışmalar yapan bir iki Müslüman kuruluş var. Örneğin Emek ve Adalet platformu bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Bu konu aslında kendi içimizde de bazı çelişkileri beraberinde getiriyor. “Mücahitler müteahhit oldu”, “Müslümanlar liberalleşti” hep yaptığımız eleştirilerdir. Ancak bazıları da işin ucunu fazla kaçırıp İslam’da özel mülk olmadığını ve mülk meselesinin İslam’ın birinci meselesi

Ben bu konuda sessizliğimizi bozmalıyız der-

olduğunu iddia ediyor. Bu konudaki tepkilerini

ken şunu demiyorum. Biz gidip sosyalistler gibi

sosyalist kavramlar ile dile getiriyor. Yani çoğun-

halaylar çekerek “sermaye defol buralar bizim-

luk emek meselesine sessiz kalırken bunu fark

dir” diye sloganlar atarak tepkimizi dile getir-

eden azınlık da İslami kimliğini yanında taşıyıp

meliyiz demiyorum. Çünkü her konuda olduğu

beşeri bir nizama yanaşıyor bir türlü orta yolu

gibi bu konuda da İslam aşırılığa kaçmamıştır.

bulamıyoruz. Ama şurası da bir gerçek ki emek

İslam’da sermaye de emek kadar değerlidir.

konusunda daha çok şey söylememiz gerekiyor.

Kendi kavramlarımızla ayetlerle, hadislerle bir şeyler yapmalıyız diyorum. Kendi konuşmalarımızda, kapitalizmin adaletsiz bir düzen olduğunu ve kapitalist düzenin çoğunluğun azınlığın

Nisan ‘12 • 11


GÜNDEM

Uludere Üzerine Akıtılan Birkaç Damla Söz Yaşı MAHMUT ERKAM ŞAHİN

Olay; Genelkurmay Başkanlığı, 28 Aralık 2011 tarihinde akşamüzeri Irak sınırları içinde hududa doğru bir grubun hareket halinde olduğunu İnsansız Hava Aracı görüntüleri ile tespit etti, Irak’tan Türkiye’ye mazot ve sigara getiren bir kaçakçı kafilesini Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 savaş uçakları Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu köyünde PKK’ya yönelik hava operasyonu kapsamında 23.00 sıralarında bombardıman altına aldı. 34 sivilin öldüğü olayda 1 sivil de yaralandı.

Ö

lenler öldü, ölenle ölünmez tabi bizde bundan sonra “Katliam mı? Kaza mı? Olay mı?”. Bu üç soru üzerine dönen bir tartışma ortamında düğüm düğüm üstüne bindirdik. Kaza da olsa ortada kıtal yani ölüm var, kıtal olan yerde katil de var, doğal olarak bu bir “katliam” ve bu ikisinin de dillendirilebilmesi için gerçekleşmiş olması gereken bir “olay”. Benim nezdimde katliam diyenin bir şeyler söylerken gözleri dolmuyorsa ya da hiç olmazsa yüreğinde bir şeyler kıpırdamıyorsa “oh iyi olmuş” diyenden hiçbir farkı yoktur. Olay diyen de kaza diyen de katliam diyen de bir şeyler derken içi sızlamıyorsa, her biri, bir yanlışın simetrisidir. “Katliam” diyenler gülüyor, “olay” diyenler üzülmüyor, “kaza” diyenler pişman olmuyor. Hadiseyi, hükümeti savunma refleksiyle değerlendirmek ne kadar haysiyetsizlikse, PKK’ya

12 • Nisan‘12

siyasi çıkar elde etmek için kullanmakta o kadar şerefsizliktir. Kimse kusura bakmasın, biz Müslümanlar ne Uludere Katliamı’nı değerlendirmek için toplanıp hakır hakır, kikir kikir gülen BDP ve zihniyetiyle, ne de aynı pisliğin simetrisi olan zihniyetle çözüm için aynı platformda hareket etmeyeceğiz. Çünkü hastalıklı kalplerle birlikte çözüm arayanların, bir süre sonra sloganları kesişir, bir süre sonrada söylemleri çiftleşir ve ila nihaye olacağı şudur ki akletmeleri birleşir. Hastalıklı kalp neyi aklediyorsa, hastalıklı kalple hareket eden de aynı şeyi akletmeye başlar. En çok akletmede sıkıntı çektiğimiz şu zamanda yalnız ayrışmayla gerçekleşebilecek muhafızlığı yapamaz isek mahşer günü bizi, bizden olmayanlardan ayrıştıracak bir iradeyle muhatap olamayacağız. Allah muhafaza.


Şu iki soruyu soruyoruz öncelikle; 1.Devlet kim? 2.Encü ailesi kim? Devleti şu 4 kelimeyle açıklayabiliriz; Piran, Zilan, Dersim, Ağrı… Yani sabıkası hayli kabarık. Peki, Piran, Zilan, Dersim, Ağrı neyse Uludere de o mu? Kurucu ideolojinin, hâkimiyeti altında olan hükümetiyle gerçekleştirdiği bu sabıkaların sahibi olan devlet, şu anda hala o kurucu ideolojinin hâkimiyetinde olan bir hükümetin yönetiminde mi? Bu sorulara da cevap bulmalıyız ama öncelikle 2. soruya bir bakalım. Encü ailesi büyük bir aile. Ailenin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü Zaho’da yaşıyor. Aile, PKK ile mücadeleye verdiği etkin destekten dolayı, bölgede görev yapan askerler tarafından sevilen bir aile. Encü Ailesi ile TSK arasında yıllar içinde bir güven bağı oluşmuş. Hatta ailenin reisi takma adı Dirbaz olan Naif Encü korucu başı olarak senelerden bu yana ailesini PKK’ya karşı mücadelede yönetiyor ve sınır boyunda yaşayan bir aile olduğu için PKK’nın saldırılarında ilk hedeflerden birisi oluyor. Aileye mensup korucular, sınır ötesi operasyonlarda güvenlik güçleri ile Kuzey Irak’a girip çıkıyorlar. Aile PKK ile mücadele kapsamında birçok kayıp vermiştir ve tabi bir o kadar da yaralı ve sakat… Bu ilişki sonucu oluşan güvenin getirisi olarak; devlet, PKK yandaşlarının kaçakçılık ile büyük bir zenginlik elde ettiğini görünce, devlet yanlılarına da uyuşturucu, silah ve akaryakıt dışında kaçakçılık konusunda göz yumuyor. Encü ailesi de bu çerçevede güvenlik güçlerinin bilgisi dâhilinde Kuzey Irak’tan kaçak mal getiriyor. Ailenin bir mensubu “bu sefer askere gittiğimizi haber vermemiştik” diye bir açıklama yaptı ki bu da kaçağa gittiklerinde, askere haber verdiklerini gösterir. Büyük ihtimalle bu sefer mazota gittikleri için haber vermediler. 34 ölen insanın içinde Hüsnü ve Savaş adında iki kardeşi ve 13 yaşında Erkan adında oğlu olan Mehmet Encü 1998’de Haftanin kampına düzenlenen bir TSK operasyonda iki gözünü mayın patlaması sonucu kaybetmiş bir gazidir.

Şu iki soruyu soruyoruz öncelikle; 1.Devlet kim? 2.Encü ailesi kim? Devleti şu 4 kelimeyle açıklayabiliriz; Piran, Zilan, Dersim, Ağrı… Yani sabıkası hayli kabarık. Peki, Piran, Zilan, Dersim, Ağrı neyse Uludere de o mu? Kurucu ideolojinin, hâkimiyeti altında olan hükümetiyle gerçekleştirdiği bu sabıkaların sahibi olan devlet, şu anda hala o kurucu ideolojinin hâkimiyetinde olan bir hükümetin yönetiminde mi? 1998’de Haftanin kampına düzenlenen, bir Mehmetçiğinde yaralandığı, operasyonda bacağını kaybeden ve aynı patlamada amcası ölen ve tek bacağı ile gönüllü koruculuk yapmaya devam eden Abdulaziz Encü de Uludere’de oğlunu kaybeden bir başka gazidir. İstihbarat üzerine bir tartışma sürdürüldü. TSK “MİT” diyor, MİT “ben değilim.” diyor. İstihbarat birimleri suçu; ellerindeki közmüş gibi birbirlerine atıyorlar. Bu tablo bize bir hakikati gösteriyor; Kontrolsüz güç, güç değil suçtur. Yürütme organı zor ve engebeli bir yola girdiğinde yürümesini kolaylaştıracak olan spor ayakkabısını giyerken kundurasını yük olur diye çantasına koymayıp atarsa, düzlüğe çıkınca, meydana girince dört dolanıp kundura arayacaktır. Hadise ise tamamen budur. Birimler arası, içerisinde Nisan ‘12 • 13


İlkelerinin arasında “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi olmayan bir sistemin yargılamasından adalet beklenemez. Devlet insan için halkı için vardır ve insan devlet için yaşamalıdır. İnsanın ölümünden üzüntü duymayan kişi, başka insanlarında öldürülmesinin mesuliyeti altına girecektir. Bu vebalin karşılığı ise ebedi cehennemdir. Ve biz müslümanlar ise bu sorular üzerine tefekkür etmeli, aksi halde ölüme rıza göstermiş olacağımızdan öldürenden bir farkımızın kalmayacağını artık kabullenmeliyiz. işine yarayan birimin lehinde bir kavga başlatırsan; bedelini ağır ödersin. Devletin yürütme organının kurucu ideolojinin hâkimiyeti altında olmadığı kanaatinde olduğumuz için geliştireceğimiz stratejiyi de bu minvalde düzenlememiz gerekir. Hataların bu bağlamda değerlendirilmesi elimizde olanın zayi edilmemesini sağlayacaktır. Yoksa kale alınmayacak bir hükümetle karşı karşıya olsaydık, kendilerine hataları dillendirmemiz de ironi olurdu. Aksi halde herkesin kendi adaleti olan bir ortamda hangi adalet çağrısı karşılık görür ki? Şimdi gelin biz biraz susalım yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Abdulaziz Encü ne diyor onu dinleyelim; “Çocuğumun tabutunun üstüne bayrak astılar. Hükümet meydanı boş bıraktı. BDP’lilerin propaganda alanı oldu. Bu görüntüyü görünce ciğerim yandı. Bizi sahipsiz bıraktılar…”

14 • Nisan‘12

Bunları söyleyen kişi 1999’da, korucu olarak katıldığı TSK operasyonunda ayağını kaybetmiş, mayın patlamasından sonra kendisine takılan birliğin elindeki tek serumu çıkartarak, oğlu yaşındaki yaralanan Mehmetçiğe taktmış sistemin gazisi. Ve bu adam Uludere’de oğlunu kaybetmiş biri. Bu sese kulak verip hükümetin acilen yapması gerekenler ise şunlardır; *Sorumluların bulunması ve hatalının ya da suçlunun tespit edilmesi *Tespitten önce sorumlu amirin görevden uzaklaştırılması *Cenazelerin kalkması sırasında PKK bayraklarının tabutlara örtülmesi, baş sağlığı için giden Uludere kaymakamının dövülmesi sonucunda, kamuoyunda “Ölenler PKK’lı imiş, hem yaptıkları kaçakçılık PKK’ya finansman sağlıyormuş” şeklinde bir algının oluşması önlenmeli. Eğer önlenmezse “Öldülerse ölsünler, ne var. Bizim de askerlerimiz şehit oluyor” gibi bir tepki oluşur ki buda kardeşliğin kırılması ve tefrikanın yükselmesine sebep olur. *Encü ailesinin gönlü bir an evvel alınmalı devlete olan o sağlam bağlılığı tekrar tesis edilmeli ve korunmalı. *Kaymakamın, bakanların, milletvekillerinin ve muhalefet partilerinin bölgeye ziyaretleri olumludur ama TSK’nın da silah arkadaşı olan bu aileyi ziyareti ve özrü gecikmemelidir. Zira kendileri bir yılbaşı balosunu iptal ederek işin içinden sıyrılacaklarını sanıyorlarsa kusura bakılmamalıdır ki bunun bedeli ağır ödenir. *Başbakanın hanımı Emine Erdoğan’ın bölgeye ziyareti güzel bir hadise fakat bir an evvel Başbakan’ın da oraya gidip ölenlerle beraber ölmese bile, biraz da olsa, olması gerekmektedir. Bunlar hükümet nezdinde yapılması gerekenlerdir. Biz müslümanların yapması gerekenler ise çok daha önemlidir. Bunların başında meseleye Kur’an’ın ışığından ve Resul’ün tatbikatından bakıp hakikati hakiki bir şekilde ortaya çıkarmaktır. Ve İslam’ın ışığında adil bir sistemin ihyasını yeniden gerçekleştirmektir. Orada ölenlerin acısını bir nebze de olsa hissetmemiz artık


şart olmuşken sergileyeceğimiz tavır deve kuşu tavrı olmamalıdır? İtidallik ise çok önemli bir evredir. Bu evrede başarılı olamayanlar, mutedilliği sağlayamayanlar “Askerler öldürülünce, yas yarışına giren televizyon kanalları neredesiniz?” gibi bir soru sorunca; “Askerler öldüğünde sen susuyordun ya hani, şimdi dinlenmişsindir. Ben yoruldum artık az dinlenmem gerek, sen konuş şimdi de dinleyelim hadi.”diye cevap alırlar. Böyle festecab olunmamak için mutedilliğimizi korumamızın gerekliliğiyle beraber, soruyu soracağımız kişinin kale alınabilir biri olup olmadığının da idrakinde olmamız çok önemlidir. Üzerine en çok durmamız gereken ve zayıf bırakılan mesele ise şudur; Bir bombardıman yapmak ne kadar doğrudur? Hatta ve hatta asıl soru orada ölenlerin PKK’lı olduğu farz edilse ve bu devlet tarafından kesin olarak bilinse böyle bir Hava Operasyonu ne kadar doğrudur? Eğer bu sorular karşısında “öldürmeli tabi canım” cevabı veriliyorsa, o kişide çözümü gerçekleştirecek meziyetler daha oluşmamıştır. Müslümanın vicdanıysa burada mutlaka devreye girmek zorundadır. Ve bizlerin artık bazı soruları sorabilir hale gelmesi gerekiyor; Oradaki çocuklar öldürülebilen varlıklarsa eğer biz onlara neden insan diyoruz? Eğer onlara insan diyor isek kendimizi nasıl hala insan olarak görüyoruz? Kendimizde insani noksanlar tespit ediyorsak nasıl bir imani ve islami çözüm üreteceğimizi düşünüyoruz? İnsani eksiklikleri gidermeden İslam ışığında adil bir sistemin imarında görev alabileceğimizi mi zannediyoruz? Bir grup teröristin sınırdan içeriye sızma çalışması tespit edilirse eğer, vatandaşına yönelik bir tehlikenin mevcudiyeti söz konusu da değilse o anda, öncelikle yapılması gereken bir bombardıman mıdır? Teslim olmaya davet… Kendilerinin içerisinde bulunduğu tehlikeden haberdar olunmalarını sağlamak… Teslim olurlarsa eğer kendilerine sunulacak hakların tebliği… Bunlar atılmaması gereken adımlar değil herhalde? Bütün bu adımları gerçekleştirdikten sonra tehlikenin

öngörüsü sonucu tabiî ki de nush ile uslanmayanı etmeli tekdir - tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir kaidesi uygulanır. Ama bu kötek bile evvela öldürmeye yönelik değil, daha az zararla canlı ele geçirmeye yönelik bir kötektir. Ama yok eğer bu yapılması gerekenler yapılmıyorsa, devletin yargı organı eğer bu durumda devreye giremiyorsa, o zaman bir devletten değil bir eşkıyadan söz ediyoruz demektir. Devletle eşkıyayı ayıran unsur, yargı sürecidir. Eşkıya yargısız infaz yapar, Devlet infaz yapılacaksa da yargıyla yapar. Tabi yargılamadan da kasıt Kılıç Alile’rin hâkimliği bünyesinde bir yargılama kesinlikle değil. İlkelerinin arasında “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi olmayan bir sistemin yargılamasından adalet beklenemez. Devlet insan için halkı için vardır ve insan devlet için yaşamalıdır. İnsanın ölümünden üzüntü duymayan kişi, başka insanlarında öldürülmesinin mesuliyeti altına girecektir. Bu vebalin karşılığı ise ebedi cehennemdir. Ve biz müslümanlar ise bu sorular üzerine tefekkür etmeli, aksi halde ölüme rıza göstermiş olacağımızdan öldürenden bir farkımızın kalmayacağını artık kabullenmeliyiz. Ve eğer yapılması gerekenleri yapmazsak; söylemlerimizin “Allah nice kazasız belasız Katliamlarda buluşmayı nasip etsin” sözlerinden farkı kalmayacağı aşikârdır. Ya Rabb bizi evvela zulme rıza gösterenlerden ayır, sonra zulme karşı olanlardan eyle…

Nisan ‘12 • 15


PSİKOLOJİ

Aşk-ı Minval PSİKOLOG SALİHA CAN

K

apıdan içeri girdiği gibi ayağa kalkmam bir oldu. Koşar adım yanına gittim ve ellerinden tuttum. Oturmasına yardımcı oldum. Biraz soluklandıktan sonra mahcup bir şekilde “kusura bakmayın, geciktim” dedi. Önemli değil dedim tebessüm ederek ama o tebessümümü görmedi. Doğuştan yüksek oranda görme kaybı vardı. Onun için aydınlık bir camın önündeki karartıdan ibarettim bir de onu tanımak isteyen bir sesten.

16 • Nisan‘12

Genelde görme engellilerin kendilerine has bir neşesi vardır. Gören insanlara kıyasla kalp gözleri daha bir açık olduğundan mı bilinmez tebessümlerinde çok daha cömert ve iletişimlerinde esprilidirler. Ama karşımdaki bu genç kızın yüzü neşe şöyle bir yanda dursun oldukça bulutluydu. Dokunacak bir kelime ile o bulutlar, bir gürültü koparacak ve sağanak bir yağış başlatacaktı hissediyordum. Tedirgindim.


Hayat ya işte görme engelli birbirlerine vefalı bu iki genci kader bir araya getirdiği gibi ayırmıştı da. Hikâyenin diğer kahramanından haberim yoktu ama karşımdaki genç kız oldukça yaralıydı. Onsuz yaşamanın anlamı yok demişti. Rabbi ise “onsuz da yaşatıyorum ama bak seni” diyordu. Rabb kulunu duyuyordu da kul Rabbini duymuyordu.

Seanslardaki girizgâhlar önemlidir gözümde. Muhatabın var olan tüm donanımla etkilenmesi ve güveninin kazanılması gerekir. Çünkü ne kadar güven o kadar paylaşılan bilgi demektir. Ancak bu seansta eksik donanımla çıkmıştım sahneye. Ne jest ne mimik ne tebessüm… Sadece kelimelerim ve sesim. Birde bir fısıltı yüreğimden geçirdiğim “Rabbim ona ulaşmama yardım et” iç sesim… Ortalama 20 dakika sonra kilit cümle geldi; “çok sevdiğim biri vardı… O da beni severdi... İki sene oldu ayrılalı ve ben hala unutamıyorum onu… Onsuz bir hayatın anlamı yok bende” Bu cümleyi duymam ile arkama yaslanmam bir oldu. Hayret dolu gözlerle ona bakıyordum. Şaşkınlığımı belli edecek bir ses ve kelime çıkarmamaya özen gösterdim. Anlamaya çalışıyordum. Görme engelli biri nasıl severdi...

Görsel hiçbir veri yoktu kalbe giren… Tahayyül etmesi güç kabul ediyorum. Ama çok sıcak ve masum gelmişti bu hikâye bana. Kadında dişilik, erkekte güç ve iktidar arka planda. Yani, günümüz gören gözlerin aşkından çok farklı bir minvalde... Bu ilişkide dişiliğin tanımı hoşgörü erkekliğin tanımı ise himaye idi. Zamane aşkların yitirdiği kıymetli kavramlardı bunlar. Hayat ya işte görme engelli birbirlerine vefalı bu iki genci kader bir araya getirdiği gibi ayırmıştı da. Hikâyenin diğer kahramanından haberim yoktu ama karşımdaki genç kız oldukça yaralıydı. Onsuz yaşamanın anlamı yok demişti. Rabbi ise “onsuz da yaşatıyorum ama bak seni” diyordu. Rabb kulunu duyuyordu da kul Rabbini duymuyordu. Bu teşhisim üzerine ruhunun tedavisine

Hikâyesini biraz daha detaylı dinleyince ilk duyduğum anda sığ bakış açısıyla verdiğim reaksiyondan utandım. Görme engelli birinin kalbi bir hissiyatında hayrete düşen bir nefiste aşkı göze ve görselliğe indirgeyen bir zihin gördüm. Kendime kızdım.

devam etmeye karar verdim. Ne kadar ba-

Oysa onun bana anlattığı aşk gözden kalbe değil, kulaktan kalbe hatta kalpten kalbe gidiyordu. İçerisinde biri tarafından anlaşılmış olmanın hazzını barındırıyordu. Belki de kendisi gibi görme engelli birinin sunduğu merhametti onda aşk… Kol kola girmeydi, aynı karanlıkta ürkek adım yürümekti.

Seans bitiminde ona çıkışa kadar eş-

şarılı olabileceğiz bilmiyorum. Ama gözleri görmeyen bu genç kıza esas karanlığı görmeyen bir kalbin vereceğini çok iyi biliyorum. lik ettim. Elinde değneği emin ama yavaş adımlar atarak ilerliyordu. Tebessüm ettim. Yağan yağmurla birlikte “her insan ayrı bir hikâye” diye iç geçirirken biri bana seslendi ve ben de kendi hikâyeme doğru gittim. Nisan ‘12 • 17


İSLAMİ KAVRAMLAR

KİMİN KARŞISINDA OLDUĞUNUN FARKINDA MISIN? HANNE MERYEM

N

amazın en önemli tezahürlerinden birisi, hayata bakan yönünü kavrayabilmektir. Peki, namazın hayata bakan yönü nasıl olmalıdır sorusunu yönelttiğimizde cevap Rabbimizden gelmektedir. “Resulüm, sana vahyedilen kitabı oku/ takip et-izle ve namazı kıl. Muhakkak namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyacaktır. Allah’ı anmak, elbette ibadetlerin en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir”. (29, Ankebut 45) Burada namazın hayata bakan en önemli yanlarından birisi alan günahları engelleyici fonksiyonundan bahsedilmektedir. Namazın Günahları Silici Özelliği Namaz, günahlarımızı siler mi? Eğer hayatımızı, namazdan önceki ve sonraki hayat diye kategorize edersek, namazdan önceki hayatımızda yaptığımız bir takım davranışları ve hataları, namazdan sonraki hayatımızda yapmıyorsak veya yapamıyorsak, işte bu durum, namazın günahları ve hataları silmesidir; çünkü artık namazlı bir hayatımız var ve namazımız o hatalara dönmemize fırsat vermemektedir. “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Muhakkak ki iyilikler kötülükleri ve günahları giderir”. (11, Hud 114) Peki, nasıl oluyor da namaz kötülükleri gideriyor? 18 • Nisan ‘12

“Bir gün Resullullah (sav) yanındakilere:“Ne dersiniz, birinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün o nehirde beş kezyıkansa, bu durum o kişide kir namına bir şey bırakır mı?” diye sordu. Oradakiler:“Hayır, o kişide kir namına bir şey bırakmaz” dediler. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi (sav), “İşte günde kılınan beş vakit namaz da böyledir, Allah onunla hataları siler, buyurdu”[Buhârî, Mevâkît 6] Kısacası, namaz bir nehir gibidir; günah kirlerini temizler. Namaz ve hataların silinmesi bu hadisin anahtar terimleridir. Bu hadiste peygamberimiz (sav), beş vakit namazın maddî ve manevî önemini, bir nehirde her gün beş kez yıkanan birinin durumuna benzeterek anlatıyor Nasıl ki günde beş kez yıkanan birinin üzerinde kir namına bir şey kalmazsa, günde beş vakit namazını düzenli bir şekilde kılan bir kimsenin üzerinde de günah namına bir şey kalmaz. Namazın günahları silmesini, iki açıdan değerlendirmek mümkündür. Birincisi; diğer hadislerde de ifade edildiği gibi, bir namazın bir sonraki namaz arasında işlenen günahların silinmesine sebep olmasıdır.Bir diğer anlamı ise, namaz kılan bir insanın hataya düşmeme konusunda daha hassas davrandığı/davranması gerektiği, böylece dolaylı olarak namazın bu engel olma fonksiyonunun ‘günahları silme’ şeklinde dile getirilmesidir Namazın bu fonksiyonu, âyette namaz fuhşiyattan/her türlü kötülükten alıkor [Ankebut, 29/45] şeklinde ifadesini bul-


Hazret-i Enes (ra) ‘ten rivayetle de: “Rasûlullah Aleyhissalâtü Vesselama ölüm geldiği vakit, can çekişirken yaptığı vasiyetin hepsi: “Namaz(ı ihmal etmeyin) ve sağ ellerinizin sahip oldukları (nın yani kölelerinizin hukukuna riayet edin!) demek olmuştur.”

muştur. Gerçekten de günde beş kez kimin karşısında olduğunu bilerek namaz kılan müminler, günün geri kalanında da daha uyanık olup, kötülüklerden ve günahlardan uzak durmaya çalışırlar. Peygamberimiz (sav)in Namazı Mirac’da beş vakit namazın farz kılınmasından itibaren peygamberimiz(sav) ömürlerinin sonuna kadar namazı hiç terk etmemişlerdir. Vefatlarına yakın hasta olduklarında, Hz Ali (ra) ve Hz Abbas (ra) ‘nın koltuğuna girerek cemaate devam etmiş, ashabına ve ümmetine namazın ehemmiyetini, devam lüzumunu ve şiddetli hastalık halinde bile hiçbir suretle asla terki câiz olmayacağını fiilen talim ve irşat buyurmuşlardır. Hz. Aişe (r.a) anlatıyor: Rasulullah bizimle konuşur, biz de onunla konuşurduk. Ama namaz vakti gelince sanki bizi tanımıyor gibi bir hale gelir, bütün varlığıyla Allah’a yönelirdi. (Fezail-i A’mal s. 303) Yine Hz. Aişe’den rivayetle, Peygamberimiz(sav), geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar uzun müddet teheccüde devam ederlerdi. Durumdan müteessir olan muhterem zevcesi: “Ey Allah’ın resûlü, geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde niçin böyle yapıyorsun?” diye sorunca:”Ey Âişe! Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı?” karşılığını vermiştir. (Buhari, Teheccüd, 6)” Hazret-i Enes (ra) ‘ten rivayetle de: “Rasûlullah Aleyhissalâtü Vesselama ölüm gel-

diği vakit, can çekişirken yaptığı vasiyetin hepsi: “Namaz(ı ihmal etmeyin) ve sağ ellerinizin sahip oldukları (nın yani kölelerinizin hukukuna riayet edin!) demek olmuştur.” (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 338) Müslümanlar kendilerine farz olan beş vakit namazı kılarlardı, halbuki Rasûl-i Ekrem fazla olarak kuşluk, işrak, teheccüd gibi nâfile namazlar da kılardı. Bütün müslümanlar her gün üzerlerine farz olan on yedi rek’at farz namazı kılarlarken, Rasûlullâh(sav) geceli gündüzlü günde farz ve nâfile olarak 50-60 rek’at namaz kılardı. Bu namazlarda Allâh’a muhabbet manası Rasûlullâh’ın kalbindeki her şeyden ve her manadan daha üstündü. Rükûu uzatırdı, o derece ki uzaktan bakan onu secdeye kapanmayı unuttu zannederdi. Vahyin başlangıcından itibaren namazını Beytullah’ın avlusunda kendisine düşman olan, insafsızca eza ve cefâ eden müşriklerin gözünün önünde kılardı. Namazda iken müşriklerden bazıları üzerine hücum etmişti de onlardan korkup da namazını bile bırakmamıştı. Savaş esnasında iki tarafın kuvvetleri karşılaşıp da kılıç seslerinin şakırdadığı, mızrakların vızıldadığı, kalplerin hızla çarptığı bir zamanda dahî namaz vakti geldiğinde, namazı kılmak için müslümanlar saf saf olurlar, önde Peygamberleri imam olurdu. Rasûlullâh(sav)’in Allâh’ın huzûruna durma iştiyâkı o kadar yüksekti ki savaşlarda sâdece Nisan ‘12 • 19


farz namazları kılmakla yetinmez, geceleri sa- ramaz” dedim. Bu ikazım üzerine oradakiler: bahlara kadar namazına devam ederdi. Nite- “Ey Mü’minlerin Emîri Namaz! Namaz kılındı!” kim Ali (ra) Bedir Gazvesi’ni anlatırken şöyle dediler. Hemen uyandı ve: “Öyle mi? Vallahi demektedir: “Bedir günü aramızda Mikdâd’dan namazı terk edenin İslam’dan payı yoktur” başka süvâri yoktu. İyi biliyorum, o zaman Allâh dedi. Kalktı, yarasından kan fışkıra fışkıra naRasûlü hâric hepimiz uyumuştuk. Rasûl-i Ekrem maz kıldı. (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, I, 295; (sav) ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz İbn-i Sa’d, III, 35) İbn-i İshak da şunları nakleder: “Hiçbir kılıp ağlamıştı.” düşman savaşlarda Rasûlullâh Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in köEfendimiz’in ashâbına karşı üstün tülüklerden ve çirkinliklerden koru“Ey örtünen gelemiyordu. Aynı şekilde müslüyacağını ve daha önce işlenmiş gü(Peygamber!) manlara yenilen Hırakl, askerlerine nahlara kefâret olacağını bildirdiği Gecenin birazı hiddetle: “Yazıklar olsun size! Şu namazı O’nun kıldığı şekilde ve o hariç olmak üzere savaştığınız kavim nasıl insanlardır? şuur içerisinde kılmak gerekmektegeceleyin kalk Onlar da sizin gibi beşer değiller dir. Aksi takdirde en mühim fayda(namaz kıl). Gecenin mi?” diye sordu. “Evet” dediler. ları ihtivâ eden namaz hayâtımızda yarısında kalk, “Peki siz mi çoksunuz yoksa onlar hiçbir değişikliğe sebep olamaz ve yahut yarısından mı?” “Evet Efendim biz her hususbiz içinde bulunduğumuz günah biraz eksilt. Veya ta onlardan kat kat üstünüz.” “O bataklıkları ve çirkinlikler içerisinde bunu artır ve yavaş halde size ne oluyor ki onlarla her ebedî hüsrâna doğru yüzüp gideriz. yavaş güzel güzel karşılaştığınızda hezîmete uğruİnsanların en hayırlısının ömrü tertil ile Kur’ân yorsunuz?” diye sorduğunda Rum uzun ve ameli güzel olan kimse oloku. Çünkü biz, büyüklerinden bir bilge ihtiyar şu duğunu bildiren Allâh Rasûlü (sav), senin üzerine tespitlerde bulunur: “Çünkü onkısacık dünyâ hayâtında kalbini ağır, (sorumluluk lar, geceleri kıyâmda ibâdetle bütünüyle Allâh’a vererek olabilgerektiren) bir söz geçiriyorlar, gündüzleri oruç diğince çok namaz kılmaya çalışindireceğiz. Çünkü tutuyorlar, ahdlerini yerine getimıştı. Namaz için her fırsatı değergece kalkışı hem riyorlar, iyiliği emredip kötülüklendirmiş, bir şey kendisini üzecek daha etkili, hem ten sakındırıyorlar ve aralarında olsa hemen namaza koşmuştu. de söz bakımından herşeylerini paylaşıyorlar. Ve bir (EbûDâvûd, Salât, 312) Düşünüdaha sağlamdır. de şunun için yeniliyoruz ki; biz içki yor muyuz hiç, biz sıkıntı anımızda Çünkü gündüz içiyor, zinâ yapıyor, haramlar içinde neye veya kime koşuyoruz? senin için uzun bir yüzüyor, ahdimizi bozuyor, gasb meşguliyet vardır.” ediyor ve zulümde bulunuyoruz. Sahabe’nin Namazı (el-Müzzemmil/73, 1-7) Allâh’ın gazabını celbedecek şeyleri Misver bin Mahreme (ra) emredip, râzı olduğu şeyleri yasakashâbın namaza atfettikleri ehemlıyoruz ve yeryüzünde fesâd çıkarıyoruz.” Bu cemiyeti gösteren bir ibretli hâdiseyi şöyle anlatıvap üzerine Hirakl: “Sen gerçekten doğruyu söyyor: Ömer bin Hattab radıyallâhuanh hançerlenledin” dedi.” (İbn-i Asâkîr, TârîhuDımeşk, II, 97) diğinde, zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdiğimde üstüne bir örtü Gecelerin İhyası: Namaz örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyorGece ibâdeti, insanın gündüz hayâtının beredu. Yanındakilere: “Kendisini nasıl buluyorsunuz?” diye sordum. “Gördüğün gibi (baygın)” ketli ve feyizli geçmesinin temel şartıdır. Gündüz dediler. “Namaza çağırdınız mı? Eğer yaşıyorsa yapacağı işlerin ve hizmetlerin semereli olabilonu namazdan başka bir şey korkutup uyandı- mesi teheccüd vaktinde kalbin doldurulmasına

20 • Nisan‘12


bağlıdır. Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e emrederken şöyle buyurmaktadır: “Ey örtünen (Peygamber!) Gecenin birazı hariç olmak üzere geceleyin kalk (namaz kıl). Gecenin yarısında kalk, yahut yarısından biraz eksilt. Veya bunu artır ve yavaş yavaş güzel güzel tertil ile Kur’ân oku. Çünkü biz, senin üzerine ağır, (sorumluluk gerektiren) bir söz indireceğiz. Çünkü gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz senin için uzun bir meşguliyet vardır.” (el-Müzzemmil/73, 1-7) Uzun geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve hakîkaten teheccüde kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Biriniz uyuyunca ensesine şeytan üç düğüm atar. Her düğümü atarken, düğüm yerine eliyle vurarak ‘üzerine uzun bir gece olsun, yat, uyu’ der. Adam uyanır ve Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür, abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür, namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir halet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve uyuşuk bir halde sabahlar.” (Buhari, Teheccüd 12, Bed’u’l-Halk 11; Muslim, Musafirin 207) Teheccüd namazı ve geceleri ihyâ etmenin maddî ve mânevî faydasını dost düşman herkes kabul etmiş ve itirâfta bulunmuştur. Bir Zırh Olarak Namaz İşte peygamberimiz (sav) in ve ashabın namazı bu şekildedir. Hayatımızın inşasında namazı çok önemli bir unsur olarak öne çıkardığımız takdirde, hayatımıza olan etkilerini ve sonuçlarını görmek mümkündür. Bir insanın hayatını namaz inşa ederse, ortaya böyle bir mümin tipi çıkar: “Mallarından, isteyene ve mahrum kalmışa hak tanırlar, Ceza ve hesap gününün doğruluğuna inanırlar, Rablerinin azabından korkarlar, Namuslarını korurlar, Emanetlerine ve sözlerine riayet ederler, Şahitliklerini dosdoğru yaparlar,

Namazlarını korurlar, İşte bunlar, Cennetlerde ağırlanacak olanlardır” (70, Meariç 24-35) Peki ya bizler, iki dünyada da kurtarıcı ve koruyucu olan bir namaza ne hakla “kılalım da kurtulalım, üzerimizde yüktü, attık ve kurtulduk” diyebiliriz. Yükü atıp, kurtulmak terk etmektir. Namazı terk edenlerin akıbetleriortadadır. Zırha sarılırsak bizi koruyacaktır, bir kenara atılan zırh, bizi nasıl korusun? “İman edip, iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (2, Bakara 16) İşte namazı hakkıyla ikame eden müminler, ömürleri boyunca en büyük korumanın altında, yani rabbimizin koruması altında olacaklardır. Bu da hem bu dünya hem de ahiret mutluluğuna giden yoldur. Mutlu olmak mı istiyoruz? Sıkıntılarımızdan kurtulmak mı istiyoruz? İçimiz daraldığında, yanımızda biri olsun, bizi korusun kollasın, yardımcı olsun mu istiyoruz? Unutmayalım, Rabbimiz bize bir namaz kadar yakın. Önemli olan biz O’na ne kadar yakınız? Yani namazı hakkıyla kılanlardan mıyız? Kısacası namaz kılarken kimin karşısında olduğumuzun farkında mıyız? KAYNAKÇA • Peygamberimiz(sav)in Namazı • “Peygamberimiz(sav)in Hadislerinde Namazın Önemi”, Ahmet Ünal • “Namaz, Bir Nehir Gibidir, Günah Kirlerini Temizler”, Doç. Drç Cemal Ağırman • http://www.namazzamani.net/turkce/nafile_namazlar.htm • “Namazın İnşası”, Ömer Naci Yılmaz

Nisan ‘12 • 21


Tüm eğitim-öğretim hayatınızı göz önüne aldığınızda, Türkiye’deki eğitim sisteminin daha iyi bir noktaya geldiğini söyleyebilir misiniz? Eğer sistemde bir takım değişiklikler yapma hakkınız olsaydı, müfredatta veya uygulamada neleri değiştirmek isterdiniz? ŞEYMA AKSU (19) Türkiye’deki eğitim sisteminin iyi bir noktaya geldiğini düşünmüyorum Bilakis tam tersi duruma doğru ilerliyor özellikle dershanelerin sayısının git gide artışı ve tamamen ticari amaçlara dayandırılması. Öğrencilere okullarda yeterli eğitim verilmiyormuş gibi bir izlenimin oluşumu (çok iyi bir eğitim verdiği düşünülemez ama) ve artık bir lise öğrencisi kendisini tamamen üniversite sınavlarına odaklayarak lise hayatını sürdürmekle beraber bu sistem sosyal hayatı kısıtlamakta bireyleri tek kalıp üzerine dökmeye çalışmaktadır. Eğer elimde bir şey yapma hakkı olsaydı elbette insanları elemek acısından bir sınava tabı tutardım ama müfredatta düzenli kitap okuma ve sosyal kulüplere de düşünüyorum. MERYEM KARAPINAR (23) Türkiye’deki eğitim sistemi dün de bugün de iyi bir noktaya gelmekten çok uzak. 22 • Nisan‘12

Eğitim hayatımın 16. yılındayım ve geriye dönüp baktığımda maalesef bugünden daha parlak bir tablo görüyorum. Ödevleri Google yerine Bratinnaca’ya danışarak yapardık ama araştırmaya teşvik açısından bunların bize daha çok şey kazandırdığı kesindi. Özellikle eğitimi geliştirmek adı altında sunulan akıllı tahta, tablet kullanımı gibi uygulamaları anlamsız buluyorum, içerikten ziyade bir şekilciliğe takılmış gidiliyor… İnsanların yeteneklerini ortaya çıkaracak, üretkenliklerini arttıracak, doğayı tanımasını sağlayacak derslerle dolu bir müfredat oluşturmak isterdim elimde olsa. Herkes türev integral bilmek zorunda değil, ama herkes yıldızlara bakarak yolunu nasıl bulacağını bilse fena olmazdı :] SEVDE ALTUĞ (26) Eğitim sistemi 4+4+4 ile daha iyi olacaktır inşallah. Sistemde değişebilecek şeyler ise tarih müfredat yenilenmeli, malum


kemalizm üzerine düzenlenmiş her şey. Test sistemi de kesinlikle kalkmalı, çünkü bu durum sözlü yazılı ifade gücünü köreltiyor ve manipüle ediliyoruz. Birileri bizim yerimize düşünüyor, biz sadece sınırlı seçeneklerle seçiyoruz. İlkokuldan sonra daha opsiyonel bir eğitim sunulmalı. Birde sanat ve spor okulları, akademileri yaygınlaştırılmalı, küçük yaşta kabiliyeti olan öğrenciler bu kurumlara yönlendirilmeli. SÜMEYYE SENA ERYİĞİT (22) Söyleyemem. Öncelikle çocuklar el yazısıyla yazmasın, çocuklara saçma sapan projeler verilmesin (velilerin yaptığı çocuğun izlediği). Liselerde dersler seçmeli olsun. Üniversiteler kendi sınavını kendi yapsın. YÖK de kalksa fena olmaz. CEYDA TUNÇBİLEK (20) Şahsım adına eğitim sistemimizin gittikçe kötüleştiğini ve daha da kötüleşeceğini dü-

şünüyorum. Biz ilkokul okurken, lise okurken bir şeyler öğrenirdik hiç olmazsa. Mesela müfredat değiştiğinden beri bakıyorum da artık sorular baloncuklar ve şekillerden ibaret… Asıl esas konular anlatılmıyor. Sonra öğrenci üniversiteye gelince tırmalayacak kesin... Ve tabii ki ve bence en önemlisi Türkiye’nin eğitim sisteminde nedense yıllardır aşılamayan bir yabancı dil sorunu var. Hem üniversiteye kadar İngilizce adına hiç bir şey öğretilmiyor, hem de üstelik Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde öğretim yabancı dil. Hazırlık denen zımbırtı için koca yılımız gidiyor lakin yine de hala bir dilin üstesinden gelemiyoruz. Oysaki zor olduğu iddia edilen Türkçe dilini yabancı bir vatandaş gelip Türkiye’deki kaliteli bir kursta 3-5 ay gibi kısa bir sürede ana dili gibi öğrenebiliyor. Madem öğrenilebiliyor biz neden yıllardır tırmalıyoruz? Büyük uğraş ve hayallerle girdiğimiz üniversitelerde zavallı

biz öğrenciler ne yabancı dili ne de öğretilen dersi öğrenebiliyoruz. Bu ezberci eğitim değil de nedir? Bu Türkiye’yi içten çökerten en büyük unsur değil de nedir? Kaldı ki dünyanın başka hiç bir ülkesi yoktur ki yabancı dille eğitim öğretim yapsın… Merak ettiğim; biz mi çok akıllıyız da kalan milletler işi bilmiyor, yok değilse eğitim diye bize işlenen bu bilinmezliğin sebebi nedir merak ediyorum... ELİF KAPLANOĞLU (21) Ortaöğretim daha çok sınav odaklı, strateji ağırlıklı gidiyor. Sınav sistemini göz önüne aldığımızda böyle olması çok olağan. Üniversite eğitiminin liseden yoğun çalışmaya alışmış insanların kapasitesini tam kullanabilecek şekilde verilmediğini düşünüyorum. En azından benim için öyle oldu:) Bir de İngilizce sorunu var tabii, gramer odaklı eğitimden konuşma ve yazma odaklı olana geçilmeli diye düşünüyorum. Nisan ‘12 • 23


ARAŞTIRMA

ABDULLAH ÖMER ÇELİKBİLEK

D

ünyanın birçok belki de tamamına yakın ülkesinde mutlaka bir istihbarat birimi bulunur. Hatta bu kimi zaman bir şirket veya bir lobide de olabiliyor; yani bir lobi çıkarı doğrultusunda istihbari bilgi adına legal veya illegal birim kurabilmektedir. İstihbarat birimlerinin işlevleri farklı yönetim ve stratejik yöntemlere göre farklılık gösterir. Bu birimlerin amacı genel hatları itibariyle; ülkelerin iç ve dış tehditlerini öğrenmeye çalışıp, bu bilgileri edindiğinde ise idari makamlara rapor sunulması, akabinde bu olaylara tam zamanında müdahale olunması veyahut bu bilgilere göre bir strateji oluşturulmasıdır. Bu kısa istihbaratın işlevi bilgisinden sonra, gelelim belki de en önemli noktalardan birisi olan; istihbarat elemanlarına…

24 • Nisan‘12

İstihbari faaliyetler çok riskli ama aynı zamanda bir o kadarda getirisi çok yüksek olan bir görevdir. Bu konuda istihbarat elemanları çok iyi bir eğitimden geçmiş, donanımlı ve birtakım meziyetlere sahip olması gerekmektedir. Bilgi edinme organları(istihbarat servisleri) ve istihbarat elemanları arasındaki savaşlar hiç bir zaman siyah veya beyaz bir bölgede olmamış, istihbarat servisleri ve elemanları her daim gri bir bölgede cambazlık yaparmışçasına görevlerini sürdürmüşlerdir. Ayrıca birimler arasındaki bilgi edinme rekabetleri de çok yoğun olmaktadır. Örnek olarak, özellikle soğuk savaş döneminde ABD ve Rusya arasındaki istihbarat savaşı çok şiddetli bir şekilde görülmüş ve kimi zaman bu iki devletin ajanları çok sıcak sürtüşmeler-

de ve yakın temaslarda bulunmuşlardır. Ayrıca eklemekte fayda var; ajan dendiğinde, sadece gizli, birçok kimliği olan, her ülkede evi, arabası ve birçok cephaneye sahip, son teknolojik cihazları kullanan hatta ve hatta görünmez özellikte bir arabaya binen yakışıklı kimseler akla gelmemelidir. Bu özellikler herkesin aklına 007 James Bond’u getiriyor fakat maalesef realite bu doğrultuda değil. Bu özelliklere sahip kişiler sadece abartılı Hollywood filmlerinde vardır. Meraklılarına iyi seyirler diliyoruz. İstihbarat birimleri içerisinde, kapalı istihbarattan daha önemli bir yere sahip olan açık istihbarat alanı vardır. Medyayı; yazılı ve görsel olarak kullanarak hatta son yıllarda en çok internet üzerinden birçok açık istihbarat alınmakta ve kullanılmakta. Tabi kimi zaman bu yöntemlerle toplumları kışkırtma girişimleri de olabiliyor. Bu tarz Hollywood filmleri ise açık istihbaratın alt birimi olan; “Gücün Propagandası” bağlamında değerlendirilebilir. Son günlerde Türkiye’nin gündeminde çokça duyduğumuz Stratfor belgeleri de bu konuya çok iyi bir emsal teşkil ediyor. Manipülasyona açık birçok belge şuan Türkiye’nin çeşitli yazılı ve görsel medyasında piyasaya aktarılmakta. Ve kaynağı bilinmeyen sanki akıllara “bilinçli” bir şekilde düzenlenmiş dedirten bu bilgiler halkı


etkilemekte ve korkutmaktadır. Bunu isteyen güç odakları, ülkelerin iç dinamiklerini bozarak, bir güvensizlik ve istikrarsızlık ortamı yaratmaya çalışıyor. Ve dikkat ederseniz bunlar tamda Türkiye’nin bölgede aktif siyaseti ve sıcak Suriye gündemi esnasında olmaktadır. Bu oyunlara gelinmemeli ve tedbirler alınarak bu “istihbari saldırı” önlenmelidir. Ve şunu unutmamak gerekir ki, gelişmekte olan ve dünyada görüşleri merak edilen ne en azından saygıyla dinlenen ülkelerin her zaman bu manipülasyon senaryolarına düşmeleri kaçınılmazdır. Mühim olan bu tehlikeleri görüp yerinde ve stratejik müdahalelerde bulunmaktır. Ve bu düşünce kuruluşları da hafife alınmamalı dikkatli izlenmeli ve iyi gözlemlenmelidir. Ayrıca, bu belgeleri sadece bir haber niteliğindeymiş gibi göstermeye çalışan medya mensuplarının da aslında –bilinçli veya bilinçsiz- neye hizmet ettikleri açıkça anlaşılıyor. Ülkelerin düştüğü gizlilik adına yapılan çok büyük hatalara bir örnek verecek olursak; hepimizin bildiği gibi çok yakınımızda ve yakın tarihimizde görülen, aslında ilk etapta doğruymuş gibi gösterilmeye çalışılan ve kirli bir amaçla kurulan, birçok zararı bünyesinde barındıran, faili meçhul cinayetlere yol açan kanlı bir örgüt olan JİTEM… Kürt meselesinde kendine inisiyatif almaya yeltenen, siya-

İstihbari faaliyetler çok riskli ama aynı zamanda bir o kadarda getirisi çok yüksek olan bir görevdir. Bu konuda istihbarat elemanları çok iyi bir eğitimden geçmiş, donanımlı ve birtakım meziyetlere sahip olması gerekmektedir. Bilgi edinme organları(istihbarat servisleri) ve istihbarat elemanları arasındaki savaşlar hiç bir zaman siyah veya beyaz bir bölgede olmamış, istihbarat servisleri ve elemanları her daim gri bir bölgede cambazlık yaparmışçasına görevlerini sürdürmüşlerdir. Ayrıca birimler arasındaki bilgi edinme rekabetleri de çok yoğun olmaktadır. set kurumunu geri plana atıp kendi kendine operasyona kalkışan bir oluşum. Bugün bu örgütün birçok kirli ve pis işi ortaya çıkmış olsa da işlenmiş olan faili meçhul cinayetler hala çözülmemekle birlikte gündemdeki yerini korumakta. Ne yazık ki devletler, bu gibi durumlarda içindeki pislikleri dışarı atmakta, tasfiye etmekte zorlanmışlardır. Ve bu da ülkelere çok ağır bedeller ödetmiş, halada ödetmeye devam etmekte. Ama eğer samimi bir şekilde bu gibi durumlardan ders çıkarılıp yaraları sarmaya çalışmak birtakım şeyleri geri getirmese bile, en azından samimi olarak çözüm aramak en

önemli hadise olmalıdır. Bilindiği gibi Peygamberimiz (s.a.v) Ebu Bekir (r.a)’le beraber hicret ederken öncelikle sevr mağarasına saklanmışlardır. Bu hadiseyi birde şu yönüyle okuyalım; Kureyşliler Peygamber efendimizi öldürmek için plan yapmışlar ve bunun için her kabilenin en güçlü gencini toplayıp Peygamberimize, suikaste göndermişlerdir. Fakat Cebrail (a.s) Kureyşliler’in Peygamberimizi öldürecekleri bilgisini önceden haber vermiştir. Suikast haberini alan Peygamber efendimiz doğruca Ebubekir’in (r.a) yanına giderek beraber hicret için bir plan yapmışlardır. Plana göre sevr dağındaki bir mağarada kalacaklardı. Hazırlanıp yola çıkarken yanlarına Ebubekir’in (r.a) oğlu Abdullah’ı da aldılar. Ayrıca, Ebu Bekir (r.a)nın azad ettiği kölesi olan çoban Amir ibn Fuheyre’de sürüsüyle onların izlerini kapatmak için takip edecekti. Mağaraya varNisan ‘12 • 25


yönünü

söylememesi

sanki

arap kabillerin üzerine harekât düzenleyecekmiş gibi izlenim vermesi ve ordunun Mekke’ye hareket edeceğini sezen birinin Mekke’ye haber yollama teşebbüsünü önlemesi o güzel örnekliğin istihbarata ne kadar önem verdiğinin göstergeleri arasındadır.

Bu olaylardan çıkarmamız ve yorumlamamız gereken ders şudur; Planları, İslam’a zarar vermek olan kâfirlerin, bu planlarını öğrenmek onlar hakkında bilgi (istihbarat) toplamak ve buna göre strateji geliştirmek bizim için elzem bir şeydir. Bizim zayıf olduğumuz veyahut göz ardı ettiğimiz bu alanda artık daha çok fikir yürütmeli, kapsamlı araştırmalar yapılmalı ve yol haritaları çizilmeliyiz. Ve artık bu alanda biraz daha gayret göstermeliyiz. dıklarında Ebu Bekir (r.a) oğlu Abdullah’ı eve geri göndermiş ve ona, ertesi gün Peygamberin yokluğu fark edilince Mekke’de neler konuşulduğunu dinlemesini ve ertesi gece haber (istihbarat) getirmesini söylemiştir. Amir ibn Fuheyre ise sürüsünü akşamları Mekke ile Sevr arasında Abdullah’ın izlerini kapatmak için dolaştıracaktı. Ve bu iki görev adamı olan Abdullah ve Amir görevlerini başarıyla yerine getirmişlerdi. Rasulullah’ın aldığı istihbaratı nasıl değerlendirdiğini ve onun üzerine Medine istikametine değil de Yemen istikameti26 • Nisan‘12

ne hareket etmesi ve oradaki Sevr Mağarasında saklanması ve oradan da elde ettiği istihbari bilgiler sonucunda ayrılarak Medine’ye hareket etmesi; biz Allah’ı ve Ahiret’i umanlar için en güzel örneklik olanın tatbikatıdır ve sünnetidir. Ve önemli bir insani unsurdur. Aynı zamanda Rasulullah’ın Medine’ye Hicretinden sonra Mekke’den gelenlerden veyahut oradan geçenlerden aldığı istihbari bilgiler Mekke’nin Fethine kadar sürmüştür. Ve yine Mekke’nin fethinde diğer seferlerde olduğu gibi ciddi bir istihbari savunma yapması orduyu toplayıp kimseye harekâtın

Bu olaylardan çıkarmamız ve

yorumlamamız

gereken

ders şudur; Planları, İslam’a zarar vermek olan kâfirlerin, bu planlarını öğrenmek onlar hakkında bilgi(istihbarat) toplamak ve buna göre strateji geliştirmek bizim için elzem bir şeydir. Bizim zayıf olduğumuz veyahut göz ardı ettiğimiz bu alanda artık daha çok fikir yürütmeli, kapsamlı araştırmalar yapılmalı ve yol haritaları çizilmeliyiz. Ve artık bu alanda biraz daha gayret göstermeliyiz. Bu görevleri yerine getiren Müslümanların da, görevlerini yalnızca Allah’ın rızası için yapmaları (ki bu çok önemli) ve mehcur bırakılan bu alanla ilgilenmeleri önemli bir ecirle karşılık bulacaktır. Ve kimse unutmamalıdır ki, “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır” (Enfal 30)...


KARİKATÜR ANALİZİ

SÛDE KARAMANOĞLU

PENGUEN Kimilerine göre biz insanları hayvan türünden ayıran düşünme kabiliyetimizdir, kimilerine göre iman edebiliyor olmamız, kimisine göre de başka bir özellik belki. Ne kadar düşünceli olduğumuz ve ne derece iman ettiğimiz tartışılık ama neticede şöyle baktığımızda bir fark; ciddi bir fark mevcut hayvanlarla aramızda. Menfi yönde olduğu görülmemiş değil tabii bu farkın. Bir insana tercih edilebiliyor kimi zaman ‘akıl’sız bulduğumuz bir hayvan. Bu kısma dokunmayalım şimdilik. Genel olarak düşünebilme yetimiz var, buna bağlı olarak irademiz de mevcut. Hatta çoğu zaman ‘hayli’ gelişkin bir iradedir bu. Daha doğrusu çoğunlukla biz sonsuz bir irademiz olduğunu zannediyoruz. Hâlbuki oldukça aciziz olaylar karşısında. Burada Allah (c.c.) huzurundaki aczimizi kastetmiyorum. Bu acınası bir acziyet. Bir kıyafete bakıyor sürülerin parçası olmak, bir kelimeye, bir davranışa bakıyor. Kendi öz irademizle yaptığımız çok basit görünen bir harekete.

HEYKEL Öyle büyüleniyoruz ki ‘dünya’yla. Duranların, gidenlerin, olanların yanlış veya doğruluğuna bakmadan öyle sıkı sarılıyoruz ki. Bir televizyon değil bizi büyüleyen. İnsandan gelen en ufak şeye, üzerinde hiç düşünmeden kabullendiğimiz en ufak harekete dahi bilinçsizce bazen, ki çok daha kötü, bütün bilincimizle kapılıyoruz ve sonra o akıntıdan, o bataklıktan kurtulmak hiç kolay olmuyor. Bataklıktan hoşlanır oluyoruz. Ya da kötü şartlara bahane ürete ürete dert bırakmıyoruz etrafta. Bir gün aniden alevleniyoruz, kızıyoruz. Olmaz böyle diyoruz. Ama bakıyoruz ki ‘o’nsuz yapamaz olmuşuz. Onsuz olamaz olmuşuz. Ne yaparsın. Alışmış kudurmuştan beterdir. Biraz kudursak iyi olacak sanırım.

Nisan ‘12 • 27


Objektifime Takılanlar RÜVEYDA ÇİÇEK

28 • Nisan‘12


Nisan ‘12 • 29


DENEME

Cihad SENA ÖZKAN

S

on baharın getirdiği serinliği hissetmeye başlamıştı yüreğinde. Daha henüz on yedisindeydi yaş sınırı, ne eksisi ne de bir fazlası tamı tamına on yediydi. İçindeki hüznün aksine ismi ferahlık sağlıyordu muhatapları için, cihad idi o. Annesinin gözünden sakındığı biricik oğlu Cihad’dı. Babasını Allah yolunda kayıp etmiş, bir yürekti o. Fasık bir topluluğun üzerine yeşeren bir tohumdu aslında. Okuyordu, ama okulda değildi. Cihad, savaşı yaşıyordu, en tatlı zamanlarında. Doğru ya söylemedik, Cihad Filistin’in Cihadıydı. Herkesin ismini anarken şakaklarında acıyı en ince ayrıntısına kadar yaşadığı kişiydi o. Günlerden Cuma, sıcağın en çok yaşandığı saatlerinde, sisli gözlere muhatap bir çehre belirdi. -Ooo.. Aslanım selamun aleykum. Bembeyaz dişleri birden parıldadı muhatabına karşı.. Cihad; -Ve aleykum selam ve rahmetullahi ve berakatühü abi. -Cuma ya mı cihad? -Evet abi, eşlik etsene bana? Gayet mutmainleşen çehresini, güneş gibi yaydı. -Ooo.. Süper olur abicim. Beraberce yürümekte oldular birden farkına varılacak durumda bir kalabalık gözlerde görünür oldu. İlahi davete yol alıyordu her yürek, usulca caminin kapısına adımlar ritim tutar

30 • Nisan ‘12

oldu.. “Allahu ekber, Allahu ekber!” Siren sesleri duyulur oldu, caminin yollarında. Kuru bir gürültüydü bu duyulan aslında. Kimsenin anlam veremediği kadar haşin ve elem doluydu. Neye uğradığını şaşıran kalpler, hızla caminin kapısında hareketsizce duraksadılar. Cihad: “Bunlarda nesi?” diye düşündü. Sersemce etrafa emin olmak edasıyla gözlerini gezdirdi. “Bilemeyeceğim abi”. Cuma vakti bizi alıkoyan, onları ise kızdıran neydi? -İmanımız cihad, imanımız. Yılmayan sabrımız, dinmeyen aşkımız. -Haklısın abi, böyle olmayacak elbet. Caminin önüne araba park etmekte nesi? Kim bunlar, kim? -Sence? -….? Cihad birden düşüncesiyle buluştu, öylece bu adamlara boyun eğmek olması aklında yer bile alamazdı. Kimse onları böylece etkisiz bırakamazdı, hele yürekte olan imanına mı? Nefsi daraldı aniden göğsü burkuldu. O bunları öğrenmemişti, ne annesinden, ne de babasının şehit olduğu dinde böylesi bir saçma pes anlayışı bulunamazdı ya. Olanca gücüyle elini havaya kaldırıp sağ elini havaya kaldırıp sağ elinin işaret ve orta parmağını kaldırıp, sesini halkına duyurdu. “Allahu ekber” Hızlıca tepeye doğru koştu, biliyordu imanlı kalpler bu davranışın ne


Filistin inliyordu “Yıkılmayacak iman, bitmeyecek bu sevda”. Sırası gelen orta yaşlı adamlar ellerindeki odunlarla belirdi, eskimiş suratların namlusunun hedefi olmayı canı gönülle isteyerek. Odunların sesi bir başka güzel geliyordu kulağa. “La ilahe illallah”, çekil karşımdan mel’un şeytanın adamı yenileniyordu her bir saniye yıkıyordu Filistin’in dinmeyen ‘Allah sevgisi’ her defasında tap taze kalıyordu Allah’a olan mücadeleci kalpleri.Teknolojinin en üst kademesi olan silahlara, bombalara değin…

anlamına geldiğini. Onlarda bir önder bekliyordu, işte cihad. CİHAD için önder olmuştu. Aynı babası Muhammed Efendi gibi. Orada olan tüm gençler Cihad’ın peşi sıra takibe koyulmayı bir borç bildiler. Kirli çehrelerin anlamsız bakışlarına aldırış etmeksizin. -Bunlar ahmak, bunlar aptal neyi düşünür saçma benlikleri? Bize mi asi gelmeyi planlayacaklar, yoksa taşlar mermilerle mi he? Yanındaki adamlar tasdik edercesine başlarını sallamışlardı. Cihad gençleri yanında bulunca haykırdı ‘Hakk, hakk’ ellerine topladıkları taşları tişörtlerine doldurup her biri bir kayanın arkasında kendini buldu. Yaşlı gözler onlara bakıyor ‘sıra bizde’ dercesine kaş göz işaretleriyle anlaşmışçasına her biri usulca ayrıldı, fasık çehrelerin karşısından. Anlamsızca izlemeye koyuldu camiyi gasp eden ahmaklar. Pişkin sırıtmalarından bir benzerini daha suratlarında, “ahh pardon, olmayan suratlarında” gösteriyorlardı. Cihad geriye doğru baktı, herkesin yürekleri inip inip çıkıyordu. Tabirince “ALLAH” diye haykırıyordu. Bu fasıklara, şu yürekler kadar cesaret olmadığını göstermenin vakti olduğunu hissetti, elini havaya hizaladı, bir an kalbini yokladı, acaba hala orada mıydı kalbi? Evet, evet oradaydı ama durmadan hızla atıyordu dayanamıyordu bu gaspa.. İşte tam vakti! Cihad’ın sesi ta derinlerden geliyor, yürekleri haykıran sahipliyi

dışa vuruyordu, bir nida… ‘Allahu ekber’. Taşlar bir bir iniyordu, imansızların mekânına. Kalpleri yanıyordu camilerine olan bu gasptan ya taşlar camiye isabet ederse ne olurdu? Yürekleri dayanamazdı. Fasık topluluğu hafife aldığı bu imanlı yüreklere zulüm vaktinin geldiğini algılayarak, ellerini silahlarıyla buluşturmayı yeğlediler. Mermilerin olanca sesi, taşların ‘Allahu ekber’ nidasıyla hışımı çarpışıyor. Filistin inliyordu “Yıkılmayacak iman, bitmeyecek bu sevda”. Sırası gelen orta yaşlı adamlar ellerindeki odunlarla belirdi, eskimiş suratların namlusunun hedefi olmayı canı gönülle isteyerek. Odunların sesi bir başka güzel geliyordu kulağa. “La ilahe illallah”, çekil karşımdan mel’un şeytanın adamı yenileniyordu her bir saniye yıkıyordu Filistin’in dinmeyen ‘Allah sevgisi’ her defasında tap taze kalıyordu Allah’a olan mücadeleci kalpleri.Teknolojinin en üst kademesi olan silahlara, bombalara değin… Dünyanın var oluşundan beri bizimle olan taş ve odun, aslında taş taştı. Odun da, odundu.. Taşı taş yapan ‘Allahu ekber ‘ nidasıydı. Odunu ,odun yapan ‘La ilahe illallah’ yankısı.. Nisan ‘12 • 31


DENEME

Kur’an ve Sünnet Bilinci OSMAN KARA

İ

slam’ın iki ana kaynağı, insan yaşamının vazgeçilmez kuralları, Kur’an ve Sünnet... Kur’an, Allah’ın Resulü vasıtasıyla kullarına gönderdiği vahiyden meydana gelen kitabın adıdır. Peygambere gönderilen vahiylerin tamamı bu kitapta vardır. Kur’an’a girmemiş, dışında kalmış vahiy yoktur. Allah dinini Kur’an’da toplamış, Kur’an’da anlatmıştır. Peygamber bu kitabı ahlak edinmiş; içinde bulunan mesajları esas alarak ümmetinin de aynı şeyi yapmasını, onlara Allah’ın emirleri istikametinde göstermiş,

32 • Nisan‘12

öğütlemiştir. Peygamber de ona inanlar da bu kitabı ahlak edinmeye özen göstermişler, bu kitabı düşünce ve davranışlarının temeli kabul etmiş ve ona uygun bir hayat yaşamaya çalışmışlardır. Müslüman gençler olarak çoğumuz; Allah yolunda bilinçlenmek yerine çağın bize sunduğu “boş işlerle” avunmayı tercih ediyoruz. Müslüman düşünürler yerine popüler kültürün renkli dünyalarına kapılıyor, sahip olduğumuz bilgilerle Müslümanca yaşayabileceğimize inanıyoruz.


Gerçek bir Müslüman, Kur’an ve Sünnet bilincini hayatında ahlak edinmiştir. Bugünün Müslüman insanı, bunun bilincine varmaya çalışmaktadır. Kur’an’ı Kerim’i sadece metafizik anlamda benimseyenler var olsa da hayat felsefemizi Kur’an’a “kurmalı”, onu anlayarak yükseltmeliyiz. Bu şekilde onu gerçek manada yaşayabilir, özlem duyduğumuz topluma ilişkin öngörülerimizi gerçekleştirebiliriz.

Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizden bizlere ulaşan Kur’an ve sünnetin bir Müslüman tarafından hakkıyla bilinmesi gereklidir. Onun bir hayatı şekillendirmek adına tüm boyutlarıyla pratik hayata yansıtılması gerekir. İslam’ı daha iyi anlamak için bir hadis üzerinde tefekkür ettik mi? Bu yazılanları okuduktan sonra, daha Kuran’ı anlayarak baştan sona okumamış bir gençlik, inancımıza bir gün muhakkak “Herkes kendi yoluna ben kendi yoluma!” diyecektir. Zira Kuran ve sünnetin ahlakını sahiplenmeyen bir insan onu yaşamak adına kendinde güç bulamaz. Mekke’de yaşanan tebliğ süreci bizim günümüzü şekillendirmesi açısından önemlidir. Tebliğin ilk yıllarında, Mekke’de, Kur’an ve Sünnet kavramlarının gösterdiği yolun dışında yaşayan insan toplulukları yavaş yavaş bu iki ilahi kaynakla karşılaşmaya başladılar. Yaradılışındaki tabiata aykırı yaşamanın sonucu olarak “insanlık” özelliğine yabancılaşan bu insanlar, yaşamının tabiat kurallarına: kuran ve sünnete karşı önce tepki gösterdi. Çünkü yanlışa alışmışlık, insanı doğruya yabancılaştırmıştı. Fakat önce duydu, duyduğunu düşündü, düşündüklerini alışkanlıklarından mantıklı buldu ve devam etti: “Kuran’ın dediği doğru, Hz. Muhammed (s.a.v.) in sözleri, hadisleri doğru. Benim alışkanlıklarım doğru değil, yaşayışım benliğimle uyuşmuyor.” dedi,

kendine geldi, kusurlu mazisini bıraktı. Böylece İslam’ı din olarak seçti. Böyle insanların hayatları başkalarına örnek oldu. Bu değişikliği inkılâbı yapan, Kuran ve Sünnet inancı ve bilgisinin uygulanmasıydı. Kur’an-ı Kerim’in Rasûlullah’a yaklaşık 23 senede nâzil olduğunu biliyoruz. Hadislerin çoğunlukla mana ile aktarılmasının yanında âyetler hem ezberlenerek hem de yazıya geçirilerek muhafaza edilmiştir. Peygamber dönemindeki insanlar da onca vahyi sadece ezberlemediler. Bizlerden farklı öğrendikleri vahiyleri hayatlarına kattılar, ahlak edindiler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) i görmeden onun sünnetlerine uyup, hayat felsefesini kendi hayat felsefemiz haline getirmek ne yüce bir iştir. Peygamber Efendimiz’in söylediği hadisleri ahlak edinip, sahabe hayatlarını örnek alarak dini yaşamamız gereklidir.

Nisan ‘12 • 33


RÖPORTAJ

RÖPORTAJ

Eğitim sistemi ve yeni düzenlemeler üzerine, İGEDER’in kurucularından olan ve şu anda Fatih Üniversitesi’nde akademisyenlik yapan eğitim bilimci Yard. Doç. Dr. İbrahim Hakan KARATAŞ ile konuştuk. BETÜL BABACAN - ZEYNEP TEMEL Genç Öncüler: Genel olarak Türk eğitim sistemindeki en büyük problemler nedir? Cumhuriyet inkılaplarıyla birlikte yapılan birtakım faaliyetler var ama bunların halkla uyumu tartışılır, dahası ortada ciddi bir tekabüliyet sorunu olduğu belli. Eğitim sisteminde ne gibi sorunlar çıktı o dönemden bu zamana? Şöyle özetlemek lazım: Cumhuriyetin üç temel ilkesi vardı: Bu ilkelerden biri ulusçuluk ya da milliyetçilik, diğeri pozitivizm, üçüncüsü de sekülerizmdi. Bu üçü de Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir dünya algısını ifade ediyordu. Yani Osmanlı İmparatorluğu ulus devlet değildi.

34 • Nisan ‘12

Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet oldu. Osmanlı Imparatorluğu, her ne kadar bugün anladığımız anlamda ya da aydınlar arasında konuşulduğu şekliyle bir din devleti değilse de, nihayet Müslüman bir devletti Müslüman bir yönetimi vardı ve bugüne göre dinî referanslar daha ağırlıklıydı. Cumhuriyet bunun yerine sekülerizmi tercih etti. Ve bununla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyebileceğim pozitivizmi tercih etti. Dolayısıyla Cumhuriyetin eğitim sistemi bir toplumu yeniden inşa etme projesiydi. Bu projeye Atatürk inanıyordu, Atatürk’ten sonra İsmet İnönü de inanıyordu. “İnanıyordu” diyorum, inanmak kelimesini bir müminin imanı anlamında kullanıyorum. Ona inandıkları için çok kararlıydılar. Samimiydiler aslına bakarsanız. Samimiyetle bu toplumu evirmeye, modernize etmeye çalışıyorlardı. Bunun da yolu bu üç temel ilkeden hareket etmekten geçiyordu. Fakat toplumu bu noktada ikna etme noktasında başarısız oldular. Bu konuda biraz radikal davrandı devrim yapanlar. Otokratik bir yönetim tarzını tercih ettiler; kapatmaya, yasaklamaya kadar götürdüler. Birinci Dünya Savaşında tek vücut olan, Kurtuluş Savaşında Atatürk’e destek olan, cephede beraber savaşan aydınlar, ulema, toplum önderleri Cumhuriyet devrimleri yapıldıkça, yasalar çıktık-


ça yavaş yavaş bir ayrılık hissetmeye başladılar. Bu İnönü zamanında zirveye çıktı. Mesela Köy Enstitüleri bir kalkınma projesi olarak güzel bir fikirdi aslında ama toplumla uyuşmadığı için o da garip kaldı. Ondan sonra toplum sürekli bir çalkalanma hali yaşadı.

müfredat nasıl olmalıydı, öğretmen nasıl olmalıydı, okul nasıl bir yapıya kavuşmalıydı, okulla toplum arasındaki ilişki nasıl olmalıydı, bunları hiç tartışamadık. Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisini bilirsiniz. Orada önce güvenlik ve hayatta kalma, en son aşamada ise estetik ihtiyaçlar gelir. Şimdi siz önce Kısacası Türk eğiMüslüman olarak var olup olmatim sisteminin tema endişesi yaşıyorsunuz Cumhumel sorunu toplumu riyette. Bunu garanti edemeden zorla dönüştürmeye öğretmen niteliğiyle, dersle kitapyönelik bir proje la ilgilenmezsiniz. Biraz da konolarak başlamaservatif davrandık, tepki göstersıydı. Toplumlar dik. Babamın ifadesiyle “Çocuğu radikal değişimleri okula göndereceksiniz de gâvur kolay hazmedemu olacak?” Dedem öyle diyormezler. Bu yaklaşım muş. Öyle bir aile yapısı öyle bir devletle toplum toplumsal algının yetiştirdiği nesil arasındaki boşluğu entelektüel olarak bunu tartışmaderinleştirdi. Bu ya hazır olarak yetişmedi.

Kısacası Türk eğitim sisteminin temel sorunu toplumu zorla dönüştürmeye yönelik bir proje olarak başlamasıydı. Toplumlar radikal değişimleri kolay hazmedemezler. Bu yaklaşım devletle toplum arasındaki boşluğu derinleştirdi. Bu derinlik bugüne kadar yansıdı. Toplum taleplerini karşılayacak bir alternatif olarak 1950’de Adnan Menderes’i, 60’larda Demirel’i, 80’lerde Özal’ı ve nihayet 2002’de AK Parti’yi tercih ederken hep devletle araderinlik bugüne kasındaki bu boşluğu kapatacak bir Entelektüel bir birikim var tabi. dar yansıdı. Toplum alternatif arayışındaydı. Elbette Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi taleplerini karşılabu süreçte hem Türkiye topluTanpınar’ı, Mümtaz Turhan‘ı, Nuyacak bir alternatif mu hem de dünya çok büyük bir rettin Topçu’yu elbette atlayamaolarak 1950’de değişim yaşadı. Küreselleşme ile yız. Bunların hepsi Cumhuriyetin Adnan Menderes’i, birlikte algılar, renkler, ideolojiler, aydınları gibi gözükür ama aslında 60’larda Demirel’i, yaşam tarzları değişmeye başlaCumhuriyet öncesinin bakiyeleri80’lerde Özal’ı ve dı. Ve biz daha yeni yeni belki dir. Fakat o kopukluktan sonra, nihayet 2002’de Avrupa’nın 17.-18. yüzyılda tartışCumhuriyetin eğitim ideolojisiyle AK Parti’yi tercih tığı konuları tartışmaya başladık. birlikte bizim geniş kitlelerimiz, halederken hep devÖzgürlük demeye başladık, insan kımız eğitimden uzak kalınca yaletle arasındaki bu hakları demeye başladık. İnsanvaş yavaş içine kapandı. Modern boşluğu kapatacak ların çocuklarının geleceklerini dünyanın tartıştığı meseleleri, sabir alternatif arayıplanlama noktasında özgürlüklenayileşmeyi, toplumun dönüşüm şındaydı. rinin olup olmadığını tartışmaya ritmini algılayacak entelektüelleribaşladık. 97’den önce tartışmımiz çok çıkmadı. Nurettin Topçu yorduk, yani özgür bir çocuğun geleceği devle- mesela, bir üstattır bu konuda. Fransa’da doktin planlaması altında gerçekleşirdi. Bütün bun- tora yapmış büyük bir düşünürdür, kitaplarını lar bir kangren oldu. Bu tartışmalardan uzak okuduğunuz zaman görüyorsunuz. Birkaç tane durmamız eğitimi de derinlikli olarak tartışma daha böyle isim söyleyebiliriz. Ama toplumda bu imkanını elimizden aldı. Yani gerçekten acaba bir kitlesel harekete dönüşemedi.

Nisan ‘12 • 35


Genç Öncüler: Zaten o da daha çok aykırı hareket olarak değerlendirildi?

lir, bunlar çözümlenebilir de, ama bunları tartışamadık ki. Her derse Atatürk ilke ve inkılaplarıyla başlıyoruz. Atatürk ilke ve inkılaplarının Evet bunların çoğu derdest edildi. Mesela doğruluğunu, yanlışlığını tartışmak için söylemisiz Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde birinci yorum. Bir dogmatik anlayışla yaklaşmak meolacaksınız, felsefede doktora yapan ilk Türk selelere… Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlıyı eleşinsan olacaksınız, oradaki insanlar sizi ödüllentiriyorlardı “Dogmatiktiler” diye, fakat aynı şeyi direcek. İstanbul Üniversitesi bu adamı hoca Cumhuriyet’in eğitim sistemiyle yaşadık. Beden olarak almıyor ideolojik kaygılardan dolayı. Yıleğitimine başlıyorsun, müzik derlarca sağda solda öğretmenlik yasine başlıyorsun aynı besmeleyle, pıyor Nurettin Hoca. Ama şimdi Sadece bireyin din kültürüne bile aynı besmeleyle yazılarını okuyoruz, Türkiye’de değil, annebaşlıyor olduk. Dolayısıyla yapmaeğitim adına söylenmiş en değerli babanın kendi cık bir toplum oluşmasına sebep şeyleri o söylüyor. Dolayısıyla biz kültürüyle ilgili oldu, travmatik bir durum Anaseksenlerden sonraki dönemde, talepleri de önemli. dolu insanının içinde bulunduğu imam hatipler mi dersiniz buna, Bunu da dikkate durum. Şimdi onu biraz aşmaya çeşitli derneklerin-vakıfların yetişalarak bunların çalışıyoruz. tirdiği nesil mi dersiniz, bir enteorganize edilmesi lektüel birikim oluşmaya başladı. lazım. O zaman Bu entelektüel birikim bugün, AK Genç Öncüler: Tanzimat dödevlet toplumdaki Parti’de muşahas hale geldi. Reneminde karma eğitim gibi bir bu beklentileri, cep Tayyip Erdoğan değildir bu algı giriyor insanların hayatına, bu masum yeni sadece, bu bir birikimdir. Bugün bunun sonucunda nasıl problem doğanın temel hak çok iyi okumuş, kendini iyi geliştirçıkıyor? Dedenizden de örneklenve özgürlüklerini miş, yurtdışı görmüş, değerleriyle dirdiğiniz gibi yapılan değişimlere garanti altına barışık insanlar yeni bir entelektühalkın tepkisi olumlu yönde olmualacak sistemi el çehre oluşturdu ve biz bugün yor, karma eğitim modeliyle haliykurmadığı sürece, onların açtığı ortamda tartışma le kız çocuklarının da okul hayatı refah devleti ya imkanı bulabiliyoruz. sekteye uğruyor. da özgürlükçü bir Bu sadece Avrupa Birliği’yle devlet olarak kabul Bunun sebebi devletin topde alakalı değil, zorlamakla biedilmiyor. lumun her bir kesimine bir yafta rini entelektüel yapamazsınız. verip, yafta yapıştırıp onu öyle deBirikimle oluşacak bir şeydir bu. ğerlendirmesidir. %99’u MüslüOnu sağlamaya başladı ve bundan sonra daha man olan bir ülkede, Müslümanlar kendini garip iyi olacak tabi. Ama temel sorun bence, Türkihissediyordu, Alevilerin sıkıntısı vardı, Kürtlerin ye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisinin yaklasıkıntısı vardı, azınlıkların sıkıntısı vardı. Acaba şımıydı. Bunun yansımalarını saymak istersek kim “Ben Türkiye’nin bir vatandaşı olarak geruzatırız işi. Mesele burada düğümleniyor. Okul çekten özgür, demokratik bir ortamda, adalet yöneticisinde problem var, öğretmende probve fırsat eşitliğine kavuşmuş bir vatandaş olarak lem var, müfredatta problem var diye tek tek yaşıyorum.” Diyordu. Bu kadar parçalanmış ve hepsini sayalım. Kademeler arası geçişte, okul kendini sürekli garip hisseden bir toplumsal yapı tiplerinde, seçmeli derslerde her yerde. Olabi36 • Nisan‘12


içerisinde, bu söylediğimiz problemlere çözüm üretemezsiniz. Fırsat eşitliği kapsamında düşünürsek, İngiltere’de şehrin 10 km dışındaki bir köydeki kampüsteydim. Köyün sokaklarında geziyorsunuz, orada da çimler düzgün bir şekilde kesilmiş, her taraf tertemiz. Çocukların okullarda parasız okuma şansı var, herkes okula gidebiliyor. Yani fırsat eşitliği dediğimiz şey şudur: Bir memleketteki tüm vatandaşların, o memleketteki tüm kazançlardan faydalanabilme hakkına sahip olabilmesidir. Bu eğitim özgürlüğünü, ekonomi özgürlüğünü, basın özgürlüğünü içine alır. Dolayısıyla bunu sağlamak için önce buna inanmanız lazım. Diyorlar ki “Böyle olursan, bunlardan istifade edebilirsin.” Çizdiği çerçeve içerisinde kalırsan bunlardan yararlanabiliyorsun, kalmazsan öyleymiş gibi görünüyorsun. Ya da radikalleşiyorsun. Hiçbir şey inanmadığınız zaman gerçek değildir. “Mış gibi” görünüyorsanız öyle olamazsınız. O zaman ikiyüzlülük yapmış oluyorsunuz ki bence bu daha kötü. YÖK, karma eğitim, herkesin fırsat eşitliği çerçevesinde eğitimden istifade etmesi, temel hak ve özgürlükler kapsamı içerisinde değerlendirilmelidir. Temel hak ve özgürlükler kavramını gençlerin daha rahat anlaması için biraz açayım: Ben Allah’ın takdiri olarak bu memlekette doğdum, yeni doğan bir bebeğim, bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Bu anne-baba siyah mıydı, beyaz mıydı, Kürt mü, Türk mü, sanatçı mı, Atatürkçü mü, hangi müzikten hoşlanır bilmiyordum. Köyde mi doğdum, şehirde mi doğdum, zengin bir aileye mi doğdum, fakir mi? Öyleyse ben bir yeni doğan olarak bunların hiçbirisine müdahalem yoksa, insan ve hak hürriyetlerinin geçerli olduğu ülkelerde, benim dahlim olmayan tüm bu durumların dışında değerlendirilmem lazım. “Sen bir yeni doğansın ve sen her şeye layıksın. ” denilmesi lazım. Senin dilin, dinin, rengin, babanın iş durumu önemli değil. Benim tüm bu haklara sahip olmam la-

zım. Peki şimdi benim temel hak ve özgürlüklerimi kim koruyacak? Medeni Kanun anne-babaya veriyor bu yetkiyi. Diyor ki, bu çocuğun sahibi senin, dolayısıyla sen hakim olabilirsin. Ulusdevlet diyor ki, belli bir yaşa gelince bana gönder adam gibi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun. Modern devlet mantığında temel hak ve özgürlüklerde, devletin beni doğduğum andan itibaren tüm bu haklarımın bilincinde yetiştirmesi lazım. Benim param yoksa, eğitim almam için kitabımı, defterimi, öğretmenimi göndermesi lazım. Sağlıkla ilgili problemlerimi çözemiyorsam, bana sağlık hizmeti sunması lazım. Temel hak ve özgürlüklere sahip olmak böyle bir şeydir. Yetişkin olunca -Hukuk’ta on sekiz yaş yazıyor ama bir Müslümansanız mükellef olma çağı ergenlikle başlar- “Ben seni bu zamana kadar yetiştirdim artık Kanun önünde sorumlusun.” diyor. Bu memlekete nasıl bir katkı sağlayacağınla ilgili sınır tanımıyor. “İstediğini düşün ama bir tek problem çıkarma, diğer insanların özgürlüklerini kısıtlama.” Fırsat eşitliği böyle bir şeydir. Burada sadece bireyin değil, anne-babanın kendi kültürüyle ilgili talepleri de önemli. Bunu da dikkate alarak bunların organize edilmesi lazım. O zaman devlet toplumdaki bu beklentileri, bu masum yeni doğanın temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak sistemi kurmadığı sürece, refah devleti ya da özgürlükçü bir devlet olarak kabul edilmiyor. Avrupa bunları çok erken tartıştı. Bizde de 19. Yüzyılın başlarından Nisan ‘12 • 37


bizim işimiz. Devlet güvenliği, temel hak ve özgürlüklerin emniyetini sağlamak için vardır.

itibaren tartışılıyor aslında. Yıllardan beri devletin kendi ideolojisi, kendi doğruları, kendi çıkarları doğrultusunda bireyi kullandığının farkına vardıkça itiraz etmeye başladık. Kürtlerin itirazı çok boş bir itiraz değildir. Ciddi bir problem var, bunu tasvip ettiğim için söylemiyorum ama sürekli bir yok sayma, “Gel sen gel Türk ol kurtul.” Ya da “Müslüman ne demek, geri kalmış çağdışı”. “Ama ben böyle inanıyorum”. Bir insanın mutlu olması nasıl bir şeydir? Bir standart çizilebilir mi, şöyle şöyle olan biri mutludur diye? Böyle bir şey yok, mutluluk çok görece bir şey ve ben namaz kılarken mutlu oluyorum, öbürü gezerken mutlu oluyor, öbürü başka bir şey yaparken mutlu oluyor. Mutluluğu sağlamanın yolu, bu adamın bu taleplerine saygı duymaktır. Özgürlük sınırları hep tartışılıyor ama burada da her insanın saygı değer olduğu ve her insanın temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu ve bunların korunması gerektiğine hep beraber inanırsak, o zaman bu iş yürüyecek. Bunu da devlet organize edecek. Bana ne yapmam gerektiğini söylemeyecek. Biz üç kişi yaşarken aramızdaki sözleşmeye uymamızı sağlayacak bir hukuk devleti olacak sadece. Bir Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan bir arada otururken birbirimize küfretmemizi engelleyecek ve özgürlük sınırlarımızı daraltmamızı engelleyecek bir hukuk sistemi oluşturacak sadece. Devletin başka bir ideolojisi yok, devletin ideolojisi olmaz, devletin dini olmaz, devletin ekonomisi olmaz. Onların hepsi 38 • Nisan‘12

Sözü yeniden eğitime getirelim. Okul neydi Türkiye’de? Okul devletin ideolojisini benimsetmek için kurduğu bir kurumdu. Devlet şirin gözükmeye çalışsa da halk bunu görünce uzaklaştı, uzaklaştıkça aralarındaki köprü açılmaya başladı. Oğlum birinci sınıfta bana soruyor: “İstiklal marşı ne demek biliyor musun baba?” “Ne demek?” diye soruyorum bana ne dese beğenirsiniz: “İstiklal Marşı tatil demek!” Halbuki İstiklal Marşı 12 Mart’ta kabul edildi, kutluyoruz ve diyoruz ki bağımsızlığımızın marşıdır Mehmet Akif yazdı, buna dokundurtmayız falan. Ama 1. sınıftaki bir çocuk İstiklal Marşı’nı okulun tatil olduğu gün diye yorumluyor. Kaç gün kaldı tatile diyor, okulun bu çocuğa şunu öğretmesi gerek: İstiklal Marşı’nı okuduğumuz zaman okul tatile giriyor, ara veriyoruz ve buna sevinmemeli o çocuk. Devletin bunu görmesi lazım ve bunu gördükten sonra vatandaşları için daha iyi şeyler yapma arayışına girmesi lazım. Örneğin Türkiye’de bir anket yapılsa ve sorulsa “Zorunlu olmasa kaç kişi okula gider?” Bunun cevabı korkunçtur. Kimse böyle bir anket yapmıyor sonucu görmemek için. Halbuki benim bu dünyada daha huzurlu yaşayabileceğim başka bir yer yokken niçin kendi yurdumda huzur içinde yaşayamayayım. Afrika ve Avrupa kıyaslamasında örneğin diyebilirim ki Avrupa’da daha müreffeh ama Afrika’dakiler daha huzurlu bir hayat yaşıyor. Fakat yemeğini, kültürünü, insanlarını bildiğim bu memlekette yaşamak istiyorum ben. Yani huzur içinde, kendi inandıklarımla ve benim sevdiğim şeyleri sevmeseniz bile bana bunu empoze etmemenizi istiyorum. Biz bunları daha yeni yeni konuşmaya başladık bu ülkede. Dolayısıyla soruya dönersek YÖK, karma eğitim vs. gibi sorunlar işin daha teknik tarafıdır. Temel hak ve özgürlüklerin çerçevesi çizildikten sonra işin bu kısmı kolay halledilir.


Genç Öncüler: Hocam SETA da bu konuda birtakım araştırmalar yapmış ve raporda şöyle bir tespit var: “Türk eğitim sisteminin temel problemi öğrendiklerini aktaramama değil, genel bilgi ve beceri elde edememesidir.” Böyle sorunların aşikar olduğu bir düzende yeni bir sistemden söz ediliyor: 4+4+4. Bunun anlamı nedir? Niteliği artırmak noktasında ne gibi değişiklikler içeriyor?

tabi. Bunda da birçok faktör etkili olmuştur. Yani sanayinin çok gelişmemiş olması, özellikle de 80’lere kadar gayet kapalı bir toplum olup sürekli birbirimizle uğraşıyor olmamız. Bakın Özal ile başlayan açılımlarla son dönemde, 25-30 yılda hızlı bir değişim süreci meydana geldi.

Öğretmenlerimiz bu süreçte yerlerini tam olarak belirleyemediler. Eskiden bunun daha belirgin bir yeri vardı fakat değişen dünyayla ve iletişim teknolojileriyle SETA’nın bahsettiği durum sınıf içerisinde öğretmenin işlevi birçok raporda da yer alıyor. Biz Okul neydi de dramatik bir biçimde değişti. de gözlemliyoruz. Milli Eğitim TeTürkiye’de? Okul Bilgi, beceri ve kazanımlar değişti. mel Kanunu’nda genel aamaçlar devletin ideolojisini Bu değişikliğe tüm toplumumuz sıralanır: yaratıcı düşünen, probbenimsetmek gibi öğretmenlerimiz de çabuk lem çözen, dünyayı tanıyan vs. için kurduğu bir ayak uyduramadı. Tabi bu tür kesbir nesil yetişecek ve dünya mekurumdu. Devlet kin değişim ve dönüşümlere ayak deniyetine katkıda bulunacak. şirin gözükmeye uydurmak da konuşmak kadar Fakat konuştuğumuz sorunlarçalışsa da halk bunu kolay değil. Kısa vadede sonuç dan ötürü şimdiye dek sağlıklı görünce uzaklaştı, almayı beklemek doğru olmaz. bir biçimde bunun sağlandığını uzaklaştıkça Dolayısıyla çocuk öğretmeni geçrahatça söyleyemeyeceğim, Öğaralarındaki köprü ti. Fakat son 10 yılda gelen öğretretmenlerin sınıf içi etkinlikleri açılmaya başladı. men kitlesiyle bir dönüşüm yaşaçok önemli. Zaten eğitimde esas Oğlum birinci sınıfta dığımızı da görüyorum. İdeolojik olan bir çocuğun 40 dakika içeribana soruyor: problemlerimizle uğraşmaktan sinde öğretmeniyle ne yaptığıdır. “İstiklal marşı kurtuldukça yeni yeni çağa ayak Öğretmenden bu durumda ne ne demek biliyor uydurma meselesini tartışmaya bekleniyor? Burada sizin devlet musun baba?” başladık. Yeni nesil öğretmenler olarak önceliğinizi neye verdiğiniz “Ne demek?” diye bu durumun farkında ve bu dönüönemlidir. Kalkınmayı öncelemek soruyorum bana ne şümün yaşandığına ben şahidim. gerekir. Kalkınmadan kasıt zendese beğenirsiniz: Açığı kapatmak elbette çok kolay ginleşmek değildir, daha nezih bir “İstiklal Marşı tatil olmayacak, 80-90 yıllık bir ideolotoplumsal hayata sahip olmaktır, demek!” jik baskı var çünkü ortada, ama İnsanların ekonomik açıdan geinşallah belli bir zaman sonra bu lişmeleri mühim olmakla birlikte, bundan daha fazlası, niteliksel olarak gelişmiş sorunları aşmış olacağız. ve daha estetik daha müreffeh bir hayata sahip 4+4+4’e gelirsek, zaten işin teorik kısmını olmalarıdır önemli olan. Fakat bu noktada çok herkes konuşuyor. Yani hafızlık kurumunu inşa derdimiz olmamış, genellikle işin teknik tarafına etmek, imam hatip okullarını yendien açmak. takılıp kalınmış. Olay tek boyutta açıklanamaz Çünkü bu memleketin insanı diyor ki “Ben çoNisan ‘12 • 39


cuğuma akıl baliğ olmadan önce din eğitimini vermek istiyorum.” Bunun önündeki engellerin kalkması lazım. Bu çok doğal ve geç kalmış bir haktır. Fakat bu eğitimin verilmesi esnasında eğitim bilimcilere çokça iş düşüyor. Çünkü 8 yıllık bir okulu ikiye bölelim dendiği zaman o kadar kolay bölünmüyor. Ya da 4+4+4 çocuğun zihinsel, duygusal ve fiziksel gelişim evreleriyle ne kadar uyumlu? Bunlar üzerinde çalışılması gerekiyor? Bu durumda lise de zorunlu hale gelecek fakat şu anda ilköğretimden mezun olan öğrencilerin %65’i kayıt olacak sınıf bulabiliyor. Zorunlu olduğu halde daha çok derslik ve öğretmene ihtiyaç var. Rakamlar net olmamakla birlikte bütçeden eğitime ayrılan bir yıllık pay kadar bütçe ayırmak gerekiyor bu yeni sistemi işletebilmek için. İşin maddi tarafı bu, yani diyelim ki müfredatı, öğretmenleri ve diğer teknik meseleleri çözdük. Önümüze daha önemli bir soru çıkıyor. 1997‘deki toplumsal yapıdan çok farklı bir yapının içindeyiz şu an. Velilerin hala Kur’an kursu gibi bir talebi var belki ama çocukların ne kadarı bunu istiyor? Kur’an kurslarının revize olması lazım, eğer bu çocukları kazanmak istiyorsak. 9-10 yaşlarındaki bir çocuğa sadece Allah’ın rızasını açıklayarak, O’nu Kur’an kursuna gönderemezsiniz. Kuran kursunu yeniden tanımlamak gerek çocukların gözünde, onlara uygun bir sistem ve düzenle hazırlanmış bir müfredat gerekli. İmam hatiplere gelirsek bir veli çocuğunu imam hatibe niçin gönderir? Kızı başını örterek okusun. Oğlu dinini öğrensin. Açıksa da ya da din iman istemiyorsa da bozuk bir çevrede eğitim görmesin diye göndermek istiyor. Fakat imam hatibin ortaöğretimdeki oranı nedir? Yaklaşık yüzde on. Yani Türkiye’de en yüksek olduğu dönemde yüzde ona çıkmış. Demek ki Türkiye’deki çocukların yüzde doksanı imam hatip dışındaki okullarda eğitim görmüş. Yaz kuran kursuna gelme yaşı nedir? 5. sınıfı bitirmiş çocuklar gelebilir ve istediği kadar. Yaş sınırı yok. Son zamanlarda daha küçük çocuklar 40 • Nisan‘12

da gidebiliyor. Diyanet’in açıkladığı rakamlara göre yaz Kuran kursuna gelen toplam öğrenci sayısı yaklaşık iki milyon. Bu iki milyonun da hepsi gelmemiş, devam eden çocuk sayısı bir milyondan az. O yaş grubunda kaç çocuk var? 16 milyon. Hadi sadece 6, 7 ve 8. sınıflarda en az beş milyon çocuk var. Velinin maddi durumu iyiyse evinde özel hoca tutuyor, evde eğitim veriyor. Veya bildiği, güvendiği bir vakfın derneğin kampı oluyor oraya gönderiyor, hallediyor. Memleketteki eğitim meseleleri bireysel gücümüzle çözülmez. Benim Şırnak’ta, Erzurum’un köyünde, Artvin’de bilmem hangi dağın ucunda doğan çocuklara dab u ırsatı götürebilmemiz lazım. Dolayısıyla Başbakanın yaklaşımıyla baktığımızda mesele doğru. Başbakan diyor ki “Devletimiz bunun için idarede ve ben bunu yapacağım.” Ama bizim veya alt tarafta bulunan uzmanların, teknokratların, bürokratların çok çalışması lazım. Birtakım insanların çıkıp “Kuran kursu istiyorum”, “Imam hatip istiyorum” demesi yetmez. Dinci olacağız, geri kalacağız vs. tezlerle itiraz edenleri ciddiye almıyorum.. Böyle bir şey söz konusu değil. Fakat “Açalım” demek yetmez. Bu konuda çalışılması lazım. Çalıştığınızı nereden anlayacağım? “Biz çalıştık, oldu” demek yeterli mi? Ben projeyi görmek isterim. Bu kadar kolay mı? Sınıf nerede, öğretmen nerede, müfredat nerede, isteyen veli nerede, ne kadar maliyeti var, ne kadar süre ister, ne kadar eğitim materyali ister, bu iş için yazılım var mı, program var mı, yok mu? Bunları hiç konuşmuyoruz. Tabi devrimleri dahiler düşünür derler. Orta tabaka devrimi gerçekleştirir. Kitleler de nimetlerinden yararlanır derler. Tabi bir fikir atmak güzel bir şey. Bunlara itirazım yok ama Türkiye’deki aklı başında insanların yapması gereken şey “Bu proje çalışır mu çalışmaz mı?” diye analizler yapmaktır. Bakmadan girerse yarın tekrar nükseder sonra da bir şey alamazsınız, kayıplar olur. Bu Türkiye için sorun değil ama benim için sorun. Benim iki tane oğlum var. İkisini de kaybetmek


istemiyorum. Türkiye Cumhuriyeti kimin çocuğu arada kaynadı diye mi düşünüyor? Ya da kimin çocuğu arada fire verecek. Hangi yeni doğanın hakkını gasp etmek üzere bu sistemi düzenlemeye çalışıyoruz. Bunları düşündüğümüz zaman zaten hiç sorun kalmıyor ki. Niye sorun kalmıyor biliyor musunuz? Temel hak ve özgürlükleri merkeze almışsınız, haklı yönde gidiyorsunuz. Kafa çalıştırıyorsunuz, problemi çözmeye çalışıyorsunuz. Dört artı dört artı dört olur sekiz artı yedi olur, artık bunun bir esprisi kalmaz çünkü bulmuşsunuzdur. 4+4+4’ü ben böyle değerlendiriyorum. Genç Öncüler: Yeni modellemede çocuklar 5 yaşında ailelerinin yanından ayrılacaklar. Pedagojik olarak bu nasıl karşılanmalı? Bu durumun çocukların psikolojik ve ahlaki gelişimine etkisi nedir? Çocuğun dil ve karakter gelişiminin en fazla olduğu dönem 6 yaşına kadar biliyorsunuz. Bu dönemle ilgili araştırmalar yapılmış. Denmiş ki anne babanın mesleğine, yaşanan yere ve genel olarak sosyal çevreye göre çocuğun öğrendiği kelime sayısı değişiyor. Dolayısıyla çocuğun o döneminin verimini artırmak, öğrendiği kelime sayısını, sosyalleşmesini artırmak çocuğun bütün hayatında başarısını çok doğrudan etkiliyor. Eğer evde bir imkanı sağlayamıyorsak, yani kalabalık aile olabilir, anne baba eğitimsiz olabilir, çalışıyor olabilir, en vaki sorun yani mesela anne baba ikisi de doçent belki ama sabah gidiyor akşam geliyor, çocuğuyla ilgilenecek zamanları yok. Çocuğun kelime hazinesinin gelişmesi lazım. Çocuğun duygularının gelişme-

si lazım. Buna ihtiyaç var. Dolayısıyla bütün bunlar anaokulunu zorunlu tutuyor. Yani anaokuluna çocuğu göndermemiz gerekiyor. 5 yaşında mı gitsin 4 yaşında mı 3 yaşında mı? İş kanununda da bir takım düzenlemeler yapılıyor. Kadınların doğum izni artırıldı biliyorsunuz, isterse birkaç yıl izin alıp çocuğuyla ilgilenebiliyor. Anne sütünyle, anne kucağında beslenmesi, ailenin varlığını sürdürmek adına önemli. Aile Bakanlığı aile eğitimi için yeni bir müfredat hazırlattı ve bütün aileleri eğitmek üzere bir çalışma başlattı. Devam ediyor. Aileyi de önemsiyor şüphesiz ama okul öncesi eğitim ihtiyacı bir vakıa. Bundan kaçınamayız. Burada 4+4+4’te hani 60 aya mı insin, 70 aya mı insin o tamamen teknik bir mesele. Çocuğa hangi müfredatı uygulayacağız? 60 ayla 72 ay arasında çok büyük bir fark oluyor o yaşta. Yani 30 yaşla 40 yaş arasında bir fark yoktur fakat 48 ayla 60 ay arası öyle değil. Çocuk kalem tutabiliyor mu tutamıyor mu, somut algısı ne kadar gelişmiş? İlköğretimin başladığı yıl okuma yazma öğrenmeye başlayacağı için çocuğun zihinsel olarak okuma yazma öğrenmeye, o müfredatı takip etmeye hazır hale gelmesi lazım. Eğer siz birinci sınıfı bir yıl erkene alırsanız ve çocuğa bir yıl önce okuma yazma öğretmeye kalkarsanız çocuğu bunalıma sürüklenirsiniz. Onun için bir yılı zorunlu yapsanız bile onu ana sınıfı müfredatı çerçevesinde yapmanız lazım ki çocuğun gelişim dönemini dikkate alarak bir eğitim vermiş olasınız. Genç Öncüler: Teşekkür ederiz..

Nisan ‘12 • 41


Necip Fazıl Kısakürek HASAN İHSAN KIRÇİÇEK

Şair... Fikir ve dava adamı... Üstad... 1905 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Yurt dışında tahsil gördü. Üniversite hocalığı ve müfettişlik yaptı... Şiir yazmaya küçük yaşta başladı. Bunu kendisi hatıratında şu şekilde aktarır: “Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftı… Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde... Haberi veren annem, bir an gözlerimin içine bakıp: -Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında 42 • Nisan‘12


olmadığım bir şey gibi göründü... Gözlerim, ızdırap ve sıkıntı çekmiş ama yine de doğru hastane odasının penceresinde, savrulan bildiği yoldan geri dönmemiştir... Yeri gelkar ve uluyan rüzgara karşı içimden kara- mişken onun hiciv şiirlerinden örnek vermerımı verdim: den geçmeyelim: -Şair olacağım! İslam’a irtica, Müslüman’a mürteci diVe oldum...” yenlerin, hayatı yaşanmaz hale getirdikleri12 yaşında şiir yazmaya başlayan -veya ni, onların ilerleme ile gerileme, yükselme kendi ifadesiyle 12 yaşında şair olan- Necip ile alçalma arasındaki farkı anlamaktan dahi Fazıl, 23 yaşına geldiğinde, yazdığı “kaldırımlar” isimli şiiriyle, sanat çevrelerinin tak- âciz olduklarını, şu beyitle dile getiriyor; dirini toplamış ve bundan sonra adı bu şiirle anılmıştır: “kaldırımlar şairi”

Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana,

tında ve yaşantısında büyük değişikliklere sebep olmuştur. Bu tesir, bir zamanlar karşısında olduğu bir davayı savunmasına, bu davanın bayraktarlığını yapmasına sebep olacak kadar etkili olmuştur. (Necip Fazıl’ın fikir hayatındaki değişim herkes tarafından kabul edildiği halde, özel yaşantısında tam manası ile bir değişimin olup olmadığı nedense tartışmalı kalmıştır)

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul!.. (Öfke ve Hiciv)

Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana... Necip Fazıl, şairliği; tiyatro, hikaye, ro(Öfke ve Hiciv) man yazarlığının yanı sıra, çıkardığı dergilerdeki düşünce ve fikir yazılarıyla düşünce haAdaletsizliğin çirkinliğini şu beyitle ortaya yatımıza büyük katkıda bulunmuş, zenginlik koyuyor; katmıştır. Allah’ın on pulunu bekleye dursun on Şairin, 1934 yılında (29 yaşında), Şeyh Abdulhakim Arvasi ile tanışması, fikir haya- kul,

Düşmanlarımıza!.. Çatlıyorsun, patlıyorsun!.. Çünkü bizim şahsiyetimiz var senin yok! Onun içindir ki, bize ne yapacağınızı, hangi lekeyi ve çamuru atacağınızı bilemiyorsunuz!

Necip Fazıl, İsmet Paşa ve tek parti yönetimine karşı şiddetli bir muhalefet sürdürmüş, bu partiye karşı ezilen, horlanan, sıkıntıya maruz bırakılan ülke insanının yanında yer almış, bunun sonucunda defalarca cezalandırılmış, mahkum olmuş ve hapis yatmıştır.

Şahsiyet bir kubbe midir; şahsiyetsizlik bir örümcek olur, gelir, onu körletmeye çalışır. Şahsiyet bir tarla mıdır; şahsiyetsizliğe tarla faresi olmak düşer... Şahsiyet, en nadir ağaçtan bin bir emekle yontulmuş bir tahttır. Şahsiyetsizlik küçülür küçülür nokta Necip Fazıl Kısakürek; daha çok hiciv şi- kadar bir kurt olur ve en nadir ağacın en irleri (taşlamaları) ile tanınan bir şairdir. Ya- mahrem emeklerle yontulu nakışlarını yer. şadığı dönemdeki kötü gidişata karşı çıkan, Çatla, patla!.. Sen bugünü kazansan bile buna engel olmaya çalışan Necip Fazıl, bu kötü gidişatın faillerine karşı mücadele ver- biz yarını mutlaka fethedeceğiz... (Hücüm miş, bu yolda tutuklanmış, mahküm olmuş, ve Polemik) Nisan ‘12 • 43


ETKİNLİK

FİLM GÖSTERİMİ SALİH BABACAN

C

uma akşamı yaptığımız sinema gösterimi oldukça bereketli ve güzel geçti. İzlediğimiz filmin adı “the Usual Suspects” idi. Film gösterimi olduğunu duyduğumuzda arkadaşlarla ilk olarak aklımıza Çağrı, Ömer Muhtar, Malcom X filmleri geldi. Aslında film başlayacağı vakte kadar durum değişir bildik bir film izleriz dedik. Ama bu yeni atılım bizi şaşırttı ve memnun etti.

Filmin ardından Muhammed Uyar ağabeyle filmin kritiğini yaptık. Muhammed Uyar genel olarak ülkemizdeki sinema ve televizyonun durumundan bahsetti. Müslümanlar olarak sinemaya karşı olan tutumumuzun nasıl olması gerektiğinden bahsetti. Konuşmasında dizilere de değindi. Dünya üzerinde sinemanın insanları nasıl etkilediği üzerine konuştu. Sübliminal mesajlardan, 25. karelere ve sinemanın nasıl Film Akademi Ödülleri’nde McQuar- bir silah olduğuna da değindi. Bu açıdan rie En İyi Özgün Senaryo ve Spacey’de En Müslümanlara düşen görev olayları iyi İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalların- okuyup çağın gereklerini yapmaktır. Bu da ödül aldı. Yönetmen Brayan Singer güzel muhabbet olurken ikramlar yapıldı. ise X-Men serisi ve Süpermen DönüArdından muhabbet edip herkesi Allah’a yor gibi birçok sinema filmine imzasını atmıştır. Olağan Şüpheliler filmi 1995 ya- emanet ettik. pımıdır. Türü “film noir” (kara film)’dir. FilTabii ki böyle bir programda da kendimin bazı repliklerini sizinle paylaşmak iste- mizi belli eden olaylar yaşadık. En önemlisi dik: “Şeytanın en büyük kurnazlığı kendini örneğin 8. dakikada filmin görüntüsünün olmadığına inandırmakmış. Güçlü olmak, durmasıdır. Çok şükür ki meseleyi halletdiğerlerinin yapamadığını yapma arzusu- tik. na sahip olmaktır.” Filmin senaryosu da Burdan tüm kardeşlerimizi selamlıyor, kendine özgüydü. Bu bakımdan çok beğenildi. Ayrıca filmin ana karakteri Keyser onları programlarımıza davet ediyoruz. Söze’nin meçhul bir abimize benzemeside Önümüzde ki film gösterimlerinde buluşmak dileğiyle. bayağı tuhaf oldu. 44 • Nisan‘12


SIRA GECESİ AYSEL ÇELİKTEPE

13 Nisan Cuma akşamı, Araştırma ve Kültür Vakfı’ndaki genç kızlar olarak farklı bir faaliyette buluştuk. Çoğu zaman Genç Öncüler günü, kahvaltı, çay günü gibi etkinliklerde toplandığımız arkadaşlarımızla bu kez de “Sıra Gecesi”nde buluştuk. Okul koşturmalarından bunalan, yakın bir zamanda YGS badiresini atlatan arkadaşlarımızın tam kadro katıldığı gecede 130 kişiyle salonu hınca hınç doldurduk. Tuğba teyzemiz, Sıra Geceleri’nin vazgeçilmez menüsü çiğ köfteyi yoğururken, okuldan çıkıp gelen arkadaşlar, salonun şark köşesi dizaynını gördüklerinde yaşadıkları şoku atlattıktan sonra, atıştırmalık (!) olarak hazırlanan yiyeceklere yöneldi. Ardından, köftelerin de hazırlanmasıyla karınları iyice doyan Genç Öncüler, Sıra Gecesi’ne türkülerle devam etti. Günler öncesinden sazlarıyla bu program için hazırlanan bir grup arkadaşımızın söylediği türkülere eşlik ederken, salonun büyük bir kısmı ilk kez bir Sıra Gecesi’ne katılıyor olmanın keyfine vardı.

Nisan ‘12 • 45


Kültür Sanat Melike YURT

Zehra Eriş- Kısa Surelerin Tefsiri

Milletlerarası Hat Yarışması İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) tarafından üç yılda bir düzenlenen Milletlerarası Hat Yarışması’nın dokuzuncusu başlıyor. Bu yıl hat sanatını canlandırma ve geliştirme yönünde sağladığı katkıları sebebiyle Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu adına düzenlenecek yarışmaya başvurular, 31 Ekim 2012 tarihine kadar yapılabilecek. Eser teslimleri ise 28 Şubat 2013’te sona erecek. Celî sülüs, sülüs, nesih, celî ta’lîk, ta’lîk, celî dîvânî, dîvânî, kûfî, rik’a, mağribî dallarındaki eserlerin değerlendirmeye tâbi tutulacağı yarışmada dereceye giren eser sahiplerine toplam 124 bin 500 dolar para ödülü dağıtılacak.

46 • Nisan‘12

Zehra Eriş tarafından yirmiden fazla tefsirden yararlanılarak ve hemen hemen yirmi yıllık bir çalışma ile hazırlanmış. Namazlarımıza can katmak üzere istifademize sunulan yoğun bir emeğin ürünü olmakta birlikte her evde mutlaka bulunması ve sık sık elimize alıp karıştırmamız gereken hatta aile bireyleri ile birlikte yararlanılacak bir eser çıkmış ortaya. Eriş çalışmalarına Fatiha suresi ile başlayıp namaz sureleri olarak da adlandırılan Duha suresinden itibaren olan surelerle devam ederek, kitapta hazık-mütehassıs müfessirlerin görüşlerini derlemiş. Surelerin tefsirine kırık mealin ardından ayetlerin toplu meali ile başlanmış; nüzul sebepleri, isimleri, kendinden önceki sureler ile ilişkileri, konuları, muhtevaları, faziletleri, ayetler arasındaki ilişkiler gibi birkaç başlık altında incelenmiş. İlk inen ayetin muhatapları olarak ne okuduğumuzu bilmek için iyi bir kaynak!

Cahit Koytak- Cazın Irmakları Son dönemde üretkenlik noktasında üstün performans gösteren, ama kalitesinden de ödün vermeyen bir isim o. Bu sayfalardan daha önce yeni çıkan başka kitaplarının haberlerini de okudunuz. Şiirle ilgileniyorsanız hatta şiirle yazıyorsanız, Cahit Koytak’la da ilgilenmenizi öneririm. Son çıkan kitabı adı ile bile sosyal bir mesaj tanımanın yanı sıra sanatın Müslüman bakış açısı ile bakıldığında toplum için sanat vurgusunu taşıyor. Cazın Irmakları… Neden Cazın Irmakları? Şair caz müziğinin kökenine inmiş ve bu müziğin Güney Amerikalı zenciler tarafından oluşturulduğunu keşfetmiş. Kölelik için kullanılacak bu zenciler kendi kültürlerini koruyabilmek için bir müzik üretmiş ve ezilmişliğin sesi olmuş caz. Tıpkı şiir gibi…


Kültür Sanat İstanbul Film Festivali 2012 İstanbul Film Festivali, 31. yılında Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bir seçkiyle karşımıza çıkacak. Festivalin düzenleyicisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) 40. yılı etkinliklerinin de yapılacağı iki haftalık film şöleni 31 Mart-15 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festival 20’nin üzerinde bölümde 200’ün üzerinde filmden oluşan programının yanı sıra ünlü konuklar, usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri ve konserlerle dolu iki hafta vaat ediyor. Festival biletleri 17 Mart Cumartesi günü Biletix ile Atlas, Beyoğlu, Nişantaşı Citylife ve Rexx sinemalarında satışa çıkacak. Bu yıl tam biletler 15; öğrenci ile 65 yaş ve üstü sinemaseverler için 9 TL olacak. Hafta içi gündüz seansları ise 5 TL. Lale Kart sahipleri ile öğrencilere özel bilet fiyatlarına festivalin internet adresinden ulaşılabilir. Filmlerin gösterim saatleri geçen yıllarda olduğu gibi 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30.

Karabatak Edebiyat Dergisi… Karabatak çok yeni bir edebiyat dergisi. Henüz Şubat-Mart sayısı olan ilk sayısı yayımlandı. Kitaplarına ilginç isimler bulmakta usta olan şair yazarımız daha öncede Merdiven Şiir, Kitap Haber gibi önemli dergileri uzun sure çıkartan A.Ali Ural’ın yönetiminde çıkan yepyeni bir can. Bu, bu sayfalardan verdiğim kaçındı edebiyat dergisi haberidir ben bile bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa kaliteli dergilerin dikkatle takip edildiğinde okurunda kalıcı bir birikim bıraktığı ve okurunu eğittiğidir. Ali Ural’ın çalışmalarında edebiyata yaklaşımda titizliği dikkat çekici düzeydedir. Bu yüzden yaptığı her iş kalıcıdır etkilidir bu bağlamda Karabatak’ta böyle olacaktır diye umuyorum. Karabatak’ın tasarımı da dikkatten kaçmayacak derece de güzel, Ali Ural bu konuda da titizliğini göstermiş gibi duruyor…

Büyük Doğu Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in uzun süre türlü sıkıntılar ve fedakârlıklarla çıkardığı Türk düşünce tarihine damgasını vuran ve şu anda yetişmiş birçok fikir adamımızın yetişmesine vesile olan Büyük Doğu dergisi tekrar basılıyor. Üstadın çıkarabilmek için hapis bile yatmayı göze aldığı bu kıymetli dergi üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen evrensel mesajları ile günümüze de hitap ediyor. Bu hitaba muhatap olmak isteyen herkes bu büyük fırsatı değerlendirmek için cumartesi günleri Star Gazetesi ile birlikte verilen Büyük Doğu’yu edinip istifade edebilir.

Nisan ‘12 • 47


ŞİİR

İBRAHİM İbrâhîm İçimdeki putları devir Elindeki baltayla Kırılan putların yerine Yenilerini koyan kim Güneş buzdan evimi yıktı Koca buzlar düştü Putların boyunları kırıldı İbrâhîm Güneşi evime sokan kim Asma bahçelerinde dolaşan güzelleri Buhtunnasır put yaptı Ben ki zamansız bahçeleri kucakladım Güzeller bende kaldı İbrâhîm Gönlümü put sanıp da kıran kim Asaf Halet ÇELEBİ

48 • Nisan ‘12


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.